Haberler logo Mayıs '15 Arşivi

31 Mayıs - 6 Haziran 2015

500 YILLIK KALEİÇİ TURİZME AÇILIYOR

 

 

Seferihisar’ın Sığacık Mahallesi’nin çehresini İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin sağladığı finansmanla değiştiren Seferihisar Belediyesi, şimdi de Kaleiçi sakinleri ile işbirliği içinde ev pansiyonculuğunu geliştirecek.

 

Seferihisar Belediyesi, Sığacık Kaleiçi Mahallesi’ni tarihi bir tatil köyü konseptine kavuşturmak için hayata geçirdiği proje ile mahallenin sokaklarını ve evlerin dış cephelerini yenileyerek 500 yıllık Kaleiçi’ni, 200’ün üzerindeki tarihi evden oluşan bir tatil köyüne dönüştürdü. Dünya Gazetesi'nden Sedat Alp'in haberine göre, Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer’in yeni hedefi ise tüm evleri kapsayacak ev pansiyonculuğuyla, 600 yataklı dünyanın en eski tatil köyünü Kaleiçi’nde oluşturarak, farklı bir turizm konsepti oluşturmak. Şimdiden bir kaç evde pansiyonculuk başlamış durumda.

 

Restorasyon çalışmasının ardından Yaşar Üniversitesi ile yaptıkları protokolle, Kaleiçi’nde yaşayanları kapsayan eğitim programı düzenlediklerini belirten Soyer, mahalle sakinlerine ev pansiyonculuğu eğitimi programında kat hizmetleri, yiyecek- içecek yönetimi, iletişim ve müşteri ilişkileri yönetimi, tanıtım ve pazarlama, turizm İngilizcesi ve ön muhasebe eğitimlerinin verildiğini, bu eğitimi tamamlayarak sertifika alan Kaleiçi sakinlerinin 2015 yaz sezonu itibariyle ev pansiyonculuğuna başlayacağı bilgisini verdi.

 

Sığacık Kaleiçi’nin dünyada hayatın devam ettiği nadir kalelerden biri olduğunu belirten Soyer, “Burası Kanuni Sultan Süleyman döneminde Rodos seferine hazırlık olarak yaptırılmış. 500 yıldır içerisinde yaşam devam ediyor. İçerisinde bazıları kale surları üzerine kurulmuş olan 284 ev var. Biz göreve geldiğimiz 2009’da Kaleiçi restorasyonunu yapmaya karar verdik. Kaleiçi SİT alanı olması nedeniyle içerisindeki evlerin yıllardır bakım onarım yapılamıyordu. Bunun için öncelikle evlerin restorasyonu ile ilgili proje hazırlayıp, Anıtlar Kurulu’na başvurduk. Onayın ardından İzmir Büyükşehir Belediyesi ile birlikte protokol yaptık. Büyükşehir Belediyesi’nin finansmanıyla da hayalimizi gerçekleştirmeye başladık” dedi.

 

Ev sahiplerine yatırımda rehberlik yapacağız

Restorasyon çalışmasının tamamlanmasıyla birlikte asıl hayal ettikleri projeye başlayacaklarını belirten Soyer; “Şimdi bütün çabamız burayı bir tatil köyü olarak pazarlamak. Daha önce denenmemiş bir yöntemi deneyeceğiz. Bu evlerin turizme kazandırılmasına öncülük edeceğiz. Ev sahiplerine istenen konfor standartlarına ulaşılması için yapacakları yatırımda rehberlik yapacağız, turizm hizmeti ile ilgili eğitim programları uygulayacağız. Bunları da Kaleiçi’ndeki ev sahipleriyle birlikte belediye öncülüğünde yapacağız. Yavaş yavaş tüm evleri de pansiyona dönüştürüp burayı bir tatil köyü haline getirmeyi hedefliyoruz. 500 yıllık bir evde uyandığınız, tamamen organik ürünlerden oluşan bir kahvaltı ile güne başladığınız ve tarih kokan sokaklarda dolaştığınız bir tatili kim istemez” dedi. Dünyada insanların “her şey dahil sistemi”nden uzaklaşmaya başladığına işaret eden Soyer, “Bu modelle Kaleiçi’ni dünyayla buluşturacağız. Diğer önemsediğimiz şey ise Kaleiçi’nde yaşayan insanların ekmeğini büyüterek, para kazandırmak olacak” dedi.

 

Kaleiçi'nde neler yapıldı?

Kalede tarihi dokunun algılanabilirliliğini arttırmak için uygulanan proje ile konutların cephelerinde niteliğini kaybetmiş olan sıvalar onarıldı. Bölgede bulunan Teos taşları cephede korunarak restorasyon ilkeleri doğrultusunda temizlenerek gün yüzüne çıkarıldı. Cephede bulunan malzemelerde derin kırılma, kopma, eksilmenin olduğu yerlerde yenilemeler yapıldı. Proje kapsamında bazı yerlerde onarım, bazı yerlerde ise değişimlerle kapı, pencere, çatı ve kepenklere müdahale edildi, elektrik ve su bağlantıları yenilendi ve elektrik kabloları yeraltına alınıp sokak aydınlatmaları direklerden duvar apliklerine aktarıldı.. Özgün haldeki donanımlar, orijinaline uygun olarak yenilendi.

Yapı, 05.06.2015

68 MİLYON YILLIK DİNOZOR FOSİLİ BULUNDU

 

 

Kanada'da bugüne kadar bulunanlardan farklı bir tür dinozor fosili bulundu. Hellboy adı verilen dinozorun, 68 milyon yıllık olduğu açıklandı.

 

Alberta eyaletine bağlı Calgary kentindeki Royal Tyrrell Paleontoloji Müzesi'nden Caleb Brown, eyaletin güneyindeki alabalıkları ile ünlü avlanma bölgesi Oldman Nehri'nde, bir balıkçının farkederek haber verdiği fosilin, 1,6 metre uzunluğunda olduğunu söyledi. Fosilin bir kısmının zaten açıkta olduğunu kaydeden Brown, diğer kısmının bulunduğu kaya parçasınınsa, bilinenden çok sert çıktığını ifade etti.

 

Fosile Hellboy ismini, hem kazı çalışmalarının çok zor gerçekleşmesi hem de fosilin çok boynuzlu görüntüsü nedeniyle verdiklerini anlatan Caleb Brown, "fosilin boyun ve omuzunda koruyucu olduğunu düşündüğümüz irili ufaklı boynuzlar ve sert kemik çıkıntıları var. Bu nedenle simini Hellboy koyduk" dedi.

 

Boynuzlu dinozorların chasmosaurs ve centrosaurs isimli iki ayrı türden geldiğini kaydeden Royal Tyrrell Paleontoloji Müzesi Paleontoloğu Caleb Brown, bölgede birden fazla Hellboy olduğunu tahmin ettiklerini açıkladı.

Akşam, 05.06.2015

ERZURUM'UN ÖKSÜZ ÇEŞMELERİ

 

 

Bir çeşmeler şehridir Erzurum. Yaz sıcağında gürül gürül akan sularına doyum olmaz. Ancak bu çeşmelerin kıymetinin bilinmediği de bir gerçek. Asırlar boyu susayanların hizmetine koşan tarihi çeşmelerin kimi ilgisizliğin kurbanı olmuş, kimi definecilerin.

 

Asırlarca insanların vefasızlığına direnmiş, savaşlara, zelzelelere rağmen kaynağına sahip çıkabilmiş Cennet, Boyahane, Dört Güllü ya da Şebhane (Şabakhane) ile Paşa Pınarı Çeşmesi önünde iftar saatinden önce ellerinde damacana, desti bulunan Erzurumlular, uzun kuyruklar oluşturur. Sıcak, kavurucu Ramazan günlerinin oruç hararetini bakır maşrapa veya kristal bardakta iftarda içilen soğuk su yok eder. Gönül yangınlarına saçılan bir rahmettir kar suyu. Erzurum’a gelen yerli ve yabancı turistlerin unutamayacağı bir güzelliktir çeşmelerin lülelerinden gür ve şarıl şarıl akan sular. Hangimiz bir çeşmenin başında yudumladığımız bir yudum su için O’nun engin rahmetine şükretmedik ki. Anadolu’nun her bir köşesinde adeta birer medeniyet izi taşıyan çeşmeler sevgiliye bir özlem ağıtıyla akar da; modern zamanların insanları sessiz çığlıkları duymaz.

 

Anadolu’nun çeşmeler şehridir Erzurum. Yaz sıcağında içene serinlik ve huzur veren berrak sularını içmeye doyamazsınız. Ancak bu su şehrine gereken değer verilmiyor ne yazık ki... Hemen her mahallesinde, sokağında bulunan çeşmelerin kitabeleri yağmalanmış, kırılmış yahut hayrat çeşmelerin dua kapıları yıkılmış. Bazı kitabelerin üzeri de kıymet bilmeyen ellerce badanayla örtülmüş. Çoğu çeşmenin lülelerinden artık su akmıyor.

 

Erzurum il merkezinde sayıları 200’ü aşan ve çoğu kesme taştan yapılmış çeşmelerin tamamına yakını sahipsizlik ve ilgisizlikten yıkıldı. Diğerleriyse can çekişiyor. Bazı çeşmeler iş makinelerinin vahşi dişlileri arasında parçalanıyor, bazılarının lüleleri çalınıp hurda niyetini satılıyor, taşları dökülüyor, sökülüyor.

 

 

Kimi köşede bekliyor, kimi müzede

Sanat harikası kitabeler de çağın vefasızlığından nasibini alıyor. Kimileri defineciler tarafından yağmalanıyor, biraz daha şanslı olanlarıysa arkeoloji müzesinde bir çeşmenin baştacı olacağı günü özlemle bekliyor.

 

Erzurum’un en eski çeşmesi Selçuklu dönemine ait. 13. yüzyılda yapılan Çifte Minareli Medresesi’nin ön duvarındaki bezemeli çeşme zamanla sökülüp, yerine dolgu yapılmış. Suyu kesilse de, Çifte Minareli Medrese’ye bakan dikkatli kişiler bir zamanlar gözlerinden hayat fışkıran sularıyla çeşmenin izlerini görebiliyor.

 


Zaman, Haber: Orhan Yıldırım, 05.06.2015

JANDARMADAN TARİHİ ESER OPERASYONLARI

 

 

Van’da jandarma ekipleri, Van ve Ağrı’da tarihi eser kaçakçılığı yapan şahıslara yönelik operasyon düzenledi. Ağrı’da ve Patnos’ta üç ayrı evde yapılan aramalarda çok sayıda tarihi eser ve bir adet tabanca ele geçirildi.

 

Van İl Jandarma Komutanlığı ekipleri, Van ve Ağrı illerinde tarihi eser kaçakçılığı yapan şahısların tespiti ve yakalanmasına yönelik çalışmalar kapsamında Ağrı ve Patnos’ta operasyonlar gerçekleştirdi. Üç ayrı ev ve eklentilerinde arama yapan jandarma ekipleri, Orta Çağ’a ait üzerinde Hz. İsa ve çiçek figürü bulunan bir adet eski haç, Demir Çağı’na ait bir adet Ağırşak diye adlandırılan obje, iki adet farklı ebatlarda çanak, üç adet farklı ebatlarda çömlek, sekiz adet farklı ebat ve özelliklerde obje, bir adet eski çömlek, tarihi eser aramada kullanıldığı düşünülen bir adet dedektör, bir adet ruhsatsız tabanca ve bu tabancaya ait 29 adet fişek ele geçirdi. Olayla ilgili 2 kişi gözaltına alınırken, soruşturmanın devam ettiği belirtildi.

Merhaba Haber, 04.06.2015

HEYBELİADA SANATORYUMU KADERİNE TERK EDİLDİ

 

 

Türkiye'nin ilk verem hastanesi olan Heybeliada Sanatoryumu çürümeye terk edildi. 1924 yılında Atatürk’ün emriyle kurulan ve 81 yıl boyunca hizmet veren tarihi Heybeliada Sanatoryumu kaderine terk edilmiş durumda. 224 dönüm arazinin içinde bulunan, Rumlar döneminden kalan tarihi bina, ağaçlarla çevrilmiş tepenin tam ortasında harabe halde duruyor.

 

Türkiye’nin ilk verem hastanesi olan Sanatoryum, 1924’te Atatürk’ün emriyle Heybeliada’nın Çamlimanı Mevkii’nde 16 yataklı olarak açıldı. “İnce hastalık” denen veremli hastaları tedavi amacıyla kurulan hastane, temiz havası, binayı çevreleyen çam ağaçları, özel doktor ve hemşireleri ile kısa sürede veremliler için şifa yeri oldu.

 

DEPREMDE HASAR GÖRDÜ

Hastalar burada et, süt, bal gibi ürünlerle beslendi. 1940’lı yıllarda idare ve hemşireler için ayrı binalar inşa edilerek hastanenin imkanları genişletildi. Sanatoryumun temiz havası ve güçlü beslenme, dönemin en iyi tedavi şekli oldu. Yıllarca veremin en iyi tedavi edildiği merkez olan sanatoryum, ilk darbeyi 1980 yılında aldı. Sağlık Bakanlığı, desteğini azaltınca sanatoryum eski günlerini arar hale geldi.

 

Bir darbe de 17 Ağustos 1999 tarihindeki depremle geldi. Sanatoryum binaları hasar gördü. Duvarlarda oluşan büyük çatlaklar, yıkılan bazı kısımlar ve dökülen sıvalar hastalar için risk oluşturdu. Hastalar bir süre binalara giremedi. Binaların bir kısmı faaliyete geçti, bazıları da restore edildi.

 

 

HASTA YOK, ULAŞIM ZOR

Hasta sayısının azalması ve adaya ulaşım zorluğu dikkate alınarak 2005’te kapatıldı. Hastalar ve personel, Süreyyapaşa Göğüs Hastalıkları Hastanesi’ne gönderildi. 2009 yılında ise tarihi bina çıkan yangınla harabeye döndü. 224 dönümlük arazideki bina, grupları şu anda kullanılamaz halde ve harabeyi andırıyor. 2013’te “özelleştirileceği” iddialarıyla gündeme gelen ancak bu iddiaların yalanlandığı sanatoryum, yıllardır kaderine terk edilmiş durumda. 2013’te “özelleştirileceği” iddialarıyla gündeme gelen sanatoryumdan geriye kalanlar yıkık binalar ve bir bekçiyle korunan yeşil bir arazi...

 

ADA HALKI HASTANE OLSUN İSTİYOR

Ada halkı ise durumdan hoşnutsuz. Sanatoryumun hastane olarak açılmasını isteyen ada halkı, daha önce hastane olmadığı için yaşanan acı olayları hatırlattı.

 

BİNALAR, HARABEYİ ANDIRIYOR

Tarihi Heybeliada Sanatoryum binası, 2009 yılında çıkan yangınla harabeye döndü. 224 dönümlük arazideki bina grupları şu anda kullanılamaz halde ve harabeyi andırıyor.

 

 

81 YIL HİZMET VERDİ

1924-2005 yılları arasında hizmet veren sanatoryum, adanın güney tarafındaki Çam Limanı’na bakan bir tepede, İsviçre’deki bir sanatoryum model alınarak inşa edildi. Başlangıçta 16 yatak kapasiteli olan sanatoryum, ilerleyen yıllarda 100’ü doktor ve hemşire olmak üzere 250 personeli ve 660 yatak kapasitesiyle dev bir tesise dönüştü. Burası, İsmet Inönü, yazar Rıfat Ilgaz ve şair Ece Ayhan gibi isimlere de hizmet verdi. Prof.Dr. Siyami Ersek gibi uzman doktorlar yetiştirdi. “Kelebeğin Rüyası” filmi için sanatoryum binaları restore edildi.

Habertürk, Haber: Erdem Şahin, 04.06.2015

EUROMOS ANTİK KENTİ KAZI EVİNE KAVUŞUYOR

 

 

Muğla'nın Milas İlçesi'nde Zeus Tapınağı'nın da içerisinde bulunduğu Euromos Antik Kenti'ne, çalışmaların daha verimli yürütülebilmesi amacıyla kazı evi yapılacak.

 

Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Euromos Antik Kenti Kazı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Abuzer Kızıl, milattan önce 2. yüzyılda kurulan antik kentteki kazıların 36 yıl aradan sonra 2011'de yeniden başladığını anımsattı. Kentte son yıllarda temizlik, sondaj, jeofizik, harita, menfez ve kazı çalışmaları yaptıklarını anlatan Kızıl, bu işlemlerin tapınak, agora, tiyatro, nekropol, hamam ve surlarda yürütüldüğünü belirtti.

 

Kızıl, antik kentteki çalışmaların daha verimli yürütülebilmesi için kazı evine ihtiyaç duyulduğunu ifade ederek, "Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürü Abdullah Kocapınar'ın geçtiğimiz günlerde antik kenti ziyareti sonrası, Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik'in talimatlarıyla kazı evi için çalışmalar başlatıldı" dedi. Antik kentteki kazının bu sezonki bölümünün kısa süre sonra
başlayacağını dile getiren Kızıl, şöyle konuştu:

 

 

"Randımanlı çalışma için kazı evi önemli"

"Arkeolojik kazının başarılı şekilde yürütülebilmesi için donanımlı bir kazı evi, büyük önem taşımaktadır. Şimdiye kadar ekibimiz Milas Milli Eğitim Müdürlüğüne ait yurtta kalıyordu. Yurtta belli süreler içinde konaklayabildiğimiz için yaz sezonunda randımanlı olarak ancak bir ay çalışma şansı bulabiliyorduk. Antik kentin yakınındaki kazı evimiz tamamlandığında yılda en az 5-6 ay çalışmaları devam ettirmeyi planlıyoruz. Kazı evinin sezona yetişmesi için çalışıyoruz."

 

Yaklaşık maliyeti 300 bin lira olan kazı evinin 700 metrekare alanda inşa edileceğine dikkati çeken Kızıl, çalışmaların koordinesinin buradan gerçekleştirileceğini aktardı. Kızıl, çalışma grupları, konaklama ve araştırma merkezi odaları, mutfak ile dinlenme mekanlarının bulunacağı kazı evinde, 50 kişinin aynı anda kalabileceğini bildirdi.

 

Zeus Tapınağı'nın 17 sütunundan 16'sı hala ayakta

Birkaç yıldır özellikle agora (geniş açık alan) ve nekropol (antik kentlerde mezarlıklara verilen isim) ile tiyatroda yaptıkları çalışmalar sayesinde Euromos Antik Kenti'nin tanınır hale geldiğini vurgulayan Kızıl, şöyle devam etti:
"Nekropol alanı artık ziyaretçiler tarafından gezilebiliyor. Anadolu'daki en iyi korunmuş tapınaklardan Zeus Tapınağı, milattan sonra 2.yüzyılda inşa edilmiş. 17 sütundan 16'sı üst kirişleriyle hala dimdik ayakta. Tapınakla ilgili çok önemli projeleri hayata geçirmeyi düşünüyoruz. Buradaki pek çok mimari kalıntı yerinde duruyor. Bugün özellikle agora ve nekropol ile tiyatroda yaptığımız çalışmalar sayesinde dikkatler tekrar bu alanlara yöneldi."

 

 

Kent soylularına ait mermer koltuk

Kızıl, geçen yıl yürütülen çalışmalarda antik tiyatronun sahneye çok yakın bölümünde kentin soylularından birine ait mermer koltuk bulunduğunu hatırlatarak, "Tiyatrodaki çalışmalarımızda 2 metre dolgunun altında 'proedria' olarak adlandırdığımız 2 bin 200 yıllık çok güzel bir soylu koltuğu ortaya çıktı. Büyük ihtimalle kentin ileri gelenlerinden birisine aitti. Bu yıl yine aynı alanda çalışma yürüteceğiz" ifadelerini kullandı.

 

Euromos Antik Kenti'nin topoğrafik planını da çıkardıklarına işaret eden Kızıl, bazı noktalarda jeofizik taramalar yapıldığını, bu çalışmanın büyük önem taşıdığını kaydetti.

Cnn Türk, 04.06.2015

İKİ BİN YILLIK İNCİ TANESİ BULUNDU

 

 

Avustralya'nın batısında arkeologlar 2000 yıldan da eski bir inci tanesi buldular.

 

Araştırmayı yürüten uzmanlardan biri inci tanesini "eşsiz" olarak tanımladı. İnci tanesi Avustralya'daki antik alanda bugüne kadar bulunan ilk ve tek inci.

 

2011 yılındaki bir kazı esnasında çıkarılan incinin yaşını belirlemek tam dört yıl sürdü.

 

Kimberley bölgesinden çıkarılan inci üzerinde çalışan Wollongong Üniversitesi uzmanları, tanenin zarar görmemesi için inciye müdahale etmeden çalıştılar.

 

İnci tanesinin üzerindeki kabuğa uygulanan karbon tekniği ile incinin yaşının 2000 yıl kadar olduğu belirlendi.

 

Ancak incinin bulunduğu bölgenin Avustralya'nın suni inci üretim bölgesine yakın olması ve tanenin tamamen yuvarlak olması, incinin modern zamanlarda üretilen ve toprağa yanlışlıkla karışan bir tane olup olmadığı sorusunu gündeme getirdi.

 

Doğada bulunan doğal incilerin tamamen yuvarlak şekilli olması oldukça ender rastlanan bir durum.

.

Ancak yardımcı Profesör Kat Szabo ABC haber sitesine inci tanesinin sunni incilerde görülen tohuma sahip olmadığını ve doğal incinin tüm klasik işaretlerini taşıdığını söyledi

 

İncinin rengi altınımsı pembe. Ancak bunun tanenin doğal rengi mi yoksa toprak altında bu denli uzun kalmasının bir sonucu mu olduğu bilinmiyor.

 

Szabo tanenin yaşına göre oldukça iyi konumda olduğunu söyledi.

 

İnci tanesi bu ayın ilerleyen zamanlarında Batı Avustralya Denizcilik Müzesi'nde sergilenecek.

Bbc Türkçe, 04.06.2015

ANDRİAKE ANTİK KENTİ KISMEN ZİYARETE AÇILDI

 

Antalya'nın Demre İlçesi'nde bulanan Likya Birliği'nin önemli kentlerinden Myra Antik Kenti'nin limanı Andriake Antik Kenti kısmen ziyarete açıldı.

 




Akdeniz Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Klasik Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Prof.Dr. Nevzat Çevik tarafından 2009 yılında başlatılan çalışmalarda Andriake Antik Kenti'nin plakoma (agora- antik Yunan kentlerinde, şehirle ilgili politik, dini, ticari her türlü faaliyetin gerçekleştiği, tüm kamu binalarının etrafında sıralandığı halka ait geniş açık alan), liman yapıları, şehir hamamı, doğu ve batı anıtları, sinagog ve kiliselerinde kazı yapıldı. 4 yıl süren çalışmalar sonrasında antik kent Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca müze olarak restore edildi.

 

MS 129 yılında inşa edilen Roma döneminden kalan Hadrian Granaryumu'nun önce kazısı yapıldı ardından restore edilerek, 56 metre uzunluğunda, 32 metre genişliğinde, 7 odadan oluşan Likya Uygarlıkları Müzesi olarak düzenlendi. Likya Birliği kentlerinde yapılan kazılardan getirilen eserler müzeye yerleştirilmeye başladı. Liman Çarşısı'ndaki yapılar, doğu ve batı anıtları, plakoma, sinagog ve plakoma önündeki 6 metre derinliğinde, 24 metre uzunluğunda, 12 metre genişliğindeki sarnıç restore edildi. Likya Uygarlıkları Müzesi'nin önüne 16 metre uzunluğunda bir Roma dönemi teknesi, bir vinç ve yük taşıma arabası yerleştirildi. Yürüyüş yolları, seyir terasları ve kuş gözleme terası yapıldıktan sonra restorasyon ve düzenleme çalışmaları tamamlandı.

 

Ören yeri yerli ve yabancı turist gruplarıyla bireysel ziyaretlere kısmen açıldı. Ziyaretçilerden şu an için giriş ücreti alınmazken, eser yerleştirme ve düzenleme çalışmaları devam eden Likya Uygarlıkları Müzesi dışında tüm alan gezilebiliyor.

Bizim Antalya, 04.06.2015

CEM SULTAN TÜRBESİ'NİN RESTORASYONU TAMAMLANDI

 

 

Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, Muradiye Külliyesi'nde bulunan Cem Sultan Türbesi'nin restorasyonunun tamamlandığını bildirdi.

 

Altepe, Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Turizm Daire Başkanı Aziz Elbas ile Muradiye Külliyesi'nde devam eden restorasyon çalışmalarını inceledi.

 

Muradiye'deki çalışmaların, Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) Dünya Mirası Listesi'ne dahil alanlardaki son restorasyonlar olduğunu ifade eden Altepe, tarihi eserleri ayağa kaldırmak ve yeniden işlevlendirmek için titizlikle çalıştıklarını belirtti.

 

Bursa'yı tüm külliyeleriyle beraber adeta ayağa kaldırdıklarını dile getiren Altepe, kentin en önemli semtlerinden birinde bulunan Muradiye Külliyesi'ndeki restorasyon çalışmalarına ilişkin bilgi verdi.

