27 Eylül - 3 Ekim 2015
|
NEFERTİTİ'YE DOĞRU
Mısır firavunu Tutankamon’un mezarında yapılan
taramalar sonucu keşfedilen iki gizli bölmenin,
Kraliçe Nefertiti’nin mezarına ait olduğu iddia
ediliyor.
Araştırmayı yürüten
İngiliz uzmanlar Nefertiti’nin mezarını bulabilirse,
Mısır tarihinin
en büyük gizemlerinden biri de çözülmüş olacak.
Mısır Kültür Bakanı Memduh El Damati, Kraliçe
Nefertiti’nin mezarının gizemini bu yıl içerisinde
çözeceklerini belirttikten sonra Tutankamon’un 3 bin
300 yıllık mezarında radarlarla aramalar
başlatılmıştı. İngiliz Mısır bilimcisi Nicholas
Reeves,
Kahire’de
yaptığı açıklamada, Tutankamon’un üvey annesi olduğu
düşünülen Nefertiti’nin mozoleye ilk defnedilen kişi
olduğunu savundu.
Milliyet, 03.10.2015
|
 |
TARİH HİÇE
SAYILIYOR: KAYA MEZARALRINA DEPO MUAMELESİ
Muğla’nın Fethiye İlçesi'nde MÖ 4’üncü yüzyıldan
kalma tarihi kaya mezarlarının vatandaşlar
tarafından depo olarak kullanıldığı ortaya çıktı.
İki bin yıllık mezarlar depo
oldu

Fethiye’nin simgelerinden
ortalama 1.5 metre yüksekliğinde ve 2 metre
genişliğindeki mezarların tarihi ve antik değeri
hiçe sayılırken, bölge halkı fazla eşyasını
mezarlarda saklıyor. Yazın içindekileri serin tutan,
kışın ise yağmur almayan tarihi mezarların bu
özelliğini fırsat bilen ahali mezarları depo
olarak kullanıyor.
Antik kaya mezarının içinde
karton kutular, araba lastikleri, tahta parçaları ve
plastik şişeler depolanıyor. Bakımsızlıktan çevresi
ot ve çalılarla kaplanmış mezarlardan bazıları ise
sokak köpekleri tarafından barınak olarak
kullanılıyor.
Depo olarak kullanılmasının
yanında yine bölge halkı tarafından çevresine zeytin
ağaçları dikilen mezarlar, Amintas Kaya Mezarları’nı
görmek isteyenler tarafından güçlükle fark ediliyor.
‘Turistler yüzümüze vuruyor’

Türkiye Seyahat Acenteleri
Birliği’nden (TÜRSAB) Salih Taşçı, Likya uygarlığına
ait Telmessos antik kentinden geriye kalan en önemli
kalıntının Amintas Kaya Mezarları olduğunu
kaydederken, mezarların bir kısmının hala perişan
halde olduğunu anlattı.
Taşçı, “Hala turistlerle
birlikte haftanın belirli günleri tura çıkıyorum.
Bölgedeki tarihi kalıntıları inceleyen Avrupalı
turistler, Türklerin tarihe saygı duymadığını ve
korumadığını yüzümüze vuruyor. Halkımıza bu
mezarları sahip çıkma ve koruma çağrısı yapmak
istiyorum. Bu bölgeler Fethiye için cazibe merkezi.
Fethiye’nin sembolü olmuş bu anıt mezarların
korunması çok önemli” diye konuştu.
Amintas Kaya Mezarları niçin
önemli?

Fethiye’deki Amintas Kaya
Mezarları, Antik Likya uygarlığının en eski
şehirlerinden Telmessos antik kentinden günümüze
ulaşan kalıntılar arasında yer alıyor.
İlçenin güneybatısındaki
tepelerde, kayaya oyulmuş mezarların en büyüğü
konumundaki Amintas Kral Mezarı ise Fethiye’nin
simgelerinden biri olarak kabul ediliyor.
Aynı tepenin eteklerinde
Amintas Kral Mezarı’yla birlikte çok sayıda tarihi
mezar bulunuyor. 2 bin yıldan fazla geçmişe sahip bu
mezarlar, tarihi ve arkeolojik sit alanı içinde ve
örenyeri olarak ilçeye gelen yerli ve yabancı
turistler tarafından geziliyor.
diken.com.tr,
02.10.2015
|
ANTİK KENT, HAZİNE
AVCILARI VE MADENCİ TEHDİDİ ALTINDA
Tarihin her devrinde insanlara, medeniyetlere
beşiklik eden Anadolu'nun her yerinde başka bir
hikaye var.
Son yıllarda artan
araştırmalarla gün yüzüne çıkarılan şehirler,
mabetler ve yerleşkeler bunun en büyük kanıtı. Bu
antik yerleşimlerin son örneği ise Denizli'de ortaya
çıktı. Denizli Doğa Sevenler Derneği (DOSEV) Başkanı
Ümit Şıracı, Honaz İlçesi'ndeki Kelkaya Dağı
zirvesine tırmanış yaptıkları sırada, Yukarıdağdere
Mahallesi yakınında antik yerleşim yeri tespit
ettiklerini belirtti. Taş ocağına 50 metre
uzaklıktaki antik yerleşim yerinin tamamıyla yok
olma tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu belirten
Şıracı, Başbakanlık İletişim Merkezi'ne yazı yazıp,
buranın koruma altına alınması için yardım
istediklerini söyledi.
Yukarıdağdere Mahallesi'ndeki
taş ocağının 50 metre yakınında bulunan Kelkaya
Dağı'ndaki antik yerleşim alanını zirve tırmanışında
bulduklarını söyleyen DOSEV Başkanı Ümit Şıracı,
şöyle dedi: “Antik yerleşim yeri olduğunu tahmin
ettiğimiz alanda onlarca çukur var. İnsanlar burada
kazılar yapmış. Çok sayıda küp parçaları bulduk.
Ayrıca, tarihi eser niteliğinde bazı yapılar
belirledik. Ancak, yaptığımız araştırma sonucu
buranın sit alanı olmadığını gördük. Yani, buradan
devletin de haberi yok. Taş ocağı patlata patlata
dağı deliyor. Tarihi dokuların bulunduğu yere 50
metre yaklaşmışlar. Yakında burayı havaya
uçuracaklar. Bu konuda Başbakanlık İletişim
Merkezi'ne yazı yazıp, bölgenin koruma altına
alınması gerektiğini belirttim.”
Başbakanlık İletişim
Merkezi'ne yazdığı yazının yanında çektiği
fotoğrafları da gönderen Ümit Şıracı, şu ifadelere
yer verdi: “Yukarıdağdere Mahallesi'ndeki Kelkaya
Dağı zirvesinde dağ yürüyüşü yaparken antik yerleşim
alanına rastladık. Bölge sit alanı ilan edilip,
koruma altına alınmalıdır. Keşfettiğimiz antik
yerleşim yeriyle ilgili istendiği takdirde, DOSEV
olarak rehberlik yapacağız.”
Zaman, 02.10.2015
|
 |
CAMİ İNŞAATINDA
KAYA MEZARI BULUNDU
Gaziantep'te, cami
inşaatı hafriyat çalışması sırasında Roma
dönemine ait kaya mezarı ve dibek taşı bulundu.
Alınan bilgiye göre,
merkez Şehitkamil İlçesi İbrahimli Mahallesi'nde
belediye
tarafından yaptırılan cami inşaatı kazısı sırasında
tarihi bir mezara rastlayan işçiler, durumu
yetkililere bildirdi.
Olay yerine gelen Gaziantep
Müze Müdürlüğü yetkilileri bölgede inceleme yaptı.
Ortaya çıkarılan tarihi eserin, Roma dönemine ait
kaya mezarı olduğu değerlendirildi. Mezar ve
içerisinde bulunan dibek taşı incelenmek
üzere müzeye götürüldü.
Bu arada cami inşaatındaki
çalışmaların bir süreliğine durdurulduğu öğrenildi.
Radikal, 02.10.2015
|
HARVARD'IN
DERSLİĞİ AYIŞIĞI MANASTIRI
ABD’de bulunan Harvard Üniversitesi ile Sabancı
Üniversitesi, Türkiye’nin küresel düzeyde tanıtımı
için 2016 yılından itibaren yeni bir proje
başlatılıyor.
Harvard Üniversitesi
Ortadoğu
Çalışmaları Merkezi (Center for Middle Eastern
Studies - CMES) Direktörü Profesör Dr. William
Granara ve
Harvard
Üniversitesi Öğretim Üyesi Profesör Dr. Cemal
Kafadar’ın liderliğinde yürütülecek proje ile
her yıl ocak ayında bir grup Harvard öğrencisi,
yarıyıl tatilini Türkiye’de geçirecek ve Türkiye
tarihi, mimarisi, edebiyatı ve çağdaş toplum
konularında dersler alacak.
Akbank Yönetim Kurulu Başkanı Suzan Sabancı
Dinçer,
Sabancı Üniversitesi,
Füsun
Eczacıbaşı,
Faruk Eczacıbaşı ve Işık Keçeci Aşur’un
destekleriyle yürütülecek proje ile her yıl ocak
ayında Harvardlı öğrenciler, Türkiye’ye gelerek
Ortadoğu ve Türkiye’ye ilişkin tamamlayıcı
eğitim
çalışmalarına katılacak.
Harvardlı öğrenciler,
İstanbul ve
İzmir’de
gezilere katıldıktan sonra
Ayvalık Cunda Adası’ndaki
Ayışığı Manastırı’nda konaklayarak
Harvard Üniversitesi’nin
hazırladığı program kapsamında düzenlenen
dersler alacak.
Projenin liderliğini üstlenen Suzan Sabancı
Dinçer, küresel rekabette en önemli aktifin
inovasyon olduğuna ifade ederken, “Bu konuda iş
dünyası ile üniversite işbirliğinin ne kadar
önemli olduğunu birçok tecrübeden görmekteyiz.
Harvard Üniversitesi ile başlattığımız bu yeni
projenin inovasyon kültürüne yapacağı katkının
yanında, gelecekte dünyaya yön verecek iş
insanlarına ve siyasi liderlere önemli bir
Türkiye tanıtımı olacağına inanıyorum; bu
işbirliğinde atılacak her adım Türkiye’nin
geleceğine yatırım olacaktır” dedi.
Harvard / CMES çatısı altında 3-23 Ocak 2016’da
başlatılacak olan ve her yıl aynı tarihlerde
tekrarlanacak proje süresince, İstanbul ve İzmir
seyahatleri yapılacak.
Milliyet, 02.10.2015
|
SOLİ
POMPEİOPOLİS'İN TARİHİ GÜN IŞIĞINA ÇIKIYOR
Mersin’in merkez Mezitli İlçesi’nde Roma döneminin
en önemli liman kentleri arasında gösterilen Soli
Pompeiopolis Antik Kenti’nde, 2015 yılı kazıları
sona erdi. Kazı çalışmalarında Geç Roma Dönemine ait
villadan, bin 800 yıllık sikkelere, Arkaik bir
tapınaktan kanal sistemine kadar bir çok değerli
eser gün ışığına çıkartılırken, UNESCO’nun dünya
kültür mirası listesine adım adım yaklaşıldığı
belirtildi.
Toprak altındaki binlerce
yıllık tarihi mirasın çıkarılması için bu yıl
17’incisi yapılan ve iki ay süren kazı çalışmaları
son buldu. 9 Eylül Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Müzecilik Bölümü Başkanı Prof. Dr. Remzi Yağcı’nın
yürüttüğü kazılar 100 kişilik bir ekiple Sütunlu
Cadde, Soli Höyük ve Roma Villası’nda sürdürüldü.
Bizans’tan Neolitik döneme kadar uzanan alanda Roma
dönemine ait anıtsal Sütunlu Cadde üzerinde
yoğunlaştırılan kazılarda Kilikya tarihine ışık
tutacak önemli bulgulara ulaşıldı.
TAPINAK GÜN
IŞIĞINA
Arkeolojik açıdan
Kilikya tarihinin önemli hazinelerden biri olan
antik kentte sürdürülen çalışmalar sayesinde
günümüzden 3 bin yıl öncesine yüzlerce eserin
bulunduğuna dikkat çeken Kazı Başkanı Prof. Dr.
Yağcı, “Neresini kazarsanız Roma ve Bizans
dönemlerine ait zengin eserlere rastlıyorsunuz. Soli
Höyük’te ‘Roma Terası’ olarak adlandırılan alanda
Roma Dönemi sur platformuna ait döküntü dere taşları
ve kerpiç parçaları ile dikdörtgen biçimli bir yapı
açığa çıkarıldı. Yapının MÖ 6-5’inci yüzyıllarda
kullanılan Arkaik bir tapınak olduğunu tahmin
ediyoruz. Kazılarda dar bir alanda apsisli bir kanal
sistemine rastlanmıştır. Kazılar sırasında Geometrik
dönemden, Bizans dönemine kadar seramik buluntuları,
mutfak kap parçaları ve sürahiler açığa çıkarıldı.
Ayrıca Geç Roma Dönemine ait villa olduğu sanılan
bir yapı ortaya çıktı” dedi.
Sütunlu Cadde’de yapılan
çalışmalarda günümüzden bin 800 yıl geçmişe sahip
sikkelerin bulunduğunu da belirten Prof.Dr. Yağcı,
“MÖ 2’inci ve 1’inci yüzyıllara ait seramik
parçalarına ve yer yer korunmuş olan farklı
tabanlara ulaşıldı. Bunun yanı sıra plan karelerde
MÖ 2’nci yüzyıldan itibaren Geç Roma ve Erken Bizans
dönemine ait seramik buluntuları görüldü. Bunlara ek
olarak taban üzerleri ve yine plan kare içlerinden
sikke buluntuları ele geçmiştir. Sikkelerin tarih
aralıkları ise genel olarak MS 3’üncü yüzyıl ve
sonrasıdır” diye konuştu.
UNESCO’YA ADAY
Kazı çalışmalarına her
türlü desteği sunduklarını belirten Mezitli Belediye
Başkanı CHP’li Neşet Tarhan ise, Soli antik kenti
için yapılan çalışmaların hem ülkenin hem de
dünyanın kültürel mirasına önemli bir katkı
sağlayacağına inandıklarını belirterek şunları
söyledi:
“Buradaki tarihi yapılar çok
kıymetli. Şimdiye kadar çok sayıda önemli buluntuya
rastlanan antik kent, hepimizi heyecanlandırıyor.
Bizim hedefimiz buradaki toprak altında kalmış
değerlerin toprak üstüne çıkarmak ve ortak
mirasımızı dünyaya tanıtmaktır. Yapılacak
çalışmalarla Soli Pompeiopolis gerçekten önemli
potansiyeli olan ülkemiz turizminde önemli bir yer
edinebilir. Soli, Mersin’in adeta açık hava müzesini
andırıyor. Hiçbir zaman cazibesini kaybetmeyecek.
Büyüleyici yapısıyla hayranlık uyandıran Soli,
çalışmalar tamamlandıktan sonra UNESCO dünya kültür
mirası listesine girebilir.”
haberler.com,
01.10.2015
|
ARDAHAN'DA HAZİNE
BULUNDUĞU İDDİASI KENTİ KARIŞTIRDI
Kentsel dönüşüm
çalışmalarının devam ettiği Ardahan'da inşaat
alanında hazine bulunduğu iddiası kenti karıştırdı.
Yeni Mahalle'de devam eden kentsel dönüşüm
inşaatının devam ettiği alanda bir kasa altın
bulunduğu ileri sürüldü. Olay kısa sürede kentte
dilden dile dolaşırken yetkililerden konuyla ilgili
herhangi bir açıklama yapılmadı.
Mahalle halkı kazı alanından define çıktığı
iddialarını doğrularken, bölgede 'Eski Koğlar'
olarak bilinen alanda kazı yapan kepçenin içi altın
ve tarihi eser bulunan bir sandık bulduğu ve olaya
polisin el koyduğunu ileri sürdü.
Konya Hakimiyet,
01.10.2015 |
YENİ YÖNTEMLE FOSİLLERİN RENGİ TESPİT EDİLEBİLECEK
Fosiller sayesinde nesli tükenmiş türler hakkında
birçok bilgi elde edilebiliyor. Türün kemikleri,
dişleri, pençeleri, derileri, tüyleri, derisi,
organları hatta bazen midesine indirdiği son yemeği
bile öğrenebiliyor bilim adamları.
Bunun yanında antik hayvanların rengini tespit
etmek her zaman zor bir mesele olmuştur. Bilim
adamlarının geliştirdiği yeni bir yöntem ise bu
konudaki zorlukları büyük oranda çözecek gibi.
Yöntemle renk verici mikroskobik yapılar
açıklanabilecek. Araştırmacılar bu yöntemi ilk kez
bir yarasa üzerinde denedi. Palaeochiropteryx ve
Hassianycteris adı verilen iki yarasanın kızılımsı
bir kahverengiye sahip oldukları belirtildi.
University of Bristol'den moleküler paleobiyolog
Jakob Vinther, “Yarasalar kahverengi. Bu büyük bir
sürpriz olmayabilir ama 49 milyon yıl yaşındaki
yarasaların rengi böyle. Onlar mükemmel bir şekilde
bugünkü yarasalar gibi görünüyordu.” dedi. Vinther,
bu yöntemi dinozorlar, balıklar ve amfibiler
üzerinde de kullandı. Paleobiyolog Caitlin Colleary
ise, “Biyologlar yaşayan hayvanların renklerinden
yola çıkarak nasıl bir çevrede yaşadıklarını,
kendilerini nasıl koruduklarını ve nasıl
saldırdıklarını bilirler.” diyerek türlerin
renklerinin bilinmesinin önemine işaret etti.
Zaman, 01.10.2015
|
MAĞARADA 'CALVERT' İZLERİ
Çanakkale’deki Troia antik kentinde ilk kazıyı
gerçekleştiren İngiliz arkeolog Frank Calvert’in 169
yıl önce aile bireyleriyle birlikte Kazdağları’nda
Çoban Paris Mağarası olarak anılan mağarayı ziyaret
ettiği ve duvara isimlerini kazıdığı belirlendi.
Çanakkale’deki Troia
antik kentinde ilk kazıyı gerçekleştiren İngiliz
arkeolog Frank Calvert’in 169 yıl önce aile
bireyleriyle birlikte Kazdağları’nda Çoban
Paris Mağarası olarak anılan mağarayı ziyaret
ettiği ve duvara isimlerini kazıdığı belirlendi.
Durum, Cemil Darıcı adlı bir doğaseverin gezi
sırasında yazıyı fark etmesi üzerine ortaya çıktı.
Milliyet, Haber: Fatih
Daldal, 01.10.2015
|
ANKARA'NIN ASPENDOS'U
Türkiye, Antalya’da Aspendos antik tiyatrosunun
beyaz mermerlerle restore edilmesini
tartışırken, benzer bir durum da başkentte
yaşandı. Ulus’ta yapılan kazılarda ortaya
çıkarılan 2 bin yıllık antik Roma tiyatrosu,
Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin yürüttüğü
restorasyon çalışması kapsamında 2 yıl önce
beyaz mermerlerle kaplandı.
ANKARA’nın en eski
yerleşim bölgelerinden Ulus’ta yapılan kazılarda
ortaya çıkarılan 2 bin yıllık antik Roma
tiyatrosu, Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin
yürüttüğü restorasyon çalışması kapsamında 2 yıl
önce beyaz mermerlerle kaplandı. Tiyatronun
gülkurusu rengindeki taşlar yerine beyaz
mermerlerle restore edilmesi tepki çekerken,
Kültür ve
Turizm Bakanlığı duruma itiraz ederek
restorasyon çalışmalarını durdurdu.
BÜYÜKŞEHİR RESTORASYONU ÜSTLENDİ
Anadolu Medeniyetleri Müzesi arkeologları, 2009
yılında Hacı Bayram Veli Camisi ile Ankara
Kalesi arasında kalan birinci derece sit
alanında yaptıkları kazı çalışmasıyla milattan
sonra 1’inci ve 2’nci yüzyıl arasında inşa
edilen antik Roma tiyatrosunu ortaya çıkardı.
Kültür ve Turizm Bakanlığı, tiyatroyu turizme
kazandırmak amacıyla kalıntılar üzerine ve
çevresine sonradan inşa edilen çeşitli yapıları
yıktırdı. Ankara Büyükşehir Belediyesi ise
Ulus’ta yürüttüğü ‘Ulus Tarihi Kent Merkezi
Yenileme Alanı Projesi’ kapsamında tarihi
tiyatro alanını konser alanı yapmak istedi.
Belediye, bakanlık ile imzaladığı protokolle
birlikte restorasyonu üstlendi.
‘ÖZGÜN FORMU KORUNACAK’ AÇIKLAMASI
Ankara Büyükşehir Belediyesi, 7 Temmuz 2013’te
Ankara Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge
Kurulu’nun onayladığı rölöve, restitüsyon ve
restorasyon projeleri kapsamında tiyatro alanında
restorasyon çalışmalarına başladı.
Proje uzmanları restorasyon projesi ile
tiyatronun yok olan oturma gruplarının yapımında,
ilk iki sıra için özgün formda oturma sıralarının
kullanılacağını sonraki sıralara ise yapıya zarar
vermemesi ve geri dönüşümü olması sebebi ile çelik
ağ kutularıyla tamamlanacağını açıklamıştı.
Kutuların üzerinin de sudan etkilenmeyen kompozit
ahşap döşeme ile kaplanacağını açıklayan uzmanlar,
sahne binasının yıkılmış duvarlarının mümkün olduğu
kadar özgün malzeme kullanılarak tamamlanmasının
sağlanacağını belirtmişti.
TİYATRO KADERİNE TERK EDİLDİ
Projede belirtilenin aksine belediye, restorasyon
sırasında tiyatronun ilk üç oturma sırasını
mermerden yaptı. Tiyatro alanındaki diğer taşların
gülkurusu olmasına rağmen oturma sıralarının aslına
benzemeyen beyaz mermerle yapılması büyük tepki
topladı. Kültür ve Turizm Bakanlığı arkeologları
beyaz mermerlere itiraz ederek restorasyon
çalışmasını durdurdu. Yaklaşık 2 yıl önce duran
çalışmaların ardından antik tiyatro kaderine terk
edildi. Ankara Büyükşehir Belediyesi yetkilileri,
konuyla ilgili açıklama yapmak istemedi.

TARİHİ SÜTUNLARA ASFALT KAPLAMA
ÖTE yandan aynı
bölgede, Ankara Valiliği’nin hemen yanındaki
Hükümet Caddesi’nde geçtiğimiz yıl kanalizasyon
çalışması yapan Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı
ekipler, bir tünel boyunca uzanan ve Roma dönemine
ait olduğu tahmin edilen tarihi sütunlarla
karşılaştı. Kanalizasyon borularının döşenmesinin
ardından belediye ekipleri sütunların üzerinin
toprakla örterek, yola asfalt döktü. Büyükşehir
Belediyesi yetkilileri, asfalt atılan bölgeyle
ilgili, “Kendi başımıza hareket etmemiz mümkün
değil. Kazı yaptığımız bölgelerde çıkan tarihi
eserlerle ilgili olarak işlenen bir prosedür var.
Eğer böyle bir durumla karşılaşılırsa anında Kültür
Bakanlığı yetkililerine haber veriyoruz. Koruma
Kurulu’nun görüşü doğrultusunda Hükümet Caddesi’nde
sütunların üzerine asfalt atıldı. Alt tarafta
yetkililer gerekli önlemi aldı” açıklaması yaptılar.
Hürriyet, Haber: Mert Gökhan Koç, 01.10.2015
|
ASSOS'TA GEYİK BOYNUZU
Çanakkale'nin Ayvacık İlçesi’ndeki Assos antik
kentinde bu yıl yapılan kazılarda, su sarnıcının
içinde 2100 yıl öncesinde yaşamış bir geyiğin
yaklaşık 50-55 santimetre uzunluğundaki boynuzları
bulundu.
Antik kentteki kazıların
başkanlığını yürüten Çanakkale Onsekiz Mart
Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü
Öğretim Üyesi Prof.Dr. Nurettin Arslan, boynuzların
oldukça iri bir geyiğe ait olduğunu tahmin
ettiklerini, ayrıca hayvana ait kafatası
kemiklerinin de buluntular içinde yer aldığını
kaydetti.
Habertürk, 30.09.2015
|
 |
İSKOÇYA'DA BRONZ ÇAĞI'NA AİT SAUNA YAPISI BULUNDU
2009 yılında bulunan
meşhur ‘Westray Kadını’ heykelciğinin çıkarıldığı
Orkney bölgesinde kazı çalışmalarını sürdüren
arkeologlar bu defa MÖ 4000 ila 1000 yılları
arasından kalma içinde atık alanı ve mezarlık da
dahil olmak üzere 30’un üzerinde ev kalıntısına
ulaştı.
Bulunan evlerin en
büyüğü ise oldukça kapsamlı ve ince detaylar
düşünülerek yapılmış başta dini törenler tedavi
temizlik doğum olmak üzere, yaşlıların getirilip son
günlerini geçirmeleri amacıyla kullanılmış bir
sauna. İskoçya Arkeolojik Strateji ve Tarih Birimi
Başkan Yardımcısı Rod McCullagh karmaşık bir ağ
sistemiyle küçük odacıklardan oluşan büyük evin
içinde vaktiyle sıcak su ve buhar üreten büyük bir
su tankı olduğunu söyledi. McCullagh, “Ortaçağ İskoç
edebiyatında anlatıldığı üzere saunalar bir tepenin
veya höyüğün içine kazılır, şöminede ısıtılan taş
parçalarıyla su tankeri kaynama derecesine kadar
ısıtılır ve buhar elde edilirdi. Elde edilen sıcak
su ve buhar banyo, yemek ve tekstil dahil daha bir
çok iş için kullanılırdı. İsveç, Norveç, Danimarka
ve Finlandiya’nın oluşurduğu İskandinav Kültürü’nde
tarih boyunca saunalar ruhani geçiş ayinleri gibi
dini ritüellerin yapıldığı, temizlik ve tedavi için
olduğu gibi önemli görüşmeler içinde bir araya
gelinilen yerler olarak kullanlmıştır” dedi.

Geçen yıllarda bir
çok kere doğal erozyona maruz kalan binlerce yıllık
site soğuk kış ve rüzgardan korumak amacıyla dolgu
ile kaplanacak ve 2016 ilkbaharında kazı çalışmaları
kaldığı yerden devam edecek.
arkeolojihaber.net,
Kaynak: heritagedaily.com
Çeviri: Ayşen Yolcu, 29.09.2015
|
ROMA'DA TARİHİ HAVUZDA ÇIRILÇIPLAK EĞLENCE
Bir
haftalık İtalya tatili için Roma’ya giden İngiliz
Environmental Dimension Partnership şirketinin
müdürü Ben Rosdale, eşi Emily ve biri kadın 2 erkek
çalışanı alkolü fazla kaçırınca ipin ucu kaçtı.
Roma’nın ünlü Cumhuriyet Meydanı’na gecenin
ilerleyen saatlerinde gelen ekip yarıçıplak halde
tarihi Roma Çeşmesi Naiads’in (Su Perisi)
fıskıyelerine girdi. Yaklaşık 2 saat boyunca bağırıp
şarkı söyleyen ekibin amatör kameralarca çekilen
görüntüleri internette yayınlandı. İtalyan polisi,
mimarları çeşmeden çıkarmakta zorlandı. Mahkemeye
çıkarılacak olan mimarların, İtalya’da tarihi
eserlerin korunması ile ilgili yasanın öngördüğü
ağır para ve hapis cezalarına çarptırılabileceği
söylendi.
Habertürk, 30.09.2015 |
 |
AKM MÜŞTEREKLERİMİZDEN Mİ?
Jay Walljasper, "müştereklerimiz nedir?" sorusuna şu
yanıtı veriyor: Doğanın ve toplumun eşit olarak
hepimize ait olan, gelecek kuşaklar için korunması
gereken yatırımlar...
Geçen hafta ‘AKM’ye ne olacak?’ diye sordum.
AKP’nin Çevre, Şehir ve Kültürden Sorumlu Genel
Başkan Yardımcısı Çiğdem Karaaslan’ın bir açıklaması
nedeniyle yazılmıştı yazı.
Şunları sormuştum: Yedi yıldır,
sağlıklı-inandırıcı bir açıklama yapılmaksızın
kapalı tutulan, çürümeye bırakılan, bir polis
merkezi olarak konumlandırılan bir mekanın ‘görevini
yapamaması’ kimin suçudur? Bir kültür merkezinin
‘kente bir şey katması’ nasıl olur? AKM ne olacak?
Tarihi bir kent nasıl kimliksizleşir?
Bu hafta o soruları bir yenisini ekleyeceğim.
Rehberim bir kitap. Metis Yayınları’nın bu yılın
Mayıs ayında yayımladığı Müştereklerimiz
adlı kitap. Jay Walljasper imzalı kitap için bir
makaleler ve tanıklıklar bütünü diyebiliriz.
Yaşadığımız çağı anlayabilmek için benzersiz bir
kaynak.
Önce nedir şu müştereklerimiz, onu öğrenelim.
Kitabın sözlüğünde şöyle tanımlanıyor:
Paylaştıklarımız. Doğanın ve toplumun eşit olarak
hepimize ait olan, gelecek kuşaklar için korunması
gereken yatırımları.
Neler müştereklerimiz? Hava, su, internet,
parklar, sokaklar, kaldırımlar, dans adımları,
bayramlar, yemek tarifleri, açık kaynak yazılımlar,
denizler, uzay ve dahası. (Nedir bu müşterekler,
şimdiki zamana katkısı nedir, neden önemlidir diye
soranlar olursa hemen en yakın kitapçıya koşup
Müştereklerimiz kitabını almalı.)
Bir örnek verelim: En sevdiğiniz şarkıcının
konserine gittiniz. Sadece şarkılarıyla değil
danslarıyla da büyülüyor sizi. Konserin en ışıltılı
anında harika bir dans figürü yapıyor. Aslında
yıllardır başkalarında da gördüğünüz bir figür. Ama
bu şarkıcıda bir başka duruyor canım! Peki, o
figürün patenti kime ait? Yoksa, o figür de birçok
dans adımı gibi ‘müştereklerimizden’ mi?
Konuştuğunuz dil için birilerine telif ödüyor
musunuz? Doğadaki papatyaların resmini yapan ressam,
model ücretini kime ödüyor? Sokaklarda yürümek, bir
dostla karşılaştığımızda selam vermek için hangi
mülkiyet sahibine başvurmalıyız?
Lafı uzatmadan AKM’ye geleyim. Geçen hafta şöyle
yazmıştım: Dünyadaki benzerleri gibi, bu bina da
yıllar boyunca bir ‘sanat okulu’ işlevi gördü.
Öğrenciler yetiştirdi. Kültürlerarası diyalogun
merkezi oldu. Tarihi bir kent olan İstanbul’un
kimliğini oluşturan merkezlerden biri oldu. AKM,
sadece kültürel varlığıyla değil bir ‘buluşma
mekanı’ olarak da şehrin en önemli noktası.
AKM’nin yarattığı duygu, kültürel sürekliliğe
katkısı, bir okul işlevi görmesi ve hatta önündeki
kaldırımda biriyle buluşmak ‘müştereklerimizden’.
Siyasetin bina ile ilgili tasarrufları olabilir.
Kurul raporları diyebilirler. Bütçe diyebilirler.
Komisyonlardan dem vurabilirler. İşi yokuşa sürmek
istenildiğinde laf çok...
Ama kimse ‘müştereklerimiz’le ilgili kararın tek
sahibi değildir. Çünkü onlar doğanın ve toplumun
eşit olarak hepimize ait olan, gelecek kuşaklar için
korunması gereken yatırımları.
Bu cümleler kimilerine romantik gelecektir,
kabul. Ama maddenin değerinden konu açanlar
bilsinler ki, o pek sevdikleri kapitalist çark,
müştereklerimiz olmadan dönmüyor.
Önce geçen haftaki sorularımızı tekrar edelim:
Korumaya, bakıma muhtaç insanları ölüme mi terk
ediyoruz? Korumaya, bakıma muhtaç binaları
onarmak-yenilemek-güncellemek yerine çökmelerini mi
bekliyoruz? Bu bekleyiş, bir ‘oldu-bitti’
politikasının uzantısı mı? Tarafların onayladığı bir
güçlendirme projesi varken, bu projenin kaynakları
sağlanmışken, çalışmaların durdurulması nasıl
açıklanabilir? Yenilemek, yıkmak mıdır? AKM ne
olacak?
Ve bu sorulara yenilerini ekleyelim...
AKM ile kazandığımız ortak zenginliğimiz ne
olacak?
AKM’nin müşterek bilincimize katkıları ne olacak?
Radikal, Haber: Yekta
Kopan, 30.09.2015
|
TARİH HAZİNESİ KAYRAVAN İHMALKARLIK KURBANI

İslam medeniyetinin sembol
şehirlerinden Kayravan, tarihi dokusu ve kültürel
mirasına hak ettiği değerin verilmesini bekliyor.
Hicri 50 yılında inşa edilen, "İslamın, ilmin ve
Kuran'ın minaresi" Sidi Ukbe Ulu Camisi ve
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed'in saç telleriyle
defnedilen sahabe Ebu Zuma el-Belevi'nin kabri,
Afrika'da ilk ezanın okunduğu
şehir Kayravan'ın Müslüman gönüllerde özel bir yer
edinmesini sağlıyor.
Dini motiflerinin yanı sıra tarihi
dokusuyla UNESCO Dünya Mirasları Listesi'nde yer
alan, "Tunus'un incisi" olarak da adlandırılan
şehir, restorasyon çalışmalarının yetersizliği ve 14
Ocak 2011 devriminin ardından yaşanan yağma
nedeniyle zamana yenik düşmüş ve zarar görmüş
durumda.
Kültürel miras alanında çalışmalar yapan yerel
derneklerin raporlarında, şehirde kanalizasyon ve
içme sularının binaların altından aktığı, bölge
sakinlerinin evlerini terk ettiği ya da içeriden ve
dışarıdan mimari yapısının değiştirilip bozulduğu,
bazı mahallelerde de herhangi bir yaşam belirtisinin
olmadığı ifade ediliyor.
"40 yıl sonra bu şehirde kültürel miras
özelliği taşıyan bir ev bulamayacağız"
Kayravan Şehir Onarımı Derneği Başkanı Murad
er-Rimah, tarihi öneme sahip şehirde yüzden fazla
kültürel yapı statüsündeki evin, 14 Ocak devriminin
ardından yağmalandığını ve özelliğini yitirdiğini
ifade ederek, "Mimari doku, kıymetini kaybettiren
bir saldırıya maruz kalmış durumda. Alanında uzman
yetkililerle istişare edilmeksizin binalara
uygun malzemeler kullanılmadan yapılan yeniden
imar ile yıkımlar, kentin dokusuna büyük ölçüde
zarar veriyor" dedi.
Antik şehrin tarihi önemi ve asaletiyle birçok
ödüle layık görüldüğünü hatırlatan Rimah, evlerin
yeniden imarının uygun malzemelerle yapılması
gerektiğini belirterek mimari dokunun korunması
yönünde çağrıda bulundu.
"40 yıl sonra bu şehirde kültürel miras özelliği
taşıyan ve kentin asaletini muhafaza eden bir ev
bulamayacağız" ifadesini kullanan Rimah, kent
sakinlerinden bir grup gencin
"Dedelerimizin evlerini tamir edin, ya da satın"
adıyla bir kampanya başlatarak, evlerin terk
edilmemesi, tamirinin yapılması ve değerlendirilmesi
yönünde teşvik çalışmaları yaptığını söyledi.
Kayravan'daki Kültürel Miras
Bölge Sorumlusu Cihad Suveyd ise en az 86 cami, 84
türbe bulunan Kayravan'ın dünyaki konumunun zarar
görmemesi için çaba sarf edildiğini aktardı.
Yasal bir problemin varlığına da işaret eden
Suveyd, Kültürel Mirasın Onarımı ve Bakımı
Kurumunun, cami ve türbe gibi tarihi yapıların
bakımıyla ilgilenirken evlerin
restorasyonlarına müdahale etmediğini sadece konuyla
ilgili tecrübe ve bilgi aktarımında
bulunduğunu belirtti.
Anadolu Ajansı, 29.09.2015
|
GALATASARAY CAMİASINA ÇAĞRI: YANAN BİNAYI RESTORE
EDİN
Galatasaray Üniversitesi (GSÜ) yerleşkesindeki
tarihi Feriye Sarayı binası, iki buçuk sene önce
çıkan yangında büyük zarar uğramıştı. Yangın
kamuoyunda ve sosyal medyada geniş yankı bulmuş,
onarım için maddi destek kampanyaları başlatılmıştı.
Diken.com.tr'de yer alan habere göre
binanın hala yıkıntı halinde durması sebebiyle 14
sivil toplum kuruluşu ve çok sayıda öğrenci kulübü,
üniversite binasının bir an önce aslına uygun
restore edilmesi çağrısı yapıldı.
İçlerinde Türk
Mimar ve Mühendis Odaları Birliği’ne bağlı Mimarlar
Odası İstanbul Büyükkent Şubesi, Şehir Plancıları
Odası İstanbul Şubesi, Koruma ve Restorasyon
Uzmanları Derneği gibi çok sayıda sivil toplum
kuruluşunun ve GSÜ öğrenci kulüplerinin imzacısı
olduğu metinle, tarihi binanın bir an önce restore
edilmesi istendi. Bildiride binanın turistik bir
tesise dönüştürülmek üzere yakıldığı iddiasına da
yer verildi.
'ACABA TURİSTİK TESİS Mİ OLACAK?'
GSÜ binasının betonarme olarak yeniden inşa edilmesi
gerektiği yönündeki görüşün eleştirildiği imza
metninde, “Ortak tarihi değerlerimiz ve ortak
kullanım alanlarımızın rantsal dönüşüme tabi
tutularak talan edildiği bir ortamda, Galatasaray
Üniversitesi’nin tarihi binasının restorasyonunun
bugüne kadar yapılmamış olması, geçmiş kötü
örneklerden dolayı kamuoyunda kaygılara neden
olmakta, "Acaba burası da turistik bir
tesise dönüştürülmek üzere mi yakıldı?’ sorusunu
akıllara getirmektedir” denildi.
Galatasaray Üniversitesi ve Galatasaray Eğitim
Vakfı’na yönelik üç başlık altında çağrı yapan
örgütler, “Köklü bir eğitim kurumuna yakışan
sorumlulukla özenli davranmaya, yapıyı, evrensel
olarak kabul görmüş bilimsel, çağdaş koruma
ilkeleri çerçevesinde ele almaya, yapının özgün
dokusuyla uyumlu malzeme ve teknik kullanımını
gözeten, geçmişinden günümüze ulaşabilen izleri
koruyan, aynı zamanda yapıyı bilimsel olarak
araştıran, inceleyen bir restorasyon projesi ile
İstanbul’a ve Galatasaray Üniversitesi’ne yeniden
kazandırmak üzere bir an önce harekete
geçmeye çağırıyoruz” ifadelerini kullandı.
İmzacılar arasında bulunan sivil toplum
örgütleri şöyle:
İçlerinde Türk Mimar ve
Mühendis Odaları Birliği’ne (TMMOB) bağlı Mimarlar
Odası İstanbul Büyükkent Şubesi, Şehir Plancıları
Odası İstanbul Şubesi, Koruma ve Restorasyon
Uzmanları Derneği, ICOMOS Türkiye, Bizim
Avrupa-Europa Nostra Derneği, Arkeologlar Derneği
İstanbul Şubesi, Korder Koruma ve Restorasyon
Uzmanları Derneği, Tüm Restrotörler ve
Konservatuarlar Derneği, İstanbul Kent Savunması,
Beşiktaş, Kent Savunması, Boğaziçi Dernekleri
Platformu, Sulukule Platformu, Feriye Koruma
Platformu, GSÜ’yü Koru, Haydarpaşa’yı Koru, GSÜ
Sosyal Bilimler Kulübü, GSÜ Toplumcu Hukukçular
Kulübü, GSÜ Bilimsel ve -Materyalist Düşünce Kulübü,
GSÜ Sosyoloji Kulübü,GSÜ Sinema Kulübü, GSÜ
Fotoğrafçılık Kulübü.
15 MİLYONDAN FAZLA BAĞIŞ TOPLANMIŞTI
GSÜ fakülte odalarının yanı sıra, değerli bir
kütüphanenin de bulunduğu tarihi Feriye binası, 22
Ocak 2013 gecesi çıkan yangında büyük hasar almış,
söndürme çalışmaları esnasında binanın tavanı da
çökmüştü.
Galatasaray Üniversitesi öğrencilerini
ve öğretim görevlilerini yasa boğan yangının
ardından üniversite yönetimi Galatasaray Eğitim
Vakfı’nı 1871 tarihinde inşa edilen binanın rölöve,
restitisyon ve restorasyon çalışmaları için
yetkilendirmişti.
Galatasaray Lisesi
mezunları da dahil camia, 15 milyon TL’den daha
fazla bağış toplamış, proje
Cumhurbaşkanlığı misafirhanesi olarak yeniden inşa
edilen ve tarihi tüm özelliklerini yitiren Vahdettin
Köşkü’nün de restorasyon mimarı olan Sinan Genim’e
ihale edilmişti.
Ancak Koruma Kurulu kararlarıyla
betonarme yapıda ısrarcı olan Genim bir türlü
uzlaşamayınca, ünlü mimar projeden istifa ettiğini
duyurmuştu. Yine de Genim’in istifasının
üzerinden de aylar geçmesine rağmen, ne üniversite
yönetimi ne de camianın eğitim vakfından
restorasyona yönelik bir adım atılmış değil.
Radikal, 29.09.2015
******
"GALATASARAY
ÜNİVERSİTESİ TURİSTİK TESİSE DÖNÜŞTÜRÜLMEK ÜZERE Mİ
YAKILDI?"
Türk Mühendis ve Mimar Odaları
Birliği (TMMOB), sendikalar ve dernekler 2013'te
yanarak enkaza dönen Galatasaray Üniversitesi'nin
yenilenmesi ve korunması için duyuruda bulundu.
Galatasaray Üniversitesi'nin
22 Ocak 2013 akşamı çıkan yangın sonucunda enkaza
dönmesiyle ilgili “Acaba burası da turistik bir
tesise dönüştürülmek üzere mi yakıldı?” iddiasında
bulunan sendika ve dernekler, tarihi mirasa sahip
çıkılması konusunda uyarıda bulundu.
Basın duyurusunda şu
ifadelere yer verildi:
"Galatasaray Üniversitesi Rektörlüğü ve Galatasaray
Eğitim Vakfı’nın çağdaş, evrensel ve bilimsel koruma
ilkelerini gözeten yeni bir koruma projesi ile yanan
tarihi üniversite binasını kurtarmasını ve bir an
önce eğitime kazandırmasını bekliyoruz.
Tarihi bina, Galatasaray Üniversitesi tarafından
1992 yılından bu yana kullanılmakta iken 22 Ocak
2013 akşamı çıkan yangın sonucunda enkaza dönmüş ve
aradan 2,5 yılı aşkın süre geçmesine karşın, halen
yıkıntı halinde durmaktadır.
Galatasaray Üniversitesi yerleşkesi içinde yer alan
Feriye Saraylarından, İbrahim Tevfik Efendi Sahil
Sarayı binası olarak bilinen ve 1871 yılında Sultan
Abdülaziz döneminde Mimar Sarkis Balyan tarafından
inşa edilen söz konusu kültür varlığı, 1930’ da
Galatasaray Lisesi’ne verilmiştir. Önceleri ilkokul
binası olarak düşünülen yapı; 1968’den itibaren
Galatasaray Lisesi’nin kız bölümü dersliği ve
yatakhanesi olarak kullanılmış, 1992 yılından bugüne
kadar da Galatasaray Üniversitesi’ne tahsis
edilmiştir. Yanan binanın geçmişi, eğitimdeki yeri,
semte kazandırdığı kültür ve simge değeri ile ayrı
bir önemi bulunmaktadır.
Unutulmamalıdır ki,
ortak kültürel mirasın ürünleri olan bu yapılar
kurumlara geleceğe aktarılmak üzere emanet
edilmiştir. Hukuki altyapısı ne olursa olsun tarihi
yapıların sahibi tüm toplumdur. Ortak tarihi
değerlerimiz ve ortak kullanım alanlarımızın rantsal
dönüşüme tabi tutularak talan edildiği bir ortamda,
Galatasaray Üniversitesi’nin tarihi binasının
restorasyonunun bugüne kadar yapılmamış olması,
geçmiş kötü örneklerden dolayı kamuoyunda kaygılara
neden olmakta, “acaba burası da turistik bir
tesise dönüştürülmek üzere mi yakıldı?” sorusunu
akıllara getirmektedir.
Söz konusu kültür
varlığının, çağdaş bir eğitim yuvasına yakışır bir
şekilde, günümüzün evrensel ve bilimsel koruma
ilkeleri çerçevesinde, yanan yapının özgün malzemesi
ile restore edilmesi hukukun gereği olarak genel
beklentidir. Bu doğrultuda, İstanbul III Numaralı
Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun; bu
konuda bir kararı olmasına rağmen özgün malzeme
yerine betonarme olarak yapılması için ısrar
edilmesine, doğal ve kültürel mirasa sahip çıkan
yurttaşlar olarak anlam verememekteyiz.
Bizler, kentine,
kültürel ve tarihi mirasına sahip çıkan yurttaşlar
olarak; Galatasaray Üniversitesi ve
Galatasaray Eğitim Vakfı'nı,
- Köklü bir eğitim
kurumuna yakışan sorumlulukla özenli davranmaya,
- Yapıyı, evrensel olarak
kabul görmüş bilimsel, çağdaş koruma ilkeleri
çerçevesinde ele almaya,
- Yapının özgün dokusuyla
uyumlu malzeme ve teknik kullanımını gözeten,
geçmişinden günümüze ulaşabilen izleri koruyan, aynı
zamanda yapıyı bilimsel olarak araştıran, inceleyen
bir restorasyon projesi ile İstanbul’a ve
Galatasaray Üniversitesi’ne yeniden kazandırmak
üzere bir an önce harekete geçmeye çağırıyoruz!
TMMOB MİMARLAR ODASI İSTANBUL BÜYÜKKENT ŞUBESİ
TMMOB ŞEHİR PLANCILARI
ODASI İSTANBUL ŞUBESİ
ICOMOS TÜRKİYE
BİZİM AVRUPA- EUROPA
NOSTRA DERNEĞİ
ARKEOLOGLAR DERNEĞİ
İSTANBUL ŞUBESİ
KORDER - KORUMA VE
RESTORASYON UZMANLARI DERNEĞİ
TÜM RESTORATÖRLER VE
KONSERVATÖRLER DERNEĞİ
İSTANBUL KENT SAVUNMASI
BEŞİKTAŞ KENT DAYANIŞMASI
BOĞAZİÇİ DERNEKLERİ
PLATFORMU
SULUKULE PLATFORMU
FERİYE KORUMA PLATFORMU
GSÜ’YÜ KORU
HAYDARPAŞA’YI KORU
GSÜ SOSYAL BİLİMLER KULÜBÜ
GSÜ TOPLUMCU HUKUKÇULAR
KULÜBÜ
GSÜ BİLİMSEL-MATERYALİST
DÜŞÜNCE KULÜBÜ
GSÜ SOSYOLOJİ KULÜBÜ
GSÜ SİNEMA KULÜBÜ
GSÜ FOTOĞRAFÇILIK KULÜBÜ
Proje onay
aşamasında kaldı
142 yıllık bina 22 Ocak
2013 akşamı çıkan yangında kullanılmaz hale
gelmişti. 2013’ten beri bina enkaz halinde duran 1.
grup tescilli tarihi binanın Restorasyon Uygulama
Projesi Nisan 2014’de tamamlanarak İstanbul 3 Nolu
Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na sunuldu,
ancak kurul henüz projeyi onaylamadı. Koruma
Kurulu’nun aslına uygun yapılması için projede
birçok kez değişiklik talep etmesi üzerine mimar
Sinan Genim istifa etmişti.
Yapı, 01.10.2015
|
SİMİTÇİ HEYKELİNİN SİMİTLERİ ÇALINDI

Çorlu Belediyesi 'nostaljik meslekleri yaşatıyoruz'
sloganıyla, kaybolmuş ya da kaybolmaya yüz tutmuş
meslekleri hatırlatmak amacıyla Cumhuriyet
Meydanı'na simit satan insan heykeli
yerleştirmişti.
Geçen hafta heykelin
elindeki demir simit çalınırken, bugünde önündeki
tezgahta bulunan simitler çalındı.

Çorlu Belediyesi Başkanlığı Kültür ve Sosyal
İşlerden Sorumlu Belediye Başkan Yardımcısı
Kemaleddin Avcı, heykeldeki simitlerin son 1 hafta
içerisinde 2 kez çalındığını ve konuyla ilgili
polise şikayette bulunduklarını söyledi.
Radikal,
Haber: Mehmet Yirun, 29.09.2015 |
EN ESKİ SAVAŞ TERSANESİ

Mersin’in
Silifke
İlçesi'nde su altı arkeolojisi
çalışmalarını sürdüren
Selçuk Üniversitesi Sualtı Araştırmaları
Uygulama ve Araştırma Merkezi dünyanın en eski
tersanelerinden birini ortaya çıkardı. Kültür ve
Turizm Bakanlığı adına yapılan kazılarda
bulunan kalıntıların yan yana 100 geminin aynı
anda imal edilebildiği büyük bir antik tersaneye
ait olduğu ve 2 bin yıl kullanıldığı
belirtildi.
Doğu
Akdeniz’de pek çok medeniyete ev sahipliği
yapan kıyılarda 5 bin yıllık deniz yolunun yanı
sıra dünyanın en eski tersanelerinden biri
olduğu ifade eden bilim insanları, Tunç
Çağı’ndan Osmanlı İmparatorluğu’na kadar
kullanılan pek çok tarihi kültür mirasını da gün
ışığına çıkardı.
Kayaya oyulmuş
Selçuk Üniversitesi Sualtı Arkeolojisi Ana
Bilim Dalı Başkanı Yard. Doç.Dr. Hakan Öniz,
sonar sistemiyle deniz tabanının haritasını
çıkarttıklarını ve yaptıkları dalışlarda
dünyanın ilk tersanelerinden birinin izlerine
rastladıklarını belirtti. Öniz, 100 geminin aynı
anda imal ya da tamir edilebildiğini
düşündükleri belirterek, kalıntıların
bazılarının su içinde kayalara oyulduğunu,
bazılarının ise karada olmasına rağmen
depremlerle su altında kaldığını vurguladı.
Torosların sediri kullanılmış
Öniz, 1.5 kilometrelik alana yayılan
kalıntıların milattan önce 8’inci yüzyıldan
milattan sonra 13’üncü yüzyıla kadar kullanılan
tersanenin izleri olduğunu belirtirken, “Bireme
(iki sıra kürekçili) ve trireme (üç sıra
kürekçili) adıyla anılan savaş gemilerinin
yapımı ya da bakımı için kullanılan alan bu
özellikleriyle dünyada bilinen ilk tersane.
Kesintisiz yaklaşık 2 bin yıl kullanıldığı
tahmin ediyoruz. Tersane alanında bazı çekek
yerlerinin birden fazla inşa edildiği, kayaya
oyulan alanların bazı yerlerde duvarlarla
takviye edildiğini gözlemledik. Toros dağlarında
yetişen sedir ağacı antik çağda bu bölgenin en
önemli ihraç malzemesiydi. Ancak bu tersanede
Toros’un sedir ağaçları kullanılarak aynı anda
100 geminin yapıldığını düşünüyoruz” dedi.
Milliyet, Haber: Gökhan Karakaş, 29.09.2015
|
İNSANLIĞIN 10 BİN YILLIK EL VE AYAK İZLERİ: AŞIKLI
HÖYÜK

Türkiye’de yabancı ve yerli turistlerin antik
kentlere, arkeolojik yapılara yönelik gezilerinde
popüler ilgi alanları genellikle Grek ve Roma
dönemine dairdir. Ayakta olan görkemli antik
kentler, stadyumlar, tiyatrolar, agora ve
nekropoller, kanalizasyonlar, tapınaklar… Antik
gezilerde insanlar çoğunlukla fotoğrafını çekip daha
sonra paylaşabilecekleri somut, görkemli yapılara
odaklanır. Böyle fotoğraf vermeyen höyük kazıları
ise meraklıları dışındakiler için pek ilgi konusu
olmazlar. Oysa bu kazılar, diğerleriyle
kıyaslandığında bizi binlerce yıl öncesine götürür
ve insanlığın hikayesine dair çok önemli bilimsel
veriler sunar.
Yerleşik hayatın MÖ 9 bin yıl öncesine kadar
uzandığı Aşıklı, insanlık tarihinin en önemli
değişim ve dönüşüm süreçlerinden biri olarak
avcı-toplayıcı ve göçer yaşamdan yerleşik yaşama
geçiş sürecini izlemeye imkan sunan bir bilgi
altyapısı sağlamıştır. Orta Anadolu’nun Volkanik
Kapadokya bölgesindeki bir höyük yerleşmesi olan
Aşıklı Höyük, Aksaray’ın merkezinin 25 kilometre
doğusunda Kızılkaya Köyünde, Melendiz Çayı’nın
kenarında bulunuyor.
BİRÇOK BİLİMSEL DİSİPLİN AÇISINDAN VERİ
SUNUYOR
Aşıklı Höyük’ün insanlığın
birikimi açısından bize ne gibi bilgiler sunduğunu
öğrenmek için buradaki geziniz ve tabelaların size
söylediklerinden daha detaylısını kazı ekibinin
kaleminden ‘asiklihoyuk.org’ adresinde
bulabilirsiniz. İnternetten o adrese tıkladığınızda
sizi şu ifadeler karşılayacak: “Alınan ilk sonuçlar,
kolektif yaşamdan bireyselliğe, barınaktan konuta,
yabani hayvanların evcilleştirilme sürecine, küçük
ölçekten kalabalık grupları besleyebilecek tarım
uygulamalarına, pişirme teknikleri, alet yapımı,
çevre koşullarında yaşanan değişim ve gelişimlere
kadar yaşamın her alanı ile ilgili bilgi
sağlamıştır. Mimarlık tarihi, tıp tarihi, teknoloji
tarihinin yanı sıra sosyal tarih, antropoloji,
toplum bilim alanlarında güncel tartışma konularını
oluşturan kamusal alan, eşitlikçi toplumlar,
kolektif yaşam, paylaşım gibi pek çok kavramın ve
uygulamanın ilklerinin izlendiği Aşıklı’daki
çalışmalarımız, ‘daha iyi bir gelecek’ amacıyla
tasarlanan yaşam modellerine katkı sağlayacak yorum
ve tartışma zemini oluşturur, veri sağlar, düşünce
zenginliğine yönlendirir.”
ON BİN YIL ÖNCEKİ KONUTLARIN DENEYSEL
KARŞILIKLARI
Aşıklı Höyük kazı alanını
gezdiğinizde, burada on bin yıl önce insanların
yaşadığı konut biçiminin deneysel karşılıklarının
inşa edildiğine tanıklık edeceksiniz. Bu canlandırma
insanı heyecanlandırıyor. Mimarlık tarihinin önemli
gelişim ve dönüşüm süreçlerini Aşıklı Höyük’te
izleyebilmek mümkün: Mimaride saz ve ağaç gibi
doğadan temin edilebilen malzemelerin kullanımı,
kerpiç üretimi ve inşa malzemesi olarak tercih
edilmesi, oval planlı kulübelerden dörtgen planlı
konutlara geçiş.
AŞIKLI’NIN GÜNÜMÜZE TAŞINMASI SÜRECİ
İlk kez 1963 yılında Hititolog Edmund Gordon
tarafından saptanan Aşıklı Höyük’te ilk kapsamlı
çalışma 1964-65’te Ian Todd tarafından
gerçekleştirilmiş. Bu çalışma, yüzey toplaması,
kesit çalışması ve tarihlendirmeye odaklanmış.
Aşıklı Höyük’teki ilk arkeolojik kazı çalışmaları
ise, 1989 yılında, Mamasun Barajı’nın su düzeyinin
yükseltilmesine karar verilmesi dolayısıyla höyüğün
olasılıkla su altında kalacağının anlaşılması
üzerine İstanbul Üniversitesi Prehistorya Anabilim
Dalı tarafından başlatılmış. Bu kazılar Prof.Dr.
Ufuk Esin başkanlığında gerçekleştirilmiş, ikinci
başkanlığı ise Dr. Savaş Harmankaya yapmış.
2000-2003 yılları arasında çalışmalar Prof.Dr. Nur
Balkan Atlı başkanlığında devam etmiş; 3 yıllık bir
aradan sonra ise 2006 yılında Prof.Dr. Mihriban
Özbaşaran ve Dr. Güneş Duru tarafından yeni amaçlar
ve yöntemler ile farklı ülkelerden uzmanların da
katılımıyla disiplinler arası araştırmaları kapsayan
ikinci dönem kazı ve araştırma çalışmaları
başlatılmış.
Aşıklı Höyük 2. dönem araştırma ve
kazı projesi şu temel alanlara odaklanıyor:
“Çevre-paleoçevre, iklim, bölgesel ve yerel hammadde
kaynakları; mevsimsel/geçici yerleşmeden yerleşik
yaşama geçiş; mekan kullanımı - mekan yenileme, yapı
sürekliliği; sosyal organizasyon, sosyal yapı,
roller ve kurallar; alan antropolojisi - ölü gömme
gelenekleri, sosyal yapı, sağlık, nüfus, beslenme -
toplama, üretim, işleme, depolama, tüketim, atım;
avcılık - av hayvanları, ortam, insan-hayvan
ilişkisi, proto-domestication; ateş - pişirme ve
ısınma yöntemleri, ocaklar, yakacak sorunu;
toplumsal inançlar - gelenekler, kutlamalar; günlük
faaliyetler, obsidyen işçiliği - teknolojik,
tipolojik, işlevsel, sürtme taş, sepetçilik, deri
işleme, kireç yapımı.”Bu çalışmalar için yerli ve
yabancı uzmanların yanı sıra, çeşitli
laboratuvarlarla da iş birliği yapılmış.
İnsanlığın kültürü, üretim sürecinden, onun
etrafında şekillenen tüm toplumsal ilişkiler bütünü
içerisinde yapıp ettiklerinin toplamını kapsar.
Aşıklı Höyük kazıları, insanlığın on bin yıl
öncesine dair kültürünü anlamak, günümüze etkilerini
görmek ve geleceğe dair anlamlı sonuçlar çıkarmak
bakımından müthiş bir zenginlik sunuyor. Ve sabırla
kazmaya devam ettikçe de, petrolden ya da altından
daha değerli, daha çok ihtiyacımız olan kaynaklara
ulaşabileceğimizi kesinlikle söyleyebiliriz.

BEYİN AMELİYATI İZİ
Arkeolojik kazıların veriler sunduğu alanlardan biri
de tıp bilimidir. Daha önce Burdur, Gölhisar’daki
Kibyra antik kentini gezdiğimde orada bulunan
buluntular içinde bir beyin ameliyatına da tanıklık
edildiğini öğrenmiştim. Aşıklı Höyük kazısı ise,
ondan 8 bin yıl öncesinde Aşıklı’da bir beyin
ameliyatının izini bugüne taşıyor. İnsan gerçekten
hayret ediyor.
Aşıklı Höyük’te bulunan iki ayrı
kafatası, tıp tarihi bakımından önemli veriler
sunuyor. 20-25 yaşındaki genç bir kadının
kafatasında beyin ameliyatı izi saptanmış, cerrahi
bir operasyon sonucu olduğu tespit edilen deliğin
açılmasından sonra kadının hayatta olduğu ve
ameliyattan sonra bir hafta kadar daha yaşadığı
anlaşılmış. Başka bir kafatasında ise çene kemiğinde
çok ustaca yapılmış otopsi izleri belirlenmiş.
Anadolu’nun ilk beyin ameliyatı olarak kabul edilen
genç kadına ait kafatası Aksaray Müzesi’nde
sergileniyor.

MEKAN İLE TEZAT BİR DUVAR YAZISI: KÜRT
GİREMEZ
Aşıklı Höyük’te on bin yıl önce yaşayanların
insanlık tarihine önemli katkılarına tanıklık etmiş
olmanın heyecanı ile kazı alanından ayrıldıktan kısa
bir süre sonra, yol kavşağındaki duvarda günümüz
insanının bu mekan ile tezat bir marifetine
tanıklık ediyoruz‘Kürt giremez’. Bu da tarihin
bir ironisi herhalde.
On bin yıl önce insanlar
nelerle uğraşmış, şimdi ise aynı topraklar üzerinde
beyni nelerle meşgul insanlar var.