Dönemin Osmanlı saray efradının naaşlarının 12 türbede bulunduğunu anlatan Altepe, "Sultan 2. Murad ve Fatih Sultan Mehmet'in çocuklarından torunlarına kadar tüm akrabalarının kabirleri Muradiye'de. Fatih Sultan Mehmet'in iki oğlu, 2. Bayezid'in iki oğlu, Cem Sultan ve Şehzade Mustafa da Cem Sultan Türbesi'nde. Adına para bastırmış ve 18 günlük de iktidarı bulunan Cem Sultan, Rodos'ta vefat etmiş ancak cenazesi Bursa'ya getirilmiş" diye konuştu.

 

Altepe, Cem Sultan Türbesi'nin restorasyonunun tamamlandığını, yapının orijinal işlerinin tamamen ortaya çıkarıldığını, seramik ve çinilerinin tek tek elden geçirildiğini söyledi.

 

Türbenin en kısa zamanda yeniden ziyarete açılacağını belirten Altepe, "Cem Sultan Türbesi'nin çatısından duvarlarına, zeminine ve dış mekanlarına kadar tüm restorasyonları tamamlandı. Cem Sultan Türbesi, ayrı bir hazine ve ayrı bir güzellik. Bu türbe, çok özellikli kalem işleri ve tüm işlemelerle kendine has, özel dizayn edilmiş bir türbe. Altın varaklarla işlenmiş" ifadelerini kullandı.

Anadolu Ajansı, 04.06.2015

TARİHİ BOSTAN YIKILIYOR

 

 

İstanbul’da son tarihi cami bostanı İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin otopark projesi için yıkılacak. Piyalepaşa Cami’nin hemen bitişiğindeki 6 buçuk dönümlük bostan arazisi, 16. yüzyılda camilerin giderlerini karşılamak için vakıflara gelir sağlayan bostanların günümüze ulaşan son örneği. Mimar Sinan’ın 1573’te inşa ettiği Piyalepaşa Cami’den daha köklü bir geçmişe sahip olan bu bostan, temeli geçen günlerde atılan ‘zemin altı otopark’ inşaatıyla yok olma riskiyle karşı karşıya. Tarihçiler ise projenin geri çekilmesi çağrısı yapıyor. Çünkü onlara göre bu arazi cami yapısı ile bir bütün ve tarihten önemli izler taşıyor.

 

VAKFİYELERDE GEÇİYOR
İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Tarihi Bölümü’nde kent içi toprak kullanımı üzerine doktora yapan sanat tarihçisi Ayhan Han ve Harvard Üniversitesi’nde Osmanlı tarım teknolojisi üzerine çalışan Aleksandar Sopov ile Piyalepaşa Camii’nin bostanını gezdik. Tarihçi Ayhan Han, vakfiyelerde bu bostana dair önemli bilgiler yer aldığını söylüyor. Piyalepaşa Camii’nin dere yatağında bostan üzerine inşa edildiğini belirten Han, “Cami inşa edildikten sonra bostan, Piyalepaşa Vakfı’nın mülkiyetine geçiyor ve bostandan elde edilen kira geliri caminin tamiratında kullanılıyor. Derenin o dönemki ismi Kozludere’dir. Kozludere ve Dolapdere, İplikçi Hamamı civarında birleşip Kasımpaşa Deresi’ni ve hepsi birlikte Kasımpaşa Vadisi’ni oluşturuyorlardı. 1656 tarihli Zülfükar Ağa’nın Vakfiyesi yol, Piyalepaşa Tekkesi, bostan ve dereye komşu bir bahçeden bahsetmektedir. İçerisinde ahır, 4 dolaplı kuyu, köşk ve ağaçlar varmış. Vakıf kaydı bize Piyalepaşa Bostanı’nın da yer aldığı alanı tarif ediyor” diyor.

 

VADİ'NİN SON BOSTANI
Bostanın Kasımpaşa Vadisi’nden günümüze kalan son tarım arazisi olma özelliği taşıdığını belirten Han, caminin yapıldığı dönemde denizden uzaklaştıkça dere yatağı boyunca kesintisiz bir biçimde bostanların var olduğunu söylüyor: “Caminin yapıldığı dönem, vadi içerisinde özellikle denize yakın kesimlerde Müslüman mahallelerinin yayıldığı dönemlere denk geliyor. Vadinin tepe noktalarında Santa Marco, Hüseyin Ağa, Ketehorria ve Tatavla mahalleleri mevcut. Denizden uzaklaştıkça dere yatağı boyunca kesintisiz bostanlar yer alıyor. Yağışlı mevsimlerde tepelerde biriken sular vadide sellere neden oluyor ve dere yatağındaki bostanlara, bahçelere ve camilere zarar veriyor. 18. yüzyılda bölge sakinlerinin arzuhallerinde sık sık tekrarlanan bir konu bu. Piyalepaşa Camii’nin önündeki şimdiki bostanlık alan sel sularına bir set olarak düşünülmüş olmalı. Çünkü bostancıların varlığı, dere yatağında direnajı ve çevresindeki binaların korunmasını mümkün kılıyor.”

 

Han’a göre içinde hala tarihi su kuyusu ve su havuzu barındıran Piyalepaşa bostanı en az 450 yıllık bir insan emeğinin ürünü ve vadinin akarsu ortamından ve Kasımpaşa bostanlarından günümüze ulaşan son iz.

 


Alman mimar Jasmund'un 1893 tarihli Kasımpaşa Deresi haritasında Piyalepaşa Camii, bostan arazisiyle resmedilmiş.

 

BOSTANLAR DİNİ YAPILARIN UZANTISIYDI
Osmanlı tarihçisi Aleksandar Sopov ise 16. yüzyıl camilerinin bostanlarıyla bir bütün olduğuna dikkat çekiyor. Sopov’a göre tıpkı Fatih Cami ve Beyazıt Camii gibi Piyalepaşa Camii de çevresindeki bostanlarla bir bütün: “16. yüzyılda inşa edilen külliye, tekke, medrese ve camilerin bitişiğinde mutlaka bostanlar ve bahçeler var. Bunlar caminin avlusu ve haziresinden ayrı olarak düşünülmemiş. Bu bostanlar çoğu zaman dini yapılara gelir getiren tarım alanı olarak kullanılıyor. İstanbul’da bunun tek örneği Piyalepaşa Bostanı’dır. Bu bostanın yok edilmesi demek elimizde kalan son örneğin yok edilmesi demektir.”

 

TEK GEÇİM KAYNAKLARI
Piyalepaşa Bostanı’nda 4 bostancı çalışıyor, 16 kişi geçimini bu bostandan sağlıyor. Araziyi son 5 yıldır ekip biçen Mehmet Özan, “Bu araziden çıkarılırsak tüm geçim kaynağımızı yitireceğiz ” diyor.

Birgün, Haber: Olgu Kundakçı, 04.06.2015

"1071 TEZİ ÇÖKTÜ"

 

 

Arkeolog Oktay Hacıoğlu Artvin’in Arhavi İlçesi'ndeki 2 bin 600 rakımlı Demirkapı Yaylası’nda bulduğu semboller Türk tarihini değiştirebilir.

 

Bulutlarla arkadaş olan Demirkapı Yaylası’nda araştırmalar yapan Oktay Hacıoğlu bölgedeki 2 sahada yaklaşık 100 kadar petroglif buldu. Daha da ilginci bu petrogliflerde Şaman inancına sahip Ön Türklere ait olabilecek bir çok sembolün bulunmasıydı. 

 

Arkeolog Oktay Hacıoğlu, VATAN’a yaptığı açıklamada, “Kaya üzerine yapılan yontma resimler 15 bin yıllık insan tarihini anlamlandırıyor. Kaya resimlerinde sağlıklı bir yaş tespiti zor. Ancak yapıldıkları dövme tekniğinden yola çıkarak en erken 5 bin, en geç 15 bin yıllık olduğunu tahmin ediyoruz. Ural-Altay bölgesinden sonra Anadolu ve Kafkas coğrafyasında bulunan en eski petrogliflerle karşı karşıyayız. Özellikle buradaki bir panoda bulunan pagan figürü 9 kollu güneş ve at üstünde kam (şaman ayinlerini yöneten din adamı, büyücü) betimlemesinin en eskisi olduğunu düşünüyoruz. Bölge yılda 1 ya da 2 kez dini ritüellerin yerine getirildiği bir tapınak alanına benziyor” dedi.  

 

 

Ön Türkler mi?

Oktay Hacıoğlu bölgede detaylı bir bilimsel inceleme yapılması gerektiğini belirtiyor: “Şaman inancını yansıtan bir çok kaya resmi var. Bu sahanın yaklaşık 3 km. güney yamacında taş ve moloz yığınlarıyla korunan korugan haline getirilen iki kurgan (Türk ve Altay kültüründe kutsal mezar) tespit ettik. Bulgular Orta Asya’dan Ön Türklerin 1071’den çok daha önce Anadolu’ya girmiş olabileceğini gösteriyor.”

 

Kaya resimleri çok önemli

Dünyanın en önemli Göktürk uzmanlarından olan Yeditepe Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı Prof.Dr. Ahmet Taşağıl, “Rahmetli Servet Somuncuoğlu ile yaptığımız çalışmalarda Türklerin Anadolu’ya çok daha erken girdiğini ispatladık. Hakkari Tırşin Yaylası’nda, Erzincan, Erzurum, Burdur, Denizli, Ankara Güdül, Kastamonu’da Türklerin daha önce bulunduğuna dair pek çok kanıt elde ettik.  Bulunan kaya resimleri çok önemli. Türklerin Anadolu’ya çok daha önce geldiğini gösteriyor. 1071 tezi çökmüştür. Tarihin yeniden yazılması gerekir.”

 

Türk’ün tarihi

MÖ 14. yüzyılda Çin kaynaklarında geçen ‘Tik’ ve ‘Tikler’in Türkleri işaret ettiği biliniyor. Türk ismi yazılı olarak ilk kez MÖ 1328 yılında Çin kaynaklarında ‘Tu-kue’ olarak geçiyor. Roma kaynaklarında ise MS 1. yüzyılda Türkler’den bahsediliyor. Tarihte Türk ismini ilk olarak 6. yüzyılda Göktürkler kullandı.

Vatan, 04.06.2015

İNSANLIK TARİHNDEN ÖNCEYE DAYANAN TAŞ ALETLERİN GİZEMİ

 

Kenya'da çalışan arkeologlar, dünyanın en eski taş araçlarını buldular. Bu taş araçlar insanlık tarihiyle ilgili bilinen her şeyin sorgulanmasına yol açacak nitelikte.

 

 

Nedeni ise yaklaşık olarak 3.3 milyon yaşında olan bu araçların, daha önce bulunan en eski taş araçlara göre 700 bin yıl daha yaşlı olması. Hatta bu araçlar bilinen insanlık tarihinden bile daha yaşlı.

 

 
Her ne kadar bu taşlar eğitimsiz bir göze normal gözükseler de, arkeologlara göre kesinlikle araç tanımına uyuyorlar.

 

 
Araştırmacılar, Kenya'nın kuzeyinde yer alan kazı alanında bu taşlardan 149 adet bulmuş durumdalar.

 

 
Smithsonian'ın açıklamasına göre bu araçlar büyük ihtimal ile tamamen gelişmemiş teknikler kullanılarak üretilmişlerdi.

 

 
Açıklamada belirtilene göre bu araçların üretiminde iki yöntemden biri kullanılmaktaydı: Taşın düz bir taş üzerine yerleştirilerek bir "çekiç taş" ile şekillendirilmesi ya da üreticinin taşı iki el ile tutarak yere vurması.

 

 
Ancak buradaki en ilginç nokta bu araçların yaşı. Bölgede yapılan karbon izotop testleri, bu araçları Homo genus'un 2.8 milyon yıl önce ortaya çıkmasından daha eski bir döneme yerleştiriyor.

 

 
Bu keşif, bilim adamlarının "erken insanların" beyin gelişimi ve varoluş tarihi hakkındaki görüşlerini yeniden düşünmelerinin gerektiği anlamına gelmekte.

 

Şimdiye kadar bilinen en eski taş aletler Etiyopya’daki Gona arkeolojik alanında bulunmuş ve 2,6 milyon yıl öncesine ait oldukları tespit edilmişti.

Cnn Türk, 03.06.2015

HAFİF TİCARİ ARAÇTA 2 BİN YILLIK ÇOCUK LAHDİ ELE GEÇİRİLDİ

 

İZMR’in Menemen İlçesi’nde, şüphe üzerine jandarma tarafından durdurulan bir hafif ticari araç içinde, en az 2 bin yıllık olduğu belirtilen çocuk lahiti ele geçirildi. Olayla ilgili 2 kişi gözaltına alındı.

 

 

Menemen’in Belen Köprüsü yakınlarında dün akşam uygulama noktası oluşturan İlçe Jandarma Komutanlığı’na bağlı ekipler, şüphe üzerine 35 SD 531 plakalı hafif ticari aracı durdurdu. Araçta yapılan aramada, tarihi çocuk lahiti bulundu. Araçtaki 43 yaşındaki Ç.V.Ç. ile 33 yaşındaki S.D. gözaltına alındı. Ele geçirilen lahitle birlikte iki şüpheli, İlçe Jandarma Komutanlığı’na götürüldü. Konunun haber verilmesi üzerine; Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü’nden gelen uzman ekipler, lahitte inceleme yaptı. İlk incelemeye göre; hiç açılmamış olduğu tespit edilen dört köşesinde koçbaşı figürü bulunan lahitin, Roma dönemine ait ve en az 2 bin yıllık olduğunun belirlendiği kaydedildi. Şüphelilerin sorgularında konuşmadıkları belirtilirken, lahitin İzmir Müze Müdürlüğü teslim edileceği bildirildi.

Milliyet, Haber: Mustafa Hulusi Yıldız, 03.06.2015

SAMSUN'DA TEMEL KAZISINDAN HELLENİSTİK DÖNEM MEZARI ÇIKTI


 

Samsun'da bir inşaatın temel kazısı sırasında Hellenistik döneme ait olduğu tahmin edilen tarihi mezar ortaya çıktı. Samsun Etnografya ve Arkeoloji Müzesi görevlileri bölgeyi koruma altına aldı.

 

İlkadım İlçesi Kalkanca Mahallesi Adalet Caddesi'nde Meryem Mukam'a ait arazide müteahhit Ahmet Kırımlı tarafından 8 katlı bina inşaa edilmesi için yapılan temel kazısı sırasında tarihi bir mezar bulundu. Kazı çalışması durdurularak polise haber verildi. Bunun üzerine Samsun Arkeoloji ve Etnografya Müzesi görevlileri bölgeye gitti. Yapılan ilk incelemede mezarın Hellenistik döneme ait olabileceği belirlendi. Görevliler tarafından inceleme başlatılırken alan da koruma altına alındı.

haberler.com, 02.06.2015

YOZGAT'TA OSMANLI SİKKELERİ ELE GEÇİRİLDİ

 

 

Yozgat Emniyet Müdürlüğü ekipleri tarafından yapılan operasyonlarda, 108 adet Osmanlı dönemi altın sikke ile 25 kaçak cep telefonu ele geçirildi.

 

Kaçakçılık ve Organize Şube ekiplerinin, tarihi eser kaçakçılığı ve dolandırıcılık konusunda yaptıkları istihbarat çalışmaları kapsamında, Yozgat Şehir Merkezi ve Sorgun İlçesi'nde, 6 adrese yapılan baskınlarda, 10 kişi gözaltına alındı. Yapılan aramalarda, 108 adet Osmanlı dönemine ait altın sikke, suçtan elde edildiği değerlendirilen 14 bin lira nakit para, gümrük kaçağı 25 cep telefonu ile farklı kişiler adına kayıtlı 26 sim karta el konuldu. 

 

Yapılan araştırmalar neticesinde, ele geçen altın sikkelerden bir kısmının sahte olduğu ve dolandırıcılık olaylarında kullanıldığı belirlendi. 

Akşam, 02.06.2015

MARDİN'DE ERKEN TUNÇ ÇAĞI'NA AİT MEZAR BULUNDU

 

 

Mardin'in Nusaybin İlçesi'nde "Erken Tunç Çağı"na ait mezar bulundu.

 

Alınan bilgiye göre, Açıköy Mahallesi'nde, traktörle tarlasını süren bir vatandaş mezar buldu. Durumun Jandarma ekipleri aracılığıyla Mardin Müze Müdürlüğüne iletilmesi üzerine, aralarında 3 arkeoloğun da yer aldığı 5 kişilik ekip bölgede incelemede bulundu.

 

Mardin Müze Müdürü Nihat Erdoğan, yaptığı açıklamada, mezarın "Erken Tunç Çağı" dönemine ait olduğunun belirlendiğini ifade ederek, "Mezarda bulunan küçük kaplar ve bronz figürleri muhafaza altına aldık. Mezarın etrafında başka mezar veya tarihi kalıntı olup olmadığını tespit etmek amacıyla bölgede kazı çalışması yapılacak" dedi.

Milliyet, 02.06.2015

TARİHİ ELEKTRİK BİNASI TİYATRO SALONU OLUYOR

 

 

Edirne’de 1930’lu yıllarda İtalyanlar tarafından elektrik fabrikası olarak inşa edilen ve kenti yıllarca aydınlatan tarihi bina belediye tarafından 1,5 yılda,1 milyon 2 yüzbin liraya onarılıp tiyatro solununda bulunacağı kültür merkezi haline getirilecek.

 

İtalyanlar tarafından 1930’lu yıllarda inşa edilen elektrik fabrikası, yıllarca kenti aydınlatmasının ardından ülke genelinde elektriğin yaygınlaşmasının ardından devreden çıkarılınca çatısı ve betonları dökülerek harabeye döndü. Edirne Belediyesine tahsis edilence Tunca Nehri kenarında harabeye dönen tarihi binanın onarılarak, kültür merkezi tiyatro ve nikah salonu olarak kullanılması kararlaştırıldı.

Gerçek Gündem, Haber: Ali Can Zeray, 02.06.2015

IŞİD, TARİHİ ESER KAÇAKÇILIĞI İÇİN BAKANLIK OLUŞTURDU

 

Irak ve Suriye’de çok sayıda tarihi miras alanını ele geçiren IŞİD örgütü, ‘eserlerin ticaretini’ düzenleyen bir bakanlık oluşturdu. Bakanlık, kaçakçılara yetki veriyor.

 

 

Terör örgütü IŞİD, Suriye’de ve Irak’ta yağmaladığı tarihi eserlerden daha fazla kar elde etmek için ‘Değerli Kaynaklar Bakanlığı’ adı altında bir birim kurdu. Örgütün güçlü olduğu kentlerde kurulan ‘tarihi eser bakanlıkları’, hangi eserlerin satılacağına ve hangi bölgelerde kazı yapılması gerektiğine karar veriyor; bakanlık izni olmadan kazı yapılamıyor. IŞİD’in tarihi eser ticareti ile meşgul aracılar ekibi kurduğu ve Türkiye sınırına antika ticareti için seyahat eden satıcılara silahlı güvenlik eskortu tesis ettiği düşünülüyor. 

 

Yüzde 20 ‘vergi’

Daha önce Suriye Tarihi Eser Bakanlığı’nda çalışan şimdi ise bir gönüllü ekibi ile birlikte zarar gören tarihi alanların kaydını tutan Amr el-Azm, İngiliz gazetesi Daily Telegraph’a yaptığı açıklamada, “İlk başta yağmalama ile başlayan süreç daha sonra çok iyi organize olmuş bir ticaret halini aldı” dedi. Azm’a göre, örgüt aktif olduğu şehirlerde kurduğu ‘antika bakanlıklarını’ Değerli Kaynaklar Bakanlığı’na bağlayan hiyerarşik bir yapı kurdu. 

 

Telegraph, üzerinde IŞİD’in tarihi eser bakanlıkları mührünü taşıyan, Halep ve Deyrizor şehirlerinde yapılacak arkeolojik kazılar için lisans izni veren belgelere de ulaştı.

 

IŞİD’in, yağmaladığı tarihi eseri satan kişilerden yüzde 20 vergi aldığı aktarılıyor. Tarihi eser ticaretinin örgüt kasasına milyonlarca dolar soktuğu tahmin ediliyor. 

Milliyet, 02.06.2015

OSMANLI DA BİR RÜYAYLA KURULMUŞTU

 

 

Dünyanın en büyük miras davası bu. Varisleri, 2. Abdülhamit’in mirasını talep ediyor. Bunun için açılan veraset davası sonuçlanmak üzere. ‘Bilgi kirliliğinden’ şikayetçi torunlar, Adile Nami Osmanoğlu Tars, Orhan Osmanoğlu ve Nilhan Osmanoğlu Vatansever dava sürerken ilk defa basına konuştu.

 

Karmaşık görünüyor; bu dava süreci nasıl başladı?
Orhan Osmanoğlu: Bu olayı başlatan benim. Tam 10 yıl önce bir rüyayla başladı her şey... Birgün sabah namazından hemen önce dedem 2. Abdülhamit’i gördüm rüyamda. İki katlı bir köşkün önündeydim. Çok benzemiyordu ama sanki Yıldız’ın içinde gibiydim. Köşkün içinde, o meşhur paltosuyla dedemin gezindiğini fark ettim. Elleri arkasındaydı. Ben de yaramazlık yapıyorum, orayı burayı kurcalıyorum derken odasına girmişim. Bir çekmece görüp açtım. Sonra da durup “Yahu sen ne yapıyorsun, sana ait olmayan bir yeri kurcalıyorsun” dedim kendi kendime. Ama sonra da “Yok bir şey olmaz, bana kızmaz, sonuçta dedemin malı” diye düşündüm. Birden dedem içeriye girdi. Şöyle bir baktı bana. “Ya fırça ya da dayak yiyeceğim” diye çok korktum ama o şöyle hafifçe kafasını salladı; sonra da sırtını döndü ve çıktı.

 

Çekmecede bir şey mi gördünüz? 
Tuhaftır; bu rüyadan bir hafta kadar sonra bir adamla tanıştım. Yaşlı bir adam. Saraydan birinin torunuymuş. Kendi geçmişine dair araştırma yaparken bizlerle ilgili tapular bulmuş...  Ben bu tür şeylerle hiç ilgilenmiyordum o zamana dek ama böyle aklıma düştü.

 

Sonra hemen dava mı açtınız? 
Hayır, önce Avukat Ayşegül Hanım’la görüştük; olumlu görüş bildirdi. Esas varis olan babama gittim. Ama biz de o da yetmez, Abdülhamit soyundan gelen tüm  büyüklerimin kararı lazım. 5 yıl çalıştık Ayşegül Hanım’la, yurtiçinde, yurtdışında çok seyahat ettik vekaletleri toplamak için. Sonra bir salı günü davayı açtık.

 

Salının bir önemi mi var?
Çünkü rüyayı o gün görmüştüm. Önemlidir. Unutmayın, Osmanlı Devleti de bir rüyayla kuruldu.

 

HAYALET AİLE GİBİ DAVRANIYORLAR

Siz ne istiyorsunuz tam olarak?
Tabii ki hakkımızı istiyoruz sadece. Ama çok bilgi kirliliği var.

 

Nedir bu?
“Osmanlı’nın torunları şimdi sarayları istiyor” falan diyorlar.. Hiçbir zaman böyle bir şey demedik.  “Biz sarayı istiyoruz, İstanbul’un yarısını istiyoruz” diyenler biz değiliz, demeyiz de. Bizim şu an sadece bir veraset davamız var.

 

İstanbul’un yarısı değilse de çok büyük bir mirastan bahsediyoruz sanırım.
Evet, dava çok büyük. Dünyanın en büyük davası bu. İnanın çok astronomik rakamlar var. Ama biz Türkiye Cumhuriyeti’ni zora sokacak şeyler istemiyoruz. Ama burada bir hakkın yenilmesinden bahsediyorum.

 

Ne olacak peki? 
Veraset davası sonuçlandığında, devletle bu işi sulhla çözümlemek istiyoruz.

 

Sulhla çözülemezse peki? 
İç hukuk yolları da tükenirse AİHM’ye gitmek düşünülebilir ama yine de ailenin vereceği karara bağlıyız. Benim kişisel temennim oraya gitmemek. Türkiye’yi şikayet eder pozisyonda olmak istemiyorum.

 

Hükümetin Osmanlı’ya sempatisi var. Onlarla hiç görüştünüz mü bu konuyu?
Bu hükümetin tamam bir söylemi var ama ailenin lehine verdiği bir karar yok.  Yapamaz da. Bizim de zaten AKP’yle, MHP’yle, CHP’yle falan bir bağımız yok. Bizim sadece bir hukuk davamız var. Hukuktan başka bir şey de istemiyoruz. 


Nilhan Osmanoğlu: Bu haberden sonra insanlar “Osmanlı ailesi yine miras peşinde” yorumları yapacak. Bakın özellikle belirtmek istiyorum: Biz vatanın milletin bütünlüğünü bozacak işlerin içinde olmayız. Başta hangi partinin olduğu fark etmiyor; biz yine aynısını yapardık. Ama insanlar şunu da bilsin: Hükümetin “Osmanlıyız” söylemi bize hiçbir yarar sağlamıyor, davalarımızı kolaylaştırmıyor. Bize hayalet aile gibi davranıyorlar. İnsanlar sıklıkla soruyor bize, buradan cevaplamış olayım: Protokol, iade-i  itibar gibi gibi şeyler gündeme gelmiyor. Ama ben kendimizi mağdur olarak da görmüyorum. Taşıdığım kan bana yeter.

 

BİR BAKIŞTA II. ABDÜLHAMİD VERASET DAVASI

- 2010 Şubatı’nda açıldı; 5 yıldır devam ediyor.  Dosyada şu an ön bilirkişi raporu verildi.  
- Avukatlar Ayşegül Topuz ve Burak Varoğlu’nun 11 varisle açtığı davada temsil ettikleri varis sayısı 30’a ulaşmış. 
- Davanın zorluğu sürgün sebebiyle aile yurt dışına dağıldığından sürecin yavaş ilerlemesi. 
- 2. Abdülhamit’in mirasında, Türkiye içinde yaklaşık 10 bin 200, yurt dışında da 40 bin civarında gayrimenkul olduğu muhtelif kaynaklarda geçiyor. 
- Türkiye’deki taşınmazların önemli bir kısmı Trakya, İstanbul, İzmir, Adana ve Konya civarında. Birçok kaynak, söz konusu mirasın Galatasaray Adası, Veliefendi Çayırı, hatta Musul-Kerkül petrol hisselerini de içerdiğine işaret ediyor.

 

HER TÜRK VATANDAŞI HANGİ HAKKA SAHİPSE ONU İSTİYORUZ
Adile Nami Osmanoğlu Tars

Biz sürgünde yaşamış bir aileyiz. Birçok ülkeye dağılmak zorunda kaldık. Hep farklı birer hukuk sisteminde yaşadık. Ama buna rağmen avukatlarımız Ayşegül Topuz ve Burak Varoğlu büyük bir çalışma yaptı. Hak aramamızı sağladılar. Ben bu hukuki zeminin aydınlanmasını, herkesin konu hakkında doğru bilgilendirilmesini ve bizi yanlış anlamamalarını sağlamak istiyorum. Azınlık vakıflarının hakları yasal düzenlemelerle nasıl iade edildiyse bizim miras haklarımızın iadesi için de yasal düzenleme yapılmasını bekliyorum. Nasıl her torun dedesinin mirasının hakkına sahip olabiliyorsa veya bunu talep edebiliyorsa, biz de bütün aile üyeleri olarak yalnızca bunu talep ediyoruz. Hiçbir ayrıcalık istemiyoruz. Her  Türk vatandaşı hangi hakka sahipse sadece onu istiyoruz. Biz mağduruz! Bu mağduriyeti gidermek devletin ve hukukun elindedir. Veya İnsan Hakları Mahkemesi’ndedir.

 

“LOZAN'DAKİ TÜRK HEYETİ DE BU TEZİ SAVUNDU”

Topuz Hukuk Bürosu’ndan Avukat Ayşegül Topuz ve Burak Varoğlu 10 yıldır bu veraset davası üzerinde çalışıyor. Daha önce azınlık vakıflarnın haklarına ilişkin davaları (Mesela Bulgar Vakfı) başarıyla sonuçlandıran avukatlar için bu dava meslek hayatlarının en uzun projesi olmuş.

 

Bugüne dek 2. Abdülhamit’in mirası davalarında, varislerin karşısına hep 1924 tarihli 431 nolu yasa (Halifeliğin Kaldırılmasına ve Osmanlı Hanedanın Yurtdışına Çıkarılmasına Dair Yasa) çıkmış. O mu belirliyor her şeyi?
1924 tarihli 431 sayılı yasa, “Osmanlı İmparatorluğunda padişahlık etmiş kişilerin mülkleri millete geçmiştir” diyor gibi görünüyor olabilir. Ama bu yüzeysel bir bakış. 2. Abdülhamit terekesi (ölen bir kişiden geriye kalan mal mülk), fiilen onun mirasçılarına intikal ettirilememiş olsa da, hukuken de el konulamamış bir tereke.

 

Neden?
Çünkü tereke vefat anında mirasçılara intikal eder. Zira 2. Abdülhamit 1918 yılında vefat etti. O esnada yürürlükte bulunan Mecelle Kanunu’na göre de tümüyle mirasçılarına geçti. 1926’da yürürlüğe giren Medeni Kanun’a göre de durum aynıdır. Yani 1918’de 2. Abdülhamit vefat ettiğinde, onun terekesi mirasçılarına intikal etti. 1924’de yasa çıktığında ortada zaten el konulacak bir mülk yoktu. Kanunların ‘makable şamil’ yani geriye yönelik uygulanamama ilkesi tüm hukuk sistemlerinin ortak ilkesidir.

 

Bu davadaki tek argüman bu mu?
Hayır, bir ülkeyi en üst düzeyde bağlayacak siyasi kabul var mesela… Türk heyeti Lozan görüşmelerinde, bahse konu bu mülklerin (yani padişahın şahsi mülkü olan Hazine-i Hassa’nın) ‘özel mülk’ olduğunu bu nedenle uluslararası bir sözleşmeyle düzenlenemeyeceğini tezini savundu. 1930 ve 1931 tarihli Bakanlar Kurulu kararları da var. Bunlar ailenin yurtdışındaki haklarını alabilmesi için terekenin yurtdışındaki kısmının ailenin intikali gerekliliğine ilişkin olarak düzenlendi. Ama hepsinden önemlisi Yargıtay’ın 1936 ve 1946’daki kararları var. Dönemin en yüksek yargı organı Yargıtay, meseleyi tüm hukuki boyutları ile tartıştı ve 431 nolu yasanın 2. Abdülhamit’in mirasına uygulanamayacağına karar verdi.

 

Peki varisler niye hak kazanamadı o zaman?
Maalesef dönemin idari yapısının direnci, siyasi iradenin engelleyici tavrı ve son olarak hukuk prensiplerini hiçe sayan 1949 tarihli Meclis yorumu yüzünden…

 

Nedir bu yorum?
Hukuka açık bir müdahale olduğunu söyleyebiliriz. Aynı zamanda terekeye hukuken el konulamayınca, siyaseten müdahale edilmek zorunda kalındığının da bir göstergesi. O tarihteki mevzuatımıza göre ‘bir kanunun yorumunda yargı makamlarınca tereddüte düşülmesi durumunda’ yine yargı makamlarınca TBMM’den görüş sorulabiliyordu. Ama yargı, bu husustaki kararını vermiş ve Meclis yorumuna gerek duymamıştı.

 

Ne oldu peki?
431 sayılı yasanın yorumu yargı mensupları tarafından değil siyasiler tarafından TBMM’ye getirildi ve bu yasanın sekizinci maddesi uyarınca 2. Abdülhamit’in malvarlığına da el konabileceği şeklinde bir yorum yapıldı. Bu haliyle hukuk tekniği açısından bu Meclis yorumu usul ve yasaya aykırıdır. Oysa ki 1924 Anayasasına göre “mahkemelerin kararlarını, TBMM ile Bakanlar Kurulu  hiçbir türlü değiştiremezler, başkalayamazlar”. Bu Meclis yorumu dönemin Anayasasına da aykırıdır.

 

Hanedan üyeleri yurtdışındaki malvarlığı için de zamanında epey mücadele etmiş? Oralarda ne oldu?
Kaynaklarda Türkiye’nin 2. Abdülhamit’in mülklerine el koyduğu için bu davaların kaybedildiği yönünde bilgiler mevcut. Siyasetin doğası da bunu gerektiriyor zaten. Türkiye’nin tanımadığı bir hakkı başka ülkeler neden tanısın? İnsan haklarının bugünkü gibi gelişkin olmadığı, dünya savaşlarının yaşandığı dönemlerden bahsediyoruz…

 

2. Abdülhamit’in mirasından bahsediyoruz? Niye başkaları için gündeme gelmiyor bu? Mesela Vahdettin’in mirası da gündeme gelecek mi?
En önemli fark 1924’teki 431 sayılı yasa yürürlüğe girdiğinde Vahdettin’in padişah olması. Yani Vahdettin’in malvarlığına yasayla el konulmuş olması. Ancak yasal olan bu el koyma işlemi de aslında hukuki değil.

 

Bu ne demek?
Her yasa hukuka uygun değildir. Zira hiç kimsenin malına karşılık ödenmeden el konulamaz.

 

2. Abdülhamit’in terekesinde 40 bin civarında parçanın da şu an yurtdışında olduğu söyleniyor.  Türkiye’deki dava bunların akıbetini etkiler mi?
Etkilememesi için hiçbir sebep yok.  Uluslararası anlaşmalarla ya da yasalarla bireyleri karşılık ödemeden mülkiyet hakkından mahrum bırakmanız Evrensel İnsan Hakları ile bağdaşmaz. Şu an yurtdışına yönelik çalışmıyoruz çünkü hakkın kaynağı burası. Ancak burada bir başarı elde edince bu emsal üzerinden diğer ülkelere de odaklanacağız. Özellikle de AİHM’nin yargı yetkisini tanıyan ülkelere.

 

Benzer kararlar var mı dünyada?
Elbette. AİHM’nin Yunan kralı hakkında lehte emsal karar var mesela. Yine Habsburg hanedanının, Romanya kralının, Bulgar kralının mülkleri çeşitli yöntemlerle ailelerine iade edildi. Evrensel hukuk kaideleri bakımından karşılıksız olarak herhangi bir mülke el konulması artık kabul edilmiyor.

 

NEDEN II. ABDÜLHAMİD'İN ÜZERİNDE BU KADAR MÜLK VAR? 

Bu soruya bugün mirasa konu edilecek özel mülkler perspektifinden cevap vermeli. Zira bu kurumların tarihsel ve idari diğer yönleri konumuzla ilgili değil. Padişahın şahsi mülklerinin / varlıklarının yönetimi için kurulmuş bir idari yapı  ve bu yapının yönettiği mallar bütünü var, adı Hazine-i Hassa. Bir nevi özel mülk yönetim organizasyonu. Yalnızca gayrimenkullerden müteşekkil değil padişahın kendisine ait maden işletme hakları, dalyan ve sair her türlü maddi değerden oluşuyor. 2. Abdülhamit, şehzadeliği döneminden itibaren, şahsi geliri ile yüzlerce mülk edinmiş. Kimi uzmanlara göre deha derecesinde ekonomi bilgisine sahip. 33 yıl padişahlığı sürecinde de Hazine-i Hassa bu hacme ulaşıyor.

Hürriyet, Haber: Yenal Bilgici, 01.06.2015

STRATONİKEİA ANTİK KENTİNDE KAZI SEZONUNA DOĞRU

 

Muğla'nın Yatağan İlçesi'nde bulunan ve geçen ay UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi'ne alınan Stratonikeia Antik Kenti'nde bu yılki kazı çalışmaları kısa süre sonra başlayacak.

 

Antik Kent Kazı Başkanı ve Pamukkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Bilal Söğüt, AA muhabirine yaptığı açıklamada, bölgede kazıların 2008'de başlatıldığını söyledi.

 

Stratonikeia'nın geçen ay UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi'ne girdiğini hatırlatan Söğüt, 3 bin yıllık antik kentte, tarihin her döneminden kalıntılar bulunabildiğine işaret etti.

 

Bu sezon ödeneğin gelmesiyle, kazı alanındaki kirliliği ve otları temizlemeye başladıklarını anlatan Söğüt, çalışmaların 25 kişilik ekiple yürütüldüğünü dile getirdi.

 

Kazılar için hava şartlarının iyileşmesini beklediklerini belirten Söğüt, "Belirli alanlarda konservasyon ve restorasyon çalışmaları devam ediyor. Yakın zamanda da kazılara başlayacağız" dedi.

 

Önceki yıllarda başlattıkları Roma hamamı ve Batı Caddesi'ndeki kazıları bu sene de sürdüreceklerini dile getiren Söğüt, ayrıca beylikler dönemine ait Selçuklu hamamında çizimlerin tamamlanacağını, restorasyon projesini de bitirmeyi planladıklarını kaydetti.

 

Prof.Dr. Söğüt, "Şaban Ağa Camisi, tiyatro ve Kuzey Cadde'de yine aynı şekilde çalışmalarımız devam edecek. Stratonikeia'da antik dönemden günümüze her türlü kalıntıların olduğu alanda, şemalar halinde Osmanlı, beylikler, Roma ve Hellenistik dönemlere ait yapılardaki çalışmaları sürdüreceğiz" ifadelerini kullandı.

Memleket, 01.06.2015

TARİHİ CAMİYE KIRAATHANE



Yasalara göre, ibadethaneler ile kıraathaneler arasında kapıdan kapıya en az yüz metre uzaklık bulunması zorunlu. Ancak Çeltik İlçesi’nin AKP’li Belediye Başkanı Mehmet Ekizoğlu, bu kanunu hiçe sayıyor. Tarihi yapıya da zarar vermesine rağmen, 1000 yıllık caminin yanı başına kıraathane inşa edilmesine izin veriyor.

 

Konya’nın Çeltik İlçesi’nde 11. yüzyılda Selçuklular döneminde yapılan Merkez Cami’nin bitişiğine kahvehane yapılıyor. Çeltik’in AKP’li Belediye Başkanı Mehmet Ekizoğlu, hem tarihi değere zarar verildiği, hem de yasaya göre caminin yanına kahvehane yapılamayacağı hatırlatılarak yapılan uyarılara aldırış etmiyor.
 

VATANDAŞ RAHATSIZ

Muhalefet partilerinin ilçedeki temsilcileri de, hem dini hem de tarihi değerlere yapılan bu saygısızlığa tepki gösterdi. MHP Çeltik İlçe Başkanı Mevlüt Kandil, “Camiye ibadete giden vatandaşlarımız da bu durumdan rahatsız” dedi. CHP İlçe Başkanı İsa Yalvaç ise, “Tarihi caminin yanında bu yapılaşma olmamalıydı. Belediye kimsenin fikrini sormadan, tek taraflı olarak, almış başını gidiyor” diyerek rahatsızlığını ifade etti.

Sözcü, Haber: Gökmen Ulu, 01.06.2015

NAZIM HİKMET VAKFI, AVM OLUYOR



 

Nazım Hikmet Vakfı’nın da olduğu 116 yıllık tarihi bina AVM oluyor. İstanbul Beyoğlu'nda bulunan binanın AVM yapılacağı gerekçesiyle boşaltılması istendi.

 

Nazım Hikmet Vakfı yaptığı açıklamayla Nazım'ın ölüm yıldönümü olan 3 Haziran’da yapacakları eyleme destek çağrısında bulundu.

 

Açıklamada, “Nazım Hikmet Vakfı, kiracısı olduğu 116 yıllık tarihi binasından diğer kiracılarla birlikte çıkarılıyor. 20 yıldır etkinliklerimizi sürdürdüğümüz 116 yıllık tarihi binamız otel ve AVM yapılmak istenmektedir. Bu gelişmeleri protesto etmek için Nazım Hikmet'in 52. ölüm yıldönümü olan 3 Haziran 2015 günü saat 11:00 'de bütün Nazımseverleri ve demokrat kamuoyunu ellerinde kırmızı karanfillerle Vakıf binamıza bekliyoruz" ifadeleri yer aldı.

Haber Sol, 01.06.2015

SIRAYA GİRİN!

 

 

Üsküdar’da, ismini taşıyan köşkü geçtiğimiz yıl kül olan Hüseyin Avni Paşa’nın mirası da mahkemelik oldu.

 

Hüseyin Avni Paşa’nın dördüncü kuşak torunu olduğunu iddia eden Emrullah Serhat Gelendost, iki yıl önce veraset belgesi alabilmek için dava açtı ve elle çizilmiş bir soyağacını mahkemeye delil olarak sundu.
 

DAVA KİLİTLENDİ
Dava üzerine görüş istenen Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, geçtiğimiz hafta mahkemeye gönderdiği yazıda, Paşa’nın oğlundan başka bir de kızı bulunduğunu tespit ettiklerini, ancak nüfus bilgilerine ulaşamadıklarını bildirdi. Böylece dava kilitlendi. Mahkeme Hüseyin Avni Paşa’nın kızı ve kızından doğan çocukların olup olmadığının araştırılmasına karar verdi. Paşa’nın kızından gelen soyu da bulunursa, miras paylarının tespiti mümkün olacak.

Hürriyet, Haber: Özge Eğrikar, 31.05.2015

AŞK KİLİTLERİ KALDIRILACAK

 

Paris’in sembollerinden Pont des Arts köprüsündeki “aşk kilitleri” kaldırılıyor.

 

 

Çiftlerin asma kilitleri köprüye astıktan sonra anahtarlarını Seine nehrine atması son yıllarda gelenek haline geldi. Ancak geçen yıl kilitlerin ağırlığı nedeniyle köprünün bir bölümü çöktü.

 

 

45 TONLUK KİLİT

Paris Belediyesi yetkilileri, Pazartesi günü güvenlik riski nedeniyle tüm kilitlerin kaldırılamaya başlanacağını açıkladı. Köprünün üzerinde bir milyon kilit olduğu tahmin ediliyor. Bu kilitlerin kesilmesiyle köprünün yükü 45 ton hafifleyecek. Notre Dame yanındaki Pont de l’Archeveche köprüsünün katedrale bakan tarafındaki kilitler de kaldırılacak.

Sözcü, 31.05.2015

FRİDA'NIN BAHÇESİ BRONX'TA

 

 

Aplikasyonlar en az 1.5 saat yol yapacağımı söylüyor. Bronx’taki New York Botanik Bahçesi’ne tek bir trenle ulaşmak biraz zor; bir-iki aktarma, metrodan inince ya otobüse ya da taksiye atlamak gerek. Metro çıkışında yolda ilk rastladığım ve “Botanik bahçesine buradan mı gidilir?” diye sorduğum adam, “İngilizce bilmiyorum” diyor. Evet anlaşıldı, sorduğum adam da ben de besbelli evimizden epey uzaktayız. Botanik bahçesine ulaştığımda gişedeki yaşlı görevli “Bahçeye ilk gelişiniz mi?” diyor. Elime tutuşturduğu bahçe haritasında Frida Kahlo sergisi hariç her şeyi işaretliyor. “Önce şuraları bir dolaşın, sonra nasılsa ona bakarsınız”. Zaten bahçede Frida Kahlo gibi giyinmiş, saçlarını örüp aralarına çiçekler takan genç kızlar yere atılmış mercimek taneleri gibi, onları takip eden kendini Casa Azul’da buluyor.

 

Casa Azul, yani Mavi Ev, Frida’nın ömrünü geçirdiği yer. 47 yıl aynı ev. Yürümeyi öğrendiği evde bir daha asla yürüyemeyeceğini söylediler, yürüdü; başına gelen kazaları ikiye ayırmıştı: Biri otobüs kazası, diğeri Diego. Hayatını ameliyatlar, alçılar arasında geçirirken; alçıların dışındaki hayatında -yaşamaya, aşık olmaya, kararlar almaya, babasıyla planlar yapmaya, ablasıyla mısır koçanı ayıklamaya, annesine direnmeye, Diego’ya ve diğer erkeklere ve kadınlara direnmemeye- devam ediyordu. Her yeri çiçeklerle doldurduğu, camlardan dantel perdelerin sarktığı, bahçesinde papağanlar, köpekler, maymunların dolaştığı bir evi vardı. Duvarlarını masmavi, kirişlerini kopkoyu kırmızı boyadığı ev: Casa Azul.

 

O KADAR YALNIZDI Kİ

Bundan evvel Claude Monet, Charles Darwin ve Emily Dickinson bahçeleri için de aynı şeyi yapan New York Botanical Garden, bu sene Casa Azul’un bir kopyasıyla Frida Kahlo’nun hayranlarını karşılıyor. Büyük kütüphanenin bir katı Frida’nın birkaç eserine ayrılmış. Duvarda kocaman harflerle, “O kadar yalnızdım ki, kendimden daha iyi bir şey bilmediğim için hep kendimi çizdim” yazıyor. Ailesi tarafından hazırlanan tavanı ayna kaplanmış sütunlu yatakta, başından aşağı tüm vücudu alçıdan korse içinde yattığı o günlerde, kendi kendisinin modeli oluyor, yıllar sonra Picasso “Biz onun gibi insan yüzleri çizmeyi bilmiyoruz” diyordu. Aradan geçen yıllar ayna karşısında kendi fotoğrafını çekmeye, New York Botanical Garden’ın Frida Kahlo sergisi için hazırlattığı mobil uygulamasında “Frida’yla bir selfie’ni çek” seçeneğine döndü.

 

 

Sergi bölümü Frida hayranlarını pek kesmese de, bahçe her bahçe gibi mutluluk verici. Kafasına taktığı çiçekler, zakkumlar, devetabanları, kadife çiçekleri, aşk merdivenleri, gardenyalar, begonviller, bir de sözlüklerin yardım edemeyip de kestirmeden Meksika’nın tropikal çiçekleri diye çevirip bıraktığı Jacarandalar. Aynı Mavi Ev’ine yaptığı gibi kaktüslerle çizilmiş sınırlar, etraf sulu kaktüslerle (succulent) dolu. Bir de Afrika’dan gelen Calla lilyumları, Çin’den gelen krizantemler. Diego’nun eve yaptırdığı ve Frida’nın yattığı yerden de bahçesini görebildiği ek binanın hikayesini yazmışlar notlara. Baş edemediği ağrılarından ömrünün sonlarına doğru artık gezip dolaşamadığı, tadını çıkaramadığı bahçenin bir kopyasında neşe içinde dolanamıyor insan da!

 

BİR EŞARP EN FAZLA NE KADAR EDER?

Bahçenin sonunda Diego Rivera’nın Frida için yaptığı 7 basamaklı piramidi New York için yeniden hazırlayan isim Scott Pask. Orijinali Meksika’da duruyor, bahçe Frida Kahlo öldüğünden bu yana bambaşka bir hal almış olsa da. Bir köşede Frida’nın çalışma masası. Üzerinde bir köşede muhtemelen hep hayallerinde gezdiği bir dünya, rengarenk boyalar ve fırçalar duruyor. New York Botanical Garden, Frida Kahlo’nun etinden sütünden faydalanacak elbette. Bahçenin dükkanında Frida Kahlo mıknatısları, Frida Kahlo’lu fırın tepsisi tutacaklarına kadar her şeyi koymuşlar. Elbette alıcısı var, var da bugün hayatta olsa Frida Kahlo bile fırçayı basar! Yani bir Frida Kahlo’lu eşarp 170 dolara, TL ile 448 liraya satılır mı? Pes. Elbette satılmaz, alana mani olunmaz

Habertürk, Haber: Elif Key, 31.05.2015

TEK TEK YOK OLUYORLAR

 

Şehrimize yabancılaştırmak mı istiyorlardı bizi? Başka bir şehir yaratmak mı? Modernlik adı altında tarihi değerleri olmayan ve içi boşaltılmış bir şehir mi? Olduk olacağız, az kaldı.

Tarihimiz, toplumsal hafızamız, siliniyor.

 

Her haber ile biraz daha.

 

Bu sefer de Lebon Pastanesi’nden geliyor haber.

 

Gene aynı yasa, Borçlar Kanunu 347. madde. Kiranın başlangıcından 10 yıl geçtikten sonra kiracının sebep gösterilmeksizin tahliye edilebilmesi.

 

Rakım Ziyaoğlu 21. Yüzyıl Yaklaşırken Beyoğlu isimli kitabında değişik bölümlerde şöyle anlatır Lebon’u:

 

“...Gelelim Lebon Kafesine, Lebon’un resmi ünvanı (cafetiere, Patisserie, Glacier et Restaurant Lebon) dur. Bu uğraşıları ile Batı üslubunda İstanbul’da ve Türkiye’de açılmış ilk kahvehanedir. ...”

“Löbon- Batı Benzeri ilk (Cafe) Kahvehane; Hidiviyal Palas’ı geçtikten sonra Kumbaracı –Yokuşunun başında bugünkü ABC Kitabevi’nin yerinde İstanbul ve Beyoğlu’nun ünlü ve tarihi Löbon (Lebon) Pasta ve şekerlemecisi açılmıştı. Kahvehane diyoruz ama, kahve, pasta, şekerleme, dondurma ve özel yemekler de yapılırdı. İlk sahipleri daha doğrusu kurucusu Fransız’dı. Osmanlı Hükümeti yanında Fransız sefirinin aşçısı ve pastacısı idi.”

 

 Liji Pulcu Çizmeciyan’ın İstanbul’da Kayıp Zamanlar isimli kitabında Lebon’dan şöyle bahsedilir;

“Asıl namlı Pastaneler Tünel’e doğruydu: Kumbaracıbaşı Yokuşunun başında Lebon iyi sosyetenin gittiği bir yerdi. Orada Fransız kahvesi içilir, pasta yenirdi. Haftanın bir günü şair Yahya Kemal muhakkak orada bulunurdu, etrafında çömezleriyle, sohbet edilir, şiir okunurdu.”