Kazı Ekibi


Kazı alanında canlandırma olarak oluşturulmuş deneysel evler.
Evrensel, Haber: Fatih Polat, 29.09.2015
|
MYRA ANDRİAKE KAZILARINDA MOZAİKLİ TABAN BULUNDU
Antalya'nın Demre İlçesi'ndeki Andriake antik
kentinde yürütülen kazılarda, MS
5-6'ıncı yüzyıldan kaldığı tahmin edilen Bizans
dönemine ait tabanı mozaiklerle kaplı kilise ortaya
çıkarıldı.
Andriake ve Myra antik kentlerinde eş zamanlı
yürütülen kazıların başkanı ve
Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Doç.Dr. Nurettin
Öztürk, AA muhabirine yaptığı açıklamada, ortaya
çıkarılan yeni buluntular ile ilgili bilgi verdi.
Myra antik kentindeki kazıların, daha önce
keşfedilen Likya dönemi hamamının ortaya
çıkarılmasına yönelik çalışmalarla devam ettiğini
anlatan Öztürk, Andriake antik kentinde süren eş
zamanlı kazılarda ise "A kilisesi" olarak
adlandırılan Bizans dönemi kilisesinin gün yüzüne
çıkarıldığını bildirdi.
-"Bazilikal planlı bir kilise"
Ortaya çıkarılan kilisenin zemininin mozaik kaplı
olduğunu ifade eden Öztürk, şunları kaydetti: "Üç nefli (birbirinden sütun ya da paye
dizileriyle ayrılan mekanlar) bazilikal planlı bir
kilise. Zeminin ilk yapıldığı yıllarda tamamen
mozaiklerle kaplı olduğunu düşünüyoruz. Bazı
kısımlarında mozaikleri sağlam kalmış durumda.
Zamanla aşınma ve tahribat söz konusu. Kilisenin
duvarları gayet sağlam. Sütunlar devrilmiş ve
kırılmış bir durumda ortaya çıkarıldı."
Öztürk, mimari parçalardan özellikle sütun
başlarından yola çıkarak kilisenin MS 5-6'ncı
yüzyıla ait olduğunu düşündüklerini belirterek,
kilise içerisinde daha ayrıntılı bilgilerin yer
aldığı yazıt parçaları da bulunduğunu söyledi.
Kilisede çok sayıda mimari parça ve
yazıt olduğunu dile getiren Öztürk, buluntuların
incelenmesinden sonra ait olduğu dönemle ilgili
kesin bilgilere ulaşacaklarını kaydetti.
-"Uzun dönem önemini koruyan ticari bir merkez"
Myra-Andrieake Antik Kenti Kazı Başkan Yardımcısı
Mehmet Kayhan Murat da Andriake'nin, antik dönemde
Akdeniz 'deki ticari hareketliliğin yoğun
yaşandığı liman olması dolayısıyla önem taşıdığını
belirtti.
Murat, bölgedeki kazılarda elde edilen buluntular
ve çeşitli şehir devletleri sikkelerinden yola
çıkılarak bölgenin uzun dönem önemini koruyan bir
ticari merkez olduğunun kanıtlandığını kaydetti.
"Granarium" önünde içlik olarak tabir edilen
mekanlarda da kazı çalışmaları yapıldığını
anlatan Murat, Roma dönemine tarihlenen seramik
parçaları ve sikkeler bulunduğunu, bulguların farklı
tarihleme vermesinin, yapıların uzun dönem yerleşim
gördüğünü kanıtladığını bildirdi.
Radikal, Haber: Hüseyin Kanber, 29.09.2015
|
 |
TARİHİ KAPALIÇARŞI'DA YANGIN PANİĞİ
Fatih'te bulunan tarihi Kapalıçarşı içerisindeki bir
depoda gece saatlerinde yangın çıktı.Yangın
nedeniyle çarşıyı yoğun dumanla kaplandı.
Kapalıçarşı'dan
saat 03.45 sıralarında henüz bilinmeyen bir nedenle
dumanlar yükselmeye başladı. Çevredekilerin ihbarı
üzerine olay yerine polis, sağlık ve itfaiye
ekipleri sevk edildi. İtfaiye ekipleri kapıların
kilitli olması nedeniyle yangının çıktığı depoya
ulaşmakta güçlük çekti. Depodaki alevlere müdahale
eden ekipler, içeride kalan malzemeleri de tutuşması
için dışarı çıkarttı. Kısa sürede içerisinde yangını
kontrol altına alan itfaiye erleri, yoğun dumanla
kaplanan Kapalıçarrşı içerisinde duman tahliyesi
yaptı. Yangın sonucu çeyiz deposunda büyük çapta
maddi hasar meydana gelirken, yangının çıkış
sebebinin belirlenmesi için inceleme başlatıldı.
Akşam, 29.09.2015
|
OSMAN HAMDİ BEY TARTIŞMASI

Osmanlı döneminin ünlü arkeolog, müzeci ve ressamı
Osman Hamdi Bey hakkında ortaya atılan tarihi
eserlerin yurtdışına çıkarılmasına göz yumduğu
iddiaları yeni bir tartışma yarattı. Aktüel
Arkeoloji Dergisi’nde yer alan “Osman Hamdi Bey
neden istifa etti?” başlıklı yazıda, Osman Hamdi
Bey’in Müze-i Hümayun Müdürlüğü görevi süresince,
kendi tablolarını yüksek meblağlarla satın alan
yabancı devlet yetkililerine Osmanlı topraklarındaki
tarihi eserleri yurtdışına çıkarabilmeleri için
kolaylık sağladığı iddia edildi.
Dergide yer alan Yaşar Yılmaz ve Frederic Hitzel
imzalı yazılarda; Osmanlı’daki tarihi eserleri
kolaylıkla ülkelerine götürmek isteyen güçlü
devletlerin Osman Hamdi Bey ile yakın ilişkiler
kurmaya özen gösterdikleri, Fransızların, Bağdat’tan
tarihi eserleri çıkarırken işlerini kolaylaştıran
Osman Hamdi Bey’e teşekkür etmek için “Mezarda Türk
Kadınları” adlı tablosunu 4 bin franga satın
aldıkları ifade edildi.
Dergide ayrıca, Osman
Hamdi Bey’in ABD’lilerin Anadolu’dan eser taşımaları
ve kazı izni almaları konusunda güçlük çıkardığı ve
ABD’lilerin bu durumun üstesinden gelmek için Osman
Hamdi Bey’e ait “Cami Önünde” adlı tabloyu 6 bin
franga satın aldığı bunun üzerine ABD’lilerin
işlemlerinin hızlandığı ve kolaylaştığı iddia
edildi. Osman Hamdi Bey’in akrabası olan sanat
tarihçisi Prof.Dr. Edhem Eldem iddianın sansasyona
yönelik olduğunu söyledi.
"SANSASYONA
YÖNELİK BİR İDDİA"
Boğaziçi
Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi Prof.Dr.
Edhem Eldem: “Anadolu’nun ve genel
olarak Osmanlı topraklarının arkeolojik
zenginliklerinin 19. yüzyıl boyunca yağmalandığı ne
kadar gerçekse, Osman Hamdi Bey’i bu yağmanın bir
parçası veya buna göz yummuş birisi olarak göstermek
o kadar basitleştirici ve yanıltıcıdır. Tablolarının
yabancılar tarafından onu pohpohlamak için alındığı
çoktan bilinen bir gerçektir ama bu, onun bunu
rüşvet kabul edip karşılığında yağmaya izin verdiği
anlamına hiç gelmez. 1899’da Almanlar Abdülhamid’den
elde ettikleri gizli bir antlaşmayla 1884
nizamnamesine aykırı olarak buluntuların yarısı
üzerinde hak kazanmıştır. Diğer ülkeler birçok eseri
diplomatik valiz ile kaçırmıştır. Kısacası bütün
eksiklikleri ve insani zaaflarıyla Osman Hamdi,
saraydan halka kadar uzanan bir kayıtsızlığın içinde
eserlerin ve sitlerin korunması ve müze adını hak
edecek bir kurumun oluşmasında ciddi ve mütemadi
gayret sarf etmiş nadir kişilerden biridir. Hal bu
iken onu yağmacıların hizmetinde çıkarcı bir kişilik
olarak göstermek sansasyona yönelik basit bir
ikonoklazmın ötesine geçemez.”
"İDDİALARA
KATILMIYORUM"
Sanat
tarihçisi, müzeci Doç.Dr. Hülya Tezcan: “Ben bu gibi iddialara
katılmıyorum. Osman Hamdi Bey’in böyle şeyler
yapacağına ihtimal vermiyorum. Biz müzeciler hep
Osman Hamdi Bey’in koyduğu esaslarla işlerimizi
yürüttük ve ben o esasların içerisinde hiç yanlış
bir şey görmedim. Bunca sene müzelerin içerisinde
çalıştım bu adamın yaptıkları söyledikleri yanlıştır
diye Osman Hamdi Bey hakkında kötü bir şey
söylendiğini duymadım.”
Habertürk, Haber:
Kurthan Demir, 29.09.2015
|
EFES'İN TARİHİNİ DEĞİŞTİREN TAKI

UNESCO
Dünya
Kültür Mirası Listesi'ne giren Efes
antik kentininn güneydoğusunda bulunan Çukuriçi Höyüğü'nde
yapılan kazı çalışmalarında ortaya
çıkan amulet figür (taşıyanı tehlikeli dış
etkilerden, hastalıklardan koruyacağına
inanılan, doğal ya da el yapımı nesne), Efes'in, 9
bin yıllık bir şehir olduğunu ortaya çıkardı.
Siyah taştan yapılmış, ortasındaki delikten bir
takı olarak kullanıldığı değerlendirilen 2,1
santimetrelik figürün, çeşitli kaynaklarda kuruluşu
milattan önce 6 binli yıllara işaret edilen, en
parlak dönemlerini Hellenistik ve Roma dönemlerinde
geçiren ve Roma'nın Asya eyaleti başkenti
olan Efes antik kentininn tarihini bin yıl daha
geriye götürdüğü belirtildi.
- Neolitik Dönem'e kaydedildi
Efes Müzesi'ndeki "Çağlar Boyu Efes"
salonunda sergilenen figür hakkında bilgi veren müze
müdürü Cengiz Topal, söz konusu figürün 2013
yılında Çukuriçi Höyüğü kazılarında bulunarak müzeye
teslim edildiğini söyledi.
Topal, figür hakkında uzman ekiplerin
tarihlendirme çalışması yaptığını anlatarak, şunları
kaydetti: "Figür, kazı ekibinin değerlendirmelerine göre
milattan önce 7 bin yıl öncesine, yani Neolitik
Döneme tarihlendirildi. Figür, Neolitik Döneme
tarihlendirilince Efes ve çevresindeki yerleşme
tarihinin de milattan önce 7 binlere uzandı. Figürün
üzerindeki detaylar, tamamen Neolitik Dönemin
izlerini taşıyor. Figürdeki göğüs ve kalça gibi
unsular abartılı, kazıma tekniği ile yapılmış, yüz
detaylandırılmamış. Amulet şeklinde kullanıldığı
için de boyun kısmında bir delik var."
Efes'in tarihini değiştiren 9 bin yıllık takının,
Anadolu 'nun farklı yerlerindeki kazılarda
ortaya çıkan örneklerle benzerlik taşıdığını anlatan
Topal, "Benzer örneklerine Burdur'daki Hacılar
Höyüğü ile İzmir Kemalpaşa'daki Ulucak Höyüğü'nde ve
Yunanistan'da rastlandığına dair veriler var" dedi.
- "Batı Anadolu'nun yerleşim tarihini yeniden
gözden geçirdik"
Topal, bulunan figürün Efes'in tarihini
değiştirdiğini savunarak, söyle devam etti: "Efes'in tarihi daha önceki verilere göre ilk
olarak milattan önce 4 bin 500'lere daha sonra 6
binli yıllara konumlandırıldı. Ancak Çukuriçi Höyüğü
ve Arvalya Höyük gibi alanlardaki kazı ve araştırma
çalışmalarından yola çıkarak bunun artık Neolitik
Dönem yani 7 bininci yıllar olduğu rahatça
söylenebilir. Efes'in tarihi 9 bin yıl öncesine
dayandı diyebiliriz.
Bu figür, bölgedeki hatta bütün batı Anadolu'daki
yerleşim tarihini yeniden gözden geçirmemize
sağladı. İzmir ve çevresindeki son yıllarda yapılan
kazı çalışmalarında bu bölgede yerleşim tarihlerinin
çok daha eskilere yani en azından Neolitik Döneme, 7
binlere kadar gittiği, bunun da günümüzde 9 bin yıl
öncesine kadar gittiğini rahatlıkla
söyleyebiliriz."
Radikal, Haber: Ahmet Bayram, 28.09.2015
|
ATATÜRK HEYKELLERİ KİMİ YANSITIYOR?
Bugün Türkiye'de 2000'in üzerinde Atatürk anıtı
bulunuyor. Üstelik bunların çoğu 12 Eylül sonrası
fason çoğaltma üzerine yapılmış, orantısız, şekilsiz
ve ucuz üretimler.
Olay 2001 yılında Mersin'de yaşanıyor. Şehirde
yağmurlar başlayıp sular sellere dönüşünce,
meydandaki Atatürk heykeli de ansızın sel sularına
kapılıp sürükleniyor. Gidiş o gidiş. Heykelden haber
alınamıyor.
Bir kaç ay sonra, aynı heykel Antalya'nın Belek
İlçesinin fakir bir köyünde kıyıya vuruyor. Üstelik
bir bacağı kopmuş, yıpranmış, perişan bir halde.
Fakat mevzu bir Atatürk heykeliyle ilgili olunca,
yetkililer de koruma kanunu sebebiyle duruma
müdahale edemiyor ve bacaksız heykel bu kez köyde
kütüphanesi, bilgisayarı bile olmayan bir okulun
bahçesine dikiliveriyor.
Sanatçı ve akademisyen Aylin Tekiner'in 'Atatürk
Heykelleri' adlı kitabında yer alan bu hikaye
trajikomik. Ama tam bir Türkiye parodisini de
gösteriyor. Bu ve benzeri onlarca durumu gündeme
taşıyan olay ise geçtiğimiz hafta Rize belediye
başkanı Belediye Başkanı Reşat Kasap’ın şehirdeki
bir Atatürk anıtının yerine çay bardağı figürü
yerleştirilmesi ile başladı. Durumun tepki
çekmesinin ardından Kasap'ın önce heykelin geçici
olarak kaldırıldığını söylemesi, sonra ise olayı
referanduma taşıyacağını açıklaması ise tartışmayı
söndürmedi.
Mesele elbetteki sadece estetik boyutta bir tartışma
değil, aynı zamanda ideolojik bir kutuplaşmaya da
işaret ediyor. Sahiden de bugün Türkiye'de 2000'in
üzerinde Atatürk anıtı bulunuyor. Üstelik bunların
çoğu 12 Eylül sonrası fason çoğaltma üzerine
yapılmış, orantısız, şekilsiz ve ucuz üretimler.
Heykeller 1951 tarihinde yürürlüğe giren 5816
maddeli Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkında
kanun çerçevesinde korunuyor. Kanun ise Atatürk'ü
temsil eden heykel, büst ve abideleri tahrip eden,
kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş
yıla kadar ağır hapis cezası verilmesini öngörüyor.
Dolayısıyla bacaksız da olsa heykele müdahale etmek
suç sayılıyor. Rize'deki yaşanan hadise ise,
meselenin altında ne kadar alevli bir tartışma
olduğunu gösteriyor.
Mesele iki boyutlu: Bir yandan sormak hakkımız.
Bir devlet ideolojisini pekiştiren, devletin sözü,
gözetleyen gözü olan Atatürk anıtlarına, üstelik de
bu kadar ucuz ve özensiz üretilmiş versiyonlarına
sahiden ne kadar ihtiyacımız var? Bu ülkenin
parklarını, caddelerini, meydanlarını, kısacası
geçiş noktalarını oluşturan kamusal alanlarını
temsil eden ana estetik Atatürk anıtları mı olmalı?
Bu anıtlar aslında görsel kültürümüzün ne kadar
devlet söylemi ile şekillendiğini göstermiyor mu?
Oysa ki bundan çok daha fazlasını yaratabiliriz.
Öte yandan, altı kalın çizilmesi gereken ikinci
boyut da Atatürk heykellerini kaldırdığımızda yerine
ne konulacağı başlıyor. Sahiden benzerini neredeyse
her şehirde gördüğümüz çay bardağı, İnegöl köftesi,
Kars kaşarı, AVM sepeti ve benzeri heykeller bir
kenti ya da halkı nasıl temsil ediyor? Yaratacağımız
yeni değerler bunlar mı olmalı?
Aylin Tekiner'e göre bu tip yeni heykeller bir
kenstel aidiyeti temsil etmekten ziyade benzerlerini
sokaklarda gördüğümüz 'her şey 1 milyon' dükkanları
estetiğine benziyor. Tıpkı 1 milyonluk eşyalar gibi
fason üretilen, kalitesiz, plastik şablonlara dayalı
bu heykeller kenti tanımlamaktan ziyade
kiçleştiriyor, üstelik ideolojik bir tartışmaya
girmeksizin siyasi iktidarın elini rahatlatıyor.
Atatürk heykelleri meselesi sadece estetik bir
tartışma değil, yıllar süren ideolojik bir
kutuplaşmanın da göstergesi. Bu sırada olan yine
şehir kimliklerine oluyor, ortaya çıkan sonuç
kimliksizleşmiş, öznesiz ve özensiz ve de en mühimi
'ben yaptım oldu' zihniyetinin devamı olan karikatür
yapılar oluyor. Sanırım en temel sorun da burda
yatıyor.
NOT: Rize Belediye başkanı Reşat
Kasap'ın referandum önerisi sebebi ile aklıma gelen
bir örnek, Chicago'da yaşayan sanatçı kolektifi
Temporary Services'in kamusal alanlardaki heykeller
için mahallelerinde anket başlatmaları projeleri
oldu. Grup mahalleye astıkları bir panoya insanların
oraya yeni yerleştirilen heykel hakkında neler
düşündüğünü yazmasını istemişti. Ortaya çıkan
sonuçlar hemen bir sonuca ulaşmasa da insanlara bir
söz hakkı vermesi açısından önemli. Bu konudaki
yetki sadece siyasi iktidara ait değil, kamusal alan
hakkında fikir beyan etmek hepimizin hakkı. Bu
anketleri başlatmak bile bir söz söylemek oluyor.
Tek alternatifimiz Türk büyüğü heykelleri ya da
züccaciye estetiği olmamalı.
Radikal, Haber: Işıl Eğrikavuk, 28.09.2015
|
ASPENDOS'TA RESTORASYON FACİASI
Antalya'da dünyanın en önemli kültürel
varlıklarından Aspendos Antik tiyatrosundaki
basamaklar ve oturaklar orjinal koyu gri yerine
beyaz mermer kullanılarak restore edildi. Antik
tiyatronun beyaz mermerle kaplanması tepkilere neden
oldu. Antalya Kent Konseyi Turizm Çalışma Grubu
Başkanı Recep Yavuz, oturak yerleri ve merdivenlerin
beyaz, mutfak mermeri tarzında kaplandığını söyledi.
Serik İlçesi'nde iki tepe üzerinde milattan sonra
2’nci yüzyılda Marcus Aurelius döneminde inşa edilen
Aspendos antik tiyatrosu, geçen hafta sona eren
Uluslararası Aspendos Opera ve Bale Festivali
öncesinde restorasyon için 7- 8 ay kapalı tutuldu.
Antalya Rölöve ve Anıtlar Müdürlüğü tarafından
restorasyonu gerçekleştirilen Aspendos’un oturakları
ve merdivenlerinde kullanılan beyaz mermerlerin
tiyatronun koyu gri renkteki aslına uygun olmayışı,
eleştiri ve tepkilere neden oldu.
‘RESTORASYON FACİASI’
Aspendos’taki restorasyonu gördüğünde çok
üzüldüğünü belirten Antalya Kent Konseyi Turizm
Çalışma Grubu Başkanı Recep Yavuz, son zamanlarda
ülkemizde restorasyon faciaları yaşandığını söyledi.
Hatta bunların birkaçının, Kültür ve Turizm
Bakanlığının müdahalesiyle tekrar elden
geçirildiğini kaydeden Recep Yavuz, ülkedeki
restorasyon facialarını şöyle sıraladı:
“Hakikaten dönemi yansıtmayan, biraz karışık,
anlamsız restorasyonlarla karşı karşıyayız.
Restorasyon bence o dönemi yansıtan ve o eserin
korunmasına önayak olan bir çalışma. O dönemi
yansıtan derken, üstü fanuslarla kaplanmış bir
İshakpaşa Sarayı, sanki sera görüntüsü veriyor. Veya
geçtiğimiz günlerde gündeme gelen kalenin
restorasyonu var. Kaş’ta tiyatronun içine dökülen
betonlar. Bunların hepsi o eserin değerini önemli
ölçüde zedeliyor. Tabii ki bunlara müdahil olunuyor,
birtakım düzeltmeler oluyor ama Aspendos’ta
yaşadığımız da çok üzücü.”
Aspendos’taki tadilatta oturak yerleri ve
merdivenlerin beyaz, mutfak mermeri tarzında
kaplandığını kaydeden Yavuz sözlerini şöyle
sürdürdü: “Aspendos’un taşının rengi koyu ve açık
gri. Tabii ki bunu bilim insanları ve işinin
ehli kişiler daha iyi bilecektir ama bir izleyici,
turizmci ve kokartlı bir rehber olarak şunu
söyleyebilirim; girdiğiniz anda restore edilen yerin
göze çarpmaması gerekir. Siz oraya gittiğinizde
zaten direkt o bembeyaz mermerleri görüyorsunuz ki
çok can sıkıcı. O basamaklar yokken tiyatronun
görünümü çok daha iyiydi.” Ziyaretçilerin
Aspendos’a girerken kendilerini 2 bin yıl öncesinin
dünyasına hazırladığını belirten Yavuz,
“Birden günümüz taşları, mermerleriyle yapılmış
oturma düzeni çok zavallı bir görünüm veriyor”dedi.
Evrensel, 28.09.2015
******
KÜLTÜR BAKANLIĞI: 2000 YIL SONRA TAŞLAR AYNI RENK
OLACAK
Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada
Aspendos antik tiyatrosundaki restorasyon
çalışmalarının Antalya Kültür Varlıklarını Koruma
Bölge Kurulu kararlarına uygun olarak tamamlandığını
ifade edildi. Açıklamada restorasyonda kullanılan
taşların renginin iklim ve tabiat şartlarının etkisi
ile zamanla değişerek patina oluşturacak ve orijinal
olan 2000 yıllık taş malzeme ile aynı renge
dönüşeceği belirtildi.
Antalya’nın Serik İlçesi sınırlarında bulunan
Aspendos antik tiyatrosunun restorasyon
çalışmalarında tarihi yapının orijinal dokusuna
uygun malzemeler kullanılmadığına yönelik medyada
yer alan haberler nedeniyle Kültür ve Turizm
Bakanlığı’ndan açıklama yapıldı. Yapılan açıklamada
2000 bin yıllık antik tiyatronun orijinal
basamaklarından numune alındığı ve özgün taşlara en
yakın özelliklere sahip, homojen yapıda, ’Korkuteli
Beji’ rengindeki kireç taşının kullanılması kararı
alındığı ifade edildi. Antalya Rölöve ve Anıtlar
Müdürlüğü uzmanları denetiminde kullanılan yeni
malzemenin iklim ve tabiat şartlarının etkisiyle
zamanla orijinali ile aynı renge dönüşeceği
belirtilen açıklama şöyle:
"Antalya’nın Serik
İlçesi sınırlarında bulunan Aspendos antik
tiyatrosunun restorasyon çalışmaları, Antalya
Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulunun kararı
ile uygun bulunan rölöve, restorasyon, restitüsyon,
statik ve elektrik projeleri doğrultusunda
yapılmıştır.

Restorasyon projesi kapsamında, Aspendos
tiyatrosunun cavea basamaklarının eksik taşlarının
tamamlanması uygun bulunmuştur. Bu doğrultuda
tiyatronun orijinal basamaklarından numune alınmış
ve çeşitli bölgelerdeki taş ocakları araştırılarak
söz konusu numunelere uygun taş örnekleri
toplanmıştır.
Sonrasında orijinal taşın ve
örnek alınan numunelerin analizleri yapılmak üzere
laboratuvara gönderilmiştir. Laboratuvar sonuçları
doğrultusunda ve Antalya Kültür Varlıklarını Koruma
Bölge Kurulu’nun yerinde yaptığı inceleme sonucu
’eksik taşların yerine, laboratuvar testleri sonucu,
renk, doku gibi fiziksel özelliklerinin yanında,
basınç dayanımı, kütlece su emme, yoğunluk vs
mekanik özellikleri ile de özgün taşlara en yakın
özelliklere sahip, homojen yapıda, ’Korkuteli Beji’
rengindeki kireç taşının kullanılması’ kararı
alınmıştır.
Bu karar doğrultusunda eksik
basamak taşlarının tamamlama uygulamaları Antalya
Rölöve ve Anıtlar Müdürlüğü uzmanları denetiminde
yapılmıştır.
Ayrıca söz konusu tiyatronun
orijinal taşları yaklaşık 2000 yıllık olup çevresel
etmenlerle (yağmur, rüzgar vb.) yıpranmış ve üzeri
grileşmiştir. Geçen zaman içerisinde taştaki renk ve
doku deformasyonu taşın içine kadar nüfuz etmiştir.
Restorasyonda kullanılan taşların rengi iklim ve
tabiat şartlarının etkisi ile zamanla değişerek
patina oluşturacak ve orijinal taş malzemenin
rengini alacaktır.
Bu itibarla yerinde
yapılan tüm uygulamalar, restorasyon projesine ve
Antalya Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu
kararlarına uygun olarak tamamlanmıştır."
Hürriyet, 29.09.2015
******
ASPENDOS'TAKİ ASIL SORU: TAŞLARI KOYMAK ŞART
MIYDI?
Antalya’daki Aspendos
antik tiyatrosundaki
basamaklar ve oturakların restore edilmesi sırasında
kullanılan taşlar üzerine çıkan tartışmayı uzmanlar
değerlendirdi.
Kültür ve Turizm Bakanlığı, yaptığı açıklamada
orijinal taşlara uygun “Korkuteli Beji” rengindeki
kireç taşının kullanıldığını ve yıllar içinde
taşların orijinal rengini alacağını belirtti.
Tüm Restoratörler ve Konservatörler Derneği
Başkanı Nazım Can Cihan, İTÜ Mimarlık Fakültesi’nden
Prof.Dr. Zeynep Ahunbay, Arkeologlar Derneği
İstanbul Şube Başkanı Yiğit Özar, esas tartışılması
gerekenin Aspendos'un neden eksik taşları yerine
konarak bütünleme yöntemiyle yeniden kullanıma
açılacağı olduğunu belirtti.
Can: Taş konacaksa başka alternatif yok
Asıl tartışılması gereken neden Aspendos
tekrardan binlerce kişinin kullanacağı bir hale
getirildi. Eksik basamaklara hiç müdahale
edilmeyebilirdi. Konservasyon ve restorasyon
arasındaki fark bu. Sadece bozulmayı durdurmak
istiyorsak çok az müdahaleyle olduğu gibi
koruyabiliriz. Restorasyonda ise kabaca bir onarım
var ve eklentiler yapılabiliyor; o zaman da müdahale
artmış oluyor.
Aspendos’ta verilen karar doğrultusunda yeni
basamaklar eklenerek yapı bütünlenmek istenmiş.
Sonuçta konserlerde daha yüksek desibel kullanılacak
bu da mühendislik alanına giren ayrı bir tartışma
konusu.
Ancak yeniden kullanıma açılması kararı
verildiyse özgün taşa en yakın olan taş kullanılsa
dahi ortaya çıkan görüntü kaçınılmaz budur.
Bakanlığın açıklaması bu noktada tatmin edici. Özgün
taşa en yakın taş kullanılmış, sonuçta taş ocaktan
öyle çıkar, rengi açıktır. Zamanla eskimeye başlar.
Yani başka bir alternatif yok. O taşlar boyansaydı
iki yıla aşınırdı, zaten güzel de olmazdı.
Ahunbay: Bütünleme kararını kim verdi?
Arkeolojik tiyatrolarda kullanım sorunu var.
Oraları konser ve etkinlik için kullanmak adına
eksik yerlerinin bütünlenmesi isteniyor. Bütünlemek
şart mıydı? Arkeolojik eserin restorasyonu bilimsel
bir çalışmadır, bütünlemek zorunda değilsinizdir. Bu
karar nasıl verildi? Bilimsel bir heyet mi verdi?
Kritik konular bunlar, genel restorasyon sorunları.
Sonuçta ortaya çıkan görüntüde o kadar çok yama
olması rahatsız edici. Restorasyonda orijinal ve
yeninin ayırt edilmesi için birbirinden farklı
olması kuralı vardır. Ancak buradaki müdahaleler
daha az tutulabilirdi. Her yeri bütünlemek yerine
daha az yer bütünlenebilirdi, vs.
Ozar: Tartışma biçimi bilimsel değil, refleksif
Bakanlığın açıklamasında taşlarla ilgili gelen
eleştirilere yanıt verilmiş. Ama neden bütünleme
yapılması gerektiğine dair bir yanıt yok. Oysa asıl
tartışılması gereken de bu.
Konunun bir başka boyutu da son dönemde bu konuya
dair yürütülen tartışmanın biçimi. Maalesef
restorasyonla ilgili tartışmalar bilimsel
olmayan, refleksif yorumlarla yapılıyor. Bu da
politika yapmak için kültürel mirasın korunmasının
alet edildiği sonucunu yaratıyor. Halbuki tam tersi
olmalıydı.
Bianet, Haber: Nilay Vardar, 29.09.2015
******
ASPENDOS İÇİN YENİ İDDİA: RESTORASYONDA KİREÇ
TAŞI KULLANILDI
Özgün malzeme niteliklerinin belirlenmesi
konusunda doktora yapan İnşaat Mühendisleri Odası
Antalya Şube Başkanı Cem Oğuz, Aspendos
Tiyatrosu'nun restorasyonu sırasında bakanlık
tarafından üstün körü deneyler yapıldığını, özgün
malzeme özellikleri belirlenmeden ya da formaliteden
bazı deneyler yapılarak malzeme seçildiğini öne
sürdü. Tarihi yapının oturma gruplarının
restorasyonunda sadece bürokrasiyi tamamlamak için
yapılmış ve göz kararı, müteahhidin keyfine göre
işlem yapıldığına değinen Cem Oğuz, "Korkuteli beji'
olarak nitelendirilen malzeme, muhtemelen antik
yapıya yakın noktada alınmış bir kireç taşı. Alınan
yer de bellidir" dedi.
'ÖZGÜN MALZEME SEÇİLMİYOR'
Tarihi yapılara yapılacak müdahalelerde özgün
yapı malzemelerinin yerlerinde korunmasının esas
olması gerektiğini kaydeden Cem Oğuz, şunları
söyledi: "Yeni malzeme uygulamasının zorunlu olduğu
durumlarda özgün yapı malzemesine fiziksel,
kimyasal, mekanik ve estetik olarak uyumlu
malzemeler seçilmeli. Malzemenin bu niteliklere
uygun seçilebilmesi için öncelikle özgün yapı
malzemelerinin özelliklerinin belirlenmesi gerekir.
Ancak
Türkiye 'de mevcut uygulamalarda çoğunlukla
özgün yapı malzemelerinin özelliklerinin
belirlenmesine yönelik çalışmalar bürokratik bir
formalitenin yerine getirilmesinden öteye gitmiyor.
Koruma kurullarına sunulan restorasyon projelerinde
yer alan malzeme analizleri yetersiz kalmakta,
uygulamalarda bu analiz sonuçları bile dikkate
alınmadan çeşitli malzeme seçimleri yapılmakta."
Tarihi miras niteliği taşıyan yapıların onarımında
alınacak kararlar ve yapılacak müdahalelere
titizlikle karar verilmesi gerektiğine işaret eden
Cem Oğuz, "Öncelikle yapının ayrıntılı belgeleme ve
teşhis çalışmaları yapılmalı. Bu çalışmalar, yapının
tarihini ve özgün yapım tekniklerini, malzeme
özelliklerinin ve hasar durumunun tespitini ve
onarım tekniklerini kapsamalıdır. Bu bilgiler
ışığında uygun malzeme ve teknik kullanılarak
yapılacak onarım planının oluşturulması gerekir."
ASPENDOS'TA G20 LİDERLERİNE KONSER
Bu yıl Türkiye'nin ev sahipliği yapacağı ve Belek
Turizm Bölgesi'nde 15-16 Kasım tarihlerinde
yapılacak G-20 Liderler Zirvesi'nin programında da
Aspendos Antik Tiyatrosu bulunuyor. Obama, Merkel,
Putin gibi
dünya liderlerinin 2 günlük Antalya'daki zirve
programının düzenleneceği Belek'e yaklaşık 6
kilometre uzaklıktaki Aspendos antik tiyatrosuna
gezi düzenlenmesi ve burada bir konser etkinliği de
planlanıyor.
LİDERLERİN EŞLERİNE ÖZEL PROGRAM
G-20 zirvesine katılacak liderlerin eşleri için
de ağırlıklı
sosyal ve turistik aktiviteler düzenlenecek.
Devlet başkanları için gala yemeğinin verileceği
zirvede, eşler için de ayrı programlar yapılacak.
Tarihi, turistik, ören yerlerini ziyaret edecek
lider eşlerinin en önemli durağı ise tarihi Aspendos
Tiyatrosu olacak.
Radikal, 29.09.2015
******
BAKAN TOPÇU: ASPENDOS ELEŞTİRİLERİ İDEOLOJİK LİNÇ
Kültür ve Turizm Bakanı Yalçın Topçu, G-20 Turizm
Bakanları Toplantısı'na katılmak üzere öğle
saatlerinde Antalya'ya geldi.
Türkiye 'nin dönem başkanlığını üstlendiği
G20'nin 15- 16 Kasım'da gerçekleşecek liderler
zirvesinin de yapılacağı Belek'te 2 gün devam edecek
toplantı öncesi Bakan Topçu, Antalya Valisi Muammer
Türker'i makamında ziyaret etti.
Bakan Topçu, G-20 Turizm Bakanları toplantısına
üye ülkelerin 8'inin bakan düzeyinde katılacağını
belirterek, toplantının Antalya'nın küresel bir
turizm markası olması için çok önemli organizasyon
olduğunu söyledi. Ziyarette soruları da yanıtlayan
Bakan Topçu, Aspendos Antik Tiyatrosu restorasyonuna
yönelik eleştirilerin ideolojik linç niyeti
taşıdığını söyledi. Kültür varlıklarının
restorasyon, tadilat ya da onarım çalışmalarının
belirli bir silsile içinde gerçekleştiğini belirten
Bakan Yalçın Topçu, "Yani birilerinin ideolojik bir
linç, 'Şuradan ne çıksa da vursam, iktidarı yerle
yeksan etsem' anlayışından vazgeçmesi lazım. Kültür
varlıklarımızın korunması kollanması siyasete alet
edilecek bir şey değil" diye konuştu.
Restorasyon çalışmalarının bir kurul, teknik
heyet denetiminde, belli bir teknik sefahat takip
edilerek, hazırlanan raporlar doğrultusunda
gerçekleştiğini aktaran Topçu, "
Sabah eline kazmayı küreği alan bu işleri
yapmıyor. Kimse kendi başına bir şey yapmaz. Bunlar
bilinen şeyler. Bunu eleştiri konusu yapanlar da
bunu gayet iyi bilir" dedi. Topçu, şöyle devam etti:
"Bakın çok açık ve net söylüyorum. Her şeyi
siyasallaştırıyoruz. Bu doğru değil. Siyasetin de
bir ahlakı olur. Bir zamanlar söylerdim 'Camiden,
kışladan, okuldan bu işleri uzak tutalım' diye.
Şimdi de kültürden uzak tutalım. Kültür hepimizin
varlık nedeni. Hayatımızın tamamı. Milletin var
olmasını gerektiren varlıklarımız kültür
varlıklarımızı küresel marka yapalım. Aspendos'un
tadilat ve onarımıyla ilgili bu laflar kimin işine
yarar? Bu eleştiriler kimin işine yarar? Antalya'nın
turizm sektörünün işine yaramaz, kültür
varlıklarımızın işine yaramaz. Burada doğru söz yok
bir kere. Bir şey söylüyorsun ya, söylediğinin ne
altı, ne üstü, ne tekniği, ne onu ne de bunu var.
Bunları oradaki iki üç kişi yapmıyor. Altını çizerek
söylüyorum, bunlar teknik meseleler. Cümle kurmaktan
aciz insanlar bu işi siyasete alet ederse bu doğru
olmaz."
G-20 toplantısı öncesi Antalya'da Büyükşehir
Belediye Başkanlığı, İl Kültür ve Turizm
Müdürlüğü, İl Emniyet Müdürlüğü ve İl Jandarma
Komutanlığı ziyaretleri bulunan Topçu, "Aspendos'a
gezi düşünüyor musunuz?" sorusuna ise "Gelmişken
Antalya'ya tabii ki düşünürüz. Dünyanın cenneti
burası. Kim gezmek istemez, ama neticede bir devlet
görevi yapıyoruz. Turistik seyahat yapacak durumda
keşke olsak" karşılığını verdi.
Radikal, Haber: Emre Baylan, 29.09.2015
******
NEREDEN ÇIKTI BU "ZAMANLA SOLAR" ANLAYIŞI
Aspendos tiyatrosundaki restorasyon tartışması
bakanlığın "yıllar içinde taşların eskiyeceği"
yönündeki açıklaması ile yeni bir boyut kazandı.
Benzer bir açıklamayı Vakıflar Genel Müdürlüğü,
İstanbul Valiliği önünde bulunan ve restorasyon
sonrası pırıl pırıl bir görüntüye kavuşan Vilayet
Cami ile ilgili de benzer açıklama yapmıştı:
"Zamanla solar"…
KORUMA KURULU BÖYLE İSTEDİ!
2 bin yıllık geçmişi olan Aspendos tiyatrosunda
yaşananları biraz geri saralım. Tiyatronun cavea
basamaklarında (seyircilerin oturdukları bölüm)
eksik taşlar, yıpranmalar vardı. Turistlerin sık
ziyaret ettiği tiyatroda bu durum hem görsel olarak
hem de
güvenlik açısından tehdit oluşturuyordu. Antalya
İl Özel İdare kaynakları kullanılarak 5 milyon 992
bin liraya işi Emir Restorasyon şirketine ihale
etti. Sözleşme gereği iş bitim tarihi 21.09.2014
olarak belirlendi. Lakin gerek imalatlar gerekse
proje revizyonları nedeniyle işin bitim tarihi iki
kez uzatıldı.
Antalya Koruma Bölge Kurulu 04.03.2014 tarih 2495
sayılı kararı ile Aspendos tiyatrosu cavea
basamaklarında tamamlanması gereken eksik taşların
yerine laboratuvar testleri sonucu; "renk ve doku
gibi fiziksel özelliklerinin yanında basınç
dayanımı, kütlece su emme, yoğunluk vs. mekanik
özellikleri ile de özgün taşlara en yakın
özelliklere sahip homojen yapıda ‘Korkuteli Beji’
rengindeki kireç taşının kumlama yapılarak
kullanılmasının uygun bulunduğu" kararına vardı.
RESTORASYONDA SORUNLAR VAR!
Ancak restorasyon sırasında gerek renk ve gerekse
uygulama açısından bazı sıkıntıların şikayet konusu
olması üzerine Antalya Restorasyon ve Konservasyon
Bölge Laboratuvarı Müdürlüğü'nce bir inceleme
gerçekleştirildi. Yerinde yapılan incelemeye göre şu
rapor hazırlandı;
1- Eksik cavea basamaklarının tamamlanmasında
kullanılan 'Korkuteli Beji' olduğu düşünülen
taşların yüzeyinde bulunan kumlama işlemine ait
izlerden taşların koruma kurulu kararında
belirtildiği üzere kumlama yapılarak kullanıldığı
gözlemlenmiştir. Basamakların tamamlanmasında
kullanılan taşlar yeni olmaları sebebiyle açık
renktedirler. Zaman içerisinde atmosferik etkilere
maruz kalacak olan taşlar yapısal özellikleri
nedeniyle kararmaya başlayarak orijinal taşların
rengine yakın bir renk tonuna sahip olacaklardır.
2- Cavea basamaklarında yapılan tamamlama
çalışmalarında yeni yerleştirilen taşlardan
bazılarının tiyatronun oval formuna uygunluk
göstermediği, yenilenen taşların ön yüzlerinin düz
olduğu gözlemlenmiştir.
3- Tamamlama çalışmalarında kullanılan taşların
bir çoğunda taşların kesim işlemlerine ait testere
izleri olduğu görülmüştür.
4- Harç ile tamamlama yapılan bölümlerde
kullanılan dolgu harcının orijinal taşların üzerine
taşmış olduğu gözlemlenmiştir.
ESKİTME YAPILABİLİR
Bu rapordan
da anlaşılacağı üzere bakanlık açıklamasının
kamuoyuna eksik aktarıldığı görülüyor. Restorasyon
da sıkıntılar yaşandığı bir gerçek. Rapordan da
anlaşıldığı gibi renklerin açık olması dikkat
çekici. Orijinaline yakın taş kullanılmış olsa da bu
sorunun zamanla kararmasını beklemek yerine eskitme
yapılarak kullanılması gerekirdi. Restorasyonlarda
tarihi yapıları yenilemek yerine, güçlendirmeyi
tercih etmek, orijinalini bozmamak gerekiyor.
İstanbul Vilayet Camii restorasyonunda da benzer bir
durum yaşanmış. Cami pırıl pırıl renkleri ile ortaya
çıkmıştı. Vakıflar Müdürlüğü renklerin zamanla
solacağını ileri sürmüştü. Restorasyon konusunda
'eskitme' yöntemi kullanılması da hala bilimsel
olarak bir tartışma konusu olmakla birlikte,
estetiğin yine de ön planda tutulması çoğunluğun
görüşü. Yoksa Şile 'Sünger Bob' Kalesi, İstanbul
Vilayet Camii, Çanakkale Apollon tapınağı
örneklerini görmeye devam ederiz…
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 29.09.2015
******
ASIL FELAKET ASPENDOS'A YAPILAN MI, HABERDE
YAPILAN MI?
Bir süredir devam eden Aspendos polemiği
üzerine, en çok sesini kim çıkarırsa onun dediğinin
olduğu memlekette, gerçek hatanın bilinçsiz söylem
üretme olduğunun bilinmesi gerekir. Konu,
yönetenleri korumak veya yerin dibine batırmak
değil, gerçekçi bir gerekçeyle haberi ön plana
sunmaktır.
İki gündür, gerek televizyonlar gerekse haber
siteleri, memleketin tüm sorunları bitmiş gibi
Aspendos’un mermerlerine takılmış durumda ve
eleştirinin sınırı “Afyon mermeri” veya “mutfak
mermeri” sözlerinden ileri gidemiyor. Uzun yıllardır
bütün dünyada tartışılan, Koruma alanında üretilen
bütün teorik tartışmaları çöpe atarak, herkesin her
şeyi bildiği ülkemizde ‘facia, çok beyaz, çok kötü,
beğenmedim’ argümanlarıyla bir tartışma yürütülüyor.
Haber nereden çıktı, nasıl yapıldı kimse bilmiyor.
Asıl acı olanı ise araştırmadan, aynı metinleri
değiştirip her yerde yayınlayarak büyük bir infial
yaratılması. Burada üç aşamalı bir sorunlar zinciri
ortaya çıkıyor.
Birinci Aşama: Bir Bilene Sormak
Restorasyon uzmanı herhangi birinin herhangi bir
yorumuna başvurulmadan çıkan haberlere karşı konunun
uzmanlarından olan arkadaşımız Yüksek Mimar Esin
Tekin sosyal medya hesabından serzenişte bulundu.
Bir alıntıyla giriş yapıyor Esin; “Yavuz sözlerini
şöyle sürdürdü: ‘Aspendos’un taşının rengi koyu ve
açık gri. Tabii ki bunu bilim insanları ve işinin
ehli kişiler daha iyi bilecektir ama bir izleyici,
turizmci ve kokartlı bir rehber olarak şunu
söyleyebilirim; girdiğiniz anda restore edilen yerin
göze çarpmaması gerekir. Zaten restorasyonda amaç
budur. Siz oraya gittiğinizde zaten direkt o
bembeyaz mermerleri görüyorsunuz ki çok can
sıkıcı.’”
Ve diyor ki; “Anladığım kadarıyla özgün kireçtaşı
ile çalışılmış, doğal olarak ocaktan yeni çıkan
taşın rengi açık. Yani isyan edenlerin çoğu, yapay
taş ile gri bir tamamlama yapılsaydı isyan
etmeyecekti. (Yapay taş dediğiniz şey betondan
hallice) Cilalı falan da değil, dolayısıyla o taşı
biri mutfağınıza takmaya kalksa ustayı
kovalarsınız.”
Aslında anlatılmak istenen şu; mermer aynı
mermer… Aspendos’un özgün halinde kullanılan
mermerden çok az farkı var. Zaten ocak yapısına göre
mermer tipleri değişiyor. Yani malzeme uzmanlığına
bakarsak “mutfak mermeri” diye bir mermer çeşidi
yok. Belki Kırklareli Balaban Granit taşı değil,
Serpantine kullanılmış açıklaması bile daha gerçekçi
olabilirdi. Birileri eğer bunu araştırmak isterse
2005’te yayınlanan, internette pdf’i bulunan Maden
Mühendisi Suat Mutlu’nun Stone – Türkiye’nin Doğal
Taşlarının Yörelerine Göre Dağılımı adlı yayınını
inceleyebilirler.
Esin Tekin, yazısında “2000 sene sonra aynı renk
olacak,” sözlerine de daha bilimsel bir açıklama
getiriyor; “Her malzemenin üzerinde patina oluşur.
Dış etkenlere açık bırakılıp hem yağmuru hem güneşi
görecek, üzerine basılacak, biyolojik birikimden
nasibini alacak bir taştan bahsediyoruz. Evlerinizin
dış cepheleri kaç senede kararıyor?”
Sorunun ana hattan bu kadar kolay ayrılmasını
yadırgıyor. “Asıl sorulması gereken soruyu herkes
pas geçmiş. Neden bütünleme yapıldı? Birçok nedeni
olabilir. Üstyapı eksikliğinden dolayı alt yapı
bozuluyor olabilir. Eksik basamaklar yüzünden
hastanelik olan ziyaretçiler olabilir.”
Büyük Resme Bakmak Gerek, Gerçek Sorun Orada
“Büyük resme bakmak isterseniz başka sorulması
gereken bir soru var. Neden antik tiyatroların
onarımına milyonlarca lira ayrılırken antik
kentlerin diğer kısımlarına hiç bir çözüm
üretilemiyor. Çünkü devlet tüm kaynağını kültürü
korumaya değil, kar ettiren mekanları ayağa
kaldırmaya ayırıyor.”
Kültür Merkezleri Kullanım Fiyatları’na
Buradan Ulaşabilirsiniz
“Başka bir soru soralım. Neden ihale süreçleri
ile iş yapılıyor? Her dakika problemleri değişen
yapılar bunlar. Asla tamamını analiz edemediğiniz
yapılar. İhale süreci ile yapılan iş doğru olur mu,
zaman esnekliği yoktur, proje revizyonu mümkün
değildir. Ama doğrudan destek mevzuatı yeterli değil
ve ihalesiz iş yapılamıyor. İhaleler, sadece anıtsal
yapılar ve çevre düzenlemelerini kapsayabiliyor.
Sonuç, dümdüz olmuş antik kentler ve arada pırıl
pırıl tiyatrolar, stadyumlar, mezar anıtları. Bunu
tartışıyor olmamız lazım.
“Bir Apollon Smintheion tapınağı değil mesela,
dökme basamak yapan, olmayan yapıyı yeniden yaratan
bir Sünger Bob kalesi değil. Bunların arasında ciddi
ayrımlar var. Bu konunun içindeki insanlar olarak
dağlardan tepelerden taşıyoruz, ama ne yapan soruyor
ne de yargılayan soruyor, işin ilginci bu. Şu haberi
birkaç restorasyon uzmanı ile bir araya gelip
yapmayan, doğrulama almayan kurumlar da bana işi
ciddiye alıyor gibi görünmüyorlar.”
Bütün bu bürokratik hatalar sorgulanmazken,
Aspendos’un basamaklarındaki beyaz mermerler
sorgulanıyor. Esin, farklı görünümün etik anlamda
doğru olduğunu belirtiyor. Antik bir kentte yapılan
tamamlamaların döneminde yapılanlardan farklı
olmasının etik çalışmanın gereği olduğunu söylüyor.
Bu sanat tarihine saygıdan kaynaklanıyor. Öte yandan
özgün çalışmaya uyulma çabası, estetik yaklaşımdan
daha öncelikli.
İkinci Aşama: Haberciliğin Bu Hale Gelmesi
Sorgusuz, sadece bir şeylere karşı duruş
sergilemek için yapılan haberciliğin yaşadığımız
büyük güvensizlik ortamında sadece haberciliğe zarar
verdiğinin bilinmesi gerekir. Bu hataya sadece bu
işten para kazanan ve pamuk ipliğine bağlı gündemi
değiştirmek için haber malzemesi yapanların değil,
gerçekliğe önem veren habercilerin dahi düşmesi
şaşkınlık verici.
Aslında Aspendos, bir antik kent ve sadece
tiyatrosu yok. Tiyatronun arka tarafında büyük
ihtimalle bütçesizlikten yönlendirme tabelaları
solmuş koca bir değer yatıyor. Aslında belki de
bunların yazılması gerekir.
Oysa Aspendos’a sadece 35 kilometre uzaklıktaki
Side’de, sadece turizm adına antik değerlere ne
kadar zarar verildiği konuşulmazken, bir anda bu
haberin herkesin gündemini oluşturmasındaki tehlike
yadsınamaz. Basın, değerleri korumalıdır. Bunu amaç
edinmiş tüm basın mensupları saygındır. Ancak
habercilik sorgusuz sualsiz yapılamaz.

Üçüncü Aşama: Bu Bir Reklam Çalışması Olabilir
Bir diğer taraftan bakıldığında, Anadolu
coğrafyasının her yerinde antik değerler kendini
gösteriyor. Sadece Antalya’daki saymakla bitmeyen
birçok antik kent ziyaretçi bekliyor. Ama bölgenin
en bilinen değeri Aspendos oluyor. Bu da ancak böyle
reklam çalışmaları ile olabilir.
Bazı sanat ekiplerinin yeni eserlerini
Aspendos’ta sergilemek istemesi, fakat buranın eski
bilinirliğini kaybetmiş olması, bu haberi karşımıza
çıkarmış olabilir. Belki biraz uç bir komplo
teorisi, ama bazen ‘yaratıcı’ reklam ekipleri böyle
çalışır.
Çok Aşamalı Bakmak Bizi Gerçeğe Götürür
Aspendos haberi bize gösterdi ki, çok taraflı ve
biraz kuşkucu baktığımız her haber dökülüyor. Böyle
bilgiler, herhangi bir yerden basına servis ediliyor
ve özellikle ana akım medya durumu biraz da
abartarak haber yapıveriyor.
Her bireyin birer haber kaynağı olduğu günümüzde,
doğrulama, bilginin kaynağını öğrenme ve uzmanlardan
yardım alma fikrinden sapmamak gerekiyor.
İnadına Haber, Haber: Gök Taner,
29.09.2015
******
AKADEMİSYEN VE ARKEOLOGLAR: ASPENDOS EN
UYGUN ŞEKİLDE RESTORE EDİLMİŞ

Antalya'da eleştirilere neden olan 1800 yıllık
Aspendos antik tiyatrosundaki restorasyon, inceleme
yapan akademisyen ve arkeologlardan tam not aldı.
Antalya
Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Başkanı
İbrahim Bakır, orijinal taşların içeriğine en uygun
olanlarının basamaklara uygulandığını ve restorasyon
anayasası olarak kabul edilen Venedik Tüzüğü'ndeki
gibi 'uyumlu ama farklı' taşların uygulandığını
söyledi.
Aspendos antik tiyatrosunda kısa süre önce
tamamlanan restorasyon çalışmasının ardından işlem
yapılan bölümlerin orijinal renkten farklı olması
'mutfak mermeri' eleştirilerine neden oldu. Açıklama
yayımlayan Kültür ve Turizm Bakanlığı, taşların
zamanla diğerlerine yakın hale geleceğini bildirdi.
Bugün Aspendos
antik tiyatrosuna gelen Kültür
Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürü Abdullah
Kocapınar ile Antalya Kültür Varlıklarını Koruma
Bölge Kurulu Başkanı Yrd. Doç.Dr. İbrahim Bakır,
Patara Kazı Başkanı Prof.Dr. Havva İşkan Işık, Myra
Antik Kenti Kazı Başkanı Prof.Dr. Nevzat Çevik ve
Alman Arkeoloji Enstitüsü üyesi restoratör Dr.
Martin Beckmann, restorasyonu inceledi. Yapıların
geleceğe aktarılması için bünyesinde arkeolog,
mimar, sanat tarihçisi, hukukçu ve şehir
plancısından oluşan kurulun ciddi çalışmalar
yaptığını belirten Yrd. Doç.Dr. İbrahim Bakır,
"Burası 1800 yılı deviren yaşlı bir yapı. Buranın
nasıl korunacağına yönelik ciddi analizler yapıldı.
Tarihin her döneminde bu yapı kullanıldığı için
farklı müdahaleler yapılmış. Bugün de müdahale
ederek ömrünü gittikçe uzatmayı planlıyoruz" dedi.
YAPIYA EN UYGUN TAŞ CİNSLERİ
Yapının altyapı gibi görünmeyen kısımlarında da
ciddi restorasyonlar yapıldığına dikkati çeken Yrd.
Doç.Dr. Bakır, "Sadece yok olan taşların yerine
dünya çapında restorasyonun anayasası olarak
kabul edilen Venedik Tüzüğü'nde de belirtildiği gibi
'uyumlu ama farklı' taşı seçmek için çalıştık.
Laboratuvar analizleri yapıldı ve uygulanan taşların
yapıya en uygun taş cinsleri olduğu belirlendi. Bu
taşı yapay bir şekilde de eskitirsiniz. Ama bu yapay
olur, biz doğal taştan bahsediyoruz. Her taşın
görünümü doğaya karşı verdiği mukavemet aynı olamaz.
Yoğun kullanılan taşların çok küçük bir parçasını
açtık ve gördük ki bizim kullandığımız taşa çok
yakın bir taştı. Ve bu taşlar zaman içersinde bu
hale geliyor" diye konuştu.
Çıkan tartışmaların ve eleştirilerin tarihe sahip
çıkmak ve duyarlılığı artırmak için büyük fırsat
olduğunu belirten Prof.Dr. Nevzat Çevik ise "Eğer
başka bir taş uygulansaydı o da tartışma konusu
olurdu. Burası kullanılan bir binadır. Dolayısıyla
burayı kırık dökük halde bırakalım, olduğu gibi
konsolide edelim gibi bir seçeneğimiz yok. Çünkü
yapı ve ziyaretçi güvenliği söz konusu. Sanmayın ki
bu basamaklar insanlar lüks içinde otursunlar diye
yapılıyor. Bu taşlar konumu itibariyle tiyatroyu
ayakta tutan birer parçacık haline geliyor. Bu
çalışmaları yapıyı korumak için yaparız. Diğer
seçenekler sonuçtur bizim için. Esas olan yapının
ruhuna en uygun şekilde onu yaşatmaktır" dedi.
1800 YIL BEKLEMEYE GEREK YOK
Restorasyonda eleştirilen taşların mermer değil
doğal taş olduğuna dikkati çeken Prof.Dr. Havva
İşkan Işık, her taşın kesimden çıktığı zaman
bembeyaz bir renk alabileceğini söyledi. Taşların
orijinale uyum sağlayabilmesi için 1800 yıl
beklenilmesine gerek olmadığını açıklayan Prof.Dr.
Işık, "Gelecek yıl, kış yağmurları bunun üzerinden
geçtikten sonra bu görüntünün orijinale daha yakın
hale geldiğini göreceksiniz. Bu görülen gri ve siyah
doku zaten bu taşın orijinali değil. O taşların da
açıldığında renginin aynı olduğunu biliyoruz.
Kimsenin endişesi olmasın" dedi. İncelemelerde
bulunan Restoratör Dr. Martin Beckmann, tiyatronun
ilk 1930'lu yıllarda restorasyonla tanıştığını, o
günden bugüne birçok tecrübe kazanıldığını, bunun da
Aspendos antik tiyatrosunda uygulandığını söyledi.
Radikal, Haber: Akif Arıcı, 30.09.2015
|
BİR SANAT GALERİSİNİN 20 YILI
Milli Reasürans Sanat Galerisi, açıldığı günden bu
yana ‘ilk'lerin galerisi oldu, Batı'da özel
müzelerin üstlendiği misyonu yıllarca yürüttü.
Birçok sanatçının kariyerine öncülük etti,
Türkiye'nin sanat ortamına katkıda bulundu. Enstitü
gibi çalışan galeri, tüm birikimini 20. yıl özel
sergiyle anlatıyor.
Adını telaffuz etmek zor. İlk kez duyan, ‘o da
ne!' diye tepki veriyor. Hecelerseniz aklınızda daha
çabuk yer eder: Re-a-sü-rans. Eğer yine de
zorlanırsanız kısaca Milli Re diyebilirsiniz. Sadece
telaffuzu mu, anlamını da akılda tutmak ne mümkün!
Ameli Edgü ve Ayşe Gür ile ne zaman görüşsek, sanki
yeni tanışıyormuşçasına hep aynı soruyu sorduk.
‘Reasürans ne demek, ne iş yapıyorlar? Milli
Reasürans, sigorta şirketlerinin sigortasını yapan
Türkiye'deki tek kurum. İş Bankası çatısı altında
hizmet veriyor.
Sigortayla, parayla, pulla işimiz yok elbette.
Bizi ilgilendiren, yine bu kurumun çatısı altında
açılan Milli Reasürans Sanat Galerisi. Galerinin
öyküsü, 1994 yılının ekim ayında, Milli Reasürans
TAŞ'nin Teşvikiye'de, mimar Sevinç ve Hadi Şandor
tarafından inşa edilen kompleksinin bir bölümünü
sanat galerisi olarak tasarlamasıyla başladı ve
yirmi yılı devirdi.
İstanbul'un en özgün galerilerinden biri olan
Milli Reasürans, 20. yaşını özel bir sergiyle
kutluyor. 30 Eylül'de başlayacak olan ‘20 Yılın
Ötesine Taşınan Bir Sanat Belleği: Milli Reasürans
Sanat Galerisi' adlı sergi, galerinin kendi tarihini
anlattığı bir arşiv çalışması. Tüm sergiler,
afişleri ve davetiyeleri eşliğinde izleyiciyle
tekrar buluşacak.
Kimler gelmiş, kimler geçmiş Milli Re'den. Önce
retrospektiflere bakarsak; Kuzgun Acar, Naile
Akıncı, Avni Arbaş, Tiraje Dikmen, Şakir Eczacıbaşı,
Turan Erol, Neşet Günal, İhsan Cemal Karaburçak,
Saim Özeren, Orhan Peker, Nevhiz Tanyeli, Eşref Üren
ilk sırada geliyor. Mesela Avni Arbaş'ın daha sonra
İş Bankası Kibele Sanat Galerisi'nde bir
retrospektifi açıldı. Ama o sergi ilhamını ve
desteğini Milli Re'den aldı. Son yıllarda fotoğraf,
mimari, tasarım ve tematik sergilere yoğunlaşan
galerinin ilk yıllarında resim ve heykel sergileri
daha yoğundu. Mimar Sinan Güzel Sanatlar
Üniversitesi hocalarından Leopold Levi sergisi,
1938-1943 yılları arasındaki devlet politikası
olarak yapılan ‘Yurt Gezi'leri sergisi bunlar
arasında.
Nuri Bilge
Ceylan'dan Max Ernst'e
Milli Reasürans'ı iki açıdan ‘ilk'lerin galerisi
olarak zikredebiliriz. İlki; farklı alanlarda isim
yapan sanatçıların üretimlerine yer verdi. Ünlü
yönetmen Nuri Bilge Ceylan, ilk fotoğraf sergisi
Sinemaskop'u burada açtı. Daha sonra ablası Emine
Ceylan ile birlikte, ‘Babam İçin' sergisini
hazırladılar. Hem yönetmen hem ressam kimliği ile
tanıdığımız Tayfun Pirselimoğlu da galerinin
konukları arasındaydı. Mimar Emre Arolat ve
geçtiğimiz nisan ayında hayatını kaybeden ünlü Alman
edebiyatçı Günter Grass da Türkiye'deki ilk ve tek
sergisiyle Milli Re'de idi.
İkincisi ise, galeri, sergi açacak olgunluğa
ulaşan genç sanatçılar için bir sıçrama tahtası
oldu. İrfan Önürmen, Ahmet Oran, Murat Germen, Turan
Aksoy'a ilk sergilerinde yer açarak kariyerlerinde
öncülük yaptı. Milli Re, sadece sanatçılara değil,
Türkiye'deki sanat ortamına da katkıda bulundu.
Ülkemizdeki özel müzeciliğin tarihi 10 yılı
geçmediği düşünülürse Milli Re'nin, Avrupa'da ya da
Batı toplumlarında müzelerin üstlendiği misyonu
senelerce yürüttüğünü söyleyebiliriz. Mesela Sakıp
Sabancı Müzesi'nde devam eden Zero sergisiyle adını
duyulan, Zero sanat akımının öncüsü Günther Uecker
Türkiye'deki ilk sergisini 2005'te Milli Re'de
açmıştı. Thomas Ruff, Axel Hütte gibi Düsseldorf
fotoğraf okulunun sanatçılarıyla, Norbert Kricke,
Max Ernst, Sigmar Polke ile ilk kez yine bu galeride
tanıştık.
Milli Reasürans Sanat Galerisi, yirmi yıla
yaklaşık 200 sergi sığdırdı, yerli ve yabancı 200'ün
üzerinde sanatçı ağırladı. Her sergisini katalog
olmayan, arşiv değeri taşıyan bir kitapla
taçlandırdı. Tüm bu işlerde iki ismin emeği var.
Kuruluşundan bu yana galerinin yöneticiliğini yapan
Ameli Edgü ve onun yardımcısı Ayşe Gür. Ameli Edgü,
geçen yıl emekliye ayrılıp Bodrum'a yerleşti. Onun
yerine, babası Süleyman Saim Tekcan vesilesiyle
sanatın içine doğan ve sanat yöneticiliğinde
ihtisas yapan Elvan Tekcan geçti. Ayşe Gür ise
galerinin hafızası olarak işine devam ediyor ve tüm
sergileri çocuk yetiştirmişçesine bir çırpıda
anlatıveriyor. (www.millireasuranssanatgalerisi.com)
İMOGA ile
işbirliği yapıldı
Sergi için, Türkiye'nin özgün baskı resim müzesi
İstanbul Grafik Sanatlar Müzesi (İMOGA) işbirliğiyle
bir proje hazırlandı. Milli Reasürans Sanat
Galerisi'nin sanatçıları arasından 10 sanatçı, birer
eserinin telif hakkını bu çalışmaya vakfetti.
Süleyman Saim Tekcan, Su Yücel, Serpil-Hanefi Yeter,
Ali İsmail Türemen, Gürbüz Doğan Ekşioğlu, İsmet
Değirmenci, Ekrem Kahraman, Neşe Baydar ve Seçil
Erel'e ait eserler, İMOGA'nın desteğiyle çoğaltıldı
ve galerinin koleksiyonuna dahil edildi. Projede yer
alan bu sanatçılar, limitli sayıdaki baskılarını
imzalayarak; galeri hakkındaki düşüncelerini,
duygularını, deneyim ve anılarını da bir video
röportajında paylaştı. 17 Ekim'e kadar devam edecek
sergide bu video izlenebilecek.
Zaman, Haber: Sevinç Özarslan, 28.09.2015
|
AGORA'YA PROTOKOL ENGELİ
İzmir
Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu, Agora
kazılarının devam etmesi için Kültür ve Turizm
Bakanlığı ile büyükşehir belediyesi arasında
yaklaşık 10 aydır protokol yapılamamasına tepki
gösterdi. Kocaoğlu, “Amaç nedir, bunu anlamak mümkün
değil” dedi.

İzmir'in Konak
İlçesi’ndeki mezarlıkbaşı’nda bulunan ve 2007
yılından bu yana kazıları devam eden tarihi
Agora’daki çalışmalar 2015 yılının nisan ayında
durdu. Kentin önde gelen birçok kurumunun destek
verdiği kazı çalışmalarıyla ilgili olarak İzmir
Büyükşehir Belediyesi ve Kültür Turizm Bakanlığı
arasında her yıl yenilenen protokol, bu yıl
yenilenemedi. Bakanlıktan herhangi bir ses
çıkmaması, çalışmaları da negatif yönde etkiledi.
Kadifekale’deki antik roma tiyatrosunun da ortaya
çıkarılmasıyla, bölgenin turizminde önemli rol
oynayan İzmir Agorası’nda çalışan kazı ekipleri de
maaşlarını alamadıkları gerekçesiyle alandan
ayrıldı. Bu 10 aylık süreçte de bakanlık ile
büyükşehir arasında sponsorluk protokolü
imzalanamadı.
‘350 MİLYON
HARCADIK’
Yaşanan sürece tepki
gösteren Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu,
“Agora kazıları ayrı bir konu. Amaç nedir, bunu
anlamak mümkün değil. Belediye diyor ki ‘Foça
kazılarına bu kadar, Agora kazılarına bu kadar para
ödüyorum. Protokolü de bu, bunu onaylayın ödemeye
devam edelim.’ Yıl başından beri bunu diyoruz. Şimdi
eylül ayındayız. Bu protokol yaklaşık 10 aydır
imzalanmıyor. Yerin kamulaştırmasını biz yapmışız,
tapusu da bizim elimizde. Siz bunu ne için
yapıyorsunuz? Foça’da sur duvarları yapıldı, çok
güzel iş çıktı. Burada aynı şekilde, tiyatro
kazılsın istiyoruz. Kültür Bakanlığı ile birlikte
yapalım, ne çıkarsa çıksın. Ona göre karar verilsin,
ne yapılacaksa ona göre yapılsın. mantığını
çözebilmiş değiliz. Dünya alem biliyor ki tarihi
bölgeye harcanan paranın yüzde 99.9’unu İzmir
Büyükşehir Belediyesi harcıyor. Bu kamulaştırma için
verdiğim paradır, hala da veriyoruz. Şu ana kadar
sırf o bölgenin boşaltılması için ortalama 350
milyon lira para harcadık. Kazı masrafları da
hariçtir. Kamulaştırmalar da devam ediyor” dedi.
Habertürk, Haber: Ali Arda Perk, 28.09.2015
|
İNGİLTERE'DE BRONZ
ÇAĞI'NA AİT AHŞAP KAYIK ENKAZI BULUNDU
İngiltere’nin Kent
şehrinde bir kayık iskelesinde günümüzden 4000
yıl öncesine ait tahtadan yapılmış kayık enkazı
bulundu. Kurumaması için tekrar suya batırılan
kayık enkazı büyük bir ağacın içinin
oyulmasıyla, tek bir ağaçtan yapılıyor.
Swat Arkeoloji
bölümünden Prof. Paul Wilkinson ilk önceleri
Anglo-Sakson dönemine ait olduğu düşünülen
enkazın aslen Bronz Çağı’ndan kalma olduğunu
belirtti. Britanya’da Bronz Çağı’nın MÖ 2000
yılında başladığı tahmin edilirken, Taş Devri ve
Demir Çağı arasında önemli bir geçiş dönemi
olduğu belirtiliyor.
Tahminlere göre
Avrupalı yerleşik halk, Britanya’ya bronz dönemi
başında göç ettiler. Yanlarında onlarca alet ve
silah ile birlikte yeni fikir ve düşünceleri de
beraberlerinde getirdiler.
arkeolojihaber.net, Kaynak: bbc.com
Çeviri: Ayşen Yolcu, 28.09.2015
|
TRABZON'U KARIŞTIRAN OLAY
Trabzon’daki ikinci Osmanlı eseri olan ve
Vali İskenderpaşa tarafından yaptırılan tarihi
caminin mihrabındaki hayvan kabartması ilk kez
fark edildi. 1529 yılında yaptırılan caminin
içindeki, koç, inek ya da aslan figürüne
benzeyen ve üst kısmına Arapça 'Muhammed
sellallahu aleyhi vessalam' yazılı olan
kabartma, 'hayvan figürüne karşı namaz kılınır
mı' tartışmalarını da beraberinde getirdi. Zira
her gün yüzlerce kişi camide namaz kılıyor.
CEMAAT KAÇMASIN DİYE!
Akşam gazetesinin haberine göre; İskenderpaşa
Cami Yaptırma ve Yaşatma Derneği Başkanı Dursun
Ali Düzenli, figürü daha önce gördüğünü ancak,
cemaat kaçmasın diye kimseye söylemediğini
anlattı. Düzenli, ''Vakıflar’a, ilgili mercilere
defalarca müracaat ettim, bunu halledin dedim.
Bu kabartma bir tarihi eser. Bunu kazıtmak
suçtur. Bu olayı vatandaşa hatta cami
personeline bile söylemedim. Söylesem olay
yayılacak, kimse camiye gelmeyecekti'' dedi.
UZMANLAR İNCELEYECEK
Mihrabın üzerindeki o kabartmanın, cami
yapılırken mi yoksa sonradan mı konulduğunu
bilemediklerini belirten Vakıflar Bölge Müdürü
Mazhar Yıldırımhan, “Uzmanlar karar verecek.
Sonra ne olur, kabartmanın üzeri mi örtülür
bilemiyorum” dedi.
CEMAATİN BİTMEYEN SORULARI
Mihrabın üzerindeki o kabartmanın, cami
yapılırken mi yoksa sonradan mı konulduğunu
belli değil. Babası imamlık yapan Nuri
Aydın, ''Babam bize bundan bahsetmedi. Bu
kabartma hayvan figürüne karşı namaz kılınır mı,
esas sorun bu'' derken, olayın duyulmasının
ardından cemaatin sürekli kabartmaları
incelediği ve cami imamına aynı soruyu sorduğunu
söyledi.
Milliyet, 28.09.2015
******
CAMİDEKİ O KABARTMA HAYVAN BAŞI DEĞİL, ÇİÇEK
FİGÜRÜ

İlginç tartışma Trabzon’da 1529’da dönemin
Osmanlı Valisi İskender Paşa tarafından
yaptırılan tarihi İskenderpaşa Camii’nin
mihrabındaki kabartmanın, cemaatin bir bölümü
tarafından “hayvan başına” benzetilmesiyle
başladı. ‘Geç’ gelen tartışma cemaatin kafasını
karıştırdı. Kimileri “Hayvan figürünün altında
namaz olmaz” diyerek cami değiştirdi. 2014 yerel
seçimlerinde Saadet Partisi’nden Trabzon
Büyükşehir Belediye başkan adayı olan, Cami
Yaptırma Yaşatma Derneği Başkanı Dursun Ali
Düzenli, figürü bu tartışmadan çok daha önce
kendisinin fark ettiğini, ancak cemaat kaçmasın
diye kimseye söylemediğini belirtti. Düzenli
“Vakıflar’a, ilgili mercilere defalarca müracaat
ettim, ‘Bunu kazıyın’ dedim. ‘Bu kabartma tarihi
eser, kazıtmak suçtur’ dediler. Bu olayı
vatandaşa, hatta cami personeline bile
söylemedim. Söylesem olay yayılacak, kimse
camiye gelmeyecekti” şeklinde konuştu.
MÜFTÜ:
HABERİM YOK
Habertürk’ün
ulaştığı Trabzon İl Müftüsü Keramettin Demir,
İskenderpaşa Camii’nin mihrabındaki kabartmadan
haberi olmadığını belirterek “Bu konuyla ilgili
bugüne kadar bize herhangi bir rahatsızlık ve
şikayet ulaşmadı. Ben de sizden duyuyorum.
Kabartmayı görmedim, o nedenle bir yorum
yapamam. Ama bu bir göz yanılması olabilir”
dedi.
‘OSMANLI
SÜSLEME SANATI’
Habertürk’ün
konuyu sorduğu uzmanlardan ise cemaatin yüreğine
su serpecek bir açıklama geldi.
Erzurum Atatürk
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi
Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Hüseyin Yurttaş,
söz konusu kabartmanın hayvan başıyla uzaktan
yakından ilgisi olmadığını belirterek “Bu
tamamen Osmanlı süsleme sanatında, bitkisel bir
süsleme işlemeciliğidir. Bir hayvan başı gibi
görünebilir ama yakın mesafeden bakıldığında iki
yana yılan kıvrımıyla yayılmış bir çiçek
sembolüdür” dedi.
‘IŞIK VE
GÖLGE YANILTMASI’
Sanat tarihi
uzmanı Yard. Doç. Gül Karpuz şunları söyledi:
“Mihrabın geneline bakıldığı zaman tamamen
bitkisel motiflerle süslendiği görülüyor. Hayvan
başı benzetmesi, bir ışık ve gölge yanıltması.
Tarihi binaların taç kapıları üzerinde de bu tip
süslemeler vardır. Bu, Osmanlı bitkisel sanat
süslemeleriyle yapılmış bir mihrap.”
Habertürk, Haber: Kenan Taşkın, 29.09.2015
|
"İLK DEFA
BURADA BAŞLADI"

UNESCO (United Nations
Educational, Scientific and Cultural Organization)
Dünya Mirası Geçici Listesi'nde yer alan
Malatya'daki Arslantepe Höyüğü'ndeki kazı
çalışmalarında laik sistemin ilk defa Anadolu'da,
Arslantepe'de başladığı ortaya çıktı.
Arslantepe Höyüğü Kazı
Heyeti Başkanı İtalya Sapienza Üniversitesi
Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Marcella
Frangipane, MÖ 5 bin yıllarından MS 11. yüzyıla
kadar iskan edilen ve Türkiye'nin en büyük
höyüklerinden olan Arslantepe Höyüğü'nde din ve
devlet işlerinin ayrı şekilde yürüdüğünü ifade etti.
Kazılarda MÖ 3.600-3.500
yıllarından bir tapınak, MÖ 3.300-3.000 yıllarından
bir saray bulunduğunu kaydeden Frangipane, "Saray ve
tapınak var. Bu binada platform var, avluyu görüyor
ve insanlar, kral ile konuşuyor.Biz bu yüzden laik
devlet sistemi başladı diyoruz. Tabi tapınak vardı,
o devam ediyor. Önce güç tapınak içindeydi ve sadece
o vardı. Bu zamandan sonra ayrı bir sistem başladı
yani tapınak ayrı, kral ayrı. Din ayrı devlet ayrı.
Beraber gidiyorlar, bağlantı var ama kontrol
ayrılmış. Laik sistem ilk defa burada başlıyor"
dedi.