 Lebon Pastanesi hala pastacı kremasını süt ve yumurtadan yapan, hakiki limonata servis eden, etraftaki konsolosluklara, yabancı okullara kendi bayramlarına göre çörekler pişiren bir mahalle pastanesi. Uzaklardan onun nisuaz, profiterol, piramitlerini yemeğe gelenlere hala hizmet veren. Bir aile işletmesi, çalışanları yıllardır aynı olan. Diğer ortakları Şakir Bey ise 65 yıldır İstiklal Caddesi’nde. Eski İnci Pastanesi’nin bulaşıkçılığından işe başlayıp, müdür olduktan sonra Lebon’a ortak olan 81 yaşında bir beyefendi, hala her sabah işine geliyor...

 

Pastanenin ortağı Abdurrahman Cengiz’in oğlu Murat Cengiz ile konuştum. Onların da davası ilk mahkemede sonuçlanmış. Mal sahibi olan vakıf zaten dört yılda bir kira artışı için dava açarmış ve sonunda uzlaşmaya bağlanırmış. Ama bu sefer direkt tahliyesi için açılmış mahkeme ve tek celsede tahliye kararı verilmiş.  Temyize gidiyorlar, umutlu Murat Bey ama ‘bu yasanın adaletini , mantığını anlamak mümkün değil’ diyor. Anlaşılacak bir yanı yok zaten. 

 

 Evet yasa bu, Borçlar Kanunu madde 347. Sırf mülk sahiplerinin sırtını sıvazlayan bir yasa.

 Rantın yüksek olduğu bölgelerde bu hikaye yayılmaya başladı.

 

10 yılda bir işletme değişirse, ne değeri olur ki bunun. Ne tarih yazılır ki? Cadde-i Kebir zaten yok, eskide yaşayalım demiyorum ben de. Ama yüzyılı, elli yılı, hatta 30 yılı aşan işletmelerin kapanıp gitmesi, sırf mal sahibi olmadıkları için... Evet bu ticaret olabilir bazıları için ama benim için, benim gibi düşünen İstanbul sevenler için böyle değil. Ticaret idam cezası demek değildir ki. Dükkan sahibi olmanın bedeli bu kadar yüksekken o işletmeler nasıl devam edebilir ki bu kanunla? 10 sene doldu hadi yallah düşüncesi ile ne kazancımız olur ki? Maneviyattan bahsediyorum. Maddiyata geçersek o işletme sahibi ne yatırım yapar ki kendine, markasına, nasılsa çıkartılacağım diyerek, o da günü kurtarmaz mı... 

 

Peki tarihi değerlerimizi neden koruma altına alamıyoruz, almıyoruz, bunun neden yasası yok? Neden her şey iki günlük dünya mantığında, para çarkında, dünü silerek, yarını umursamayarak, sadece bugünü düşünenlerin elinde?

 

Eskiden el sıkışarak yapılan anlaşmalar şimdi veraset sahiplerinin elinde acımasızca üstü çizilerek paraya dönüştürülmüyor mu?

 

Peki ne yapabiliriz? Ben artık bilmiyorum. Konu pasta da değil, köfte de, kaymak da. Tarihi Filibe Köftecisi için imza kampanyası bile başlattık, ne oldu? Hiç! İki elin on parmağını geçemiyoruz.

Umursamıyoruz. Beni en çok üzen bu; duyarsızlık, bakıp geçmek, görüp kafa çevirmek, başka yöne bakmak, yol değiştirmek. Benim başıma gelmesin de demek. Ama bizim şehrimizin başına geliyor, evimizin, canımızın. Beğenmediğin işletme olabilir, sırf sen o pastayı beğenmiyorsun, adam bana ters baktı diye, işletme tarzına burun kıvırıyorsun diye yok olup gitmesine göz yummak ne demek? Ben anlamıyorum.

 

Şehrimize yabancılaştırmak mı istiyorlardı bizi? Başka bir şehir yaratmak mı? Modernlik adı altında tarihi değerleri olmayan ve içi boşaltılmış bir şehir mi? Olduk olacağız, az kaldı. Sadece dedelerin gençliklerinin geçtiği pastanelere  torunlarını alıp gitsinler, romantik olalım demiyorum ki.  Demiyorum ama bu kadar tarihi işletmenin kapanması süresinde neden yaygara kopartamadığımızı anlamakta güçlük çekiyorum.

 

Bir otele, bir zincir kahveciye, bir zincir köfteciye, bir şans oyunları bayiine, bir milyonculara, aynı hediyelik eşyaları süsleyen vitrinlere, her köşe başındaki dönerciye, zincir mağazaların bir şubesine daha ihtiyacımız yok! Beyoğlu’na neden gidelim ki, aynı markaları görmek için mi?

Konu; İstanbul, şehir kültürü, İstanbul’u İstanbul yapan işletmelerin varlıklarını devam ettirmeleri, toplumsal hafızamız, şehir ruhumuz, kentimizin bütünlüğü. 

 

Omuzlarım çöküyor... Sonra olmaz diyorum, dik duracağım, dik duralım!

Radikal, Yazı: Tuba Şatana, 31.05.2015

RIZA SARRAF, BOĞAZ'DAKİ YALISINA KAT ÇIKTI

 

17-25 Aralık operasyonlarında gözaltına alınan Rıza Sarraf, İstanbul Kanlıca’daki tarihi iki yalıyı 2011’de 40 milyon dolara aldı. Yasa gereği çivi bile çakılması yasak olan yalısına, kaçak kat çıktı, iki bina arasına asansör, tüp geçit ve otomatik iskele yaptırdı.

 

Sözcü gazetesinden İsmail Şahin'in haberine göre Rıza Sarraf’ın, Kanlıca’da 40 milyon dolara satın aldığı iki yalıyı yasalara aykırı olarak restore ettiği ortaya çıktı. Sarraf, toplam üç yalıdan oluşan Mehmet Arif Bey Yalıları’ndan ikisini, 2011 yılında eşi Ebru Gündeş’e doğum hediyesi olarak almıştı. Osmanlı döneminde inşa edilen ve 1970 yılında ikinci derece tarihi eser olarak tescil edilen yalılardan birine kaçak kat çıkıldığı belirlendi. Toplam 770 metrekare büyüklüğündeki yalıların arasına dışarıdan da görünen asansör yapılırken, yan duvarların kırılarak tüp geçitle birbirine bağlandığı öğrenildi.

 

 

BOĞAZ’A 3 TON TAŞ BİLE DÖKTÜRDÜ

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın envanterinde “2’nci derece tarihi Mehmet Arif Bey Yalısı” olarak kayıtlı bulunan yalının zemin katının dış cephesinin yıkılarak tamamen camla kaplandığı görüldü. Yalılardaki ahşap korkulukların sökülerek yerine cam takıldığı, Boğaz’a açılan bahçelerin ise tamamen yıkılarak birleştirildiği tespit edildi. Bu alana deniz araçlarının rahat yanaşabilmesi için otomatik açılıp kapanan, basamak haline gelen elektrikli iskele sistemi kurulduğu belirlendi. Sarraf’ın, yalının aydınlatması için yapılan özel ışıklandırma nedeniyle denize 3 ton renkli taş döktürüldüğü iddia edildi.

 

HAPİS VE PARA CEZASI VAR

2960 sayılı Boğaziçi İmar Kanunu’nda tarihi ve doğal güzelliklerin yoğunlaştığı kıyı, sahil şeridi ve öngörünüm bölgesinde doğal yapıyı tahrip eden veya niteliğini bozanların iki aydan bir yıla kadar hapis ve 200 bin liradan 500 bin liraya kadar ağır para cezası ile cezalandırılacağı belirtiliyor. Kanuna göre, Boğaziçi İmar Müdürlüğü’nün, masrafların iki katı bedeli mal sahibinden tahsil ederek tarihi köşkleri aslına uygun hale getirmesi gerekiyor.

 

İstanbul’a güzelliğini veren Boğaziçi bölgesini korumak için 1984 yılında kurulan Boğaziçi İmar Müdürlüğü’nün denetimi altında olan bölgede her üç yapıdan biri kaçak. Boğaziçi ön görünümünde toplam 28 bin 873 bina bulunuyor.

 

Rakamlar Boğaziçi İmar Müdürlüğü’nün kaçak ve çarpık yapılaşmayı önlemek için etkili denetim yapamadığını ortaya koyuyor. Söz konusu yapıların 6 bin 612’sinin gecekondu olduğu, geriye kalanların ise kamu binalarından lüks yalılara, eğlence merkezlerinden restoranlara kadar farklı tipte mekanlar olduğu kaydediliyor. TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Başkanı Tayfun Kahraman ise “Kaçak inşaatı kimin yaptığı önemli. Mülk sahibi güçlü bir iş adamı veya ünlü biriyse maalesef göz yumuluyor” dedi.

Radikal, 31.05.2015

 

******


REZA ZARRAB'IN KATINI KİMSE GÖRMEMİŞ

 

Reza Zarrab’ın Ebru Gündeş’e hediye alıp neredeyse yeniden yaptırdığı Boğaz kıyısındaki yalı iddiaya göre hiç denetlenmedi; Koruma Kurulu bile tadilatı Sözcü gazetesinin pazar günkü haberleriyle fark etti.

 

İşadamı Reza Zarrab (Rıza Sarraf) , Kanlıca sahilinde toplam üç yalıdan oluşan Mehmet Arif Bey Yalıları’ndan ikisini 2011 yılında eşi Ebru Gündeş’e doğum hediyesi olarak aldı. Yalıların tapusu Ebru Gündeş Zarrab adına çıkarıldı. Zarrab Ailesi, Osmanlı döneminde inşa edilen ve 1970 yılında ikinci derece tarihi eser olarak tescil edilen yalılarda geçtiğimiz yıl tadilat çalışması başlattı. İstanbul 6 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu, yapının orjinalini inceledikten sonra tadilat projesine onay verdi. Proje daha sonra Boğaziçi İmar Müdürlüğü’ne gitti.

 

3 KATTI, 4 OLDU

Ancak, tadilat tamamlandığında her iki yalının da silueti tamamen değişmişti. Yalının biri, yüksekliği değiştirilmeden 3 kattan 4 kata çıkarılmıştı. Diğer yalıda da önemli değişiklikler vardı.
Yalının eski ve yeni halini gösteren fotoğraflar, pazar günü Sözcü gazetesinde manşetten yayınlandı. Haberin ardından Kültür ve Turizm Bakanlığı devreye girerek tadilat projesine onay veren İstanbul 6 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu’ndan bilgi talep etti. Kurul da denetimden sorumlu Boğaziçi İmar Müdürlüğü’nden projenin dışına çıkılıp çıkılmadığı konusunda bilgi istedi.


İnceleme yapılacak

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın devreye girmesinin ardından, Boğaziçi İmar Müdürlüğü ekipleri önümüzdeki günlerde Ebru Gündeş Zarrab’ın yalısına giderek inceleme yapacak. Tadilat projesinin dışına çıkıldığı tespit edilirse, Ebru Gündeş Zarrab hakkında 2960 sayılı Boğaziçi İmar Kanunu’na muhalefetten işlem yapılacak. Bu durumda denetimden sorumlu Boğaziçi İmar Müdürlüğü ekipleri hakkında da soruşturma açılabilecek.

Hürriyet, Haber: Fırat Alkaç, 01.06.2015

 

******


ZARRAB'IN KAÇAK YALISINI 14 AY BOYUNCA GİZLEMİŞLER

 

Zarrab-Gündeş Çifti’nin Boğaz’daki kaçak yalısıyla ilgili İçişleri Bakanlığı’na 14 ay önce ihbar geldiği, ihbar üzerine CHP’li Tanal’ın soru önergesi verdiği ortaya çıktı Bakanlık ise harekete geçmedi.

 

Türkiye’yi derinden sarsan 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonlarının kilit ismi Reza Zarrab’ın eşi Ebru Gündeş’e hediye ettiği İstanbul Kanlıca’daki iki yalıda yapılan restorasyon ve kaçak katı SÖZCÜ gündeme getirmişti. SÖZCÜ, Zarrab-Gündeş Çifti’nin, Osmanlı döneminde inşa edilen ve 1970 yılında ikinci derece tarihi eser olarak tescil edilen Mehmet Arif Bey yalılarına kaçak kat çıkıp, tünelle birbirine bağladığını, dış cepheyi de baştan aşağıya yenileyerek tarihi esere zarar verdiğini duyurmuştu. Kaçak yalıyla ilgili önemli bir bilgi daha ortaya çıktı. İşte ayrıntısı:

 

CHP, yalının peşine düştü

Yalı ile ilgili İçişleri Bakanlığı’na tam 14 ay önce ihbar geldiği, ancak Bakanlığın olaya duyarsız kaldığı öğrenildi. CHP Milletvekili Mahmut Tanal Mart 2014’te, TBMM’ye önerge vererek “Zarrab’a ait Kanlıca’daki yalıda yapılan tadilat için, Boğaziçi İmar Müdürlüğü’nden izin alındı mı?” diye sordu. Ancak dönemin İçişleri Bakanı Efkan Ala, CHP’li Tanal’ın önergesine cevap vermedi.

 

TANAL: USULSÜZ TADİLATI KİMSE GERİ ÇEVİREMEZ

SÖZCÜ olayı gündeme getirince Kültür Turizm Bakanlığı, 14 ay sonra soruşturma açtı. CHP’li Tanal da SÖZCÜ’ye şöyle konuştu: “13 Mart günü TBMM’ye önerge verdim. Tadilat ile yalının tarihi dokusu bozuluyordu, kaçak kat çıkıyorlardı, bunların engellenmesini İçişleri Bakanlığı ve Boğaziçi İmar Müdürlüğü’nün duruma el koymasını istedim. Hiçbir adım atılmadı. Artık bu yalıdaki usulsüz tadilatı kimse geri çeviremez. Çünkü ipler Zarrab’ın elinde, ona dokunamıyorlar. .”

 

Ala, Tanal’ın sorularını yanıtlamadı

CHP Milletvekili Mahmut Tanal, 13 Mart 2014 tarihinde, dönemin İçişleri Bakanı Efkan Ala’ya, Reza Zarrab’ın Boğaz’daki yalılarıyla ilgili şu soruları yöneltti:


Zarrab’a ait olan İstanbul İli Kanlıca Çubuklu Yolu üzerindeki 2 yalı, Rıza Sarraf tarafından ne zaman satın alınmıştır?
Boğaziçi imar kapsamında bulunan bu 2 yalıya tadilat ile yapılan değişiklikler Boğaziçi imara uygun mudur?
Boğaziçi İmar Müdürlüğü’nden gerekli izinler alınmış mıdır? Alınmışsa izinlere uygun şekilde yalılarda restorasyon yapılmış mıdır?
Yapılan değişiklikler hakkında Boğaziçi İmar Müdürlüğüne yapılan şikayetler olmuş mudur? Olduysa bu şikayetler hakkında ne tür işlemler yapılmıştır?
Boğaziçi imar yasasına aykırı işlem yapanlar hakkında hapis cezası verilmesi gerekirken, bu değişikliği yapanlar hakkında bu yönde bir işlem yapılmış mıdır?
Yasaya aykırı tadilat yapanlar hakkında işlem yapılmamasına kim göz yummuştur? Bu kişiler de suç işlemiş değil midir?

 

 

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI, BOĞAZİÇİ İMAR MÜDÜRLÜĞÜ’NDEN BİLGİ İSTEDİ
Zarrab’ın yalısı için İstanbul 6 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu, tadilata onay verdi. Üç katlı yalı 4 kata yükseldi. SÖZCÜ yalıyı gündeme getirince Kültür ve Turizm Bakanlığı devreye girdi.

Sözcü, 03.06.2015

BALIKLIGÖL HEYKELİ YENİ YERİNDE ZİYARETÇİLERİNİ BEKLİYOR

 

Şanlıurfa'da 20 yıl önce çevre düzenlemesi çalışmalarında bulunan ve MÖ 9 bin 500'lü yıllara ait Balıklıgöl heykeli, yeni yerinde ziyaretçilerini bekliyor.

 

Tarihi Balıklıgöl yerleşkesi yakınlarında 1995'te belediye ekiplerinin altyapı çalışması sırasında 4 parça halinde bulunan ve Balıklıgöl heykeli adı verilen kireç taşı yontu, Şanlıurfa Müze Kompleksinde ayrılan özel bölümde sergilenmeye başlandı.

 

Şanlıurfa Müzesi Müdürü Müslüm Ercan, AA muhabirine yaptığı açıklamada, açılışını Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 'ın yaptığı müze kompleksinde birbirinden değerli eserlerin sergilendiğini söyledi. 

 

Bunlar arasında milattan önce 9 bin 500'lü yıllara tarihlenen, "dünyanın gerçek boyutta yontulmuş ilk eseri" olarak bilinen ve 180 santimetre boyundaki Balıklıgöl heykelinin de yer aldığını belirten Ercan, "İnsan boyutunda yapılmış dünyanın en eski heykeli olarak bilinen Balıklıgöl heykeli için kompleksteki Arkeoloji Müzesinde özel bir alan tahsis ettik. Müzemizde geniş bir salonu sadece Balıklıgöl heykeli için ayırdık ve tek sergiliyoruz. Bu, esere verdiğimiz değeri ve eserin bizim için ne kadar önemli olduğunu gösteriyor" şeklinde konuştu.

 

Derin ve yuvarlak göz yuvalarındaki obsidyen taşlarla dikkati çeken heykelin burnunun  zaman içerisinde deforme olduğunu ifade eden Ercan, ağzının betimlenmemesinin ise araştırmacılarca dini figür şeklinde yorumladığını anlattı.

 

- Kabartmaların benzerliği

Ercan, heykelin göğsündeki "V" biçimli kabartma iki hat ve karnının üzerindeki ellerin, Göbeklitepe'deki dikili "T" taşlar üzerindeki kabartma çizgileri anımsattığını dile getirerek, "Gövdesinin alt kısmını oluşturan bacaklar ve ayakların belirgin şekilde yontulmadığı Balıklıgöl heykeli, ulusal ve uluslararası bilim çevrelerince dünyanın bilinen ilk gerçek boyuttaki insan heykeli olarak kabul ediliyor" dedi.

 

Şanlıurfa Müze Kompleksinde Cilalı Taş Devri'ne ait çok sayıda eser bulunduğunu vurgulayan Ercan, Neolitik döneme ilgi duyanların, bilgi edinerek müzeden ayrılacağını sözlerine ekledi.

Radikal, Haber: Eşber Ayaydın, 30.05.2015

ŞEHZADENİN KILICINI YİNE KIRDILAR

 

Amasya’da Yalıboyu Evleri önünde Yeşilırmak kenarına belediye tarafından konulan selfie çeken şehzade heykelinin kılıcı bir kez daha kırıldı.

 

Daha önce elindeki cep telefonu ve belindeki kılıcı kırılan, belediye tarafından yenilendikten sonra yeniden yerli ve yabancı turistlerin ilgisi haline gelen şehzade helkeninin kılıcı yine kırıldı.
 


 

24 saat mobese kamerası tarafından gözetim altında olmasına rağmen bugün kimliği belirsiz kişi veya kişiler tarafından kırılan kılıç, tepkilere neden oldu.

 

Vatandaşlar bunu yapanlara karşı tepkilerini dile getirdi.

 

 

Amasya Belediye Başkan Yardımcısı Osman Akbaş, "Şehzade heykeline 50 defa zarar verseler aynısını yaptırıp, aynı yerine tekrar koyacağız" dedi. Polis konuyla ilgili soruşturma başlattı.

Hürriyet, Haber: Sinan Harmancı, 30.05.2015

BODRUM SUALTI ARKEOLOJİ MÜZESİ'NDE EKSİK VE SAHTE ESERLERİN İNCELENMEDİĞİ İDDİASI

 

Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi’nde 16 yıl görev yaptıktan sonra emekli olan Konservasyon Uzmanı ve Arkeolog Ayşe Temiz, müzede eksik ve sahte eserler olduğuna dair inceleme yapılmadığını iddia etti.


Geçtiğimiz günlerde, Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi Müdürü Emel Özkan’ın, müzedeki tarihi eser niteliği taşımayan topların ve bazı duvarların boyatılmasından dolayı hakkında düzenlenen müfettiş raporu doğrultusunda, Müze Müdürü olarak atandığı ortaya çıkmıştı. Konu hakkında İstanbul Restorasyon ve Konservasyon Merkez ve Bölge Laboratuvar Müdürlüğüne bağlı bir ekip toplar üzerinde inceleme başlatırken, yeni iddialar arasında müzede eksik ve sahte eserler olduğuna dair inceleme yapılmadığı yer aldı.


16 yıl boyunca Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesinde görev yaptıktan sonra emekli olan Konservasyon Uzmanı ve Arkeolog Ayşe Temiz, Bodrum’da yerel bir televizyona yaptığı açıklamada şunları söyledi:
"Toplar yapıldığı günden beri koruma amaçlı olarak boyanırlar. Boyadan başka bir şey kurtarmaz çünkü demirdir. Demir çok çabuk ufalanır. Arkeolojik kazılardan demir eser çıkması mümkün değildir. Çünkü toprakta korozyona uğrar ve erir. Saf demir eserin ele geçmesi mümkün değildir. 2863 sayılı yasa gereği son 6 padişahın çıkardığı sikkeler bile tarihi eser sayılmıyor, kaldı ki bu toplar demir dökümdür. 1855’den sonra yapılmıştır. Döküm eser tarihi eser olmaz. Ben Haziran ayında İngiltere’de ki British Museum’daydım oradaki toplar da boyalıydı."


"GÖKTEPE BİRİNCİ DERECE ARKEOLOJİK SİT ALANI İLAN EDİLECEK"
Müzeyle ilgili yapılan spekülasyonların, başka bir önemli olayı örtbas etmek için bilinçli olarak çıkarıldığını ve temelinde büyük rantların yattığını iddia eden Temiz, "Bilinçli olarak başka şeyleri örtbas etmek için çıkarılmış bir yaygara bu boyalı top meselesi. Kökeninde rant vardır bu işin. Şuanda Müze Müdürü olan Emel Hanım, iki tane çok önemli nekropol alanı bulmuştur. Bir tanesi daha önce izin verilerek Göktepe’de yapılan inşaat alanının hemen yanındaki parselde mezarlık alan bulunmuştur ve birinci derece SİT bölgesi ilan edilecektir. Diğer yer ise Şalvarağa mevkii dediğimiz yerde nekropol alanı bulunmuştur. Kesinlikle konu ranta dayanıyor" diye konuştu.


“MÜZEYE GÖNDERİLEN MÜFETTİŞLERİN ASIL GELİŞ AMAÇLARI EKSİK ESERLERİ TESPİT ETMEKTİ”
Bakanlık tarafından Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi’ne gönderilen müfettişlerin asıl görevlerinin müzedeki eksik eserlerin tespiti olduğunu söyleyen Temiz, "Yukarıda eksik eser var. Bir müzede eksik eser ne demek. Bunu üzerine neden gidilmedi? Aynı sayı verilmiş eser var. Yani aynı sayı kullanılmış bu ne demektir? Eksik eser demektir ve sahte eserdir. Bunlar müfettiş tarafından neden kovuşturulmadı? Müfettiş bu işler için gelmişti ama toplarla ilgilendi. 19. yüzyıldaki topun boyasına döndü olay. Bakanlık bunu iyi bilir. Bir müzede eksik eser çok önemlidir" ifadelerine yer verdi.


Öte yandan eksik eser, mükerrer kayıtlı eser ve sahte olan eserlerin bulunması için Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi Müdürü tarafından çağrılan, eser sayım ve tasnifi için gelen müfettişlerin ise bu çok önemli iddiaları es geçerek, topların ve sur duvarlarının boyanmasından dolayı soruşturma yapıp, ceza verilmesinin sağlandığı da iddia edildi. Müzeye denetim için gelen ve düzenlenen raporda imzası olan Başmüfettişin de, hakkındaki bazı iddialar dolayısıyla 8 Mayıs 2015 tarihinde üçlü kararnameyle görevden alındığı iddia edildi.

Sabah, 30.05.2015

BODRUM KALESİ'NDE PLASTİK BOYAYLA BOYANAN 600 YILLIK TPLARIN TEMİZLİĞİNE BAŞLANDI

 

 

Muğla’nın Bodrum İlçesi'nde Sualtı Arkeoloji Müzesi’ndeki, plastik boyayla boyanan 600 yıllık tarihi topların eski haline dönüştürülmesi için çalışmalar başladı.

 

Bodrum’da, geçen sene 4-5 Haziran’da düzenlenen, 4’üncü Türk Konseyi Zirvesi öncesinde dünyanın sayılı müzeleri arasında yer alan Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi önündeki Osmanlı topları plastik boyayla boyanmıştı. Topları boyatarak tarihi dokuya zarar veren müze müdürü Emel Özkan, geçen hafta görevinden alınmış, ancak bu sefer de Muğla Müze Müdürlüğü’ne atanmıştı.