"HİYERARŞİ BAŞLIYOR"
Frangipane, insanların tapınak ve kral için
çalıştıklarını, bunun karşılığında da yemek
aldıklarını dile getirdi.
Tapınak içerisinde çok
sayıda çanak bulduklarını kaydeden Frangipane,
"Çanaklar güzel değil ama önemli. Çanaklardan çok
var ve hep aynı. Bugün ki plastik bardak gibi. O gün
insanlara demek ki yemek veriyorlar. O tapınak ve
sarayın içerisinde yemek veriyorlar. Demek ki
insanlar kral ve tapınak için çalışıyorlar.
Hiyerarşi (yetki ve sorumluluk sıralaması) başlıyor.
İnsanlar hep aynı değil. Önce herkes kendisi için
çalışıyorlar. Ziraat ve yemek hazırlamada kendisi
için çalışıyor ama bu zamandan sonra elit ve halk
vardı. Halk, elit için çalışıyor, elit de yemek
veriyor. Bunun için bu çanaklar önemli. Bu
çanaklardan çok var. O dönemde işveren ve işçi
sistemi var. Yani devletle birlikte bu sistemde
başladı. Demek elit işveren, devlet işveren olmuş"
ifadelerini kullandı.
"ESKİDEN TAPINAK
VARDI, DAHA SONRA DEVLET SİSTEMİ BAŞLADI"
Frangipane, tapınak sisteminden devlet
sistemine geçildiğini ifade ederek, şunları söyledi:
"Burada ilk defa laik bir sistemin olduğu görülüyor.
Mezopotamya'da büyük şehir vardı. Burada da tapınak
var, bu yıl bir tapınak daha bulduk ve o saraydan
daha eski. Saraydan önce tapınak sistemi vardı.
Mühür baskıları ve çok sayıda çanak bulduk. Ama bu
sistem, teokratik (dine dayalı yönetim biçimi) sim
sistem. Ama buradaki saray ilk defa güç, direkt
insanları kontrol ediyor. Bu saray çok büyük, çok
değişik binalara sahip. Depo, avlular, koridor ve
binalar var. Bu binalar arasında da bir bağlantı
olduğu ortaya çıktı. Çok büyük bir saray ve avlu
var. İnsanlar koridordan gelip, avluda
toplanıyorlar. Daha ileriye gitmiyorlar çünkü
ileride kralın evi var. Kral, buradan insanlarla
konuşuyor. Avlunun olması buranın tam bir saray
olduğunu gösteriyor. Eskiden tapınak vardı ama daha
sonra her şey değişti. Demek ki devlet sistemi
başladı."
"2 BİN 500 MÜHÜR
BASKISI BULDUK"
Yapılan kazı
çalışmalarında 2 bin 500 mühür baskısı bulduklarını
ve bu mühür baskılarının bürokrasinin olduğunu
gösterdiğini dile getiren Marcella Frangipane, "Tam
devlet sistemi. Bürokrasi var. Sarayın içerisinde 2
bin 500 mühür baskısı bulduk. Mühür baskılarının
olması da bir kontrolün olduğunu gösteriyor. Memur
var ve ne gelip gittiğini kontrol ediyor. Yemek
veriliyor ve karşılığında mühür vuruluyor, imza ve
makbuz gibi. O zaman toplamışlar ve daha sonra hesap
yapmışlar. Biz bunları grup grup bulduk" diye
konuştu.
Malatya Haber, 27.09.2015
|
HANCI DA YOLCU DA GİTTİ AMA HANLAR HALA AYAKTA
Bir zamanlar dünyanın dört bir yanından gelen
misafirleri ağırlayan Istanbul’un dillere destan
hanları, bugün eskisi kadar olmasa da ticari hayatta
varlıklarını sürdürüyor. Kıtaların ve kültürlerin
buluşma noktasında yer alan Istanbul, 3
imparatorluğa başkentlik yaparken, yüzyıllardır Doğu
ile Batı arasındaki ticaretin de merkezi oldu.
Tarihin en eski şehirlerinden biri olan Istanbul’da
ticaret hanları, kent hayatının en önemli figürleri
arasında yer aldı. Anlamını Farsça “hane/ev”
kelimelerinden alan hanlar, ticari malların
toplandığı ve satıcıyla alıcının buluştuğu yerler
olmanın yanında otel olarak da kullanıldı. Uzak
bölgelerden gelen tüccarların konaklaması ve
mallarını bekletmesi için yapılan hanlarda, tacirler
hayvanlarını alt kattaki ahırlarda barındırır,
kendileri de yukarıdaki odalarda ikamet ederdi.
Malları ise alt ve üst katlardaki depolarda
tutulurdu. Binaların kalın kapıları gece olunca
güvenlik için kapanır ve gün ışıyıncaya kadar
açılmazdı. Kendilerine has öyküleriyle şehir
hayatına farklı bir renk katan hanlar, ticaretin
gelişmesiyle Kapalıçarşı’dan Haliç kıyılarına kadar
yayılınca bir “hanlar bölgesi” oluştu. Istanbul’da
Osmanlı döneminin ilk hanları, Fatih Sultan Mehmed
zamanında yapıldı. Fatih, 2’si Tahtakale’de, 2’si de
bedestende olmak üzere 4 han yaptırdı. Ilk inşa
edilen han, bedesten yakınındaki “Bodrum
Kervansarayı”dır. Ticaret geliştikçe tarihi kentte
han sayısı da arttı.
TARİHE
TANIKLIK EDİYORLAR
Istanbul’un fethiyle
başlayıp 20. yüzyılın başlarına kadar devam eden
inşa sürecinde, fiziksel ve fonksiyonel değişimler
geçiren hanlar, her zaman mimari yapılarıyla göz
doldurdu. Osmanlı-Türk el sanatı ve zanaatkarlığıyla
organik bir bağı da barındıran hanlar, yüzyıllar
boyu el emeğiyle inşa edildi. Ortasında avlu bulunan
klasik hanların, avlu kenarları ahır ve depolardan,
ikinci katları ise hücre yani odalardan oluşuyor.
Bir zamanlar ticaret hayatının nabzının attığı ve
sayısı tam olarak bilinmeyen Istanbul hanlarının
çoğu, tarihe tanıklık etmeye devam ediyor.
Istanbul’un fethinden sonra inşa edilen ilk hanların
başında Deve Han, Nevşehirli Damat Ibrahim Paşa’nın
yaptırdığı Çuhacı Han, Avrupa’dan Anadolu yakasına
gidecek malların dağıtımının yapıldığı Balban Han ve
malların depolanıp satıldığı Balkapanı Han geliyor.
Birbirinden değerli bu mimari yapıları
Kapalıçarşı’daki Ağa Han, Sultan II. Abdülhamid’in
mabeyncisi Sarıca Rağıp Paşa’nın Beyoğlu’nda
yaptırdığı Anadolu Pasajı, Mimar Kemaleddin Bey’in
yaptığı vakıf hanları ve yüzlerce han takip etti.
Kentteki hanlar, Eminönü-Unkapanı, Beyazıt-Sultan
Hamamı, Beyazıt-Aksaray ve Haliç-Galata-Beyoğlu
olmak üzere 4 bölgede toplanıyor.
EN ÜNLÜ
HANLARDAN BAZILARI ŞÖYLE:
Eminönü’nde Yeni Cami
ile Küçük Pazar arasında, Hasırcılar, Tahtakale,
Balkapanı ve Cömert sokaklarının çevrelediği alanda
yer alan Balkapanı Hanı, adından da anlaşılacağı
gibi gümrükten gelen balın istiflendiği ve halka
dağıtıldığı bir ticaret merkeziydi. Kitabesi olmayan
bu hanın altında 12 ve 13’üncü yüzyıla ait tonozlu
mahzenler var. Geniş bir avlu etrafında 2 katlı ve
varaklı inşa edilen hanın odalarının çoğu bugün depo
olarak kullanılıyor. Beyoğlu’nda ilginç bir cephe ve
yer düzenine sahip Narmanlı Han, 19’uncu yüzyılın
ilk yarısında inşa edildi. Ilk yapıldığında Rus
Büyükelçiliği olarak kullanıldı. Dış görünümü kaleyi
andıran hanın ortasında bir avlu bulunuyor. Ikinci
derece tarihi eser kabul edilen Narmanlı Han,
yıllarca sanatçılara ev sahipliği yaptı. Sipahiler,
Çukurçeşme ve Katırcıoğlu Hanı olarak da bilinen Taş
Han, Laleli’de Fethi Bey Caddesi’nde bulunuyor. 3.
Mustafa tarafından ulufelerini almak için Istanbul’a
gelen sipahilerin kalmaları için yaptırılan hanın
altında bir Bizans yapısı da var. Şu an hanın içinde
başta restoranlar olmak üzere çeşitli işyerleri
faaliyet gösteriyor. Büyük Balıklı Han, Galata’da
Kemeraltı Caddesi ile Aynalı Lokanta, Arşın Çıkmazı
ve Leblebici Şadan sokaklarının çevrelediği adada
yer alıyor. 1875’te Balıklı Rum Hastanesi’ne akar
olmak üzere yapılan handa neoklasik tarz öne
çıkıyor. Hanın avlusunda mermer fıskiyeli havuz
bulunuyor. Sultan II. Abdülhamid’in mabeyncisi
Sarıcı Ragıp Paşa tarafından Beyoğlu’nda inşa edilen
Anadolu Pasajı, 832 metrekarelik bir alan üzerine
oturuyor. Yine Beyoğlu’nda bulanan Rumeli ve Afrika
Pasajı gibi tüccar apartmanlarından biri olarak
kabul ediliyor.
HANLARLA
İLGİLİ TEMEL SIKINTI MÜLKİYET SORUNU
Istanbul’un en önemli
mimari yapıları arasında yer alan hanlar, eskisi
gibi bakımlı değil. Uzmanlara göre muhtemel bir
depremde en çok hasar görecek yapıların başında bu
hanlar yer alıyor. Hanlarla ilgili en önemli
problemlerin başında ise mülkiyet sorunu geliyor.
Bir kısmı özel mülk olduğu için varisler bulunamıyor
ya da çok maliyetli olduğu için kamulaştırma
yapılamıyor. Dolayısıyla bu durumdaki birçok han
kaderine terk ediliyor. Buna rağmen tarihi hanlara
son zamanlarda yoğun ilgi var. Kültür turu yapan
birçok firma, sanat tarihçilerinin rehberliğinde
hanlara günübirlik turlar düzenliyor. Turlara
katılanlar kentin tarihi mirasını daha yakından
görme imkanı buluyor.
Çatısı, James
Bond filminde kullanıldı
İstanbul'un en önemli
hanlardan biri olan Büyük Valide Han, James Bond’un
“007 Skyfall” filminin motosikletli aksiyon sahnesi
çatısında çekildikten sonra popüler oldu. Kösem
Valide Sultan tarafından 1650’de yaptırılan hanın 3
avlusu, yaklaşık 300 odası bulunuyor. Ana avluda o
dönem halkın “İran Camisi” diye adlandırdığı bir
mescit var. Döneminde İranlı tüccarlar kullandığı
için “Acem Hanı” olarak da biliniyor. Bir zamanlar
atların ve develerin bağlandığı hanın avlusunda
şimdi ise otomobil ve kamyonetler park ediyor.
Habertürk, 27.09.2015
|
ÇALINTI PICASSO TABLOLARINI GERİ VERİYOR
İspanyol ressamın üvey kızı Catherine Hutin-Blay
“Woman with Fan” ve “Tete de famme. Pofil” adlı
eserlerin ailenin izni olmadan satıldığı ve
dolayısıyla çalındığını iddia ederek dava açmıştı.
Rusya’nın “Gübre Kralı” olarak
anılan Ribolovlev, tabloları kendisi için satın alan
Fransız sanat uzmanı Yves Bouvier’i suçladı ve 18
milyon sterlin (83 milyon TL) değerindeki tabloları
“Bouvier’in sahtekarlığını ortaya sermek için geri
vereceğim” dedi. Bouvier, Ribolovlev için sanat
eserleri topluyordu.
Fransız uzmanın Rus
gübre kralı için bugüne kadar 1.2 milyar sterlinlik
(5.2 milyar TL) sanat eseri satın aldığı
belirtiliyor. Ancak Ribolovlev bu koleksiyonun
değerinden 640 milyon sterlin (3 milyar TL)
fazlasına alındığını iddia ediyor.
Habertürk, 27.09.2015
|
DÜNYANIN EN EĞLENCELİ 6 TARİHİ SEKS OBJESİ
Arkeologların dünyası
da emin olun gündelik hayat kadar zevkli olabiliyor.
Bundan binlerce yıl önce yaşamış insanların
da kişisel tatmin (mastürbasyon) ve cinsel yaşamları
için kullandıkları seks objeleri o gün, gün ışığına
çıkmasa da bugün baktığımızda seksin insanlık
tarihindeki yeri hakkında oldukça büyük ipucu
veriyor.
Utanma duygusu ile
ilgili görüşlerimizi cebimizde tutalım ve tarihin
olağanüstü dünyasına bir bakalım.
TUTANKHAMUN'UN 3 BİN YILLIK
EREKSİYONU
Tarihin en renkli
figürlerinden, genç yaşında ölen Mısır firavunu
Tutankhamun'un gösterişli mezarından yalnız altın
kaplamalı aslan ve inek kafaları çıkmadı değerli
tarihseverler. Bir teoriye göre, babasının din
konusundaki katı görüşünden bunalan genç firavun,
ereksiyon halindeki penisini mumyalatmıştı ve bu
hareket, 'savaşın kutsallığının' ifşası
anlamındaydı.

KARA SAKAL'IN
FRENGİ-SAVAR ŞIRINGASI
İngiltere'nin en ünlü
korsanı Kara Sakal, yaklaşık 15 cm boyunda bir
şırıngayı penisinin içine sokuyordu. Yanlış
duymadınız! 1996'da bulunan bu şırınganın amacı,
sağlıklı bir penis sahibi olmak isteyen Kara
Sakal'ın düşmanlarına karşı kullanabileceği
yöntemlerden biriydi. Zira sağlıklı seks hayatı
olanın sağlıklı bir savaşçı olduğunu düşünüyordu.

200 YILLIK VAJİNA
ŞIRINGASI
Benzer bir tarihi obje de New York'ta
bulundu. 19'uncu yüzyılda kadınlar da benzer bir
şırıngayı vajinal hijyen amacıyla kullanıyordu. Bu
tuhaf aleti, kadınlar birbirlerine 'evlilik
hediyesi' olarak veriyor hatta kendilerini
koruyabilmeleri için yanlarında taşıyorlardı.

18. YÜZYILDAN KALMA
DİLDO
Evet, penis konusuna geri dönelim.
1700'lerin sonlarına doğru Polonya'da bir eskrim
okulunun tuvaletine dildosuyla giren bir öğrenci,
yanlışlıkla oyuncağını tuvalete düşürdü. O an çok
üzülmüş olduğu muhakkak olan öğrenci muhtemelen
derse geri döndü. Ancak bu tarihi dildoyu
arkeologlar yıllar sonra buldular. Muazzam insanlık
tarihinin derinliklerine (tuvaletin derinlikleri de
diyebiliriz) ışık tutan bu dildo, tahta ve kanat
kılından imal edilmişti. Bu sayede yıllara
direndi...

SEVGİ DOLU BİR
İMPARATORLUK: ROMA
Roma İmparatorluğu kadar
zevkine düşkün bir imparatorluk daha var mı
bilemiyoruz. Sık kullanılmış (elbette sevgi ve
şehvetle sarmalanmış) olan bu tuhaf çubuk,
İngiltere'nin güneyinde bulundu. Bir de, taştan imal
edilmiş bir 'tuvalet kağıdı' mantığı vardı ki, nasıl
bir acı verdiği konusunda yorum yapmamak galiba daha
iyi.

KARINIZ BİR CADI
MI? ÖYLEYSE KENDİSİNİ YOLMALISINIZ (!)
Dünyanın
bugüne kadar bulunmuş en tuhaf seks oyuncağının bu
şişe olması akıllara durgunluk veriyor. 17'inci
yüzyılda bazı soylular, kendilerini 'halktan
ayrıştırmak' için bu şişeleri
kullanıyorlarmış. Nasıl kullandıklarını
hayal gücünüze havale ediyoruz. Bu tuhaf kavanozun
içinde; tırnak, çivi, saç ve hatta idrar kalıntıları
da mevcut. Kabaca 'Cadı kazanı' olarak
Türkçeleştirebileceğimiz bu şişeler, bir
cezalandırma ve büyü bozma yöntemi olarak da
kullanılmaktaydı. Örneğin; 17'inci yüzyıl
İngiltere'sinde karısının cadı olabileceğini düşünen
vahşi kocalar, üzerlerine 'kızgın suratlar'
çizdikleri bu 'cadı kavanozlarını' kapılarının önüne
bırakıyorlardı. Kızgın suratlar, evet. Çünkü
bilirsiniz, ambalaj önemlidir.

Hürriyet, 27.09.2015
|
"ÜLKENİN EN BÜYÜK MÜZESİNİ KURARDIM"

Türkiye’nin sanat piyasasının önemli
isimlerinden, Galeri Baraz’ın sahibi Yahşi Baraz
40’ıncı yılını kutluyor. “Sattığım hiçbir resim
iade gelmedi. Benim 200-300 dolara sattığım
resimler
bugün neredeyse bir milyon dolara açık
artırmada satılıyor” diyen Baraz’la buluşup 40
yılın minik bir muhasebesini yaptık. Sohbetimiz
cumhurbaşkanlığının sanatçı yemeklerinden
Guggenheim Müzesi’ne kadar uzandı.
Bundan birkaç sene önce
konuştuğumuzda Kültür Bakanlığı’ndan kimsenin
galerinizi ziyarete gelmediğinden söz
etmiştiniz. Türkiye’nin 40 yılını doldurmuş bir
galerisini bakanlıktan ziyaret eden olmadı mı
hala?
Olmadı. Kültür Bakanlığı çok uzak mesafelerde
duruyor, sanki başka bir ülkenin bakanlığı...
Devletin direkt katkısı olmaz çünkü devlet
yaparsa yanlış yapar. Başka türlü ilişkilerle,
değeri olmayan sanatçılar öne çıkarılırdı.
Devletin vergi muafiyeti sağlaması ve varlıklı
kimselere müze kurması için karşılıksız arsa
vermesi gerekir. Kültür Bakanlığı’nın içinde
resim, tiyatro, plastik sanatlar gibi masaların
kurulması gerekir.
Ayrı ayrı masa kurmayı bırakın adı
bile Kültür ve Turizm Bakanlığı...
Her turizm ve kültür bakanı istemeyerek oraya
gelmiş gibi bir intiba uyandırıyor. Aslında
başka yerde olmak istiyor ama hasbelkader oradan
girmiş.
İlkokulda kimsenin istemediği
Kızılay kolu gibi....
Kültür Bakanlığı’nın kültür dünyasıyla yakın,
homojen ilişkiler içinde olması lazım, o
kurulamıyor. Sadece devletteki görevliler suçlu
demek istemiyorum. Bizim sanatçılar da son
derece ukala insanlardır, istediğiniz gibi
diyalog kuramıyorsunuz. Cumhurreisinin önayak
olması lazım. Sembolik şeyler yapmalı, mesela
bir eser satın alıp onun yanında fotoğraf
çektirmeli, bir konserde en ön sırada oturup bir
müzik adamını tebrik etmeli.
Mesela sanatçılarla yapılan
yemekler... Sadece müzisyenlerle yapılıyor bu
yemekler. Üstelik bazılarının müzisyenliği de
tartışılır...
Bu kadar basite indirgediğiniz zaman ne müzik
gelişir ne resim ne de heykel... O kopukluk
düşmanca bir tavra bile dönüşebilir. Alakasız
birtakım insanlar davet ediliyor, çok değerli
kişilerin protokol listesinde ismi yok.
Türkiye’nin içinde bulunduğu durum
malum. Sanat piyasası nasıl etkileniyor?
Türkiye iç savaşa doğru mu gidiyor diye bir
endişe var. Bu durumda sanat pazarında durgunluk
oluyor. İlk vazgeçilen şey sanat almak oluyor.
Bu ekonomik problemler sürerken gerçek
sanatçılar hiçbir şeyden etkilenmeden üretmeye
devam etmeli. Bunu Birinci ve İkinci Cihan
Savaşı sırasında
Avrupa’da gördük. En güzel sanat eserleri o
stres altında yapılmıştır. Sanat konformist bir
şey değildir çünkü.
40 yıla dönüp baktığınızda size en
çok gurur veren ne oluyor?
Ben galeriyi açtığım zaman Türkiye’de hemen
hemen koleksiyoncu yok gibiydi. Aradan geçen
zamanda yüzlerce kişinin koleksiyon yapmaya
başladığını görünce insan çok gururlanıyor
tabii. Fakat tempo itibariyle çok yavaş gitti.
Türkiye için muazzam bir ilerleme ama Batı’ya
baktığınızda daha emekleme safhasında.
Japonya’da,
Amerika’da, Avrupa ülkelerinde yüzlerce müze
açıldı, vakıflar kuruldu... Türkiye’de
açıla açıla üç-dört tane müze açıldı, o da
2004’ten sonra... Pera, Sabancı,
İstanbul Modern... Bir de
Ankara’daki Cermodern’i sayabiliriz. Bu 80
milyona yaklaşan bir
Ortadoğu ülkesi için çok gülünç bir
rakamdır.
Bu 40 yılda ne kadar aktör, ne
kadar tanıktınız?
Ben 1898 doğumlu sanatçılardan 1995 doğumlu
sanatçılara kadar hepsiyle çalıştım. Çağdaş
resim kıymetli bir şey değildi eskiden. Adnan
Çoker, Burhan Doğançay, Erol Akyavaş...
Türkiye’nin en önde gelen sanatçılarını meydana
çıkarttım. Batı’da olduğu gibi şu müzede şu
resim var diyerek güvence vermek bizim
zamanımızda yoktu. Biz ancak ünlü bir işadamının
evine resim astıysak onu bir referans olarak
kullandık, müze diye bir şey yoktu. O mu aldı o
zaman ben de alayım diye bir rekabet ortamı
oluştu.
Böyle başladı belki ama şu an bir
bilinç var değil mi? İnsanlar artık “bilmem
kimin yalısında gördüm, ben de alayım” diye
düşünmüyordur diye umuyorum...
Yok, öyle almıyorlar artık. Biz galeriyi
açtığımızda yaklaşık 150 senelik bir resim
birikimi olmuştu. Bunlar değersiz olarak evlerde
dururdu. Eser çoktu, alıcı yoktu. Bir 10-15 sene
içinde bir sürü resim iyisiyle kötüsüyle
satıldı. Şimdiki durumda başka sorunlar var.
Türk resminin evrensel değerde olmadığı
vurgulanıyor. Bunu
ilk söyleyenlerden biri de
benim aslında.
80’lerde mesela üst sınıf neden
Batı’ya özenip sanat almamış?
Onu ilk başlatan benim çabalarım oldu. Eğer
benim lafımı dinlemiş olsalardı, zenginler bugün
dünyanın en büyük koleksiyonuna sahip olurlardı.
40’lardan sonra sermaye birikimi oluyor
Türkiye’de. Fakat o günün zenginlerinde sanat
kültürü yok. Hiçbiri ne babasından görmüş ne
kendisini yetiştirmiş.
Ne yapmak lazım?
Türkiye bugüne kadar her şeyi sanatçıdan
bekledi ama öyle bir şey yok. Sanatçı naif ve
aciz adamdır aslında. Sanatçı toplum tarafından,
devlet tarafından desteklenerek sanatçı olur.
40 yılın en büyük pişmanlığı ne?
Bugün en üzüldüğüm şeylerden biri
Mehmet Güleryüz’le mahkemelik olmak. Bir de
istediğim şeyleri yapamadım. Birçok büyük
koleksiyoncu oluşturdum ama hiç sermayem olmadı,
eğer sermaye sahibi olarak başlasaydım bugün
Türkiye’nin en büyük müzesini ben kurardım.
Sattığım resimlerle İstanbul Modern’in 10 misli
büyük müze kurardım. Bunun için çok büyük bir
alım gücü olması lazım, alıp bekletme gücü...
Biraz da işin olumlu tarafına
bakalım istiyorum. Sizin bu işi ilk yapmaya
başladığınız yıllarda heykel deyince akla
bahçeye süs diye konan terracota küpler, at
arabası tekerlekleri gelirdi. Ya da şık
çerçevesi olan her şey resim kabul edilirdi.
Belki biraz geç takip ediyoruz ama 40 yıl gibi
bir sürede müthiş bir değişimden de söz etmek
mümkün değil mi?
Evet, yüzde 100. Sanatçı sayısı, koleksiyoncu
sayısı arttı. Gençler galeri açmaya başladı.
Genç koleksiyonerler var artık. Toplum kabuğunu
yırtarak bir yeniliğe doğru gidiyor. 10-15 sene
sonra çok büyük bir değişim olabilir. Yalnız
bunu yaparken İstanbul daha kozmopolit bir şehir
olmalı. Buraya yabancı müzeler şube açabilir.
Bir Guggenheim, bir MoMA burada bir şube açsa
Türkiye’yi bir anda 100 sene ileri götürebilir.
Bu çok mu zor bir şey?
Değil. Buna devletin önayak olması lazım.
Bugün Araplar bile yaptı bunu.
Katar yapabildiyse biz neden yapamayalım?
Gittiler Matisse aldılar ve dünyada dikkat
çektiler. Bunları teşvik eden kanunlar
çıkardılar. Ama Türkiye’de çok nasyonalist bir
bakış açısı var. Buna bile karşı çıkabilir.
Milliyet, Haber: Aydil Durgun, 27.09.2015
|
KEYKAVUS'UN TÜRBESİ'NDE AKILLARA ZARAR RESTORASYON

Anadolu Selçuklu Devleti hükümdarı 1. İzzeddin
Keykavus'un Sivas'taki türbesindeki restorasyon
tartışma yarattı. Tarihi Şifahiye Medresesi, 1217'de
Keykavus tarafından "Darüşşifa" olarak yaptırılmış
ve Osmanlı döneminde medrese olarak kullanılmıştı.
İçinde 1220'de veremden ölen Keykavus'un türbesinin
bulunduğu Tarihi Şifahiye Medresesi, tarihte 5 kez
restorasyon geçirdi. Son onarımda türbede,
orijinaliyle restore edilen bölümü arasında
uyumsuzluk oluştu. Bu durumu gösteren fotoğraflar,
arkeofili.com sitesinde paylaşıldı. Sitede
yayımlanan ve onarımın taş oyma ustası Necdet Çekmen
tarafından yapıldığı belirtilen haberde,
sandukaların orijinal bölümleriyle, restore edilmiş
bölümler arasındaki uyumsuzluğu gösteren
fotoğraflar, arkeologlar arasında tartışma yarattı.
Bugün Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne ait olan medrese,
Birinci Dünya Savaşı'nda ordu ambarı olarak
kullanılmıştı. Savaşta harap olan medrese, 1937'de
Türk Tarih Kurumu'nca restore edilmiş, 1939, 1962,
2008 ve 2011'de ise onarım geçirmişti.
Sabah,
27.09.2015 |
BANKSY SERGİSİ PARA BASTI: 90 MİLYON TL
Dünyaca ünlü İngiliz sokak sanatçısı Banksy’nin
İngiltere’de açtığı “Dismaland” isimli sergi,
bulunduğu Weston-super-Mare kasabasına 20 milyon
sterlin (90 milyon TL) gelir getirdi.
BBC Türkçe’nin haberine göre,
Banksy’nin turizm ve tema parkı endüstrilerine
eleştiri getiren sergisini, açıldığı 20 Ağustos’tan
bu yana 150 binden fazla kişi ziyaret etti. Her gün
ortalama 4 bin kişi önceden aldıkları biletlerle,
500 kişi de uzun saatler bekleyerek sınırlı sayıda
olan biletlerle sergiyi gezdi.
Habertürk, 27.09.2015
|
 |
3 BİN YILLIK YERALTI ŞEHRİ ZİYARETÇİLERİNİ BEKLİYOR

Bayburt'ta 3 bin yıllık geçmişiyle yörenin önemli
tarihi yapılarından biri olan ve tesadüfen bulunan
Aydıntepe Yeraltı Şehri ziyaretçilerini bekliyor.
Aydıntepe Kaymakamı Yeliz Yıldızhan, AA
muhabirine yaptığı açıklamada, yer altı
şehrinin gerek duvar figürleri gerekse üzerindeki
mezarlardan dolayı geç Roma, erken Bizans dönemine
işaret ettiğini söyledi.
İlçe merkezinde evlerin hemen altında bulunan 3
bin yıllık tarihi şehrin, bir inşaat kazısıyla gün
yüzüne çıktığını belirten Yıldızhan, "Burası aslında
3 bin yıllık tarihe sahip olmasına rağmen ilk
keşfedilmesi tesadüf üzerine olmuş. 1988 yılında bir
inşaat kazı çalışması esnasında oluşan çöküntülerde
ulaşılmış" dedi.
Yıldızhan, yer altı şehrinin fark edilmesinin
ardından kazı çalışmalarına başlandığını anlatarak,
"İlk olarak Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma
Kurulunca kabulü gerçekleştirilip belirli bir
çalışma yapılmış. Daha sonra Aydıntepe
Belediyesi'nin katkılarıyla alan genişletilmiş ve
şehir bin 200 metre civarında gezilebilir bir alana
ulaşmış durumda. Aydıntepe Yeraltı Şehri'nin en
önemli özelliğinden birisi hiçbir yapı malzemesi
kullanılmadan, volkanik kayaların oyulmasıyla
oluşturulmuş olması. Karşılıklı odalardan ve
galerilerden oluşmakta" diye konuştu.
Yapıldığı dönemlerde Aydıntepe Yeraltı Şehri'nin
daha çok sığınma amaçlı kullanılmış olabileceğine
işaret eden Yıldızhan, şunları söyledi: "Çünkü giriş çıkışlarına kapıyı kapatma için
yapılan düzenekler olsun, gerek içerisinde bulunan
havalandırma pencerelerinin şekilleri olsun,
odaların konumları olsun daha çok sığınma amaçlı
kullanıldığını göstermekte. Şu tarz yorumlarda var
uzmanlar tarafından. Buranın çok soğuk kışı
olduğundan dolayı vatandaşların burada kışın o soğuk
etkilerinden arınmak üzere burayı da yerleşim yeri
olanağı olarak kullandığını söylemekte. Tabii
bunların netleşebilmesi için çok daha kapsamlı
çalışması gerekiyor."
"Tanıtımı iyi yapılmalı"
Yıldızhan, Aydıntepe Yeraltı Şehri'nin yörenin en
önemli turizm merkezlerinden biri olduğunu ancak
yeterli ilgiyi görmediğine dikkati çekerek,
konuşmasını şöyle sürdürdü:
"Gerek idareciler olarak biz gerekse sivil toplum
kuruluşlarının buranın tanıtımını iyi yapması
gerekiyor, reklamını iyi yapması gerekiyor.
Karadeniz Bölgesi'ndeyiz, Yeşil Yol kapsamındayız. O
kapsamda buranın duyurusunun çok iyi yapılması
gerekiyor. Tur operatörlerinin programına
girebilirsek bölgemiz, tanınırlık, turizm gelirleri
açısından çok büyük katkısı olacağına inanıyoruz.
Gerek Bayburt Üniversitesi, gerek Kültür ve Turizm
Bakanlığı projeleri olsun ama bir an evvel el atılıp
canlandırılmaya ihtiyacı olan bir bölgedeyiz. Bu
sene 8 bin hatta onun da üzerinde ziyaretçinin
gezdiğini bilgisini verdi arkadaşlarım. Bu sayıyı 15
binlere taşımak istiyoruz."
Arap turistlerin Karadeniz Bölgesi'ne ilgisine
değinen Yıldızhan, "Onları Karadeniz'in iç bölgesine
doğru da çekmek istiyoruz. Umarım güzel
çalışmalar olur bu bölgede" dedi.
Yıldızhan, halihazırda gezilebilir alanı bin 200
metre olan Aydıntepe Yeraltı
Şehri'nde üniversitelerce yapılan sismik
araştırmalarda şehrin güneydoğusunda ve
güneybatısında çok daha uzak mesafelere ulaştığını
da sözlerine ekledi.
Aydıntepe Belediye Başkanı Haşim Şentürk ise
kendi imkanlarıyla yer altı şehrinde çalışmalar
yaptıklarını kaydederek, "İmkanlarımız kısıtlı
olduğu için tam faaliyetli çalışamıyoruz. Kültür ve
Turizm Bakanlığı da destek olur, burada güzel bir
çalışma yaparsak çok güzel olacak. Burayı turizme
kazandırmak için biz projelerimizi yapıp sunacağız.
İmkanlarımız kısıtlı olduğu için biz fazla bir şey
yapamıyoruz, yardım istiyoruz" ifadesini kullandı.
Anadolu Ajansı, Haber: Abdülkadir Nişancı,
27.09.2015
|
ANTİK HİPODROM GÜN YÜZÜNE ÇIKARILIYOR
Geçmişte birçok medeniyete ev sahipliği yapan
ve "hoşgörü kenti" olarak bilinen Hatay'da "antik
hipodrom" alanında 2013 yılında
başlatılan kazılar devam ediyor.
Kazı Heyeti Başkanı ve Mustafa Kemal Üniversitesi
(MKÜ) Öğretim Üyesi Doç.Dr. Hatice Pamir, AA
muhabirine, hipodromun önemli tarihi özellikler
taşıdığını, çalışmalarda Roma ve Hellenistik döneme
kadar uzanan alanın yerleşim tarihine tanıklık eden
çeşitli bulgulara rastladıklarını söyledi.
Kazı çalışmalarına arkeologların yanı sıra farklı
disiplinlerden mimar, kartograf, jeofizik
uzmanların da görev aldığını ifade eden
Pamir, "Antik çağda at yarışlarının yapıldığı o
dönemin en büyük hipodromunu ortaya çıkarmaya
çalışıyoruz. Arkeologlar, işçiler ve restorasyon
uzmanları ile çalışmalarımızı sürdürüyoruz" diye
konuştu.
Pamir, Antakya'nın, antik çağın 2-3 ve
4'üncü yüzyıllarda en büyük şehirlerinden biri
olduğunu, Roma ve İskenderiye gibi büyük şehirlerle
eşit düzeyde yer aldığını bildirdi.
Pamir, şöyle devam etti: "Dolayısıyla yapı da o döneme tanıklık etmiş en
büyük yapılarından bir tanesi. 1939 yıllarında
Fransız döneminde, yapıya ve tanımlamaya yönelik
kısa bir çalışma yapılmış. O verilere göre 500
metre uzunluğa sahip bir arenası var. Hipodromun
genişliği de yaklaşık 75 metreyi buluyor. Boyutları
itibariyle baktığımızda, o dönem dünyasının en büyük
yapıtlarından bir tanesi. Örneğin
Roma'daki Circus Maximus 600 metre uzunluğa sahiptir
ve bu hipodromdan yaklaşık 100 yıl sonra milattan
sonra 80'de yapılmıştır. Antakya
Hipodromu'nun inşası ise yazılı kaynaklara göre
milattan önce 67 yılındadır. Bu tarihten öncesine
uzandığına dair arkeolojik veriler 1930'lu yıllarda
kazı raporlarında geçmektedir. Roma döneminin en
büyük hipodromu olarak bilinen Circus Maximus'dan
çok daha önce inşa edilen Antakya Hipodromu, bu
bakımdan bakıldığında dünyanın en büyük hipodrom
yapılarından birisi."
Pamir, Antakya'nın eski çağlarda yaklaşık 400 yıl
boyunca olimpiyat oyunlarının düzenlendiği bir şehir
olduğunu söyledi.
Hellenistik döneme ait saray beklentisi
var
Kazı çalışmalarının bulunduğu alanın
Hellenistik
dönemde aynı zamanda yerleşim yeri olduğunu da
değinen Pamir, "Antik kayıtlarda birtakım yapılardan
bahsediliyor. Bu yapılardan bir tanesi de saray.
Burası Hellenistik dönemde yerleşim yeri olduğu için
kentin çekirdeğini oluşturuyordu. Biz de buradaki
çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Kazı çalışmasının
olduğu yapıya bitişik mekan yapıları üzerinde mekan
araştırmaları yapıyoruz. Bu çalışmalar içerisinde en
önemli olan 'Basileia' adında bir saray yapısı
olduğudur. Bununla ilgili elimizde çok veri var. Son
derece görkemli bir saray yapısının olduğu,
Hellenistik döneminde var olduğu, Roma döneminde de
restorasyon yapılarak yerleşildiğine ilişkin
bilgiler var" ifadesini kullandı.
Pamir, kazının sabır ve büyük dikkat isteyen bir
çalışma olduğunu vurgulayarak, çalışmaların sadece
kazıyla sınırlı olmadığını dile getirdi. Pamir,
kendi çağına tanıklık eden antik belgeler, alanda
1932-1939 yılları arasında yapılan kazı raporları ve
belgeler gibi her türlü belgeyi araştırdıklarını
belirterek, "Tüm bunları bir araya getirerek
çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Henüz kazı
çalışmamızın ikinci sezonunu yapmaktayız" dedi.
Pamir, hipodrom alanındaki kazı çalışmalarına 20
kişilik ekiple devam ettiklerini kaydetti.
Antakya hipodromu
Antakya İlçesi'ndeki Küçükdalyan Mahallesi'nde
bulunan ve gerçek bir hikayeyi konu alan "Ben
Hur" filminin ünlü araba yarışı sahnesinin
geçtiği hipodrom, geçmişte olimpiyat oyunlarının
düzenlendiği prestijli bir yapı olarak biliniyor.
Antik kayıtlarda, üzerinde inşa edilen saray
yapısından dolayı "Basileia" olarak da adlandırılan,
Hellenistik döneme ait yapının tüm görkemiyle ortaya
çıkarılması Hatay'ın turizm potansiyelinin
arttırılması açısından büyük önem taşıyor.
Anadolu Ajansı, Haber: Halit Demir, 27.09.2015
|
ANTİK KENTİN SAKİNLERİNİN ZENGİNLİĞİNE ULAŞILDI

Komana Pontika antik
kentinde yapılan kazılarda
Danişmend/Selçuklu döneminde burada varlıklı bir
halkın yaşadığına dair bulgular elde edildi.
ODTÜ Mimarlık Fakültesi Yerleşim Arkeolojisi
Anabilim Dalı Öğretim Üyesi ve Kazı Heyeti Başkanı
Prof.Dr. Burcu Erciyas, AA muhabirine yaptığı
açıklamada, antik kentte 2015 yılı kazı
çalışmalarının tamamlandığını belirtti.
Kazı
çalışmalarının 45 gün sürdüğünü bildiren Erciyas,
"Çok verimli bir kazı dönemi geçti. Daha önce
planladığımız gibi kiliselerimizin üzerlerini
tamamen açığa çıkarttık. Böylece kiliselerin
planlarını ve kesin olarak tarihlemelerini
yapabildik. Ortaya çıkarttığımız 2 kilise, Orta
Bizans dönemi yani 10 ila 11. yüzyıllara
tarihlenebiliyor. Bu sene de onun üzerinde işlikler
çıkmaya devam etti. Yani 12. 13. yüzyıl Danişment
kalıntıları. Bu kalıntıların büyük bir zenginlik
içerdiğini de gördük" dedi.
Komana'da çok
çeşitli buluntulara rastladıklarını anlatan Erciyas,
ortaya çıkan eserlerden bölgede varlıklı bir halkın
yaşadığına yönelik fikir verdiğini belirtti.
Prof.Dr. Erciyas, şöyle konuştu:
"Özellikle seramik çeşitliliği, seçilen desenler,
uygulanan teknikler ve elde ettiğimiz diğer
bulgular; mesela cam eserler, sikkeler; bu dönemde
Komana'da büyük bir zenginlik ve dış ticaret
olduğunu gösteriyor. İşlikler aynı zamanda önemli
bir üretim merkezi olduğunu da öneriyor. Nitekim
işliklerde artık metal üretimden, cam üretiminden ve
kemik üretiminden bahsetmemiz mümkün. Bu sene
seramik üretimine dair izlere de rastladık. Henüz
fırını ortaya çıkarmadık. Biraz daha kuzeye doğru
çalışmamız gerektiğini düşünüyorum. Fırınların da
artık işlikler bölgesinde olduğunu biliyoruz."
Antik kentte Osmanlı konutları
Komana antik kenti kazı çalışmalarında Osmanlı
konutlarını da bulduklarını belirten Erciyas,
"Osmanlı konutları da buluntular arasında. Osmanlı
konutlarının da planlarını ortaya çıkarmaya devam
ediyoruz. Bu sene Roma dönemine ait heykel bulduk. 1
ila 3. yüzyılda yani erken Roma döneminde de burada
yoğun hayat olduğunu söyleyebileceğimiz kanıtlar
bulduk. Çeşitli, kaliteli ve kimi zaman ithal
edilmiş seramikler Komana'da Roma dönemi
yerleşiminin de boyutları hakkında bilgi veriyor"
dedi.
Erciyas, antik kentte yaşayanların
hangi iş kolları ile uğraştıklarına dair bilgilere
ulaştıklarına da dikkati çekerek, "Burada
yaşayanların farklı dönemlerde ki iş alanlarını
söylemek mümkün. Bizans dönemindeki kemiklerde
yapılan antropolojik çalışmalar halkın daha çok
tarımla uğraştıklarını gösteriyor.
Danişment/Selçuklu dönemlerinden elde edilen
zoolojik ve botanik veriler yine halkın tarımla
ilgilendiklerini düşündürüyor. Çünkü çok zengin
meyve, yemiş, tahıl çeşitleri var. İşliklerde
gözlemlediğimiz el sanatları ve zanaatlerde iş
kolları hakkında kapsamlı bilgiler sağlıyor"
ifadesini kullandı.
Komana Pontika
Antik Kenti
Mitridat Krallığı'nın
yönetiminde önemli bir kültür merkezi olan ve Roma
İmparatorluğu döneminde de özerkliğini koruyan
Komana Pontika'nın, tarihte Anadolu tanrısı Ma'ya
adanmış kutsal alan olduğu belirtiliyor. Aynı
zamanda ticaret merkezi olduğu ifade edilen
bölgenin, o dönemde kutsal alanda düzenlenen
festivaller, zengin pazar yeri ve kenti çevreleyen
verimli arazisiyle Anadolu'nun tüm bölgelerinden
ziyaretçi çektiği kaydediliyor.
ODTÜ ve
TÜBİTAK tarafından da desteklenen Komana Pontika
Arkeolojik Araştırma Projesi, Orta Karadeniz
bölgesinin klasik çağ kenti Komana Pontika'nın
konumunu belirlemek ve kentsel dokusunu anlamak
amacıyla 2004 yılında uygulamaya konulmuştu. Gümenek
Hamamtepe bölgesindeki yüzey araştırmalarının
ardından antik kentin gün yüzüne çıkartılması için
kazı çalışmaları başlatılmıştı.
Türkiye Gazetesi,
27.09.2015 |
TARİHİ MEDRESE 8 ASIR SONRA YENİDEN EĞİTİMİN
HİZMETİNDE
Anadolu Selçuklu Hükümdarı 1. Alaeddin Keykubat'ın
eşi Hunat Hatun tarafından 1238 yılında yaptırılan
ve o dönemin üniversitesi olarak kullanılan Hunat
Hatun Kültür ve Sanat Merkezi 8 asır aradan sonra
yeniden eğitime hizmet veriyor.
Vakıflar Bölge Müdürlüğünden Kayseri Büyükşehir
Belediyesine devredildikten sonra restore edilen
tarihi yapının içinde geçmişi yüzyıllara dayanan
ancak unutulmaya yüz tutmuş ebru, ney, tespih,
kaligrafi, hüsnühat, tezhip, çini sanatlarının icra
edilip eğitim verildiği atölyelerin yanı sıra aile
danışma merkezi ile hadis, Osmanlıca, Arapça
derslerinin verildiği bölümler bulunuyor.
Yediden yetmişe isteyen herkes bu atölyelere ve
merkezlere gelerek eğitim alabiliyor.
Hunat Hatun Kültür ve Sanat Merkezi Müdürü
Mehmet Esat Yakut, AA muhabirine yaptığı açıklamada,
yaklaşık 800 yıl önce medrese olarak yaptırılan ve
öğrencilerin kaldığı 20 oda, yaz ve kış
dersliklerinin bulunduğu bölümlere sahip tarihi
binanın, unutulmaya yüz tutmuş Türk İslam
sanatlarının yaşatıldığı, yeniden hayat bulduğu bir
mekan haline getirildiğini söyledi.
Merkezin tarihi bir değer olduğunu vurgulayan
Yakut, şöyle devam etti: "8 asır önce öğrencilerin yüksek ilim tahsil
ettiği medresede şu anda tezhipten ebruya,
hüsnühattan çiniye, neyden kaligrafiye ve
resme kadar birçok alanda isteyen vatandaşlara
eğitim veriliyor. Yıllarını bu sanatlara vermiş
ustalar tarafından bu değerlerin
incelikleri anlatılarak gelecek nesillere
taşınmasına katkı sağlanıyor. Sadece el sanatları
alanında değil, Osmanlıca, Arapça ve Hadis öğrenmek
isteyen vatandaşlara da yine burada ders veriliyor
ayrıca aile danışma merkezi bulunuyor. Çiftlerimiz
gerek evlilik öncesi gerekse evlendikten sonra
buraya gelerek görevlilere kafalarına takılan
soruları sorabiliyor."
Medresede kış dersliği olarak kullanılan alanı
100 kişilik konferans salonuna çevirdiklerini ve
burada da toplu eğitimlerin, sunumların yapıldığını
anlatan Yakut, atölyelerin ve diğer dersliklerin hiç
boş kalmadığını, vatandaşların yoğun ilgi
gösterdiğini belirtti.
Buluşma adresi oldu
Yakut, medrese içinde eyvan olarak bilinen ve
yazın derslerin verildiği bölüm ile orta kısımdaki
boş alanda da insanların oturup çay-kahve
içebildikleri nezih alanların oluşturulduğuna
değinerek, insanların buluşmak için ilk akıllarına
gelen yerin de Hunat Hatun Kültür ve Sanat
Merkezi olduğuna işaret etti.
Merkezin içinde el dokuması halı, soğanlı bebeği,
takı tasarım ürünleri gibi yöresel ve kültürel
ürünlerin de satışının yapıldığını aktaran Yakut,
merkezin, özellikle yerli ve yabancı turistlerin de
şehre geldiklerinde ilk uğrak yerleri arasında
olduğunu söyledi.
Yakut, merkez içinde yer alan sahafa gelen
vatandaşların da kolay kolay ulaşamayacakları eski
kitapları buradan satın alabildiğini sözlerine
ekledi.
Anadolu Ajansı, Haber: Musa Özyürek, 27.09.2015
|
RESTORE EDİLEN TARİHİ CAMİ 10 YIL GEÇMEDEN ÇÖKTÜ
2005'te restore edilen Ankara Hamamarkası'ndaki 400
yıllık tarihi Zeynel Abidin Camii'nin duvarı çöktü.
Restorasyon hatalarını, oluşan çatlakları daha önce
iki kez duyurduk, fakat kimse ilgilenmedi. Yıkımın
nedeni, kalitesiz malzeme ve ‘az zamanda çok iş
yaptık' mantığıyla yapılan özensiz ve hızlı
çalışma...
Ankara'nın eski yerleşim yerlerinden Altındağ
Hamamarkası semtindeki tarihi Zeynel Abidin Camii,
2005 yılında restore edildi. Fakat su gideri
yapılmadığı için yağmur ve kar suları caminin
temeline aktı. Restorasyonun üzerinden 7 yıl bile
geçmeden camide çatlaklar oluştu. Zaman'ın iki kez
gündeme getirdiği çatlaklara önlem alınmayınca
tarihi caminin bir duvarı geçtiğimiz haftalarda
tamamen yıkıldı. Artık namaz kılınmayan cami önlem
alınmazsa yok olma tehlikesiyle karşı karşıya.
17. yüzyılda yapıldığı bilinen Zeynel Abidin
Camii ve Türbesi, Altındağ Sakarya Mahallesi
Cevizaltı Sokak'ta bulunuyor. 2005 yılında Ankara
Büyükşehir Belediyesi ile Vakıflar Genel Müdürlüğü
arasında yapılan protokolle caminin aslına uygun
restore edilmesi kararlaştırıldı. Zeynel Abidin
Camii'nin restorasyon işi, özel bir şirkete verildi.
Dört ay süren çalışmanın ardından cami ve türbenin
açılışı, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih
Gökçek'in eşi Nevin Gökçek, dönemin Büyükşehir
Belediyesi Meclis Başkanı Seyfi Saltoğlu ve dönemin
Vakıflar Genel Müdür Yardımcısı Ahmet Tanyolaç'ın
katılımıyla gerçekleştirildi. Mihrap dışında bütün
bölümleri restore edilen caminin iç ve dış
duvarları, çamur sıva ile sıvandı.
Tanyolaç, açılışta yaptığı konuşmada
restorasyonun aslına uygun yapıldığını, caminin
artık koruma altına alındığını ve bundan sonra
herhangi bir sorunla karşılaşılmayacağını belirtti.
Ancak camiyi restore eden firmanın hem kalitesiz
malzeme kullanması hem de özensiz çalışması sonucu
caminin duvarlarında çatlaklar oluştu. Su giderleri
yapılmadığı için kar ve yağmur suları caminin
temeline aktı. Ahşap ve kerpiçten yapılan caminin
duvarları ve temeli bu suya dayanamadı. Caminin her
tarafında büyük çatlaklar, kırılmalar oluştu.
Zaman'ın gündeme getirdiği çatlaklara önlem
alınmadı. Bunun sonucunda tarihi caminin kuzey
duvarı geçtiğimiz haftalarda tamamen çöktü.
Mahalle sakinleri, restorasyon firmasının
açılıştan bir süre sonra ortadan kaybolduğunu
belirterek, şunları kaydetti: “Firmanın işin ehli
olmadığı ortaya çıktı. Vakıflar Bölge Müdürlüğü'ne
başvurduk, restorasyonu yapan firmayla ilgili bilgi
alamadık. Camide de firmaya dair herhangi bir belge
bulunmuyor. Firmanın restore ettiği diğer iki cami
geçtiğimiz yıl yeniden bakıma alındı. Zeynel Abidin
Camii göz göre göre yıkıldı.”
Zaman, Haber: Ünal Livaneli, 26.09.2015
|
VAN GOGH VE MUNCH İLK KEZ BİR ARADA
Dünyaca ünlü ressam Vincet van Gogh ile Norveçli
ressam Edvard Munch'ın eserlerini bir araya getiren
‘Munch: Van Gogh' adlı sergi Hollanda'daki Van Gogh
Müzesi'nde dün açıldı.
Bu sergi önemli, şu açıdan; Van Gogh ve Munch,
aynı yıllarda yaşadı, Paris'te aynı yıllarda
bulundu, aynı sokaklardan geçti ama yolları hiç
kesişmedi. İkisi de özel hayatlarını, bunalımlarını,
öfkelerini tuvale yansıtarak duygu yüklü eserler
ortaya koydu, hatta benzer teknikler kullandılar.
Sanat tarihçileri de onların resimlerini hep
karşılaştırdı. Fakat tabloları bugüne kadar hiçbir
sergide yan yana gelmedi. Van Gogh Müzesi'ndeki
sergi bu açıdan ilk olma özelliği taşıyor.
Munch'ın acı çeken bir ruhu resmettiği, en ünlü
tablosu ‘Çığlık' ile sergide hemen karşısına
yerleştirilen Van Gogh'un ‘Trinquetaille Köprüsü',
sanatçıların bakış açıları arasındaki benzerliği
ortaya koyan iki önemli eser. Munch'ın 1922'de
yaptığı “Starry Night” tablosu ile Van Gogh'un
1888'de yaptığı “Starry Night Above the Rhone”
tablosu da yine yan yana sergileniyor.
Sergide, dört ayrı versiyonu bulunan ‘Çığlık'ın
Oslo'daki Munch Müzesi'nden getirilen ilk versiyonu
yer alıyor. Tabloların üçü Norveç'te. Dördüncüsü ise
2012'de 120 milyon dolara dünyanın en pahalı sanat
eserlerinden biri olarak açık artırmaya
çıkarılmıştı. Munch'ın “The Sick Child” ve “Madonna”
gibi az bilinen eserleriyle birlikte 75 tablosunun
yer aldığı retrospektif sergisi, eylül başına kadar
Munch Müzesi'ndeydi ve sergi 170 bin ziyaretçiyle
müze rekorunu kırmıştı. Önceki yıl 1,6 milyon
ziyaretçisi olan Van Gogh Müzesi ise, ‘Munch: Van
Gogh' sergisinin Amsterdam ayağıyla en yüksek
ziyaretçi sayısına ulaşmayı hedefliyor. Bu özel
sergi 17 Ocak 2016'ya kadar devam edecek.
Zaman, 26.09.2015
|
İSLAMİ ESERLERE İLGİ BÜYÜK
8 Ekim'de dünyaca ünlü Christie's Sanatevi'nde 190
parça İslami eser satışa sunulacak. Bu eserlere
ilginin her geçen gün arttığını söyleyen İslami
Eserler Bölüm Başkanı Sara Plumbly, "Türkiye'de de
önemli bir müşteri kitlemiz var. Özellikle Osmanlı
eserleri büyük ilgi görüyor" dedi
Dünyaca ünlü Chrstie's Müzayede ve Sanatevi'nde 8
Ekim'de yapılacak İslami eserler müzayedesi için
geri sayım başladı. Son yıllarda İslami eserlere
ilginin yükselen bir trendde olduğunu söyleyen
Christie's İslami Eserler Bölüm Başkanı Sara
Plumbly, Türkiye'de de önemli bir alıcı kitlesinin
oluştuğunu söyledi. Müzayedeyle ilgili Türk
koleksiyonerleri bilgilendirmek için üç günlüğüne
Türkiye'ye gelen Plumbly ile satışa sunulacak
eserleri konuştuk.
İslam eserlerinin
Christie's için önemi nedir?
9 yıldır
yılda iki kez İslami eserler müzayedesi yapıyoruz.
Bizim için bu müzayede son derece önemli. Çünkü çok
kıymetli eserleri satışa sunacağız. İslami eserlere
ilgide önceki yıllara göre büyük artış var. Bu yıl
için de beklentimiz yüksek.
Türkiye
pazarı Christie's için ne anlam ifade ediyor?
Birebir koleksiyonerlerle konuşmak, eserleri
tanıtmak ve bilgi vermek için geldik. Türkiye bizim
için olgunlaşan önemli bir pazar. Daha çok çağdaş
sanatla ilgilenen genç koleksiyonerler bile İslami
eserlere ilgi gösteriyor. Ayrıca çok oturmuş bir
koleksiyoner grubu var.
Bu müzayedede
Osmanlı eserleri önemli bir yer tutuyor sanırım...
Satışa sunulacak 190 eserin yaklaşık
5'te 1'i Osmanlı'ya ait. Bu nedenle Türkiye bizim
için çok önemli bir pazar. Kendi kültürlerinin eseri
olduğu için Türkler bu eserlerle daha yakından
ilgileniyor. Toplamda 3-4 milyon poundluk satış
bekliyoruz.
Türkiye temaslarınız
verimli geçti mi?
Çok verimli geçti.
Bizden sürekli ve düzenli olarak alım yapan
koleksiyonerlerle iletişime geçtik. Ayrıca
potansiyel koleksiyonerlerle temas ediyoruz
Ortadoğu'da sıkıntı olması nedeniyle negatif
bir durum bekliyor musunuz?
Şu ana kadar
müzayedelerimize olan ilgide bir azalma hissetmedik.
Müşterilerimiz arasında Ortadoğu orijinli olup
Batı'da yaşayan koleksiyonerler de var. Böyle bir
satışın olması da İslam'ın köklü kültürün
gösterilmesine iyi bir vesile oluyor. Ayrıca
müzayedede önemli bir yer tutan çinilere tüm
dünyadan koleksiyonerler büyük ilgi gösteriyor.
Sultan Abdülaziz'in el yazması Kuran'ı
satılacak
18'inci Yüzyıl'ın ikinci
yarısında Mahmut Celaleddin tarafından yazılan
Sultan Abdülaziz'e ait el yazması Kuran-ı Kerim, 300
bin pounda satışa sunulacak. Sultan Abdülaziz'in
kızı Nazime Sultan'ın ihtiyaçtan sattığı iddia
edilen kuran, Suudi Arabistan Kralı tarafından Irak
Başbakanı Al Gaylani'ye hediye edilmiş.
Rüstem Paşa Camisi'nden çok etkileniyorum
Annesi Mısırlı babası İngiliz olan Sara Plumbly,
halen Christie's'te İslam ve Hint Sanatları Bölümü
Direktörü olarak görev yapıyor. Durham
Üniversitesi'nde Arap ve Pers Edebiyatı eğitimi
aldıktan sonra Kahire'deki Amerikan Üniversitesi'nde
bir yıl Arapça eğitimi alan Plumbly, işi gereği sık
sık Türkiye'ye geliyor. Ziyaretleri sırasında
Türkiye'deki camileri gezdiğini anlatan Plumbly, en
fazla Rüstem Paşa Camisi'nden etkilenmiş: "Oradaki
İznik çinileri hiçbir yerde yok. Çok huzurlu bir
mekan."
Sabah, 26.09.2015
|
İNGİLİZ ARKEOLOĞUN KEŞİFLERİ SERGİLENİYOR
Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma
Merkezi (ANAMED), İngiliz arkeolog John Garstang'ın
Hitit uygarlığının izinde Anadolu'da
gerçekleştirdiği çalışmaları sergiliyor.
Liverpool Üniversitesi işbirliğiyle hazırlanan ve
Garstang Arkeoloji Müzesi arşivinden derlenen
fotoğraf ve tarihi belgelerin yer aldığı serginin
küratörlüğünü yine Liverpool Üniversitesi'nde
öğretim üyesi olan Alan M. Greaves üstleniyor. 17
Eylül'de açılan “Anadolu'da John Garstang'ın Ayak
İzleri” isimli sergi, 10 Aralık 2015'e kadar ziyaret
edilebilecek.
Zaman, 26.09.2015
|
 |
MONA LİSA'YA AİT OLDUĞU İDDİA EDİLEN KEMİK PARÇALARI
BULUNDU

Floransa’daki Sant Orsola Manastırı’nda kazı yapan
bilim adamları tarafından Leonardo Da Vinci’nin
meşhur Mona Lisa tablosundaki ipek tüccarı Francesco
Del Giocondo’nun eşi Lisa Gherardini’ye ait olduğu
iddia edilen kemik parçaları buldu.

Radyokarbon testleri sonuçları kemiklerin 1542’de
ölen Gherardini’nin olduğunu gösteriyor ancak
bulunan kemikler DNA testi yapılabilmesi için
gerekli ölçüm seviyelerinin çok altında.
Bologna
Universitesi’nden Giorgio Gruppioni The Guardian’a
yaptığı açıklamada en büyük sorunun kemiklerin
dağılmış ve bozulmuş olduğunu, eğer bir kafatası
bulunmuş olsaydı yüzü modern tekniklerle yeniden
kurgulayıp dünyaca ünlü portre ile karşılaştırmış
olabileceklerini söyledi.
39-40 yaşlarında Da Vinci’ye modellik yapan Lisa
Gherardini hayatının son yıllarını Floransa’daki
manastırda geçirmiş ve 63 yaşında vefat etmiştir.
arkeolojihaber.net, Kaynak:
archaeology.org Fotoğraf: theguardian.com
Çeviri: Ayşen Yolcu, 25.09.2015
|
BRITISH MUSEUM'A ALMAN MÜDÜR

Alman sanat tarihçisi Hartwig Fischer, British
Museum’un yeni direktörü oldu. 150 yıldır ilk kez
yabancı uyruklu birinin British Museum’un başına
getirilmesi, İngiliz basının ilgisini çekti. En
son1856 ve 1866 yılları arasında British Library ve
British Museum birleştirildiğinde başına İtalyan
kütüphaneci Sir Anthony Panizzi geçmişti.
British Museum’un başına beş aydır bir direktör
aranıyordu. Müzenin ziyaretçi sayısını artıran ve 13
yıldır başarıyla yöneten
ünlü müzeci Neil MacGregor, Berlin’deki bir
büyük müze projesinin başına geçmek üzere British
Museum’dan ayrılacağını açıklamıştı. İngiliz
başbakanına, Alman sanat tarihçisi Fischer’in
tavsiye edildiği ve atanacağı haberi henüz resmen
teyid edilmese de bütün İngiliz basınında yer aldı.
Yani,
İngiltere
Almanya ’ya gönderdiği önemli müzecisi
karşılığında Almanya’dan önemli bir müzeci getirmiş
olacak. MacGregor’ın Almanya’ya gitmesi de ilgi
çekmiş, bunu bizzet Merkel’in organize ettiği
yazılıp çizilmişti.
Yeni direktör Hartwig Fischer, Dresden Sanat
Koleksiyonları’nın başındaydı. Bu 14 müzeyi kapsayan
geniş bir
kültür sanat ağı olarak tanımlanıyor.
Radikal, 25.09.2015
|
VAN GÖLÜ 7 BİN YILDA BÜYÜDÜ
Van Kalesi höyüğünde
yapılan kazılarda elde edilen yeni bulgular, Van
Gölü'nün 7 bin yıl öncesinde küçük bir göl olduğunu
ve zamanla yükselerek bugünkü büyüklüğüne ulaştığını
ortaya çıkardı.
Urartular ile ilgili kazı çalışmaları yapan ve yeni projelerle araştırmalarını sürdüren üniversiteler, bugüne kadar yaptıkları çalışmalarla hem Urartular hakkında saklı bilgilere hem de kentin eski dönemlerine ışık tutmaya çalışıyor.
7 binli yıllara dayanan geçmişiyle bilim adamlarını cezbeden Eski Van Şehri, Van Kalesi ve Van Gölü etrafındaki eski yerleşim yerlerinde yapılan kazı çalışmaları, hem kentin geçmişinin bilinmesini hem de jeoloji başta olmak üzere farklı bilim dallarına da yeni bilgiler kazandırılmasını sağlıyor.
Kültür ve Turizm Bakanlığı izniyle Van Kalesi, Eski Van Şehri ve Van Kalesi höyüğünde kazı çalışması yürüten İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Van Bölgesi Tarih ve Arkeoloji Merkezi de Van Gölü'nün 7 bin yıl öncesindeki seviyesine dair bilgilere ulaştı.
- Van Gölü, en yüksek seviyesinde -
Merkez Müdürü ve Kazı Başkanı Doç.Dr. Erkan Konyar, AA muhabirine yaptığı açıklamada, deniz seviyesinden bin 646 metre yükseklikte, derinliği 450 metreyi aşan ve etrafı karadan 430 kilometre olan Van Gölü'nün, binlerce yıl öncesinde daha küçük olduğunu söyledi.
Bölgenin asırlar öncesindeki sosyal ve kültürel yaşamına ilişkin Van Kalesi çevresinde 6 yıldır kazı çalışmaları yürüttüklerini ve önemli bulgulara ulaşıldığını anımsatan Konyar, ancak höyükteki son kazı çalışmasının bölgenin jeolojik yapısıyla ilgili çalışmalara da katkı sağladığını ifade etti.
Çalışmalarında Van Ovası tabanının yaklaşık 2 metre derinliğine indiklerini kaydeden Konyar, veriler çerçevesinde Van Gölü'nün hiçbir zaman bu seviyeye kadar ulaşmadığını gördüklerini ifade etti.
Bunun arkeolojik verilerin, jeolojik verileri destekleme noktasında büyük önem taşıdığını anlatan Konyar, şöyle konuştu: "Yani MÖ 5 bininci yılda Van insanı, bu seviyenin yaklaşık 3 metre altında yaşıyordu ve göl daha gerideydi. Van Gölü seviyesi öncesine göre daha yüksek. Bu konu tabii çok tartışılan bir konu. Özellikle su altı araştırmaları yapıldığında, belki Van Gölü'nün sahil kısmındaki bir bölümün ya da bir iki kilometre açığında, yine Urartu yerleşmeleri gibi daha erken yerleşmelerin de bulunabileceğini tahmin edebiliriz. Çünkü bu arkeolojik veriler gölün o dönemde en azından milattan önce 9. yüzyılda, yani günümüzden 2 bin 700 yıl önce daha da geride olduğunu gösteriyor. Van Gölü şu an arkeolojik verilerle en yüksek seviyesinde."
- "Tuşba, liman kenti değil"
Van Gölü seviyesinde lokal farklılıkların yaşandığını, buna en iyi örneğin ise 1990 yılı olduğunu hatırlatan Konyar, ancak gölün milattan önce 5 bininci yıla kadar da bu seviyeye ulaşmadığını anlattı.
Gölün seviyesi ile ilgili, arkeolojinin elde ettiği verilerin, jeofizik veya coğrafi yerleşim verilerine de katkı sunduğuna dikkati çeken Konyar, şunları ifade etti: "Genelde Madır Burcu'nun liman olduğu bilgisinin, günümüzden 2 bin 700 yıl öncesine baktığımızda bu yıl ki arkeolojik verilerle çürütüldüğünü görürüz. Çünkü hiçbir zaman Van Gölü, Van kayalığının dibine kadar gelmedi, yükselmedi, hep gerideydi. Kanallar vasıtasıyla belki bir ulaşım sağlanmış olabilir ama hiçbir zaman Van Denizi bu seviyeye kadar ulaşmadı. Dolayısıyla o verilerin hepsi bu arkeolojik verilerle çürüyor. Madır Burcu'nun bir liman, Tuşba'nın bir liman kenti ve deniz kenarında olduğu verileri, bu yıl yaptığımız çalışmalarla çürümüş oldu. Bu sadece Urartularla ilişkili değil, milattan önce 5 binlerde, yani 7 bin yıl önce de göl bu seviyenin altındaydı."
Radikal, Haber: Sıtkı Yıldız, 24.09.2015
******
VAN'DA 3 BİN YILLIK KÖPEK İSKELETİ BULUNDU

Urartu Krallığı'nın başkenti Tuşba'da yapılan kazılarda bir evin altında yaklaşık 3 yıllık olduğu tahmin edilen köpek iskeleti bulundu.
Kültür ve Turizm Bakanlığının izniyle Van Kalesi'nin kuzeyindeki höyükte İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Van Bölgesi Tarih ve Arkeoloji Merkezi Müdürü Doç.Dr. Erkan Konyar başkanlığında yürütülen kazılarda bulunan eserler ve kalıntılar, Urartu Krallığı ve dönemin yaşamıyla ilgili yeni bilgilere ulaşılmasını sağladı.
Höyükte süren kazılarda bulunan ve yaklaşık 3 bin yıllık olduğu tahmin edilen köpek iskeleti, 6 yıldan bu yana Van Kalesi ve çevresindeki tarihi mekanlarda kazı çalışmaları yürüten ekibi şaşırttı.