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesindeki İstanbul Restorasyon ve Konservasyon Merkez ve Bölge Laboratuvar Müdürlüğü tarafından başlatılan çalışma kapsamında üç konservatör ve iki restoratör, müzenin giriş ve üst avlusunda bulunan tarihi sekiz topu tekrar orijinal haline getirmek için çalışıyor.

diken.com.tr, Fotoğraf: DHA, 29.05.2015

BU TESPİHE PAHA BİÇİLEMİYOR

 

 

Ortadoğu’da yaşanan olumsuz gelişmeler tespih fiyatlarını da vurdu. Mardin’de tespih fiyatları altın fiyatlarıyla yarışırken, her tanesinde sinek veya örümcek fosili bulunan kehribar tespihine ise paha biçilemiyor.

 

Mardinli tespih ustası Fatih Oruk, elinde birçok tespihin bulunduğunu fakat her tanesinde sinek veya örümcek fosili bulunan kehribar tespihine ise paha biçemediğini ifade etti.


Bir ton kehribardan bir tespih çıktığını belirten Oruk, tespihin milyonlarca yıl önce taşlaştığı tahmin edilen reçineden yapıldığını ifade etti.

 

KEHRİBARLAR UKRAYNA'DAN GETİRİLİYOR
Kehribarın Litvanya ve Ukrayna'dan ham madde olarak Türkiye'ye getirildiğini ve burada ustalarca işlendiğini aktaran Oruk, işçiliğinin yaklaşık 20 gün sürdüğünü söyledi.

 

''25 BİN, 30 BİN LİRA FİYAT VERENLER OLDU''
Oruk, "Fosile zarar vermeden delikler açıldı. İçinde fosil bulunan habbe küçüldükçe değeri artıyor. Tek tanesinde fosil bulunan bazı tespihleri 8-10 bin liraya satıyorlar. Bu tespihin tamamında, imamesine kadar fosilleşmiş böcekler var. Bu yüzden bir fiyat söyleyemeyeceğim. Satın almak için birçok kişi fiyat teklifinden bulundu. 25 bin, 30 bin lira fiyat verenler oldu. Ama ben satmayacağım. Bu teşbihi ben yaptım, oğluma bırakacağım. Oğlum da kendi oğluna bırakıyor ve bu şekilde bir hatıra kalır. Bu yüzden özenle saklıyoruz, her zaman çıkarıp çekmiyoruz" dedi.

Hürriyet, 29.05.2015

TARİHİ BİNA KAMPÜS OLUYOR

 

 

Tarabya İngiliz Okulları lisesinden sonra ilkokulu da Yeniköy’de hizmete açılıyor.

 

Tarabya İngiliz Okulları Yeniköy'ün simgesi Yeniköy Panaiya Rum Kilisesi ve Mektebi Vakfı'na ait bölgede Rum Okulu olarak bilinen tarihi binayı bünyesine kattı.

Bina 1870’te Hristakis Zoğrafos’un bağışlarıyla Yeniköy'de Zoğrafyon Kız Lisesi olarak kurulmuş ve uzun yıllar Yenikoy Rum İlkoğretim Okulu olarak faaliyet yürütmüştü. Eylül 2015 itibariyle de bina Tarabya İngiliz Okulları İlköğretim binası olarak hizmet vermeye başlayacak.

Radikal, 29.05.2015

O PARA 139 YIL SONRA ORTAYA ÇIKTI

 

 

Para koleksiyoncularının yüzyılı aşkın süredir var olup olmadığını tartıştığı 1876 tarihli, resimli filigran kullanılan 50 kuruşlukOsmanlı Kaimesi, Almanya'da yaşayan bir koleksiyoncunun  değer tespiti için gönderdiği paraların arasından çıktı.

 

Merkezi Londra'da bulunan uluslararası müzayede şirketi Spink'in danışmanlığını yapan nümismat (kağıt para koleksiyoncusu) Mehmet S. Tezçakın, adının saklı tutulmasını isteyen koleksiyoncunun, satmayı düşündüğü bazı Osmanlı kağıt paralarını değer tespiti yapması için kendisine gönderdiğini  anlattı.

 

AA muhabirine değerlendirmeler yapan aynı zamanda Tarihi Sultanahmet  Köftecisi'nin 3. kuşak sahibi de olan Tezçakın, 1876 tarihli 50 kuruşluk bir kaimeyi ışığa tutarak incelerken, filigran olarak resim kullanıldığını gördüğünü belirterek, şunları söyledi:

"O an duyduğum heyecanı anlatamam. Osmanlı döneminde resimli filigran kullanılan bir paranın basıldığı yüzyılı aşkın süredir söylenir ama bugüne kadar bu para hiç ortaya çıkmamıştı.  Dünyadaki  tüm nümismatlar, bu paranın peşindedir.  Dini inançlardan dolayı Osmanlı döneminde basılan kağıt paraların hiçbirinde resim bulunmaz. Az sayıda filigranlı para vardır, bunlar da düz çizgi şeklindedir.  Bu parayı ışığa tuttuğunuzda ise  filigran olarak hilal şeklindeki ay içinde  burnu ve kaşları II. Abdülhamid'e benzeyen bir resmin kullanıldığı görülüyor."

 

Osmanlı Bankası'nda basılan kaimede, dönemin Maliye Nazırı Abdullah Galip Bey'in mührü ile 3 aylık padişahken tahttan indirilen V. Murad'ın tuğrasının bulunduğunu kaydeden Tezçakın, "Filigrandaki resmin tuğranın sahibi V. Murad'a değil de kendisinden sonra tahta çıkan II. Abdülhamid'e  benzemesi  efsane paranın bir diğer sırrı. Bu para istenilerek mi basıldı ya da V. Murad veya II. Abdülhamid'e karşı düzenlenmesi planlanan bir komplonun parçası mıydı bilemiyoruz. Bunları nümismatlar ve tarihçiler araştırmalı" diye konuştu.

 

Almanya'daki koleksiyoncudan aldığı izinle, bu tarihi olayı kamuoyuyla paylaştığının altını çizen Tezçakın, "Paha biçilmez bu ünik parça maalesef yakında yurtdışında satışa çıkarılacak. Bu paraya özellikle Amerikalı, Arap ve İsrailli koleksiyoncuların ilgi göstereceğinden eminim.  Türk finans tarihinin en değerli parçası olan bu kaime, mutlaka  Türkiye'ye getirilmeli ve para müzesinde sergilenmeli" dedi.

Akşam, 29.05.2015



24 - 30 Mayıs 2015

DRAKULA'NIN TOKAT'TAKİ HÜCRESİNE İNİLİYOR

 

“Kont Drakula” ya da “Kazıklı Voyvoda” lakaplı Eflak Voyvodası III. Vladimir’in Fatih Sultan Mehmet döneminde esir tutulduğu rivayet edilen Tokat Kalesi’ndeki gizli geçidin açılmasına yönelik çalışmalar hızlandı.

 

İl Kültür ve Turizm Müdürü   Abdurrahman Akyüz, Roma dönemine ait ve sarp yapıya sahip kalenin, Osmanlı döneminde önemli kişiler için hapishane olarak kullanıldığını hatırlattı.
Akyüz, kaleye çıkan ve “Ceylan Yolu” olarak bilinen gizli geçidin ihalesini yaptıklarını belirterek, 3 yıl içinde bölgeyi, sosyal tesislerini de tamamlayarak hizmete açacaklarını kaydetti. Yolun sonunun nereye çıkacağını bilmediklerini anlatan Akyüz, “Tarih kitaplarına baktığımız zaman bunun, Pervane Hamamı’na 360 basamakla geldiğini biliyoruz. Şu anda 15 metre aşağı indik, 25-30 arasında merdiven sayısına ulaştık” dedi.

 

1 milyon turist
Yıllık 310 bin ziyaretçi ağırlayan Tokat’ın, sahip olduğu tarihle birkaç yıl içinde yılda 1 milyon turisti ağırlayacağını kaydeden Akyüz, “Burası Selçuklu, Osmanlı, Danişmend ve Bizans şehri olarak pek çok kalıntıya sahip. İpek yolu üzerinde gümrükleme işlemleri yapılmış, bu devletlerin en büyük şehirlerinden olmuş. Fuarlara da giderek kendimizi tüm dünyaya anlatacağız” diye konuştu. 

Milliyet, 29.05.2015

İNŞAAT KAZISINDAN 60 MİLYON YILLIK FOSİLLER ÇIKTI

 

 

Kanada'nın Alberta eyaletine bağlı Calgary kentinde bir inşaat kazısında 60 milyın yıllık fosiller bulundu. Edgar Nernberg, ev yaptırmak için kazdırdığı temel çukurundan çıkan kayalarda bazı şekillere rastladı. Kazıyı durduran Nernberg, Calgary Üniversitesi'ne müracaat ederek, kayaların incelenmesini istedi. Fosillerin bulunduğu kayaları inceleyen Calgary Üniversitesi paleontolojistlerinden Darla Zelenitsky, kazıdan 5 balık fosili çıktığını ve bunların 60 milyon yıllık olduklarını açıkladı. Zelenitsky, fosillerin Paskapoo Formasyonu olarak bilinen, kaya katmanlarının birbirinin altına girerek zemini oluşturdukları dönemden kaldığını söyledi. Ellerinde o döneme ait çok fazla bütün fosil örneği olmadığına dikkati çeken Zelenitsky, her bir balığın cüzdan büyüklüğünde olduğunu kaydetti.

Vatan, 29.05.2015

FATİH'İN İZLERİ CANÇEKİŞİYOR

 

Fethin sembollerinden tarihi yarımadayı çevreleyen surlar, Kazlıçeşme Hamamı yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Ulubatlı Hasan’ın ilk sancağı dikip şehit olduğu yerde ise düğün salonu hizmet veriyor...

 

 

İstanbul’un fethinin 562. yılı görkemli bir şekilde kutlanmaya hazırlanırken, Fatih Sultan Mehmet ve Bizans döneminden miras kalan birçok tarihi eser yıllardır ihya edilmeyi bekliyor. Bu yerlerin başında fethin sembollerinden sayılan Rumelihisarı, tarihi yarımadayı çevreleyen surlar ve Kazlıçeşme Hamamı başta geliyor. 

 

Hamam viraneye döndü

İstanbul’da 500 yılı aşkın süredir ayakta kalmayı başaran tarihi eserlerin birçoğu artık yok olmak üzere... İstanbul’da ortaya çıkan bazı görüntüler ise kahramanların kemiklerini sızlatacak türden. İstanbul’un silüetini bozduğu gerekçesiyle büyük tepki toplayan 16/9 kulelerinin hemen yanı başındaki Fatih döneminden kalma Kazlıçeşme Hamamı’nın görüntüsü ise adeta yürekleri sızlatıyor. Neredeyse yok olmaya yüz tutan Fatih’in mirasının duvarında “Dikkat yıkılır” tabelası durumun vehametini anlatmaya yetiyor. Tarihi hamamın hemen bitişiğinde ise 2013 yılında Zeytinburnu Belediyesi tarafından restore ettirilen Fatih Camii yer alıyor. Tarihi eserlerin yanı sıra tarihi şahsiyetler ile bazı şehit mezarlarının durumu da “Böylesi ancak Türkiye’de olur” dedirtecek kadar vahim durumda bulunuyor.

 

‘Turist nereye gelecek?’

İstanbul tarihi konusunda önemli araştırmalara imza Mimar Sinan Genim, tarihi eserlerin durumunu yorumlarken, “Fatih Camii’nin hemen yanındaki Kazlıçeşme Hamamı’nın kaderine terk edilen bugünkü hali, geçmişin değerlerine verilen önemin bir yansıması gibi” diyor. Genim, sur içinde kalan yapıların yok olmaya yüz tuttuğunu da belirterek, şunları anlatıyor:

 

“Yaklaşık yirmi yıl önce İstanbul kara surları için kıyamet koparanlar bugün neredeler? Zaman zaman Gündeme gelen yıkılıyor, yok oluyor, kurtaralım, harekete geçelim çağrıları kısa sürede unutuluyor. Gündem çok hızlı değişiyor ve yeni bir konu üzerinde spekülasyon yapılmaya devam ediliyor. İstanbul surlarını unuttuk, ne haldeler, neler oluyor, haberimiz yok. Fatih Belediyesi surların bir bölümünün çevresini düzenledi, gezilip dolaşılabiliyor. Bir de açık havada yapılan nikah törenleri için düzenleme yapılmış. Ancak hemen gerisi kaderine terk edilmiş; burçların bir bölümü can ve mal güvenliğini tehdit edecek derece bakımsız, bazı bölümler yer yer dikenli tellerle girilmesi yasak bölge haline getirilmiş. Kara surlarının yanı sıra deniz surlarının, özellikle Ahırkapı, Cankurtaran ve Kumkapı bölümleri geceleri can emniyeti açısından birer tehlike, önlerinden geçmek bile ürkütücü. İstanbul’a daha çok turist gelsin istiyoruz. Ama nereye gelecek düşünen var mı? Yürüyecek doğru dürüst kaldırımı olmayan, soluklanmak için oturacak yeri bulunmayan bir şehre daha ne kadar turist gelmesini bekliyoruz? Uluslararası UNESCO Toplantısı 2016’da İstanbul’da yapılacak. Hazırlıklar sözde başladı, hemen her şey kağıt üzerinde tamam. Ayasofya-Topkapı Sarayı ve Sultanahmet Camii arasına sıkışmış bir turizm rotamız var. Üstelik bu rotanın sokakları da Türk kültürü dışında her kültürü yansıtıyor.” 

 

Ulubatlı’nın sancak diktiği yerde düğün

Ulubatlı Hasan ve arkadaşlarının ilk sancağı diktikleri Topkapı’daki burçların bir bölümünde ise artık düğün ve sünnet şölenleri düzenleniyor. Ulubatlı Hasan’ın şehit düştüğü bu alanda gelin masasının fiyatı 350 liradan, sünnet koltuğu ise 300 liradan pazarlanıyor. Mehterli düğün veya sünnet isteyenlerin ekstra ödemesi gereken ücret ise bin 750 lira.

 

Fethin 562. yılında ilginç manzaralardan birine de Topkapı burçlarında rastlıyoruz. Ulubatlı Hasan ve arkadaşlarının ilk sancağı diktikleri Millet Caddesi girişindeki Topkapı burçlarının bir bölümü tel örgülerle kapalı halde bulunurken, bir kısmında ise sünnet ve düğün organizasyonları yapılıyor. Topkapı Sosyal Tesisleri bünyesindeki burçların iç kısımları ise depo gibi kullanılıyor. Ulubatlı Hasan ve arkadaşlarının ilk sancağı diktikleri Topkapı’daki burçlar için hazırlanan düğün ve sünnet menüsündeki fiyatlar 38 liradan başlayıp, 52 liraya kadar çıkıyor. Ancak mönü fiyatlarına, davul zurna ekibi, palyaço, semazen, cibinlik, uçan balon, mehteran, ses düzeni gibi ekstralar dahil edilmiyor.

 

Surlar içler acısı

Bizans döneminden kalma Yedikule surları da diğer tarihi yapılar gibi içler acısı bir durumda bulunuyor. Surların birçoğu yıkılırken, ayakta kalanlar ise yok olma tehdidiyle karşı karşıya. 

 

‘Dikkat yıkılır’

16/9 kulelerinin gölgesindeki tarihi Kazlıçeşme Hamamı’nın duvarlarında “Dikkat yıkılır” tabelası yer alıyor. Viraneyi andıran Fatih dönemi eseri fethin sembollerinden sayılıyor. 

 

‘Kocaman camiler yapmak yerine...’

Sanat tarihi uzmanı Prof.Dr. Semavi Eyice ise İstanbul’da Bizans ve Fatih döneminden kalma eserlerin iyi durumda olmadığını ifade ederek, “Şikayet ettiğimiz  veya eleştirdiğimizde ise yetkililer ‘O kadar çok yapı var ki, biz ne yapalım’ diyorlar. Kocaman, devasa camiler yapmak yerine asırlık eserlerimize sahip çıkmalıyız. Bizans döneminden kalma birçok bina içine girilemeyecek kadar kötü durumda” diyor.

 

Benzin istasyonunda ekmekçibaşı türbesi 

İstanbul’un fethi sırasında ekmekçibaşı olarak görev yapan ‘Ekmekçibaşı Hacı Muhiddin Efendi’nin kabristanı Karagümrük Fevzi Paşa Caddesi’nin girişindeki bir benzin istasyonunun adeta içerisinde kalmış durumda.

 

Kazlıçeşme’ye adını veren Çeşmenin hali

Kazlıçeşme’ye adını veren tarihi Kazlıçeşme’de 16/9 kulelerinin gölgesinde kalmış durumda. Geçtiğimiz dönemde restore ettirilen çeşme ana yolun ortasında bulunurken, musluğu olmadığından suyu akmıyor.    

 

Kavşakta dikilitaş

Fatih Sultan Mehmet’in anısına 1950’li yıllarda Zeytinburnu ve Kasımpaşa semtlerinde yaptırılan iki adet dikilitaş görenlerin yüzünde ironik bir tebessüm yaratıyor.

Milliyet, Haber: Mert İnan, 29.05.2015

ŞİRİNCE ALTIN DOKUNUŞLARLA CANLANACAK

 

 

İzmir Röleve ve Anıtlar Müdürlüğü ile Selçuk Belediyesi arasında imzalan protokol kapsamında Şirince'de başlatılan Sokak Sağlıklaştırma Projesi çalışmaları hakkında halka yönelik bilgilendirme toplantısı yapıldı. Şirince Mahallesi'nde düzenlenen toplantıya AKPli Selçuk Belediye Başkanı Zeynel Bakıcı, İzmir Rölöve ve Anıtlar Müdürü Cemil Karabayram, belediye başkan yardımcıları, Selçuk Ticaret Odası Başkanı Koray Yolcu, Selçuk Ziraat Odası Başkanı İbrahim Erdallı, Selçuk Esnaf ve Sanatkarlar Odası Başkan Vekili Özgür Aydoğan, Şirince Mahallesi Muhtarı Levent Apak ve çok sayıda turizmci ile Şirince esnafı katıldı.

 

YAPILAR ORİJİNALİNE UYGUN HALE GETİRİLİYOR

Sokak Sağlıklaştırma Projesi için İzmir Valiliği ve Selçuk Belediyesi'nin 333 bin TL ödenek verdiğini belirten İzmir Rölöve ve Anıtlar Müdürü Cemil Karabayram, Selçuk Belediyesi'nin gerçekleştirdiği ihalenin ardından proje çalışmalarının başladığını kaydetti. Şirince esnafının engellenmeyeceğini söyleyen Karabayram, "Duvarları kırık, yıkık, çatısı bozuk, ahşapları çatlamış yapılar sağlıklaştırılacak. Hepsi bir bütün olacak ve bunun için sizler herhangi bir harcama yapmayacaksınız. Bu çalışmaları gerek Valilik, gerekse Belediye desteği ile yapacağız. Yolların altından geçen kanalizasyon sistemini yani alt yapıyı tamamen yenileyeceğiz. Projenin önümüzdeki iki buçuk ay içerisinde bitmesi planlanıyor ve Koruma Bölge Kurulu'ndan onay alındıktan sonra restorasyon işlemine başlanacak" dedi.

 

6 MİLYON LİRALIK YATIRIM

Şirince'ye yaklaşık 6 milyon civarında bir yatırım yapılacağına dikkat çeken Selçuk Belediye Başkanı Zeynel Bakıcı, Ayasuluk Cafe'nin çevresinde seyir terasları ve yürüme bantları yapılacağını açıkladı. Proje için İzmir Valiliği kararı ile fon ve finansman sağlandığını ifade eden Başkan Bakıcı, burada yapılacak olan proje bedelinin 3 milyon 250 bin TL olduğunu söyledi. Bakıcı, ayrıca Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından 420 bin TL kaynak ile Efes Antik Kenti yakınında bulunan Çukuriçihöyük Mevkisi'nin kamulaştırılacağını kaydetti.

Yenigün Ege, 28.05.2015

TARİHİ BAHÇESİNDE SERGİLİYOR

 

 

Adana’nın Dilekkaya Köyü'nde yaşayan Hatun Dilci, Roma dönemine ait paha biçilmez onlarca arkeolojik eseri, müze müdürlüğünün izniyle evinin bahçesinde sergiliyor.

 

Anavarza Kalesi eteklerine kurulan Dilekkaya Köyü'ndeki adeta açık hava müzesini andıran evin bahçesinde, Roma dönemine ait lahit, heykel, sütun başlıkları ve kabartmalardan oluşan çok sayıda arkeolojik eser bulunuyor.
 


 

EVİNİN BAHÇESİNDE ÇOK SAYIDA TARİHİ ESER VAR
Hatun Dilci (72), 8 çocuğu bulunduğunu, 1966’da başladığı Anavarza Antik Kenti’ndeki bekçilik görevini 2005’te emekli olana kadar sürdürdüğünü, bu sürede güvenlik amacıyla Adana Müze Müdürlüğünün izniyle tarihi eserleri evinin bahçesine getirdiğini söyledi.

 

Yaşamını 22 yıl önce yitiren eşi Kanber Dilci’nin de antik kentte bekçilik yaptığını, bu görevi şimdi büyük oğlunun devam ettirdiğini belirten Dilci, “Devlet yetkililerin bizlere güveni, bizim de görevimize sarılmamız sonucu evimizin bahçesi açık hava müzesine döndü” dedi.

 

 

EVİNİN TEMELİNİ KAZARKEN MOZAİK BULDU
Ev yapmak için temel kazarken tesadüfen rastladıkları mozaik zeminin, antik kentte bekçilik görevine başlamalarına vesile olduğunu anlatan Dilci, şöyle devam etti: “Başımızı sokacak bir ev yapmaya karar verdik. Köyde bulduğumuz araziyi temizlerken ‘Balıklı Mozaik’i bulduk. Durumu yetkililere bildirdik. Bize mükafat olarak 500 lira verip, evi biraz ileri yapmamızı istediler. İkinci yere evin temelini kazarken bu kez de başka bir mozaik zeminle karşılaştık. İki tavuk satıp yol parası yaparak Adana’ya valiliğe gittik. Valiyle görüştük. Vali, müze müdürüne telefon edip çağırttı. Hep beraber valinin pikabıyla mozaiği bulduğumuz yere geldik. Yetkililer, bir süre inceleme yaptıktan sonra bize ‘Kral Kızı Mozaiği’ni bulduğumuzu söyledi. Vali, kocamı alnından öptü, burada bekçilik teklif etti. Devlet üniforma ve silah verdi, o günden sonra geçim sıkıntımız azaldı.”



 

TARİHİ ESER KAÇAKÇILARINA KARŞI AMANSIZ MÜCADELE
Birkaç yıl sonra kendisini de bekçi olarak işe aldıklarını ifade eden Dilci, göreve başladıktan sonra tarihi eser kaçakçıları ve definecilere karşı mücadele ettiklerini vurguladı.”Bir yandan uçsuz bucaksız antik kenti koruyor bir yandan da ortalıkta bulunan eserleri, başına bir şey gelmemesi için birer birer evimizin bahçesine getirmeye çalışıyorduk” diyen Dilci, kaçakçı ve definecilerle birçok kez karşı karşıya geldiklerini söyledi.

 

Dilci, “Vazife kutsal, devletin bize güvenini sarsmamamız lazım. Aldığımız maaşın helal olması için hiçbir kaçakçı ve defineciye göz yummadık. Nerede değerli bir eser varsa getirdik, kaçakçıdan kazıcıdan aldık, getirdik, bahçemize koyduk” bilgisini verdi.

 

 

İlerlemiş yaşına rağmen ziyaretçi ve turistlere antik kent konusunda rehberlik yapan Dilci, şunları kaydetti: “Bu tarihi kent için hayatımı verdim. Bu kent yüzünden başıma gelmedik kalmadı. Kaçakçılar ve defineciler evimi yakmaya çalıştılar, hayvanlarımı zehirlediler, ineklerim öldü, arı kovanlarıma zehir sıktılar. Uyarı ve ikazlarımız yüzünden köylüler bizden fazla hoşlanmazdı. Sit alanında araziyi süren, surlardan taş söken köylülerimle çok defa karşı karşıya geldim. Her ne yaptılarsa yılmadım, görevimin hakkını vermeye gayret ettim. Bu yaşımdayım hala buraların gönüllü bekçiliğini yapıyorum. Gece sabaha kadar o pencereden bu pencereye gözetler dururum. Kendi oğluma bile güvenmem.”

 

 

Anavarza Antik Kenti’nde yeniden başlatılan kazı ve restorasyon çalışmalarına sevindiğini belirten Dilci, köyünün sokaklarının yerli ve yabancı turistlerle dolduğu günleri görmek istediğini ve sonraki nesillerin tarihi kalıntılara daha iyi sahip çıkacağına inandığını sözlerine ekledi.

arkeolojihaber.com, Kaynak: haberler.com, 28.05.2015

TESPİT EDİLEN EN ESKİ CİNAYET 430 BİN YIL ÖNCE İŞLENMİŞ

 

 

İspanya'nın kuzeyindeki Sima de los Huesos arkeolojik kazı bölgesinde bir mağarada 28 kişiye ait 430 bin yıllık kalıntılar bulundu.