Doç.Dr. Konyar, AA muhabirine yaptığı açıklamada, höyükte yaklaşık bir ay süren kazılar sonucu, Urartu'nun sivil mimarisi olan aşağı yerleşmeleri ortaya çıkarmaya çalıştıklarını söyledi.
Halkın yaşadığı alanlar olarak görülen bölgenin, aslında o dönemin elit kesiminin yaşamını sürdürdüğü yerler olduğunu ifade eden Konyar, ortaya çıkardıkları buluntu, kil tablet ve süs eşyalarının bunu ortaya koyduğunu dile getirdi.
Son aşamada buldukları bir köpek iskeletinin ise kendilerini hayrete düşürdüğünü anlatan Konyar, sözlerini şöyle sürdürdü: "Daha önceki Yonca Tepe kazıları gibi Van havzasındaki nekropol alanlarda bu tür örneklerle karşılaşıyorduk ama burada çok ilginç ve sıradışı bir durum var. Mekan içine köpeğini gömme durumu var. Bu da Urartuların hayvanseverliğini ortaya çıkarıyor. Küçükbaş hayvancılıkla ilgilenen bir toplumdan bahsediyoruz. Burada köpeğe değer verildiği anlaşılıyor. Belki de çok değerli bir köpekti. O yüzden mekan içerisine gömüldü."
Daha önce nekropol alanlarında bu tür buluntularla karşılaştıklarını anımsatan Konyar, ilk defa Urartulunun yaşadığı alana gömdüğü köpek iskeletini, olağan biçimiyle bulduklarını kaydetti.
İskeletin, Urartu kültürünün küçükbaş hayvancılık ve o çerçevedeki yaşam biçimi anlamında çok önemli bir buluntu olduğunu kaydeden Konyar, şunları söyledi: "Urartularda insanların yaşadığı alanda ilk defa bir köpek gömüsüyle karşılaşıyoruz. Yani evinin tabanına köpeğinin cesedini gömüyor. Muhtemelen bu bir çoban köpeği. Urartularla çoban köpeği arasındaki ilişkinin varlığı, daha önce nekropol alanlarında biliniyordu. Ama bu yerleşme yerinde, yani köpeği evine gömmesi, apayrı bir ilişkinin, daha özel bir ilişkinin varlığını gösteriyor. Bu günümüz ölçülerinde tanımlayamayacağımız kadar sağlam bir ilişkiyi gösteriyor. Bu sosyal yaşam açısından oldukça etkileyici. Hayvanseverlik açısından baktığınızda bu Urartuların ne kadar hayvansever bir toplum olduğunu da ortaya koyuyor. Çatalhöyük'te, erken kültürlerde insanlar yakınlarını, yaşadıkları alanın hemen altına gömerdi. Urartular ise hayvan gömmüş. Bu ilginç bir bağlantı."
Radikal, Haber: Sıtkı Yıldız, 27.09.2015
|
İSVİÇRE HERKÜL LAHDİNİ TÜRKİYE'YE İADE EDECEK

Cenevre Kantonu Başsavcılığı,
Roma Dönemi'ne ait üzerinde "Herkül'ün 12
işi"nin tasvir edildiği lahitin Türkiye'ye iade
edilmesine karar verdi.
Başsavcılıktan yapılan
açıklamada, 5 yıl önce Perge'den kaçırılan tarihi
eserin Türkiye'ye teslim edilmesine karar verildiği
bildirildi.
Cenevre Gümrüğü, Yunan
mitolojisinde Herakles, Roma mitolojisinde Herkül
olarak bilinen mitoloji kahramanına ait 12 figürün
tasvir edildiği lahitin kaçırılmış olabileceğine
dair bir ihbar üzerine yapılan incelemenin ardından
tarihi esere el koymuş ve Türkiye ile temasa
geçmişti.
İsviçre Kültür
Bakanlı'ğı ise, 2011'de ikinci yüzyılın sonlarında
Roma İmparatorluğu döneminde yapılan lahitin
Antalya'dan İsviçre'ye kaçırıldığını açıklamıştı.
Hürriyet, 24.09.2015
|
BREZİLYA'DA ELLERİYLE BİRLİKTE GÖMÜLMÜŞ 9 BİN YILLIK
KAFATASI BULUNDU

Doğu
Brezilya’da kazı yapan arkeologlar iki eliyle
birlikte gömülmüş kesik bir kafatası
buldu. Kemikler üzerinde yapılan incelemeler en
az 9000 yaşında olduğunu gösteriyor. Güney
Amerika’nın avcı-toplayıcı grubuna ait olan bu
insan kalıntısı Yeni Dünya’da bulunan en eski
ritüel kafa kesme işlemi örneği olabilir.
2007 yılından
günümüze dek süren kazılarda ‘Gömü 26’ olarak
adlandırılan mezarda 1 kafatası, 6 boyun kemiği
ile birlikte 2 el kemiği bulundu.
Buluşlar
kuşkusuz yeni Dünya’daki (Amerika Kıtası) en
eski kazı olmaları sebebiyle evrim teorisine
yeni bir yorum getirecek.
arkeolojihaber.net, Kaynak:
heritagedaily.com Çeviri: Ayşen Yolcu,
23.09.2015
|
PAHA BİÇİLEMEZ ZEYTUN İNCİLİ İÇİN ANLAŞMAYA VARILDI

Kaliforniya’daki J. Paul Getty Müzesi’nde sergilenen
750 yıllık incil sayfaları için Amerika Ermeni
Apostolik Kilisesi’nin açtığı dava sonuçlandı. Beş
senedir devam eden davada anlaşmaya varıldı;
sayfalar müzede sergilenmeye devam edecek.
Ermeni Soykırımı sırasında, 13. yüzyıldan kalan
incilin ilk sekiz sayfasının yırtılarak ABD’ye
götürüldüğü tahmin ediliyor.
Sanatsal, dini ve tarihi açıdan paha biçilmez
olan Zeytun İncili'nin sayfaları Getty Müzesi
tarafından 1994 yılında ismi açıklanmayan Ermeni bir
aileden 1 buçuk milyon dolara satın alınmıştı.
Ermeni Apostolik Kilisesi’nin açtığı davayla
ilgili 21 Eylül’de açıklama yapıldı ve incilin
müzede sergilenmesinin devam edeceğine karar
verildiği bildirildi.
Yaklaşık 100 sene önce Zeytun İncili'nde sökülen
parçaların ise Kilisenin mülkiyetinde olduğuna karar
verildi.
İncilin geri kalanı, Yerevan’daki Matenadaran
Müzesi’nde bulunuyor. 1256 tarihli İncil, ortaçağ döneminin en önemli
Ermeni tehzip ustası Toros Roslin’in imzasını
taşıyor.
Agos, 22.09.2015
|
BALYANLARIN MEZARLIĞI YENİLENİYOR

Aralarında Sarkis ve Krikor gibi Osmanlı’nın saray
mimarlarının bulunduğu Balyan ailesinin mezarlığı
yenileniyor. Üsküdar Surp Haç Mezarlığı’nda bulunan
aile mezarlığı, Ermeni Mimar ve Mühendisleri
Derneği’nin (HAYCAR) inisiyatifi ve Anuşavan Hraç
Kırmızıyan’ın sponsorluğunda restore edilecek. Proje
kapsamında
Geçtiğimiz aylarda Kartal Belediyesi’nin inşaat
şantiyesinde bulunan ve şu an Arkeoloji Müzesi’nde
yer alan
Garabet Balyan’ın mezarlığı da aile mezarlığına
eklenecek bir anıt mezar inşa edilecek.
Restorasyon için 18 Eylül’de Üsküdar Surp Haç
Mezarlığı’nda temel atma töreni düzenlendi. Törene,
mimarlar Jan Gavrilof, Nazar Binatlı ve Tavit Aynalı
katıldı.
Restorasyon çalışmalarının Mayıs 2016’da
tamamlanması hedefleniyor.
“Bakımsızlıktan rahatsız oldum”
Restorasyonu finanse edecek olan Anuşavan Hraç
Kırmızıyan, her sene Üsküdar Surp Haç Mezarlığı’na
yaptıkları ziyarette mezarlığın bakımsızlığı
nedeniyle restorasyonu üstlenmek istediklerini
belirtiyor:
“Üsküdar Surp Haç Mezarlığı’nda yatan
akrabalarımızın mezarlarını ziyaret ederiz.
Ziyaretler sırasında Balyan ailesinin yan mezarında
teyzem yatıyordu her yıl geldiğimde mezarlığın
bakımsız ve çok rahatsız edici olduğunu gördüm. Konu
hakkında Türkiye Ermenileri Patrikhanesi ve
HAYCAR’la temasa geçtim. Kardeşim Hagop Kırmızıyan
ile birlikte bu restorasyonu üstlenmek istedik çünkü
gün geçtikçe mezarlık kötüye gidiyordu anıtı Mayıs
2016’a kadar çalışmalarını bitirip açılışını yapmayı
planlıyoruz. Bu durumda projeyi yöneten Tavit
Aynalı, Kevork Özkaragöz ve Nazar Binatlı’ya çok iş
düşüyor. Benim attığım adım inşallah başka insanlara
da farkındalık yaratır ve bu tip yapılarımız
korunur.”
Askerlik görevini Davutpaşa Kışlası’nda yapan ve
üniversite öğretimini İstanbul Teknik Üniversitesi
Elektrik Elektronik Fakültesi’ni bitiren Kırmızıyan,
bu yapılarda da Balyan Ailesi’nin imzası olduğunu
öğrenince restorasyon çalışmasını yapmak için bir
vesilesi daha olmuş. Kendisine bu görevi bir borç
gibi gören Kırmızıyan bu yaptığı hayırseverlikle
örnek olmak istiyor.
Kırmızıyan, Balyan ailesinin inşa ettiği mimari
yapılardan oluşan bir harita hazırlamak istediğini
de sözlerine ekliyor.
Çalışmalar devam ediyor
Mezarlığın restorasyonuyla ilgilenen HAYCAR
mimarlarından Nazar Binatlı, şu an altyapı
çalışmalarının ve temel atma işleminin sona erdiğini
belirtti, yapılacak olan çalışmalar hakkında şunları
söyledi:
“Mermerlerin ilk günkü haline dönmesi için
Afyon’da bir fabrikada mermer yenilme çalışmaları
sürüyor. 1- 2 ay içerisinde mermerlerin çalışması
bitecek ve yerinde montaj işlemi gerçekleşecek.
Mermerlerin montaj işlemi sona erdikten sonra sütun
mermeri ve kemer montajlanacak. Hava şartlarının da
elverişli olduğu taktirde çalışmalar nisan, mayıs
ayında sona erecek ve açılışı gerçekleştirmiş
olacağız.”
Agos, Yazı ve Fotoğraf: Miran
Manukyan, 21.09.2015
|
BALİCİ KONAĞI
OLMUŞ

Kapı kilitleri kırılmış
halde kaderine terk edilmiş vaziyette duran ve
metruk bina halini almış olan Karakaş Konağı’nın
odaları uyuşturucu bağımlılarının kullandığı bali
kutuları ile dolu olduğu görülürken, konağın Milli
Emlak Müdürlüğü tarafından yapılan protokol ile
Malatya Büyükşehir Belediyesi’ne devredildiği,
belediyenin burayla ilgili herhangi bir çalışma
yapmadığı bildirildi.
BALİCİLER
KULLANIYOR
Niyazi Mısri Caddesi’nde
çevreyolu üzerinde restorasyonu 2001 yılında
başlanılan, ancak geçen sürede hiçbir şekilde
kullanılmayan, sürekli kurumlar arasında el
değiştiren Karakaş Konağı, tamamen balicilerin
hizmetine sunulmuş durumda.
Bekçisi ve çevresinde
güvenlik önlemi olmadığı gibi, giriş kapısı kilidi
kırılmış vaziyette açık duran Karakaş Konağı, gündüz
saatlerinde bile bali çeken gençlerin uğrak adresi
ve bazı odaları bali çeken gençler tarafından
kullanılıyor.
İsteyen herkesin rahatlıkla
içerisine girebildiği Karakaş Konağı’nın
restorasyonu için yapılan 1 milyon TL’yi aşkın
harcamaya karşın koruma ve emniyet altına alınmaması
dikkat çekiyor.
BALİCİLER BURAYI
YAKMIŞTI
Ticaret Borsası’nın yeni binası
ile Ticaret ve Sanayi Odası’nın hizmet binasının
arasında yer alan Karakaş Konağı’nın üzerindeki
arsanın bulunduğu nokta nedeniyle çok değerli olduğu
ifade ediliyor.
Karakaş Konağı’nda 13 Nisan
günü ikinci katta yangın çıkmış ve konağın ahşap
yapısının vernikli olması nedeniyle yangın kısa
sürede üst kat alevler içinde bırakmıştı. Çıkan
yangın nedeniyle bazı odaları tamamen zarar gören
Karakaş Konağı’ndaki yangının ağır tahribatı halen
olduğu gibi duruyor.
BÜROKRATİK İŞLEMLER…
Bu arada, 5366 Sayılı Kanun gereği Milli
Emlak Müdürlüğü ile Büyükşehir Belediyesi arasında
imzalanan devir protokolü nedeniyle, Maliye
Bakanlığı’nın tapunun Büyükşehir Belediyesi’ne
geçmesi için Bakanlar Kurulu’na teklifte bulunması
ve Bakanlar Kurulu’nun da karar alması gerekiyor.
Bürokratik işlemlerin halen sürdüğü öğrenildi.
Ancak konağın şuanda güvenlik ve korumasının
Büyükşehir Belediyesi tarafından sağlanması
gerekiyor.
HARABE DURUMDA…
Karakaş Konağı’nın iç kısmı tamamen harabe
şekilde. Bazı kapı ve pencerelerinin sökülerek
götürüldüğü görünen konaktaki bazı odalarında yer
döşemesi tahtalarının da sökülerek alındığı
belirtildi. Çıkan yangın sonrasında hiçbir korumanın
alınmadığı konak, yangın sonrasında harabeye dönmüş
durumda. Konağın sadece bir odasının az hasarla
ayakta kaldığı, diğer odaların ise tamamen zarar
gördüğü görüldü.
Malatya Haber, 17.09.2015
|
HARPUT KALESİ'NDE KAZI ÇALIŞMALARI SÜRÜYOR

Harput Kalesi’nde bu yıl iki noktada kazı
çalışmaları devam ediyor. Kazı Başkanı Doç.Dr.
İsmail Aytaç, 8-10 yıl sonra Harput’u Dünya Kültür
Mirası Listesi’nde görmek istediklerini söyledi.
Elazığ’ın en eski yerleşim yeri olan tarihi
Harput Mahallesi’ndeki Harput Kalesi’nde Kültür ve
Turizm Bakanlığı’nın desteğiyle Fırat
Üniversitesi
eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Bölümü ve Kazı
Başkanı Doç.Dr. İsmail Aytaç’ın sorumluluğunda 2015
yılının Harput iç kale kazıları 10 gün önce başladı.
Elazığ Vali Yardımcısı Üzeyir Yılmaz, Fırat
Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Kutbettin Demirdağ,
İl Özel İdaresi Genel Sekreteri Nazif Bilginoğlu,
Eğitim Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Rifat Çolak kazı
alanında incelemelerde bulundu. Ziyarette protokol
üyeleri kazıyla ilgili Eğitim Fakültesi Güzel
Sanatlar Bölüm ve Kazı Başkanı Doç.Dr. İsmail
Aytaç’tan bilgiler aldı.
Harput iç kalesinin
MÖ
800 yıllardan MS1930’lara kadar yerleşim görmüş
yaklaşık 3 bin yıllık kesintisiz yerleşim gösteren
ender alanlardan biri olduğunu ifade eden Doç.Dr.
İsmail Aytaç, bundan önceki zamanlarda 5 sezonluk
bir çalışma gerçekleştirildiğini söyledi. Aradan
geçen 5 yıl süreden sonra kendilerinin çalışma
başlattığını aktaran Doç.Dr. Aytaç, “Geçen sene
yaklaşık bin metrekarelik bir alanı kazdık. Bunun
buluntularını çeşitli platformlarda bilimsel bilim
dünyasıyla da paylaştık. Bu sene geçen seneden kalan
bölümlerden devam etmek üzere iki bölgede açmalara
devam edeceğiz. Geçen sene açtığımız yerlerdeki
tamamladığımız yerlerin sezon sonunda restorasyon
projelerini gerçekleştirmeye çalışacağız. Seneye
baharda da burada inşallah restorasyon
uygulamalarına başlamış olacağız. Bu süreç
içerisinde jeo radar taramasını gerçekleştirdik.
Böylece doğal kütleyle yerleşim katmanlarının ön
bilgilerini elde etmiş olduk. Bununla ilgili olarak
geçen sene kazı belgeselini gerçekleştirmiştik. Bu
senede aynı çalışmayı sürdüreceğimizi belirtmek
istiyorum. Bu çalışmaları geçen senekilere ek olarak
yeni bölgelerle gerçekleştireceğiz. En önemlisi
saray dediğimiz, Artuklu Sarayı’nın önündeki işçiler
için belirli bir güvenlik önlem aldıktan sonra
açmaları yapıp oradaki 3 katlı yapı kompleksinin
projelerini hazırlamaya çalışacağız. Taşınabilir
kültür varlıkları açısından elde ettiğimiz
buluntuların ilk restorasyon çalışmalarını yaptık.
Bundan sonra da ekibimize yeni katılan restaratör
uzmanlarla da daha disiplinli daha çok eserin
restorasyonu gerçekleştirmek istiyoruz” dedi.
Kazıdaki amacın hafızalarda var olan Harput’u mümkün
olduğunca ortaya çıkarmak olduğunu belirten Doç.Dr.
Aytaç, “Mekanlarını belirlemek. Su sarnıçlarından
tutun mescidine, burçlardaki yapılarına, surlarına,
sarayına, gizli geçitlerine kadar bütün bunları
ortaya çıkarmak. Bunu önce Dünya Kültür Mirası’nın
yedek listesine yerleştirmek. Mümkünse yaklaşık 8-10
yıl sonra da Harput Kalesi’ni Dünya Kültür
Mirası’nın asıl listesinde görmektir. Hem kültür
dünyasına katmış olacağız hem de bir anlamda turizme
katkı sağlamış olacağız. Kültür ve Turizm Bakanlığı
bir ay önce buralarda bir çalışma yaptı. Çevre
düzenlemesiyle beraber kale içindeki gezi
güzergahını belirlemeye çalışıyor. Bizlerde
restorasyonları belirli bir yaşama geçirdikten sonra
burası dünyada en çok ziyaret edilen kaleler gibi
bir işleve sahip olacaktır” diye konuştu.
"HARPUT, TÜRKİYE VE DÜNYA İÇİN ÖNEMLİ BİR KÜLTÜR
VARLIĞIDIR"
2015 yılı kazısına 10 gün önce
başladıklarını kaydeden Fırat Üniversitesi Rektörü
Kutbettin Demirdağ ise, “Geçen yıl da yine Fırat
Üniversitesi ile birlikte başta valiliğimiz olmak
üzere, İl Özel İdaresi başta olmak üzere Elazığ
Belediyesi diğer paydaşlarla birlikte kazılar
yapılmıştı. Bu senede gecikmiş olmakla beraber 10
gün önce başlamış olması bizi mutlu etmektedir.
Harput gerçekten sadece Elazığ için değil, Türkiye
için bence dünya için önemli kültür varlıklarından
biridir. Özelikle Harput Kalesi 3 bin yıldan fazla
insanların yaşadığı bir kale ve gerçekten birçok
kültürü bir asılı bünyesinde barındıran bir
mekandır. Çocukluğumuzdan beri hep böyle yığıntı
şeklinde, taş yığını şeklindeydi. İçinde ne var
bilmiyoruz. Bunların açığa çıkarılması açısından
önemli, dünya kültürüne bunların kazandırılması
lazım. Elazığ’ın hem kültür varlıklarına hem de
turizmine büyük katkılar sağlayacağına inanıyoruz.
Birkaç yıl içinde Dünya Kültür Mirası’na Harput’u,
Harput’un kalesini de kaydetmiş olacağız” şeklinde
konuştu.
"KAZI İŞİ UZUN SOLUKLU SABIR İSTEYEN BİR
İŞ"
Kazı alanında incelemelerde bulunan Vali
Yardımcısı Üzeyir Yılmaz ise, önceki yıllarda da
Elazığ Müzesi başkanlığında valilik ve vakfın maddi
katkılarıyla kazı çalışmaları gerçekleştirildiğini
söyledi. Yılmaz, "Bu kazı çalışmaları sonunda önemli
arkeolojik bulgular gün yüzüne çıkarılmıştır. Bu
yılki kazı çalışmaları
Bakanlar Kurulu kararının alınmasıyla daha resmi
bir boyut kazandı. Bu yıl da Kültür Bakanlığı’ndan
ödenek temin etme gibi imkanımız doğdu. Hepinizin
bildiği gibi kazı işi uzun soluklu ve sabır isteyen
bir iş" dedi.
Milliyet, 11.09.2015 |
DEDE HÖYÜĞÜ'NDE DEFİNE AVI

Sarayönü ile Konuklar Tarım İşletmesi Müdürlüğü
arasında bulunan Dede Höyüğü'nde, defineciler kaçak
kazı yaparak define aradı. Definecilerin kazdıkları
yeri terk etmesinin ardından arkalarında kalan,
büyük çukur çobanlar tarafından fark edildi.
Sarayönü'nde son günlerde define avcılığı arttı. Son
olarak ilçemizde bulunan höyüklerden biri olan Dede
Höyüğü'nde defineciler kaçak kazı yaparak define
aradı. Binlerce yıllık bir miras olan Dede Höyüğü
geçmiş yıllarda Sarayönü Belediyesi tarafından
toprak ihtiyacını karşılamak için bilinçsizce tahrip
edilmişti. Tahrip edilerek toprağı kazılan bölgede
gizlenerek kazılarını yapan definecileri kimse fark
edemedi. Profesyonel şekilde kazılarını
gerçekleştiren defineceler yaklaşık 10 metre derine
geniş bir kazı yaptıktan sonra yatay şekilde höyüğün
içine doğru kazıya devam etmiş. Kazıda herhangi bir
şey bulup bulamadıkları bilinemeyen defineciler,
kazı yerini olduğu gibi bırakarak sırra kadem bastı.
Kazıda açılan 10 metrelik çukuru ise geçtiğimiz
günlerde çobanlar fark etti. Hayvanlarının çukura
düşmesinden endişe eden çobanlar 10 metrelik kuyunun
kapanmasını talep etti.
saraymedya.com,
02.09.2015 |
|
ROBOTLAR SANAT YAPABİLİR Mİ?

Çok değil, 20-30 sene sonra robotların insanların
yanı başında, hayata daha yoğun bir şekilde
katılacağı bilinen bir durum. Robotlarla insanların
ilişkilerinin nasıl olacağı, hangi mesleklerde
insanın yerini robotların alabileceği hatta
robotlarla insanlar arasında cinsel ilişki kurulup
kurulamayacağı bile son zamanlarda uzmanlarca
gündeme getirilen konulardan. Peki robotlar,
yazılımlar ve makineler sanat konusunda nasıl bir
yerde duracak? Resim, edebiyat,
şiir ve müzik alanında robotların özgün eserler
üretmeleri bir gün mümkün olacak mı?
BBC
Türkçe'nin haberine göre bilgisayar programı Aaron,
bunun bir gün olabileceğini düşündürüyor. Zira
1970'lerden bu yana kullanılan Aaron adlı programın
ürettiği bazı resimler, insan elinden çıkmış eserler
gibi görünüyor. Aaron, Harold Cohen
tarafından üretilen bir resim makinesi.
Gerçek fırça ve boya kullanan bu makine, verilen
komutları yerine getirerek resim yapıyor. Makinenin
yazılımı, yapay zekanın kurucu isimlerinden John
MacCarthy'nin ürettiği LISP ile yazılmış.

Aaron'ın dünya hakkında çok bir fikri yok. Yalnızca
insanları, saksıdaki bitkileri, ağaçları, kutuları
ve masaları ayırt edebiliyor. Aaron'ı üreten
Cohen, yalnızca makinesinin daha iyi çizim
yapabilmesine odaklanmış ve iyi sonuçlar almış.
Uzun yıllar birlikte çalıştıktan sonra Cohen,
makinenin bazı çalışmalarından şüphelenmeye
başlıyor. Makine ilk olarak kendisine bağlı boyama
makinesini kullanmayı bırakıyor. Ancak Cohen'in
şüpheleri artmaya devam ediyor çünkü Aaron giderek
daha da bağımsız davranıyor. Bir gün Aaron'la çizim
yapan Cohen, ortaya çıkan şeylere baktığında, kendi
istediğinden farklı sonuçlar aldığını görür.

Aaron'un Harold Cohen'den bağımsız renklerdirdiği bir çizim.
"O an
artık bana ihtiyacı olmadığını anladım. Hiçbir zaman
tüm işi Aaron'a bırakmayı düşünmemiştim. Ama zamanla
gelişerek bensiz çalışabilir hale geldi" diyor
Cohen. Bu durum Cohen'in eserleriyle arasına bir
soğukluk girmesine neden olmuş, kendisini işlerin
dışında kalmış hissetmiş. Öte yandan Aaron'ın ise
renklendirmede mükemmel olduğu ancak hiçbir zaman
tam anlamıyla yaratıcı olmayacağını da anlamış:
"Aaron'ın tüm bağımsızlığı renklendirme
konusundaydı. Hiçbir zaman kendi kendine çalışır
hale gelmedi."
'YAPAY ZEKA SANAT
YAPABİLİR'
Peki yapay zekanın yaratıcı
olması mümkün mü? Harold Cohen bunun imkansız
olduğunu düşünmüyor, "Belki uzun bir gelecekte
mümkün olabilir" diyor. Ama bunun bir arabaya
şoförsüz gitmeyi öğretmekten çok daha karmaşık
olduğunu savunuyor ve "Bu yüzyılın sonuna kadar
olacağını sanmıyorum" değerlendirmesinde bulunuyor.
Cohen Aaron'ı kullanmaya devam ettiğini ancak eskisi
gibi bir 'ortaklık' içinde olmadıklarını söylüyor.
Aaron bugünlerde çizime odaklanıyor, Cohen ise daha
çok renklendirmeyi yapıyor. Ayrıca Aaron artık
gerçek fırça ve boyalar yerine devasa bir dokunmatik
ekran ile çalışıyor. Yaratıcılık konusunda
bilgisayarların dezavantajlı olduğunu söylemek
mümkün. Sonuçta ormanda yürüyüşe çıkamıyorlar, gün
batımını izleyemiyorlar ya da şehir manzarasına
bakamıyorlar. Ama bir şekilde dünyayı görmeyi
öğreniyorlar. Sinirsel ağlar şeklinde çalışan yapay
zeka geniş veritabanları ile birleştirildiğinde
bilgisayarların vizyonu genişleyebiliyor ve kendi
tarzlarını yaratabiliyorlar.
GOOGLE'IN YAPAY ZEKA LABORATUVARI
Google'ın kurduğu yapay zeka laboratuvarlarında
benzer ağların daha iyi hizmet sunabilmesi için
çalışmalar yapılıyor. Google'daki araştırmacılardan
bazıları, yapay zekanın görüntüleri nasıl
öğrendiğini incelemek için bilgisayarın beynine
baktılar ve bu ağların rastgele ses ve görüntülere
dayanarak kendilerinin görüntü oluşturduklarını
gördüler. Bazı sonuçların halisünasyona
benzediğini söyleyen araştırmacılar, bazı resimleri
uyuşturucu almış bir insanın çizimlerine
benzetirken, bazıları ise ünlü ressam Vincent van
Gogh'un eserlerini anımsattığını söyledi. Portekiz'deki
Coimbra Üniversitesi psikoloji bölümünden Ben
Harvey, Google'ın insanın beynindeki görüntüleri
taklit etmesi nedeniyle ortaya bu görüntülerin
çıktığını söylüyor.
Peki bu görüntülere bakarak
bir makinenin ilk defa yaratıcı olabildiğini
söyleyebilir miyiz? ABD Georgia Teknoloji
Enstitüsü'nden Profesör Mark Riedl, olumlu yanıt
veriyor. Google'ın yaptığı şeyin yaratıcı olduğunu
söyleyen profesör, ancak bu sürecin yönlendirmeden
yoksun olduğunu ve 'yaratıcı' olduğunun farkında
olmadığını belirtiyor.

Google laboratuvarında yapay zeka tarafından oluşturulan bir görüntü.
YAPAY ZEKANIN 'DENEYİM' SORUNU VAR
Yaratıcılık uzun zamandır zekanın ayrılmaz
bir parçası olarak görülüyor. Bir süredir makineler
de öğrenebilecek şekilde evriliyor. Geçen yıl Prof.
Riedl yapay zekanın insanların zekasıyla eşit olup
olmadığına dair bir test yaptı. Testte makineden bir
şiir ya da hikaye yazması, resim yapması istendi.
Riedl makinelerin yaratıcı görevleri yerine
getirememesinde teorik bir neden olmadığını ve henüz
teste tabi tutulabilecek yaratıcı bir şey
üretmediklerini söylüyor.
Yapay zekanın yaratıcılığında en önemli
sorunlardan biri de bilgi eksikliği. Profesör Riedl,
"Gerçek dünya müthiş bir bilgi akımına sahip.
İnsanlar zengin, karmaşık bir dünyada yaşıyorlar.
Pek çok şey görüyor, deneyimliyorlar. Ama bir
bilgisayar ona veriler yüklenene kadar hiçbir şey
bilmiyor" diyor. Üstelik geniş veritabanları
yüklenen bilgisayarların bile
'yarattıkları' resimlerde oldukça dar bir vizyona
sahip olduğu belirtiliyor. Riedl bu durumu 'tek bir
amaçla hareket eden' sistemlerine bağlıyor.
Profesör, yaratıcı bir bilgisayarın ancak fiziki bir
formda mümkün olabileceğini kaydediyor ve "Eğer
bilgisayarlar da dünyayı bizim gibi tecrübe
ederlerse, bizden farklı da olsa deneyim kazanabilir
ve farklı şeyler üretebilirler" diyor.
Radikal, 24.09.2015
|
ROMA KRAL YOLU GÜN YÜZÜNE ÇIKARILIYOR

Mersin'in Erdemli İlçesi'ndeki Elaussia Sebaste
antik kentinde kazı çalışmaları sürerken, antik
kenti
Kızkalesi'ne bağlayan 4.5 kilometrelik
Roma Kral Yolu'nun gün yüzüne çıkartılması için
de temizlik çalışmaları başlatıldı. Çalışmanın
tamamlanmasının ardından yol, gerekli restorasyonlar
yapılarak dünya arkeolojik gezi listesine alınacak.
Ayaş Mahallesi'ndeki Elaussia Sebaste
antik kentinde kazı çalışmaları,
İtalya'nın
Roma Le Sapienza Üniversitesi
Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi
Prof.Dr.
Annalisa Polosa başkanlığında devam ediyor. 21
yıldır aralıksız devam eden kazılarda bugüne kadar
birçok eser gün yüzüne çıkartılırken, antik kentin
çevre düzenlemesi de devam ediyor. Kazılar sırasında
belirlenen ve
Kızkalesi Mahallesi'ne kadar uzanan 4.5
kilometrelik Kral Yolu için de çalışmalar
başlatıldı.
Mersin Büyükşehir Belediyesi ekipleri, kazı
başkanı Prof.Dr. Annalisa Polosa gözetiminde Kral
Yolu'nda temizlik çalışması yapıyor. Yolun
çevresinin temizlenerek açılmasının ardından
güzergahta gerekli restorasyon çalışmasının
yapılacağını belirten Prof.Dr. Polosa, "2 bin yıl
önce
Roma döneminde yapılan bu yol açıldığında yol
üzerindeki nekrapollerde ortaya çıkartılmış olacak.
Ayrıca bu yol bölgeye artı bir değer de kalmış
olacak. Çünkü bu yol bakımsızlıktan dolayı gün
yüzüne çıkartılamamış" dedi.
Prof.Dr. Polosa, Kral Yolu olarak
adlandırılan
Roma yolunun açılması ile dünyada arkeolojik
gezi yürüyüşü düzenleyen grupların listesine
gireceğini ifade ederek, "İnsanlar Antik
Roma yolunda yani antik dönemini tasavvur ederek
gezi yürüyüşü yapmanın mutluluğunu yaşayacaklar. Yol
kenarındaki nekrapollerin yanı sıra yol güzergahında
denizdeki
Kızkalesi'ni de izleme şansı elde edecek. 2 bin
yıl önceki ihtişamı düşünecekler. Böylece bölgenin
ismi de bir kez daha öne çıkmış olacak" diye
konuştu.
YOLDA ANTİK ÇAĞI YAŞAYACAKLAR
Yapılan temizlik çalışmasını da
Mersin Büyükşehir Belediyesi ile yürüttüklerini
ifade eden Prof.Dr. Polosa, şunları söyledi:
"Antik yolun gün yüzüne çıkartılması
konusunda bize destek vermesinden dolayı Belediye
Başkanı
Burhanettin Kocamaz'a teşekkür ediyoruz. Antik
Roma yolunun temizlenerek insanlığın hizmetine
sunulması aslında büyük bir projedir. Temizlik
olayına sadece yol temizliği olarak bakılmaması
gerekir.
Roma yolunun ortaya çıkartılması bölgede yapılan
kazı çalışması kadar önemlidir. Çünkü 2 bin yıl önce
yapılan bu yol kenarında nekrapoller yani anıt
mezarlar ortaya çıkacak. Yolda yürümek isteyenler
4,5 kilometre boyunca kendisini
Roma dönemine götürecek ve antik çağı yaşayacak.
Bu tür antik yollarda yürümek isteyen milyonlarca
Avrupalı ve Türk var. Dünyada arkeolojik gezi
yürüyüşü düzenleyen binlerce grupların listesine
girecek."
Yol temizleme çalışmalarını yerinde
inceleyen Büyükşehir Belediyesi Muhtarlıklar Daire
Başkanı Erkan Arıcı da, çalışmanın
Mersin ve Çevresi Turizm Alanı Altyapı Hizmet
Birliği tarafından yürütüldüğünü dile getirdi.
Arıcı, Ayaş ve
Kızkalesi bölgesinde iki ayrı noktada sürdürülen
çalışmanın amacın hem 2 bin yıllık kültüre sahip
çıkmak hem de bölgeyi turizme kazandırmak olduğunu
sözlerin ekledi.
haberler.com, 23.09.2015
|
TARİHİ YARIMADA FATİH BELEDİYESİ'NİN İNSAFINA KALDI
Fatih Belediyesi'nin aldığı kararla 2. ve 3. derece
tarihi eserler, bu eserlerin bitişik ve karşı
parsellerindeki yapılaşma için ilçe belediyesi
yetkili kılındığını belirten CHP'li belediye meclis
üyesi Fazıl Uğur Soylu, yargı kararlarının sonucu
beklenmeden tarihi yarımadanın ranta açıldığını öne
sürdü.
Eski İstanbul'un kalbi ‘tarihi yarımada'nın
yapısını tamamen değiştirecek bir karara imza atan
Fatih Belediyesi'nin 2'nci ve 3'üncü derece tarihi
eserler ve yakınlarındaki parsellerle ilgili
yapılaşma kararlarında koruma kurullarını devreden
çıkarmasına yönelik tepkiler sürüyor. Tarihi
yarımadayı imara açma planının devreye girmesiyle 2.
ve 3. derece tarihi eserlerin olduğu alanları
yapılaşmaya açmak için belediye izni yeterli olacak.
Muhalefetin ‘ret' oylarına rağmen alınan kararla
tarihi yarımadanın ranta açılacağını öne süren Fatih
Belediyesi Meclis Üyesi Fazıl Uğur Soylu, “2014
Mayıs ayında Fatih Belediyesi Anıtlar 4 No'lu Koruma
Kurulu'ndan bir yazı almış. Yazıda, ‘plan notlarında
bize sormadan değişiklik yapabilirsiniz' ifadesi
var. Anıtlar Kurulu bu yetkiyi neye dayanarak
devretti? Neden bu karar bir yıl bekletildi de şimdi
karşımıza çıkarıldı? Durup dururken böyle bir yazıyı
bir yıl önce neden yazsın? Kurulun yapısı itibarıyla
ya bakanlıklardan ya da bir üst kuruldan talimat
almış olma ihtimali var.” dedi.
Soylu, kararla birlikte seçim yatırımı için
korunması gereken yerlerde bile ruhsat
verilebileceğini öne sürdü. Bütün denetimin
belediyenin inisiyatifine bırakıldığının altını
çizen Soylu, şunları kaydetti: “Halbuki, Anıtlar
Kurulu uzman ve bağımsız akademisyenlerden oluşur.
Belediye yazıyı bir yıl önce alıyor ve mahkemenin
aleyhlerinde karar aldığı haftaya kadar bekletiyor.
3 AKP'li meclis üyesinin meclis gündemine
getirmesiyle CHP'nin muhalefetine rağmen
oyçokluğuyla teklif kabul ediliyor. Anıtlarda
incelenmeyi bekleyen kaç ruhsat dosyası varsa şimdi
bunların hepsi belediyeye devredilecek.”
Süreçte neler
oldu?
Fatih Belediyesi'nin hazırladığı 1/1000 ölçekli
koruma amaçlı uygulama imar planının iptali için
İstanbul 2. İdare Mahkemesi'nde dava açıldı. Davada,
61 konu başlığından 37'sine yürütmeyi durdurma,
yedisine ise kısmen yürütmeyi durdurma kararı
verildi. Fatih Belediyesi, Kültür ve Turizm
Bakanlığı ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi bu
karara itiraz etti. Yüksek mahkeme itirazı kabul
ederek dava konusu yerler için yeni bilirkişi heyeti
oluşturularak yeniden inceleme yapılmasına hükmetti.
Fatih Belediyesi yeni heyetin raporu beklemeden,
imar plan notlarında koruma kurullarını devre dışı
bırakan teklifi hazırladı.
Zaman, Haber: Cafer Can, 23.09.2015
|
AKM NE OLACAK?
Yedi
yıldır, sağlıklı-inandırıcı bir açıklama
yapılmaksızın kapalı tutulan, çürümeye bırakılan,
bir polis merkezi olarak konumlandırılan bir mekanın
'görevini yapamaması' kimin suçudur?
“Tarihi bir yapı mı? Hayır. Eski. Estetik mi?
Hayır. Kente kattığı bir şey var mı? Hayır. Akustik
açıdan bile sorunlu. Ben demiyorum, işi bilenler
söylüyor. Ben şunu anlamıyorum. Yerine ne
yapılacağını bile tartışmadılar, “Burası yıkılmasın”
diye kampanya başlattılar. Yıkılmasın da ne olsun,
çürüsün de çöksün mü? Oysa ki orası için düşünülen,
İstanbul’a çok yakışacak bir opera-sahne sanatları
binasıydı.”
Bu sözler AKM için söylenmiş.
Söyleyen AKP’nin Çevre, Şehir ve Kültürden
Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Çiğdem Karaaslan.
Peki Çiğdem Karaaslan kim?
Kendi internet sitesindeki özgeçmişi şöyle
başlıyor: “1979 yılında İstanbul’da doğdu.
Bilkent Üniversitesi Güzel Sanatlar Tasarım ve
Mimarlık Fakültesi Kentsel Tasarım ve Peyzaj
Mimarlığı bölümünü yüksek şeref öğrencisi olarak
bitirdi. Ankara Üniversitesi‘nde “Tarihi Kentlerde
Kimliksizleşme Sorunu” üzerine yüksek lisans tezini
tamamladı. Aynı zamanda Yıldırım Beyazıt
Üniversitesi Sosyal Politikalar Bölümünde
doktorasına devam etmektedir.”
Gelin, açıklamanın “biz-onlar”
ekseninde yapılmasına takılmayalım ve yüksek lisans
tezini “Tarihi Kentlerde Kimliksizleşme Sorunu”
konusunda veren bir akademisyen-politikacının
sözlerini tek tek takip edelim.
1. Tarihi bir yapı mı?
Karaaslan, kendi sorduğu bu soruyu “Hayır” diye
cevaplamış. Temeli 29 Ekim 1946’da atılmış. 1956’da
Bayındırlık Bakanlığı tarafından Almanya'da tiyatro
binaları üzerine doktora yapan mimar Hayati
Tabanlıoğlu projenin başına getirilmiş. 1969 yılında
İstanbul Kültür Sarayı adıyla hizmete açılmış.
Açılışta dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ve
Başbakanı Süleyman Demirel bulunmuş. Bina
“Cumhuriyet sonrası Türkiye’sinde bir Türk mimar
tarafından tasarlanmış az sayıda modern mimari
yapıdan biri” olarak tanımlanmış.
Şimdi... Çiğdem Karaaslan’a şunu sormamız
gerekiyor: Bir bina, hangi dönemden kalırsa ve hangi
kriterlere uyarsa “tarihi yapı” olarak
nitelendirilebilir? “Tarihi yapı” ile “eski”
arasındaki çizgiyi neye göre çiziyoruz?
2. Estetik mi?
Karaaslan, bu sorusunu da “Hayır” diyerek
cevaplamış. AKM, aynı yıllarda Avrupa’da inşa edilen
eşdeğerleriyle benzer niteliklere sahip bir bina.
Bugünün teknolojisinden uzak olduğu herkesin kabulü.
Yine Çiğdem Karaaslan’ın belirttiği gibi akustik
sistemi de yeni teknolojiden uzak olabilir. Ancak
bütün bu eksikleri yapıldığı dönemin estetiğini
yansıtmadığı, yani mimarlık tarihi içinde bir
estetiği olmadığı anlamına mı geliyor?
Şimdi... Şunu soralım: Tepebaşı’ndaki TRT binası
orada dururken, AKM’nin estetik değerini tartışmaya
nereden başlamamız gerekiyor?
3. Kente kattığı bir şey var mı?
Çiğdem Karaaslan’ın açıklamasındaki en çarpıcı
cümle. 27 Kasım 1970’deki yangından sonra
Tabanlıoğlu’nun onardığı ve 6 Ekim 1978’de Atatürk
Kültür Merkezi adıyla açılan binanın bu isimle
yaşadığı yıllar, neredeyse Sayın Çiğdem Karaaslan’la
yaşıt. Tadilat nedeniyle kapatıldığı 31 Mayıs 2008’e
kadar bu binada neler yaşandığını kendisinin de
gayet iyi bildiğini düşünüyorum. Dünyadaki
benzerleri gibi, bu bina da yıllar boyunca bir
‘sanat okulu’ işlevi gördü. Öğrenciler yetiştirdi.
Kültürlerarası diyalogun merkezi oldu. Tarihi bir
kent olan İstanbul’un kimliğini oluşturan
merkezlerden biri oldu. AKM, sadece kültürel
varlığıyla değil bir ‘buluşma mekanı’ olarak da
şehrin en önemli noktası.
Şimdi... Soralım: Yedi yıldır,
sağlıklı-inandırıcı bir açıklama yapılmaksızın
kapalı tutulan, çürümeye bırakılan, bir polis
merkezi olarak konumlandırılan bir mekanın ‘görevini
yapamaması’ kimin suçudur? Bir kültür merkezinin
‘kente bir şey katması’ nasıl olur?
Soruları derleyip toparlamak için eski CHP
milletvekili Melda Onur’un 16 Aralık 2013’te dönemin
Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik’in yanıtlaması
istemiyle verdiği soru önergesini hatırlayalım.
Şunları sormuştu Melda Onur:
1- Kent merkezinde önemli bir kültür merkezi olan
AKM ile ilgili Bakanlığın tasarrufu nedir?
2- Sabancı Holding’in Bakanlık ile imzaladığı
protokol geçerli midir? 30 milyon liralık katkı payı
kullanılmış mıdır?
3- İçişleri Bakanlığı ile Kültür ve Turizm
Bakanlığı arasında AKM projesinin kadük hali
değerlendirilmiş midir? Şimdilik AKM’yi geçici
olarak kullandığı bilinen polis ekiplerinin burada
kalıcı olmasına dönük bir çalışma var mıdır?
Yok ise AKM ne zaman bir polis merkezi görünümünden
çıkarılaraktır? AKM’nin yeniden bir kültür sanat
kurumu olarak açılması için planlanan yeni tarih
nedir? Kamuoyuna tarih ne zaman ilan edilecektir?
4- AKM’nin yeniden bir kültür sanat kurumu olarak
açılması için planlanan yeni tarih nedir? Kamuoyuna
tarih ne zaman ilan edilecektir?
Çiğdem Karaaslan, açıklamasını romantik ve kırgın
bir cümleyle bitiriyor: “Orası için düşünülen,
İstanbul’a çok yakışacak bir opera-sahne sanatları
binasıydı. Bize karşı bir önyargı var. Yapacaktık
ama izin vermediler.”
Şimdi... Karaaslan’ın ‘orası için düşünülen’
dediği, Gezi sırasında dönemin Başbakanı Recep
Tayyip Erdoğan’ın sözünü ettiği “barok tarzında
opera” mı?
Soralım... Korumaya, bakıma muhtaç insanları
ölüme mi terk ediyoruz? Korumaya, bakıma muhtaç
binaları onarmak-yenilemek-güncellemek yerine
çökmelerini mi bekliyoruz? Bu bekleyiş, bir
‘oldu-bitti’ politikasının uzantısı mı?
Soralım... Tarafların onayladığı bir güçlendirme
projesi varken, bu projenin kaynakları sağlanmışken,
çalışmaların durdurulması nasıl açıklanabilir?
Merak edelim... Yenilemek, yıkmak mıdır?
Çok net soralım, cevabını hemen almak
isteyelim... AKM ne olacak?
Ve hep birlikte araştıralım... Tarihi bir kent
nasıl kimliksizleşir?
Radikal, Yazı: Yekta Kopan, 23.09.2015
|
KÜLTEPE'DE 4 BİN YILLIK DEV KÜPLER BULUNDU
Türkiye 'nin en önemli kazı
alanlarından Kayseri'nin Kültepe Kaniş/Karum
Höyüğü'ndeki çalışmalarda 4 bin yıl öncesine ait 1
metre 80 santimetre ve 2 metre boylarında 130
santimetre çapında dev küpler bulundu.
Ankara Üniversitesi Dil ve
Tarih Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Bölümü
Öğretim Üyesi ve Kazı Heyeti Başkanı Prof.Dr. Fikri
Kulakoğlu, AA muhabirine yaptığı açıklamada, mevcut
kazı alanının güneyinde daha erken tabakalara
inebilmek için başlattıkları kazı çalışmalarında yan
yana konulmuş farklı büyüklüklerde içerisine 6-7
kişinin rahatlıkla girebileceği dev küp bulduklarını
söyledi.
Küplerin ikisinin baş kısımlarına kadar olan
bölümü toprağın altından çıkardıklarını, üçüncü
küpün çıkarılması için çalışmaların devam ettiğini
belirten Kulakoğlu, Kültepe'deki kazılarda her yıl
yeni bir sürprizle karşılaştıklarını aktardı.
Daha önce de Kültepe'de çok sayıda küp, çanak
gibi tarihi eserin bulunduğunu ancak yıllardır devam
eden kazılarda ilk defa bu kadar büyük küplerle
karşılaştıklarını anlatan Kulakoğlu, şunları
kaydetti:
"Saray olarak adlandırdığımız alanın güney
çaprazında küçük bir kazı alanı başlattık. Burada
saray döşemesinin karşısında 3 tane çok büyük
ebatlara sahip küplerin varlığını tespit ettik. 4
bin yıl öncesi koloni çağına ait boyları 2 metreyi
bulan ve 2,5-3 ton kapasitesi olduğunu tahmin
ettiğimiz küpleri koruma altına aldık. Küplerin
ikisini baş kısmına kadar çıkardık. Üçüncü küp çok
fazla tahrip edilmiş olması nedeniyle ilk etapta
onun üzerindeki toprağı kaldırmak istemedik. Diğer
iki küpün de baş kısmında kırıklar olduğunu,
parçalarının da küplerin içine düştüğünü belirledik.
Bu parçaları düzenli bir şekilde çıkartarak
numaralandırdık. Çalışmamalarımız tamamlandıktan
sonra aslına uygun şekilde parçaları birleştirmeye
çalışacağız."
Yaptıkları ilk incelemede küplerin içinde kurşun
köprülerin olduğunu belirlediklerini dile getiren
Kulakoğlu, zarar görmesine rağmen küplerin atılmak
yerine 4 bin yıl önce kırılan parçalarının kurşunla
tamir edildiğini belirlediklerini vurguladı.
Kulakoğlu, küplerin yerinde tamir edilmiş
olmasının da önemli olduğunu ifade etti.
Yaptıkları ilk incelemede küplerin tahıl saklamak
için kullanıldığını belirlediklerini aktaran
Kulakoğlu, küplerin içinden toprak numuneleri
aldıklarını ve arkeobotani uzmanlarının yüzdürme
tekniğiyle bunları ayrıştırarak içerisinde tam
olarak ne saklandığını belirleyebileceklerini
söyledi.
- Küplerin yerinde yapıldığını düşünüyoruz
Dev küplerin başka bir yerde yapılıp bu alana
getirilmesinin çok mümkün görülmediğini
belirten Kulakoğlu, şöyle devam etti:
"Saray yönetimine ait depolama biriminde olduğunu
tespit ettiğimiz küplerin yerinde yapılmış olduğunu
düşünüyoruz. Küpleri bulduktan sonra günümüzde bu
işin merkezi olarak bilinen Nevşehir'deki ustalarla
görüştük. Onlar da bulunduğu bölgede bir çark
üzerinde birkaç gün içinde yapılmış olabileceğini
söyledi. Bizim de incelemelerimizde küpün tek parça
değil, parça parça yapılarak birleştirme tekniğinin
kullanıldığını tespit ettik."
Kazı Heyeti Başkanı Kulakoğlu, küplerin imal
edildiği yerin hemen etrafında oluşturulan fırın
benzeri bir teşkilatla pişirildiğini düşündüklerine
vurgu yaparak, "Böylesi devasa küplerin yapımı
bugünkü teknolojik imkanlarla bile oldukça güç
olmasına rağmen 4 bin yıl önce bunların yapılmış ve
belki de yüzyıllar boyunca çok fazla zarar görmeden
kullanılmış olması çok büyük önem taşıyor" diye
konuştu.
Kulakoğlu ayrıca, Kültepe'de kazı çalışmalarında
çok daha farklı sürprizlerle karşılaşmayı ümit
ettiklerini sözlerine ekledi.
Radikal, Haber: Musa Özyürek, 22.09.2015
|
KAYIP ZAMANIN İZİNDE BİR RESSAM

Tabloları saklı bir hazine gibi ortalarda görünmeyen
Fransız izlenimci ressam Gustave Caillebotte'un
eserleri, özel koleksiyonlardan ve müzelerden bir
bir çıkmaya başladı. Washington Ulusal Sanat
Müzesi'nde açılan Ressamın Gözü adlı sergi, son
yirmi yılda Amerika'da açılan en büyük Gustave
Caillebotte retrospektifi. 19. yüzyıl Paris'inin
burjuvazisinden sıradan insanlarına uzanan sergi,
Marcel Proust'un eşsiz romanı Kayıp Zamanın
İzinde'nin görsel bir hali...
Marcel Proust, 19. yüzyıl Paris'inin gerçek bir
panoramasını sunduğu “Kayıp Zamanın İzinde” adlı
romanında “Gerçek cennetler, unuttuklarımızdır.”
der. Fransız izlenimci ressam Gustave Caillebotte
(1848–1894), Paul Cézanne, Edgar Degas, Claude Monet
ve Pierre Auguste-Renoir gibi izlenimcilerin aksine
biraz gölgede kalmış, ‘unuttuklarımız'dan. Tabloları
saklı bir hazine gibi olan sanatçının eserleri,
koleksiyonlardan bir bir çıkmaya başladı.
Washington Ulusal Sanat Müzesi'nde açılan
Ressamın Gözü, son yirmi yılda Amerika'da açılan en
büyük Gustave Caillebotte sergisi. Sanatçının birçok
eseri özel koleksiyonlarda yer alıyor, bu yüzden
müzelerde onun eserlerini görmenin zorluğu, sergiyi
özel kılıyor. Sanatçının 1875-1885 yılları
arasındaki gerçekçi tablolarının yer aldığı sergi,
Proust'un Kayıp Zamanın İzinde'sinin tablolara
işlenmiş görsel bir hali... Sergide, ressamın
fotoğrafçılık sanatına olan merakının izleri rahatça
görülebiliyor.

Hukuk eğitimi alan Caillebotte, daha sonra
ressamlığa yönelir. Kendi dönemindeki izlenimciler
tarafından biraz burun kıvrılan ve eleştiriler alan
sanatçı, Edgar Degas ve Auguste Renoir gibi
ustaların tablolarını beğenip onu teşvik etmesiyle
sergilere katılır. Varlıklı bir aileden gelen
Caillebotte, hayatını resim yaparak geçirir. Pek çok
empresyonist ressamın eserini satın alır ve onları
destekler. Bu yönüyle önemli bir koleksiyoner olarak
tarihe geçer. Genç yaşta hayata veda ettiğinde,
geride büyük bir koleksiyon bırakır.
PARİS'İN
BULUŞTURDUĞU ZITLIKLAR
Caillebotte'un 19. yüzyıl Paris'inin merkezde
olduğu tabloları, burjuvaya ait izlenimler, şehir
hayatı, günlük yaşam ve modernliğe adım atan kentin
buluşturduğu zıtlıklara karşı incelikli bakışı
işliyor. Kağıt oynayan, kitap okuyan ve piyano çalan
burjuvaziyi resmeden sanatçının sadece bu sınıfa
değil işçilere, boyacılara, satıcılara da yer
vermesi, onu diğer izlenimcilerden farklı kılıyor.
Caillebotte'un da katıldığı bir sergiyi ziyaret eden
Emile Zola, “Caillebotte, sergidekilerin en göze
çarpanı.” demişti.
Sanatçının altmışa yakın eserinin yer aldığı
sergi, içerisi, dışarısı, doğadan manzaralar,
portreler gibi tematik bölümlere ayrılmış. Paris
Caddesi, Yağmurlu Bir Gün adlı tablosu, serginin en
can alıcı eseri olarak dikkatleri çekerken, önünde
biriken kalabalığın tabloya hayranlık dolu
bakışlarını ıskalamak imkansız. Bu ünlü eserinde,
modern Paris'i resmeden sanatçı, kendi dönemi için
öncü bir bakış açısı geliştirerek fotoğrafa yakın
bir resim dili kullanmış. Caillebotte'un diğer
eserlerinde de bu yakınlığı görmek mümkün. Resme
dikkatli bakıldığında farklı sınıflardan insanların
hayatlarının uzun bir caddede kesiştiği açıkça
ortada. Resim, Charles Baudelaire'in sık sık
işlediği kalabalıkla yıkanmak imgesine yakın
duruyor. Şairin “Hiç değil, o aptalca gururlarını
bir an olsun kırmak için, şu dünyanın mutlularına
bazen, onların mutluluklarından daha yüksek, daha
büyük ve daha ince mutluluklar olduğunu öğretmek
gerek.” sözleri de sergi boyunca bir ses olarak size
eşlik ediyor.

Balkondan Paris'i
izleyen adam resmi de değişen şehre tepeden bakan ve
gözlemleyen bir ruh halini gösterirken, böbürlenen
bir ruh halini kenara bırakan ressamın gözlerinden
dünyaya bir bakış atıyor. Tablolarında pek çok
sınıftan insana yer veren ressam, bu tutumuyla
eleştirilir. Washington Ulusal Sanat Müzesi'nin,
gölgede kalmış bir ressamın usta işi eserlerini
yeniden gündeme getirdiği sergi, 4 Ekim'e kadar
açık.
Zaman, Haber: Musa İğrek, 22.09.2015
|
POMPEİİ'DE 2 BİN 400 YILLIK MEZAR ORTAYA ÇIKARILDI

Pompeii’de bulunan
ve MÖ 4. yüzyıla ait mezar, şehirdeki Roma öncesi
döneme ait bilgiler veriyor.
Fransız Jean Bérard
Arkeoloji Araştırma Enstitüsü’nden bir ekip,
Pompeii’de MÖ 4. yüzyıldan kalma, İtalya’nın
güneyinde yaşamış ve Romalılar ile savaşmış Samnit
halkına ait bir mezar buldu. Arkeoloji müfettişi
Massimo Osanna’ya göre bu mezar Pompeii civarında
hakkında sınırlı bilgi olan Roma öncesi döneme ışık
tutacağı için çok büyük önem taşıyor.

Mezar İtalya’nın
değişik bölgelerinden çeşitli amforalarla birlikte
gömülmüş yetişkin bir kadına ait. Amforaların
analizleri ilerleyen günlerde yapılacak ancak
şimdilik genel kanı kozmetik, şarap ve yiyecek
içerdiklerine dair.
II. Dünya
Savaşı’nda yoğun bombardıma maruz kalan bölgede
başka mezarlar aranmaya devam edilecek.
Samnit halkı
özellikle cumhuriyet döneminde (MÖ 509-27) Romalılar
ile uzun süre savaşmış, sonradan Roma egemenliğine
girmişlerdir.
arkeolojihaber.net, Kaynak:
archaeology.org Çeviri: Ayşen Yolcu, 21.09.2015
|
NAPOLEON'UN ORDUSU TOPLU MEZARDAN ÇIKTI
Almanya'da bulunan toplu mezar 202 yıllık gerçeği
ortaya çıkardı! Almanya Frankfurt'ta bulunan
iskeletlerin 200 askere ait olduğu ortaya çıktı.

Napoleon Bonaparte'ın ordusuna ait olduğu belirtilen
iskeletler 1813 yılında Rusya'ya kaçan askerlerin
iskeleti. Şehir planlama başkanı Olaf
Cunitz 1813 yılında yaşanan bu mücadelede 15 bin
kişinin hayatını kaybettiğini ifade etti. Bu bölgede toplu mezarların
olduğuna dikkat çeken yetkililer çalışmalara devam
ettiklerini açıkladı.

Habertürk, 21.0.2015
|
SEBASTOPOLİS ANTİK KENTİNDEKİ KAZI ÇALIŞMALARI
Tokat'ın
Sulusaray
İlçesi'ndeki Sebastapolis antik kentindeki kazı çalışmalarının bu yılki bölümü
sona erdi
Gaziosmanpaşa Üniversitesi Fen
Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü
Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Şengül Dilek Ful, AA
muhabirine yaptığı açıklamada, Sebastapolis
antik kentindeki bu yılki kazı çalışmalarının
sona erdiğini söyledi.
Kazı çalışmalarının yaklaşık 45
gün sürdüğünü dile getiren Ful, "Bu sene 35
kişilik ekiple çalışmalar
yaptık, çalışmalarımızı ağırlıklı olarak hamam
bölgesinde sürdürdük" dedi.
Kilise bölümünde kamulaştırma
çalışması nedeniyle az çalıştıklarını belirten
Ful, şöyle konuştu:
"Kilise bölümünde 2 ocak açtık. Biz
kazı çalışmasında mimari yapıya daha ağırlık
veriyoruz. Hamamın bir
Roma yapıtı olduğunu belirledik. Burada 22
yıl kazı çalışması yapılmadı. Kazı çalışmalarına
bir kaç sene önce yeniden başlandı. Burada Tokat
Özel İdaresi ile Kültür ve
Turizm Bakanlığı destekleriyle kazı çalışmaları
yapılıyor. Sebastapolis antik kenti yıllar
sürecek kazı çalışmasının ardından gün yüzüne
çıkacak."
İl Kültür ve Turizm Müdürü
Abdurrahman Akyüz ise 3 yıldır antik kentte kazı
çalışmalarının sürdüğünü ifade etti.
Söz konusu alanda her yıl
kazı çalışması yapılmasını istediklerini anlatan
Akyüz, şunları dile getirdi:
"Sebastapolis Antik Kenti'nin gün
yüzüne çıkması için uzun yıllar kazı çalışması
yapılması gerekiyor. Buranın ilk kazı
çalışmalarına Galler Prensi Charles ilgi
duymuştu. Burası gün yüzüne çıkarsa Avrupalı
turistlerin uğrak yeri olur diye
düşünüyorum. Prens Charles'ın 21 yıl önce
gizlice burayı ziyaret ettiğini biliyoruz.
Tokat Valimiz Cevdet Can da onun ilgi
duyduğu antik kentte çalışmalar bu hale
geldikten sonra kendisini mektupla tekrar buraya
davet etti. Davet
Prens Charles'ın eline ulaştı ama henüz bir
cevap gelmedi. Onun ziyaretinin antik kente
ilgiyi artıracağını düşünüyoruz" diye konuştu.
Sulusaray Belediye Başkanı
Halil Demirkol da "İnşallah antik
kentimizin gün yüzüne çıkması ilçemiz, ilimiz ve
ülkemiz turizmi açısından çok iyi olacak.
Özellikle buraya daha çok yabancı turist
gelecek" ifadelerini kullandı.
Sebastapolis Antik Kenti
Tokat kent merkezine 69 kilometre
uzaklıktaki Sulusaray'da bulunan ve kuruluş
tarihi kesin olarak bilinmeyen Sebastapolis
Antik Kenti'nin, bazı kaynaklarda, milattan önce
1. yüzyılda kurulduğu belirtiliyor.
Roma İmparatoru Trajan zamanında, milattan
sonra 98-117 yıllarında, Pontus Galatius ve
Polemoniacus eyaletlerinden ayrılarak Cappadocia
(Kapadokya)
eyaletine dahil edildiği kaydedilen antik
kentin, o dönem geçiş yolları üzerinde bulunması
ve bugün de kullanılan
termal kaynaklar sayesinde 2 bin yıl kadar
önce
Karadeniz'in en büyük 5 şehrinden biri
olduğu anlatılıyor.
Roma İmparatorluğu döneminde çok az şehrin
sahip olduğu zenginliğin bir göstergesi olarak
para basma yetkisine sahip olduğu ifade edilen
Sebastapolis'in, büyük savaşlar, yıkımlar,
afetler ve geçiş yollarının değişmesi sonucu
eski önemini kaybettiği, zamanla unutulduğu
kaydediliyor.
haberler.com, 21.09.2015
|
SURLARDA BEKLENEN TEMİZLİK BAŞLADI

Milliyet’in “İstanbul surları evsizlere
teslim” başlığıyla duyurduğu
haberin ardından
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı
ekiplerce Silivrikapı Kale Surları’nda temizlik
çalışmaları başlatıldı.
İstanbul’da yaklaşık
1 ay önce gerçekleştirilen narkotik operasyonu,
tarihi rezaleti ortaya çıkarmıştı. Uyuşturucu
çetesinin
Bizans’tan kalma hipojeye (aile mezarlığı)
inşaa ettiği barınak, çete üyelerinin tarihi
sura monte ettiği lavabo, surların arasına
yapılan çatı, tarihin nasıl hiçe sayıldığını
göstermişti. Narkotik operasyonunun ardından
Milliyet, İstanbul’un en eski eserleri arasında
sayılan surların içler acısı halini
görüntülemişti.
Surların tepe noktaları
kaderine terk edilmiş durumdaydı. Bakımsızlık ve
ilgisizlikten dolayı evsizlerin uğrak noktası
haline gelen surlar, evsizlerin mekanına
dönüşmüştü.
Surların üstüne çıkılmaması için
merdivenler ve ara yollar yer yer kapatılmış ama
surların üstü zaman içinde adeta açık hava
barınağına dönüşmüştü. Yerlere serilmiş kilim,
minder ve koltuklar bunun en büyük kanıtıydı.
Sadece Silivrikapı da değil Mevlana Kapı ve
çevresi de bu durumdaydı. Mevlanakapı üzerinde
mekansızların uyuşturucu yapmak için
kullandıkları plastik şişeler göze çarpıyordu.
Kamyonetlerle taşındı
Haberimizin 15 Eylül’de yayınlanmasının ardından
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB Zabıta
Daire Başkanlığı ve Katı Atık Toplama birimleri
temizlik için harekete geçti.
Ekipler, ilk
olarak Silivrikapı Kale Surları üzerindeki
evsizlerin kaldığı yerlerde temizlik yaptı.
Surlardaki pislik temizlik personelini bile
şaşırtırken, iki temizlik görevlisinin surdan
aşağıya zorlukla kaldırıp attıkları koltuk ve
halılardan yoğun bir toz bulutu yükseldi. Kenara
yığılan çöpler, ufak tepeler oluşturdu.
Görevliler, 50 metre arayla 3 ayrı yerde
mekansızlar tarafından yapılan yatak ve oturma
alanını temizleyerek boşaltıldı. 15 kişilik katı
atık toplama ekiplerinin yerdeki çöpleri
toplayarak başlayan çalışmasının ardından büyük
koltuk, tahta parçaları yol trafiğe kapatılarak
aşağıya atıldı. Surlardan çıkan çöp,
kamyonetlere yüklenerek çöp depolama
merkezlerine taşındı.
‘Daha önce
görmemiştik’
Atık Yönetim Müdürlüğü
Kontrol Amiri Ali Akyüz, “Biz ana arterde
çalıştığımız için içeriyle çok fazla
ilgilenmiyoruz. Buralar ilçe belediyelerinin
sorumluluğunda. Milliyet sayesinde buraları
gördük. Bundan sonra bütün surlardaki pislikleri
temizleyeceğiz.
Çalışmalar sahilden
başlayarak Silivrikapı, Mevlanakapı, Topkapı’ya
kadar devam edecek ve surlar tamamen
temizlenecek. Daha önce buralara temizlemek için
girdik desek yalan olur, sizin sayenizde gördük
ve geldik. Güvenlik tedbiri olarak zabıta
ekipleri de bize eşlik ediyor” dedi.
Tehlike
geçmiş değil
Korkuluğu olmayan dik ve engebeli surlara
çıkılmaması için demir parmaklıklardan başka bir
önlem yok. Surlara çıkmanın yasak olduğunu
belirten hiçbir tabela bulunmuyor. Surların üstü
yer yer çökmüş ve büyük çukurlar oluşması büyük
tehlike arz ediyor.
Milliyet, Haber: Burak Dursun, 21.09.2015
|
DÜNYANIN İLK SÜRÜNGENİ
Bilim adamları, evrimde sürüngenlerden dört bacağı
üzerinde duran canlılara geçiş noktasında önemli bir
fosil tespit etti.
260 milyon yıl önce yaşamış Bunostegos akokanensis
adı verilen bu türün, dört bacağı üzerinde hareket
eden ilk canlı olduğu tahmin ediliyor. 2013’de
Nijer’de bulunan fosilin bedeninin sürüngen
özellikleri taşırken, bacaklarının yapısının farklı
olduğu görüldü.
ABD merkezli Journal of Vertebrate Paleontology
adlı dergide fosilin bacaklarının kertenkele ve
timsahlarda olduğu gibi yana doğru değil dikey
şekilde durduğu ve canlının inek büyüklüğünde olduğu
ifade edildi.
Hürriyet, 20.9.2015
|

|
BİN YILLIK YAPININ YANINDA İŞ MAKİNESİ İLE TAŞ
KIRILIYOR

Kars'ta Kümbet Camii olarak bilinen, 12 Havariler Kilisesi'ne 5 metre, Ebu'l Hasan Harakani Hz. Türbesi ve Evliya Camii'ne 20 metre mesafede yapılacak abdesthane için yürütülen çalışmalar korkutuyor. İş makinesinin, alanda hilti ile yürüttüğü taş kırma çalışmasının tarihi yapılara zarar vereceği endişesi hakim.
Kars Valiliği'nce, Evliya Camii ve Kars Kalesi'nin çevresinin düzenlenmesi, aydınlatılması, Osmanlı Mahallesi ve Osmanlı Çarşısı oluşturulması ve tarihi yapıların restorasyonu projelerini kapsadığı ileri sürülen 'Tarihi Dokunun Korunması Projesi' çalışmaları sürüyor. 929-953 yılları arasında Ermeni Bagratlı Kralı Abas tarafından yaptırılan 12 Havariler Kilisesi, günümüzde Kümbet Camii olarak bilinen ve 2001 yılında restore edilerek ibadete açılan, Sultan III. Murad döneminde, 1579'da Kars Kalesi onarılırken yaptırılan Evliya Camisi ile yine aynı tarihlerde restore edilen Ebu'l Hasan Harakani Hz. Türbesi dibinde başlatılan çalışmalar tarihi yapıları tehdit ediyor.
'Tarihi Dokunun Korunması Projesi' kapsamında Eylül ayı başlarında başlanan çalışmalara Harakani gönüllüleri tepki göstermiş, bin bir emek ve zorlukla yaptıkları yapıların yıkılacak olmasına anlam verememişlerdi. Kaleiçi Mahallesinde oturan Hasan Kaya, "Burada bir yanlışlık var. 11. ayın 24'ünde bu proje biter mi? Bu bir seçim propagandasıdır" diye konuştu. Çizilen proje ile onlarca ağacın sökülecek olmasına anlam veremeyen gönüllüler, alanda incelemelerde bulunan Kars İl Müftüsü Mehmet Genç'e durumu anlatarak sitem etti.
Zaman, Haber: Abdülkadir Erzenoğlu, 20.09.2015
|
SÜMELA MANASTIRI 1 YIL KAPATILACAK

Trabzon’un Maçka İlçesi'nde bulunan Sümela Manastırı,
en iyi ve uzun süreli güvenlik seviyesine
ulaştırılması, uygun ziyaret ortamının sağlanması,
yapının restorasyonunun gerçekleştirilmesi amacıyla
1 yıl ziyarete kapatılacak.
Her yıl yerli ve yabancı çok sayıda
ziyaretçisi olan
Trabzon'un Maçka
İlçesi'nde bulunan Sümela
Manastırı, restorasyon ve güvenlik çalışmaları
nedeniyle ziyarete kapatılacak. Son zamanlarda
Sümela Manastırı ve çevresinde ziyaretçilerin
can ve mal güvenliğini tehdit eden ve
Türkiye’nin en önemli kültür varlıklarından biri
olan yapıya zarar veren kaya düşmesi olaylarının
sıklıkla yaşanması nedeniyle, bölgede kayaların
jeolojik ve jeoteknik bakımdan araştırma ve
güçlendirme çalışmaları başlatıldı.
Söz konusu çalışmalarda; manastıra ve
çevresindeki tesislere bakan yamaçlardaki kaya
düşme tehlikelerini araştırmak ve riskli
bölgeleri belgelemek amacıyla işin uzmanlarınca
endüstriyel dağcılık teknikleri kullanılarak ve
gerekli güvenlik önlemleri alınarak yamaç
güzergahlarından inişler yapıldı. İnişler
esnasında, halihazırda askıda duran kaya
parçalarının bulunduğu, değişime uğramış kayaç
yüzeylerinin tehlike arz ettiği, ormanın
eteğinde uzanan kısımlarda bazı serbest bloklar
ve orman döküntülerinin içinde saklı kalmış
durumda irili ufaklı serbest taş parçalarının
mevcut olduğu ve çatlaklardan gelen yoğun su
sızıntıları nedeniyle bazı yerlerde malzeme
boşalmalarının olduğu belirlendi.
Söz konusu alanda büyük ölçekli temizlik,
güvenlik bariyerleri, koruyucu örtü ve
güçlendirme çalışmalarının yapılabilmesi, can ve
mal güvenliği açısından herhangi bir olumsuzluğa
sebebiyet verilmemesi, müze ve ören yeri
ziyaretlerinde insan sağlığı ile can
güvenliğinin Kültür ve Turizm Bakanlığının
öncelikleri arasında yer alması sebebiyle
manastır kompleksinin 22 Eylül 2015 tarihinden
itibaren 1 yıl süre ile ziyarete kapatılması
kararı alındı.
Kapalı olduğu süre içerisinde; Sümela
Manastırının en iyi ve uzun süreli güvenlik
seviyesine ulaştırılması, uygun ziyaret
ortamının sağlanması, yapının restorasyonunun
gerçekleştirilerek ziyarete açılması ve ardından
UNESCO Dünya Kültür Miras Listesinde yerini
almasına yönelik işlemlerin gerçekleştirilmesi
planlanıyor.
Milliyet, 19.09.2015
|
ZERZEVAN KALESİ'NDE BİN 800 YIL ÖNCE KAPATILAN GİZLİ
GEÇİT BULUNDU
Diyarbakır'ın Çınar
İlçesi'ndeki
Zerzevan Kalesi'nde yürütülen kazılarda bin 500 yıl
önce kapatılan gizli bir geçide ulaşıldı.
İlçeye 13 kilometre uzaklıktaki Demirölçek Mahallesi
yakınlarında bulunan, Roma İmparatorluğu döneminde
"askeri üs" olarak kullanılan
Zerzevan Kalesi'nde Kültür ve Turizm Bakanlığı,
valilik, Dicle Üniversitesi ve
kaymakamlık katkılarıyla geçen yıl başlayan kazılar
sürüyor.
Dicle Üniversitesi (DÜ) Arkeoloji Bölümü Öğretim
Üyesi ve kazı başkanı Yrd. Doç.Dr. Aytaç Coşkun, AA
muhabirine, 60 dönümlük alan üzerine kurulu
kalede, 12 metre yüksekliğinde, bin 200 metre
uzunluğunda sur kalıntısı, 22 metre yüksekliğinde
gözetleme kulesi, kilise, saray, konut, kaya
mezarları, hamamlar, tahıl ve silah depoları ile 54
su sarnıcı bulunduğunu belirtti.
Kazılarda bugüne kadar önemli bulgulara
ulaştıklarını anlatan Coşkun, bu yılki kazılarda
da Zerzevan Kalesi'nin 21 metre yükseklikteki 3
katlı güney kulesinin altında gizli bir geçit
bulduklarını söyledi.
Coşkun, geçidin bin 500 yıl önce bloklarla ve
harçlarla kapatıldığını tespit ettiklerini
bildirerek, buranın dışarıdan bir sızmaya karşı ya
da keşfedilme durumunda kapatılmış olabileceğini
ifade etti.
Geçidin bulunmasıyla gizliliğinin ortadan
kalktığına değinen Coşkun, "Kaleden dışarıya
haberci göndermek, şehrin önde gelenlerini
buradan kaçırmak ya da buradan bazı askerleri
dışarıya çıkarabilmek için bu geçit kullanılmış
olmalı. Gelecek yıl etrafındaki blokları kaldırarak
geçidin nereye açıldığını ve yapılma amacının ne
olduğunu öğreneceğiz. Önemi, bin 500 yıldır kapalı
olmasıdır. Yani geçidin bize neler getireceğini şu
an bilmiyoruz" diye konuştu.
Haber 7, 19.09.2015
|
UCUBE TAZMİNATI YARGITAY'DAN DÖNDÜ

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Kars’taki
‘İnsanlık Anıtı’na ‘Ucube’ dediği için tazminat
ödemesine ilişkin karar Yargıtay’dan döndü.
Yargıtay kararında “Sanatçıların ve siyasi
kimliğe sahip kişilerin eleştirilere açık olması
gerektiği gözetilerek istemin tümden reddine
karar verilmesi gerekirken kısmen kabulü yerinde
olmamış bu nedenle kararın bozulması
gerekmiştir” ifadesini kullandı.
Cumhurbaşkanı
Tayyip Erdoğan’ın, Kars’ta yıktırılan
‘İnsanlık Anıtı’ heykeline ‘Ucube’ dediği
gerekçesi ile heykeltıraş Mehmet Aksoy’a 10 bin
TL manevi tazminat ödemesine ilişkin
mahkeme kararı oyçokluğuyla Yargıtay 4’üncü
Hukuk Dairesi’nce bozuldu.
‘ELEŞTİRİYE AÇIK OLUN’
Bozma kararında,
Erdoğan’ın kullanmış olduğu ‘Ucube’ sözcüğünün
genel bir eleştiri ve değerlendirmeye ilişkin
bulunduğu ifade edildi. Bu açıklamaların
davacının kişiliğine yönelik olmadığı, bu
haliyle söylemlerin davacının kişiliğine yönelik
bir
saldırı oluşturmadığı ifade edildi. Kararda,
“Sanatçıların ve siyasi kimliğe sahip kişilerin
eleştirilere açık olması gerektiği gözetilerek
istemin tümden reddine karar verilmesi
gerekirken kısmen kabulü yerinde olmamış bu
nedenle kararın bozulması gerekmiştir” denildi.
AKSOY HAKARETTEN YARGILANACAK
3’üncü Asliye
Hukuk Mahkemesi’nin Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın 10 bin TL tazminat ödemesine
hükmetmesinin ardırdan bir röportajında “Haram
parayı heykele yatırmam” diye konuşan Mahmet
Aksoy, bu kez Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hakaret
ettiği gerekçesi ile mahkemelik olmuştu. Aksoy,
önümüzdeki günlerde hakim karşısına çıkacak.
10 BİN LİRAYA MAHKUM OLMUŞTU
Heykeltraş Mehmet
Aksoy, ‘İnsanlık Anıtı’ heykeli için
‘Ucube’ diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan hakkında 100
bin TL’lik manevi tazminat davası açmıştı.
İstanbul 3’üncü Asliye Hukuk Mahkemesi,
Erdoğan’ın, heykeltıraş Aksoy’a 10 bin TL manevi
tazminat ödemesine karar vermişti. Mahkeme,
‘ucube’ sözcüğünün olumsuz anlamına vurgu
yapıldığını belirtmişti.
Hürriyet,
18.09.2015
|
ANTİK KENTTE BİN 800 YILLIK KABARTMA BULUNDU

Pisidia Antiocheia Antik Kenti Kazı Başkanı Süleyman
Demirel Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Arkeoloji Bölümü Başkanı Prof.Dr. Mehmet Özhanlı,
67 hektar alana kurulu antik kentteki bu yılki
kazıların haziran ayında başladığını, ekim ayı
başına kadar süreceğini bildirdi.
Tarihi
milattan önce 300 yılına kadar uzanan kentteki
kazılarda Anadolu tarihine ışık tutacak önemli
bulgulara ulaştıklarını ifade eden Özhanlı, önceki
yıllarda Ayadiricus Tepesi'ndeki tapınak ve Tiberius
olarak bilinen ve 30 metre genişliği, 150 metre
uzunluğu bulunan kent meydanının açığa çıkarıldığını
kaydetti.
Bu yıl kazılarda kentin batı
yakasındaki çalışmalara ağırlık verdiklerini ifade
eden Özhanlı, kazılarda buğday, nohut, mercimek gibi
ürünlere rastladıklarını, bunun da bölgede tarımın
geliştiğini gösterdiğini vurguladı.
Kazılarda
üzerine sepetten üzüm toplayan küçük meleklerin
işlendiği bin 800 yıllık bir kabartma bulduklarını
anlatan Özhanlı, bunun kentteki yaşama dair
kendilerine önemli ipuçları verdiğini söyledi.
Ele geçen bu malzemenin, o dönemdeki kültürün
bugüne nasıl yansıdığını gösteren önemli arkeolojik
veriler sunduğunu ifade eden Özhanlı, şöyle konuştu:
"Bu yıl çıkardığımız kabartmada üzüm toplayan
Eros, bugünkü deyimle küçük melekler var. Bu
sembolik bir şey. Çünkü antik dönemde en önemli
zamanlardan biri hasat dönemidir. Burada bir hasat
ya da bağ bozumu söz konusu. Ürünün bol olduğu bir
dönem ve biz bu dönemde hasadın iyi geçtiğini ve
şenliklerin yapıldığını belgelemiş oluyoruz. Antik
kaynaklarda da burada iki büyük festivalin
yapıldığını ve bunlardan birinin hasat şenliği
olduğunu biliyoruz. Bu yıl Yalvaç İlçesi'nde temmuz
ayında kutlanan Pisidia Antiocheia Kültür ve Sanat
Festivali'ni de antik dönemden günümüze devam eden
bir geleneğin uzantısı olarak nitelendirebiliriz."
Özhanlı, çalışmalarını yaklaşık 50 kişilik bir
ekiple sürdüklerini sözlerine ekledi.
Yeni Şafak,
18.09.2015
|
FRANSA SARAYI KAPILARINI ULUSAL MİRAS GÜNLERİ İÇİN
AÇIYOR

Ulusal Miras
Günleri kapsamında, Fransa Sarayı, 19 Eylül
Cumartesi (bugün) bir günlüğüne, ziyarete
açılacak.
Fransa’da 30 yıldır uygulanan ve günümüzde Avrupa’nın 50’den fazla ülkesinde düzenlenen ‘Ulusal Miras Günleri’ kapsamında, Beyoğlu’nun ulusal mirasının bir parçası olan Fransa Sarayı, 19 Eylül Cumartesi günü, bir günlüğüne, kapılarını ziyaretçilere açacak.
Kasım 2015’te, Paris’te düzenlenecek olan ‘İklim konferansı’ öncesinde, iklim ve çevre konuları göz önünde bulundurularak, bu sene, "Yeşil Saray" teması seçildi. Saray’ın çeşitli mekanlarını gezecek, çevre konularında atılan somut adımları ve ünlü fotoğrafçı, Yann Arthus Bertrand’nın, ‘İklim değişiklişine karşı 60 çözüm’ isimli sergisini görebileceksiniz.
Konsolosluk personeli ile birlikte, Yeditepe Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi öğrencileri, dileyen ziyaretçilere, sarayı tanıtacaklar.
Habertürk, 19.09.2015
|
ATAKÖY'E MÜJDE: BLUMAR PROJESİNE GEÇİT YOK
Ataköy sahilde henüz inşaat yapılmayan son parsele koruma kurullarından izin çıkmadı. 70 metre yüksekliğinde 7 blok halinde yapılması planlanan Blumar isimli proje şimdilik askıya alındı. Hem kültür varlıkları hem de tabiat varlıkları kurulları bir gün arayla aynı kararı alarak ‘’parselde fiziki ve inşai faaliyette bulunulmamasına’’ karar verdi. Ataköylüler için sahilde en azından bir parseli kurtarma umudu doğdu. Bakırköy Belediyesi bu parseli park yaparak halka kazandırmak istiyor.
7 BLOK YAPILACAKTI
Üzerinde tarihi Baruthane yapılarının bulunduğu Ataköy sahilindeki 160 Parsel (Baruthane) Emlak Bankası tarafından TOKİ’ye devredilmişti. TOKİ de araziyi 12 Temmuz 2010’da ‘restore et, işlet’ modeliyle kiralamak için ihaleye çıktı. 59 bin 800 metrekare parsel, tarihi yapıların aslına uygun restorasyonu, anıt ağaçların korunması şartıyla yıllık 6 milyon liradan 49 yıllığına, ihaleye tek katılan Çelebican A.Ş.’ye kiralandı. Blumar isimli proje ile parselde 70 metre yüksekliğinde 7 blok inşa edilecekti.
MAHKEME MÜHÜR İŞLEMİNİ İPTAL ETTİ
Parselin içindeki tarihi eserlerle birlikte tek bir anıt ağaç mevcut. Anıt ağaç nedeniyle de şirket inşaat onayını Tabiat Varlıkları Komisyonu’ndan aldı. Ancak İstanbul 1 No’lu Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu kendilerine sormadan başlatılan inşaatı Bakırköy Belediyesi’ne bir yazı ile bildirerek durdurdu. Çünkü Kültür Bakanlığı ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı arasında yapılan protokol gereği parselde hem kültür varlığı hem de tabiat varlığı olan alanlarda her iki kurulun da onayı gerekliydi. Bakırköy Belediyesi inşaatı mühürledi. Şirket dava açtı. Mahkeme, iki bakanlık arasındaki protokolün yasadan üstün olamayacağını, karar verme yetkisinin yasa ile tabiat varlıkları komisyonunda olduğunu, inşaatı yapacak şirketin de bu komisyondan izin aldığını belirterek, mühür işlemini iptal etti.
BİR GÜN ARAYLA AYNI KARAR
Şirket tam inşaata başlayacakken bu kez iki kurul bir gün arayla aynı kararı aldı. 09.09.2015 tarihli Kültür Varlıkları Koruma Kurulu, ‘’Avan projenin uygun olmadığına, proje kurulumuzca onaylanıncaya kadar tescilli parsel üzerinde herhangi bir fiziki ve inşai faaliyette bulunulmamasına’’ karar verdi. Bir gün sonra toplanan İstanbul 4 Numaralı Tabiat Varlıkları Komisyonu ise şu kararı aldı; ‘’1 Numaralı Kültür Varlıkları Koruma Kurulu olumlu görüşü olmadan inşai faaliyetlerde bulunulması mümkün olmadığından söz konusu eksiklikler giderilinceye kadar komisyonumuzca karar verilmesi mümkün bulunmadığından, inşaatın devamı telafisi mümkün olmayan zararlara sebebiyet verebileceğinden, eksikler giderilinceye kadar komisyonumuz açısından da söz konusu parsel üzerinde herhangi bir fiziki ve inşai faaliyette bulunulmamasına karar verildi.’’
SON SÖZ KÜLTÜR VARLIKLARINDA
Böylelikle mahkeme tarafından son söz Tabiat Varlıları Komisyonu’na aittir kararı ile inşaat izni verilen Blumar projesi yeniden başa döndü. Komisyon kararı Kültür Varlıkları Koruma Kuruluna bıraktı. Kurulun başından beri karşı olduğu projeyi kabul edip etmeyeceği ise önümüzdeki günlerde belli olacak.

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 17.09.2015
|
HİTİT DÖNEMİNE İLİŞKİN YENİ BULGULAR ELE GEÇTİ
Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Kocaeli
Üniversitesi adına İstanbul Küçükçekmece Göl
Havzası Bathonea’da yürütülen 2015 yılı
kazılarından yaklaşık 4 bin yıllık bir kurşun
figürin ele geçti. Ön ayaklarını geriye bükmüş,
boynuzlu bir hayvanın (geyik) üzerinde ayakta
duran figürinin başındaki polosu nedeniyle bir
tanrıça betimlemesi olduğu düşünülüyor. 3,5
santimetre boyundaki figürinin Çekmece Nükleer
Araştırma ve Eğitim Merkezi Uzmanları tarafından
yapılan analiz sonucuna göre, kurşundan
üretildiği tespit edildi. Figürinin temizliği ve
konservasyonu İstanbul Restorasyon ve
Konservasyon Merkez ve Bölge Laboratuvarı
Müdürlüğü tarafından mikroskop altında çok
dikkatlice gerçekleştirildi.
Bathonea kazıları 2015 yılı çalışmalarında ortaya çıkarılan küçük kurşun figürin, stilistik özelliklerine göre “Hititli” üslubunu yansıtıyor. Aynı kazı alanında 2013 yılında bir tanrı ve tanrıça betimi olmak üzere iki adet heykelcik ile aynı döneme tarihlenen bazı seramik parçaları ele geçmişti. 2015 yılı kazılarından çıkan kurşun figürin İstanbul’daki Erken Hitit Dönemi verilerini kuvvetlendiren önemli bir kanıt olarak değerlendiriliyor.
İHA, 17.09.2015
|
SUDAN'DA 12 PİRAMİT KALINTISI ORTAYA ÇIKARILDI

Ekip 6’sı
taştan 10 tanesi kerpiçten toplam 16 piramidi
gün yüzüne çıkardı. Piramitlerin bundan 2000 yıl
önce Sudan’da hüküm sürmüş Kush (Kuş) Krallığına
ait olduğu belirtildi. Piramit inşaatıyla
popüler olan krallık MS.4. yüzyılda yıkıldı.
Londra British Museum’da görevli müdür Derek Welsby ve ekibinin 1988 yılından bu yana bölgede yaptıkları kazı çalışmaları devam ediyor. Sudan Gematon’da bulunan piramitlerden en büyüğü 10.6 metre. Yapıldığında 13 metre yüksekliğinde olduğu tahmin ediliyor. Welsby’e göre piramitlerin bazıları zengin ve güç sahibi kişiler, diğerleri ise nispeten daha mütevazı kimseler için yapılmış. Bununla birlikte kazı alanında bulunan mezarların hepsinin piramidi yok. Bazıları taş ve çamurdan yapılmış taraçalar altına gömülürken bazıları taş yığınları altına defnedilmiş.
Diğer mezarlardan günümüze kadar ulaşabilen ayırt edici bir işaret yok ancak arkeologlar mezarlardan birinde üzerine bir prens ve ya rahip tarafından yeraltı tanrısı Osiris’e tütsü yakılan ve şarap sunulan sahne yontulmuş bir sunu masası buldu. Osiris’in hemen arkasında tanrıça İsis de resmedilmiş. Osiris ve İsis her ne kadar Mısır’a ait tanrılar olsada Kush gibi daha bir çok eski dünya uygarlıklarında tapınılmıştır. Sunu masasının kraliyet eşyası olduğunu söyleyen Welsby’e göre masayla birlikte gömülen kişi kraliyet ailesinden üst düzey biri.
Geçmişte ve günümüzde defalarca yağmalanmış mezarlardan bugüne kadar sadece 100 parçalı bir piramit ile 3 çocuk mezarı olduğu gibi kalmış. Çocukların hazinesiz gömülmüş olmasının hırsızları caydırmış olabileceği belirtiliyor.
Kush Krallığı MÖ 800 ve MS 4.yüzyıl arasında Sudan’da geniş bir bölgeye hükmetti. Bu krallığın en önemli çöküş nedenlerinden biri gelir kaynaklarını kaybetmesi. Nil Vadisi’nden geçen bazı ticaret yolları Kush yönetecilerini zengin ederken ülkenin geri kalanının bu zenginlikten mahrum kalmış olması. Bununla birlikte Roma İmparatorluğu’nun ekonomisi de kötüye giderken Kush Krallığı ile aralarındaki ticaret gittikçe azaldı ve bu da gelirleri daha çok düşürdü.
Gelir ile beraber zenginliği ve refahı kaybeden krallığın yönetecileri idare güçlerini yitirdiler. Halk yavaş yavaş bölgeyi terketti ve Sudan’da piramit yapımı son buldu. Şehir ve piramitler kent sakinleri için hep sorun olan kum fırtınalarıyla kaplandı.
arkeolojihaber.net, Kaynak: news.discovery.com Çeviri: Ayşen Yolcu, 17.09.2015
|
PERU'NUN GÜNEYİNDE PACOPAMPA KÜLTÜRÜNE AİT 2 MEZAR
BULUNDU

Yuji Seki
liderliğindeki bir grup Japon ve Perulu
arkeologlar tarafından Peru’nun Katamarka
bölgesinde iki rahibin mezarı bulundu.
Projenin
direktör yardımcısı Daniel Mrorales 2700 yıllık
mezarın MÖ 1200-500 yıllarında egemenlik sürmüş
Pacopampa Kültürü’nden geldiğini söyledi.
Mezara yılan
biçimli leopar kafalı bir seramik kap ile
bulunduğu için ‘Leopar-yılan rahipler mezarı’
adı verilmiş.
Diğer mezar ise
oval biçimde yontulmuş 13 altın ve 8 boncuktan
oluşan bir kolye ile gömülmüş.
Mezarların dini
tören ve kutlamaların yapıldığına inanılan iki
merdiven girişli taş duvarlarla çevreli kare bir
alanda bulunmuş olması, bu iki kişinin Pacopampa
Kültürünün zirvesinde olduğu MÖ 800-500 yılları
arasında yaşamış ve törenleri yapmakla görevli
rahipler olduklarını akla getiriyor.
arkeolojihaber.net, Kaynak:
archaeology.org Çeviri: Ayşen Yolcu,
17.09.2015
|
BİLİNENDEN ÇOK ÖNCE TOPLAYICILIK YAPARAK BESLENMEYE
BAŞLADIK

Etiyopya’nın
Afar bölgesinden çıkartılan insan ve hayvan
dişleri üzerinde yapılan yeni bir çalışmaya göre
atalarımız mevcut düşünceden 400.000 yıl önce
toplayıcılık yaparak beslenmeye başlamış.
John Hopkins
Üniversitesi’nden Naomi E. Levin önderliğinde
bir ekip bu canlıların nasıl beslendiklerini
tespit edebilmek için dişlerin yapısını ve
izotoplarını inceledi. Bu çalışma sonucunda hem
insan atalarının hem de nesli tükenmiş bir
maymun türünün 3.8 milyon yıl önce ağaçtan
koparma yöntemiyle beslenmeden, kuş ve böcek
gibi ot yiyen hayvanlar da dahil olmak üzere
toplayıcılığa dayalı beslenmeye geçtiklerini
ortaya çıkardı.
Sonuçlar
homonin ve maymunlar arasında toprak bazlı
yiyecek tüketiminin çok önceden başladığını
göstermekle birlikte bu işlevin her zaman
öncelikli olmadığına işaret ediyor.
Levin basın
açıklamasında; ‘İlkel maymunlarda otçul
beslenmeye geçiş, dişlerinin otlamaya uygun hale
gelmesinden önce başlamış. Beslenme şeklinin
değişimi, insan atalarının yaşam alanı
değişimine daha kolay uyum sağlamasına neden
olmuş olmalı’ dedi.
arkeolojihaber.net, Kaynak:
archaeology.org Çeviri: Ayşen Yolcu,
16.09.2015
|
ABD'DE İNŞAAT KAZISINDA 10 BİN YILLIK TAŞ ALETLER BULUNDU
Amerika Birleşik Devletleri Seattle’da bir alışveriş merkezi inşaatında 10 bin yıl öncesine ait taş aletler ortaya çıktı.
Bölgede yaşamış ilk insanlar tarafından yapılan topak, kazıyıcı, mızrak ucu ve kıyıcı gibi kesici aletlerin kendine has bükümlü bir işçiliği var.
SWCA Çevre danışmanı ve araştırma alanı lideri Robert Kopperl, ilk olarak 2009 yılında inceleme altına alınan Redmon Town Center yakınındaki arkeolojik sitede eski dönemlere ait pek çok kazı bulunduğunu ancak Puget Sound Lowland ( Kuzeybatı Pasifik) bölgesindeki en eski buluntuların bu aletler olduğunu söyledi. Kopperl ayrıca Oregon bölgesinde yoğun bitki örtüsü ve buz tabakası nedeniyle arkeolojik site bulmanın çok zor olduğunu, bulunan aletler sayesinde buzulların ne zaman eriyip, insanların ilk ne zaman yerleşmeye başladığını ve kökenleri hakkında bilgi sahibi olabileceklerini ekledi.
Aletler üzerine yapılan kimyasal analizler sonucunda balık, koyun, geyik, bizon ve ayı dokularına rastlandı.
arkeolojihaber.net, Kaynak: The Seattle Times Çeviri: Ay?en Yolcu, 10.09.2015
|
|
ACEMİ DEFİNECİLERİN HAZİN SONU
Nevşehir'de define aramak
için mağarada kuyu kazan Abdullah Özcan, İsfen Çakır
ve Mehmet Bolat, metan gazından zehirlenerek öldü.
Eski Rum mezarlarının bulunduğu Kaymaklı'da bir
mağaraya giren 3 arkadaş, 7-8 metrelik kuyu açtı.
Jeneratörle içeriye hava basıp iple aşağıya inen 3
arkadaş, dehlize geçmeye çalışırken, jeneratörün
benzini bitince hava akışı kesildi. İtfaiyeden
yardım isteyen 3 arkadaş tüm müdahalelere rağmen
kurtarılamayarak yaşamını yitirdi.
Sabah, 18.09.2015
|
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ YENİLENİYOR

İBB eylül ayı meclis
toplantısında, İstanbul Üniversitesi'nin Beyazıt
Kampüsü'nde yer alan eczacılık, fen ve eğitim
fakültesiyle kafeteryanın da içinde bulunduğu
parsellerde yenileme ve restorasyon çalışması
yapılmasıyla plan tadilatını içeren komisyon raporu
oylamaya sunuldu.
Oylama sırasında üyeler arasında Tarihi Yarımada'nın
dokusunun korunması konusunda tartışma yaşandı.
Rapora itiraz eden CHP'li üyeler, Tarihi Yarımada'da
bulunan üniversitenin tarihi dokusuna uygun
binaların meclis kararıyla değil, mimari yarışmayla
inşa edilmesi gerektiğini vurgularken, AK Partili
üyeler ise depreme dayanıksız yapıların
yenilenmesinin söz konusu olduğunu, hazırlanan
projelerin de ilgili kuruluşlarla değerlendirilerek,
Koruma Kurulu'nca tasdik edilerek hazırlandığını
ifade etti.
İBB Meclisi CHP Grup Sözcüsü Tonguç Çoban,
üniversitenin tarihi nitelikteki ana binası dışında
eczacılık, fen ve eğitim fakülteleri binalarında
yenilenme projesinin olduğunu belirterek, rapora ret
cevabı verdiklerini ifade etti.
Çoban, şunları kaydetti:
"Tarihi dokuya uygun bir
yarışma projesiyle İstanbul'a yeni mimari eser
kazandırma imkanı varken, depreme karşı 'yıkalım
yeniden yapalım' şeklinde avan bir proje geldi. Bu
tip yapıların avan projeyle değil, bir mimari eser
yarışma projesiyle yapılması gerekir ki İstanbul'a
yeni eserler kazandırabilsin. Bir de ciddi yoğunluk
artışı var. Her ne kadar bir eğitim yuvası olsa da
bu yoğunluk artışını Tarihi Yarımada içerisinde
kabul edilemez buluyoruz. Çünkü başka yerlere emsal
olma tehlikesi var. Bu yıkıldıktan sonra ortaya
çıkacak arkeolojik eserlerin ne olacağı konusunda
bir çalışma yapılmamış durumda. Kurul kararı da
alınmış ama süreci eksik buluyoruz. Tarihi
Yarımada'ya zarar verebileceği endişemiz var."
Yoğunluk artışı olacağına ilişkin eleştirilere yanıt
veren İmar Komisyonu Başkanı, AK Parti Meclis Üyesi
Hadi Diler, artışın bina yüksekliğinden değil, yeni
inşaatlarda yer alacak bodrum katlarından
kaynaklandığını ifade etti. Diler, "İnşaat sırasında
arkeolojik kalıntılar denk gelirse, Arkeoloji Müzesi
ve diğer müdürlükler gerekli kontrolleri yapacaktır"
dedi.
Konuşmaların ardından, Beyazıt Kampüsü'nde yer alan
Eczacılık Fakültesi, Fen Fakültesi, Hasan Ali Yücel
Eğitim Fakültesi ve kafeteryanın da içinde bulunduğu
parsellerde yenileme ve restorasyon çalışması
yapılmasına ilişkin plan değişikliği İBB Meclisi'nde
oy çokluğuyla kabul edildi.
Değişikliğe göre, parsellere yeni bloklar yapılması
planlanırken, rektörlüğün bahçesindeki bazı yapılar
yenilenecek. Kat yüksekliğinin 3'ten 4'e çıkarıldığı
plana göre, ana bina ve tescilli yapılarda
değişiklik planlanmıyor.
Habertürk, 17.09.2015
|
SABANCI MÜZESİ'NE SÜPER STATÜ

Gerek kalıcı koleksiyonları,
gerekse gerçekleştirdiği uluslararası geçici
sergilerle
Türkiye ’deki
müzecilik anlayışının çıtasını yükselten Sabancı
Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi (SSM), Türkiye’nin
“Superbrands” markalarından biri oldu. Sanat
alanında ilk defa verilen ödüle layık görülen S.Ü.
Sakıp Sabancı Müzesi, üniversite müzesi olma
misyonuyla gerçekleştirdiği tüm sergiler ve
projelerde farklı tarihsel ve kültürel dönemlerin,
sanatsal akım ve sanatçıların Türkiye çapında
anlaşılması ve çalışılması konusundaki
çalışmalarından dolayı “Superbrand” ödülünü aldı.
Superbrands, Türkiye’de 2005
yılından itibaren iki yılda bir olmak üzere,
prestijli araştırma firması Nielsen tarafından
düzenleniyor. Bağımsız bir jüri Superbrands
statüsüne layık görülecek kurumları, teknolojisi,
yatırımları,
iş gücü
kalitesi, yaratıcılığı, markalaşmaya yaptığı
yatırım, marka devamlılığı gibi kriterlerle
değerlendiriyor.
Zengin koleksiyonu, ev
sahipliği yaptığı uluslararası geçici sergiler,
konservasyon birimleri, çocuklar ve yetişkinler için
eğitim programları, düzenlediği konser, konferans ve
seminerlerle çok yönlü bir müzecilik ortamı sunan
SSM, toplumun her yaş ve kesiminden kişileri sanatla
buluşturuyor. SSM, düzenlediği sergilerle
sanatseverleri Avrupa sanatına yön veren
sanatçıların eserleriyle ve Doğu’nun köklü
sanatlarıyla bir araya getirirken, yurtdışında
gerçekleştirdiği koleksiyon sergileriyle de Türk ve
İslam sanatının yurtdışında tanıtılmasına öncülük
ediyor.
Radikal, 17.09.2015
|
KÜLTÜR BAKANLIĞI KAYIP ESERLERİ İNTERNETTE ARIYOR

Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara Resim ve Heykel
Müzesi’nden kaybolan 302 eserle ilgili yeni bir adım
attı. Kayıp eserlerden 39 resmin fotoğrafını
internet sitesinden paylaşan bakanlık, “Benzer eser
bulunduran kişiler Ankara Emniyet Müdürlüğü
Kaçakçılık Suçlarıyla Mücadele Şube Müdürlüğü’ne
müracaat etsin” çağrısı yaptı. Kültür ve Turizm
Bakanlığı, Ankara Resim ve Heykel müzesinden çalınan
302 ve Bolu Devlet Güzel Sanatlar Galerisi
envanterinden kaybolan 10 resmin de bulunması için
çalışma başlattı. Ünlü sanatçılar tarafında yapılan
kayıp 39 resmin fotoğrafı bakanlığın web sitesinden
ilk kez paylaşıldı. Kayıp fotoğraflarının altında
ise bakanlığın şu çağrısı yer aldı: “Ankara Resim ve
Heykel Müzesi veya Bolu Devlet Güzel Sanatlar
Galerisi envanterine ait kayıp ve/veya sahte olduğu
tespit edilen eserlere benzer eser bulunduran
kişilerin, Ankara Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık
Suçlarıyla Mücadele Şube Müdürlüğü’ne müracaat
etmeleri gerekmektedir.” Kültür ve Turizm Bakanlığı
yetkilileri, 39 eserden 14’ünün piyasada satışa
sunulduğunu tespit etti. Buna karşın resimlerin
nerede bulunduğu belirlenemedi.
Habertürk,
Haber: Aykut Yılmaz, 17.09.2015
|
ARKEOLOJİK KAZILARA DESTEK 17 KAT ARTTI

Kültür ve Turizm Bakanlığının arkeolojik kazılara
yönelik 2002'de 1 milyon 877 bin 915 lira olan
desteği 17 kat artarak, bu yıl 31 milyon 903 bin 928
liraya yükseldi.
Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve
Müzeler Genel Müdürlüğünden alınan bilgiye göre, bu
yıl Bakanlar Kurulu kararıyla 120'si Türk, 37'si
yabancı ekiplerce 157 kazı, 85'i Türk, 13'ü
yabancı ekiplerce 98 arkeolojik yüzey
araştırması, 53 katılımlı müze kazısı, 180 kurtarma
kazısı, 20 kamu yatırım alanı kurtarma kazısı, 4
sualtı araştırması, 20 de temizlik ve düzenleme
çalışması olmak üzere 532 arkeolojik
faaliyet planladı.
Söz konusu arkeolojik kazılardan bir bölümü
tamamlandı, bir kısmı çalışma aşamasında, bir bölümü
de henüz başlamadı.
Bakanlar Kurulu kararıyla 37 bilimsel kazı ABD,
Almanya, İtalya, Japonya, Avusturya, Fransa,
İngiltere, İsviçre, Belçika, Hollanda, Kanada ve
Avustralya’dan gelen bilimsel heyetlerce
yürütülürken, 13 bilimsel yüzey araştırması
da Polonya, ABD, Fransa, Almanya, Japonya, İtalya,
Avusturya, Danimarka'dan gelen akademisyenlerce
gerçekleştiriliyor. Türk akademisyenlerce 120
bilimsel kazı, 85 arkeolojik yüzey araştırması
yapılıyor.
Kazılara destek 17 kat arttı
Bakanlığın arkeolojik kazılara yönelik mali
desteği 2002'den bu yana 17 kat arttı. 2002'de kazı
ve araştırma çalışmalarına sağlanan 1 milyon 877 bin
915 liralık destek, bu yıl Eylül ayı itibariyle 31
milyon 903 bin 928 lira oldu.
Yabancı akademisyenlerce gerçekleştirilen kazı ve
araştırma çalışmalarına yurtdışındaki resmi ve özel
kuruluşların yanı sıra yurtiçindeki sponsor
kuruluşlarca da maddi destekte bulunuluyor.
Anadolu Ajansı, Haber: Sultan Çoğalan, 16.09.2015
|
HACILAR BÜYÜK HÖYÜK KAZISINDA SAVUNMA SİSTEMİNİN
ŞEKLİ ORTAYA ÇIKTI

İstanbul Üniversitesi Arkeoloji Bölümü
Başkanı Prof.Dr. Gülsün Umurtak'ın
başkanlığında 2011 yılında başlayan Hacılar
Büyük Höyük Kazısı, 5. Sezonunu tamamladı.
Geçtiğimiz yıllarda savunma sisteminin gün
yüzüne çıktığı kazıda, bu yıl kalenin surları
ortaya çıkmaya başladı.
2011 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Protohistorya ve Önasya Arkeolojisi
Anabilim Dalı ile Arkeoloji Bölümü Başkanı
Prof.Dr. Gülsün Umurtak'ın başkanlığında başlayan
Hacılar Büyük Höyük Kazısı'nın 5. sezonu sona
erdi. Kazı sezonu boyunca bulunan eserler,
Burdur Arkeoloji Müzesi Müdürü Hacı Ali
Ekinci'ye teslim edildi.
Hacılar Büyük Höyük
Kazısı'nın 5. Kazı Sezonu'nu tamamladıklarını
ilk olarak gazetemize açıklayan Kazı Başkanı
Prof.Dr. Umurtak, bu yıl dinsel inanışları
temsil eden Ana Tanrıça(idol) figürleriyle
birlikte, mühürler bulduklarını vurgulayıp,
Anadolu'da yazının bile kullanılmadığı bir
dönemde, Hacılar'da mülkiyeti temsil eden
mühürün bulunmasını, büyük bir medeniyetin
perdelerinin aralanabileceği şeklinde
değerlendirdi.
2001 yılında başlayan kazılar boyunca
ekibiyle birlikte önemli çalışmalara imza
attıklarını ve gelinen noktada tarihi gün yüzüne
çıkaracak bilimsel bulgulara ulaştıklarını ifade
eden Hacılar Büyük Höyük Kazı Başkanı Prof.Dr.
Gülsün Umurtak, İlk yıldan itibaren İlk Tunç Çağ
I. Döneme ait kentin savunma sistemini ortaya
çıkardıklarını, 4 yıl içinde bu alanın büyüyerek
sürdüğünü, bu yıl aynı alanda çalışmaları
hızlandırdıklarını ve savunma sisteminin bir
kale gibi ortaya çıkmaya başladığını vurguladı.
Savunma sisteminin höyüğü nasıl kapladığını
ortaya çıkardıklarını ve daire şeklinde bir
kaleyi gün yüzüne çıkardıklarını belirten
Prof.Dr. Umurtak, Anadolu'da bu kadar büyük bir
savunma sisteminin daha önce bulunmadığını,
kalenin içinde saklanan değerli eşyaların
olabileceği gibi, büyük bir savaşa karşı da
alınmış bir önlem olabileceğini ifade etti.
İstanbul Üniversitesi Emekli Öğretim Üyesi
Prof.Dr. Refik Duru'nun da onursal başkanlığını
yürüttüğü kazının, Burdur'un 5 bin yıl öncesine
yani MÖ 3000'li yıllara ışık
tuttuğunu belirten Kazı Başkanı Prof.Dr.
Umurtak, ilerleyen dönemlerde daha büyük
bulgularla kazıların süreceğini, bu yıl ki
kazayı tamamladıklarını açıkladı.
Burdur
Gazetesi, Haber: Bahtiyar Turan, 16.09.2015
|
VAN KALESİ İÇİN UNESCO'YA BAŞVURU

Van Gölü'nde bulunan ve adayla aynı adı taşıyan
Akdamar Kilisesi, geçtiğimiz nisan ayında UNESCO
Dünya Mirası Geçici Listesi'ne alınmıştı.
Bunun ardından şimdi de Van'ın tarihi ve turistik
değerlerinden Van Kalesi ve eski Van şehrinin UNESCO
Dünya Miras Listesi'ne alınması için müracaat
yapıldı. Van Kültür ve Turizm İl Müdürü Muzaffer
Aktuğ, “Van Kalesi'nin UNESCO'nun miras listesine
girmesi halinde bunun Van'a ve Van'ın tanıtımına çok
katkısının olacağına inanıyorum.” dedi. Urartu
Krallığı tarafından yaptırılan ve Urartuların
başkenti olan Tuşba'yı kuşbakışı gören Van Kalesi,
merkeze 5 kilometre uzaklıkta bulunuyor. Yaklaşık
250 yıl Doğu Anadolu Bölgesi'nde egemenlik sürdüren
Urartuların başkentliğini yapmış olan Van kalesi ve
eski Van şehri, 3 bin yıldır görkemiyle ayakta
kalmaya devam ediyor. Tuşba adıyla uzun süre Urartu
Devleti'nin başkentliğini yapan kale, Urartu kralı
I. Sarduri tarafından MÖ 840-825 tarihleri
arasında kuruldu.
Zaman, Haber: Ahmet Görçüm, 16.09.2015
|
ANTALYA'DAKİ MÜZE VE ÖREN YERLERİ ZİYARETÇİSİ AZALDI

Turizm sezonunun en kötü günlerini geçirdiği
Antalya'da, müze ve ören yerlerini ziyaret eden
turist sayıları da düşüş gösterdi. Geçen yıla göre
Antalya'daki 4 müze ve 17 ören yerini ziyaret eden
turist sayısında yüzde 12'lik düşüş yaşandı. Geçen
yılın 7 aylık döneminde toplam 21 müze ve örenyerini
1 milyon 576 bin turist ziyaret ederken, bu yılki
rakam 1 milyon 394 binde kaldı. Geçen yıla göre 182
bin turist azalması oldu. Ziyaret sayısındaki düşüşe
rağmen gelirde ise artış gözlendi. 2014'ün ilk 7
ayında 6 milyon 389 bin TL gelir edilen müze ve
örenyeri ziyaretlerinde bu yıl 6 milyon 958 bin TL
gelir sağlandı.
NOEL BABA LİDER
En çok ziyaret ise her yıl olduğu gibi bu yılın 7
ayında Demre'de bulunan Noel Baba Müzesi'ne
gerçekleşti. Geçen yılın aynı döneminde 303 bin 586
turistin ziyaret ettiği Noel Baba Müzesi'nde bu
yılki ziyaretçi sayısı 200 bin 699'da kaldı. Geçen
yıla göre yüzde 34 gibi büyük düşüş gözlenen Noel
Baba'yı ziyaret eden turist sayısında 103 bin
kişilik düşüş yaşandı. Noel Baba'da gelirlerde de
düşüş oldu. Geçen yıl 445 bin TL gelir elde edilen
Noel Baba'da bu yılın geliri 394 bin TL'de kaldı. En
çok ikinci ziyaretçi sayısına ulaşılan Aspendos
Antik Tiyatro'da geçen yıl 103 bin olan ziyaretçi
sayısı 193 bine yükseldi. En çok üçüncü ziyaretçi
sayısına ulaşılan Alanya Kalesi'nde geçen yıl 185
bin olan sayı 178 bine geriledi.
YÜKSELEN YERLER
Alanya Müzesi: 11
bin 967’den 12 bin 381’e,
Side Müzesi: 24 bin
424’den 24 bin 881’e,
Elmalı Müzesi: 7 bin
488’den 14 bin 501’e,
Phaselis: 113 bin 865’den
127 bin 132’e,
Olympos: 91 bin 733’den 105 bin
209’a,
Arykanda: 3 bin 255’den 3 bin 348’e,
Antalya Atatürk Evi: 42 bin 427’den 42 bin 845’e
yükseldi.
DÜŞÜŞ YAŞANAN YERLER
Noel Baba ve Alanya Kalesi'nin yanı
sıra, düşüş gösteren diğer müze ve ören yerleri
şöyle sıralandı:
Antalya Müzesi 85 binden 71
bine düştü.
Perge 118 bin 578'den 65 bin 182'e
Myra 251 bin 386'dan 154 bin 846'ya düştü.
Xanthos 18 bin 928'den 16 bin 817'e düştü.
Simena
17 bin 504'ten 16 bin 629'a düştü.
Patara 69 bin
591'den 55 bin 756'ya düştü.
Termessos 21 bin
77'den 20 bin 451'e düştü.
Karain 8 bin 348'den
5 bin 345'e düştü.
Alanya Atatürk Evi 3 bin
396'dan 3 bin 231'e düştü.
Side Tiyatrosu 94 bin
202'den 82 bin 272'ye düştü.
Hürriyet, Haber:
Mehmet Çınar, 16.09.2015
|
SANAT TARİHİNİ DEĞİŞTİRECEK SERGİ

Nicola L'in "Red Coat" adlı çalışması.
Tate Modern, sanat tarihini etkileyecek bir sergi
hazırladı. The Independent’ın “Tate Modern’deki
sergi, pop art’ın bildik hiyasini dreğiştirecek”
diye duyurduğu sergide, bu akımın çok bilinen Andy
Warhol ya da Lictenstein resimleri gibi eserler yer
almıyor. Tate Modern küratörleri, pop art ile eş
zamanlı olarak dünyada üretilen sanata odaklanıp,
farklı ülkelerden, tanınmamış pop art sanatçıların
eserlerini toplamış. Latin Amerika’dan Asya’ya
Avrupa ’dan
Ortadoğu ’ya 60’lar ve 70’lerde üretilen eserler
hem birbiriyle ilişki kuruyor hem de farklı kültür
ve düşünsel politik hareketlerin etkilerini ortaya
koyuyor. Siyaset, beden, tüketim kültürü, halk
hareketleri, cinsiyet politikaları resimden hazır
nesnelere uzanan bir çeşitlilik içinde Tate Modern
salonlarında izleyiciyle buluşuyor. Müze ‘The World
Goes Pop’ adlı sergiyi şu sözlerle tanıtıyor: “Bu
sergi, pop art’ın sadece batının tüketim kültürünün
bir ürünü olmadığını aynı zamanda bir şeyleri
protesto etmenin
bugün de olduğu gibii, evrensel dili olduğunu
ortaya koyuyor”
"The World Goes Pop", 17
Eylül 'den itibaren 24 Ocak 2016’ya kadar
Londra'da Tate Modern’de…

Ushio Shinohara'nın "Doll Festival" adlı çalışması...

Erro imzalı 1968 tarihli "American Interior" serisinden bir resim.

Jerzy Ryszard'ın "Jurry" adlı çalışması...

Henri Cueco'nun "Large Protest" adlı çalışması.

Fotoğraf Altı: Kiki Kogelnik'in "Friends" adlı
çalışması...

Sergio Lombardo'nun "John F. Kennedy" ve "Nikita Krusciov" adlı çalışması.

Nicola L'in "Red Coat" adlı çalışması.
Radikal, 15.09.2015
|
GİRESUN ADASI'NDAKİ BİZANS YAPILARI GÜN YÜZÜNE
ÇIKARILIYOR

Milattan önce 3'üncü yüzyıldan bu yana
yaşam sürülen Giresun Adası'nda başlatılan
arkeolojik kazı çalışmalarında Bizans dönemine ait
kalıntılar ortaya çıktı.
Adanın çeşitli bölgelerinde
eylül ayında başlatılan kazı çalışmaları
kapsamında, Bizans döneminden kalma şapel (küçük
kilise) ve pitos (ürünleri saklamaya yarayan büyük
çapta küplere verilen ad) gibi
kültür yapıları ortaya çıkarıldı.
Bizans dönemine ait sikkelerin de rastlanıldığı
kazı, kule ve sarnıç gibi yapıların yer aldığı
bölgelerde devam edecek.
Adadaki manastır kalıntıları ise daha önce
yapılan kazılarda bulunmuştu.
İl Kültür ve Turizm Müdür Vekili Hulusi Güleç, AA
muhabirine yaptığı açıklamada, tespit
ettikleri küçük bir şapel etrafında kazıların devam
ettiğini söyledi.
Ayrıca pitos adı verilen büyük küplerin
etrafındaki kazının da devam ettiğini belirten
Güleç, "İki ayrı kazımız daha olacak, bunlar
bittikten sonra onlara başlayacağız. Adanın batı
kesiminde sarnıcın kazısını yapacağız. Bir de Bizans
dönemine ait kule olarak adlandırdığımız yapı var.
Bu yapının da kazısı yapılarak günümüze kadar nasıl
bir evre görmüş, ortaya çıkaracağız" diye konuştu.
Güleç, "Göründüğü kadarıyla Bizans dönemine ait
kültür varlıkları kazıda gün yüzüne çıkıyor. Alt
tabakalara indikçe Roma kalıntılarına da
rastlanılabilir" dedi.
- Giresun Adası arkeopark haline gelecek
Kazı çalışmalarına katılan Celal Bayar
Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Yrd.
Doç.Dr.
Gazanfer İltar ise Giresun Adası'nda MÖ 3'üncü yüzyıldan itibaren neredeyse kesintisiz
bir yerleşim söz konusu olduğunu anlatarak, "Ayakta
olan yapıların çoğu Bizans döneminden kalma. Şu anda
adamız üzerinde manastır yapısı, Bizans dönemine ait
bazikal kilise, şapel, sarnıç, pitos ve mezarlık
alanları söz konusu" şeklinde konuştu.
Buradaki kazıların yaklaşık 5 yıl
süreceğini öngördüklerini dile getiren İltar,
kazılar tamamlandığında Giresun Adası'nın arkeopark
şeklinde yeniden düzenleneceğini ve bir cazibe
merkezi haline geleceğini söyledi.
- Adada dini yapılar ön planda
Gazanfer İltar, Giresun Adası'nın dini hüviyete
sahip bir ada olduğunu ifade ederek, şunları
kaydetti:
"Dinsel yapılar ve manastır kompleksi olarak inşa
edilmiş bir ada. Adada yaklaşık 50 kişilik öğrenci
ve din adamı birlikte yaşamış. Bu nüfusa yetecek
erzakların yağ, şarap gibi malzemelerin depolandığı
pitoslar söz konusu. Şu anda 3 pitos açılmış durumda
ancak 50 kişilik ekip için daha fazla erzak
gerektiği için adanın değişik bölgelerinde değişik
pitoslar bulacağımızı öngörüyoruz."
Radikal, Haber: Gültekin Yetgin, 15.09.2015
|
'GLADYATÖRLER KENTİ' AYAĞA KALDIRILIYOR

Yatağan'da "gladyatörler kenti" olarak da bilinen
Stratonikeia antik kentinde depremlerin etkisiyle
yıkılan 2 bin yıllık onlarca sütunun ayağa
kaldırılması için çalışma yürütülüyor.
Stratonikeia Antik Kenti Kazı Başkanı
Prof.Dr.
Bilal Söğüt, AA muhabirine yaptığı açıklamada, antik
kentin birçok bölgesinde kazı çalışması
yürütüldüğünü, antik kentteki
spor okulu (Gymnasion) ve
Batı Caddesi'nde ortaya çıkarılan 2 bin yıllık
sütunların vinç yardımıyla ayağa kaldırıldığını
söyledi.
Bu yılki kazıların spor okulundan başlayıp 10
metre genişliğindeki Batı Caddesi'nden kentin
doğusuna doğru devam ettiğini anlatan Söğüt,
"Buradaki çalışmalar esnasında beylik dönemine ait
yapılar, bunların altında Bizans dönemi ve en altta
Roma dönemine ait eserler tespit ettik" diye
konuştu.
Söğüt, bu alanda Erken Bizans Dönemi'ne ait
kilise belirlediklerini bildirerek, bu bölümün
yıkıldıktan sonra mezarlık olarak kullanıldığı
yönünde bulgulara ulaştıklarını ifade etti.
- "Depremlerde birçok yapı tahrip oldu"
Caddenin devamında ise Roma döneminde kullanılan
sütunlar bulduklarını vurgulayan Söğüt, bu
sütunları da mevcut kullanılan şekliyle ayağa
kaldırdıklarını kaydetti.
Prof.Dr. Söğüt, milattan sonra 360 yıllarında
kentte yaşanan depremlerde birçok yapının tahrip
olduğunu ve kentteki birçok yapının bir daha ayağa
kaldırılamadığını tespit ettiklerine dikkati
çekerek, kazılarda, kentte yaşanan depremlerden
sonra yıkılan sütunlarla dönemin tuvaletlerini gün
yüzüne çıkardıklarını dile getirdi.
- "Sütunlar olduğu şekliyle ayağa kaldırılacak"
Sütunları, depremlerde yıkıldığı şekliyle
bulduklarına işaret eden Söğüt, kazı ve konservasyon
çalışmaları bittiğinde bu sütunları ilk yapıldığı
günkü şekliyle ayağa kaldıracaklarını bildirdi.
Söğüt, çalışmaların tamamlanmasıyla
ziyaretçilerin birçok yapı elemanını göreceğini
vurgulayarak, şunları kaydetti:
"Yapıyı ayağa kaldırmak için kazı çalışmalarında
ortaya çıkarılan 2 bin 200 yıllık sütunları vinç
yardımıyla düzenledik. Ortaya çıkarılan sütunlar
eğer iki parça ise yerinde onarılıyor ancak kırık
sayısı fazlaysa antik kent içerisinde kurduğumuz taş
hastanesinde restore ediliyor ve tekrar eski
ihtişamına kavuşturuluyor. Yapıların tamamı ayağa
kaldırıldığında kentin cazibesi daha da artacak.
İnsanlar Stratonikeia Antik Kenti sokaklarında
dolaşırken, o dönemden günümüze kadar her dönemin
kalıntılarını birebir görsünler istiyoruz. Şu anda
antik kentte ziyaretçiler adete bir
zaman tünelinde dolaşır gibi gezebiliyorlar."
Radikal, Haber: Durmuş Genç, 15.09.2015
|
İSTANBUL SURLARI EVSİZLERE TESLİM

Uyuşturucu çetesinin barınak inşa ederek eve
dönüştürdüğü tarihi Silivrikapı surlarının içler
acısı durumu
İstanbulluların tepkisini çekiyor.
Bizans’tan kalma hipojeye (aile mezarlığı)
eklenen barınağın kalıntıları hala bölgede
duruyor. Mekansızların barınağa dönüştürdüğü
surların burçlarında ise mangal izleri var.
İstanbul’da yaklaşık 1 ay önce gerçekleştirilen
narkotik operasyonuyla ortaya çıkan tarihi
rezaletin izleri halen silinemedi.
Tarihi Silivrikapı Kale surları adeta
mezbeleliğe dönmüş durumda. Uyuşturucu çetesinin
Bizans’tan kalma hipojeye(aile mezarlığı) inşaa
ettiği barınak belediye ekiplerince yıkılınca
geride moloz yığını kaldı.
Çete üyelerinin tarihi surlara monte ettiği
lavabonun musluğu sökülürken taşların da
kırıldığı görülüyor. Surların arasına yapılan
çatı yıkılmasına rağmen sıvalar hala surları
kapatıyor. Yıkım esnasında yapının birçok
bölümünde hasarlar oluşması da dikkat çekiyor.
İstanbul surlarının yapıldığı tarih göz önüne
alınırsa günümüze kadar ulaşmış nadir eserlerden
biri olduğunu söyleyen
Koç Üniversitesi
arkeoloji
ve Sanat Tarihi Bölümünden Prof.Dr.
Engin Akyürek surların sahipsiz
bırakılmasıyla illegal kullanımlara maruz
kaldığını belirterek şunları söyledi:
“İllegal kullanım ortadan kaldırırken yeniden
bir tahribata maruz kalmış. Bu yapıların
sahipsiz kaldığı sürece bu durum kaçınılmaz.
Dünyanın kaç yerinde koskoca bir kenti
çevreleyen bu kadar eski yapı var. Bu yapıları
korumak ve görünür kılmak gerekmekte. Duvarın
tamamen göçeceği bir tahribat yaratılmamış ama
surların genelinde küçük bir sallantıda
yıkılacak duruma gelmiş durumda. Gelecekte bu
tip tahribatlar birikerek surların yıkılmasına
neden olabilir. Yakın bir gelecekte surların
yerinde taş yığınları görebiliriz. Yapılması
gereken restorasyonların sadece yıkılan
bölümlerin değil yapının geneline uygulanmalı”
diye konuştu.
İçki, uyuşturucu
alemi yapıyorlar
Surların tepe noktaları ise kaderine
terk edilmiş durumda. Bakımsızlık ve
ilgisizlikten dolayı evsizlerin uğrak
noktası haline gelen surlar, evsizlerin
mekanına dönüşmüş. Surların üstüne
çıkılmaması için merdivenler ve ara
yollar yer yer kapatılmış ama surların
üstü zaman içinde adeta açık hava
barınağına dönüşmüş. Yerlere serilmiş
kilim, minder ve koltuklar bunun en
büyük kanıtı.
Tarihi yapının taşları kırık dökük bir
vaziyette. Kilimlerin serili olduğu
alanın çevresi içki şişeleri ve
atıklarla dolu. Tarihi kalede mangal
ateşinin izleri duruyor. Sadece
Silivrikapı da değil Mevlana Kapı ve
çevresi de bu durumda. Mevlanakapı
üzerinde ise mekansızların uyuşturucu
yapmak için kullandıkları plastik
şişeler göze çarpıyor.
‘Açık hava müzesi haline
getirilsin’
Prof.Dr. Engin Akyürek şunları
söyledi: “Milattan sonra 5.
yüzyılda II. Theodosius
tarafından yapılan surlar üç
kademeden oluşuyor. Yapıda ana
sur, onun önüne yapılan dış sur
ve
hendek bulunuyor. Bunların
arasında düz teraslar var.
Surlar her ne kadar Bizans
döneminden de kalsa, erken
dönemde inşa edildiği için antik
Roma mimarisi sayılır.
Savunma sisteminin güzel bir
örneğidir. Etrafı temizlenmeli
ve boşaltılmalı. Buraları
ziyaret edilebilir açık hava
müzeleri haline getirilmeli. Bu
yapılırsa surlar,
Ayasofya ve Kariye
Müzesi’nden sonra İstanbul’un en
önemli 3. eseri olabilir.”
Milliyet, Haber: Burak Dursun,
15.09.2015
|
PALMYRA'DAKİ YIKIMI İZLEYEN ARKEOLOG YAŞADIKLARINI
ANLATTI

IŞİD’in Mayıs’ta ele geçirdiği
Suriye ’nin Palmira antik kentindeki yıkıma
şahit olan arkeolog Milad, yaşadıklarını anlattı.
‘Çölün Gelini’ olarak bilinen ve
kültür mirası listesinde bulunan Palmira’daki
Bel ve Baalşamin tapınaklarının IŞİD tarafından
havaya uçurulma anını izlediğini belirten Milad,
olay anında kentten dört kilometre uzakta olduğunu
söyledi.
Middle East Eye’dan Peter Oborne’un haberine
göre, Halep Üniversitesi’nin arkeoloji bölümünden
mezun olan ve daha sonra orduya katılan Teğmen
Milad’ın emrinde yaklaşık 12 asker bulunuyor. Bel ve
Baalşamin’in yanı sıra üç türbenin de patlama anını
gördüğünü belirten Milad, “Patlamayı duyduk ve
gördük – ses çok yüksekti. Tarihimizi öldürüyorlar;
kültürümüzü öldürüyorlar; ailelerimizi öldürüyorlar.
IŞİD canavar” ifadesini kullandı. Teğmen Milad,
orduya katılmadan ve IŞİD bölgeyi ele geçirmeden
önce Bel tapınağının kazı çalışmalarına katıldığını
da açıkladı.
‘ESAD’A HER GÜN AYRILMASINI SÖYLEDİM’
Öte yandan, Osborne’un konuştuğu ismini vermek
istemeyen bir general, 40 yılını Palmira’nın
restorasyonuyla geçiren ve geçen ay IŞİD militanları
tarafından öldürülen arkeolog Halid Esad’ın
kendisinin yakın arkadaşı olduğunu söyledi. General,
Esad’la her gün konuştuğunu ve güvenliği için
kentten ayrılması gerektiği yönünde tavsiye
verdiğini belirtti. General, “O da Palmira kadar
eski ve antikti; Palmira’nın bir parçasıydı. Ona,
‘Tapınaktan ayrılmalısın’ dedim. O bana, ‘Kimse bana
zarar vermeyecek, ben nötr bir adamım. Yalnızca
Suriye’nin mirasıyla ilgileniyorum’ dedi” sözleriyle
Esad’la konuşmasını anlattı.
Radikal, 15.09.2015
|
VAN'DA YEDİ BİN YILLIK YAŞAMIN İZLERİ SÜRÜLÜYOR

Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın izniyle Van
Kalesi'nin kuzeyindeki höyükte yürütülen kazı
çalışmaları, Urartu ve Osmanlı dönemleri başta olmak
üzere 7 bin yıllık tarihe dair önemli bilgileri gün
ışığına çıkardı.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Van
Bölgesi Tarih ve Arkeoloji Merkezi Müdürü Doç.Dr. Erkan Konyar başkanlığında, 37 kişilik bilim
kuruluyla Van Höyüğü'nde yürütülen kazı çalışmaları
bu yıl da devam ediyor.
Urartular tarafından yaptırılan ve asırlardır
görkemli duruşuyla yerli ve yabancı turistlerin
ilgisini çeken Van Kalesi ve çevresindeki tarihi
mekanlarda yapılan kazı çalışmalarında elde edilen
bulgular, tarihi dönemlerdeki yaşam kültürü
konusunda bilim insanlarına ışık tutuyor.
Birinci
Dünya Savaşı döneminde Ruslar tarafından işgal
edilerek yıkılan eski Van şehri ile kalenin ön
kısmında bulunan höyüğün yeniden ayağa kaldırılması
ve turizme kazandırılması amacıyla başlatılan
kazılar, dönemin yaşam kültürü,
sosyal yapısı, mimari özellikleriyle ilgili
önemli bilgilerin elde edilmesini sağlıyor.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Van
Bölgesi Tarih ve Arkeoloji Merkezi Müdürü Doç.Dr. Erkan Konyar, AA muhabirine, Van Höyüğü'nde 12
üniversiteden 37 kişilik bilim kuruluyla
çalışmaların devam ettiğini anımsatarak, kazılarda 7
bin yıllık geçmişin izlerine rastladıklarını
söyledi.
- "Dönemin yaşam standartları çözülüyor"
Eski Van Şehri, Van Kalesi stadeli ve Van
Höyüğü'nde çalışmaların devam ettiğini bildiren
Konyar, höyükte 7 bin yıllık bir kent tarihi
sürecini yakalayacaklarını ve bunun da en
ilginç bulgulardan biri olduğunu ifade etti.
Urartulara ait bir mahallede ve evlerde kazı
yaptıklarını anlatan Konyar, şunları söyledi:
"Bir Urartu evinde ne olur, burada görebiliyoruz.
Bize o dönemdeki insanların kullandığı tunçtan
takılara ait geniş buluntu yelpazesi veriyor. O
dönemdeki insanların kullandığı mezarlar ortaya
çıkıyor. Dönemin yaşam standartları ve sosyal yapı
bir şekilde çözülüyor. Çeşitli bilim dallarından
insanlar bir araya geliyor ve konular her yönüyle
araştırılıyor. Van'ın 7 bin yıllık sürecinde
insanların hikayesini ortaya koymaya ve yayınlarda
anlatmaya çalışıyoruz."
Bu höyük alanında buluntuların genel
karakterinin, Van havzasındaki höyüklerden farklı
olduğuna dikkati çeken Konyar, "Başkentin aşağı
yerleşim yerini kazıyoruz. Kralların yaşadığı
mekanlar var ve hemen yanında da bu sivil mimariyi
buluyoruz. Buranın karakteri doğal olarak farklı.
Sarayla organik ilişkisi olan insanların yaşadığı
mekanlar. Nitelik burada biraz daha fazla.
Buluntular da bunu gösteriyor. Yüzükler, küpeler,
fibulalar gibi geniş buluntu yelpazemiz var. Aslan
ve ejderha başlı bilezikler, buradaki niteliğin daha
farklı olduğunu gösteriyor" ifadelerini kullandı.
- "Kerpiç 7 bin yıldır değişmiyor"
Geçmiş dönemle günümüzde özellikle bölge
köylerinde kullanılan mimarinin çok değişmediğini
kaydeden Konyar, 7 bin yıl önceki mimariyle
bugün köylerde kullanılan mimarinin çok fazla
değişmediğini aktardı.
Yatayda yerleşme yerine, dikeyde yerleşmeler ve
apartman kültürünün geliştiğini ama değişmeyen tek
şeyin kerpiç olduğunu belirten Kongar, şunları
kaydetti:
"20. yüzyılın ortalarından sonra yeni mimari
anlayışla artık betonlaşma yaşandı ancak köylerde o
yaşam standardı hala devam ediyor. Kentlerde yaşam
standartlarına bağlı olarak yapılaşma değişti ama
ben herkese kerpiç evlerde konaklamalarını tavsiye
ediyorum. Çünkü 7 bin yıl kullanılmış ve yararı
görülmüş bir mimari model. Sağlık açısından da çok
daha faydalı. 7 bin yıl önceki evlerle şu anda
köylerde sayısı maalesef azalan evlerdeki
mimari tamamen aynı."
- Höyük halka açılacak
Van Kalesi Höyüğü'nü, koruma ve onarım
çalışmalarının ardından halka açmayı
amaçladıklarını aktaran Konyar, tüm faaliyetlerin
insanlar için yapıldığını ve geçmişinden haberdar
olabilmesi için bu tür yerlerin önemli olduğunu
vurguladı.
Bölgenin höyük alanında 7 bin yıllık bir süreci
görebildiklerini ve kısa vadede höyüğün üzerinin
uygun örtüyle kapatılarak görünür kılınmasını
hedeflediklerini söyleyen Konyar, kentte
yaşayanların, geçmişini 7 bin yıl öncesinden
görmesini planladıklarını dile getirdi.
Vanlıların atalarının nasıl ortamlarda ve hangi
evlerde yaşadıklarını burada kısa bir yolculukla
birebir görme imkanı bulacağına dikkati çeken
Konyar, gençlerin geçmişleri hakkında bilgi sahibi
olmalarının sağlanması açısından tarihi mekanların
çok önem taşıdığını sözlerine ekledi.
Radikal, Haber: Cemal Aşan, 14.09.2015
|
KALEHÖYÜK'TE 5 UYGARLIĞIN KALINTILARINA ULAŞILDI

Ahi Evran Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
Arkeoloji Bölümü Başkanı Yrd. Doç.Dr. Işık Adak
Adıbelli'nin bilimsel danışmanlığında Kırşehir Müze
Müdürlüğünce Kalehöyük'te iki ayrı bölgede devam
eden kazılarda, 5 ayrı tabakada 5 uygarlığa ait
izleri ortaya çıkaran
kazı ekibi, milattan önce 5. yüzyıla tarihlenen
demir çağına kadar indi.
Adıbelli, AA muhabirine yaptığı açıklamada, 2012
yılından itibaren devam eden kazılarda yüzeyden
itibaren 5 tabaka ortaya çıkarıldığını belirterek,
bunların en üstünde Osmanlı dönemine ait
kalıntıların yer aldığını söyledi.
Güneyde devam eden kazıların yanı sıra höyüğün
kuzeyinde de çalışma başlatıldığını ifade eden
Adıbelli, şöyle konuştu:
"11 metreye kadar indik. Belirgin 5 tabakada 5
uygarlık ortaya çıkardık. Bunlar arasında mimari
yapıların yanı sıra dolgu tabakaları da var. Dolgu
tabakalarının içerisinde çöp çukurları var. Mesela
Roma dönemine ait buluntularımız daha çok çöp
çukurları. Selçuklu dönemi yapıları Roma dönemine
ait tabakayı tahrip etmiş. Bu nedenle sadece çöp
çukurlarını görebiliyoruz. Bizans veya Doğu Roma
dönemine ait buluntular da çöp çukurlarından
geliyor."
Adıbelli, Selçuklu döneminde bölgede büyük bir
yapı olduğunu düşündüklerini belirterek, "Bu yapı
inşa edilirken Roma dönemine ait tabakayı tahrip
etmiş. Ancak Hellenistik dönem tabakasına yaklaşık
2,5 metreden itibaren rastlıyoruz. Temeller buralara
kadar inmediği için nispeten korunmuş. Kerpiç
duvarlar, moloz taşlarla örülmüş duvarlar ortaya
çıkıyor. Osmanlı dönemine ait seramik parçaları,
sikkeler görüyoruz" ifadelerini kullandı.
Kuzey etekte demir çağ, güney tarafta ise
Hellenistik döneme tarihlendirilen kerpiç platformlar
ortaya çıkarılmaya başlandığını vurgulayan Adıbelli,
bu dönemlere ait buluntuların işlevlerinin şu an
için belli olmadığını, ilerleyen dönemlerde
işlevleri ve süreçleriyle ilgili daha net bilgiler
ortaya çıkacağını dile getirdi.
Anadolu Ajansı, Haber: Abdullah Yıldız,
14.09.2015
|
BEŞ BİN YILLIK 'KUTSAL OCAKLAR'

Elazığ Arkeoloji ve Etnografya Müzesi'nde
sergilenen, MÖ 3 bin yılına ait ve
üzerinde
aile figürlerin betimlendiği, dinsel tören ve
ayinlerde kullanılan iki kutsal ocak görenlerin
ilgisini çekiyor.
Bölgede 1968-1975 yıllarında yapılan Keban Barajı
kurtarma kazıları kapsamında, baraj altında kalan
Sakyol (Pulur) Köyündeki arkeolojik kazılar
sonucunda ortaya çıkarılan ocaklar, bölgenin beş bin
yıl önceki yaşantısına ışık tutuyor.
Müze müdürü Bülent Demir, AA muhabirine yaptığı
açıklamada, Paleolotik Çağ'dan Osmanlı
İmparatorluğu'na kadar süre gelen dönemlere ait 2
bin 166 eserin müzelerinde bulunduğunu
ve ziyaretçilerin sergiledikleri
eserlerden özellikle kutsal ocaklara ilgi
gösterdiğini söyledi.
Baraj inşasından dolayı sular altında kalacak
alanlarda gerçekleştirilen kazılar sonucunda, özel
bir tapınım alanında bulunan iki kutsal ocağın
müzelerinin en nadide eserlerinden biri olduğunu
anımsatan Demir, sergiledikleri bu eserlere paha
biçilemeyeceğini vurguladı.
İlk Tunç Çağı'ndan kalma ve hangi uygarlığa ait
olduğu bilinmeyen kilden yapılan ocaklardan birinde
anne, baba ve çocuklardan oluşan beş insan yüzünü
tasvir eden figürün yer aldığını, diğerinin kırık
olarak çıkarıldığı için tek insan figürü bulunduğunu
anlatan Demir, "Müzemizde sergilenen bu ocaklara
kutsal denmesinin nedeni, bunların kazılar sırasında
belirlenen ve özel tapınma alanı olarak adlandırılan
bir mekandan çıkarılması ve kilden yapılan bu
ocaklar üzerinde anne, baba ve çocuklardan oluşan 5
kişilik bir aile temasının betimlenmesidir. Aynı
Sakyol kazılarında farklı tabakalardan farklı
tiplerde birçok ocak ortaya çıkarılmış ancak bu
ocakların günlük kullanım izi taşıdığı
belirlenmiştir. Günlük kullanım izi taşıdığı için bu
kutsal ocaklardan farklı olarak belirlenen bu
ocaklar şunu belgelemektedir ki kutsal ocaklar
sadece dini tören ve ayinlerde kullanılmıştır. Doğu
Anadolu dinsel yaşamını ve inanışını belgelemek
adına kutsal ocaklar bir ilktir diyebiliriz"
ifadelerini kullandı.
- "Ocak-aile" ilişkisini ortaya koyuyor
Ocak üzerindeki aile betimlemesinin, günümüzde
"ocak-aile" kavramının özdeşleşmesi olduğunu anlatan
Demir, kutsal ocakların üzerindeki aile figürünün 5
bin yıl öncesinde Anadolu'da yaşamış toplulukların
aileye verdiği değeri ve ailenin kutsallığını ortaya
koyması açısından önemine dikkati çekti.
Tarihsel süreçte toplumların yaşayışları gözönüne
alındığında Anadolu toplumunda ocakların hala kutsal
nitelik taşıdığını aktaran Demir, şöyle devam etti:
"Anadolu toplumumuzda halen ocakların bereketi,
ekonomiyi kudreti ve evrenin yaşama sevincini
simgelediği bilinmektedir. Bir aileye beddua
edildiği
zaman 'ocağın batsın, ocağın yıkılsın, ocağına
incir ağacı dikilsin' veya güzel temennilerde
bulunulduğunda 'ocağın şenlensin, ocağın tütsün'
gibi deyimler 'ocak-aile' ilişkisinin tarihsel süreç
içerisinde değişmeden geldiğinin kanıtıdır.
Ocak-aile ilişkisinin tarihsel kökenini araştırmak
gerekirse Sakyol kazılarında bulunan kutsal ocakları
da göstermek yanlış olmaz."
Demir, giderek önemini kaybeden aile kavramının
yaklaşık 5 bin yıl önceki toplumlardaki kutsiyetini
görmek açısından herkesin müzelerini ziyaret ederek,
kutsal ocaklar ile diğer tarihi eserleri görmeye
davet etti.
- İnsanlık tarihinin farklı dönemlerine ışık
tutun eserler sergileniyor
Elazığ yöresinde arkeolojik kazılar sonucu ortaya
çıkarılan çeşitli dönemlere ait eserlerin bölgenin
tarihsel süreç içerisinde birçok medeniyete
evsahipliği yaptığını ifade eden Demir, arkeoloji ve
etnografya bölümlerinden oluşan müzelerinde
Paleolotik, Neolotik, Kalkolotik, Erken Tunç
Çağı, Hitit, Urartu, Erken Demir Çağı, Roma,
Selçuklu ve Osmanlı medeniyetlerinden kalma önemli
eserler olduğunu kaydetti.
Radikal, Haber: İsmail Şen - Ramazan Kaya,
14.09.2015
|
İZNİK'İN ÇİNİ FIRINLARI TURİZME KATKI SAĞLAYACAK

Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe,
İznik Çini Fırınları kazı çalışmalarını yerinde
inceleyerek, “İznik’in çinisi çok ünlü. Daha önce
Rodos Çinisi, Haliç Çinisi ve Şam Çinisi denilen
çinilerin de burada üretildiği ortaya çıktı. Bu
çalışmalar, hem kültürümüze hem de İznik turizmine
katkı sağlayacak” dedi.
Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe,
İznik’teki ‘Çini Fırınları Kazı Çalışması’ alanında
incelemelerde bulundu. Başkan Altepe, kentin tüm
değerlerinin öne çıkması adına yapılan çalışmaların
ilçelerde de devam ettiğini vurgulayarak, “İznik’te
de her alanda çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Selçuklu
ve Osmanlı dönemi eserlerinin yanı sıra Doğu Roma ve
Bitinya gibi tüm dönemlerin eserleri de birer birer
ayağa kaldırılıyor” dedi.
İznik Gölü’ndeki batık
bazilikadan Roma Tiyatrosu’na kadar ilçenin tarihi
ve kültürel mirasına gereken özeni gösterdiklerini
belirten Başkan Altepe, “İznik’in çinileri de çok
ünlü ve önemli. İznik, 1400’lü yıllardan 1700’lü
yıllara kadar 300 yıl boyunca Osmanlı döneminin
yoğun çini üretim merkezi olmuş. İznik’in kalbindeki
bu bölgede üretimler yapıldığı biliniyor. Burada
yaklaşık 30 yılı aşkın zamandır da kazılar
yapılıyor. İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü
olarak yapılan kazı çalışmaları, Kültür ve Turizm
Bakanlığı ile Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin
desteğiyle daha da yoğunlaştı” diyerek bölgenin tüm
özelliklerini ortaya çıkarmayı hedeflediklerini
söyledi.

“İznik çinileri tüm dünyada”
İznik’i dünya
gündemine taşıyacak faaliyetlerin önemini vurgulayan
Başkan Altepe, “İznik’in çinisi çok önemli, çünkü bu
çini dünyanın her yerinde kullanıldı. Bursa’da ve
İstanbul’da, Muradiye Külliyesi başta olmak üzere
tüm külliyelerde bu çiniler kullanıldı. Daha önce
Rodos Çinisi, Haliç Çinisi ve Şam Çinisi denilen
çinilerin de burada üretildiği ve daha sonra
kullanılan bölgenin deseniyle şekillendirilip
isimlendirildiği ortaya çıktı. Bu çalışmalarla
ilgili, Büyükşehir Belediyesi’nin desteğiyle daha da
hızlı bir şekilde sonucu alacağımızı düşünüyor, bu
durumun hem kültürümüze hem de İznik turizmine katkı
sağlayacağına inanıyorum” diye konuştu.
Altepe’ye destek teşekkürü
ÇEKÜL Vakfı Başkanı
Prof.Dr. Metin Sözen de kültürel çalışmalarda kayıp
zamanların bugünlerde telafi edildiğini
vurgulayarak, İznik’te 1963 yılında başlayan çini
fırınları kazı çalışmalarının da detaylarını
aktardı. Sözen, tarihi ve kültürel mirasın
korunmasına yönelik hizmetlerinden dolayı Başkan
Altepe’yi tebrik etti.
İznik Çini Fırınları kazı
çalışmalarının başkanlığını yürüten İstanbul
Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Yrd.
Doç.Dr. Belgin Demirsar Arlı da çalışmalarına
Büyükşehir Belediyesi’nin desteklerinden dolayı
Başkan Altepe’ye teşekkür etti. Arlı, Başkan
Altepe’ye kazı çalışmalarının süreciyle ilgili
detaylı bilgi verdi. İncelemenin sonunda Başkan
Altepe, kazı çalışmalarında görev yapan ekip
üyeleriyle fotoğraf çektirdi.

Bursa Büyükşehir Belediyesi, 14.09.2015
|
KAZILDIKÇA
GEÇMİŞE GÖTÜRÜYOR
İlk yerleşimin 8 bin yıl önce başladığı Adana’daki Tatarlı Höyük’te, her yıl yapılan kazılarla yeni bir döneme ait yaşam izi ortaya çıkarılıyor.
Geçen yıla kadar 3 bin 500 yıllık izlere ulaşılan bölgede, bu kazı sezonunda 4 bin yıl öncesinin izlerine ulaşılması hedefleniyor.
Höyükte Hitit ve Kizzuwatna uygarlıklarının yaşadığı ifade ediliyor.
Habertürk, 15.09.2015
|

|
FATİH BELEDİYESİ'NDEN TARİHİ YARIMADA İÇİN KRİTİK
KARAR

Fatih Belediyesi koruma kurullarını devre dışı
bırakarak tarihi yarımadayı imara açma planını
devreye soktu. Buna göre 2. ve 3. derece tarihi
eserlerin olduğu alanları yapılaşmaya açmak için
belediye izni yeterli olacak. Hurriyet.com.tr'ye
konuşan CHP’li Meclis Üyesi Fazıl Uğur Soylu, bu
kararın alınma gerekçesinin kendilerine
'Belediyeye gelir sağlamak için' şeklinde
açıklandığına işaret etti.
Eski İstanbul’un
kalbi “tarihi yarımadayı” imara açmak isteyen AK
Partili’li Fatih Belediyesi tarihi eserlerle
ilgili “koruma kurullarını” devre dışı bırakan
karara imza attı. Cumhuriyet Gazetesi'nden Aykut
Küçükkaya, Fatih Belediyesi’nin aldığı karara
göre “2. ve 3. derece tarihi eserler, bu
eserlerin bitişik ve karşı parsellerindeki
yapılaşma için ilçe belediyesi” yetkili kılındı.
Böylece yargı kararlarının sonucu beklenmeden
tarihi yarımada ranta açılmış oldu.

Koruma kurullarını devre dışı bırakan imar planı
notlarındaki yeni değişikliklere ret oyu veren
CHP’li Meclis Üyesi Fazıl Uğur Soylu, “Tarihi
yarımadayla ilgili yargı aşaması halen sürerken
alınan bu karar AKP’lilerin oylarıyla kabul edildi.
Tek umudum yeni atanacak bilirkişilerin dünya mirası
olan tarihi yarımadayı koruyacak tarafsız rapor
vermeleri” dedi.