 

Paleontologlar tarafından yürütülen araştırma, kalıntılar arasındaki 52 parçanın bir araya getirilmesiyle yeniden oluşturulan bir kafatasındaki neredeyse aynı iki çatlağın "aynı objeyle" ve "birden fazla darbe" sonucu oluştuğunu ortaya çıkardı.

 

Bilim adamları, bunun "öldürme" amacıyla vurulmuş bir darbenin sonucu olabileceğini söyledi.

Madrid'deki Health Carlos III Enstitüsü'nde yürütülen araştırma ekibinin başkanı Nohemi Sala, "Kafatasının ait olduğu kişinin uygulanan şiddet sonucu öldüğünü düşünüyoruz. Kafatasında neredeyse aynı yerde meydana gelen benzer iki çatlak kazara olamaz" diye konuştu.

 

Sala, ayrıca kafatasındaki iki derin çatlağın etrafında hiçbir iyileşme izine rastlanmadığını, bunun da kurbanın darbeyi aldıktan hemen sonra öldüğünü gösterdiğini belirtti.

 

Ayrıca, 28 kişiye ait kalıntıların mağaradaki derin bir kuyunun içinde dikey bir şekilde bulunması, 430 bin yıl önceki insanların cenazelerini bir araya toplama gibi sosyal bir davranış sergilemiş olabileceğini ortaya koydu.

 

Araştırmanın sonuçları "PLOS One" dergisinde yayımlandı.

Anadolu Ajansı, Haber: Emel Öz Gözellik, 28.05.2015

ŞİMDİYE KADAR BİLİNMEYEN BİR TÜR İNSAN...

 

 

Etiyopya'da 3,5 milyon yıllık yeni insansı kalıntılar bulundu. Ülkenin Afar bölgesindeki Burtele arkeolojik kazı sahasında bulunan kalıntılar basın toplantısıyla tanıtıldı.

 

The Woranso-Mille Araştırma Projesi Başkanı Yohannes Haile-Selassie, Addis Ababa'da yaptığı basın toplantısında, 3,3-3,5 milyon yıllık olduğu tahmin edilen dişler ve çene kemiğine ait kalıntıların, ülkenin Afar bölgesindeki Burtele arkeolojik kazı sahasında dört yıl önce bulunduğunu söyledi.

Haile-Selassie, bulunan bu yeni fosiller, daha önceden yine aynı bölgede bulunan 4 milyon yıllık insansı iskeletten çok farklı özelliklere sahip olduğunu kaydetti.

Bulunan kalıntıların insan evrimini daha iyi anlamamıza yardım edeceğini belirten Haile-Selassie, "Ne kadar çok fosil bulursak insan evrimi hakkında o kadar çok bilgiye sahip oluruz" ifadesini kullandı.

Araştırma ekibinde yer alan bilim adamlarından Stephanie Melillo, aynı bölgede 1974 yılında bulunan ve "Lucy" ismi verilen insansı fosile göre, bu yeni fosilin daha küçük dişlere ve daha sağlam bir alt çeneye sahip olduğunu söyledi. Melillo, bulunan bu yeni fosilin, insan soy ağacının şimdiye kadar bilinmeyen bir üyesine ait olabileceğini belirtti.

Dünyanın en ünlü insansı fosili olarak bilinen ve başkentteki Ulusal Müze'de sergilenen "Lucy", ziyaretçilerden büyük ilgi görüyor.

Vatan, 28.05.2015

TARİHİ AHŞAP BİNA ALEVLERE TESLİM OLDU

 

 

Edirne'de Üç Şerefeli Camii'nin arka sokağında bulunan tarihi ahşap bina alev alev yandı. Ölen ya da yaralananın olmadığı yangında bina kullanılamaz hale geldi.

 

Edinilen bilgiye göre yangın saat 23.30 sıralarında meydana geldi. Metruk durumda etrafında yıkılma tehlikesi taşıdığına dair uyarı levhaları bulunan ve çıkış nedeni henüz belirlenemeyen yangında ahşap bina alevlere teslim oldu.

 

Çevredeki vatandaşların durumu bildirmesi üzerine olay yerine itfaiye ekipleri sevk edildi. Polisin de çevre güvenliği aldığı sokakta itfaiyeciler yangına müdahale etti. Ekipler, binanın tamamını sardığı alevleri kontrol etmede güçlük çekti. Yangının aynı özellikteki diğer binalara sıçramaması için itfaiye ekipleri yoğun mücadele gösterdi. Ekiplerin birçok yönden yaptığı müdahale sonucunda yangın kontrol altına alındı.

Zaman, Haber: Kadri Kılıç, 28.05.2015

II. BAYEZİD HAMAMI ARTIK BİR MÜZE

 

 

15. yüzyıldan günümüze gelen II. Bayezid Hamamı restorasyonunun tamamlanmasının ardından dün gerçekleştirilen törenle açıldı.

 

Hamamın soyunma odaları sergi salonu haline getirilirken, yıkanma mekanları ise II. Bayezid Türk Hamam Kültürü Müzesi olarak hazırlandı.


‘Kaçakçı deposuydu’

Müze ve serginin açılış konuşmasında projelerin oluşumuyla ilgili çok uzun zamandır yapmak istediği şeyleri yapma fırsatı bulduğunu söyleyen Prof.Dr. Nurhan Atasoy, “Eski rektörümüz Prof.Dr. Yunus Söylet’in hamama davetinden önce Prof.Dr. Nazım Terzioğlu 1964’lerde ‘Bu hamamı ne yapalım gel kızım’ diye beni buraya getirdi. Burası bir mezbelelikti, içi kaçakçıların mallarıyla doluydu. Daha sonra işte bazı eller dokundu bu hale geldi” dedi. Hamamın 2010’da restore edilmeye başladığını söyleyerek müze ve serginin başlangıç noktasından bahsederken, restorasyonun 4 yıldan az bir zamana sığdırılmış olmasına dikkat çekti. Yoğun programı dolayısıyla açılışa katılamadığını telgraf aracılığıyla ileten Başbakan Ahmet Davutoğlu, “Hükümet olarak kültürel miras alanlarımızın korunmasına büyük önem veriyoruz” dedi.

Milliyet, Haber: Derya Ülkar, 28.05.2015

"AK SARAY, TARİHİ SİT ALANI İÇİNDE DEĞİL"

 

 

Cumhurbaşkanlığı, Ak Saray’ın bulunduğu alanın ‘tarihi sit’ olmadığını, Danıştay’ın ‘tarihi sit alanlarında, kamu binası yapılamaz’ kararının Atatürk Orman Çiftliği’yle ilgisinin olmadığını savundu.

 

Hizmet binasının bulunduğu alana ilişkin Danıştay 14’üncü Dairesi’nin 22 Mayıs 2014’teki kararı hatırlatılarak Beştepe’deki alanın tarihi sit özelliklerini taşımadığının ifade edildiği belirtilen açıklamada şöyle denildi: “Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun Tarihi Sitler, Koruma ve Kullanma Koşulları İlke Kararı’nda yer alan kamu hizmet yapıları ibarelerinin yürütülmesinin durdurulması hakkında verdiği karar, zaten yargı kararıyla tarihi sit alanı olmadığı açık olan hizmet binasını ilgilendirmiyor.” Bu açıklama üzerine Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan, özetle şunları söyledi: “Biz Atatürk Orman Çiftliği’nden, onlar Beştepe’den bahsediyor. O yapının kaçak olduğunu hiçbir açıklama aklayamaz.”

Hürriyet, 28.05.2015

BİR TARİH DAHA OTEL OLUYOR

 

 

Beyoğlu’nun bir zamanlar ünlü olan dükkanları birer birer kepenk indirir veya eski yerlerini terk ederken, Beyoğlu’nun tarihi pastahanelerinin son kalesi Lebon da kapatılmak isteniyor. Yahya Kemal’den Aysel Gürel’e pek çok ünlü simanın kişiliğin uğrak noktası olan mekan, Beyoğlu’nun otel furyasından nasibini alacağa benziyor.

 

Lebon Pastanesi’nin müdürü, aynı zamanda sahibi Abdurrahman Bey’in oğlu olan Murat Cengiz, nisan ayı sonunda, mülk sahibi Karagözyan Yetimhanesi Ermeni Vakfı’nın Lebon’u tahliye etmek için açtığı davayı kaybettiklerini söyledi. Lebon’un bulunduğu binanın otele kiraya verileceğini duyduğunu belirten Cengiz, verilmiş kararı temyize taşıyacaklarını belirtti. Cengiz, bir kiracının bir yerde 10 yıldan fazla kaldıktan sonra mülk sahibi tarafından gerekçe gösterilmeden çıkartılmasıyla ilgili yasadan yola çıkarak dava açıldığını söyledi.

 

“Lebon Pastanesi kapanmasın, bir tarih daha yok olmasın” diyen Cengiz, Lebon’un 1886’da kurulduğunu ve Türkiye’nin ilk pastahanesi olduğunu vurguluyor. Lebon, ayrıca Beyoğlu’nun zincir olmayan tek pastahanesi olma özelliğini taşıyor. Lebon Pastanesi, tarihi olmasının ötesinde üretimini de kendisi yapıyor. Lebon’un müdavimleri arasında Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Namık Kemal gibi aydın ve sanatçılar yer alıyor. Lebon, 50’lerde de Attila İlhan’ın başını çektiği “Mavi” edebiyat kuşağı yazarlarının gittiği bir yer oluyor. Son yıllarda da şarkı sözü yazarı, sanatçı Aysel Gürel’in de hemen hemen her gün bu pastahaneye gittiği biliniyor. 

 

‘Her şey güzeldir’

Markiz Pastanesinin ilk yerinde, Lebon Pastanesi yer alıyor. 19 yüzyıl ortalarında Fransız Büyükelçiliği’nin mutfağından ayrılan Eduard Lebon tarafından açılmış. Pastaları okadar meşhurmuş ki Orient expres treni ile İstanbul’a gelen misafirler öncelikle Lebon’a uğrayıp pasta yerlermiş. Hatta yurt dışına Lebon’dan pasta götürenler bile olurmuş. Bugün “Lebon”, Burç Pastacılık ve Şekercilik Gıda San. ve Tic. Ltd. Şti. tarafından işletiliyor. Lebon müdavimlerinin ağzında “Chez Lebon, tout est bon / Lebon’da her şey güzeldir” slogan olmuş bir zamanlar .

Cumhuriyet, Haber: Ceren Çıplak, 27.05.2015

ESKİ AHLAT ŞEHRİ KAZILARI BAŞLADI

 

 

Bitlis'in Ahlat İlçesi'nde bulunan ve Anadolu'nun Orhun Abideleri olarak nitelendirilen Ahlat Selçuklu Mezarlığı'nda kazı çalışmaları başladı.

 

Boyları 4,5 metreye varan, üzerindeki yazı ve motiflerle her biri sanat eseri niteliği taşıyan mezar taşlarını bünyesinde barındıran İslam mezarlığında, Yüzüncü Yıl Üniversitesi (YYÜ) Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Başkanı Prof.Dr. Recai Karahan başkanlığında yürütülen "Eski Ahlat Şehri Kazıları", bu yıl da devam ediyor.

 

Prof.Dr. Karahan, gazetecilere yaptığı açıklamada, mezarlıktaki eğri taşların düzeltilmesi ve likenlerin temizlenmesine büyük önem verdiklerini belirtti.

 

Mezarlıktaki otların temizlenmesi ve çevre düzenlemesine yönelik çalışmaların sürdüğünü anlatan Karahan, 7-8 taşın liken temizliğini tamamladıklarını söyledi.

 

Karahan, ziyaretçilerin çok sık uğradığı bir yer olması nedeniyle temizliğe önem verdiklerini bildirerek, "Bu yıl da eğilen taşların düzeltilmesi, sandukalar dahil restorasyonlarının yapılması, likenlerin temizlenmesi, taşların okunması ve çevre düzenlemesi şeklinde çalışmalarımız devam edecek. Ayrıca jeofizik ve jeoradar çalışması da bu dönemde yapılacak" dedi.

 

Temizlik çalışmasının sadece mezar taşlarının okunabilmesi için değil, likenin taşa verdiği zararı da ortadan kaldırmak amacıyla yapıldığına değinen Karahan, "Likenler taşın her tarafını kapattığı için taşları da okuyamıyoruz. Çünkü liken kökleri çok çabuk gelişen ve yayılan bir bitki. Müdahale edilmediğinde taşı hızla tahrip ediyor. Biz de bunu önlemeye çalışıyoruz" diye konuştu.

Ntv, 27.05.2015

'SARAYLI' PİYANOLAR İLGİ ODAĞI

 

 

Dolmabahçe Sarayı'nda yer alan, görkem ve ihtişamın ön planda olduğu tarihi yapının ahengine ve üslubuna uygun 12 piyano, ziyaretçilerden ilgi görüyor.  

 

Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Sekreterliği Milli Saraylar'a bağlı tarihi saray, köşk ve kasırlar arasında geçen yıl yaklaşık bir milyon kişiyi ağırlayan Dolmabahçe Sarayı'ndaki müzik aletleri dikkati çekiyor. 

 

Saraydaki müzik aletleri ve piyanolara ilişkin AA muhabirine bilgi veren Milli Saraylar rehberi Osman Nihat Bişgin, Dolmabahçe Sarayı'nın bir Tanzimat sarayı olduğunu belirterek, "Tanzimat'ın bütün özellikleri Dolmabahçe Sarayı'nda bariz biçimde görülüyor. Avrupalılaşma ve Batılılaşma dediğimiz bu süreç, Batı müziğinin de Dolmabahçe Sarayı'na girmesine vesile olmuş" dedi.

 

Sarayda toplam 12 piyano olduğunu söyleyen Bişgin, tüm piyanoların, sarayın ahengine ve üslubuna uygun, süslemeleriyle de "saraylı" olduğunu kaydetti.

 

Bişgin, sarayın 1856'da açıldığını ve piyanoların da bu tarihe yakın bir zamanda getirildiğini aktararak, sarayda piyano çalanlara ilişkin, "Kadın efendiler, yani sultan eşleri, ikbal dediğimiz hanımlar sarayda piyano eğitimi alırlardı. Bilhassa son dönemlerde, bu da Dolmabahçe Sarayı dönemine denk geliyor. Çok sayıda piyano var ve bu piyanoların hiçbiri atıl değil, hepsi çalınan piyanolardı" diye konuştu. 

 

Sarayda çoğunlukla Hertz, Pleyel, Gaveau ve Erard marka piyanolar bulunduğunu dile getiren Bişgin, kuyruklu piyanoların sayısının daha az olduğunu söyledi.

 

Üst kattaki Zülvecheyn Salonu'nda göze çarpan yeşil renkli görkemli piyanoyu anlatan Bişgin, bunun, Pleyel marka klasik bir saray piyanosu olduğunu ifade etti.

 

Sarayda Camlı Köşk içindeki, benzerine nadir rastlanan kristal piyanoya ilişkin de bilgi veren Osman Nihat Bişgin, şöyle konuştu:

"Camlı Köşk adeta sarayın duvarları içerisinde saklanan, kendi özelliğini daima bulunduran, dışarıya ara ara açılan bir büyük mekan. Atatürk de Dolmabahçe Sarayı kullanımında bu mekanda halkı selamlamış. Bir kış bahçesi adeta. Dış tarafında camlı olan bir bölge var. Tamamen her tarafı camlı olmasıyla beraber, mekana uygun ve tam bir mutabakatta, kristal bir piyano görmekteyiz."

 

Sarayın müzik aletleriyle düzenlenmiş bir odasında bulunan siyah renkli, sade görünümlü piyanoyu da anlatan Bişgin, Steinway marka Alman piyanosunun hem sesinin çok kuvvetli hem de değerinin çok yüksek olduğunu belirtti. 

Akşam, 27.05.2015

ALTINOLUK'A 5 METRELİK AENEAS HEYKELİ

 

 

Büyük Roma İmparatorluğu'nun kurucusu Aeneas ile Aeneas'ın Altınoluk'tan İtalya'nın Castro şehrine gittiği antik geminin 5 metre yüksekliğindeki heykeli için proje hazırlandı. Projeye kapsamında heykelin, Kaletepe Mevkisi'ndeki Altınoluk-Edremit Karayolu üzerindeki Antandros Kazı Alanı girişine dikileceği bildirildi.

 

Tarihi Antandros Şehrini Kurtarma, Koruma ve Yaşatma Derneği, yeni bir proje hazırladı. Avrupa Birliği Bakanlığı ve Pro Loco Castro ile ortaklaşa hazırlanan 'Altınoluk'tan Castro'ya Zamanda Yolculuk Projesi'ni Avrupa Birliği Sivil Toplum Diyaloğu-2 programına 25 Nisan 2011'de onaylatan dernek yöneticileri şimdi de Aeneas heykeli projesi ile yeni bir çalışma başlattı. İlk projede, Büyük Roma İmparatorluğu'nun kurucusu Aeneas'ın Antandros'tan İtalya'nın Castro kentine Tempest gemisi ile yaptığı tarihi yolculuk yeniden canlandırılacaktı. Şimdiki projede ise Aeneas ve ünlü gemisi Tempest'in heykelinin yer alacağı bildirildi.

 

PROJEDE NELER VAR?

Projeler hakkında bilgi veren Tarihi Antandros Şehrini Kurtarma Koruma ve Yaşatma Derneği Başkanı Gülçin Cömert, Antandros'un, antik kaynaklarda adının çok sık geçtiğini, Antandros'u da içinde barındıran İda Dağı'nın (Kazdağı) pek çok efsanenin kaynağı olduğunu söyledi.

 

Bu efsanelerden en önemlilerinden birisi de Aeneas Efsanesi olduğunu vurgulayan Cömert, "Efsaneye göre, Aeneas Afrodit'in 'Truva kahramanı' Ankhises'ten olan oğludur. Tanrılar Aeneas'tan Truva kadar güçlü ve büyük bir devlet kurmasını ister. Aeneas, babası Ankhises ve oğlu Ascanios'u yanına alarak bir grup Truvalı ile birlikte Antandros'a gelir. İda Dağı'nın ağaçlarından 20 gemi yaparak denize açılır ve İtalya'nın Castro Şehri'nde karaya çıkar. Daha sonra Roma İmparatorluğu'nun Başkenti Roma'yı kurar. Bu efsane Vergilius tarafından Aenas Destanı olarak yazılır. Altınoluk'tan Castro'ya Zamanda Yolculuk projemizde, yelkenli ve kürekli Tempest (Fırtına) Gemisi'nin benzerinden iki tane yapılacak. Gemiler Altınoluk'tan yola çıkacak, Aeneas'ın rotasını izleyerek Castro'ya ulaşacak. Gemilerin biri İtalya'da kalırken biri Altınoluk'a dönecek ve turizme açılacak. Ayrıca Truva'dan Altınoluk'a gelen bir dağ yolu belirlenecek ve 'Aeneas Yolu' olarak kültür turizmine açılacak. Yol üzerinde antik döneminin canlandırılacağı küçük konaklama yerleri, İda'nın doğal güzelliklerinin tanıtılacağı, burada elde edilen bitkilerden yapılan yemek ve içeceklerin sunulduğu tesisler inşa edilecek" dedi.

 

5 METRELİK AENEAS HEYKELİ DİKİLECEK

Aeneas Heykeli hakında da bilgiler veren Cömert, "Antandros, Aeneas'ın Anadolu'dan denize açıldığı son noktadır. Bu nedenle Aeneas'ın yola çıktığı sahile, Antandros Antik Kent kazı alanının girişine 5 metrelik Aeneas heykeli dikilecek. Heykel, Aeneas'ın yolculuk yaptığı 'Tempest' adı verilen geminin arka bölümünde yer alacak. Geminin orta bölümünden Edremit-Altınoluk karayolu geçtiği için boş kalacak, devamında karanın denizle birleştiği yere Tempest'in burun kısmı yapılacak. Heykelin etrafında Antandros ve İda Dağının, milli parkın tanıtımının yapılması için gelecek gezi otobüslerinin park edeceği bir alan oluşturulacak. Antandros'la ilgili tanıtım kitapları ve hediyelik eşyalar da bu alanda sergilenip satışı yapılacak. Projelerimiz, hem Antandros'un hem Balıkesir'in Hem Türkiye'nin tanıtımına katkı sağlayacak. Balıkesir Valisi Mustafa Yaman, AKPli Balıkesir Büyükşehir Belediye Başkanı Edip Uğur ve Kültür ve Turizm Müdürlüğü yetkililerine projeleri anlattık çok beğendiler. Şimdi harekete geçmek için destek bekliyoruz" diye konuştu.

Dernek Başkanı Gülçin Cömert, projenin, bölgedeki turizmi canlandıracağını, Antandros Antik Kenti'nin yeni bir Efes olacağını da söyledi.

haberler.com, 27.05.2015

RHODİAPOLİS'TE RESTORASYON ÇALIŞMALARI DEVAM EDİYOR

 

 

Antalya’nın Kumluca Belediyesi tarafından ihalesi yapılan ve harcamaları Antalya Valiliği Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı tarafından karşılanacak Rhodiapolis antik kentindeki restorasyon çalışmaları devam ediyor.


2006 yılında Akdeniz Üniversitesi tarafından kazı çalışmalarına başlanan ve aradan geçen sürede büyük bir bölümü gün yüzüne çıkartılan antik kentteki tiyatro ve stoanın (Sütunlu galeri) restorasyonu çalışmaları devam ediyor. Restorasyon çalışmaları tamamlandığında antik kentin tiyatrosu, tiyatro sahnesi ve stoası (Sütunlu galerisi) ayağa kaldırılarak aslına uygun hale getirilmiş olacağı belirtildi.


Kumluca Belediye Başkanı Hüsamettin Çetinkaya, restorasyon çalışmaları devam Rhodiapolis antik kentinde incelemelerde bulunarak, restorasyon çalışmalarını yürüten yüklenici firma yetkililerinden çalışmalar hakkında bilgi aldı. Başkan Çetinkaya, Rhodiapolis antik kenti kazılarına bugüne kadar Kültür ve Turizm Bakanlığı başta olmak üzere, Akdeniz Üniversitesi, Antalya Valiliği, Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü, Antalya Rölöve ve Anıtlar Bölge Müdürlüğü ile Antalya Valiliği Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı’nın destek verdiklerini söyledi.


8 YILDIR KAZI ÇALIŞMALARI SÜRDÜRÜLÜYOR
Yaklaşık iki aydır devam eden restorasyon çalışmalarının, bir yıla kadar tamamlanmasının beklendiğini belirten Başkan Çetinkaya, "Rhodiapolis antik kenti, Kumluca’ya tarih anlamında büyük değer katıyor. Yaklaşık 8 yıldır sürdürülen kazı çalışmaları sonunda ortaya çıkan eserler restore edilecek. Bu restorasyon çalışmaları, hem tarih anlamında kenti daha anlamlı hale getirecek, hem de günlük yaşam içerisinde restorasyonu yapılacak olan tiyatro işlevsel olarak günlük yaşamda aktif halde kullanmamızı sağlayacak. Restorasyonu tamamlandığında, antik kent ilçeyle de bütünleşmiş olacak. Biz bu anlamda bu çalışmayı çok önemsiyoruz. Antik kentin hem tarih, hem de sosyal hayata yapacağı katkı Kumluca’ya artı değerdir" diye konuştu.

Milliyet, 27.05.2015

BODRUM SUALTI ARKEOLOJİ MÜZESİ MÜDÜRÜ EMEL ÖZKAN GÖREVDEN ALINDI

 

Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi Müdürü Emel Özkan’ın görevden alınarak Muğla Müze Müdürlüğü’ne atandı.

 

Dünyanın sayılı müzeleri arasında yer alan Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi’ne, Bursa İslam Eserleri Müzesi’nden 31 Mayıs 2013 tarihinde müdür olarak atan 51 yaşındaki sanat tarihçisi Emel Özkan, geçen yıl dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Bodrum ziyareti sırasında müzeyi ziyaret edeceğini öğrenince tarihi topları ve surları plastik boya ile boyatması tarihçilerin tepkisini çekmişti. Özkan, Cumhurbaşkanı Gül’ün ev sahipliğinde gerçekleştirilen 4. Türk Konseyi Zirvesi kapsamında Bodrum Kalesi’nde tadilat ve bakım yapıldığını açıklamıştı.

Olayın duyulmasının ardından Kültür ve Turizm Bakanlığı, Özkan hakkında soruşturma başlatmış, Isparta Müze Müdürü Mustafa Akaslan ile tarihçi Nihal Demir müzede 4 gün inceleme yapıp Özkan ve üç arkeoloğun ifadesini almıştı. Özkan’ın müfettişlerin hazırladığı raporun ardından görevinden alındığı bakanlık yetkilileri tarafından da doğrulandı. İzine ayrılan Özkan’ın önümüzdeki hafta içerisinde atandığı Muğla Müzesi’ndeki görevine başlayacağı öğrenildi.