3 ayda ne oldu?
TEMMUZ - İstanbul 2. İdare
Mahkemesi, eski İstanbul’un kalbi tarihi yarımadayı
ilgilendiren 1/1000 ölçekli Koruma Amaçlı Uygulama
planın iptali istemiyle açılan davada, 61 konu
başlığından 37’sine yürütmeyi durdurma, 7’sine ise
kısmen yürütmeyi durdurma karar verdi. İmar planı
Yedikule Bostanları ve Kumkapı’ya kadar olan alanın
daha fazla imara açılmasına izin veriyordu.
Belediye itiraz
etti
AĞUSTOS - Fatih Belediyesi,
Kültür ve Turizm Bakanlığı ve İstanbul Büyükşehir
Belediyesi, İstanbul 2. İdare Mahkemesi’nin verdiği
yürütmenin durdurulması kararına itiraz etti.
İstanbul Bölge İdare Mahkemesi tarihi yarımada ve
sahil yolunu değiştirecek olan imar planını iptal
eden karara yapılan itiraz kabul etti. Yeni bir
bilirkişi heyeti oluşturulması gerektiğine hükmeden
mahkeme karara, “oluşturulacak yeni heyetle keşif ve
bilirkişi incelemesi yapıldıktan sonra düzenlenecek
rapor doğrultusunda, yürütmenin durdurulması
hakkında yeni bir karar vermek üzere itirazı kabul
ettiği” notunu düştü.
Ve koruma kurulları devre
dışı
EYLÜL - Fatih Belediyesi
yeni bilirkişi heyetinin raporunu ve bu rapora göre
karar verecek mahkemenin hükmünü beklemeden eline
geçen “tarihi fırsatı” değerlendirdi. AKP’li Meclis
üyeleri 8 Eylül 2015 tarihinde “imar plan notlarında
koruma kurullarını devre dışı bırakan” teklif
hazırladı. İmar, Kültür Varlıklarını Koruma
Komisyonlarının Ortak Raporu’na göre “1. derecede
tarihi eserler dışındaki 2 ve 3. derece tarihi
eserlerin kendileri, bitişik ve karşı
parsellerindeki yapılaşma izni için koruma
kurulları” devre dışı bırakıldı. İmar plan
notlarındaki bu önemli değişiklik AKP grubunun
çoğunluk oyuyla kabul edildi. Oylamada CHP grubu ret
oyu verdi.
GELİR ELDE ETMEK İÇİN
CHP’li Meclis Üyesi Fazıl Uğur Soylu, konu
ile ilgili Hurriyet.com.tr’ye yaptığı açıklamada,
kararın ‘tarihi yarımada’ bölgesi için ciddi
sorunlara yol açacağını işaret etti. Soylu,
belediyenin söz konusu kararı almasının sebebinin,
gelir elde etmek’ olarak açıklandığını söyleyerek,
“Bu kabul edilemez bir durum” dedi. Soylu, İdare
Mahkemesi’nde devam eden dava ile ilgili yeni bir
bilirkişi heyetinin oluşacağını ifada ederek, “İlk
heyetin hazırladığı çok güzel ve değerli bir rapor
vardı. Mahkeme, yeni bir heyet oluşturacak. Bu
heyetin içinde sanat tarihi ve arkeologlar da
olacak. Dolayısı ile bu heyetin hazırlayacağı rapor
oldukça önemli” dedi.
Hürriyet, 14.09.2015
******
BELEDİYE 'TARİHİ YARIMADA'YA DOKUNAMAZ

Tarihi Yarımada ile ilgili dün Fatih
Belediyesi’nin yeni bir karar aldığı gündeme geldi.
Bu karara göre 2 ve 3. Derece tarihi eserlerin
bulunduğu parsellerde koruma kurullarının devre dışı
kaldığı belirtildi. 2863 sayılı yasa buna asla
müsaade etmez. Her türlü tarihi eseri koruma,
kullanma ve onarım izni yasa ile Kültür ve Turizm
Bakanlığı’na verildi. Bakanlık yasadan aldığı bu
yetkiyi “Kültür Varlıkları Koruma Bölge Kurulları”
vasıtasıyla yürütüyor. Bunun haricinde hiçbir yerel
yönetim tarihi eserlerle ilgili karar üretemez ve
uygulayamaz.
Cumhuriyet gazetesinde dün çıkan
haber oldukça ibret vericiydi. Habere göre,
‘Fatih Belediye Meclisi’nde 3 meclis üyesinin
teklifi ile İmar ve Kültür Varlıklarını Koruma
Komisyonları ortak rapor hazırlamış ve bu rapor
AK Parti meclis üyelerinin desteği,
CHP ’li üyelerin karşı çıkması ile onaylandığı’
yazılıydı. Rapora göre “1. derecede tarihi
eserler dışındaki 2 ve 3. derece tarihi eserlerin
kendileri, bitişik ve karşı parsellerindeki
yapılaşma izni için koruma kurulları” devre dışı
bırakıldı.
BELEDİYE MECLİSİNİN YETKİSİ YOK!
Bu alenen yasayı çiğnemektir, uygulanması mümkün
değildir. 2863 sayılı yasanın sekizinci maddesine
göre, “Tescil edilen korunması gerekli kültür
ve tabiat varlıklarının korunma alanlarının tespiti
ve bu alanlar içinde inşaat ve tesisat yapılıp
yapılamayacağı konusunda karar alma yetkisi koruma
kurullarına aittir” diyor. Kanun yapma yetkisi
olmayan belediye meclisinin kanuna aykırı karar
alması ve uygulaması asla kabul edilemez.
BELEDİYE: ALGI OPERASYONU
Fatih Belediyesi akşam saatlerinde Twitter’dan
haberlerin doğru olmadığına yönelik bir açıklama
yaptı. Açıklamada şöyle denildi: “Tarihi Yarımada
Fatih’te, Fatih Belediye Meclisi, İBB Meclisi
ve Anıtlar Kurulu tarafından 2012 yılında onaylanmış
koruma amaçlı imar planları vardır. Bu planlara
aykırı herhangi bir yapılaşma olması mümkün
değildir. Konuyla ilgili yapılan haberler tamamen
algı operasyonudur.”
MAHKEME PLANIN YÜRÜTMESİNİ DURDURDU
“Özrü kabahatinden büyük” bir açıklama. 2012
Koruma Amaçlı İmar Planları İstanbul 2. İdare
Mahkemesi’nce bilirkişi raporu ile yürütmesi
durdurulmuştu. Bölge İdare Mahkemesi Fatih
Belediyesi’nin itirazını kabul etti ve mahkemeden
“bilirkişinin yeterli olmadığını, yeni bilirkişi ile
yeniden davanın görüşülmesini” istedi. Fatih
Belediyesi bu kararı 2012 planları yürürlükte gibi
algıladı. Daha doğrusu işine öyle geldi. Çünkü 2012
planları yeni rant kapıları açıyor, Tarihi
Yarımada’da tarihi eserleri istedikleri gibi
kullanma yetkisi veriyor. Belediye mahkemenin yeni
kararını beklemek yerine uygulamayı tercih etti.
Hukuk dışı bu uygulamayı Beyoğlu belediyesi de aynı
şekilde geçtiğimiz günlerde hayata geçirmişti.
Mahkeme Beyoğlu’nda da koruma amaçlı imar planlarını
iptal etmiş, Danıştay bu kararı yeterli görmeyerek
yeni bilirkişi ile yeniden değerlendirmesini
istemişti. Ancak Beyoğlu Belediyesi de bu kararı
planı hayata geçir olarak algılayıp uygulamaya
geçirdi. İki AK Partili belediyeden aynı davranış
sanırım bir üst akıl uygulaması.
ANITLAR KURULU ESKİDE KALDI
Diğer yandan Fatih Belediyesi’ne küçük bir
hatırlatma yapalım. Açıklamada bahsedildiği gibi
“Anıtlar Kurulu” diye bir kurul yok. Bu kurul 1983
yılında ismi ‘’Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma
Kurulu olarak değişti. 2011 yılında da tabiat
varlıkları ayrılarak “Kültür Varlıkları Koruma
Bölge Kurulu” olarak son şeklini aldı.
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 15.09.2015
|
TARİHİ DOKUYA YAYA YOLU ENGELİ

Beykoz’da “Çubuklu-Kanlıca Sahil yolu
projesi” kapsamında yapımına başlanan yeni yaya
yolu inşaatı tüm hızıyla sürüyor. Proje
tamamlandığında bölgeye 3 kilometrelik yeni
sahil yolu kazandırılacak.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve
Beykoz Belediyesi işbirliği ile yapılan
proje kapsamında Boğaz sahili, kazıklı yol
sistemiyle denize doğru 10 metre genişleyecek.
Projeyle ilk etapta Çubuklu iskelesi ile Kanlıca
arasında 1200 metrelik sahil yolu
gerçekleştirilecek.
Daha sonra Beykoz’a doğru
uzatılacak ikinci etabın da tamamlanmasıyla 3
kilometrelik sahil yürüyüş yolu kazanılmış
olacak. Proje tamamlandığında balık tutma
iskeleleri yapılarak, amatör balıkçıların
yürüyüş yapanları rahatsız etmeleri
engellenecek.
Dinlenme ve aktivite
alanlarının bulunacağı yeni yaya yolu, peyzaj
düzenlemeleri yapılarak yeşillendirilecek ve
ışıklandırılacak. Ancak
emirgan,
Arnavutköy,
Üsküdar’dan sonra Çubuklu-Kanlıca arasında
yapımına başlanan dolgu alan uzmanların
eleştirisine neden oldu.
‘Hukuka
aykırı’
-
Mimar Sinan Genim: “İstanbul kıyıları
Bizans döneminden bu yana dolduruluyor.
Dolmabahçe koyu ve İnönü Stadyumu’nun olduğu
bölge 1.Ahmet döneminde doldurularak bahçe
yapıldı. Boğaziçi’nde 10 metrelik yaya yolu
yapmakla süliet veya doku zarar görmez. Asıl
eleştirilmesi gereken yer tarihi yarımada
sınırlarındaki
Yenikapı dolgu alanıdır” dedi.
- Mimarlar
Odası Genel Başkanı Eyüp Muhçu: “Amaç yayaların
rahatça yürümesi ise sahil yolunun düzenlenerek
buna uygun hale getirilmesi gerekir. İdare bu
yönde çalışmak yerine kaba inşaat yöntemine
başvuruyor. Boğaziçi eşsiz tarihsel peyzaj
güzellikleri olan dünyanın göz bebeği bir yer.
Boğaziçi’nin korunarak, geleceğe taşınması için
Boğaziçi koruma yasaları çıkarıldı. Dolgu alan
yaparak koruma mevzuatı ve hukuku aykırı işlem
yapılıyor.”
- Erhan Demirdizen (Şehir
Plancısı): “Boğaziçi kıyıları nev-i şahsına
münhasır bir bölge. Boğaziçi’nin özel bir yasası
var. 12 Eylül döneminde çıkarılmış bir yasa olsa
da söz konusu yasal düzelemenin fikri 70’lere
kadar uzanıyor. Bu yasa Boğaziçi kıyılarını
sadece bir kıyı olarak görmüyor. Boğaz kıyıları
baştan sona insanların yürüyecekleri bir parkur
özelliğinde değil. Doğal ve tarihi özelliği bir
yana koyup yürüyüş alanları kazandırmak belki
kulağa hoş geliyor. Ancak bu durum Boğaz’ın
tarihi ve doğal özellikleriyle uyuşmuyor”
-
Ahmet Turgut (Şehir Plancı): “İstanbul
Boğazı’nın belli bölümlerinde yaya yollarının
dar olduğu ve eksilik yaşandığı aşikar. Ancak
İBB bu soruna bütüncül bir projeyle bakmak
yerine kısım kısım projelerle çalışma yapıyor.
Yeni yapılan dolgu alanlarının peyzaj sorunları
olduğu ortada. Boğaziçi’nde alan ihtiyacı
oluştukça bu ihtiyacı deniz doldurarak
karşılamak doğru bir yaklaşım değil.”
8 metre daraldı
1956’da
Emirgan-Sarıyer sahil yolu açıldı. 2014’te ise
Emirgan kıyısında başlatılan sahil yolunun
genişletilmesi ve otopark yapımı için 5 bin 600
metrekarelik alan betonla dolduruldu. Boğaz,
Emirgan kesiminden 8 metre daha daraldı.
Milliyet, haber: Mert İnan, 14.09.2015
|
NURİ İYEM 100 YAŞINDA

Kartvizitinde ‘ressam' yazan ilk Türk sanatçı Nuri
İyem, doğumunun 100. yılında “Nuri İyem 100 Yaşında
/ Portre” sergisiyle anılıyor. 16 Eylül Çarşamba
günü Bebek'teki Evin Sanat Galerisi'nde başlayacak
sergide, sanatçının ismiyle özdeşleşen kadın
portrelerinin yanı sıra vefatından sonra
atölyesinden çıkan, tamamlanmamış resimleri de
olacak.
Figüratif Türk resminin en önemli, bizce en
değerli sanatçılarından Nuri İyem için en kapsamlı
sergi, 2001'de TÜYAP Tepebaşı'nda açılan “Dünden
Yarına Nuri İyem” retrospektif sergisiydi. Büyük bir
ekiple hazırlanan bu sergi, Türkiye'de resim
alanında yapılan ilk dijital arşivleme çalışmasıydı.
531 kişi, kurum ve özel koleksiyonlardan yaklaşık 2
bin tablo sadece sergilenmemekle kalmamış Apple
Bilkom tarafından bir sergi için özel yazılan arşiv
sistemiyle kaydedilmişti. Nuri İyem'in günümüzde 2-3
bin arasında (belki daha fazla) resmi olduğu
biliniyor.

Nuri İyem'in resmini etkileyen en önemli kadın, 1922'de vefat eden ablası Aliye hanımdı. Evin Sanat'taki sergi 31 Ekim'e kadar açık kalacak.
1915 yılında İstanbul Aksaray'da doğan Nuri İyem
aramızdan 18 Haziran 2005'te ayrıldı. Yaşasaydı
bugün 100 yaşına girecekti. Oğlu ve gelini Evin-Ümit
İyem'in 1996'da kurduğu Evin Sanat Galerisi,
sanatçının 100. doğum yılını 16 Eylül Çarşamba günü
açılacak “Nuri İyem 100 Yaşında/Portre” sergisiyle
anıyor. Kapsamı daha dar olan bu sergide, Nuri
İyem'in ismiyle özdeşleşen Anadolu kadınlarının
portrelerinin yanı sıra sanatçının vefatından sonra
atölyesinden çıkan, tamamlanmamış resimleri de yer
alacak. Ama elbette ki, kartvizitinde ‘ressam' yazan
ilk Türk sanatçı Nuri İyem'i, bugün anıyorsak ve
eğer bundan sonra anmaya devam edeceksek, bu, o
portreleri sayesinde olacak. Beyaz yaşmaklı, çakmak
çakmak bakan gözlerinde hüznü ve acıyı taşıyan o
eşsiz kadın portreleri… Sanatçının 1960'tan itibaren
bıkmadan usanmadan resmettiği bu tablolarda aslında
gerçek bir hikaye gizlidir. Kendisinin ifadesiyle
‘hep ablasının yüzünü arar' sanatçı.
Henüz üç yaşındayken babasının görevi nedeniyle
Cizre'ye giden İyem bir gün sıtmaya tutulur. Nöbet
nöbet gelen ateş, titreme, terleme… Kendini
kaybetmeler, saatlerce süren ızdırap, buhran hali. O
günlerde İyem'in yanı başında hep ablası vardır.
Gözünü açtığında Aliye hanımın merhametli, aynı
zamanda endişe ve acı dolu yüzüyle karşılaşır
sanatçı. Özellikle gözlerini hiç unutamaz. Nuri İyem
hastalığı atlatır fakat Aliye Hanım, 1922'de doğum
yaparken vefat eder. İyem, yaşadığı şoku yıllar
sonra bir dostuna şöyle anlatır: “İnanamadım…
günlerce, aylarca, yıllarca onun öldüğüne
inanamadım. Hala, ben inansam bile, içimdeki ben,
ablasının öldüğüne inanmıyor.” Çocuk yaşta ablasını
kaybetmesi, ölüm acısı Nuri İyem'i ve sanatını çok
etkiler.

Nuri İyem ve Ahmet Hamdi Tanpınar yakın dosttu. Tanpınar'ın Gümüşsuyu'ndaki evinde her zaman buluşurlardı. Yandaki kare İyem'in Maya Sanat Galerisi'nde açılan sergisinden. Soldan sağa: Tarık Temel, Ahmet Hamdi Tanpınar, Nuri İyem, İlhan Şevket.
İyem, son yıllarını Etiler Çamlık'taki
atölyesinde, yazın ise Şile'deki evinde geçirdi.
Sağlığı elverdikçe resim yapmaya devam etti.
Hayatında en büyük değeri kadınlara verdi. 23
yaşındaki genç bir kıza bile elini öptürmeyecek
kadar kadına saygılıydı. Kimsenin önünde eğilmesini
istemezdi. Nüvit Özüdoğru'nun dediği gibi, ‘kadın
Nuri İyem'in resminde başlıca konuydu.
Sömürüldüğünden ötürü. Necati Cumalı'nın, Cahit
Atay'ın, Adalet Ağaoğlu'nun tiyatroda yaptığını Nuri
İyem resimde yaptı.'
Ahmet Hamdi Tanpınar, Oktay Akbal, Sabahattin
Eyüboğlu, hocası Leopold Levi, Adalet Cimcoz, Hilmi
Yavuz, Sezer Tansuğ, Adnan Benk, Turgay Gönenç ve
daha pek çok kıymetli isim onun Türk resmindeki
değerini bildi ve yazılarıyla bunu her zaman dile
getirdi. O anlamlı yazılardan biri de kısa bir süre
önce (28 Ağustos'ta) kaybettiğimiz Oktay Akbal'ın,
1980 yılında Sanat Çevresi dergisinde yazdığı
yazıdır. Hem Nuri İyem'i hem de Oktay Akbal'ı, daha
dün gibi yazılmış bu yazıya yer vererek bir kez daha
hatırlıyor ve saygıyla anıyoruz.
Zaman, Haber: Sevinç Özarslan, 14.09.2015
|
AYASOFYA VE TOPKAPI'YA ZİYARETÇİ AKINI

İstatistiklere göre
İstanbul’da tarihi yarımada içindeki
Ayasofya Müzesi ve Topkapı Sarayı’nı geçen
yıl toplam 7 milyon 127 bin 121 kişi ziyaret
etti.
Bakanlığın açıkladığı verilere göre, 2014’ün en
çok
Ayasofya Müzesi ziyaret edildi. Müzeyi geçen
yıl 3 milyon 574 bin 43 kişinin ziyaret ettiği
öğrenildi. En çok ziyaret edilen ikinci müze ise
3 milyon 553 bin ziyaretçi sayısı ile Topkapı
Sarayı oldu.
Konya Mevlana Müzesi, İstanbul
arkeoloji Müzesi ve
Nevşehir
Hacıbektaş Müzesi de ilk 10’da kendine yer
buldu.
Bakanlık verilerine göre işte geçen yıl en
çok ziyaret edilen 10 müze:
1- İstanbul Ayasofya Müzesi (3 milyon 574
bin 43 ziyaretçi)
2- İstanbul Topkapı Sarayı Müzesi (3 milyon
553 bin 78 ziyaretçi)
3- Konya Mevlana Müzesi (2 milyon 75 bin 56
ziyaretçi)
4- İstanbul Topkapı Sarayı
Harem Dairesi (1 milyon 68 bin 275
ziyaretçi)
5-
Antalya Demre Müzesi (531 bin 970
ziyaretçi)
6- İstanbul Arkeoloji Müzesi (449 bin 881
ziyaretçi)
7- İstanbul Kariye Müzesi (302 bin 815
ziyaretçi)
8-
Ankara
Anadolu Medeniyetleri Müzesi (273 bin
551 ziyaretçi)
9- Ankara Cumhuriyet Müzesi (247 bin 256
ziyaretçi)
10- Nevşehir Hacıbektaş Müzesi (228 bin 552
ziyaretçi)
Milliyet, Haber: Ali Aksoyer,
14.09.2015
|
ANTALYA MEVLEVİHANESİ'NİN TALİHSİZLİĞİ

Yedi asırlık paha biçilemeyen Selçuklu çinilerini
kırmaktan ceza alan müteahhidin, birçok tarihi
eserin restorasyon işini üstlendiği ortaya çıktı.
10 yıl önce Konya Sahip Ata Külliyesi'ndeki
Selçuklu çinilerini tahrip etmekle suçlanan
müteahhit Aşur Taştan, yargılanıp ceza aldı.
Müteahhidin, buna rağmen yakınlarının üzerine
kurduğu başka bir firma aracılığıyla yıllardır
devletin farklı kurumlarından tarihi eserlerin
restorasyon ihalelerini aldığı ileri sürüldü.
Gölcük'te Roma Ilıcası, Kastamonu'da İkiçay Köprüsü,
Divriği'de Süleyman Ağa Camii, Bafra'da Tayyar Paşa
Camii gibi tarihi mekanların restorasyon işini
üstlenen müteahhidin son işi 8 asırlık Antalya
Mevlevihanesi'nin restorasyonu oldu. Teslim
tarihinin üzerinden 9 ay geçmesine rağmen
restorasyonu süren Antalya Mevlevihanesi,
turistlerin yoğun olarak geldiği yaz sezonunda
ziyarete kapalı kaldı. Müteahhit Taştan, Türkiye'nin
birçok yerinde restorasyon işlerinin devam ettiğini
belirterek, Kültür ve Turizm Müdürlüğü'nün
Mevlevihane'nin iç tanziminin nasıl yapılacağına
karar veremediği için işi teslim edemediklerini
savundu. Antalya Kültür ve Turizm Müdürlüğü
yetkilileri ise Mevlevihane'nin ne zaman açılacağı
hakkında net bilgi bulunmadığını belirtti.
437 SELÇUKLU ÇİNİSİ HALA KAYIP
Sahip Ata Külliyesi'nin 2005 yılındaki restoresi
adeta faciayla sonuçlandı. Eyvan ve türbe
duvarlarındaki mor renkli altıgen Selçuklu
çinilerinden oluşan panolar kırılarak tahrip edildi.
Parçalar birleştirildiğinde 437 çininin kayıp olduğu
anlaşıldı. Vakıflar Bölge Müdürlüğü, Gündağ inşaat
firması ve yöneticiler Aşur, Mikdat ve Seher Taştan
aleyhine tazminat davası açtı. Konya 1. Asliye
Mahkemesi'ndeki tazminat davasında mahkeme heyeti,
eyvan bölümündeki altıgen 700 adet çininin yerinden
sökülerek tahrip edildiğini tespit etti. Hangahın
türbe bölümünün batı ve güney cephesindeki 437
çininin ise yerinden söküldüğünü ve kayıp olduğunu
belirledi. 5 kez bilirkişi raporu hazırlandı ve
sonunda tahrip edilen her bir çiniye bin TL fiyat
biçildi.
PARA CEZASI HENÜZ ÖDETİLEMEDİ
Konya 1. Asliye Mahkemesi, firma ve
yöneticilerini tazminat ödemeye mahkum etti. Mahkeme
heyeti, tahrip edilen 700 çini için 700 bin TL,
yerinden sökülen ve halen kayıp olan 437 çini için
ise 546 bin 250 TL olmak üzere toplam 1 milyon 246
bin TL tazminat miktarı belirledi. Taştan'ın temyiz
ettiği dava şu an Yargıtay'da. Gündağ firması
iflasını açıkladığı için Vakıflar, parayı henüz
tahsil edemedi. Öte yandan Konya Vakıflar Bölge
Müdürlüğü'nün firma yöneticisi aleyhine açtığı ceza
davasında ise Konya 5. Asliye Ceza Mahkemesi,
restorasyonu yapan firma yetkilisine 18 ay hapis
cezası verdi. Bu dosya da temyiz edilmesi sebebiyle
Yargıtay'da bulunuyor.
YENİ FİRMA İLE RESTORASYONA DEVAM
Kamu İhale Sözleşmeleri Kanunu'na göre,
sözleşmeye aykırı davranan firmalar ihalelerden men
cezası alıyor. Ancak müteahhit Aşur Taştan'ın yakın
akrabalarının üzerine kurduğu firma ile bu yasağı
aştığı iddia ediliyor. Firma, Kültür ve Turizm
Bakanlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü ile Ulaştırma
Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı'nın ihalelerine
girerek birçok restorasyon işi aldı. 2007 yılında
Divriği Süleyman Ağa Camii, 2008 yılında Bafra
Tayyar Paşa Camii restorasyon işini üstlendi. 2012
yılında Gölcük Yazlık Roma Ilıcası restorasyonu
işini başka bir firma ile ortak aldı. 2014 yılında
ise Kastamonu'nun Küre İlçesi'ndeki İkiçay
Köprüsü'nün restorasyon ihalesini aldı.
758 yıllık Mevlevihane
Alaaddin Keykubat tarafından 1255 tarihinde
yaptırılan Antalya Mevlevihanesi, Güzel Sanatlar
Galerisi olarak kullanılıyordu. Mevlevihaneyi
restore ederek müze haline getirmeyi planlayan İl
Kültür ve Turizm Müdürlüğü, ihale açtı. Restorasyon
Mayıs 2014'te 1 milyon 63 bin lira bedelle ihale
edildi. İşin teslim süresi 250 gün olarak
belirlendi. Restorasyon, 758 yıllık Antalya
Mevlevihanesi'nin drenaj, teşhir-tanzim yerlerinin
yanı sıra türbe ve hamamı da içeriyor. Ancak
müteahhit sözleşmede teslim tarihi olarak belirlenen
Ocak 2015'te işi bitiremediği için Mevlevihane
turizme açılamadı. Mevlevihanenin inşaat işini
bitirdiklerini belirten müteahhit Taştan, “Kültür ve
Turizm Müdürlüğü müzenin bazı yerlerinin nasıl
tanzim edileceğine daha karar veremediği için işi
teslim edemedik. Süre uzatımı aldık.” dedi.
Firmanın, oğlu tarafından yönetildiğini belirten
Taştan, Türkiye'nin birçok yerinde restorasyon işi
aldıklarını da sözlerine ekledi.
Zaman, Haber: Ünal Livaneli, 13.09.2015
|
MAKEDON KRALININ YAPTIRDIĞI KALENİN TARİHİ
ARAŞTIRILACAK

Kırklareli'nde Makedonya Kralı II. Philip döneminde,
MÖ 4'ncü yüzyılda yapılan ve Hellenistik, Roma,
Bizans, Yunan ve Pers İmparatorluğu dönemlerinde
kullanılan "Polos Kalesi"nde,
İstanbul Teknik Üniversitesi ile İstanbul Alman
Arkeolojisi Enstitüsünce yüzey araştırma çalışması
başlatıldı.
İstanbul Alman Arkeolojisi Enstitüsünde görevli
arkeolog Jesko Fildhuth, AA muhabirine yaptığı
açıklamada, Polos Kalesi'nin tarihi açıdan önemli
olduğunu söyledi.
Yapının sadece kale olarak değil, aynı zamanda
bir yerleşim yeri olduğunu belirten Fildhuth,
bölgede 2 yıl sürecek olan yüzey çalışmalarını hızla
sürdürdüklerini ifade etti.
Tarihi kaynaklardan edindikleri bilgilere göre
kalenin Trakya'nın en önemli politik merkezlerinden
olduğunu tespit ettiklerini anlatan Fildhuth,
" Polos Kalesi'nde yüzey araştırma çalışmalarına
başladık. Kalenin çok önemli olduğunu
düşünüyoruz. Osmanlılar tarafından feth edilene
kadarda bu bölgenin askeri, dini hemde politik
açıdan çok önemli merkezlerinden biri olarak kalmış.
Kırklarelİ'nin ilk yerleşim yerinin bu bölge
olduğunu düşünüyoruz. Çünkü kale ana ticaret yolu
üzerine inşa edilmiş ve bir yerleşim yerine sahip.
Kale aynı zamanda İstanbul'uda koruyan bir hat
üzerinde. Savaş zamanında askeri açıdan
önemliyken, barış zamanında da buradan geçen ticaret
yollarını koruyan önemli bir kale. Bu tür kalelerde
çalışma yapılmamış ve kalelerin isimleri dahi
bilinmiyor" dedi.
- "Yerleşim yerinde ki
hayat tarzı araştırılacak"
İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi
Öğretim Üyesi Yardımcı Doçent Bilge Ar da bölgede
gelecek yıllarda yapılacak olan kazı çalışmaları
için alt yapı oluşturduklarını söyledi.
Bölgede ki yüzey çalışmalarının hızla
tamamlanması için gayret gösterdiklerini
kaydeden Ar, kazı çalışmalarında yerleşim yerinde ki
hayat tarzının araştırılacağını anlattı.
Ar, bölgede detaylı bir kazı çalışması yapılması
için çalıştıklarını dile getirerek, şöyle devam
etti:
"Alman Arkeoloji Ensitüsü ile ortak olarak yüzey
araştırması çalışması yapıyoruz. Çalışmanın
hazırlıkları Aralık ayından bu yana sürüyor.
Kültür ve Turizm Bakanlığından izin aldıktan
sonra çalışmalarımıza başladık. 2 senelik bir
proje olarak işe başladık. Kalenin ölçüm
çalışmalarını sürüdürüyoruz. Yüzey çalışmaları
önümüzdeki yıllar yapılacak olan kazı çalışmalarına
hazırlık olacak. Mevcut kalıntıların ölçümlerini
yapıyoruz. Bu bölgede çalıştığımız kaleye benzer bir
çok oluşum var. Bu tür oluşumlar sadece bir kale
değil, aynı zamanda içinde bir yerleşim var."
Ar, çalışmalarının pilot ve modern bir
örnek olabileceğini ifade ederek, şunları kaydetti:
"Somut çıktılar ise hızla bilim dünyası ile
paylaşılacak. Öncelikle buranın yerleşimiyle bilgili
bilgi edinmek istiyoruz ama bu çok katmanlı bir şey.
Bu alan hiç boş kalmamış. Burada insanlar nasıl
yaşıyorlar, hayat tarzı değişmiş mi, hepsi
araştırılacak."
Radikal, Haber: Özgür Tiran, 13.09.2015
|
ESERLERİ İSMİNİN ÖNÜNE GEÇEN İSTANBUL RESSAMI

Üç padişah görmüş İtalyan ressam Amadeo Preziosi, 40
sene yaşadığı İstanbul'un en güzel suluboya
manzaralarına imza attı. Bugün akılda kalmış birçok
sokak manzarasını resmeden sanatkarın çalışmaları,
kendisinden daha çok biliniyor.
19. yüzyılın İstanbul'u diğer birçok Doğu şehri
gibi bilhassa Batılı sanatçı ve müsteşriklerin
akınına uğradı. Gün geçtikçe makineleşen Batı
kültüründen sıyrılıp insan tabiatına kısa yoldan
varmanın yolunu arayanlar için Doğu, özünü arama,
aslına dönüş ve usanç getiren bir hayattan
uzaklaşarak harikalar diyarına ulaşmak anlamına
geliyordu o devirde. Şarkın macera dolu bir define
adası olduğu dört bir yanda duyulmuştu. Artık Doğu
denince akan sular duruyor, gezilen yerler tarif
edilemez hadiselerin sahrası oluyordu. Birçokları bu
arzuya kapılarak Doğu'ya doğru yelken açtı.
Oryantalistler, kadim toprakların her köşesini
arşınlıyor, gezdiği ve şahit olduğu manzaraları
kendi usulünce kaydediyorlardı. Sonra burada
ürettikleri sanat eserleri, eşya ve sair meta
‘oryantalizm' şerbetine bulandıktan sonra Avrupalı
ülkelerde pazarlanıyordu. İşte bu farazi dünya
furyasına kapılıp kendini Dersaadet eşiğinde
bulanlardan biri de İtalyan ressam Amadeo Preziosi
oldu. Bugün hemen her turistik mekanın dekoru haline
gelen Preziosi'nin resimleri, günümüzde kimin
yaptığı pek bilinmese de herkesin aşina olduğu
İstanbul ve Şark manzaraları sunuyor.

Hacıbekir lokumcusu.
‘İşte benim tablolarım!'
Maltalı asilzade Giovanni Francesco Preziosi'nin
oğlu Amadeo Preziosi, 1816 senesinde dünyaya geldi.
Aristokrat bir aileye mensubiyetine binaen babası
onu hukuk tahsiline teşvik eder ancak genç
İtalyan'ın kendi dünyasındaki sanat ateşi ağır
basacaktır. Malta Üniversitesi'ni terk ederek adanın
en meşhur ressamı Guiseppe Hyzler'e çıraklık etmeye
başlar. Bu eğitimini Paris'e giderek sağlam bir
temele oturtacaktır. Buradaki çeşitli sanat
oluşumları ve yayınların üzerindeki tesiri daha
sonraki eserlerinde kendini gösterir. 28 Eylül
1842'de doğduğu şehir Valetta'yı terk eder.
Gemideyken tuttuğu günceden anlaşılacağı üzere
Preziosi, Doğu'nun kalbi İstanbul'da aradığını
bulur. Aydınlanma çağında İstanbul'a yol alırken
sanatkar, “Şark benim için yeniden doğuş olacak ve
mutlu olacağım inancındayım.” notuyla hislerini
ifade eder. Nihayet İstanbul'a eriştiği vakit, “İşte
benim tablolarım, manzaralarım, hepsi birer birer
karşımdaydılar artık.” diyerek adeta emeline
erişmenin zaferiyle sarhoş olmuştur. Şimdi sıra
İstanbul'un en güzel suluboya ve kalem resimlerine
imza atmaya gelmiştir.
Amadeo Preziosi'ye bir İstanbul müptelası demek
nahoş bir tabir olmaz. 24 yaşında geldiği
İstanbul'da ömrünün üçte ikisini geçirecek ve burada
defnedilecektir. Sanatçının atölyesi Pera'da İngiliz
Konsolosluğu karşısındaki Yeni Çarşı Sokak'ta
bulunuyordu. Sanatçı burada şarkın mahrem
manzaraları yerine sokak enstantanelerini,
imparatorluğun dört bir yanından gelen ahaliyi,
günlük yaşayıştan göze çarpan alış-veriş,
giyim-kuşam, meslek ve gelenek unsurlarını konu
edinmişti. Oryantalizmin hedef kitlesine hitap
edecek tipleri zaman zaman karikatüre varacak kadar
mübalağa ile müşterilerine sunmuştu. İstanbul'un
göze çarpan manzaraları sayılacak Kızkulesi, Galata,
Mezarlıklar, Kapalıçarşı, Kahvehaneler,
Mevlevihaneler ve sair ibadet mekanları İtalyan
estetiğiyle anlatmayı başarmıştı Preziosi.

Galata Mevlevihanesi'nde sema yapan dervişler.
Eserleri Sergi-i Umumi'de
Üretken bir sanatçı olmasının yanı sıra İngiliz
Sefareti'nin hamiliğinde gerçekleştirdiği çalışmalar
mesleğin erbabı olduğunu ispat eder. Kırım Savaşı
esnasında İstanbul'a üs kuran İngiliz ordusu ve
Boğaziçi'nde bulunan İngiliz Armada yine
Preziosi'nin fırçasıyla tüm zamanlara ulaşmıştı.
Yaptığı eserlerle şöhreti artmış, artık resmi
işlerin de altından kalkacak duruma gelmişti. Gerek
kendi seyahatlerinden resme aldığı çizimleri, gerek
beynelmilel sergilerde teşhir edilen eserleri
Preziosi'ye üstat payesi kazandırmıştı. Yurtdışından
gelen prens ve hanedan mensupları kendisini
ülkelerine davet etmiş ve çeşitli taltiflerde
bulunmuşlardır. Preziosi'nin çalışmaları 1858, 1867
ve 1882 senelerinde o dönemde dünyanın en prestijli
organizasyonu kabul edilen Sergi-i Umumi'de yer
bulmuştu.
Osmanlı pavyonunda yer bulan resimler arasında
Sultan Abdülaziz'in suluboya portresiyle birlikte
Sultan'ın Hassa Alayı ve Saray-ı Hümayun Muhafızları
kıyafetleri yer alıyor. Sanatçı 27 Eylül 1882
senesinde Yeşilköy'de bir av esnasında yanlışlıkla
patlayan silahın hedefi olmuş ve ertesi gün yaşamını
yitirdi. Mezarı yine aynı yerdeki Latin-Katolik
Mezarlığı'nda bulunuyor.

Amadeo Preziosi, İstanbul'da bir Rum hanımefendi ile
evlenmiş ve 4 çocuğu olmuştu.
Zaman, Haber: Erkam Emre, 12.09.2015
|
YENİCE HÖYÜĞÜ'NDE 4 BİN 500 YILLIK SERAMİK PARÇALARI
BULUNDU

Karkamış ile Oğuzeli ilçeleri arasındaki Yenice
Höyüğü'nde başlatılan kazı çalışmalarında, 4 bin 500
yıllık seramik parçaları bulundu.
Gaziantep Müze Müdürü Tenzile
Uysal başkanlığında, Gaziantep Üniversitesi Fen
Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Başkanı Yrd.
Doç.Dr. Rifat Ergeç'in bilimsel danışmanlığında,
2 hafta önce başlatılan kazı çalışmalarında Erken
Tunç (MÖ 3000-2000) dönemine ait, kalıntıların
bulunduğu öğrenildi.
40 kişilik ekibin çalıştığı höyüğün kazı
sorumlusu Arkeolog Abdülkadir Fıstıkçı, AA
muhabirine yaptığı açıklamada, yörenin en önemli
höyükleri olan Karkamış ve Tilbaşar höyükleri
arasında bulunan Yenice Höyüğün, coğrafi konumundan
dolayı çok önemli bir yere sahip olduğunu söyledi.
Bu açıdan kazıların titizlikle yürütüldüğünü ve
çalışmalar sırasında 4 bin 500 yıllık seramik
parçalarına ulaşıldığını ifade eden Fıstıkçı, Erken
Tunç dönemine ait bulunan seramik kap
parçalarının, bölgede yaşayanların tarımla
uğraştıklarını ve buradaki insanların ürünlerini
saklamak için seramik kaplar kullandıklarına işaret
ettiğini belirtti.
Fıstıkçı, Yenice Höyük kazılarında ilk
hedeflerinin burada yaşayan insanların kimler
olduğunu, hangi kültüre ait olduğunu öğrenmek
olduğuna değinerek, şöyle konuştu:
"Burası, coğrafi konum olarak Tilbaşar Höyük ile
Karkamış höyükleri arasında bir nokta. Burası iki
büyük höyük arasında durak noktası mı, yoksa
bölgedeki
tarım arazilerini kontrol eden köyvari bir
yerleşim mi ya da küçük bir krallık mı, onu
araştırıyoruz. 2013 yılında küçük iki kazı çalışması
vardı ve o dönemki çalışmalarda orta tunç çağına ait
yaklaşık 3 bin 500 yıllık seramik parçaları
bulunmuştu. Şimdi çalışmalar yeniden
başladı. Çalışmalarımız henüz çok yeni ancak, önceki
bulduğumuz kalıntılardan daha eski döneme ait
kalıntılar bulduk. Yaklaşık 4 bin 500 yıllık erken
tunç çağına ait kalıntılar bulundu. Yani biraz daha
geriye gitmiş olduk. Kazılar sırasında Erken Tunç
dönemine ait bulunan seramik kap parçalarından,
bölgede yaşayanların tarımla uğraştıklarını ve
ürünlerini saklamak için seramik kaplar
kullandıklarını tahmin ediyoruz. Kazıların devamında
ise
Roma dönemine ait bir tabaka açığa çıktı."
Kazı çalışmalarının
hava koşulları müsait olursa yıl sonuna kadar
devam edeceğini bildiren Fıstıkçı, yaklaşık 1 yıla
kadar Yenice Höyük'le ilgili önemli işaretler elde
etmeyi hedeflediklerini kaydetti.
Radikal, 12.09.2015
|

|
DÜNYANIN İLK RESİMLİ BASKI KİTABI
Cambridge
Universitesi Kütüphanesi Arşivi’nde bulunan “Şi Zu
Zay Şu Hua Ppu” (Kaligrafi ve Resim El Kitabı)
adındaki eserin 1633 yılında Çin’in Nanjing
kentindeki Ten Bamboo Matbaası’nda basıldığı
belirlendi. Basılmasının üzerinden 400 yıla yakın
bir süre geçmesine rağmen kitabın renklerinin son
derece canlı olduğu dikkat çekti. 388 sayfalık
kitapta 138 renkli resim ve kaligrafi örneği ile
bunların nasıl yapıldığına dair metinler yer alıyor.
Kitabın kütüphanenin en iyi saklanan kasalarından
birine konulduğu ve yüzyıllarca hiç açılmadığı
belirtildi.
Habertürk, 12.09.2015
|
17 BİN YILLIK TAPINAKTA 1,5 TON HAYVAN KEMİĞİ
BULUNDU
 
 
 
 
Türkiye'nin en büyük doğal
mağaralarından biri olan Karain Mağarası'nda süren
kazı çalışmalarında, hayvanlara ait olduğu
belirlenen 1,5 ton kemik bulundu.
Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi
ve Karain Kazı Heyeti Başkanı Prof.Dr. Harun
Taşkıran, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Karain
Mağarası'nın Türkiye'nin en eski yerleşim
yerlerinden biri olduğunu söyledi.
Günümüzden 500 bin yıl önce
insanların buraya yerleştiklerini ve milattan sonra
6 yüzyıla kadar burada yaşamaya devam ettiklerini
belirten Taşkıran, "Bu mağarada sürekli bir yaşam
olmuştur. Bu kadar uzun bir yaşam yeri olması,
buranın önemini ortaya çıkartıyor. Bu özelliğinden
dolayı sadece Türkiye'nin değil, dünyanın da sayılı
mağaralarından" diye konuştu.
Taşkıran, bu yılki kazı
çalışmaları kapsamında "E gözü" olarak adlandırılan
bölümde kazı yaptıklarını dile getirerek, günümüzden
yaklaşık 320 bin yıl öncesi döneme ait orta
tabakalarda çalıştıklarını kaydetti.
Bu tabakaların en önemli
özelliğinin kendine özgü bir yontmataş
teknolojisinin kullanılması olduğunu vurgulayan
Taşkıran, bu dönemde ilk insanların sosyal
hayatlarında kullanacakları aletler ürettiklerini ve
bu aletleri de bu mağarada yaptıklarını kaydetti.
Taşkıran, kazılar sırasında
ortaya çıkan buluntularla bu dönemde kullanılan
malzemeler hakkında bilgilere ulaştıklarını
anlatarak, adeta iğne ile kuyu kazar gibi mağaranın
en tepesinden zeminine kadar kazdıklarını ve 500 bin
yıla kadar tarihlendirdiklerini söyledi.
- "Panter dişine
rastlandı"
Bu yıl ilginç fosil hayvan
kalıntılarıyla karşılaştıklarını anlatan Taşkıran,
"Anadolu'nun buzul çağ dönemi, iklim ve canlı yaşamı
açısından bu buluntular çok önemli. Bu yıl
bulunanlar arasında gergedan, su aygırı, gelincik,
sansar, mağara ayısı, çakal, panter, vaşak, taya
damanı, kokarca canlılarına ait parçalar var.
Özellikle bu yıl ilk kez bulduğumuz panter dişi
dikkat çekici. Karain kazılarında ilk kez panter
dişi buluyoruz" dedi.
Taşkıran, buluntular arasında
ilk kez bulunan bir canlı türüne ait parçalara da
rastladıklarını dile getirerek, "Bunun buzul
döneminde
Anadolu'da hiç rastlanılmayan bir hayvan cinsi
olan kaya damanı olarak biliniyor. Bu canlının
yaşadığı bölge
Ortadoğu ve
Afrika. Tavşan, fare arasında bir hayvan bu. E
gözünde bu hayvan cinsine ait çok miktarda kemik
bulduk. Paleosen (Günümüzden 65 milyon yıl önce
başlayıp 23 milyon yıl önce sona eren jeolojik zaman
dilimi) döneme ait bu kaya damanlarının bir örneği
Anadolu'da başka bir yerde yok" diye konuştu.
- "Buluntular, Yontmataş
dönemine kadar inmekte"
Mağaranın "B
gözü"nde Orta Paleolitik döneme ait yapılan
kazılarda ise mağaranın tabanının tamamen kemiklerle
kaplı olduğunu belirlediklerini anlatan Taşkıran,
burada Anadolu'nun son avcı toplayıcılarına ait
malzemelere rastlandığını kaydetti.
Taşkıran, burada kurban
edildikleri düşünülen ve boynuzları ile omurlarına
zarar verilmemiş halde dağ keçilerine ait kalıntılar
bulunduğuna dikkati çekerek, bu buluntuların,
insanların henüz yerleşik düzene geçmedikleri bir
döneme ait olduğunu söyledi.
Harun Taşkıran, şöyle devam
etti:
"Buranın erken
Roma döneminde tapınak olarak kullanıldığı
düşünülürken bu buluntular, Epipaleolitik döneme
kadar Yontmataş dönemine kadar inmekte. Yani
günümüzden 17 bin yıl öncesine ait. Araştırma
yaptığımız mağaranın bu bölümünde 25 metrakerelik
tabanın tamamen kemiklerle kaplı olduğunu gördük.
Toprak neredeyse hiç görülmüyordu. Bu kadar çok
kemiğin bulunması buranın bir adak yeri olduğunu
gösteriyor. İnsanlar adaklarını adadıktan sonra
etlerini alarak kemiklerini buraya atmışlar. Çok
miktarda dağ keçisi ve diğer otçul hayvanların
kemikleriyle dolu. Bu mağara daha insanoğlu henüz
yerleşime geçmeden önce buranın tapınak ve adak yeri
olarak kullanıldığını gösteriyor."
Taşkıran, grupların yılın belli
dönemlerinde bir araya gelerek toplu olarak adak
seronomisi yapmış olabileceğini anlatarak, "O kadar
çok hayvan kemiği var ki bir metrekarelik alanda
40-50 kilograma yakın hayvan kemiği çıkardık. Bunu
tüm yüzeye yayarsak yüzlerce kilogram hayvan kemiği
var" dedi.
Mağaranın duvarlarında adak
kitabe ve adak nişleri olduğunu hatırlatan Taşkıran
"Bunlar geç Roma ve
Bizans dönemlerine ait. Yazıtlara göre bir dağ
tanrıçasına tapınma var. Bu da bize uzun çağlar
boyunca buranın tapınma alanı olarak kullanıldığını
gösteriyor" ifadesini kullandı.
Kültür ve
Turizm Bakanlığı'nın destekleriyle mağara
çevresinin yeniden düzenlendiğini belirten Taşkıran,
1946 yılından bu yana kazılardan elde edilen
buluntuların, burada yapılmakta olan müzede
sergileneceğini sözlerine ekledi.
- Karain Mağarası
Antalya'nın 30
kilometre kuzeybatısında, Döşemealtı İlçesi'ne bağlı
Yağca Köyü sınırları içinde denizden yaklaşık 450
metre yükseklikte bulunuyor.
Alt Yontmataş devrinden
başlayarak Orta ve Üst Yontmataş evreleri, Neolitik,
Kalkolitik, Eski Tunç gibi protohistorik çağlarda ve
Klasik Çağ'da sürekli iskan edilen mağarada 11
metreyi bulan kültür dolgusu oluşmuş durumda.
Milliyet, 12.09.2015
|
ORİJİNALLERİ SAHTELERİYLE DEĞİŞTİRİLDİ
ABD’nin
Los Angeles kentinde hırsızların bir sanat
merkezinde sergilenen 9 orijinal Andy Warhol ipek
baskısını sahteleriyle değiştirdiği ortaya çıktı.
Film şirketi Moviola tarafından 2011’de bir açık
artırmada satın alınan eserlerin “yıllar önce”
çalınıp yerine sahtelerinin konulduğu ancak kimsenin
bu değişikliği fark etmediği belirlendi. Çalınan
baskılar arasında Warhol’un 1983’te tamamladığı
“Tehdit Altındaki Türler” serisi ile 1980’de
tamamladığı “20. Yüzyılda 10 Yahudi Portresi” adı
eseri de bulunuyor.
Habertürk, 12.09.2015
|

|
DÜN İKONA KIRICILAR YIKIYORDU, BUGÜN IŞİD

Kültür ve sanat eserlerini yıkarak harap etmek yeni
bir pratik değil. IŞİD'in bugün Suriye ve Irak'ta
yaptıkları, bir yönüyle Hıristiyan ikona kırıcıları
da hatıra getiriyor.
IŞİD'in Suriye'deki Palmira kentinde yaptığı
bombalı tahribat esnasında Kapadokya'da
bulunuyorduk. Taşlara oyularak yapılan kilise ve
meskenleriyle Anadolu'nun görülmeye değer tarihi
mirası Ihlara Vadisi'nde... Günümüze kadar
ulaşabilmiş bu kalıntılar, pagan inancının
tahakkümüne ve saldırılarına karşı tek tanrıya
sığınanların nelere kudret yetirebileceğine dair
bugün dahi bize mühim kanıtlar sunuyor. Bir rehber
eşliğinde gördüğümüz tarihi eserler içinde günümüze
kadar çıkabilmiş kimi ikonaların Palmira'daki kadar
olmasa da ağır bir tahribata maruz kaldığına şahit
olduk. Oyma, kazıma ve sair anlamsız yazılarla
karalama tahrasına çevrilmiş tarihi miras arasında
korunabilmişler de mevcuttu tabii. Ancak yıllar yılı
atıl kalan eserler, şuursuz veya şuurlu bir tahrip
hareketinin hedefi olmuş. Rehberimizden rivayetle,
yöre halkı arasında vaktiyle ikonaların gözlerinden
efsun saçıldığına dair bir batıl inancın bulunduğunu
da hemen belirtelim. Bundan dolayı, Kapadokya'daki
tarihi kalıntılarda önce gözlerden başlayıp tamamını
yok olana kadar izleyen bir tasvir kırıcılık vuku
bulmuş. Fakat konu üzerine biraz kitap
karıştırdığımızda anlıyoruz ki, ‘ikonoklazm' denilen
bu tasvir kırıcılık, yalnız son devre ait bir
düşmanlık değil, tarihin muhtelif zamanlarında
birbirinden farklı inançlar tarafından başvurulan
bir gelenek.

Bizans ikona kırıcılığını anlatan 9. yüzyıldan kalma bir tasvir. Resimde ikonoklast, elindeki sivri aletle duvardaki ikonayı tahrip ediyor.
İkonoklazm kelimesi iki Grekçe ifadeden meydana
geliyor. Resim, tasvir, suret manasındaki ‘eikôn'
(ikon) kelimesiyle kırma, dökme, sökme anlamına
gelen ‘klaô'dan fiili birleşerek Türkçeye ‘ikona
kırıcılık' diye tercüme edilebilecek bu ifadeyi
ortaya çıkarmış. İkonoklazm, bir dinin kendi içinde
yaptığı kabul edilen kutsal nesne tahribi manasına
geliyor. Bu akımı savunanlara yani kutsal hiçbir
şeyin tasvire sığamayacağını söyleyenlere ise
ikonoklast deniyor. Bu akımın kökenlerine bakacak
olursak antik devirlerde Mısır'a kadar uzanabiliriz.
İçinde bulundukları devirlerde Mısır firavunları,
kendilerini yeryüzünün tanrısı olarak görür,
uluhiyetlerini ilan eden devasa heykeller
yaptırırdı. Ancak onların ölümüyle tahta geçen yeni
firavun makamına kurulduktan hemen sonra selefinin
heykellerini kırdırmaktan çekinmezdi. Bu sayede eski
firavunun ilahlığı sona ermiş olurdu (Damnatio
Memoriae). İkona kırıcılık veya kaba tabiriyle
putkırıcılık tarihte semavi dinlerin ilk demlerinden
itibaren kendine yer bulmuş. Tanrı inancının ve
semavi hadiselerin sonradan yaratılmışlara
benzetilemeyeceği fikri semavi dinlerde kabul
edilmezken, bu inanış Hıristiyanlık'ta zaman içinde
inişli-çıkışlı bir seyir takip etmiş. Tarihte sık
sık tekrarlanan bu pratiğin literatüre girmesi ise
Hıristiyanlıkta yaşanan bir içtihat farkından ortaya
çıkıyor.

Avrupa'da Protestan inancıyla beraber baş gösteren ikona kırıcılık, 16. yüzyılda birçok kilisede buna benzer manzaraları ortaya çıkardı. Saint Martin Katedrali, Utrecht, Hollanda.
İkonalar cahiller için resmedildi
Modern sanatı köklerinde barındıran Hıristiyanlık
inancının resme ve dolayısıyla suretlere karşı
takındığı tavrın değişmesinde şu unsurlar rol
oynadı: Heykel ve tasviri birebir merkeze alan
paganizmden, tek tanrı inancı gereği ayrılması
gereken kilise, henüz kati bir fikir etrafında
birleşememişti. Mabetlerin nasıl süsleneceği
hususunda, bir taraf, binaların eski pagan
inancından miras kalan heykel ve resimlerden
arındırılması gerektiğini savunuyordu. Bu sebeple
Roma İmparatorluğu döneminde çoktanrılı dinin
simgeleri sayılan birçok heykel, kabartma ve sütun
yıkılarak yok edildi. Bazı Kilise mensupları ise
resimleri, cemaate eğitimle verilenlerin
hatırlanmasında ve kutsal olayları akılda canlı
tutmaya yardımcı oldukları için faydalı görüyordu.
VI. asırda yaşayan Papa Gregorius Magnus, resme
karşı çıkan herkese şu teziyle cevap vermişti:
“Yazılar okuma-yazma bilenler için ne ise, resimler
de okuma-yazma bilmeyenler için aynı şeydir.” Daha
sonrasında Batı kilisesi bu fikre uzun süre bağlı
kaldı.
İkona yıkıcılar kazanamadı
Yedinci ve sekizinci asırlara gelindiğinde Roma
İmparatorluğu'nun doğusunda bilhassa İslam'ın
ilerleyişiyle münasebetleri artan Doğu Kilisesi'nde
ikonalara karşı antipati artmıştı. İkonakırıcılık
üzerindeki İslam tesiri her ne kadar inkar edilse de
bu fikrin ateşli savunucuları içinde önde gelenler
İslam devletiyle komşu olan Hıristiyanlardı. Başkent
Konstantinopolis'e göç eden din adamlarının bu fikri
yaymadaki mahareti ilk defa 8. asırda kendini belli
etti. İmparator III. Leo döneminde, 726-730 seneleri
arasında devam eden ilk devrede imparator
Ayasofya'nın Halki Kapısı'ndaki İsa tasvirini
kaldırarak yerine büyük bir haçın koyulmasını
emretti. Fitili buradan başlayan ikonoklazm akımı
birden bütün Anadolu'yu sardı. Artık fırsatı eline
geçiren ikonoklastlar kilise ve benzeri
ibadethanelerdeki tasvirleri parçalama yarışına
girişiyordu. Diğer yandan halkın bir kısmı da bu
harekete karşı itiraz ediyor hatta ikona kırıcıları
bulduğu yerde öldürüyordu. Hıristiyan memleketleri
ilk ikona kırıcılığı dönemi sonunda (730-787) bu
işin din dışı ilan edilmesiyle rahatladı. Ekümenik
konseylerde uzun süren tartışmalar yaşandı. V. Leo
döneminde ikonaların kırılmaması, tanrının gazabını
davet ediyor denilerek 814-842 dönemi arasında
ikinci bir ikona kırıcılık dönemi daha yaşandı.
Nihayetinde Kraliçe Teodora'nın verdiği kararla
ikona tahribatı tamamıyla bitmiş ve Hıristiyan dünya
bu zaferi Ortodoksluğun galibiyeti olarak kabul
etmişti.
IŞİD
yalnızca Palmira'yı değil, İslami mekanları da hedef
alıyor
Ortadoğu'nun
göbeğinde kanserli bir hücre gibi yayılan IŞİD'in
sadece İslam dışı unsurlara olan düşmanlığı değil,
asırlardır devam eden İslam geleneğine de karşı
olması dikkat çekici. Musul'da bulunan Hz. Yunus ve
Hz. Şit aleyhisselamın kabirlerini bombalar koyarak
yok eden teröristler, Musul'da bulunan İslam
eserlerinin de yağmalanarak yok olmasına sebep oldu.
Bugün sözüm ona Müslümanlık kisvesi altında herkese
savaş açan silahlı terör grubunun tüm insanlığı
karşısına alarak dinimizin emrettiği merhamet,
saygı, adalet gibi değerlerin de yok edicisi olduğu
not edilmeli.
Zaman, Haber: Erkam Emre, 11.09.2015
|
1800 YILIN ARDINDAN İLK TOPLANTI

Aydın Büyükşehir Belediyesi'nin Eylül ayı ilk
meclis toplantısı, 1800 yıl önce yaşlılar meclisi
toplantılarının yapıldığı 'NYSA antik kentinde
gerçekleşecek. CHP'li Büyükşehir Belediye Başkanı
Özlem Çerçioğlu'nun önerisiyle antik kente dikkat
çekmek amacıyla alanın kullanılacağı ve vatandaşlara
açık olacağı kaydedildi. CHP'li Aydın Büyükşehir
Belediye Başkanı Özlem Çerçioğlu'nun aile yakınları
da olmak üzere işadamlarının destekleriyle yıllardan
beri kazı çalışmalarının sürdürüldüğü, Aydın'ın en
önemli ören yerlerinden NYSA Antik Kenti, yıllar
sonra tekrar bir toplantıya ev sahipliği yapacak.
Antik Karia bölgesinin önemli bir kenti olan
NYSA'da, M.S. 2'inci Yüzyılda Nysalı zengin Sextus
Iulius Antoninus Pythodoros tarafından annesinin
vasiyeti üzerine yaptırdığı ve uzun süre yaşlılar
meclisi toplantılarına ev sahipliği yapan alan; 1800
yıl sonra bu sefer Aydın Büyükşehir Belediye Meclis
üyelerini ağırlayacak. Büyükşehir Belediyesi'nin
Eylül ayı ilk meclis toplantısı Başkan Çerçioğlu
dahil 81 üyesiyle, 14 Eylül Pazartesi günü antik
kente gerçekleşecek.
"AYDIN'IN GEÇMİŞİNDE DE MECLİS KÜLTÜRÜ VAR"
NYSA Antik kentine dikkat çekmek adına meclis
üyeleriyle birlikte böyle bir karar aldıklarını
belirten Başkan Çerçioğlu, Aydın'ın her tarafının
antik kentlerle dolu bir coğrafya olduğuna dikkat
çekerek, kentin tarih boyunca demokrasiye aşina bir
bölge olduğunu söyledi. Aydın topraklarında 2 bin
yıl öncede meclis toplantıları düzenlendiğini ifade
eden Çerçioğlu, "Aydın'da 2000 yıl öncede olduğu
gibi günümüzde de ortak akıl kültürü ile hizmet
yürütmeye çalışıyoruz. Nysa Antik kenti sayesinde
Aydın'ın geçmişinde de meclis kültürü olduğunu
görüyoruz. Aydın'ın gelişimine katkıda bulunmak için
tarihi değerlerimizin de ön plana çıkması gerekiyor.
Biz bu doğrultuda Nysa Antik kentini dikkat çekmek
adına böyle bir karar aldık" dedi.
VATANDAŞA AÇIK OLACAK
Pazartesi günü 18.00'de
tarihi ihtiyarlar meclisinde gerçekleştirilecek
meclis toplantısı vatandaşlara açık olacak.
Toplantıdan sonra tarihi kentte Büyükşehir
Belediyesi tarafından katılımcılara yemek verilecek.
NYSA ANTİK KENTİ
Antik Karia bölgesinin
önemli bir kenti olan Nysa, Aydın - Denizli karayolu
üzerinde Aydın'ın 30 km doğusunda, Sultanhisar
İlçesi'nin 3 km kuzeybatısında yer almaktadır.
Eskiden Karia olarak adlandırılan bölge Hellenistik
devirde, MÖ 3. yüzyılın ilk yarısında Seleukos'un
oğlu I. Anthiochos Soter tarafından kurulmuştur.
Kent, özellikle Roma İmparatorluk egemenliği
altındayken kültürel alanda önemli bir noktaya
ulaşmıştır. Çok dik bir boğazın iki yanında kurulmuş
binalar, sokaklar ve meydanlar tonozlu alt yapılarla
desteklenmiştir. Nysa eski çağlarda özellikle eğitim
alanında ünlü bir kentti ve Strabon bu kentte eğitim
görmüştü. Antik kentteki Gymnasion ve kütüphane
kalıntısı Nysa'daki bu eğitim yapılarını
oluşturmaktadır. Tiyatro kent merkezinde, doğu
yamaçta olup iyi korunmuş durumdadır. Nysa'nın en
iyi korunmuş yapısı yaşlılar meclisidir. Nysa XX.
yüzyılın başlarında birçok araştırmacının ilgisini
çekmiş bir antik kenttir. Alman Walther von Diest
1907 ve 1909 yılları arasında Nysa'da kazı ve
araştırma çalışmalarını sürdürmüş, ardından 1921
yılında Yunanlar tarafından alanda çalışmalar
gerçekleştirilmiştir. İzmir Arkeoloji Müzesi,
1960'larda Gerontikon ve Tiyatro'da kazı çalışmaları
yürütmüş, Aydın Arkeoloji Müzesi de 1980'li yıllarda
Tiyatro'nun sahne binasında kısa süreli çalışmalar
gerçekleştirmiştir. 1990- 2010 yılları arasında,
Nysa'daki araştırma, kazı ve restorasyon
çalışmaları, Ankara Üniversitesi Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Bölümü
tarafından, 2012 yılından itibaren ise çalışmalar
Aydın Arkeoloji Müzesi başkanlığı tarafından
yürütülmektedir.
Ege Haber, 11.09.2015
|
DÜNYANIN EN BÜYÜK YETİMHANESİ

Avrupa'nın en büyük, dünyanın ikinci büyük ahşap
binası Eski Rum Yetimhanesi, gün geçtikçe çürüyor.
Adalar vapuruyla gelirken rahatlıkla görülebilen
tarihi bina, sahip çıkılmaya muhtaç bir vaziyette
bekliyor.
Ahşap salonda, terk edilmişliğin her türlüsü...
Ayakkabı ökçesinin esneyen parkeler üzerine
dokunduğu yerden garip sesler yükseliyor. Çökmüş
duvarın altında kalan mahremiyet perdesi, onuru
lekelenmiş bu odalar şimdi güvercinlere mesken
olmuş. Yağmur yiye yiye çöken katlardan gökyüzünü
seyredebilmenin hüznü ve ferahlığı artık birbirine
karışmış. Yürürken her adımda bir çatırtı, bir
gıcırtı geliyor. İşte şurada saplanıp kalacağım
hissiyle ağır ağır dolaştığımız bu salon, bir
zamanlar yetimlerin şarkılarıyla inleyen, şiirle,
piyeslerle şenlenen bu salon, nasıl bir hayalete
dönüşmüş? Öldükten sonra ayakta durabilen bir
cenazeye yaklaşmak ne kadar haşyet ve korku verirse,
elli bir sene önce ruhunu teslim etmiş bir binanın
içinde dolaşmak da öyle işte. Can sıcaklığı
çekilmiş, sararıp moraran, karnı içine çekilip
kadidi beliren bir ölü getirin gözünüzün önüne, bir
de koca ahşap levhaları sarkan, yer yer büyük
göçüklerle yaralanmış, ahşap sütunları kopmuş,
korkulukları dağılmış bu devasa binayı... Ruh,
bedeni nasıl terk ederse, bu binayı da insanlar terk
etmiş. Ve galiba bu bina da ölü bir insana hiç
olmadığı kadar benzemiş.
Büyükada'da ormanlık arazide kurulu Eski Rum
Yetimhanesi, bundan yarım asır evvel 21 Nisan 1964
tarihinde terk edildi. Daha doğrusu günün Türk-Yunan
siyasetinin çekişmesine kurban edilerek zorla terk
ettirilmiş. Bugün bir harabe durumundaki binanın
inşa hikayesi 19. yüzyılın sonuna uzanıyor. Kont
Maurice de Bochard başkanlığındaki Fransız ‘Société
des Grandes Hotels Européens' şirketi, İstanbul'un
gözde sayfiye yerleri arasında bulunan Büyükada'ya
lüks bir hotel inşa etmek ister. Bunun için ünlü
Levanten mimar Alexandre Vallury'ye teklif
götürülür. İki yüz altı adet süperlüks odası, iki
büyük yemek salonu, toplantı salonları, konser ve
balo salonu, geniş bodrum mahalli ve o dönem için
gayet modern tarzdaki teçhizatıyla donatılan
mutfaklarının bulunduğu otel, bugün dahi Avrupa'nın
en büyük ahşap binası olacaktır.

Merdivenlerde öğretmenleri ile hatıra fotoğrafı
çektiren yetimler (1953 )
Otel 1898-1903
tarihleri arasında tamamlanır. Prinkipo Palace
adıyla hizmet verecek olan şaşaalı otelin
müşterileri Doğu Ekspresi ile Osmanlı'yı ziyaret
edecek turistlerdir. Ancak işler planlandığı gibi
gitmez. 20 bin metrekare içindeki bu devasa binanın
büyük bir kumarhane ve zevk-ü sefa mekanı olacağı
anlaşılınca Babıali'den gelen emirle açılış
durdurulur. Tüm hazırlıklarıyla tamam vaziyette
bulunan ahşap yapı atıl kalmıştır. Fakat hadisenin
üzerinden çok geçmez ve İstanbul'un zengin tüccar
ailelerinden biri olan Zarifi Ailesi'ne mensup Eleni
Zarifi, atıl kalan mülkü satın alır. 15 bin Osmanlı
Lirası karşılığında alınmış bina Rum yetimlerin
hizmetinde kullanılmak üzere Patrikhane'ye tahsis
edilir (1905).
Sultan'ın Rumlara inayeti
Tabii bu işlemlerin tamamı Sultan II.
Abdülhamid'in izni ve inayetiyle gerçekleşir. Rum
zenginlerin bağışlarıyla teşekkül eden kuruma,
Sultan bizzat 1180 Osmanlı altını ihsan ederek
binayı ‘Rum Ortodoks cemaatine mensup, İstanbul,
Bozcaada ve Gökçeada havalisinde bulunan yetim
çocukların yetimhanesi' suretiyle patrikhaneye
bağışlar. Hatta sultan bu ihsanıyla da yetinmeyerek
yetimhaneyi vergiden muaf tutmuş, zaman zaman da
iaşe yardımında bulunmuş. Binin üzerinde yetim
çocuğun barındığı yetimhane, öğretmenleri ve
hizmetlileriyle birlikte büyük bir eğitim yuvasına
dönüşmüş. I. Cihan Harbi ve Cumhuriyet'in ilk
yıllarındaki karışıklık sırasında o dönem İstanbul'a
göçen birçok Beyaz Rus ve Kuleli Askeri Lisesi'nden
gelen talebeler de kalmaya başlamış. Zira 210 adet
odadan ancak belli bir kısmında bulunan yetimler
haricinde odalar boş bulunuyormuş. Nihayet 1925
yılında Yetimhane asli vazifesine geri dönerek
yetimlerin talim-terbiye gördüğü, meslek öğrenerek
hayata hazırlandığı yer haline geri dönmüş. Ta ki
1964 senesine kadar...

Yetimhanenin büyük salonundaki piyano herşeyi özetleyen ibretlik bir manzara sunuyor.
Savaş siyasetinin acı meyvesi
İstanbul Ansiklopedisi'nin verdiği bilgiye göre;
ilk açıldığında binin üzerinde yardıma muhtaç yetimi
muhafaza eden Büyükada Rum Yetimhanesi'nde
kapanmadan hemen önce, 1962 senesinde 173 ilkokul
öğrencisi, 15 sabi ve Rum ortaokulları ve
liselerinde tahsiline devam eden yetişkin genç
bulunuyordu. Reviri, oyun salonu, Türkçe-Rumca
kitapların bulunduğu kütüphanesi ve altı sınıflı
ilkokul bulunan yapı aynı zamanda mesleki derslerin
verildiği marangozhane, demirci atölyesi,
kundurahane gibi mekanları da içeriyordu. Bu eğitim
yuvası hevesi ve istidadı olan öğrenciler için yurt
vazifesi de görüyormuş. Türk ve Rum hocaların
çalıştığı müessese 39 yıl bu surette hizmet
verdikten sonra Kıbrıs hadiseleriyle gerilen
Türk-Yunan ilişkilerinin hedeflerinden biri
oluvermiş. Masum çocukları koruyan yetimhaneye
Vakıflar Genel Müdürlüğü'nce verilen ‘mail-i
inhidam' yani çökmeye yüz tutan bina sınıfında
olduğu gerekçe gösterilerek kapatılmış. 46 yıl bu
vasfı yüzünden bir çivi dahi çakılmayan bina 2010
yılında Avrupa İnsan Hakları'nın verdiği karar
doğrultusunda yeniden Patrikhane'ye devredildi. 2012
senesinde Dünya Anıtsal Miras Listesi'ne dahil
edilerek kurtarılmayı bekleyen yapılar arasında yer
alan ahşap bina bugüne kadar maddi yetersizlikler
sebebiyle atıl kaldı. 90'lı yıllarda Çelik Gülersoy
ve bazı iş adamlarının teşebbüsleri sonuçsuz
kalırken, 2012'de binanın Patriklik uhdesinde yer
alan bir uluslararası çevre enstitüsüne çevrileceği
ilan edilmişti. Bina, eski yetimlerin zaman zaman
gelerek hüzünlü dakikalar yaşadığı hayalet yapı
olmaya devam ediyor. Kaza ve yaralanma tehlikesi
yüzünden şimdi ziyarete kapalı durumda.