Hürriyet, 27.05.2015

SULTAN SURLARI İÇİN İLK HARÇ KONULUYOR

 

Fatih Sultan Mehmet'in 1478 yılında Topkapı Sarayı ile birlikte inşa ettirdiği 4 kilometrelik Sur-u Sultani, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından restore ediliyor. Bir yıl sürecek çalışmanın bitmesinin ardından tarihi surların, Haliç bölümündeki Kara Surları ve Marmara Surları da, kademeli olarak restore edilecek.

Sabah, Haber: Zeynel Yaman, 27.05.2015

27 MAYIS ANITINDAN KİMSENİN HABERİ YOK

 

İstanbul Üniversitesi Rektörlük Binası önündeki bahçede üzerinde bir kama ile el işareti olan taşın, 27 Mayıs darbesinden bir gün önce burada toplanarak yemin eden askerlerin anısına konulduğu ortaya çıktı.

 

 

Prof.Dr. Mete Tunçay,  bir tarih çalışması için gazete taraması yaparken İlber Ortaylı “Tarih gazeteden yazılmaz arşive gidip arşiv belgesi okumak gerek” diye takılırmış. S.S.C.B’deki bir araştırma ziyareti sırasında da Türkçe bilen bir Rus epigrafist, tarihi kendi bölümü açısından değerlendirerek şöyle demiş Tunçay’a: “Tarih kağıt üstünde olabilemez, daş üstünde olar. Daş da gırıg olacak.”


İpekçi’den öğrendi
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, Siyasi Tarih Anabilim dalından Doç.Dr. Mehmet Öznur Alkan, bu anekdotu Toplumsal Tarih dergisinde yayımlanan “27 Mayıs darbesi anıtı” ile ilgili yazısında anlatıyor. “Taş üstünde” tarih araştırması deyince çok eski tarihler geliyor aklımıza. Ama bu habere konu olan taş, yakın tarihi aydınlatıyor. 27 Mayıs 1960’da askeri darbe yapan subayların bir kısmı 26 Mayıs’ta İstanbul Üniversitesi’nde son kez toplanıp yemin ederler. Bu toplantıyı kamuoyu, darbeden iki yıl sonra Milliyet gazetesinde bir yazı dizisi hazırlayan Abdi İpekçi ve Ömer Sami Coşar’dan duyar.


Toplantının yapıldığı yere, üzerinde bir kama ve el figürü bulunan bir anıt dikildiğini ise Doç.Dr. Mehmet Öznur Alkan ortaya çıkardı. Kamuoyunun 53 yıl önce Milliyet’ten öğrendiği toplantının anıtını ortaya çıkaran Alkan, darbe anıtını Milliyet’e anlattı.


El ve kama kabartması
Yaklaşık 20 yıl önce bir Sabah üniversitenin bahçesinde çay içerken bir kayanın üzerindeki görüntünün ilgisini çektiğini belirten Alkan o günü şöyle anlatıyor: “Taşın üstünde bir el işareti ve altında kama... Benim gibi siyasi tarih alanında çalışan biri için bunun bir yemin simgesi olduğunu anlamak güç değil. Yanına gittiğimde baktım ki bu bilerek ve isteyerek yapılmış bir taş. Hatta yan tarafına baktığımda 26 Mayıs 1960 yazıyor. Tarih yabancı değil ama yadırgatıcı. 27 Mayıs olsa bir anlamı var. Neden 26 Mayıs? Bu bir muamma olarak benim kafamda kaldı.”


Alkan’ın taşın peşindeki macerasında Prof.Dr. Mehmet Beyli önemli bir ipucu sağlar. Beyli’nin “Bahçede de bir taş varmış, 27 Mayısçılar bir gün evvel burada toplantı yapmışlar. O yeminin anısına koymuşlar” dediğini fakat taşın yerini bilmediğini belirten Alkan gördüğü taşın söz konusu taş olabileceğini düşünse de elinde bir bilgi yoktur.

 

 

28 Nisan 1960’da İstanbul Üniversitesi’nde Demokrat Parti’nin icraatlarını protesto etmek için toplanan öğrencilere ateş açılmış, öğrencilerden Turan Emeksiz hayatını kaybetmişti. Olayların ardından sıkıyönetim ilan edildiğinden üniversitenin kontrolünü asker sağlıyordu. Darbe öncesi son toplantı da bu nedenle üniversitenin bahçesinde yapıldı.

 

Klasik bir yemin

Anıtın üzerindeki figürlerin klasik bir yemin tarzı olduğunu belirten Doç.Dr. Alkan “İttihatçıların da böyle yemin tarzları vardır. Tabanca veya taştaki gibi kasatura/kama, üzerine Kuran-ı Kerim, üzerine de ellerini koyup yemin ederler fırkaya, cemiyete sadık kalacaklarına dair...” ifadelerini kullandı.

 

Milliyet’e teşekkür

Siyasi tarih uzmanı Doç.Dr. Mehmet Öznur Alkan, Milliyet’in arşivi için de “Bir dönem Milliyet’te genel yayın yönetmenliği yapmış Sedat Ergin’e teşekkür etmek isterim çünkü onun başlattığı proje sayesinde biz bugün Milliyet gazetesini internet üzerinden sözcük taraması dahi yapıp akademik araştırmalarımızda kullanabiliyoruz” diye konuştu. 

 

Darbe arifesinde son toplantı

Aradan geçen zamanda bazı yayınlarda taşla ilgili küçük bilgilere rastlayan Alkan, “27 Mayıs’ın yıldönümü geliyor.


İlginç bir hikaye olabilir” diyerek o dönemi yaşamış hocaları ve öğrencilik yıllarında İstanbul Üniversitesi’nde bulunan dostları ile konuşur. Hiç kimsenin anıt hakkında bilgisi olmadığını ifade eden Alkan aradığı bilgiyi bazı hatıralarda bulduğunu söylüyor:  “27 Mayıs darbesini hazırlayanların anılarına baktım.  Şunu teyit edebildim net bir şekilde; 26 Mayıs’ta Ankara’da Cemal Madanoğlu öncülüğünde Kara Harp Okulu’nda, İstanbul’da da İstanbul Üniversitesi’nin bahçesinde akşam saat 20.30’da son toplantı yapılmış. Tam röportajı yaptığımız yerde gizli bir toplantı yapıyorlar.”


Vatan-Namus parolası
Toplantının neden İstanbul Üniversitesi’nde yapıldığını ise şöyle açıklıyor Alkan: “O sırada sıkıyönetim var ve İstanbul Üniversitesi’ni tamamen asker koruyor. Dolayısı ile askerin isteği dışında buraya kimsenin girmesi mümkün değil. Ayrılırken bir yemin de ediyorlar. Burada Numan Esin’in teklifi üzerine ‘Vatan-Namus’ parolası kabul ediliyor.”


Rektörlük anıt istiyor
Alkan’ın anlatımına göre anıtın yapım macerası ise şöyle: “Milliyet gazetesinden takip edebildiğim kadarı ile hikaye şöyle devam ediyor: 1960’ın sonbaharında dönemin İstanbul Üniversitesi Rektörü Sıddık Sami Onar bir gazeteciye ‘Üniversite her zaman ordunun yanında oldu. Burada 26 Mayıs’ta da bir toplantı olduğunu biliyoruz. Buraya onların da ismini yazacağımız bir anıt dikmeye karar verdik’ diyor. Haber bu kadar. Bu anıtın İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’nün de isteği üzerine konulduğu besbelli. İsim yazan bir anıt yok, muhtemelen bu anıt onun yerine konuldu. Fakat ne zaman yapıldığı konusunda kesin bir bilgi yok. Umarım bu konuda bilgisi olanlar da paylaşırsa bu hikayeyi tamamlamış oluruz.”

Milliyet, Haber: Görkem Evci, 27.05.2015

KARADENİZ'İN KIRIM KIYILARINDA DEV BİZANS GEMİSİ BULUNDU

 

 

Rusya'nın Kırım bölgesinde, Karadeniz'in Sivastopol kentine yakın sularında 125 metre uzunluğunda Bizans gemisi bulundu. Rus basınına göre, "Rostov" dalgıç kulübü tarafından denizin 82 metre derinliğinde ortaya çıkarılan gemi, 100 yılın en büyük arkeoloji buluşu sayılmakta.

 

GEMİNİN BATMA NEDENİ BİLİNMİYOR

Rus bilim adamlarına göre, 125 metre uzunluğunda Bizans gemisi belirlenemeyen bir nedenle batmış. Gemide çok sayıda anforlar da bulundu. Rus bilimadamları anforlarla yağ ve şarap taşındığını anlattı.

 

BAŞKA KEŞİFLER İÇİN GENİŞ ÇALIŞMA BAŞLATILACAK

Savunma Bakanlığı ve Coğrafi Derneği'nden oluşan heyetin bölgede başka gemi ve arkeoloji eserleri bulmak için daha geniş çalışmalar yapacağı kaydedildi. Rus heyetin 10 Haziran'da bölgede araştırma yapacağ ifade edildi.

 

PUTİN DE SULARIN ALTINDAN TARİHİ ESERLER BULMUŞTU

11 Ağustos 2011'te dönemin Rusya Başbakanı Vladimir Putin de Kırım'a komşu Azov Denizi'nde dalgıç kıyafetleri ile denizin dibinden antik eserler çıkarmıştı. Putin sular altındaki Rus Atlantisi'ne dalış yaparak iki anforu sahilde bekleyen gazetecilere göstererek, "Arkeoloji gezi başkanı, bunların 6. yüzyıla ait olduğunu belirtti. O dönemler limanda gemilere yük taşınırken, anforlar sürekli kırılıyordu. Ve o yüzden atıyorlardı" dedi.

 

BAŞBAKAN: ŞARAP VARMIŞ HEPSİNİ İÇMİŞLER

İki metre derinlikten çıkardığı tarihi eserlerle basınla konuşan Rusya Başbakanı, "Çocuklar sağ olsunlar bulmakta yardımcı oldu… Burada şarap varmış hepsini içmişler…" diye sunmuştu.

Karadeniz'in hemen yanında bulunan Rus Atlantisi, bölgedeki tarihi Fanagoriya antik kentinin bir parçası olarak biliniyor.

haberler.com, 26.05.2015

ALMANYA'DA YÜKSELEN KARANLIK PİYASA: NAZİ SANATI

 

 

Geçen hafta düzenlenen bir baskında ele geçirilen Nazi döneminden kalma sanat eserleri, sanat dünyasının karanlık yüzünü ortaya çıkardı. Bazı sanat koleksiyoncularının, Nazi rejimi tarafından sevilen sanatçılarının eserleri için yüksek meblağlar ödediği belirlendi.

 

Sanat eseri piyasasından gelen bir ipucu sonucunda Alman polisi 10 farklı yeri aradı ve son yılların en şaşırtıcı sanat kaçakçılığı vakalarından birini gün yüzüne çıkardı. Almanya'nın Bad Dürkheim şehrinde bir depoda Nazi sanatçılar tarafından yapılmış en az dokuz heykel bulundu.

 

Bu keşif dikkatleri Nazi eserleri, üniformaları ve silahları alıp satan küçük bir koleksiyoncu topluluğuna çekti. Nazi geçmişinin ve propagandalarının tabulaşmış olması bu ticaretin göz önünde devam sürdürülmemesi anlamına geliyor.

 

Almanya'da, gamalı haç gibi Nazi simgelerinin ve bu simgeleri taşıyan objelerin halk içinde sergilenmesi yasak durumda, ve Nazi döneminden kalmış üniforma, yazılı eser gibi tarihi nesnelerin sergilenmesine ise belirli durumlarda izin veriliyor. Nazi yönetimi tarafından yaptırılmış sanat eserlerinin alımı ve satımı yasal olsa da, tarihi çağrışımlar dolayısıyla herkes tarafından rahatlıkla yapılamıyor.

 

Araştırmacılar, bulunan sanat eserlerinin İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana nerede tutulduğunu bulmaya çalışıyor. Açıklamalara göre yetkililer 64 ile 79 yaşları arasında sekiz Alman'ı çalıntı mallarla ilgili olarak soruşturmakta, ancak henüz bir gözaltı olmadı.

 

Bulunan eserler içinden en önemli kabul edileni Hitler'in Berlin'deki ofisinin girişini koruyan Josef Thorak tarafından yapılmış iki at heykeli. Aynı zamanda heykel en az otuz yıl boyunca Doğu Almanya'da bulun bir Sovyet üssünde sergilenmiş.

 

Çalıntı sanat eserlerini bulma ve sahte eserleri araştırmayı hedefleyen Artiaz şirketinin kurucusu Arthur Brand, "Özellikle ticaretin açık olarak devam ettiği Amerika'da [Nazi sanat eserleri ve objeleri için] çok büyük bir piyasa var," diye konuştu. Alman polisi isimsiz bir ihbarın ardından, Brand'in eserlerin bulunmasında yardım ettiğini söyledi.

 

"Faşist geçmişi dolayısıyla İspanya ve İtalya'da [Nazi eserleri alıp satmak] çok kolay, ancak Almanya'da bu çok gizli bir market," diyen Brand, piyasanın Almanya'da yaklaşık 40 kişiden oluştuğunu söyledi. Brand'in açıklamalarına göre, Nazi üniformaları, dergileri ve silahlarının yasadışı satımı binlerce dolarlık bir piyasa oluşturuyor ve bu objeler Güney Amerika ve Orta Doğu'dan koleksiyoncular arasında da popüler.

 

Brand "Pek çok alıcının Nazi sempatizanı düşünceleri var ancak herkes böyle değil, çünkü ne de olsa bu parçaların tarihi önemi de var" diye yorumda bulundu.

Habertürk, 26.05.2015

YEREBATAN 'CEHENNEM' İÇİN BUDAPEŞTE'YE TAŞINDI

 

Dan Brown'un romanından uyarlanan “Cehennem” filminin çekimleri Tarihi Yarımada’da başladı. Kitapta geçen Yerebatan Sarnıcı bölümleri yüksek aksiyon sahneleri olması ve sarnıcın zarar görmemesi nedeniyle platoda çekilecek. Bu çekimler için sarnıcın aynısı Budapeşte’ye kuruldu.

 

Özellikle yabancı turistlerin İstanbul’da en çok ziyaret ettiği tarihi mekanların başında gelen Sarnıç, romanın yayınlanmasından sonra tüm zamanların ziyaretçi rekorunu kırmıştı. Özellikle yaz aylarında  Sarnıç’ın ziyaretçi sayısı iki kat arttı. Romandaki gizemin kör düğümü Ayasofya ve Yerebatan’da çözülüyor.  

 

Yerebatan Sarnıcı’nı ziyarete gelenlerin hayretler içerisinde seyrettiği iki Medusa başı, asırlardan bu yana gizemini korumaya devam ediyor.

 

Roma çağı heykel sanatının şaheser örneklerinden olan bu başların hangi yapıdan alınarak sarnıca konulduğu belli olmamakla beraber Medusa’yla ilgili mitolojieye dayandırılan bir çok söylenti sarnıcı daha da gizemli kılıyor. 

Akşam, 26.05.2015

TARİHİ KEMERE ASILAN DEV PANKART KALDIRILDI, KÜÇÜK PANKARTLAR ASILDI

 

 

Unkapanı'ndaki tarihi Bozdoğan Kemeri'ne geçtiğimiz hafta asılan AKP'nin dev pankartı kaldırıldı. Bu pankart yerine yine AKP'nin küçük boyutlarda iki pankartı asıldı.

 

Aksaray-Taksim yolu üzerindeki tarihi Bozdoğan Kemeri'nin her iki tarafına geçtiğimiz hafta asılan ve üzerinde Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun resmi bulunan "Türkiye'nin kararı büyümenin devamı" ile "Birlikte daha güçlü" yazılı dev pankart arkeologların tepkisine yol açmıştı.

 

Arkeologlar Derneği İstanbul Şubesi, İstanbul 4 No'lu Koruma Bölge Kurulu, Fatih İlçe Seçim Kurulu ve Büyükşehir Belediyesi'ne başvurarak, pankartın fiziksel tahribata neden olduğu, su kemerini propaganda aracına dönüştürdüğü ve kentin kültürel mirasının önemli bir parçasını örterek gizlediği gerekçesiyle, pankartın kaldırılmasını istemişti.

 

Dev pankart kaldırıldı. Dev pankartın yerine bu kez daha küçük boyutlarda pankart asıldı.

 

AKP amblemi bulunan pankartlarda İstanbul İl Başkanlığı yazdığı görüldü.

 


Hürriyet, 26.05.2015

KARAMAN'DAKİ KİLİSELER GÜN YÜZÜNE ÇIKIYOR

 

 

Karaman’da bulunan Değle ören yerinde devam eden kazı çalışmalarında 3 kilise gün yüzüne çıkarıldı. Bölgede, Kasım ayı sonuna kadar 3 kilisenin daha ziyarete açılması hedefleniyor.

Anadolu Ajansı’nın haberine göre, 4. ve 9. yüzyıllarda piskoposluk merkezi olan Karaman merkeze 45 kilometre uzaklıktaki Karadağ'da, Değle bölgesinde 30’a yakın kilise bulunuyor. 

 

Karaman Müze Müdürü Abdülbari Yıldız, kazı çalışmalarıyla ilgili gazetecilere yaptığı açıklamada, bölgenin metropolit olma özelliğine vurgu yaptı, "Bölgede toplamda 30'a yakın kilisemiz, 2 piskoposluk sarayımız, antik dönem mezarlıkları bulunmaktadır. Çalışmalar kapsamında 3 kilise ile piskoposluk sarayının eklenti bölümünü gün yüzüne çıkardık. 2015 yılı kazı çalışmalarını başlattık. 30 Kasım'a kadar çalışmalarımız devam edecek. Bu çalışma ile 3 kilise, anıt mezar, antik döneme ait mezarlık kısmını gün yüzüne çıkartacağız. 2016 yılında da kazı çalışmaları devam edecek. Bölge inanç turizmi açısından Karaman turizmine kazandırılacak” dedi. 

Agos, 26.05.2015

TÜRKİYE'NİN EN BÜYÜK MÜZESİ ŞANLIURFA'DA AÇILDI

 

 

Şanlıurfa’da Balıklıgöl yakınında 200 dönümlük alana inşa edilen Haleplibahçe Müze Kompleksi önceki gün açıldı.

 

Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi, Arkeopark ve Edessa Mozaik Müzesi’nden oluşan kompleks, 34 bin metrekare kapalı alanıyla Türkiye’nin en büyük müzesi olma özelliğini taşıyor. Sadece Neolitik Dönem’e ait 500 eserin teşhirde olduğu müzenin tamamı gezildiğinde 4,5 kilometre mesafe kat edilmiş oluyor. Müzede Paleolitik Çağ’dan İslamiyet dönemine kadar yaklaşık 10 bin eserin yanı sıra Göbeklitepe’deki kazılardan çıkan buluntular, insan boyutlarındaki en eski heykel ile canlandırmalar da bulunuyor. Müslüm Ercan’ın müdürlüğünü yaptığı Haleplibahçe Müze Kompleksi’nin yapımına 2012 Ağustos ayında başlanmıştı. Bir yıl boyunca giriş ücretinin 5 TL olacağı müze, yazın 08.00 ile 19.00, kışın ise 08.00 ile 17.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir.

Zaman, 26.05.2015

MEKSİKA'DA 2700 YILLIK İNSAN ETİ PİŞİRME TARİFİ ORTAYA ÇIKTI

 

Meksiko’nun yakınındaki Tlatelcomila şehrinde MÖ. 700-500 yılına tarihlenen kemikler burada yaşayanların yamyamlık yaptığını gösteriyor. Mezoamerika’nın Klasik Öncesi Dönemi’ne tarihlenen kemiklerde kesik izleri ve yüzlerde tahrip görüldü, ve yüksek ısıya maruz kaldığı fark edildi. 18 erkek, kadın ve çocuğun parçalar halindeki kalıntılarında etlerinin kesildiğine ve ölüme yakın bir zamanda kemiklerinin kırıldığına dair kanıtlar var.


Archaeometry (Arkeometri) dergisinde yayınlanan makalede araştırmacılar, kimyasal ve fiziksel inceleme yöntemleri kullanarak bu insanların etlerinin nasıl muamelere maruz kaldığını ve nasıl pişirildiğini araştırdı.

 

 

ÖRNEKLERİN ALINDIĞI İNSAN KEMİKLERİ

Bulunan kemiklerin çoğunda hafif bir sarı ya da kırmızı renk görülüyordu. Arkeologlar da kemiklerin düşük bir ısıda mı pişirildiğini, kasıtlı olarak mı renklendirildiğini, yoksa rengin belli bir pişirme yönteminden mi kaynaklandığını merak ediyordu.

 

Uzmanlar insan kemiği örneklerini incelemk için X ışını kristalografisi, taramalı elektron mikroskobu, geçirimli elektron mikroskobu, atomic kuvvet mikroskobu, ve kızılötesi spektroskopisi kullandı.

 

ETİ PİŞİRME YÖNTEMİNE GÖRE FARKLI RENKLER

Bu kimyasal analizler sonunda araştırma başkanı Trujillo-Mederos ve meslektaşları bütün kemiklerin pişirildiğini kanıtlamakla kalmadı, ayrıca kemiklerin bazılarının kızartıldığını, bazılarının da haşlandığını gösterdi. Hem haşlamanın hem de kızartmanın Mezoamerikan ritüel yamyamlık (anthropophagy) geleneğinde görüldüğünü belirten yazarlar, bu yüzden böyle iki farklı pişirme yöntemi olmasını çok şaşırtıcı bulmadı.

 

Fakat kemiklerin rengi hala ateşte kızartmak ya da suda haşlamakla açıklanamıyordu. Bazı örneklerde, ölüm sonrasında kemiklerin zencefille ovulması kemikte kırmızı ya da sarı bir renge neden oluyor.

 

 

Yapılan analizler ise kemikte renklerin ölümden sonra değil, ölümün gerçekleştiği dolaylarda ortaya çıktığını gösteriyordu. Kızartılmış kemiklerde “etin suyu kemiğin etrafında toplanıp içine az oranda nüfuz etmiş.” Yani “Isı yükseldikçe etten çıkan kan kırmızı lekelere neden olmuş” diyor araştırmacılar.

 

Haşlanmış kemikler ise sarının farklı tonlarına sahipti. Bu da düşük ateşte, annatto (renkli bir baharat), pipian (bir tür balkabaği) ya da şili biberi gibi renkli malzemelerle pişirildiğini gösteriyor. Bu baharatlar “karotenoid” adı verilen ve yemekleri, kumaşları, saç ve hatta kemiği boyamak için kullanılan biyolojik pigmentlerle doludur.

 


Solda annatto, ortada şili, sağda pipian

 

Bu sonuçları test etmek için araştırmacılar bir inek kemiğini annatto çözeltisi içinde haşladılar. Annatto günümüzde de hala Meksika mutfağında kullanılıyor. Araştırmacılar bu deneyin sonucuyla ilgili olarak “Haşlama sonucu inek kemiğinde, arkeolojik kemiklerde görülenle aynı renk ortaya çıktı. Bu da kemik yüzeyi renginin, baharatlı yemekler pişirilmesine bağlı olduğunu gösteriyor” diyor.

 

Araştırmacılar, kemiklerin renklerindeki farkların, Mezoamerika’da kullanılan tariflerdeki farklılıklara bağlanması gerektiği sonucuna varıyor. Tlatelcomila haşlanmış kemiklerinin yüzey renginin sıcaklık, pişirme süresi, ve sudaki diğer malzemelerle açıklanabileceğini belirtiliyor.

 

Araştırma Meksika’daki antik yamyamların insan etini hazırlamak için kullandıkları tariflerle, mısır ya da diğer normal yemekler için kullandıkları tariflerin aynı olduğunu önerdiği için de önemli.

 

 

a) Test edilen inek kemiğinin annatto çözeltisinde pişmiş hali.

b) Kemik temizlendikten ve yıkandıktan sonra

c) Doğal boyanın etkisi görülüyor.

 

MEKSİKA’DA ANTİK ZAMANDA YAMYAMLIK

Tlatelcomila’da bulunan kemiklerin hangi insan grubu tarafından hazırlanıp yendiği bilinmese de, bu Meksika’da bulunan ilk yamyamlık kanıtları değil.

 

Söylentilere göre Xiximes isimli bir kabilenin üyeleri, eğer düşmanlarının ruhunu tüketirlerse, vücutlarını yerlerse, ve kemiklerini ağaçlardan asarkarsa, o yıl iyi bir hasat yapacaklarına inanıyordu. 2011’de bir grup araştırmacının keşfettiği pişirilmiş ve oyulmuş insan kemikleri bunun sadece bir söylenti ya da abartı olmadığını kanıtladı. Keşfedilen pişmiş ve oyulmuş kemikler MS 1425 yılına tarihleniyordu.

 

Tlatelcomila’da bulunan kemikler bu tarihten çok daha eskiye, MÖ 700-500 yıllarına tarihleniyor. Bu da bu korkunç geleneğin çok uzun bir tarihi olduğunu akla getiriyor.