Yetimhaneyi satın alarak çocukların hizmetine veren Eleni Zarifi (Ortada) / Akias Millas Arşivi
Zaman, Haber: Erkam Emre, 11.09.2015
|
EKŞİ HÖYÜK GÜN YÜZÜNE ÇIKARILIYOR

Çal’da bulunan Ekşi
Höyük’te kazı çalışmaları başladı. Ekipler, kısa
süre içinde Anadolu medeniyetine ışık tutacak olan
önemli bulgular elde etti. Yörede yaşayan
vatandaşların geçimlerini balıkçılık, hayvancılık,
avcılık ve tarım ile sağladıkları ortaya çıktı.
Ekşi Höyük’te
yürütülen kazı çalışmaları, Müze Müdürlüğü
başkanlığında, Yrd. Doç.Dr. Fulya Dedeoğlu
Konakçı’nın bilimsel danışmanlığında 20 kişiden
oluşan ekiple geçtiğimiz ay başladı. Kazılarda kısa
süre içinde Batı Anadolu arkeolojisi açısından
önemli arkeolojik verilere ulaşıldı.
Ekşi Höyük’te
tespit edilen arkeolojik buluntular (kemikler, deniz
kabukları, çakmaktaşı ve obsidyen aletler, sapan
taneleri, olta ucu) yerleşimin geçim ekonomisinde
hayvancılık, balıkçılık, avcılık ve tarımsal
faaliyetlerin önemli yer tuttuğunu ortaya koyuyor.
Batı Anadolu’da
kaynağı olmayan obsidyen aletlerin Ekşi Höyük’te
bulunmuş olması, yerleşimin Neolitik Dönem ticaret
ağından yararlandığını da ortaya koyuyor.
EKŞİ HÖYÜK NEREDE
Müze Müdürlüğü’nün
Ekşi Höyük ile ilgili bugüne kadar elde ettiği
verilere göre, Çal İlçesi Dayılar Köyü’nün yaklaşık
1 km. doğusunda bulunan ve deniz seviyesinden 812
metre yüksekliğe sahip bir tepe üstü yerleşimi.
Alanın konumlandığı Yukarı Menderes Havzası, Batı
Anadolu’da, Denizli sınırları içerisindeki Çal,
Baklan ve Çivril ilçelerini kapsayan son derece
geniş bir alanı kapsıyor. Havzanın batı kesiminde,
doğu-batı uzantılı doğal bir tepe üzerine kurulmuş
olan Ekşi Höyük yaklaşık 2 hektarlık bir alana
uzanıyor.
Denizli Haber: 11.09.2015
|
ARKEOPARK İLE TARİHE YOLCULUK BAŞLADI

Bursa’yı tüm değerleriyle geleceğe taşıyan
Büyükşehir Belediyesi tarafından kente kazandırılan
‘Aktopraklık Höyük Arkeopark ve Açıkhava Müzesi’, 11
Eylül Bursa’nın kurtuluşunun 93. yıldönümünde
görkemli bir törenle halkın ziyaretine açıldı.
Büyükşehir Belediyesi tarafından Bursa’ya
kazandırılan Aktopraklık Höyük Arkeopark ve Açıkhava
Müzesi, görkemli bir törenle ziyarete açıldı.
Akçalar Mahallesi Hasanağa Sanayi Bölgesi KARSAN
Fabrikası yanında yapılan arkeolojik çalışmaların
ardından ziyarete açılan Aktopraklık Höyük Arkeopark
ve Açıkhava Müzesi, ziyaretçilerine, kentin kültürel
mirasına ve 8500 yıl öncesine uzanan köklü
arkeolojik değerlerine şahit olma şansı sunuyor.
Ziyaretçilerini tarih yolculuğuna çıkaran höyük ve
açıkhava müzesinin açılış törenine; Bursa Valisi
Münir Karaloğlu ve Büyükşehir Belediye Başkanı Recep
Altepe’nin yanı sıra Kültür ve Turizm Bakanlığı
Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü Kazılar
Dairesi Başkanı Melik Ayaz, İstanbul Üniversitesi
Rektörü Prof.Dr. Mahmut Ak, Uludağ Üniversitesi
Rektörü Prof.Dr. Yusuf Ulcay ve Kosova Cumhuriyeti
Kamu Yönetim Bakanı Mahir Yağcılar ile Büyükşehir
Belediyesi bürokratları, Bursalı sanayici ve iş
adamları ile Bursa gönüllüsü öğrenciler katıldı.
Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe,
Aktopraklık mevkiinde yıllardır yoğun emekle devam
eden çalışmaların güzel bir şekilde sona erdiğini
belirterek, “Arkeolojik çalışmaların ardından
Aktopraklık’ın Bursa’nın en eski yerleşim yeri olan
ve ilk çiftçi topluluklarının yaşadığı önemli bir
bölge olduğu öne çıktı. 10 yılı aşkın zamanın
ardından Aktopraklık Höyük Arkeopark ve Açıkhava
Müzesi’ni halkın ziyaretine açıyoruz” diyerek
çalışmaya emeği geçenleri tebrik etti.
Tarih başkenti Bursa
Başkan Altepe, Bursa’nın
birçok medeniyetin izlerini taşıyan bir tarih
başkenti olduğunu ifade ederek, “Bursa Büyükşehir
Belediyesi olarak yerel yöneticilerin tarihi
değerleri kalkındırmada çok etkili olacağını
gösteren hizmetleri gerçekleştiriyoruz. Bursa’nın
tüm köşelerindeki anıtsal yapılar, tarihi eserler
restore edildi. Bursa, yaşayan canlı bir tarih şehri
ve müze kent oldu. Geçen yıl tüm değerleriyle UNESCO
Dünya Kültürel Miras Listesi’ne giren Bursa, artık
bir ‘evrensel değer’ oldu” dedi.
Bursa’da tarihi
kalkındırma çalışmalarında diğer kurum ve
kuruluşlarla da işbirliğine gidildiğini anlatan
Başkan Altepe, “Şehrin her köşesinde çalışıyoruz.
Büyükşehir’e yeni dahil olan 10 yeni ilçede sadece
tarihi kültürel miras açısından 450’nin üzerinde
eser ortaya çıkarıyoruz. Bursa, bu konuda Türkiye’ye
olduğu gibi dünyaya da örnek oluyor. Arkeolojik
çalışmaların ardından neolitik ve kalkolitik
dönemlerden izleri ortaya çıkaran yapısıyla
Aktopraklık Höyük Arkeopark ve Açıkhava Müzesi,
bölge turizmine ciddi katkı sağlayacak” diye
konuştu.
Eğitime de katkı sağlayacak
Başkan Altepe,
Akçalar Beldesi Aktopraklık Mevkii’nde 2004 yılından
bu yana İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Prehistorya Anabilim Dalı, Aktopraklık Höyük Kazı
Başkanlığı tarafından yapılan arkeolojik kazı
çalışmaları hakkında bilgiler verdi. Arkeopark Açık
Hava Müzesi alanının eğitici bir gezi güzergahı
olmaktan öte öğrencilerin eğitiminde de
kullanılabilecek bir yapıyı içerdiğini, farklı
atölye çalışmalarıyla interaktif bilgi akışının
sağlanacağını da sözlerine ekledi. Başkan Altepe,
187 dönüm alan içerisinde yer alan proje kapsamında
giriş takı ve meydan düzenlemesi, alan ile
bilgilendirme ve sergilerin yer aldığı karşılama
binası (uzman atölyesi), atölyelerin yapılabileceği
çocuk kazı evi binası ile kazıdan çıkarılan
buluntuların saklanacağı depo yapılarının da inşa
edildiğini söyledi.
Zamanda yolculuk
Kazı alanlarının daha yüksek
bir kottan algılanabilmesi için gözetleme kulesinin
de yapıldığını söyleyen Başkan Altepe, “Tarih öncesi
yaşam biçiminin daha iyi anlaşılması nedeniyle de
projede Neolotik Köy ve Kalkolitik Köy
canlandırmaları ile geleneksel mimarlık örneklerinin
aslına uygun bir şekilde yeniden inşa edildiği
Kızılelma Köyünün oluşturuldu. Böylece tarih öncesi
bir yerleşimin nasıl olduğu gösterilirken, yakın
çevredeki etnoğrafik malzeme de korunup saklanmış
olacak. Bu zaman dilimlerini birbirine bağlayan bir
tünelle zamanda yolculuk yaparak alanı gezmek mümkün
olacak. Alanın ortasında yer alan dere üzerinde de
farklı zaman dilimlerine sıçramaların yapılacağı
köprüler yer alıyor. Ayrıca geleneksel köy
içerisinde pekmezlik, zeytinyağı işliği, değirmen ve
köy hayatını yansıtacak işlevlere sahip yapıların
oluşturulması da planlanıyor. Gezi, bilgi edinme ve
eğitim amacıyla kullanılacak bu bölümlerin yanı sıra
ziyaretçilerin dinlenebileceği bir de kafe (seyir
terası) inşa edildi. Köklü bir kültürel zenginliği
gözler önüne seren Aktopraklık Höyük Arkeopark ve
Açıkhava Müzesi, Bursa’nın kültür ve turizmine değer
katacak. Şu anda devam eden müze binası da Mart
ayında bitecek ve bölge tamamen bitmiş olacak.
Binayı da katarsak 5 milyon TL’lik (5 trilyon)
harcamayla Bursa’ya yakışan güzel bir tesis
oluşturuldu” şeklinde konuştu.

“Arkeopark, turizme katkı sağlayacak”
Bursa
Valisi Münir Karaloğlu, birçok kurumun bir araya
gelişiyle örnek bir çalışmanın hayata geçirildiğini
vurgulayarak, “Anadolu coğrafyası insanlık tarihi
kadar eski yerleşim bölgesidir. Kazı yapılan yerde,
bilimsel olarak Bursa’daki yerleşimin 8500 yıl
önceye gittiği belirtiliyor. Anadolu coğrafyasında
hangi değerler varsa bunların tamamını korumak ve
bunları gelecek nesillere aktarmak bizim
görevimizdir. Objelerin ortaya çıkarılması,
korunması ve hedef kitleye de ulaşılmasını amaçlayan
Arkeopark’ın kentin tanıtımına ve turizmine katkı
sağlayacağına inanıyorum” dedi.
“Kültürel bilincin oluşumunu destekleyecek”
İstanbul Üniversitesi Rektörü
Prof.Dr. Mahmut Ak
ise İstanbul Üniversitesi’nin bilimsel araştırmalara
ve kültürel varlıkların korunmasına önem verdiğini
vurgulayarak, “Arkeopark’ın teorik değerlerinin yanı
sıra ilköğretim ve üniversite öğrencilerinin,
araştırmacıların ve günübirlik ziyaretçilerin
dikkatini çekeceğine ve bu durumun da toplumsal
kültür bilincine katkı sağlayacağına inanıyorum”
şeklinde konuştu. Uludağ Üniversitesi Rektörü
Prof.Dr. Yusuf Ulcay da çalışmanın önemini vurguladı.
“Aktopraklık Höyük’ü UNESCO’ya girmeye değer bir
açıkhava müzesidir”
Kültür ve Turizm Bakanlığı
Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü Kazılar
Dairesi Başkanı Melik Ayaz ise tarihi ve kültürel
değerlerin geleceğe aktarılmasının önemine
değinerek, ülkedeki kazı ve araştırma çalışmaları
hakkında bilgi verdi. Kültür varlıklarının
korunmasında valiliklerin ve büyükşehirlerin
belediye başkanlıklarının desteğinin çok önemli
olduğunu belirten Ayaz, Bursa Büyükşehir Belediyesi
ile İznik konusunda da örnek bir protokol
gerçekleştirildiğini vurguladı. Ayaz, Aktopraklık
Arkeopark projesinin çok önemli olduğunu
belirtirken, “Bilimsel çalışmaların yapılmasının
yanında çevredeki bölge halkına da yansıtılarak
kültürel bilincin artırılması da önemlidir.
Arkeopark’taki çalışmalar ve neolitik köy modelinin
öne çıkarılması da kültürel bilince katkı
sağlayacaktır. Bursa’nın diğer değerleri gibi
Aktopraklık Höyük’ü de UNESCO Dünya Kültür Mirası
Listesi’ne girmeye değer bir açıkhava müzesidir”
şeklinde konuştu.
Karul, Aktopraklık’taki kazı çalışmalarını
anlattı
Proje yöneticisi ve kazı başkanı
Doç.Dr.
Necmi Karul da kazı çalışmalarında 12 yılı geride
bıraktıklarını söyleyerek, “Öncelikle kurtarma
kazısı olarak başlayan çalışmaların ardından ortaya
çıkan bulgular, Bursa’nın 8500 yıllık tarihine ışık
tuttu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Prehistorya Anabilim Dalı, Aktopraklık Höyük Kazı
Başkanlığı tarafından 2004 yılından bu yana
arkeolojik kazı, değerlendirme ve çevre
araştırmalarının yapıldığı alanda uzun bir süre
ilgiyle yürütülen bilimsel çalışmalar, yerini 7 yıl
önce farklı bir işbirliğine bıraktı. Bursa’nın
geçmişine ilişkin bu araştırmaların toplumla
bütünleştirilmesinin önemi konusundaki farkındalık,
çalışmaların desteklenmesi gerektiğini gösterdi. Bu
noktada Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin desteğiyle
devam eden çalışmaların ardından burada yıl boyu
gezilebilen bir düzen oluşturuldu. Arkeolojik alan
bir düzenleme çalışmasıyla birlikte merkezinde
eğitimin olduğu bir niteliğe kavuşacak biçimde
düzenlendi” diye konuştu.
Karul, çalışmaları
destekleyen Büyükşehir Belediye Başkanı Recep
Altepe’ye teşekkür etti. Konuşmaların ardından
Başkan Altepe, protokol üyeleriyle birlikte
‘Aktopraklık Höyük Arkeopark ve Açıkhava Müzesi’nin
açılış kurdelesini keserek, arkeoparkı gezdi.
Bursa Büyükşehir Belediyesi, 11.09.2015
|
OSMANLI'NIN HER SEFER ÖNCESİ GİTTİĞİ NAMAZGAH
UYUŞTURUCU MESKENİ OLDU

Bursa'da yüzyıllar önce, Osmanlı ordusunun namaz kıldığı Namazgah'ın yeniden ibadete açılmasından büyük memnuniyet duyan mahalle sakinleri, madde bağımlılarının son zamanlarda tarihi mabedi mesken tutmasına tepkili. Muhtar Ruhhan Görgün, Namazgah'ın korunması için bölgeye özel güvenlik personeli verilmesini istedi.
Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında ordunun savaşa çıkarken zafer, dönüşte de şükür namazı kıldığı tarihi Namazgah, şimdilerde madde bağımlılarının mekanı haline geldi. 2011 yılı Ramazan ayı öncesinde belediye tarafından temizlenerek ibadete açılan Namazgah'ı dolduran binlerce Bursalı, Orhan Gazi, I. Murad ve Yıldırım Beyazıt'ın namaz kıldığı mekanda teravih ve bayram namazını eda etmenin mutluluğunu yaşıyordu.
Son günlerde içki içip, uyuşturucu kullanan gençlerin mesken tuttuğu tarihi mescidden her sabah içki şişeleri topladıklarını vurgulayan Mahalle Muhtarı Ruhhan Görgün, bölgeye özel güvenlik elemanı verilmesini bekliyor.
Caminin şadırvanının, oturma yerlerinin bağımlılar tarafından tekmelenip kırıldığını belirten Muhtar Ruhhan Görgün, mescidin duvarlarına da uygunsuz yazılar yazıldığını vurguladı. Temizlikçilerin her sabah çuval çuval içki şişesi topladığını anlatan Görgün, cami tuvaletlerinde uyuşturucu alımında kullanılan malzemeler bulduğunu ifade etti. Görgün, tepkisini şu sözlerle dile getirdi: “Burada teravih namazı kılınıyor. İnsan kalabalığı olduğu için tinerciler gelemiyorlar. Ramazan geçtikten sonra buraya tinerciler, alkol alan gençler geliyor. Biz bunlarla karşılaşmak istemiyoruz. Bunlarla muhtar olarak mücadele ediyorum. Muhtarlık burada olduğu için gündüz gelip içemiyorlar. Gece geliyorlar, saat üçte, dörtte gelip içiyorlar. Bunları mahalleli olarak istemiyoruz. Osmanlı'nın sefere çıkarken ve sefer dönüşü namaz kıldığı, ibadet ettiği böyle bir mekanda alkol alan gençleri istemiyoruz. Yetkililerden yardım bekliyoruz.”
Tarihi mekanda olumsuz manzaralarla karşılaşmış olmanın içini acıttığını vurgulayan Görgün, şunları kaydetti: “Büyükşehir belediyemizin katkılarıyla restorasyon yapıldı; ama yapıldıktan sonra burası sahipsiz kalmış gibi görünüyor. Belediye başkanımız Recep Altepe, tarihi mekanlara çok önem veriyor. Balkanlar'da da çok önem veriyor. Hassas olduğunu biliyorum. Belediye başkanımızdan buraya sahip çıkmasını rica ediyorum. Bu durumu kendisi bilmiyordur. Mahalle halkımız buraya geldiği zaman geceleri sataşmalar oluyor. Mahallelimiz parktan gece geçmeye korkuyor.”
Mahalle sakinlerinden Seyit Küçük de, “Doğru bir şey değil burada içki içilmesi. Gençler son zamanlarda ne yapacaklarını şaşırdılar. Burası Namazgah, adı üzerinde, bu tür yerlerde içki içilmesi caiz değil, tasvip etmiyorum.” diye konuştu.
Zaman, Haber: Adem Elitok, 11.09.2015
|
SİLİFKE KIYILARINDA 2 BİN 800 YILLIK TERSANE
KEŞFEDİLDİ

Kültür ve
Turizm Bakanlığı tarafından
Mersin’in
Silifke İlçesi kıyılarında yürütülen sualtı
araştırmalarında yan yana 100 kadar geminin aynı
anda imal edilebildiği 2 bin 800 yıllık büyük bir
tersanenin kalıntılarına rastlanıldı.
Kültür ve
Turizm Bakanlığı tarafından Mersin’in Silifke İlçesi
kıyılarında yürütülen sualtı araştırmalarında yan
yana 100 kadar geminin aynı anda imal edilebildiği
büyük bir antik tersanenin kalıntılarına
rastlanıldı.
Selçuk Üniversitesi Sualtı Arkeolojisi Ana Bilim
Dalı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Hakan Öniz ve ekibi
tarafından gerçekleştirilen çalışmalar sırasında
tespit edilen kalıntıların bir bölümünün su içinde
kayalara oyulduğu, bir bölümünün de doğrudan farklı
mühendislik teknikleriyle su içinde inşa edildiği,
bir bölümünün ise depremler sırasında denizin
altında kalmış olduğu anlaşıldı.
Bin 500 metrelik
kıyı şeridine inşa edilmiş 100 kadar çekek yerinin
bulunduğu tersanenin MÖ 8. yüzyıldan M.S. 13.
yüzyıla kadar kullanıldığı düşünülüyor. Özellikle
Bireme (iki sıra kürekçili) ve Trireme (üç sıra
kürekçili) adıyla anılan savaş gemilerinin yapımı ya
da bakımı için altyapı imkanlarına sahip çekek
yerleri, bu özellikleriyle dünyada bilinen ilk
tersane olma özelliği de taşıyor. 2 bin 800 yıllık
olan tersanenin kesintisizce yaklaşık 2 bin yıl
kullanıldığı tahmin ediliyor. Tersane alanında bazı
çekek yerlerinin birden fazla inşa edildiği, kayaya
oyulan alanların bazı yerlerde duvarlarla takviye
edildiği de gözlemleniyor.
Milliyet, 11.09.2015
|
5 BİN 500 YILLIK TAPINAK GÜN YÜZÜNE ÇIKARILDI

Malatya’daki Aslantepe Höyüğü’nde yürütülen kazı
çalışmalarında, 5 bin 500 yıllık tapınak gün yüzüne
çıkarıldı.
Aslantepe Höyüğü Kazı Heyeti Başkanı ve Roma La
Sapienza Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof.Dr.
Marcella Frangipane, AA muhabirine, bu yıl höyükte
yaptıkları kazılarda tapınak bulduklarını söyledi.
“Kazı yaparken sürpriz şekilde ortaya çıkan tapınak
çok büyük değil” diyen Frangipane, tapınağın, önceki
yıllarda yürütülen kazılarda ulaştıkları kerpiç
saraydan daha eski olduğunu belirtti. Frangipane,
“Tapınak milattan önce 3 bin 600-3 bin 500 yıllarına
ait. Saray 3 bin 350. Demek ki 100-150 yıl sonra
sarayı yapmışlar” bilgisini verdi.
Tapınaktan çanak çömlekler çıktığını dile getiren
Frangipane, Mezopotamya’daki yapılarda olduğu gibi
tapınağın duvarlarında nişler (duvarda bırakılan
oyuk) bulunduğunu anlattı.
Ancak bu nişlerin içindeki dekorasyonun farklı
olduğunu vurgulayan Frangipane, şöyle devam etti:
“Dekorasyon orijinal. Mezopotamya’da böyle
dekorasyon yok. Bu lokal, kırmızı bir dekorasyon.
Baklava ve üçgen şeklinde duvara dekorasyon
yapmışlar. Maalesef bu duvar düşmüş ama sağlam
şekilde düşmüş. Malatya ile bütün Yukarı Fırat’ta
neolitik ve kalkolitik döneme tarihlenen buluntular
var. Bu dönemde duvarda çizim yapıyorlar. Kırmızı
çizim ama bu farklı bir şey. Belki mührü duvara
koymuşlar. Biraz rölyef gibi geliyor. Rölyef üzerine
kırmızı renk koymuşlar. Çok güzel bir dekorasyon.
Maalesef düşmüş. İnşallah seneye biraz daha
açacağız.”
Frangipane, yürütecekleri çalışmalarda üç odalı
ve üçgen şeklindeki yapı hakkında daha fazla bilgiye
ulaşacaklarını kaydetti.
“Dönemin yaşam şekli hakkında bilgiler veriyor”
Kazı çalışmalarını sürdürdüklerini belirten
Frangipane, “Kazılarda küçük çanak ve birçok mühür
baskıları bulduk. Şimdiye kadar belki 100 çanağa
rastladık. Demek ki tapınakta saraydan önce kontrol
sistemi başlamış. Sonra tapınak orada kalmış. Yeni
bir bina, yeni sistem yapmışlar ama orada bu sistem
nasıl başlamış bilmiyoruz. Devlet yavaş yavaş
büyüdü. Devlet sistemi önce tapınakta başlıyor”
dedi.
Frangipane, tapınaktaki bazı bulguların, dönemin
yaşam şekli hakkında bilgi verdiğine dikkati çekti.
Saray yapılmadan önce tüm gücün tapınağın elinde
olduğunu anlatan Frangipane, “Sonra başka bir sistem
başladı. Tapınak ayrı, kral ayrı, din ayrı, devlet
ayrı. Beraber gidiyorlar. Bir bağlantı var ama
kontrolde değişiklik oldu, ayrıldı” diye konuştu.
Akşam, 11.09.2015
|
5 BİN YILLIK BİNA ÇAMUR SÜRÜLEREK KORUNUYOR

Kazı başkanlığını Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi
Prof.Dr. Fikri Kulakoğlu’nun yaptığı Kültepe -
Kaniş - Karum höyüğündeki çalışmalar aralıksız devam
ederken, son 5 yılda yapılan kazılarda ortaya
çıkartılan yaklaşık 5 bin yıllık bina korunmak için
çamurla sıvanıyor.
Anadolu’nun değil eski Tunç Çağı dönemindeki
yaklaşık 5 bin yıl önceki en büyük binalardan biri
olduğunu vurgulayan Kazı Başkanı Prof.Dr. Fikri
Kulakoğlu, binayı kazmanın yanı sıra korumayı
hedeflediklerini söyledi. Kulakoğlu, 2009 yılından
itibaren Kültepe’nin tepe kısmında çalışmalara
başladıklarını anlatarak şunları söyledi:
"Bu
çalışmalar sırasında 2010 yılından itibaren büyük
binayı açığa çıkarmaya başladık. Bu büyük bina taş
temel üzerine kerpiç duvarlardan örülmüş. Binanın
yaklaşık 75 metre doğu-batı yönünde olduğunu
anladık. Ama bu daha da ileriye gidecek gibi. Aynı
şekilde kuzey-güney yönünde yaklaşık 65 metre
uzunluğunda bir bina. Bu bina sadece Anadolu’nun
değil eski Tunç Çağı dediğimiz yani günümüzden 5 bin
yıl önceki tarihlerdeki en büyük binalardan bir
tanesi. Bu binayı biz kazıyoruz. Diğer taraftan
kazdığımız binayı korumak diğer bir hedeflerimizden
bir tanesi.”
Binayı korumak için çeşitli yöntem denediklerini
dile getiren Prof.Dr. Kulakoğlu, şunları söyledi:
“Burada biz bu binayı korumak için başta restoretör
ve konservatörümüz ile birlikte çalışmalara
başladık. Bu çalışmalar sırasında bir de doktora
tezi hazırlandı. Bu koruma çalışmaları sırasında bu
binanın nasıl korunabileceği yönünde yöntem
geliştirildi. Çeşitli kimyasal yöntemler denendi.
Çeşitli fiziksel yöntem denendi. Ama şunu gördük ki
yaklaşık 4 sene boyunca bu binayı korumak için
alışılagelmiş geleneksel yöntemlerin dışında başka
bir koruma mümkün değil. Hem pahalı hem de uzun
zaman gerektiren kimyasal yöntemler söz konusu ama
genel olarak açıkçası bir işe yaramıyor.”
ÇAMURLA TARİH KORUNUYOR
Anadolu’da yaklaşık 10 bin yıldır kerpici korumak
için kullanılan çamurla sıvama yönteminin en iyi
yöntem olduğunu söyleyen Kazı Başkanı Prof.Dr.
Fikri Kulakoğlu, sözlerini şöyle sürdürdü: “Bunun
yerine bizim Anadolu’muzda yaklaşık 10 bin yıldır
kullanılan kerpici korumak sadece sıva ile mümkün.
Bu sıva da sadece kendi toprağında ya da topraktan
alınan malzemelerden oluşması gerekiyor. Dışarıdan
başka bir malzeme de getirmeye gerek yok. Bugüne
kadar yaptığımız korumada şundan eminiz ki maliyet
açısından en elverişli yöntem, diğer taraftan da
hızlı ve güvenilir bir şekilde yapılması açısından
da en hızlı yöntem bu çamur ile sıvamak. Tarihi bir
anlamda çamur ile koruyoruz. Bir anlamda gelecek
kuşaklara çamur sayesinde kazdığımız yapıları
aktarabilmiş oluyoruz. O anlamda en doğru yöntem bu
olduğunu da tecrübeyle öğrenmiş olduk.”
Konu üzerinde yapılan doktora tezinden bahseden
Kulakoğlu, şöyle konuştu; “Yapılan doktora tezinin
sonucu şuydu. Kerpici korumak mümkün değil, kerpici
ancak kendi yerel malzemesiyle sıvayarak korumak
mümkün. Bunu biz doktora tezine gerek kalmadan 10
bin yıldır öğrenmiştik. Burada aynı şekilde bu
yapıyı korumak istiyoruz.”
Öte yandan arkeologlar hem tarihe ışık tutacak
materyal bulabilmek için kazılara devam ederken, hem
de ortaya çıkardıkları yapıları korumak için
çalışmalarını sürdürüyor.
İhlas Haber Ajansı, Haber: Turan Bulut,
11.09.2015
|
IŞİD'İN ÇALDIĞI TARİHİ ESERLERİN YOLCULUĞU LONDRA VE
NEW YORK'TA SONA ERİYOR
Suriye'ye yönelik bölgesel ve uluslararası
müdahalenin yarattığı "canavar" Irak-Şam İslam
Devleti'nin (IŞİD) Suriye'den çaldığı tarihi eserler
Batı'ya satılmaya devam ediyor.
CBS News ekibi, Türkiye'deki tarihi eser
kaçakçılığı şebekesine "alıcı" kılığında sızmayı
başardı.
Ekipten Jennifer Janisch, Türkiye'de yaşayan ve
uluslararası alıcılara tarihi eser pazarlayan
Ömer'le kılık değiştirerek buluşmayı başardı.
Ömer, buluşmadan önce Janisch'e sikke, heykelcik,
mücevher ve antik kitapların bulunduğu fotoğraflar
yolladı. Uzmanlar, bu malzemelerin arasında sahte ve
gerçek eserlerin bulunduğunu belirtiyor.
Ekibin Ömer ile İstanbul'daki buluşması gizli
kamera ile kaydedildi. İki Suriyeli kaçakçının
gösterdiği Roma mozaikleri, yaklaşık 2 bin yıllık ve
değeri 100 bin dolar civarında.
Mozaikler, Hama'nın kuzeybatısındaki Gab
Düzlükleri'ni yukarıdan gören Apamea antik
bölgesinden kaçırılmış.
Pazarlık başladığında, satıcılar mozaiklere 200
bin dolar istiyor. Ancak hemen sonra, 60 bine kadar
iniyorlar. Ekip, kaçakçıların eserleri hemen
ellerinden çıkartmak istediklerini düşünüyor.
Ekibin Gaziantep'te buluştuğu Ebu Velid isimli
bir kaçakçı ise, savaşmak ya da hırsızlık dışında
yapacak iş olmadığını ileri sürüyor.
Ebu Velid, çalınan ve satılan eserlerden IŞİD'in
yüzde 20 komisyon aldığını, geri kalan paranın ise
kaçakçıya kaldığını söylüyor. Eğer eser IŞİD'in
hakimiyetindeki bir bölgeden çıkartılıyorsa, örgüt
yüzde 40 ila 50 arasında bir komisyon alıyor.
2003'teki Irak Müzesi yağmalanmasını araştıran
ekipten ABD'li Denizci Albayı Matthew Bogdanos, bu
eserlerin Londra, Paris, New York ya da Tokyo'daki
alıcılara gittiğini söylüyor.
Bogdanos, IŞİD tarafından yağmalanan ya da
IŞİD'in kontrolündeki bölgelerden kaçırılan tarihi
eserlerin New York ve Londra'daki "piyasalarda" yer
aldığına dair kanıtlar olduğunu belirtiyor.
Sol Haber, 10.09.2015
|
ANTİK ROMA'NIN SINIRLARI BİLİNENDEN DAHA GENİŞ

ANSAmed’in haberine göre Roma Palazzo Canevari’deki Quirinal Hill yerleşim yerinde 2013’de bulunan MÖ 5. yüzyıla ait tapınağın hemen yanında bir önceki yüzyıla ait bir ev ortaya çıkarıldı. Tapınağın hemen yanına inşa edilen evden etrafı çok iyi gözlemlemek mümkün.
Arkeolog ve kazı başkanı Mirella Serlorenzi basın açıklamasında bu keşfin Antik Roma haritasını değiştirecek olduğunu, MÖ 6. yüzyıl başlarında Roma’nın bilinenden daha büyük ve sadece Forum’la sınırlı olmadığını söyledi.

Dikdörtgen biçimli kireç taşından yapılan evin iki odası ve sütunlu bir girişi var. Ahşap duvarları kil ile kaplanmış yapının çatısı ise kare. Bölgenin zamanında mezarlık olarak kullanıldığı düşünülüyor.
arkeolojihaber.net, Kaynak: Archaeology Magazine Çeviri: Ayşen Yolcu, 10.09.2015
|
GÜNEY AFRİKA'DA YENİ BİR İNSAN TÜRÜ KEŞFEDİLDİ

Bilim adamları, Güney
Afrika’daki bir mağaranın derinliklerinde bulunan
mezar odasında yeni insanımsı tür buldu. 15 kişiye
ait iskeletler, Afrika’da türünün en büyük keşfi.
Araştırmacılar,
keşfin, atalarımız hakkında sahip olduğumuz
fikirleri değiştirecek nitelikte olduğunu iddia
ediyor. Elife dergisinde de yayımlanan çalışmalar,
bu türün bireylerinin ritüel davranış yeteneğine
sahip olduklarını belirtiyor. Naledi olarak
isimlendirilen tür, modern insanın da içinde olduğu
Homo türü grubu içinde sınıflandırıldı.
“3 milyon yıl
öncesine kadar yaşamış olabilir”
Buluşu yapan
araştırmacılar, bu türün kaç yıl önce yaşadığını ise
henüz ortaya çıkaramadı. Ekibe liderlik eden bilim
adamı Prof. Lee Berger, BBC Haber’e yaptığı
açıklamada, türümüzün ilki (Homo) olabileceklerini
ve Afrika’da 3 milyon yıl öncesine kadar yaşamış
olabileceklerine inandığını söyledi. 15 parçalı
iskeletin, değişik yaşlarda kadın, erkek, çocuk ve
yetişkinden oluştuğunu kaydeden Berger, Afrika’daki
keşfin, ilk insanların nasıl evrimleştiğine daha
fazla ışık tutacağına inandığını söyledi.
“En geniş insan
fosili topluluğu”
Berger, alanda çalışan
herkes gibi ‘kayıp bağlantı’ teriminden ise
kaçınıyor. Prof. Berger, Naledi’nin ilkel 2 ayaklı
primatlar (maymunlar) ve inanlar arasında bir köprü
gibi düşünülebileceğini belirtiyor. Berger, “Bir
fosil topladığımız düşüncesindeydik. Bir sürü
fosile, o da iskelet kalıntılarına ve nihayetinde
bireylere dönüştü. Fevkalade 21 günlük bir deneyimin
sonucunda Afrika kıtasında tarihte şimdiye kadar
bulunan en geniş insan fosili topluluğunu keşfettik.
Olağanüstü bir deneyimdi” dedi.

Bu tür hakkında
herşeyi öğrenebilme fırsatı bulduklarını dile
getiren Prof. Berger, “Çocukların ne zaman sütten
kesildiğini, ne zaman doğduğunu, nasıl geliştiğini,
büyüme hızını, bebeklikten itibaren gelişiminin her
aşamasında kadın-erkek farkını, çocukluktan
ergenliğe nasıl yaşlandıklarını ve öldüklerini
öğreneceğiz. Kemiklerin ne kadar iyi korunduklarını
görünce hayrete kapıldım. Kafatası, dişler, ayaklar,
yaşlı bir kadın iskeleti olmasına rağmen bir çocuğa
aitmiş gibi görünüyordu. Eli insan eline benziyordu,
kıvrımlı parmakları da bir maymuna. Homo Naledi,
Afrika’da bulunan diğer ilkel insanlara benzemiyor.
Bir gorilinki büyüklüğünde küçük bir beyin, ilkel
primitif kalça kemiği ve omuzları var. Ancak insan
ile aynı türe konuyor. Çünkü daha gelişmiş kafatası
şekli, nispeten küçük dişler, karakteristik uzun
kollar ve modern görünümlü ayakları var. Kariyerimde
asla karşılaşamayacağımı düşündüğüm bir şey gördüm”
şeklinde konuştu.
Prof. Berger; “İnsan olmanın ne
demek olduğu hakkında bayağı kafa yormamız
gerekecek. Bize modern insana has olduğu öğretilen
bu adet hakkında bugüne dek yanıldık mı? Biz bu
adeti uzun zaman önce (ilk insanlardan) miras mı
aldık?” dedi.
İlkel insan ve modern insan karışımı bu keşfin
bilim adamlarını insan olmanın tanımıyla ilgili
tekrar düşünmeye iteceğine inanan Prof. Berger,
Naledi’yi insan olarak tanımlama konusunda ise
isteksiz.
“Bizi ortaya çıkaran tek bir soy kurtuldu”
Natural History Museum’dan Prof. Chris Stringer ise
BBC Haber’e verdiği demeçte, Naledi’nin çok önemli
bir bulgu olduğunu söyledi. Stringer, “Uyandırdığı
izlenim, doğanın, insanın evrimleşmesinde
deneyimleyici olduğu ve birbirinden farklı insansı
canlıların Afrika’nın farklı kısımlarında ortaya
çıktığıdır. Bizi ortaya çıkaran tek bir soy
kurtuldu. Witwatersrand Üniversitesi’nde kilitli bir
odada tutulan kemikleri görmeye gittim. Odanın
kapısı mühürlü banka kasası gibi. Prof. Berger
kapının büyük kolunu çevirirken bana ilk insana ait
bilgilerin bu iskelet parçaları ve bu nadide
kafatasına dayalı olduğunu söyledi” diye konuştu.
“Buluşla ilgili en merak edilen şey; kalıntıların
nasıl çıktığı”
National Geographic Society
destekli, Prof. Berger’in ekibi, ‘Yükselen Yıldız
Mağarası’nda, emekleyerek ulaşılan dar bir yeraltı
tünelinde çalışıyor. Tünel dar olduğu için ekibe
nispeten minyon kadınlar seçilmiş. Yüzlerce kemikle
dolu odaya ulaşabilmek için bu kadınlar, sadece kask
fenerlerinin aydınlattığı 20 dakikalık yolculuğu
emekleyerek tamamlıyor.
Marina Elliott, kazı alanına ilk gittiğinde
Howard Carter’in ‘Tutankamon’un mezarını açtığında
hissettiği duyguya benzer duygular hissettiğini dile
getirdi. Kendisi için inanılmaz bir deneyim olduğunu
ifade eden Elliot’a göre, buldukları bir mezar
odası.

Homo Naledi
insanlarının ölülerini mağaranın derinliklerine
götürüp, orada kuşaklar boyu sakladıklarının
anlaşıldığı araştırmada, Naledi’nin son 200.000 yıl
içerisindeki insanlarla ortak bir ritüel, adet ve
muhtemelen sembolik bir düşünce yetisine sahip
olduğu ortaya çıkıyor.
Prof. Stringer başta
olmak üzere kazı alanında çalışan diğer
araştırmacılar Naledi’nin ilk insan olarak tarif
edilmesi gerektiğine inanıyor. Ancak mevcut
varsayımların yeniden değerlendirilmesi gerektiğine,
zengin ve bir o kadarda karışık insan evrimin
hikayesine sadece bir çeltik atıldığı konusunda hem
fikir.
arkeolojihaber.net, Kaynak:
bbc.com Çeviri: Ayşen Yolcu, 10.09.2015
|
EN BÜYÜK PICASSO HEYKEL SERGİSİ ABD'DE AÇILACAK

Ünlü İspanyol ressam Pablo Picasso'nun, 14 Eylül'de
MoMA'da sanatseverin beğenisine sunulacak heykel
sergisinin basın gösterimi gerçekleştirildi.
Müze yönetiminin, MoMA'da 50 yıl içinde
gerçekleştirilen ABD'deki en büyük Picasso heykel
sergisi olarak duyurduğu sergi, Picasso'nun yaptığı
toplam 140 heykelini içeriyor.
Sergide, Picasso'nun 1902 yılında henüz stüdyosu
dahi yokken ve 1960'lı yılların sonlarında yaptığı
devasa heykelleri de yer alıyor.
1964 yılındaki 3 boyutlu eserlerine odaklanılan
sergideki yapıtların 50'si, Paris'teki
Picasso Ulusal Müzesi'nden getirilirken, bir
çoğu ABD ve dünya genelindeki
koleksiyonculardan alınan özel izinle sergide yer
aldı.
MoMA daha önce, Picasso'nun heykellerinden oluşan
en kapsamlı sergiyi, 1967 yılında "Picasso
Heykelleri" adıyla gerçekleştirmişti.
Heykellerinde kariyeri boyunca geleneksel ve
geleneksel olmayan bir çok farklı malzeme ve
teknikleri kullanan Picasso'nun
heykel sergisi, Şubat 2016 tarihine kadar açık
kalacak.
Anadolu Ajansı, 09.09.2015
|
DÜNYA KRALİÇE 3. KHENKAUS'UN MEZARINI KONUŞUYOR

Çek arkeologlar Abusir olarak adlandırılan Nil
Deltası’nda beşinci hanedandan Kraliçe III.
Khentkaus’a ait olduğuna inanılan bir mezar ortaya
çıkardı’.
Kahire’nin güney batısındaki Abusir kraliyet
mezarlığında araştırma yapan Prag-Charles
Üniversitesi’nden Mısır bilimcileri günümüze kadar
adı hiç duyulmamış kraliçe III. Khentkaus’un
mezarına ulaştı ki bu gerçekten çok önemli bir
keşif.
‘Eş ve Kral annesi’
Firavun Neferefre’nin (İÖ
2431-2420) girişine yapılan mezarın güney bölümünde
bulunan küçük bir odacığın içindeki mezarın üst
katmanında hırsızlarından korunmak için yapılan
yanıltıcı kapılarla çevrili bir sunak var. Ancak bu
güvenlik önlemi yetersiz kalmış olmalı. Çünkü mezarı
geçmişte yağmalanmış.Buna rağmen arkeologlar iç
bölmede bakır ve kireç taşından yapılmış mutfak
eşyaları ve bir çok çömlek buldu.
Keşifin asıl önemli unsuru duvar süslemelerinde
defnin (III. Khentkaus) anne ve kral eşi olarak
betimlenmiş olması.
Arkeologlar 1980 yılında keşfedilen Neferefre’nin
mezarlık sitesinin içinde bulunan ve inşaatı yarım
kalan piramidin Neferefre’nin eşine yani III.
Khenthaus’a ait olabileceğine inanıyor.
‘Kral
annesi’ ünvanı ise Niuserre’nin veliahtı firavun
Menkaouhur’un ebeveyni olduğuna işaret ediyor.
arkeolojihaber.net, Kaynak: Le Monde-Histoire &
Civilisations Çeviri: Ayşen Yolcu, 09.09.2015
|
MERSİN'DE 5 BİN YILLIK DENİZ YOLLARI KEŞFEDİLDİ
Selçuk Üniversitesi (SÜ) Sualtı Araştırmaları
Uygulama ve Araştırma Merkezi, dünyada ilk
denizciliğin, ilk tarımın, ilk hayvancılığın, ilk
yerleşimlerin ve en erken limanların ortaya çıktığı
Doğu
Akdeniz Bölgesi’nin odak noktasında bulunan
Mersin kıyılarını mercek altına aldı.
Silifke Müzesi denetiminde yapılan çalışmalar,
bu sene Silifke kıyılarında gerçekleştirildi. Mersin
Turizmi Geliştirme ve Altyapı Birliği ile Mersin
Deniz Ticaret Odası tarafından desteklenen
çalışmalara, Türkiye Sualtı Arkeolojisi Vakfı ile
Suna-İnan Kıraç Akdeniz Medeniyetleri Enstitüsü de
katkıda bulundu. Selçuk Üniversitesi Sualtı
Araştırma ve Uygulama Merkezi’ne ait Selçuk-1
Bilimsel Araştırma ve İnceleme Gemisiyle Selçuk
Üniversitesi Sualtı Arkeolojisi Ana Bilim Dalı ekibi
tarafından yürütülen ve Tunç Çağı’ndan Osmanlı
Dönemi’ne kadar kullanılmış önemli kültür
miraslarının ortaya çıktığı çalışmalarda demirleme
yerleri, antik gemi batıkları ve sualtında kalmış
antik gemi tersaneleri tespit edildi.

“SİLİFKE
KIYILARINDA EN AZ 5 BİN YILDIR DENİZ YOLU
KULLANILIYOR”
Kültür ve
Turizm Bakanlığı’nca Mersin kıyılarında denizin
altında bulunan arkeolojik kalıntıların tespiti için
başlatılan çalışmalar hakkında bilgi veren SÜ Sualtı
Araştırmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü
Yrd. Doç.Dr. Hakan Öniz, “Mersin’in Silifke
İlçesi'nde yapılan çalışmalarda Selçuk-1 Gemisinde
yer alan yüksek çözünürlüklü Sonar sistemler
kullanıldı. Dört farklı sonar sisteminin aynı anda
kullanılabildiği bu teknolojiyle deniz dibinin
haritası çıkartıldı. Sonarla elde edilen deniz
yüzeyi incelemelerinde bulunan arkeolojik
kalıntılara dalışlar yapılarak bilimsel tespitler
gerçekleştirildi. Kültür Bakanlığı’nın envanter
sistemine kaydedilen arkeolojik kalıntılar üzerinde
uluslararası sempozyumlarda sunulmak üzere bilimsel
çalışmalar devam etmektedir. Bu çalışmalarla elde
edilen batıklar ve gemi çapalarına göre Silifke
kıyılarında en az 5 bin senedir deniz yolu
kullanıldığı,
Kıbrıs’tan,
Mısır’dan, Rodos’tan, Knidos’tan,
İtalya ve Doğu Akdeniz kıyılarının tamamından
gemiler gelip gittiği belirlendi” dedi.
YENİ
BİLGİLER ORTAYA ÇIKTI
Yürütülen çalışmalarda
MÖ
8. yüzyıldan itibaren bölgede tersanelerin
kurulduğunun ortaya çıktığını ifade eden Yrd.
Doç.Dr. Öniz, “Toros Dağları’nda yetişen sedir
ağaçlarının antik çağda bu bölgenin en önemli ihraç
malzemesi olduğu bilinmektedir. Ancak yeni bilgiler,
bölgede yetişen sedir ağaçları kullanılarak geniş
bir tersane sistemiyle her yıl en az 100 geminin
yapıldığını ortaya koymuştur. Söz konusu tersaneler
gemilerin karaya rahatlıkla alınabileceği doğal
eğimli kayalık zeminli alanlar üzerinde kayalara
oyularak kurulmuştur. Sualtı çalışmalarından söz
konusu tersane yapılarının depremler sonucu denizin
içinde kalmış bölümleri tespit edilmiştir. Bazı
çekek yerleri ise, dönemlerinin mühendislik
yöntemleriyle deniz içinde kalacak şekilde inşa
edilmiştir” ifadelerini kullandı.
Milliyet,
09.09.2015
|
KOCA YUSUF'UN EVİ MÜZE OLDU
“Cihan pehlivanı”
unvanlı efsane güreşçi Koca Yusuf’un Bulgaristan’da
bulunan evi, yeniden inşa edilip müzeye
dönüştürüldü. Koca Yusuf’un, Şumnu kentine bağlı
Karalar Köyü’nde bulunan doğup büyüdüğü ev, Adana
Büyükşehir Belediyesi’nin katkılarıyla yeniden inşa
edilirken, müzeye çevrilen alanın açılışı yapıldı.
İnşası ve
düzenlemeleri için 450 bin Euro harcama yapıldığı
belirtilen müzenin açılışında konuşan Adana
Büyükşehir Belediye Başkanı Hüseyin Sözlü,
“Balkanlar’da Türkler zaten var ama bu varlığın yeni
nesillerin hafızasına kazınması için Koca Yusuf gibi
sembol isimler çok değerli. Balkan Türkleri,
tarihimize çok güçlü kişilikler kazandırmıştır. Koca
Yusuf da bunlardan biridir” ifadelerini kullandı.
Müzenin açılışının ardından, Kocayusuf Yağlı
Güreşleri düzenlendi.
Habertürk, 08.09.2015
|

|
YURTTAŞ BİLİMİ PROJESİYLE EVDEN ÇIKMADAN FOSİL
BULUNABİLECEK

Bradford Üniversitesi tarafından başlatılan "yurttaş
bilimi" projesiyle birlikte evden çıkmadan internet
üzerinden yeni fosiller keşfedilebilecek.
Kenya'nın Turkana bölgesine ait bölgede havadan
çekilen bir milyon yüksek çözünürlüklü fotoğrafın
yayımlandığı bir internet sitesiyle birlikte isteyen
herkes projeye katılıp fosile benzer parçaları
işaretleyebilecek.
Halktan, fosile benzettikleri her şeyi seçmeleri
isteniyor. Projenin yöneticisi Adrian Evans,
projenin heyecan verici olduğunu ve bu bölgelere
gidemeyen meraklıların internet üzerinden yardımcı
olabileceğini söylüyor.
Sol Haber, 08.09.2015
|
3 BİN 700 YILLIK SAÇ İĞNESİ BULUNDU

Türkiye'nin "ilk milli kazı alanı" unvanına sahip,
Hitit Medeniyeti'nin önemli merkezlerinden
Alacahöyük'te yapılan kazılarda yaklaşık 3 bin 700
yıllık tunçtan motifli saç iğneleri ile
boynuzdan takı bulundu.
Ankara Üniversitesince gerçekleştirilen kazıların
başkanı Prof.Dr. Aykut Çınaroğlu, AA muhabirine
yaptığı açıklamada, 2009 yılında başlanan Hititlere
ait maden atölyesinin odalarında yapılan
kazılarda Hititlerin saçlarını toplamada
kullandıkları iğnelere rastlandığını belirtti.
Çınaroğlu, "Kazılarda bakıra kalay katarak
oluşturulan tunçtan yapılmış saç iğneleri bulduk.
Bulduğumuz dört saç iğnesinde ilgiyi çekenler ise
üzerindeki motifler. Karpuz dilimli, mercimek başlı
ve piramit şeklinde motiflere sahip bu iğnelerin
Hitit kadınlarının saçlarını toplamada kullandığını
tahmin ediyoruz" dedi.
Çınaroğlu, saç iğnelerini kraliyet ailesinin ya
da halkın kullandığı yönünde kesin kalıntılar
bulunamadığını, her iki kesimin de bu iğneleri
kullanabileceğini söyledi.
İğnelerin atölyede üretildiğini ifade eden
Çınaroğlu, "Hititler temiz yüzlü sakalsız olmakla
övünüyorlar. Ama Asurlular sakallı. Kişisel kanaatim
bu iğneleri kadınların taktığını tahmin ediyoruz.
Hitit krallarının küpe taktığını ya da boyunlarına
bir şeyler taktığını biliyoruz. Bunları
halk kullanmış olmalı" diye konuştu.
Başka bir alandaki kazıda da boynuzdan takı
eşyası bulunduğunu bildiren Çınaroğlu, "Üzerinde
bazı motifler var. Göz yapılmış gibi. Güzel bir
takı. Ne boynuzu olduğunu bilmiyoruz. Bu da halkın
kullandığı bir takı, Hititler döneminde yoğun olarak
bu tür takılar kullanılıyor. Hititlerin bu süs
eşyalarına meraklı olduğunu söyleyebiliriz"
değerlendirmesinde bulundu.
Çalışmaların süreceğini de söyleyen Çınaroğlu,
atölyedeki ve diğer alanlardaki kazılarda önemli
eserler çıkacağına inandıklarını sözlerine ekledi.
Anadolu Ajansı, Haber: Kemal Karadağ, 08.09.2015
|

|
ARŞİL GORKY'NİN ÇEŞMESİ YENİDEN DOĞUYOR
Soykırım öncesinde Edremit
İlçesi'ne bağlı Dilkaya
Mahallesi’nde yaşayan Ermeni ressam Arşil Gorky’nin,
evlerinin yanında yaptırdığı ve zamanla tahrip olan
çeşmenin yeniden inşası için çalışmalar başlatıldı.
Çalışma kapsamında 4 bölmeli olarak tasarlanacak
olan çeşmenin dört yanında Kürtçe, Ermenice,
İngilizce ve Türkçe olmak üzere 4 dilde
ArshileGorky’in biyografisi bulunacak. Tahrip edilen
ve yıkılan çeşme Kurubaş Taşı da denilen eskitme
taşların kullanımıyla yapılacak ve restorasyonuyla
ilk yapıldığı dönemdeki görünümüne kavuşturulmaya
çalışılacak.
Restorasyonun yaklaşık iki hafta sürmesi
planlanıyor.
Agos, 08.09.2015
|
DİYARBAKIR 'KURŞUNLU' CAMİİ

Diyarbakır ’ın Sur
İlçesi'nde önceki gün sokağa
çıkma yasağı ilan edilmesinin ardından çıkan
çatışmalar ilçeyi savaş alanına çevirdi.
Sabah saatlerinde yasak kalktıktan sonra sokağa
çıkan vatandaşlar yaralarını sarmaya çalışıyor.
Saray Kapı’daki tarihi Kurşunlu Camii, çatışmalardan
dolayı harabeye döndü. Onlarca kurşun isabet ettiği
caminin duvarlarında büyük delikler açıldı.
Mahallede evlerin duvarlarında ve işyerlerinde
onlarca kurşun izi bulunuyor.
Diyarbakır’ın
Sur İlçesi'nde önceki gün kazılan hendekleri kapatmak
için mahalleye giren
güvenlik güçleri ile YDG-H üyeleri arasında
çatışma çıktı. Silah seslerinin susmadığı ilçede, 2
Özel Harekat polisi şehit oldu. Bunun üzerine
Diyarbakır Valiliği, yazılı bir açıklama yaparak
güvenlik sebebiyle sokağa çıkma yasağı ilan etti.
Açıklamadan sonra bölgeye takviye olarak polis
ekipleri sevk edildi. Hayatın durduğu ilçede
vatandaşlar zor anlar yaşadı. Çatışmaların bitmesi
üzerine, valilik sabah saatlerinde tekrar bir yazılı
açıklama yaparak, sokağa çıkma yasağının sona
erdiğini duyurdu.
KAZILAN HENDEKLER DURUYOR
Çatışmaların yaşandığı mahallerde adeta savaş
manzaralarını andıran görüntüler ortaya çıktı. Bazı
evlerin camları ve kapıların kırıldığı görüldü.
Vatandaşlar, çatışmalarda zarar gören evlerini ve
işyerlerini onarıyor.
Güvenlik sebebiyle evlerinden dışarıya çıkmayan
vatandaşlar, sabah saatlerinde sebze pazarına akın
etti, alışveriş yaptı. Saray Kapı’daki tarihi
Kurşunlu Camii'nde ise çatışmalardan dolayı hasar
oluştu. Caminin kapısı ve duvarlarına onlarca kurşun
isabet etti. Mahallede yaşayan vatandaşlar duruma
tepki gösterdi. Barış ve huzur istediklerini anlatan
vatandaşlar, “Allah için bir şeyler yapın. Hepimiz
aynıyız. Birçok insanımız gitti. İnşallah Allah
hayırlı bir kapı açar. O taraf da bizim bu taraf da
bizimdir” şeklinde konuştu. Hasırlı Mahallesi'ndeki
Ortadoğu 'nun en büyük Ermeni Kilisesi Surp
Giragos Ermeni Kilisesi'nin de ön camları çatışmalar
sırasında kırıldı.
Sokağa çıkma yasağının kaldırılmasıyla birlikte
bölgeye giden gazeteciler, kazılan hendeklerin hala
kapatılmadığını gözlemledi. Mahallelerin ara
sokaklarında büyük çukurların oluştuğu ve YDG-H
üyelerinin mevzi oluşturduğu görüldü.
Radikal, 08.09.2015
|
İZNİK'İN 2 BİN YILLIK ROMA TİYATROSU DA BÜYÜKŞEHİR
İLE AYAĞA KALKIYOR

Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe,
İznik’te 2 bin yıllık geçmişiyle dikkati çeken Roma
Tiyatrosu’nun orijinal kimliğiyle ayağa
kaldırıldığını belirterek, “İznik’in güzelliklerinin
dünyayla paylaşılması ve yapılanların bölgeye değer
katmasını istiyoruz. İznik’i dünya kenti ve
Bursa’nın en önemli turizm değeri yapacak olan güzel
bir eser ortaya çıkmış oluyor” dedi.
Kenti her alanda geleceğe taşıyan Büyükşehir
Belediyesi, tarih, kültür ve medeniyet şehri
Bursa’nın izlerini ortaya çıkarmaya devam ediyor.
Büyükşehir Belediyesi, Uludağ Üniversitesi Sanat
Tarihi Bölümü’nden Arkeolog Yard. Doç.Dr. Ayşın
Özügül’ün bilimsel danışmanlığında kazı çalışmaları
devam eden İznik’teki Roma Tiyatrosu’nun orijinal
haliyle ayağa kaldırılmasına da destek oluyor.
Tarihi Kentler Birliği’nin kurucusu Bursa’nın örnek
bir şehir olduğunu söyleyen Büyükşehir Belediye
Başkanı Recep Altepe, İznik’teki Roma Tiyatrosu’nda
devam eden kazı çalışmalarını yerinde inceleyerek,
“Bursa merkezinde restore edilmedik tarihi yapı
bırakmadık. Yeni dönemde de bütünşehir uygulamasıyla
Bursa’ya katılan tüm ilçelerde tarihi kültürel miras
çalışmalarımız hızla sürüyor. Bursa’dan önceki
başkent İznik’te de Osmanlı ve Selçuklu’nun yanı
sıra Doğu Roma ve Bitinya dönemlerine ait eserler
var. Büyükşehir Belediyesi olarak başlattığımız
çalışmalarla İznik de dünya gündemine geldi” dedi.
“İznik’in Roma Tiyatrosu yeniden tiyatro olarak
hizmet verecek”
Büyükşehir Belediyesi olarak
sadece 10 yeni ilçede 450 ayrı noktada
çalıştıklarını ve kent merkeziyle bu rakamın 2
katına çıktığını vurgulayan Başkan Altepe, “Bursa’da
tarih ayağa kalkıyor. İznik’te bulunan yaklaşık 2
bin yıllık Roma Tiyatrosu da örneği olmayan bir
tiyatro, sırtı bir yere yaslanmayan ve düz bir
arazide kurulan örnek bir yapı… Roma döneminin bir
eseri olan bu amfi tiyatro, 2000 yılda zaman zaman
tahribatlara uğramış, taşları farklı noktalara
taşınmış. Daha sonra da mezarlık gibi değişik
amaçlarla kullanılmış. Ancak yaklaşık 50 yıllık
süren bu kazılardan sonra Büyükşehir Belediyesi’nin
de desteğiyle buradaki çalışmalar daha da hızlı bir
şekilde yapılıyor. Temizleme, ayıklama, kazı gibi
arkeolojik çalışmalar hızla sürüyor ve her parça
bize geçmişe dair önemli bulgular veriyor” diye
konuştu.
Elde edilen bilgilerle tiyatronun
rölevesinin çıkacağını söyleyen Başkan Altepe, proje
çalışmalarıyla tiyatronun 2000 yıl önceki orijinal
haline kavuşacağını ifade ederek, “Amacımız, 2 bin
yıl önce bu tiyatro nasıl kullanılıyorsa, aynı
şekilde 2 bin yıl öncesini yaşatmaktır. İznik’in
güzelliklerinin dünyayla paylaşılması ve
yapılanların da bölgeye değer katmasını istiyoruz.
İznik’i dünya kenti ve Bursa’nın en önemli turizm
değeri yapacak olan güzel bir eser ortaya çıkmış
oluyor” şeklinde konuştu.
İznik de UNESCO yolunda
Bursa’nın UNESCO Dünya
Kültür Mirası Listesi’ne girdiğini de hatırlatan
Başkan Altepe, “Bursa, tüm semtleriyle UNESCO
Listesi’nde… İznik UNESCO’ya çok daha önceki
yıllarda girmesi gereken bir değerdi. Şu anda aday
olan İznik’in de UNESCO Listesi’nde yerini almasını
en büyük temennimiz. İznik’in ‘evrensel değer’
olarak dünya mirası listesine gireceğine inanıyoruz”
dedi.
ÇEKÜL Vakfı Başkanı
Prof.Dr. Metin Sözen
ise Büyükşehir Belediyesi’nin Bursa’nın değerlerinin
tümüyle kalkındırdığını vurgulayarak, “İznik,
Büyükşehir Belediyesi’nin desteğinden iyi
yararlanmalıdır. Zaten öncelik tanınmış vaziyette.
İznik’in gerçek değerine kavuşarak UNESCO Dünya
Mirası Listesi’nde yerini alacak olmasını
önemsiyorum” dedi.
İznik’teki Roma tiyatrosunun
yapısal özelliklerine de işaret eden ve bölgenin
tiyatronun yanı sıra çevresiyle birlikte bir külliye
halinde olduğunu söyleyen Sözen, Başkan Altepe’nin
Bursa için önemli bir güç olduğunu dile getirdi.
İznik Belediye Başkanı Osman Sargın da Büyükşehir
Belediyesi’nin gücünün İznik’te hissedildiğini
vurgulayarak, yaklaşık 2 bin yıl önce insanlığın
hizmetinde olan tiyatronun yeniden kullanıma
sunulması için büyük gayret sarf edildiğini
kaydederek, İznik’in de bu noktada Büyükşehir
Belediyesi’nin yanında olduğunu belirtti.
 
 
 
Bursa Büyükşehir Belediyesi, 07.09.2015
|
ALACAHÖYÜK'TE 4 BİN YILLIK HİTİT YEMEKLERİ PİŞİRİLDİ
Hitit Medeniyeti'nin önemli merkezlerinden
Alacahöyük'te, Ankara Üniversitesince
gerçekleştirilen kazılarda ortaya çıkan bulgular
ışığında 4 bin yıllık Hitit yemekleri pişirildi.
Mutfak şefi Ömür Akkor, Hitit Medeniyeti'nin önemli
merkezlerinden Türkiye'nin "ilk milli kazı alanı"
unvanına sahip Alacahöyük'te, kazılarda bulunan
tabletler ışığında 4 bin yıl önceki bazı yemekleri
yaptı.
Türkiye'nin "ilk milli kazı alanı" unvanına sahip,
Hitit Medeniyeti'nin önemli merkezlerinden
Alacahöyük'te, Ankara Üniversitesince
gerçekleştirilen kazılarda ortaya çıkan bulgular
ışığında 4 bin yıllık Hitit yemekleri pişirildi.
Kazı Başkanı Prof.Dr. Aykut Çınaroğlu, AA
muhabirine yaptığı açıklamada, ilk kez 1907'de
Osmanlı arkeoloğu Makridi Bey tarafından kazı
çalışması yapılan Alacahöyük'te 1935'te Büyük Önder
Mustafa Kemal Atatürk'ün emri ve verdiği bir miktar
parayla yeniden başlatılan kazıların yıllardır
sürdüğünü söyledi.
Alacahöyük'ün milattan önce 2 binli yıllarda
Anadolu'ya göç ettikleri belirlenen Hititlerin
önemli şehirleri arasında yer aldığını ifade eden
Çınaroğlu, kazı çalışmalarının bu yıl oldukça
verimli geçtiğini anlattı.
Hitit dönemlerine ait çok ilginç ve öğretici
buluntuların gün ışığına çıkarıldığını vurgulayan
Çınaroğlu, bunlar arasında en ilginç olanlarından
birinin, yaklaşık 3 bin 700 yıl öncesine ait bir
maden atölyesine ait bakır külçeler ve bu üretimin
en güzel örneklerinden olan tunçtan süs iğnelerinin
olduğunu bildirdi.
Çınaroğlu, kazı çalışmaları kapsamında deneysel
çalışmalar gerçekleştirdiklerini ifade ederek, "4
bin yıl önceki Anadolu -Hitit mutfağına ait
yemekleri, ekmekleri ve dönem mutfak kültürü üzerine
bir çalışma oldu. Bu konu üzerinde çalışankazı heyet
üyelerinden mutfak şefi Ömür Akkor, Hitit mutfağına
ait elde edilen tarifleri hayata geçirerek özel bir
menü hazırladı" dedi.
Akkor ise yemekleri kazılarda bulunan tabletlere
göre deneysel olarak o günkü şartlara göre yaptığını
belirterek, şunları söyledi:
" Hitit tabletlerinde yemekle alakalı konular
fazlasıyla mevcut. Burada yaptığımız ekmekler için
Almanya'dan getirilen ve taşta ezilen antik
karabuğday kullanıldı. Teknolojik malzemelerleyemek
pişirmedik. Kullandığımız tek mutfak aleti, bıçak
oldu. Dönem koşulları düşünüldüğünde çok ileri
seviyede yaşayan Hititlerin mutfak olarak da çok
başarılı olduğunu gördük. Hitit tabletlerinde 100'ün
üzerinde hamur işi kayıtlı. Bunun yanı sıra
sebzeler, zeytinyağı, bal ve içeceklerle ilgili
buluntulara da rastlanılmış."
Mutfakta hijyen çok önemli
Hititlerde mutfakta hijyen kurallarının da çok
önemli olduğunu vurgulayan Akkor, "Hititler'de eğer
aşçı, saçı ve sakalı ile mutfağa girerse,
mutfağından hayvan geçerse ve veya yıkanmadan
mutfağına girerse ailesi ile beraber ölüm cezası
alıyor. Bu, 4 bin yıl önce temizlik ve hijyen
hususlarının ne kadar dikkate alındığını gösteriyor"
ifadesini kullandı.
Akkor, yemekleri o günün şartlarına uygun şekilde
pişirdiklerini aktardı. Akkor, "Mesela 'bir bayramda
soğuk et, pişmiş soğan ve ekmek yedik' yazmışlar.
Burdan yola çıkarak o günkü koşullarda pişirerek
sonuca ulaşıyoruz. Ekmek yaparken maya bilinmiyor,
nemli fırın kullanılmıyor bu nedenle ekmekleri de
ona göre pişiriyoruz. Ekmeği, elenmiş unla değil
dövülmüş buğdayla yani biraz iri undan yapıyoruz"
diye konuştu.
Akkor'un, kazı alanında sunduğu "Hitit menüsü"
şöyle:
Ekmekler:
Ninda.imza (sade)
Mulati (arpa ezmeli)
Ninda.gur.ra (peynirli ve incirli)
Ninda purpura (küçük ekmek)
Ninda.ku (tatlı)
Yemekler:
Kayısı ezmesi
Salatalıklı Beruwa (Beruwa, o dönemde
yenilen ezme. Birçok türlüsü var)
Nohutlu Beruwa
Happena (Güveçte pişirilmiş ballı
zeytinyağlı et)
Kariya (Izgara koyun ciğeri ve koyun
yüreği)
Soğuk et
Sandviç (Hitit metinleri arasında
pişmiş et ve soğanın ekmek arasına konarak yenilmesi
bulunmaktadır)
Akşam, 07.09.2015
|
ARTINTERNATIONAL'DE 30 MİLYON DOLARLIK SATIŞ

Haliç Kongre Merkezi'nde bu yıl üçüncüsü düzenlenen
uluslararası çağdaş ve modern sanat fuarı
ArtInternational, dün sona erdi. Paul Kasmin
Gallery, Pearl Lam Galleries, Gallery Lelong, Deweer
Gallery, Robert Miller Gallery, Leila Heller Gallery
gibi dünyanın seçkin galerilerin yanı sıra Joan
Miró’dan Jan Fabre’ye, Marina Abramovic’ten
Banksy’e, Yayoi Kusama’dan Jaume Plensa’ya, Marina
Abramovic’ten Ai Weiwei’e, modern ve çağdaş sanatın
usta isimlerinin eserlerini
İstanbul ’da buluşturan fuarı bu yıl 32.383
kişinin gezdiği açıklandı.

En pahalısı Kusama oldu
Üç gün
boyunca uluslararası alandan koleksiyoner ve sanat
tüccarlarının ilgi odağı olan ArtInternational’da
açılış gününden başlayarak yapılan satışlar toplamda
30 milyon 200 bin Dolar’a ulaştı. Paul Kasmin, Taner
Ceylan’ın “Golden Age/Altın Çağ” serisinden son
çalışması Satyr II’nin 150 bin dolara alıcı
bulduğunu açıklarken ArtInternational’ın en yüksek
ücretle satış yapan eseri Yayoi Kusama’nın 2015
tarihli “Blue Sky in the Midnight” adlı tablosu
oldu. Bu yıl fuara ilk kez katılan Victoria Miro’yla
gelen Kusama’nın bu işi 912 bin dolara alıcı bularak
fuarın da kendi rekorunu kırdı.

Yayoi Kusama’nın 2015 tarihli 'Blue Sky in the
Midnight' adlı tablosu 912 bin dolara satıldı.
Avunduk: Olmayan bir şeyi yarattık
Fuarın kurucu ortaklarından Yeşim Avunduk, bu yıl
hem ziyaretçi hem de satışların artışından büyük
mutluluk duyduklarını belirterek şunları söyledi:
“Bu yıl ArtInternational’ın üçüncü yılı ve taşların
artık yerine oturduğu yıl. İyi bir strateji ve
planla, çok iyi ve çok uluslu bir ekiple yürümenin
hediyesi bu. Kurucuların deneyimleri burada çok
önemli. Var olanlarla, herhangi bir rekabetle yola
çıkmadık. Olmayan bir şeyi yaratmaktı amacımız ve
ilerledik. Bu yüzden seçici komiteyle, düzeyli bir
fuar ortaya çıkarmak önemliydi bizim için. Dahası,
kültür turizminin nasıl bir ekonomik bir gücü
olduğunu kanıtlarken, bir yandan da Türkiye’nin
yaşadığı bütün olumsuzlara rağmen, 3 günlük
yaratttığımız bu dünyada gelen herkese sanatın nefes
alma alanı olduğunu gösterdik. Çünkü sanat dediğimiz
şeyin sevmek, dostluk ve empati kurmak, başkalarının
bakış açılarına, hayatlarına, doğduklarına saygı
duymak demek olduğunu biliyoruz” yorumunda bulundu.

1000 çocuk sanatla buluştu!
ARTINTERNATIONAL’a özel bir alanda kurulan ve küçük
ziyaretçileri sanatla buluşturan Ülker Çocuk Sanat
Atölyesi ise bu yıl 1.000 çocuğu ağırladı. 2011’den
beri çeşitli etkinliklerde kurulan atölye böylece,
toplamda 14 bin çocuğu sanatla buluşturmuş oldu.
Ülker Kurumsal İletişim Genel Müdürü Bahar Erbengi,
çocukların genç yaşta sanatla tanışmasını sağlayan
projelere destek olmaya devam ettiklerini belirterek
şunları söyledi: “Ülker olarak mutluluğun yolunun
sanattan da geçtiğini biliyoruz. Çocukları sanatla
buluşturduğumuz Ülker Çocuk Sanat Atölyesi çok özel
bir proje. Bu proje ile sanatı gündelik hayatın bir
parçası haline getirmeye çalışıyoruz.
ArtInternational kapsamında kurduğumuz Ülker Çocuk
Sanat Atölyesi’nde iki gün boyunca 1.000 çocuk
sanatın tarihsel gelişimini 11 istasyonu olan
İnteraktif Sanat Tarihi Tüneli’ni gezerek ve
deneyimleyerek öğrendi. Mağara resimlerinden günümüz
çağdaş sanatına kadar eğlenceli bir eğitim içeriği
sunduk. Tüm alan içinde çocuklar serbest boyamadan
kolaja ve duvar boyamaya pek çok farklı çalışmayla
özgürce resim yaptı ve bisikletlerle ‘spin painting’
deneyimini yaşadı.”
Radikal, 07.09.2015
|
ANISH KAPOOR'UN 'VAGİNA' HEYKELİ YENİDEN SALDIRIYA
UĞRADI

İngiliz heykel sanatçısı Anish Kapoor’un 17.
yüzyıldan kalma Versailles Sarayı’nın bahçesine
yerleştirdiği, ‘Kirli köşe’ adlı dev vajina heykeli
üç ay aradan sonra tekrar saldırıya uğradı. Haziran
ayında sprey boyalı saldırıya uğrayan heykel bu kez
de sloganlarla kaplandı. Kapoor, daha önce
temizlenip yeniden sergilenmeye başlanan eserinin,
bu defa toplumun tahammülsüzlüğünü vurgulamak için
temizlenmeyeceğini duyurdu.

Kapoor “Heykel artık bu saldırının yaralarını
taşıyacak. Bu şiddetin ve tahammülsüzlüğün
silinmesine izin vermeyeceğim. ‘Kirli köşe’ nefretle
işaretlendi ve ben bu yaraları üzücü olayın
hatıraları olarak saklayacağım” dedi.
Fransa
Cumhurbaşkanı Hollande olayı ‘nefret dolu’
sözcükleriyle tanımlarken derken Fransız başbakan
Manuel Valls de olayın sorumlularının cezasını
çekeceğini vurguladı.
ANTOINETTE'DEN ESİNLENDİĞİ
DÜŞÜNÜLÜYOR
Turner Prize ödüllü Kapoor paslanmış
metalden yapılmış ve kayalarla çevrelenmiş 60
metrelik dev heykelin provokatif olduğunu kabul
etmişti. Uzmanlar, heykelin kıtlık sırasında fakir
Fransız halkına “Ekmek bulamıyorlarsa pasta
yesinler” dediği
iddia edilen ve uzun süre Versailles Sarayı’nda
ikamet eden Kral 16’ncı Louis’in eşi Marie
Antoinette’den esinlenerek yaratıldığını
düşündüklerini söylemişti.
Radikal, 07.09.2015
|
TAKSİM'DE ESKİ PLAN YENİDEN

Danıştay 6. Dairesince Beyoğlu Koruma Amaçlı
Uygulama İmar planı ile ilgili
İstanbul 10. İdare Mahkemesi’nin verdiği iptal
kararını bozması üzerine Beyoğlu Belediyesi bozulan
plana göre uygulama yapmaya başladı. Oysa Danıştay
mahkemenin kararını usül yönünden bozmuş, yeni bir
bilirkişi ile kararın gözden geçirilmesini
istemişti. Eski plana göre Gezi Parkı’na kışla,
Taksim meydanına cami,
Galatasaray ’a otopark gibi çok sayıda sorunlu
uygulamalar vardı. Bu uygulamaların tamamı yeniden
hayata geçti.
Beyoğlu Kentsel Sit alanına ilişkin 21.12.2010
onay tarihli 1/1000 ölçekli Koruma Amaçlı Uygulama
İmar planı yapılmıştı. Galata Derneği ve Cihangir
Güzelleştirme Derneği dava açmıştı. Taksim meydanı
başta olmak üzere Beyoğlu genelinde planın tarihi
semte zarar vereceği, siluetini etkileyeceği,
uygulamaların koruma amaçlı olmaktan çok yeni imar
rantı sağladığı ileri sürülmüştü. Derneklerin
itirazında ayrıca, ‘’planın hazırlık aşamasında
gerekli katılım sağlanmadı, ve duyuru araçları
kullanılmadı, Tarlabaşı, Perşembe Pazarı ve Haliç
tersaneleri gibi korunması gerekli en önemli alanlar
‘özelleştirme’ ‘kentsel yenileme’ veya ‘turizm
alanı’ ilan edilerek koruma planı kapsamı dışında
bırakıldı, Beyoğlu - İstiklal Caddesi’ndeki yapılar
kültürel kullanımla sınırlandırılmayarak yerine
turizm-ticaret-hizmet alanı olarak ilan edildi’’
belirtildi.
BEYOĞLU TURİSTLEŞİR
10. İdare Mahkemesinin iptal gerekçeleri arasında
planların bütünselliğinin olmadığını ve üst ölçekli
planlarla uyumsuz olduğunu, yapılaşma koşullarını
şehircilik ilkelerine uygunsuz şekilde belirlediğini
ve ‘katılımcı alan yönetimi modellerini’
içermediğini sıraladı. Karara esas alınan bilirkişi
raporunda planlar uygulanırsa Beyoğlu’nun ‘topyekun
turistleştirileceği’ ve ‘kentlilerin yaşamına
yabancılaşacağı’ belirtilmişti.
BELEDİYE UYGULAMAYA BAŞLADIĞINI BİLDİRDİ
Mahkemenin iptal kararıyla birlikte Beyoğluna
bakan İstanbul 2 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma
Kurulu 12.02.2014 tarihinde aldığı karar ile geçiş
dönemi koruma esasları ve kullanma şartlarını
belirlemişti. Beyoğlu’ndaki imar uygulamaları bu
koruma esaslarına göre yapılıyordu. Ancak Danıştay
6. Dairesi tarafından karara esas olan bilirkişi
raporunu yeterli bulmayarak yeni bilirkişi için
davayı İdare Mahkemesi’ne geri gönderdi. İdare
Mahkemesi karar direnebilir de yeni bilirkişi ile
birlikte yeni bir karar da alabilir. İşte bu aradaki
süreçte Beyoğlu Belediyesi geçiş dönemi yapılaşma
şartlarına uymak yerine meri plana göre uygulama
yapacağını hem Kültür ve Turizm Bakanlığı, Çevre ve
Şehircilik Bakanlığı ile İBB’ye 4
Eylül 2015 tarihi itibariyle bildirdi.
KURUL 3 MAYMUNU OYNAYACAK
Alınan bilgilere göre, İstanbul 1 Nolu Koruma
Kurulu da ne yapacağını şaşırdı. Kurul üyeleri önce
bir karar alarak geçiş dönemi yapılaşma şartlarına
göre imar mevzuatının devam etmesi gerektiğini
düşünürken, bakanlık hukuk müşavirliğinin bu
konudaki itirazı ile geri adım attı. Bakanlık
uygulamayı yapan kurumun (Beyoğlu Belediyesi)
kararına uyulması gerektiğini, idareler arasında
koordinasyonsuzluk gibi bir görüntü verilmemesini
istedi. İddiaya göre, Mahkemesi devam eden ve ilk
kararda uygun bulunmayan imar planları için telafisi
mümkün olmayacak sonuçlara neden olacak uygulama
için koruma kurulu resmen 3 maymunu oynayacak.
Görmedim, duymadım, bilmiyorum…
KIŞLA PROJESİNİN DAYANAĞI PLAN
17 Ocak 2012’de ilan edilen 1/5000 Koruma Amaçlı
Nazım İmar Planı’ ile ‘1/1000 Ölçekli Uygulama İmar
Planlarında tadilat yapılmış, bu tadilatla Taksim’de
Yayalaştırma Projesi başlamış, Gezi Parkı’na da
Topçu Kışlası yapılmasının önü açılmıştı. 10. İdare
Mahkemesi planı iptal edince otomatik olarak plan
tadilatları da düşmüştü. Danıştay’ın kararı
onamaması ve mahkemeye geri göndermesi üzerine de
Beyoğlu Belediyesi bu planı yeniden yürürlüğe soktu.
Oysa geçiş dönemi yapılaşma koşullarının devam
ederek, mahkemenin nihai sonucu beklenmesi
gerekiyordu. Beyoğlu Belediyesi’nin bu planı devreye
sokması da Topçu Kışlası riskini yeniden gündeme
getirdi.
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 07.09.2015
|
DEVASA BÜYÜKLÜKTE BİR NEOLİTİK YAPI BULUNDU

Arkeologlar, İngiltere 'deki Salisbury Düzlüğü'nde bulunan, Neolitik taş devri ile Bronz Çağı arasına tarihlenen Stonehedge yakınlarında, Stonehedge'e benzeyen ama ondan çok daha büyük bir yapı keşfetti. Gömülü bulunan 100'e yakın taş sütundan oluşan yapının İngiltere’deki en büyük neolitik eser olduğu sanılıyor.
4 bin 500 yıl yaşında olan yüksekliği 4.5 metreyi bulan taşlar, toprağın bir metre altında keşfedildi. Araştırmacılar anıtın eşsiz ve olağandışı bir büyüklüğü olduğunu söylüyor. Stonehedge’deki araştırmacılar beş yıldır alanın yer altı haritasını hazırlıyor. Dini tören alanı olduğu düşünülen anıt Stonehedge’den 3 km uzakta bulunuyor.

Araştırmanın lideri Vince Gaffney, “Dünyanın hiçbir yerinde bunun gibi bir yer olduğunu düşünmüyoruz. Bu tamamen yeni ve yapının büyüklüğü olağanüstü” dedi. Arkeolog Nick Snashall’da “Taşların neolitik zamandaki Avrupa’nın en büyük yerleşim yerlerinden birini sarması Stonehedge hikayesine yeni bir bölüm ekledi” diyor. Bulgular, Bradford Üniversitesinde yapılan İngiliz Bilim Festivali’nde açıklandı.
BBC, 07.09.2015
|
ŞEHİR EFSANESİ SANILAN MEKSİKA ALTINDAKİ TÜNELLER
ORTAYA ÇIKTI

El Universal'ın haberine göre Meksika'da
şehir efsanesi zannedilen yer altı tünelleri
arkeologlar tarafından keşfedildi. Hakkında pek çok
söylenti olan 1531 öncesine dayanan tünellerin
gerçek olmadığı düşünülüyordu.
Tünellerin 7 metre yüksekliğe ve 3 metre
genişliğe sahip olduğu belirtilirken, tonlarca
toprağın kaldırılmasının altından dört farklı
girişin ve 3 farklı hattın bulunduğu söyleniyor.
Yapılan ilk araştırmalar tünellerin 500 yıldan
daha eski olmadığını düşündürürken tünellerin
kiliseler arasında ulaşım için kullanıldığı
aktarılıyor.
Puebla'daki tünellerin şehrin kurulmasıyla
kurulduğu belirtiliyor.
Sol Haber, 06.09.2015
|
3200 YILLIK ANTİK KENT HERACLEİON BULUNDU
Tarihi
mitler ile gerçeklik arasındaki kayıp
Mısır kenti Heracleion, Fransız Sualtı Arkeolog
Franck Goddio tarafından 2000 yılında Abu Qir Koyu
yakınlarında bulunan kalıntıların keşfedilmesiyle
başladı.
2000 yılında şans eseri keşfinin ardından süregelen
13 yıllık arkeolojik kazılar ve öncesinde 3D
teknolojisi kullanarak bulunduğu 11 ile 15
kilometrelik alanın haritalanmasıyla tahlil edilen
kent, kayıp kıta Atlantis efsanesi gibi günümüze dek
gizemini koruyan kentler arasında yer alıyordu.
Yetkililer, yaklaşık olarak 1200 yıl önce deprem
ve seller sonucu sulara gömüldüğü ifade edilen
kentin bir dönem Akdeniz bölgesinin en yoğun ticaret
merkezi olduğunu belirtiyor. Bu varsayıma kazılar
sırasında çıkarılan 64 adetten fazla gemi
kalıntısının, tarihte bir bölgede çıkarılan en fazla
gemi kalıntısı olması gerekçe gösteriliyor. Diğer
yandan kazılar sırasında 700 adet gemi çapasının
yanı sıra kentlilerin ticarette kullandıkların bronz
ve taş para da bulunduğu ifade edildi.

Oxford Üniversitesi Deniz Arkeolojisi Direktörü
Doktor Damian Robinson antik kentle ilgili olarak
yaptığı açıklamada, Şaşırtıcı derecede iyi
muhafaza edilmiş. Oldukça heyecan verici bir buluş.
Yunan ve Fenike medeniyetlerinden de izler taşıyor.
İktisadi bakımdan da kent hakkında birçok bilgiye
ulaştık dedi.
Heracleion Antik Kenti
hakkında
Thonis olarak da bilinen İskenderiye yakınlarındaki
bu kent, kıyıdan 2.5 kilometre uzaklıkta ve 10 metre
su altında yer alıyor. Antik Yunan tarihçilerinin
bahsettiği mitler Milattan Önce 12. yüzyıla dek
uzanıyor. Truvalı Helen ile Truva Prensi Paris,
Truva Savaşı öncesi burada mahsur kaldıklarına
inanılıyor. Diğer yandan Zeus ile Miken kralının
kızı Alkmene oğlu Herakles (Herkül) de kendine başka
bir takarak, Heracleion kentini
gezdiğine inanılıyor.
Antik tarihçiler;
Herodotus, Diodorus ve Strabo da yazıtlarında bu
efsanevi şehirden bahseder. Antik kent 2000 yılında
keşfedilmesinden önce, kente ait hiçbir iz
bulunamamıştı. Bu yıla dek, tarihçileri Heracleion
ve Thonis kentlerinin aynı kent olduğundan dahi emin
değildi. Ancak yapılan son araştırmalarla,
tarihçiler Heracleion kenti hakkında eskiden
olduğundan çok daha net bulgulara sahip.

Dönemi itibariyle
oldukça gelişmiş bir şehir olan Heracleion,
Yunan medeniyeti içinde oldukça büyük bir öneme
sahipti. Çünkü tüm Yunan gemileri için Mısır,
mecburi bir geçiş istikametinde yer alıyordu.
Diğer yandan kent, içinde bulundurduğu Amun
Tapınağı vesilesiyle dini bir önem arz ediyordu.
Bilim insanlarının tahminlerine göre, deprem
ve seller neticesinde kentin 1.200 yıl önce
sulara gömüldüğü düşünülüyor.
Bir ucundan
diğerine 11 ile 15 kilometre araştırma alanına
sahip Heracleion kenti, 2000 yılından bu yana
süregelen 13 yıllık arkeolojik kazılar
neticesinde birçok bulgu su üzerine çıkarıldı.
Kentin animasyon gösterimini yukarıdaki video
klip aracılığı ile izleyebilirsiniz.
Kaynaklar:
(1) https://gaiadergi.com/1200-yil-sonra-bulunan-misir-sehri-heracleion/
(2) http://www.haber7.com/arkeoloji/haber/1019964-gercek-atlantis-misirin-altindan-cikti
Maarif Gazete, 06.09.2015
|
KAZIYA KAZIYA KARİYER YAPTI
İlk yerleşimin MÖ
10200'lü yıllara uzandığı Çayönü Höyüğü,
Diyarbakır'ın Ergani İlçesi'nin 7 kilometre
güneybatısında, Anadolu'nun en eski köyü olan
Hilar'da yer alıyor. Höyük ilk kez 1963 yılında
İstanbul ve Chicago üniversitelerinin ortak bir
çalışması esnasında keşfedilmişti. Prof.Dr. Halet
Çambel ve Prof.Dr. Robert J. Braidwood tarafından
başlatılan arkeolojik kazılar aralıklarla devam
etti, sonrasında güvenlik gerekçesiyle 24 yıl önce
ara verildi. Geçtiğimiz hafta hem Hilar hem de
Çayönü'nü kapsayan uzun soluklu ve tarihi gün yüzüne
çıkaracak kazılar yeniden başladı. Kazı için
Diyarbakır'a giden Çanakkale Üniversitesi Arkeoloji
Bölüm Başkanı Doç.Dr. Özdoğan, öğrenciyken
katıldığı çalışmalarda bu sefer başkanlık görevini
yürütüyor. Bu yılki kazı çalışmalarını bir ön
hazırlık olarak gören Özdoğan gelecek yıl başlayacak
büyük projeye hazırlandıklarını söylüyor.
Çayönü'ndeki ilk kazı çalışmalarına 1978 yılında
öğrenciyken katıldığını anlatan Özdoğan, “1991 yılı
sonuna kadar belirli aralıklarla kazı çalışmaları
yürütülüyordu. O süreçte yaşanan güvenlik sorunları
nedeniyle ara verilen kazı çalışmalarına yeniden
başlayacağız. Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca
çıkartılan 50 bin liralık ödenek kısıtlı ama
şartları zorlayarak gelecek yıl başlayacağımız ve
uzun soluklu sürecek projenin bir bakıma ön
hazırlığını yapacağız” diyor.
ÇAYÖNÜ'YLE İLİŞKİMİ KOPARMADIM
Kariyerini arkeolojik kazılar üzerine yapan Özdoğan,
Çayönü kazılarından sonra bazılarının başkanlığını
da yaptığı birçok projeye katılmış. Ancak Çayönü'yle
olan ilişkisini hiç koparmamış. İlk kez 1978- 1981
yılları arasında, Çayönü Tepesi kazılarına katılan
Özdoğan, 1984-1985 yılları arasında arkeolog-ekip
üyesi, 1986-1988 yılları arasında arazi ve atölye
sorumlusu, 1989-1991 yılları arasında ikinci başkan
olarak Çayönü kazılarında görev almış. 1992 yılında
kazılara güvenlik sebebiyle ara verilince bu
bölgeden çıkarılan hayvan ve insan kemikleri, çanak
çömlek üzerinde, Yontma taş endüstrisiyle ilgili
çalışmalar yapmış. Şu anda 59 yaşında olan Aslı Erim
Özdoğan çalışmanın başındaki isim oldu. Çayönü'nü
farklı boyutlarla kazmak ve düzenlemek üzere oldukça
ciddi bir sorumluluğun altına giren Özdoğan, “Çayönü
Tepesi arazi çalışmaları yapılamamakla birlikte
projenin malzeme çalışmaları çeşitli analizleri
sürdürülmeye devam etti. Bu bağlamda aslında başka
projeler sürdürmekle birlikte Çayönü ile ilişkimi
hiç bir zaman kopartmadım” diyor.
10
YILDA BİTECEK
Küçük bir ekip ile
kazıevi onarımı ve modernizasyonu ile kazılar için
ön hazırlık süreci ağırlıklı bir çalışma yürütecek
Özdoğan tepedeki tanıtım levhalarının
yerleştirilmesi , çevre temizliği ile bir kaç alanda
kazı yapacaklar. Çayönü Projesi ilk başladığı 1964
yılından beri uluslararası ve disiplinler arası
nitelikte bir proje olduğu için bu niteliğini
sürdürmeye de devam edecek olan ekip bu yıl 2 ay
kadar çalışarak projeyi 10 yılda bitirmeyi
planlıyorlar.

BİRÇOK İLKLERİN YERİ
Çayönü
yerleşmesinin insanlık tarihi için bir çok ilklerin
yaşandığı bir yer olduğunu söyleyen Özdoğan “Örneğin
baklagil ve tahılların kültüre alınma süreci,
evcilleştirme, özellikle bakır işçiliği, dünyanın en
eski Terrazzo zemin kaplama tekniğinin uygulanmasını
sayabiliriz” diyor. Ayrıca yarı göçebe
avcı-toplayıcılık düzenden yerleşik düzene geçiş ve
bu düzenin sosyo-ekonomik boyutundaki değişim ve en
sonunda evcil koyun keçi besiciliği ile konar-göçer
düzene ayak uydurmanın aşamalarının en iyi izlendiği
bir yer olduğunu anlatan Özdoğan “Gerek Anadolu,
gerek Levant gerekse Mezopotamya'da bu sözünü
ettiğim süreçler kesintisiz olarak izlendi, Çayönü
arkeolojik anlatımla en uzun kesintisiz tabakalanma
veren bir kazı yeri” şeklinde konuşuyor.
Biliyoruz ama kazamamıştık
Neolitik Dönem'in sorunlu aşamalarından olan Çanak
Çömleksiz Neolitik ve Çanak Çömlekli Neolitik geçiş
aşamasının, başka bir anlatımla ilk çanak çömlek
yapımının Kuzey Dicle Havzası'nda gerçekleşmiş
olduğu ile ilgili Ilısu Baraj kurtarma kazıları
kapsamında Sumaki Höyük'ten ilginç veriler elde eden
Özdoğan, “Çayönü'de de bu evrenin varlığını
biliyorduk ancak tam kazamamıştık. Ayrıca Çayönü'nün
erken evreleri ile ilgili araştırmalar yetersiz
kalmıştı. Çevre düzenlemesini tamamlamamız ve bu
alanın daha turistik bir alan olması için
çalışacağız. Çayönü kazıları ile birlikte Hilar
kayalıklarındaki Geç Roma mezarlarını açmak ve bu
alanı da görselleştirmek istiyoruz” diyor.
Her zaman sürpriz var

Kazılar sırasında her zaman bir sürprizle
karşılaşmanın olası olduğunu söyleyen Özdoğan, bazı
verilerin Çayönü ilk yerleşiminin daha eskiye
gittiğini işaret ettiğini belirtiyor. Kazılar
sırasında araştıracakları en önemli
problematiklerden birinin bu olacağını ifade eden
Özdoğan “Bismil Körtik Tepe, Hasankeyf höyük ,
Batman Hallan Çemi, Botan vadisindeki Guzir Höyük,
Dicle Havzasında Çayönü'nün hali hazırda bilinen
yerleşmesinden daha eski yerleşimler olduğunu
gösterdi” diyerek her zaman farklı bir durumla
karşılaşılıp var olan gerçeklerin değişebileceğini
ekliyor.
Ortalama ömür 28'miş
Prof.Dr. Metin Özbek'in, Çayönü'nün insan kalıntıları
üzerindeki çalışmaları sonucunda Çayönü insanının
ortalama ömrünün 28,4 yıl olduğu, en uzun 50 yaşına
kadar yaşayabildikleri, 0-15 yaş arası ölümlerin
yüzde 50,3 dolayında olduğu, çocuk ölümlerinin yüzde
50'sinin 0-5 yaş arasında olup yetersiz anne bakımı
ile yetersiz beslenmeden kaynaklandığı anlaşılmış.
Yeni Şafak, Haber: Fatma Çelik, 06.09.2015
|
VAN'DA URARTULARA AİT 2 BİN 800 YILLIK PİTHOSLAR
BULUNDU

Kent merkezine 20 kilometre uzaklıktaki Gürpınar
İlçesi'nde bulunan ve Urartu Krallığı'nın en parlak
döneminde Kral II. Sardur tarafından inşa edilen
Çavuştepe Kalesi'ndeki kazı çalışmaları sürüyor.
Urartulardan günümüze kadar sağlam kalan surları,
su sarnıçları, dünyadaki ilk kanalizasyon sistemi,
tapınakları ve saray yapıları ile turistlerin
ziyaret ettiği mekanların başında gelen
kalenin, Yüzüncü Yıl Üniversitesi (YYÜ) Edebiyat
Fakültesi Arkeoloji Bölümü Başkanı Doç.Dr. Rafet
Çavuşoğlu başkanlığında yürütülen çalışmalarla eski
görkemine kavuşturulması hedefleniyor.
Çavuşoğlu, AA muhabirine yaptığı açıklamada,
Kültür ve Turizm Bakanlığının izniyle 30 yıl aradan
sonra 2014'te kalede başlattıkları çalışmanın bu yıl
da devam ettiğini söyledi.
Kalede İstanbul Üniversitesi tarafından 1961-1984
yıllarında
kazı çalışması yapıldığını
anımsatan Çavuşoğlu, gün ışığına çıkarılan birçok
yapının yağmur, kar ve rüzgar nedeniyle eriyerek
zarar gördüğünü, ilk etapta bu mekanların
korunmasını amaçladıklarını kaydetti.
Bu yılki kazıda saray ve tapınakları, kuzey ve
güney koridorları, depo odaları ve uç kale olarak
adlandırılan mekanların temizlenmesini
amaçladıklarını ifade eden Çavuşoğlu, "Kalede
bulunan İrmuşini Tapınağı ve koridorun kerpiç beden
duvarlarını, saman katkılı çamurla sıvadık. Bu
çalışmayla konserve ettiğimiz mekanların kerpiç
duvarlarının erimesi önlenmiştir. Konservasyona
(koruma) yönelik çalışmalarımız bundan sonraki
yıllarda da devam edecek" bilgisini paylaştı.
- 300 kilogram kapasiteli 120 pithos ortaya
çıkarıldı
Çavuşoğlu, Urartuların yaşadıkları dönemin
zorluklarına rağmen her alanda ilerlediğini ifade
etti.
Çavuşoğlu, şöyle konuştu:
"Urartu Kralı II. Sardur tarafından yaptırılan
Çavuştepe Kalesi, geçmişe ait önemli bilgiler
edinmemizi sağlıyor. Bu yıl yürüttüğümüz
çalışmalarda depo binası olarak kullanılan bölümleri
ortaya çıkardık. İki bölümden oluşan, yangın ve
çökme olayları nedeniyle sonradan sağlamlaştırılan
depoda tahıl, susam yağı, şarap ve gıda maddelerinin
muhafaza edildiği 36 ton kapasiteli 120 pithos
ortaya çıkarıldı.
Her bir pithos 300 kilogram kapasiteye
sahip. Gövdelerine kadar toprağa gömülü pithosların
ağız kısmında da Urartulara ait çivi yazısıyla
yazılan ölçü birimleri bulunuyor. Gürpınar
Ovası'ndan elde edilen tahıllar burada depolanıyor.
Silo olarak kullanılıyor ve burada yaşayanların
ihtiyaçlarını karşılıyor. Urartular, bütün
erzaklarını burada muhafaza ederek, saraydaki
yöneticilerin ihtiyaçlarını karşılıyor."
- Şarap tekneleri bulundu
Çavuştepe Kalesi'nin Urartuların sosyal yaşamını
yansıtan en renkli eserlerden biri olduğunu
vurgulayan Çavuşoğlu, kalede, bağlarda yetiştirilen
üzümlerin şaraba dönüştürüldüğü teknelerin
bulunduğuna dikkati çekti.
Urartuların, kalenin su ihtiyacını karşılamak
amacıyla kanal inşa ettikleri bilgisini paylaşan
Çavuşoğlu, "Bu bilgi kaledeki yazıtlarda da yer
alıyor. Kaleye ulaştırılan kanallardan sağlanan
suyla beslenen bağlarda yetiştirilen üzümler,
özel teknelerde ayaklarla eziliyor ve elde edilen
üzüm suyu pithoslara aktarılarak saklanıyor"
ifadesini kullandı.
Kalede 4 çeşit taşın büyük ustalıkla
kullanıldığına dikkati çeken Çavuşoğlu, sur
duvarlarında kullanılan travertenlerin Edremit
İlçesi'ndeki taş ocaklarından getirtildiğini
sözlerine ekledi.
Haber 7, 05.09.2015
|
THYATEİRA'DAKİ ARKEOLOJİK ÇALIŞMALAR BEŞİNCİ
YILINDA

Manisa Valisi
Erdoğan Bektaş Akhisar'ın tarihi alanlarında
incelemelerde bulundu. Vali Bektaş'a incelemelerinde
Manisa Vali Yardımcısı Yakup Tat, Akhisar Kaymakamı
Kaan Peker, Akhisar Belediye Başkanı Salih Hızlı,
CBÜ Rektör Yardımcısı Prof.Dr. Muzaffer Tepekaya,
Manisa İl Kültür Turizm Müdürü İbrahim Sudak,
Akhisar Belediye Başkan Yardımcısı Ömer İşçi ve
Akhisar Thyateria Kazı Başkanı Prof.Dr. Engin
Akdeniz eşlik etti.
Manisa Valisi Erdoğan
Bektaş Akhisar'ın tarihi alanlarında incelemelerde
bulundu. Vali Bektaş'a incelemelerinde Manisa Vali
Yardımcısı Yakup Tat, Akhisar Kaymakamı Kaan Peker,
Akhisar Belediye Başkanı Salih Hızlı, CBÜ Rektör
Yardımcısı Prof.Dr. Muzaffer Tepekaya, Manisa İl
Kültür Turizm Müdürü İbrahim Sudak, Akhisar Belediye
Başkan Yardımcısı Ömer İşçi ve Akhisar Thyateria
Kazı Başkanı Prof.Dr. Engin Akdeniz eşlik etti.
Öncelikle Akhisar içinde bulunan Tepe Mezarlığı
alanında incelemelerde bulunan Vali Bektaş buradaki
kalıntılar ve çalışmalarla ilgili Prof.Dr. Engin
Akdeniz'den bilgi aldı. Daha sonra Kültür ve Turizm
Bakanlığı'nın destekleri ile kazı çalışmalarının
devam ettiği Hastane Höyüğü'nde incelemelerde
bulunan Vali Bektaş buradaki ekiple bir araya geldi.
Prof.Dr. Engin Akdeniz'in kazı başkanlığında
yürütülen çalışmalar neticesinde ortaya çıkartılan
kalıntıları inceleyen Vali Bektaş "Manisa’mız için
çok önemli alanlardan bir tanesi. Buradaki yapılacak
çalışmaların devam etmesi hem kültürümüz, hem de
turizmimiz açısından son derece önemli. Ayrıca proje
çalışması tamamlanan Tepe Mezarlığı içinde bulunan
Antik Roma Sütunlarının ayağa kaldırılması da
şehrimiz için önemli bir çalışma olacaktır. Emeği
geçenleri kutluyorum" dedi. Vali Bektaş kazı alanına
yaptığı ziyaretin ardından kadim bir geçmişe sahip
Akhisar Ulu Camii'nde incelemelerde bulunarak
yapının önceki kullanım şekilleri ile ilgili bilgi
aldı. İlçe ziyaretinin sonunda Akhisar Kayalıoğlu
Mahallesinde bulunan 1905 yılında açılmış olan eski
Tarım Okulu binasında incelemelerde bulunarak bina
hakkında bilgi aldı.
Kültür ve Turizm
Bakanlığı adına Adnan Menderes Üniversitesi’nden
Prof.Dr. Engin Akdeniz'in başkanlığında bir ekip
tarafından Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel
Müdürlüğü’nün izin ve maddi destekleri, Kültür ve
Turizm Bakanlığı Döner Sermaye İşletmesi Merkez
Müdürlüğü (DÖSİM) ile Akhisar Belediye
Başkanlığı'nın maddi, işgücü ve ekipman katkılarıyla
2015 yılında da devam etmekte olan arkeolojik kazı
çalışmalarında Thyateira’nın ve bölgenin bilinen
tarihini değiştirebilecek nitelikte buluntular
ortaya çıkarıldı.
Son Kalkolitik Çağ'dan
itibaren yerleşime sahne olan Hastane Höyüğü’ndeki
tabakaları saptamak amacıyla devam edilen
çalışmalarda ilk defa (MÖ 9-6. yüzyıllar arasına)
tarihlenebilecek boyalı ve boyasız seramik örnekleri
de ele geçti. Çalışmalarda bulunan seramik örnekleri
Thyateira antik kentinin söz konusu dönemlerde iskan
gördüğünü kanıtlar nitelikte. Höyüğün zirvesinde yer
alan, Hellenistik dönemde yapıldığı düşünülen Ion
düzenindeki altar ya da tapınak yapısında
yoğunlaştırılan kazılarda yapıya girişi sağlayan
merdiven basamaklarından beş tanesi (krepis) açığa
çıkarıldı.
Thyateira antik kentinin yayılım
sahasında, Manisa Müze Müdürlüğü sorumluluğunda bir
ören yeri olma özelliğine sahip Tepe Mezarlığı'nda
sürdürülen temizlik çalışmalarıyla turizme açık bu
alanın ziyaretçiler açısından daha sağlıklı bir
şekilde gezilmesi amaçlanmakta. Bu seneki
çalışmalarda temizlik ve kimi ziyaretçilerin
yarattığı tahribatların giderilmesine yönelik acil
onarımlar, ören yeri bilgilendirme panolarının
yenilenmesi, gerekli yasal izinlerin alındığı
sütunlu cadde restorasyon projesinin hayata
geçirilmesi planlanmaktadır.
e-manisa.com,
05.09.2015
|
KAUNOS ANTİK KENTİNİN TANITIMINA AĞIRLIK VERİLECEK
Muğla Valisi Amir Çiçek, Kültür ve Turizm İl Müdürü Veli Çelik ve ilgililerle, Kazı Başkanı Prof.Dr. Cengiz Işık'tan çalışmaları hakkında bilgi aldı.
Işık, yaptığı açıklamada, kentin tarihe ışık tutan ören yerleri arasında bulunduğunu söyledi.
Kaunos'un Anadolu insanının kurduğu bir kent olduğunu belirten Işık, "Liman kenti olması açısından da çok önemli. Kaunos şehri Dalyan deltasının oluşumu sırasında eski gücünü, ihtişamını yitirmiştir. Deltanın oluşumu ve ticari gemilerin limanlara girememesiyle kent yavaş yavaş çökmeye başlıyor" dedi.
Işık, Kaunos'taki Demeter Kutsal Tapınağı'nın kent için çok önemine değinerek, sadece kadınların kutladığı bayramın burada yapıldığını ifade etti.
Vali Çiçek de Kaunos'un geçmişte yaşananları günümüze aktaran bir kent olduğunu dile getirdi. Kaunos'un, tarihin yanı sıra doğasıyla da gelenlere hitap ettiğini belirten Çiçek, şöyle dedi:
"Kaunos, limanıyla ölçü ayar aletleri ve doğasıyla mükemmel bir yer. Biz bu medeniyeti dünyaya tanıtmak istiyoruz. Misafirler, kentin güneyinde bulunan Dalyan Kanalı'ndan İztuzu'na giden teknelerle hem doğanın güzelliğini hem de Kaunos şehrinin güzelliğini yaşıyorlar. Burada sadece tarih ve deniz değil aynı zamanda birçok endemik bitki, balık ve kuş türü var. Bu nedenle buradaki turizmi insanlık alemine daha iyi sunmak adına gerekli tedbirleri alıyoruz."
Haber 7, 04.09.2015
|
YIKIMDA ÇÖKEN BİNANIN ZEMİNİN ALTINDAN TARİH ÇIKTI

Şehzadeler'deki Şehitler İlkokulu'nun eski binasının yıkımı sırasında hafriyat almak için okul bahçesine giren kamyonun ağırlığına dayanamayan zemin çöktü. Zeminin içinde kalan kamyon, vinç yardımıyla çıkartıldı. Çöküntüde bahçenin derinliklerine kadar gittiği görülen Osmanlı mimarisine ait olduğu sanılan taş duvarlar bulundu. Manisa İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü yetkilileri, inceleme başlattı. İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü yetkilileri, yapının yapılacak ayrıntılı inceleme sonrasında Osmanlı döneminden mi yoksa Cumhuriyet'ten sonrasına mı ait olduğunun kesinlik kazanacağını belirtti.
HASTANE OLARAK DA KULLANILDI
1887 yılında tamamlanan okul binası, Yunan işgali zamanında hastane olarak kullanıldı. İşgal sonrası lise olarak eğitim öğretim faaliyetine devam etti. Zamanın ihtiyaçlarını karşılamadığı gerekçesiyle okul binası 1956 yılında yıkılıp, eğitim öğretim faaliyetlerine 1958 tekrar faaliyete geçti. Bir kez daha ihtiyacı karşılayamadığı belirlenen okul için bu yılın başında yıkım kararı alındı.
BİNANIN KARŞISINDAKİ MEYDANDA DA TARİH ÇIKTI
Öte yandan; sekiz yıl önce okulun karşısında bulunan Cumhuriyet Meydanı yer altı otoparkı ve meydan düzenlemesi sırasında, Saray-ı Amire'ye ait hamamın kalıntıları ortaya çıkmış ve Anıtlar Kurulu tarafından alan koruma altına alınmıştı.
Radikal, Haber: Nermin Uçtu, 04.09.2015
|
İSTANBUL'UN GÖRDÜĞÜ EN İDDİALI BİENAL
14. Uluslararası İstanbul Bienali'nin merakla beklenen sergileri açıldı. Kentin dört bir yanına dağılan sergiler hakkındaki ilk izlenimler çok olumlu. Kimilerinin 'tüm zamanların en iyi İstanbul Bienali' bile dediği etkinliğin tamamını Cem Erciyes, İhsan Yılmaz, Yenal Bilgici ve Ayşegül Sönmez Hürriyet Cumartesi için gezip değerlendirdiler

BAY TROÇKİ'NİN MİSAFİRLERİ
CEM ERCİYES
Büyükada, 14. İstanbul Bienali’nin hiç tartışmasız en ilginç, en iddialı bölümü. Adeta Bienal içinde küçük bir Bienal gibi. Büyükada Bienali’nin kendine özgü bir teması olsaydı eğer, ‘Zaman ve Mekan’ gibi bir şeyler olurdu. Altbaşlığı ise ‘Bay Troçki’nin denizden gelen misafirleri’...
Troçki’nin misafirleri, Adrian Villar Rojas’ın muhayyilesinden doğan bir hayvanlar grubu. Birebir ölçülerde üretilmiş zürafa, gergedan, goril, at, köpek, bizon ya da geyik denizin içinde dikilmiş, gözlerini Troçki’nin artık bir metruk yapıya dönmüş İstanbul’daki evine çevirmiş öylece duruyorlar. Denizin içinde, kucaklarında, sırtlarında, yanlarında taşıdıkları hayali dostlarıyla birlikte, sanki Troçki’nin boş pencerelerden birine çıkıp eski köşkü ele geçirmeleri için işaret vermesini bekliyorlar.
Bienal’in küratörü Carolyn Christov-Bakargiev, Orhan Pamuk’un gösterdiği Troçki Evi’yle ilk karşılaştığında “Sanki bir felaketten sonra hayat yeniden başlamış gibi” diye düşünmüş ve burası Bienal’in ilk mekanı olmuş. Hakikaten öyle. Sadece dört duvarı kalmış otlarla kaplanmış köşkün büyük bahçesinden deniz kıyısına daracık bir demir kapıdan geçerek varıyorsunuz. Birden bire karşınıza çıkan mahlukat, sizi fantastik bir hikayeye, zamansız bir aleme taşıyor. Tuzlu Su’yun içinden çıkan beyaz polyester hayvan heykellerinin üstünde duran diğer hayali yaratıkların her biri ise ölmüş başka hayvan ve bitkilerin kalıntılarından yapılmış. Yani katman katman anlam dolu, bakması çok etkileyici, bulunduğu mekanla mükemmel uyum sağlayan, İstanbul bienalleri tarihinin muhtemelen en unutulmaz işlerinden biri ‘Tüm Annelerin En Güzeli’ adlı bu iş.
Troçki Evi’ne giderken Çankaya Caddesi’nde, bir zamanlar ‘Hatırla Sevgili’ dizisine mekan olduğu söylenen köşkteki video ve salon düzenlemesi pek heyecan verici değil (Daria Martin/Eşikte). Tek espri, mekanın popüler kültürle ilişkisine selam gönderen, bir köşedeki kara kalem Meryem Uzerli resmi. Venedik saraylarına benzeyen Mizzi Köşkü’ne gelince mutlaka girin. Yapı eşsiz bir mimari. Ve içindeki fotoğraflardan daha ilginç, bu kesin. Tabii sonar sesi eşliğinde sunulan bir batığa ait bu fotoğrafların, mekanla ilişkiye girme çabası sadece ‘takdire değer’. Ama bu çaba, görkemli Rizzo Palas’ta ise ‘bir başarıya’ dönüşüyor mesela. Ed Atkins’in ‘Hıslayan’ adlı videosu, kendi küçücük odasında kıvarınıp dururken ‘yer yarılıp da içine giren’ bir adamı anlatıyor. Eski ahşap köşkün bir zamanlar pansiyon olarak kullanılan odalarındaki tasarlanmış dağınıklık, videoyla güzel bir ilişki kuruyor. Tabii bu terkedilmiş eski bina da çok güzel; ama neyse ki videodan rol çalmayı başaramıyor...
İskeledeki Kaptan Paşa Deniz Otobüsü’ne girerseniz gözlerinize inanamayacaksınız. Sanatçı Marcos Lutyens, deniz otobüsünün içinde düşsel bir ortam yaratmış. Merkezinde bir tekne iskeletinin yattığı hayali bir mekan. Vaktiniz varsa oradaki hipnoz seansına da katılın... Teknenin arka güvertesindeki Pınar Yolaş’ın ‘sudan kalp’i için ise “Ayşe Erkmen’i mi çağrıştırıyor’ sorusunu sormayalım; ama ana temaya pek uygun, hoş bir iş olduğunu söyleyelim.
Tabii çağdaş sanatın en büyük isimlerinden William Kentridge’in Splendid Palas’taki video enstalasyonu üzerinde en çok konuşulmayı hak eden çalışma. Şu kadarını söyleyeyim ki Kentridge’in bizzat 1920’ler İstanbulu’na, Troçki’ye dair bir iş yapması, bunu bir eski sessiz film gibi çekmesi ve Splendid Palas Oteli’nin zaten buram buram 20’ler kokan mekanına ustaca yerleştirmesi, kaçırılacak bir şey değil. Sadece bir oda kapısının penceresinde nutuk atan Troçki’nin yavaş yavaş tuzlu suya battığı sahne için bile ‘Ah, İçli Makine’ adlı bu işi görmek zorundasınız...
Bienal’de Büyükada (5 yıldız)
1001 KAREDE VAROLUŞ
İHSAN YILMAZ
Bienal gezisine başlamak için İstiklal Caddesi’ni tercih ederseniz ilk mekanınız Arter olabilir. Binanın girişinde Giovanni Anselmo’nun mermer bir kütlenin içine yerleştirdiği mıknatıslı işi sizi karşılayacak. Birinci katta Christine Taylor Patten’in ‘Mikro/makro 1001 çizim’i yer alıyor. Eserin orijinali 2 bin parçaymış ancak burada 10 tanesi yer alı-yor. 5 x 5 cm ebatlarında karga tüyü kalem ve mürekkeple çizdiği işleri yan yana sıralanmış tüm bir kat boyunca. Bir noktadan başlayıp her biri bir yılı temsil eden ve diğerinin devamı olan minik kareler… Çizgisel bir evrim teorisi. Her mikronun arkasında da T.S. Eliot’ın zamanla ilgili bir dizesi varmış ama siz onu göremiyorsunuz. Kitap da yanda sergileniyor buna işaret etmek için. (4 yıldız)
Şiddet görmüş kadınlar atölyesi
İstiklal Caddesi boyunca Taksim’e doğru yürürseniz önünüze FLO ayakkabı mağazası çıkacak. Bienalin en zor bulunan mekanlarından biri burası. Cansu Çakar’ın dördüncü katındaki işlerini görmek için bi-nanın arkasına geçmeniz gerekiyor. Sanatçı, yerleştirmesinde bizzat verdiği minyatür ve süsleme derslerine katılan kadınların çalışmalarını bir araya getirmiş. İki ay boyunca şiddet görmüş ya da mülteci kadın-larla atölye çalışmaları yapmış. O atölye şimdi bir Bienal mekanı. Çakar toplumsal adalete ulaşmak, insanları birbirine bağlamak ve bir değişim yaratabilmek için sanatın dönüştürücü gücünden yararlanmayı öneri-yor. (3 yıldız)
Cezayir’de konferanslar
Galatasaray ’dan kendinizi Tophane tarafına saldığınızda önünüze pek çok Bienal mekanı çıkacak. Cezayir, Otopark, Masumiyet Müzesi gibi. Cezayir Binası, Bienal’in en etkin merkezlerinden. İspanyol sanatçı Fer-nando Garcia Dory, başlattığı ‘Karasal Türkiye Genişleme Ajansı’yla Güneydoğu’daki kadınlarla yaptıkları üretimleri sergiliyor burada. Ay-rıca sanatsal üretimin yerel ekonomilere katkısı gibi konularda konfe-ranslar ve atölye çalışmaları yapıyor. Eserlerden çok buranın etkinlik takvimi öne çıkıyor. (3 yıldız)
Bienalin en uzun videosu İtalyan Lisesi’nde
Ağırlıklı olarak video işleri var Tomtom Mahallesi’ndeki Özel İtalyan Lisesi’nde. Tek mekanda daha çok iş görmek ve uzun uzun video izle-mek benim işime geldi. Boşuna uzun uzun demiyorum, bienalin en uzun videosu burada gösteriliyor. Cheng Rang’in ‘9 Saatlik Film’i gerçekten de 9 saat sürüyor. Rang, Hollandalı fotoğrafçı ve performans sanatçısı Bas Jan Ader başta olmak üzere bir amaç uğruna yola çıkıp hayatlarını kaybetmiş kişilerin yol durumlarına ve hayata bakışlarına odaklanmış videosunda. Ader 1975’te Pasifik Okyanusu’nu geçmek için yola çıkmış ama bir daha geri dönmemişti. Çok iyi bir video ama ben bir saat sonunda ayrılmak zorunda kaldım. Kumanyanızı alıp rekor denemesi yapabilirsiniz. (4 yıldız)
Depo’da Ani’nin kayıp kuşları
Tophane’deki eski tütün deposunda da çarpıcı bir video var. Ermeni tehcirinin 100’üncü yılı nedeniyle bienalde bu konu üzerine düşünmüş ve üretmiş pek çok sanatçının işiyle karşılaşacaksınız. Bunların belki de en etkileyici olanlarından biri Francis Alys’in ‘Ani’nin Sesizliği’ adlı vi-deosu. Binaya girdiğinizde duvardaki platforma yerleştirilmiş onlarca farklı kuş sesi çıkartan düdük görüyorsunuz. Kars’taki Ani harabelerin-de çekilmiş bir video gösteriliyor içeride. Ani’de çocukların her birine bu düdükleri veren sanatçı onları çalmalarını istiyor. Tepelere tırmanarak harabelere kuş sesleri çıkartarak gelen çocuklar eski kentin sessizli-ğinde kaybolup gidiyor. Bir zamanların o cıvıltılı, canlı kentine bütün bu çağrıya cevap veren hayali bir kuş gelip konar belki... Oldukça etkileyci bir video. Mekandan çıkınca binanın hemen karşısındaki kafede soluklanma ihtiyacı hissedebilirsiniz. Bir limonata bu sıcakta iyi gider. (5 yıldız)
İSTANBUL MODERN'DE USTALAR VE GENÇLER BİRLİĞİ
AYŞEGÜL SÖNMEZ
Senam Okudzeto
Gana’lı kadınların portakal sattıkları demirden sehpalar… Kent ve evi, içle dışı, kamuyla mahremi kesiştiren yerleştirmesiyle, kolonyalizmle uzaktan yakından ilgisi olmayışıyla derin empati ve duyarlılığıyla takdir edilesi. (4 yıldız)
Aslı Çavuşoğlu
İstanbul Modern, kadın sanatçılarıyla öne çıkan mekanlardan. Aslı Çavuşoğlu, Ararat kırmızıböceğinden çıkan 12 gramcık boyayla normal boyayı birlikte kullanmış. Bir ustaya yaptırdığı resimli kitap sayfaları geçici (böcek boyası zamanla uçuyor) olanla kalıcı olan arasında siyasi ve sosyal gerilimi gösteriyor. Büyük bir ilgiyi de hak ediyor. (5 yıldız)
Ellen Gallagher
Amerikalı sanatçının 1972 tarihli gözlerden oluşan resmi, ironisi, politik sürrealizmiyle mest ediyor. Film ve filmi destekleyen 2014 tarihli resimlerse sanatçının fantazi dünyasının sınırsızlığına teslim olmak için kocaman kocaman nedenler. (5 yıldız)
Georgia Sagri
Bienal başlamadan önce dünyanın farklı dinlerinden müzisyenleri bir araya getirip dans ettiği yedi saatlik performansını internetten takip etmiştim. Üç boyutlu gözlükle ziyaret edebildiğimiz odasındaki çamurdan yaratıklar performansından kat kat daha iyi. (3 yıldız)
Nikita Kadan
Belki doldurulmuş geyik ve çimento lastiklerden oluşan yerleştirmesi değil de onun hemen altındaki ranzada yetiştirdiği kerevizler tavsiyem. Haydi barikat bahçeciliğine! Evet, Ukrayna’da gösteriler sırasında barikat bahçeciliği başlamış. (3 yıldız)
Grace Schwindt
Tencerenin içinde doğranmış pembe bale pabuçları var. Bu bile yeterince tuhaf ve poetik. Sesi, şiiri, masa… İşte bu! Mekanın en güçlü işlerinden… (5 yıldız)
Santiago Ramon y Cajal
Bu bienalda Nobel ödüllü bir ‘sanatçı’, Orhan Pamuk var. Ama yalnız değil! Sinirbilimin babası Ramon y Cajal da bienalin Nobellisi! Ramon y Cajal sinirbilimin babası kabul ediliyor. Onun eseri, pek çok denizbilimci ve fizikçinin görsel çalışmalarıyla yer aldığı Bienal’in 21’inci yüzyılın sanat ile sanat sayılmayan arasındaki sınırları çoktan sildiğine dair gelişmiş bir örnek. (3 yıldız).
Ana Prvacki
Minicik erotik beste mekanın belki en küçük eserlerinden. Ama feminist, müzik/metin ilişkisini sorgulamakta olağanüstü başarılı.(5 yıldız)
Fabio Mauri
O bir Romalı… Serginin sanatçılarından Krajcberg gibi, küratörün biyomimarlıkla Art Nouveau arasında kurduğu ilişkinin önemli bir halkası. Buna ilişkin ilk anahtar eserindeki özgürlük yazısında saklı (4 yıldız).
OSMANLI'NIN İSTANBULU'NDA
YENAL BİLGİCİ
Ah küçücük gemi
Karaköy’e çıkan Kemeraltı Caddesi’ndeki Galata Özel Rum İlköğretim Okulu, Bienal’in ana mekanlarından. Güzergahını onunla başlatmak isteyenler ilkin Kahire doğumlu sanatçı Anna Boghiguian’ın çarpıcı eseri ‘Tuz Tüccarlarını’ görecekler. Alt salona tümüyle yayılmış eserde zamanlar arasında seyahat eden, yolunu yitirmiş bir eski, tuhaf gemi var. Durmayın, çevresinde dolaşın. Okulun üst katlarına çıktıkça sürprizli sergilerle karşılaşacaksınız. Praphakar Pachpute’nin karanlık odadaki madenci heykelleri (fenerle dolaşacaksınız), Hera Büyüktaşçıyan’ın ‘Açık Okul’u, Andrew Yang’ın zilleri ve daha birçok sürpriz... (Galata Özel Rum İlköğretim Okulu’nda Bienal, 4 yıldız).
Caddede dans
Okul’dan çıktınız. Karaköy’e doğru yürüyün ama gölgeden! 200 metre kadar ileride sağda Minerva Han’ı bulunca hemen dalın; Beyrut doğumlu Walid Raad’ın kutuları, Kasa Galeri’de. Size sanat eserlerinin kutularda saklanıp saklanamayacağını soruyor. Yolunuza, Bankalar Caddesi’nden devam edip Vault Karaköy House Hotel’e girin sonra. Biraz dolambaçlı ama o ünlü eski kasanın yanından alt katlara, bir küçücük odadan gelen müzik sesine doğru ilerleyin. Hüzünlü bir piyanist, hüzünlü bir dansçı ve hüzünlü bir vals. Janet Cardiff ve George Bures Miller’in işi iç burkuyor. Biraz daha yukarı yürüyün Salt Galata’ya vardığınızda doğrudan binadaki kütüphaneye girin. Zeyno Pekünlü oraya, gerçekten ders çalışan, notlar alan onlarca öğrencinin arasına eski usul kopyaları yerleştirmiş. İlham verici! (Bankalar Caddesi Hattı 3 yıldız)
İncir ağaçları nerede?
Hava sıcak ama Şişhane’ye de vardınız sayılır. Tünel bölgesinde biraz soluklanın. Yemeyi içmeyi halledin; sonra da ufak ufak Adahan Otel’e doğru yola koyulun. Camondo Ailesi’nin 1815’te yaptırdığı binada iki yıldan beri bir otel (ve çeşitli ofisler) var. En alt kattaysa sürpriz bir sarnıç... Pelin Tan ve Anton Vidokle’nin esrarengiz videosu sarnıcın kuytuluğundan, sessizliğinden de yararlanıyor. Birinci kattaki Meriç Algün Ringborg imzalı ‘Siz Hiç İncir Ağacının Çiçek Açtığını Gördünüz mü’ isimli çalışmaysa otelin konumundan. Sanatçının dediği üzere, “Galata bir zamanlar incir ağaçlarıyla doluydu, şimdiyse otel odalarıyla.” (Adahan’daki işler 3 yıldız)
Hamamda Haçlı seferleri
Artık Taksim’e doğru çıkın ve 55T’ye atlayıp, Balat’a doğru yol alın. Çok sürmeyecek, Ayakapı Durağı’nda ineceksiniz. Geriye doğru yürüyüp önce Şerefiye Sokağı’nı sonra hoş isimli Müstantik Sokağı’nı bulun. Osmanlı İstanbulu’nun en eski yapılarından Küçük Mustafa Paşa Hamamı orada. Girin bu zarif yapıdan içeri; Mısırlı sanatçı Wael Shawky’nin kurduğu büyü dünyasını yaşayın. İçeride dev bir ekranda el üflemesi Murano cam kuklalardan muazzam bir animasyon (Haçlı Seferleri döneminde geçiyor)göreceksiniz. Göbek taşını örten halılara uzanın, Arapça kelimelerin duvarda tatlı tatlı yankılanmasını dinleyin. Bienal’in en kendine özgü mekanlarından biri burası. Çıktıktan sonra, serin mi serin Kara Sarıklı Sokağı’nda bir tabure bulun, çay için. Harareti alır. (5 yıldız).
Radikal, 04.09.2015
******
ÇAĞDAŞ SANAT DA 'KLASİKLEŞTİ'

Fotoğraf Altı: Rada Boukova - Low Resolution, 2009 - Courtesy of sariev Gallery
Haliç Kongre Merkezi'nde dün başladı. Yabancı basının da davetli olarak katıldığı fuarda, 27 ülkeden 87 galeri ve 400 sanatçı var.
Türkiye'nin en genç çağdaş sanat fuarı Artinternatinal, Haliç Kongre Merkezi'nde dün başladı. Kurucuları Sandy Angus ve Yeşim Avunduk'un yanı sıra fuarın direktörü Dyala Nuseibeh, sanat yönetmeni Stephane Ackerman, “Sahnedeki Videolar” bölümü küratörü Başak Şenova, “Alternatifler” bölümünün küratörü Paolo Chiasera konuşmacı olarak katıldığı fuar, sadece üç gün sürüyor ve bu kısa zaman dilimine 87 galerinden 400 sanatçının eseri sığdırılıyor. Oldukça yoğun ve yorucu bir fuar Artinternational. Her şeyin hızla akıp geçtiği, koşturarak yaşandığı modern zamanların sanatı da sizden aynı çabukluğu bekliyor.
Fuara bu yıl galeriler açısından yüksek bir katılım var. Yabancı basının da ilgi gösterdiği toplantıda konuşan, dünyanın önemli sanat fuarlarındaki ortaklıklarıyla tanınan Angus Montgomery'nin direktörü Sandy Angus, “Fuarın bu kadar büyük bir seviyeye ulaşabileceğini düşünmemiştik.” dedi. Fuarın Türkiye ortaklarından Fiera Milano Interteks'in direktörü Yeşim Avunduk ise bu yılın sürprizlerine dikkat çekti ve ekledi: “Türkiye sanatının en önemli sanatçılarından pek çoğunun en son işlerini ilk kez fuarda izleyecek olmamız heyecanımızı artırırken, aralarında Victoria Miro, Sakshi Gallery, Aicon Gallery gibi çok önemli galerileri Türkiye'de ilk kez ağırlamaktan gururlanıyoruz.” Fuar direktörü Dyala Nuseibeh, İstanbul'un özellikle deniz kıyısında olmasıyla büyük bir çekiciliğe sahip olduğunu belirtti ve fuarın açık heykel galerisi, “By The Waterside”ın program için çok büyük bir önem taşıdığını söyledi.
Basın toplantısı biter bitmez, herkes kongre merkezinin, heykel galerisine dönüştürülen terasına koştu. Çünkü her sene burada sergilenen heykeller ilgi çekiyor. Geçen yıl, Jaume Plensa'nın eserinin İstanbul silüetiyle uyumlu bir görünüm sergilediği mekanda bu yıl, izleyicileri karpuz yığını ve bir astronot karşıladı. Bulgaristan'dan Rada Boukova'nın ‘Low Resolution' adını verdiği esere Guido Casaretto, Karl Karner, Şakir Gökçebağ, Yerbossyn Meldibekov, Stefan Nikolaev, Ichman Noor, Javier Perez, Paul Schwer ve Walid Siti'nin eserleri de eşlik ediyor ama herkesi oldukça şaşırtan tabii ki, Adana karpuzlarıydı.

Enrique Marty-Random Scene
GÖRÜLMEYİ HAK EDEN SANATÇILAR
Fuarda görülmeye değer dünyaca ünlü sanatçılar; Jan Fabre, Joan Miró, Tony Cragg, Andy Warhol, Banksy, Damien Hirst, Liu Bolin, Walton Ford, Muntean/Rosenblum, Yayoi Kusama'nın eserlerinin yanı sıra keşfedilmeyi bekleyen pek çok çalışma bulunuyor. Biz ikisinden bahsedelim. İspanyol sanatçı Enrique Marty'nin, 2014 tarihli Random Scene adını verdiği eseri, Grup Terapi, Sadakat Hareketi ve Karanlık Oda adlı üçlemesi için ürettiği bir çalışma. Nietzsche ve Michel Foucault'un fikirlerine gönderme yapan eserde, takım elbiselerinin rengine göre beyazdan siyaha doğru sıralanan altı figür, Fransız düşünür Foucault'ya benzetilmiş. Yarım daire şeklindeki sahnede her şey sırasına göre dizilmiş, tesadüfi hiçbir şey yok. Figürler de tıpkı Foucoult gibi saçsız, yüzü, gözü ve pozları aynı. Kendilerine bakmanızı istemediklerini için elleriyle yüzlerini kapatıyorlar. Bu aslında Marty'nin de belirttiği gibi izleyicinin kabullerine karşı çıkan bir duruş.

Sanatçı Haydar Akdağ, Mercimek. 2014
İkinci sanatçı ise Türkiye'den genç bir isim: Haydar Akdağ. Mercimek adlı eseriyle fuara katılan Akdağ, herhangi bir galeri çatısı altında değil, Mercure Otel'in sponsorluğunda fuarda yer alıyor. Yeditepe Üniversitesi'nde doktora yapan Akdağ, elek kullanarak yaptığı çalışmasında iktidarın, medyanın, sanat yöneticilerinin ve önyargılarımızla sosyal hayatta yaptığımız ‘eleme'lere karşı çıkıyor ve diyor ki, “Herkes kendine göre bir şeyleri eliyor. Bu eleme gerçekten doğru bir şey mi? Peki ne kadar gerçekçi? Bu ayrışmalar çok katı ve korkunç.” Bizce kıymetli olan bu fikir, galeri yöneticileri ya da koleksiyonerler tarafından artık ‘klasik işte' yani sıradan diye değerlendirilebiliyor.
Zaman, Haber: Sevinç Özarslan, 05.09.2015
******
PİYASAYA GÖMÜLMÜŞ SANAT DÜNYASINA KUVVETLİ ÖNERİ: 14. İSTANBUL BİENALİ
Sanat eleştirmeni Ayşegül Sönmez, 14. İstanbul Bienali'ni Sanatatak için değerlendirdi: "Her ne kadar dağınıklığı ya da yaygınlığıyla başlamadan önce bizi endişelere sevk etse de hiç de korktuğumuz gibi çıkmadı 14. İstanbul Bienali. Piyasaya gömülmüş çağdaş sanat dünyasına kuvvetli bir öneri, bir bakıma bir temenni. Her şeyin aslında fikirle başladığını, isterse eserle devam edebileceğini kulağımıza küpe ediyor. İş değil de sergi ve bienal gibi duruyor bu yüzden. Eskisi gibi, İstanbul bütün heybeti, dekadanlığı, suçlulukları, suyu ve en mühimiyle sesiyle başrolde."

SHAKESPEAREYEN BİR KRALLIK: 14. İSTANBUL BİENALİ
Denizi, sonsuz olanı düşün artık.
Bir gün beni hatırlayabilirsin ancak,
Güzelsen soyabilirsin çırılçıplak;
Oradayım hep ben, orada derinde,
Gemilerin ihtiyar köpüklerinde.
Ahmet Muhip Dranas
Her ne kadar dağınıklığı ya da yaygınlığıyla başlamadan önce bizi endişelere sevk etse de hiç de korktuğumuz gibi çıkmadı 14.İstanbul Bienali. Bienallerin her geçen gün arttığı, arttıkça büyüdükçe ve her seferinde bir Star tarafından küreyt edildikçe çoğalan endişelerimizi gözden geçirtircesine üstelik...
Geçtiğimiz Venedik Bienali’ni deneyimlerken -bu fiili sevmesem de sevimsizliğiyle tecrübedeki aşkını içermemesiyle özellikle kullanıyorum-, fark ettiğim artık bütün bu para ve sermaye ve işte kişiden ziyade kurumların işin içine girmesiyle bienalin de bir İş /Business olmasıyla bir makine yarattığımızdı.
Bu makineyi deneyimlemek ise imkansızdı.
Eğer bir makine değilsek.
Hatta onun düşünü görmüştüm arkadaşımın otel hakkım bitip de sığındığım evinde.
Bienali gezen makinaların Venedik neminden bozulmalarıyla uyanmıştım.
Bir espressoyla kendime gelmiştim.
İşte Venedik’te de tecrübe ettiğimiz bu büyük makinaya zıt insani, deneyime açık ve uçuk, İş’in içine görünmeyen, denizin altında işleri ve kapısı kapalı mekanları dahil eden bir sergi var karşımızda ne mutlu ki...
İş değil de sergi ve bienal gibi duruyor bu yüzden.
Eskisi gibi...
Eskilerden onun gibi olan Paolo Colombo’nun Tutku ve Dalga’sını anımsatıyor.
Eskisi gibi, İstanbul bütün heybeti, dekadanlığı, suçlulukları, suyu ve en mühimiyle sesiyle başrolde.
İstanbul sabitlenmeye çalışılan bir imge değil bu kez... Hatırlattıkları, geçmiş zaman hikayeleri ve bir kültürel işaret ve bir psikolojik gölge gibi işlerin içinde, işlerin rehberi, işlerin susturucusu, işlerin tetikçisi.
Açık, onlarca pencereli ve imgeli, her sanat eserini bir filtreyle önce kendimizin sonra herkesin ve tabii ki instagramın kıldığımız yetmezmiş gibi iki boyutlu bir görünürlüğe tedavül ettiğimiz zamanlarda yakalanması güç imgeleri olan bir bienal, başka tür bir varoluş sergiliyor Tuzlu Su.
O yüzden ender bir şekilde filozofik...
Agamben’in ‘çağdaşlık, evrenin genişlemesiyle görmemizin mümkün olmadığı başka gezegenlerin ışıklarını görmektir’ deyişini hissettiriyor.
İstanbul’un şimdisine, İstanbul büyüdüğü için görmediğimiz görmekten vazgeçtiğimiz, ulus devlet olmak için kör kaldığımız geçmişlerin, gezegenlerin ışıklarını gördürüyor.
Büyükada’nın dekadan köşkündeki Ed Atkins videosundaki bireyden ne farkımız var bu tarihin ve bu kentin içinde?
Hangimiz Ed Atkins’in Fellini’ye zıt bir anlayışla mitleştirdiği yatağının içinde yatarken bir delikte kaybolan dünya dışı, mekan dışı zaman dışı kahramanına benzemiyoruz ki?

Ed Atkins’in işi
Ve belki de bu kahraman, en çok Dante’nin İlahi Komedyası’nı hatırlatarak, katmanlı mekansızlığı, trajedi içindeki kaybolmuşluğuyla yakınması ve olmayan bir yere gitmesiyle izleyicinin en çok özdeşleşmeye açık kahramanı.
Maruz kaldığımız göçmen fotoğraflarıyla, gofret alarak kendimizi kandırdığımız mülteci dilencilerle, Suruç katliamını unutuşumuzla, iç savaşın yeniden hareketlenmesiyle o yatakta hep düşüyor da düşüyoruz.
Büyükada’daki konuşmasında Orhan Pamuk sordu Bakargiev’e mikrofonunu teslim ederken “sanat bütün bu sorunları çözebilir mi?”
Yanıtı yine Büyükada’daki Kentridge’in filminde olabilir.
Troçki rolünde William Kentridge’in sekreterine yazdırdığı yazılara rağmen sular altında kalacak olması, gündelik politik krizlerle kendi krizlerimizi ertelediğimiz, unuttuğumuz bu coğrafyada bu şehrin pek çok defa sular altında kalıp tuzlu suyun kaldırma kuvvetiyle pek çok defa kalktığını yine kalkacağını müjdeliyor adeta.

Deniz Gül'ün işi
Deniz Gül’ün şiltesine uzanıp işaretler oldukça kaybolmamanın-define avcıları sağolsun- mümkün olduğunu kendimize hatırlatabiliriz. Tıpkı Aslı Cavuşoğlu’nun kıymetli kırmızı böcek boyasıyla ürettirdiği resimlerin yerinde bir gün gelip yeller eseceğini bilmek gibi...
İşlerin çoğunun içindeki Ses bu zamanaşırılığının en güçlü destekçisi.
Francis Alys’in siyah beyaz Ani’de çektiği filmde de, Cevdet Erek’in otoparkında da, Susan Philipsz’de de, Kentridge’in Seyyun Hanım vokali, Georgia Sagri’in farklı dinlerden müzisyenleri aynı anda çalıp söylemesini sağladığı beste, Aya Triada Ermeni kilise korosu gibi...

Susan Philipsz’in işi
Gece yarısı şiir okumaları toplantıları, sabaha karşı çıkılan tekne turlarındaki caz sessionlarıyla elle tutulan gözle görülmeyebilecek eserleri bir araya getirerek, piyasaya gömülmüş çağdaş sanat dünyasına kuvvetli bir öneri, bir bakıma bir temenni 14. İstanbul Bienali.
Her şeyin aslında fikirle başladığını, isterse eserle devam edebileceğini kulağımıza küpe ediyor. Baştan, a priori tam olarak gezilmesinin mümkün olmadığının altını çizen bir bienal... Fikriyle de gezilebilir olduğunun...

Georgia Sagri’in işi
Hala satılık olmayan şeylerin, sesin, şiirin, tedavülü imkansız imgelerin olabileceğini olsa olsa düşüncenin bir forma sahip olabileceğini idida ediyor. Görünmeyenin peşine düşmesiyle, sekülerlik gibi bir iddia taşımamasıyla, inançlı inançsızı aşkınlıkta buluşturmasıyla, eser ve galeri odaklı, piyasaya göz kırpmak gibi dert taşımaması ve bu şehirle analitik bizim kendimizle, bastırdıklarımızla psikanalitik ilişki kurmamızı sağladığı için şükran. Lakin bu bir monarşi ve belki de bu yüzden bunu yapması mümkün ironik bir şekilde. Bakargiev krallığı kesinlikle Shakespeareyen nitelendirilmeyi hak ediyor.
MONARŞİNİN AYAK SESLERİ NELERDE SAKLI LİSTELEMEM GEREKİRSE...
-Robert Smithson’ın arazi sanatından küratörün elleriyle topladığı taşlarda...
-Troçki’nin küratöre ait Osmanlı baskısı kitabında...
-Füsun Onur’dan ödünç aldığı Bedri Rahmi’nin bir resmini genç sanatçının- Elmas Deniz- yanına getirişinde...
-Fahrünnissa Zeid’i aborjin sanatıyla öpüştürüşünde...

Aborjin sanatı bölümü

Fahrünnissa Zeid bölümü
-Bienal öncesi Aborjin halkının mücadelesini Anadolu halklarıyla “bağlamak” istiyorum dese de bize göre düğümlemek arzusunda ...
-İtalyan ressam Volpedo’yu Taner Ceylan’a kopyalatarak, Ceylan’ı dışlayıp ellerini bienale dahil edişinde ama feminist Teosofist Annie Besant’ın çizimlerini kime kopya ettirmesine rağmen kime kopya yaptırdığını belirtmeyerek kataloğa şöyle not düşüşünde: “... ve onları kopyaladı.”
-Orhan Pamuk’un hiç de ilginç olmayan resimlerini cam altı muhafaza edişinde....
-Her şeyi kendine göre ölçüp biçmesi ama basın toplantısında hiç iş seçmedim, seçmek fiilinin iptalini talep edişinde...
-Türk bilimadamlarını gri takım elbiseleri sayfalarca anlaması imkansız notlarıyla ünlü feminist kuramcılarla, zengin evlerine yaptığı dikey bahçeleriyle krokodil ayakkabılar giyen Fransız bahçeciyle panellerde yan yana getirişinde...
-Splendid Otel’in göbeğindeki o harikulade serin avluda sinestetik mutfak anlatan bir Amerikalıya sözü verişinde... Ne renk yemeğin üzerimizde ne etki yaptığını hakikaten merak etmemizi sağlayışında...
-Küratörün kuramcı, bilim adamı, gurme, bahçeci gibi personalarla birlikte yer aldığı panellerde onlar hızlı konuştuğunda lütfen sözüne başvurmadan “daha yavaş” demesinde...
-Art Nouveau akımıyla biyomimarlık arasında hortlattığı ekolojik hassasiyeti gereği sergilediği Karl Blossfeldt fotogravürlerinde...
-Aborjinlerin sanatını göstermekle yetinmeyip bana göre son derece mahrem kalması gereken Avustralya hükümetiyle yaptıkları yazışmalarını seyirlik hatta meta hale getirişinde...
-Sergideki bu belgeler bile başlı başına denizin altına dahi iş yerleştiren Pierre Hughe’i davet eden küratörü, küratriçe olarak anmamız için yeter.
-Hele rehberlerin İstanbul Modern’in bu işlerin olduğu yeri “burası da Aborjin köşesi” diye anlatmaya koyuluşları..
İşte bunlar hep Krallık. Kaldi ki Bakargiev monarşisine itirazım yok. Zaten hiç yaşamadığın bir ülkenin kalbinde büyük bir sergi yapmanın demokratik olamayacağına yıllar içinde defalarca tanık olmadık mı?
Belki de Dali haklıydı. Ölmeden önceki son sözlerinde:
“Yaşasın Kral, Yaşasın Monarchia!”
Radikal, 07.09.2015
|
BU MÜZEYE GİREN ZAMANDA YOLCULUK YAPIYOR

Selçuklu Belediyesi'nce, 2014 yılında "Zaman Müzesi" haline getirilen Sille Şapeli'ni ziyaret edenler adeta zamanda yolculuk yapıyor.
Konya'nın Selçuklu İlçesi'nde, farklı kültürlerin bir arada yaşadığı antik dönem yerleşim birimi Sille Mahallesi'ndeki tarihi yapılar, belli dönemlerde belediye tarafından yaptırılan restorasyon çalışmalarının ardından turizme kazandırılıyor.
"Tarihe Vefa" projesi kapsamında 2012 yılında restorasyonu tamamlanan, Anadolu'nun en eski kiliselerinden biri olarak bilinen Sille Şapeli, "Zaman Müzesi"ne dönüştürülerek turizme kazandırıldı. İçerisinde Roma dönemine ait güneş saati, Osmanlı dönemi termometreli masa saati ve takvimlerin bulunduğu müze, Türkiye'nin zaman temalı ilk müzesi olma özelliğini taşıyor.
Selçuklu Belediye Başkanı Uğur İbrahim Altay, Sille'de çok önemli restorasyon çalışmaları yürüttüklerini söyledi.
Aya Elena Kilisesi ve camilerin restorasyonunun yapıldığını belirten Altay, 2012 yılında da küçük kilise olan şapelin restorasyonunu tamamladıklarını ifade etti.
Restorasyonun ardından "Acaba burada ne gibi bir çalışma yapabiliriz?" diye düşündüklerini aktaran Altay, şunları söyledi:
"Şapel, Sille'deki bir mezarlığın içerisinde, daha doğrusu 'zamanın bittiği yerde' bulunuyor. Bu nedenle Sille Şapeli'ni Zaman Müzesi yapmaya karar verdik. İyi bir restorasyon oldu. Sille'ye gelenlerin ziyaret ettiği önemli bir mekan haline geldi. Zaman, insanlığın yaradılışından beri üzerinde çalıştıkları ve dini duygulardan dolayı bazı vakitleri belirlemek için gayret sarf ettikleri çok önemli bir kavram. Bununla ilgili bir müze de Türkiye'de ilk kez Konya'da açılmış oldu. Belediye olarak öncelikle ecdattan aldığımız bir sorumluluk var. Selçuklular, Cacabey Medresesi/Rasathanesi gibi Anadolu'daki en önemli rasathaneyi kurmuş bir medeniyet. Buradan yola çıkarak zamanla ilgili materyalleri toplamaya başladık."
Altay, müzenin kurulum aşamasında, takvimler, usturlaplar, güneş, masa ve duvar saatleri gibi geçmişten bugüne çok önemli malzemeler bulduklarına işaret etti.
Anadolu Ajansı, Haber: Ayşe Şensoy, 04.09.2015
|