Hürriyet, Kaynak: arkeofili.com / Ayşe Bursalı, 25.05.2015

500 YILLIK HAMAM ÖLÜYOR

 

1503 yılında Kapı Ağası Hüseyin Bey tarafından İstanbul’un Kadırga semtinde yaptırılan tarihi Çardaklı Hamamı, kayıp hissedarları yüzünden yıllardır kaderine terk edilmiş halde kurtarılmayı bekliyorHisselerinin çoğunluğu Fahrettin Kerim Gökalp Vakfı’na ait hamamın diğer varislerinin ise kimler olduğu tespit edilemiyor. Varisler olmayınca tarihi hamamda restorasyon da yapılamıyor.

 

 

İstanbul’un Osmanlı döneminden kalma en eski eserlerinden biri olan 511 yıllık tarihi “Çardaklı Hamamı”, bakımsızlıktan adeta yok olma tehlikesi yaşıyor. 1503 yılında Kapı Ağası Hüseyin Bey tarafından Kadırga semtinde inşa ettirilen tarihi hamam yıllardır kaderine terk edilmiş bir halde ihya edileceği günü bekliyor. Çatısında otların bittiği, duvarlarında çatlakların oluştuğu tarihi eser adeta bir harabeyi andırıyor. Özel şahıs mülkü olan ve hisselerinin çoğunluğu Fahrettin Kerim Gökalp Vakfı’na ait tarihi hamamın diğer varislerinin ise kimler olduğu tespit edilemiyor.


Hisselerin yıllar içerisinde kuşaktan kuşağa geçtiği ancak bu kişilerin bir türlü saptanamadığı belirtiliyor. Bir türlü bulunamayan varisler nedeniyle tarihi eserin ne kapısı açılıyor, ne restore ediliyor, ne de kamuya devri yapılabiliyor.


İçler acısı hali üzüyor
Osmanlı döneminden kalma 511 yıllık tarihi Çardak Hamamı, İstanbul’un önemli kültür mirasları arasında bulunuyor. Kadırga semtindeki tarihi hamamın yıllardır kapısı açılamazken, ‘Böylesi ancak Türkiye’de olur’ dedirtecek bir durum yaşanıyor.


Çoğunluk hisselerinin Fahrettin Kerim Gökay Vakfı’na ait olduğu tarihi yapının diğer hissedarlarının kimler olduğu hiçkimse tarafından bilinmiyor. Hissedarların ortada olmaması nedeniyle tarihi yapının restorasyon ve devri yapılamıyor. Yıllardır kapısı kilitli bulunan Osmanlı’dan kalma eserin durumu ise görenleri derinden yaralıyor. Adeta bir harabeyi andıran tarihi hamamın duvarlarında oluşan çatlatlar dikkatlerden kaçmıyor. Çatısında otların yeşerdiği hamamın demir parmaklı kırık penceresinden bakıldığında ise iç kısmının viraneye döndüğü anlaşılıyor. Tarihi yapı mevcut haliyle sokak hayvanlarının meskeni haline gelirken, bahçe duvarlarının bir bölümü de yıkılmış durumda bulunuyor. Çardaklı Hamamı’nın içler acısı hali ise hem Kadırga sakinlerini hem de kültürel mirasa sahip çıkmak isteyenleri üzüyor. Vakıflar Genel Müdürlüğü ise özel şahıs mülkü olan tarihi hamama hukuki açıdan restore etme hakkına sahip bulunmuyor.  


Hisse çoğunluğunu elinde bulunduran Fahrettin Kerim Gökay Vakfı yetkilileri tarihi eserin şu andaki durumu hakkında şu bilgileri veriyor:
“Eser üzerinde çok ortaklı bir durum söz konusu. 20, hatta 30 yılı aşkın süredir kapısı kilitli bulunuyor. Tarihi eseri ne restore ettirebiliyor, ne de kiraya verebiliyoruz. Yarıya yakın hisse vakfımıza ait olmakla beraber diğer yarısının kim veya kimlerde olduğunu bir türlü bulamıyoruz. Bu konuda bir bilgisi olan varsa bize ulaşıp aktarırsa çok sevineceğiz. 1974 yılından bu yana hissedarlar arasındayız. 40 yıldır diğer ortaklardan hiç kimseye ulaşamadık. Hamamın diğer varislerinin bir an önce ortaya çıkmasını istiyoruz. Böylelikle restorasyon, devir veya kiralama söz konusu olabilir.”

 

Yıllarca depo olarak kullanıldı

Kapı Ağası Hüseyin Bey tarafından 1503 yılında inşa ettirilen Çardaklı Hamamı, 1575 yılında Mimar Ömer Bin Veli ve 1600 yılında da Mehmet Bin Üveys tarafından restore ettirildi. Ancak tarihi hamam, 1918 yılında şahıs işletmesine devredildikten sonra 1940’lı yıllarda
depoya ve atölye olarak kullanıldı. Tarihi yapının, 30 yılı aşkın süredir kapalı tutulduğu ve bakımsızlıktan yok olmak üzere olduğu biliniyor.

 

İstanbul’un en önemli mirasları arasında

Koruma Uzmanı Mimar Gülsün Tanyeli, şu bilgileri verdi: “Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi Türkiye Milli Komitesi (ICOMOS) tarafından yanılmıyorsam 3-4 ay önce tarihi hamamın durumu Koruma Kurulu’na bildirildi. Hukuki prosedürleri bilmiyoruz. Ancak bakanlık ve yetkili merciler hukuki altyapı düzenleyip 511 yıllık eseri kurtarabilir. Çardaklı Hamamı, İstanbul’un en önemli mirasları arasında ve eserin anıtsal statüye sahip. Vakıflar Genel Müdürlüğü, vakıfları denetleyen bir kurum olarak harekete geçerek hukuki altyapının oluşturulmasına öncülük edebilir. Vakıflar; Çardak Hamamı’nın kurtarılması için gerekirse hissedarların hissesi bağlamında restorasyonu yaptırıp sonrasında tahsilatı gerçekleştirebilir.”

Milliyet, Haber: Mert İnan, 25.05.2015

GEMLİK'TE 2 BİN 200 YILLIK LAHİT BULUNDU

 

Bursa’nın Gemlik İlçesi'nde inşaat hafriyatında 2200 yıllık lahit bulundu.

 

Umurbey’in Hisartepe mevkiinde temel için yapılan kazıda lahit ortaya çıktı. Durum polise bildirildi. Müzeden gelen arkeologlar tarafından incelenen lahitten iskelet, göz yaşı şişesi ve altın taç çıktı. Bitinya dönemine ait olduğu tahmin edilen lahdin bulunduğu inşaat alanında polis ve müze yetkilileri nezaretinde kazılar devam ediyor.

Bursa Hakimiyet, 25.05.2015

KADERİNE TERK EDİLEN HATTATLAR MEDRESESİ

 

 

20 Mayıs 1915’te açılan Medresetü’l-Hattatin (Hattatlar Medresesi), kuruluşunun 100. yılında M. Uğur Derman’ın hazırladığı bir kitapla anılıyor. Günümüzün hattatlarının hocalarını yetiştiren medrese acaba şimdi ne durumda? Cağaloğlu Ankara Caddesi’ndeki bina, boş, bomboş, kaderine terk edilmiş...

 

20 Mayıs 1915’te Ca-ğaloğlu’nda açılan Medresetü’l-Hattatin (Hattatlar Medresesi) kuruluşunun 100. yılında anılıyor. Bu vesileyle M. Uğur Derman bir kitap hazırladı. Kubbealtı Neşriyat’ın yayımladığı ‘Medresetü’l-Hattatin 100 Yaşında’ adlı eser, medresenin kuruluş tarihiyle aynı günde, geçen hafta perşembe günü Çemberlitaş’taki Kubbealtı Vakfı’nda tanıtıldı. Uğur Derman’ın konuşmasından sonra, fiyatı o güne özel 125 TL yerine, 75 TL’ye indirilen kitabın imza törenine geçildi.

 

Çiçek Derman, Mehmed Özçay, Irvin Cemil Schick, Ali Toy, Savaş Çevik, Faruk Taşkale, Alparslan Babaoğlu, Fuat Başar, Beşir Ayvazoğlu, Roni Margulies, Gürcan Mavili, Ömer Faruk Şerifoğlu, Ali Rıza Özcan, Yusuf Çağlar gibi camiadan daha pek çok ismin katıldığı toplantı ve imza töreninde hocanın önünde uzun bir kuyruk oluştu, öğrencileri, dostları kendisini yalnız bırakmadı. Biz de payımıza düşenleri alıp aklımızda sorularla vakıftan ayrıldık: Acaba ‘Hattatlar Medresesi’ şimdi ne halde? 1929 kapandıktan sonra neler yaşadı, neler gördü, geçirdi? Her toplantıda büyük bir gururla ifade edilen “Kur’an-ı Kerim Mekke’de nazil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı.” sözüne layık bir şekilde korunuyor mu, değerlendiriliyor mu?

 

Daha birçok soruyla birlikte yolumuzu Çemberlitaş’tan Cağaloğlu’na çevirdik ve mektebin önüne geldik. Ankara Caddesi’nden Sirkeci’ye inerken, İran Konsolosluğu’nun bitiminde Babıali Yokuşu’nun hemen başında sol kolda kalan Medresetü’l-Hattatin şimdi ne durumda biliyor musunuz? Boş, bomboş, kaderine terk edilmiş...

 

Kapatıldıktan sonra 1950’li yıllarda Basma Yazı ve Resimleri Derleme Müdürlüğü’ne tahsis edilen bina, uzunca bir süre MEB Devlet Kitapları Müdürlüğü Cağaloğlu Yayınevi tarafından kullanılmıştı, şimdi akıbeti meçhul… Artık dünyanın gözü önünde olan ve sanat merkezi olma yolunda hızla ilerleyen İstanbul’a doğru dürüst bir hat müzesi yapılamamışken, depolarda çürüyen hatlar korunamamışken Medresetü’l-Hattatin binasının fark edilmesini beklemek gereksiz bir romantizm oluyor bu durumda. Kuruluşunun 100. yılında böyle bir mektebin restore edilip tekrar açılması ya da müzeye dönüştürülmesi ‘ecdadımız’ diye haykıranlara elbette daha çok yakışırdı.

 

Üç kez kapatılmak istendi

M. Uğur Derman kitabı, hocası Süheyl Ünver’in arşivi ve hafızasının üzerinden, yılların birikimi ile Ömer Faruk Şerifoğlu, Mehmed Özçay, Muhammed Yaman, Erdoğan Aldoğan, Talip Mert’in yeni bulduğu bilgi ve belgelerle kısa sürede hazırlamış. 223 sayfalık eserde, Medresetü’l-Hattatin’in uzun tarihini bulacaksınız. Biz burada, üç kez kapanma tehlikesi geçiren, iki icazet töreni yapabilen ve Ramazan’da açtığı hat sergileriyle çok beğenildiği, dönemin yayınlarından anlaşılan medreseden kısaca bahsedeceğiz.

 

Arif Hikmet Bey’in müdür olarak tayin edildiği Medresetü’l-Hattatin, 20 Mayıs 1915’te açılıyor. Sami Efendi, Kamil Akdik, İsmail Hakkı Altunbezer, Necmeddin Okyay gibi isimlerin hoca olduğu medreseden, bugünün hattatlarına, üstadlarına hocalık yapan pek çok isim mezun oluyor. Halim Özyazıcı, Şevket Efendi, Süheyl Ünver, Hamid Kamil Bey, Macid Ayral o isimler arasında.

Medreseye 15 yaşından küçük talebe kabul edilmiyor. Devam zorunluluğu ise yok, öğrencinin yeteneğine ve hocanın takdirine bırakılmış bu durum. Medrese Ramazan’da tatil ediliyor, ama boş kalmıyor. 1916’dan itibaren Ramazan ayında, binanın zemin katında hat sergileri açılıyor.

 

Medresetü’l-Hattatin ilk mezunlarını 14 Ekim 1918’de veriyor. O on üç kişi arasında medresenin ebru hocası Necmeddin Okyay ve Mustafa Halim Özyazıcı ön sırada. 22 öğrencinin mezun olduğu ikinci mezuniyet töreni 27 Kasım 1923’te Süleymaniye’deki Evkaf Müzesi’nde yapılıyor.

Süheyl Ünver’in kızı Gülbün Mesara’nın arşivinde bulunan bu karede kimler yok ki… Oturanlar (soldan sağa): Reisü’l Hattatin Hacı Kamil Efendi, Ferid Bey, Hulusi Efendi, Müze Müdürü Ressam Ali Sami Bey, Tuğrakeş İsmail Hakkı Bey, Tahirzade Hüseyin Bey, Hacı Nuri Bey, Müzehhib Baha Efendi, Mecmeddin Efendi, Kemaleddin Bey. Ayaktakilerin hepsi ise yeni mezunlar. Aralarında Eyüplü Cemal Efendi, Süheyl Ünver, Müzehhib Hamid Bey, Neyzen Sami Bey, Macid Bey, Sadık Bey yer alıyor. Okulu birincilikle bitiren Hamid Bey, Süheyl Bey ve Macid Bey’e altın saat hediye edilmiş. Bu tarihten sonra da okul mezun vermiş, fakat bir daha icazet töreni yapılamamış.

 

Medresetü’l-Hattatin, üç kere kapanma tehlikesi geçiriyor. İlki 1921’de. Sebebi, devletin bütçesini zorladığı iddia ediliyor, bu bilginin doğru olmadığı hocalar tarafından kısa sürede ispatlanıyor. İkinci kapatılma tehlikesi 3 Mart 1924’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu yürürlüğe girince yaşanıyor. Dönemin müzeler müdürü Halil Edhem ve hocaların gayretiyle, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki müzakereler sonucunda adı Hattat Mektebi yapılarak bu girişim de önleniyor. 1928’deki Harf İnkılabı ile ise bu tarihi mektep tarihe karışıyor.

 

Uğur Derman kitapta, medreseyle ilgili anılarına da yer vermiş. 48 yıl önce Süheyl Ünver ile birlikte medresenin üst katına çıkmışlar. Ünver, bu anlamlı ziyarette Derman’a medresedeki hocalarının ders verirken oturduğu yerleri tek tek göstermiş, bir başka gün de oturma düzeninin krokisini defterine çizmiş. Kitapta bu krokiye yer veriliyor. Medresenin tarihini ve hocalarını iki ayrı bölümde anlatan eserde dikkat çeken belgelerden biri de maaş bordroları. 1917 tarihli bordroda, Divan-ı Hümayun’dan selis ve nesih muallimi Hacı Kamil Efendi’ye 480 kuruş, odacı Şaban Ağa’ya 250 kuruş takdir edilmiş.

Zaman, Haber: Sevinç Özarslan, 25.05.2015

YEDİKULE BOSTANI KORUMASIZ KALDI

 

 

Zeytinburnu’nda UNESCO’nun sur koruma bandı olarak belirlediği alanda yer alan Yedikule Göğüs Hastalıkları Hastanesi’nin bostanında tarihi su yapılarının korunması için Tarihi Yedikule Bostanları Koruma Girişimi’nin yaptığı başvuru İstanbul 2 No’lu Yenileme Alanları Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu tarafından reddedildi. Yedikule Bostanları Koruma Girişimi, Zeytinburnu Sur Tecrit Bandı Yenileme Alanı’nda yer alan bostandaki 18. yüzyıldan kalma su kuyularının “Osmanlı tarım teknolojisini gösteren korunması gerekli yapılar” olduğunu belirterek, kültür varlığı olarak tescillenmesini talep etti. 2 No’lu Yenileme Kurulu ise aldığı kararda su kuyularının tescillenmesini uygun bulmadı. Oysa 2011 tarihli Tarihi Yarımada Yönetim Planı’nda, “doğal niteliğini korumuş bostan alanları” 2. derece koruma bölgesi olarak belirlendi. Yedikule Bostanları Koruma Girişimi, “Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu, İstanbul’u asırlardır beslemiş, hastanelerin vakfı olmuş bostanları neden korumaya değer bulmuyor?” diye sordu.Bostanın yapılaşmayı açılmasını BirGün “Tarihi bostana AVM planı” başlığıyla duyurmuştu. Zeytinburnu Belediyesi tarafından sur tecrit bölgesi için hazırlanan imar planı ile ticaret ve otel alanı olarak planlanan bostan arazisine, AVM, rezidans, özel sağlık ve eğitim tesisleriyle yer altı otoparkı yapılmasının önü açıldı. Arazinin Vadi Sur şirketine satılmasıyla bostanı 25 yıldır ekip biçen bostancı aile araziden çıkarıldı.

Birgün, Haber: Olgu Kundakçı, 25.05.2015

BİNLERCE YILLIK TAKILAR İLK KEZ GÖRÜCÜYE ÇIKTI

 

Tunç Çağı'ndan Urartulara, Hititlerden Romalılara kadar birçok devre şahitlik eden, yapım yılları MÖ 3000'lere kadar uzanan takılar, Malatya Müzesinde ilk kez görücüye çıktı. 

 

Kemikten, tunçtan, kıymetli taşlardan ve gümüşten yapılan yüzük, bilezik, halhal, kolye, broş ve tokaların yer aldığı sergi, kadınların binlerce yıllık takı tutkusunu gözler önüne seriyor.

 

Arslantepe, Caferhöyük, İmamoğlu ve Değirmentepe kazı alanlarındaki tümülüs ve höyüklerde bulunan takılar, ziyaretçilerden yoğun ilgi görüyor.

 

- " Kadın , süslenirken tapınma şeklini ortaya koymaktadır"

Müze Müdürü Tevhit Kekeç, AA muhabirine, insanoğlunun, özellikle de kadınların yaratılıştan itibaren süse önem verdiklerini söyledi.  

 

Arkeolojik kazılarda höyük, tümülüs ve klasik dönem yapı katmanlarında kadınlara ait birçok süs eşyası bulunduğunu belirten Kekeç, kazılarda çıkarılan eserlerin müzelere nakledildiğini, sonrasında tasnif edilerek teşhire sunulduğunu kaydetti.

 

Malatya'da 1978 ile 1988 yılları arasında Karayaka Barajı'nda kurtarma kazıları yapıldığını anımsatan Kekeç, Caferhöyük, İmamoğlu, Değirmentepe, Pirot Höyük, Kösger Baba'nın yanı sıra hala devam eden Arslantepe'deki kazılarda da takı ve süs eşyası çıkarıldığı bilgisini verdi. 

 

Kekeç, MÖ 3000'lerde de bu takıları gördüklerini aktararak, "Burnlar çok ince ve güzel işlenmiş kolye, bilezik gibi takılar. Bunun yanı sıra tapınmaya yönelik birtakım fibulalar (iki parça kumaşı birbirine tutturmaya yarayan takı) ve kolyeler yapılmış. Bu, 'idol' dediğimiz kolye tipidir. Aynı zamanda kadın, süslenirken de inancını, tapınma şeklini ortaya koymaktadır. Bu da demek oluyor ki kadın, bir taraftan süslenirken, bir taraftan da kendince tapınma eylemini ortaya çıkarıyor" diye konuştu.

 

- Takılar, figürlerle süslenmiş

Kazılarda haç şeklinde kolyeler de bulunduğu bilgisini paylaşan Kekeç, erkeklerin de bu takıları kullandığını söyledi.

 

Kekeç, sözlerini şöyle sürdürdü:

"Bilhassa Urartu krallarının kemerlerinin üstleri figürlü. At ve değişik hayvan figürleriyle süslenmiş geniş metalden kemerlerini de görüyoruz. Cam bilezikler görüyoruz, cam kolyeler bulunuyor. Bazen bronz, altın yüzüklerin üzeri kaşlı (yüzük taşının oturtulduğu, kenarları tırnaklı yuva) ve kaşların üzerine figür işlenmiş. Bu figürlerden bazıları tanrıça da olabiliyor. Bu tanrıçalar Hera, Athena ve erkeklerin taktığı yüzüklerin kaşlarında da Zeus, savaşçı Apollon'u, Ares'i görüyoruz.

Bu tür eserleri bilhassa Roma döneminde görüyoruz. Bronz heykeller, heykellerin bir çeşidini yüzük kaşına, kolyesinin üzerine veya boynuna astığı şeye, Medusa başını da göğsündeki kolyenin üzerine kabartma olarak işlediklerini görebiliyoruz."

 

- Kazılar, geçmişte takı sektörünün varlığını kanıtlıyor  

Malatya dışındaki arkeolojik kazılarda daha eski dönemlere ait süs eşyası bulunduğuna işaret eden Kekeç, özellikle kadınların ilgisiyle takıların çok eski çağlardan itibaren sektör haline geldiğini vurguladı. 

 

Ustalar tarafından yapılan süs eşyasının özellikle klasik dönemde tapınakların önünde veya kent  pazarlarında satıldığını anlatan Kekeç, şunları kaydetti: 

"Demek ki sektör, o dönemde başlamış. Takı, süs eşyası sektörü zaman içinde değişik şekiller verilerek yapılmıştır. Bazen kendinden önceki döneme ait figürü, kolye şeklini veya bilezik tipini uygulamış olabilir. Kazılarda çıkarılan mezarlarda bunu görüyoruz. Örneğin, yılan başlı Urartu bileziğinin, Hristiyanlık ve Roma döneminde camdan yapıldığını görüyoruz. 

 

Bazı heykellerin kollarında, bilhassa Afrodit heykelinin kollarında yılan şeklinde kıvrılmış halhalı görüyoruz. Bu heykeli yapan muhakkak ustaydı. Sektör, sadece takı olayı değil, diğer yan sektörleri de etkisi altına almıştır."

 

Müzeye gelen kadınların takılara ilgi gösterdiğine dikkati çeken Kekeç, "Bayağı ilgilendiler kolyelerle. Bunların içinden bakıp 'acaba, şu kolyeden benim de olsa mıydı?' Yahut o gördüğü şeyi inanıyorum ki yaptırabileceği yer olursa, aynı motifte süs eşyası yaptıracağını hissettik" ifadesini kullandı.

Radikal, Haber: Ramazan Kaya - Orhan Yoldaş, 24.05.2015

BAYEZİD MEYDANI'NDA GÖZDEN DÜŞEN BİR DARBE HATIRASI

 

 

Beyazıt Meydanı’nda yıllar yılı bir hürriyet heykeli olarak bilinen Turan Emeksiz abidesi, darbe ile gelen hürriyetin gölgesinde unutulmaya mahkum edildi.

 

 

İstanbul gazeteleri şehrin öğrenci olaylarıyla çalkalandığı 1960 senesi Nisan’ındaki bir cinayet haberini duyururken, kimsenin ölenlerden birinin birkaç hafta sonra “Hürriyet Kahramanı” ilan edileceğinden haberi yoktu.

 

28 Nisan günü Beyazıt Meydanı, İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin protestolarıyla inliyordu. İktidar tarafından kurulan Tahkikat Komisyonu aleyhinde tepkiler önlenemez şekilde artmıştı.  Derslere girmeyen üniversiteliler, attıkları sloganlarla meydanı inletiyordu. Olayları önlemek için örfi idare polisi devreye girdi.  Güvenlik görevlileri, üniversitenin bahçesine girmiş ve yaşanan olayları ateş açarak bastırmak istemiş, elim cinayet işte bu hengamede vuku bulmuştu. Protestoculardan yirmi yaşındaki Orman Fakültesi talebesi Turan Emeksiz, açılan ateş sonucu hayatını kaybetti. Yönetime el konulmasından bir ay sonra Emeksiz’in ismi artık gazeteci Hasan Tahsin, Kubilay gibilerin arasında ‘Hürriyet Şehidi’ olarak anılıyordu. Milli Birlik Komitesi baskısı altındaki yurdun dört bir yanında Turan Emeksiz’in adını taşıyan açılışlar yapıldı. Önce öldüğü yere bir Türk bayrağı dikildi sonra memleketi Malatya’ya büstü yapıldı, ismi caddelere, vapurlara, ormanlara verildi. Öğrenciler hain bir kurşunla ölen Emeksiz’i öldüğü Marmara Sineması önünde yere çelenk bırakarak andı. Artık o, yeni askeri dönemin bir simgesiydi. Ölümünün üçüncü yıldönümünde heykeltıraş Semahat Acuner tarafından yapılan soyut bronz heykel tam da vurularak düştüğü yere dikildi.

 

 

Zaman geçer esamesi okunmaz

Ordu, bir hışımla ele aldığı ülke idaresine katı tedbirlerle yön verdi. Öğrenci olaylarının toplumun geneline tesir etmesi için sıkıyönetim kadroları Beyazıt Meydanı’nın ismini Hürriyet Meydanı olarak değiştirmişti. Aradan yıllar geçti. İdare tekrardan sivil hükümete devredilmiş ama asker bir gölge gibi durmaya devam etmişti. Bu sırada Turan Emeksiz’in hatırası sol fikrin mensupları arasında revaç bulmuş, adına şarkılar, şiirler söylenir olmuştu. Heykel, 60lı yıllar boyunca 6. Filo’nun denize dökülmesi gibi olaylarda sol görüşlü grupların toplanma noktası oldu. Nazım Hikmet, “Beyazıt Meydanı’ndaki Ölü” şiirini Turan Emeksiz adına yazdı. Demir yumruğun hüküm sürdüğü senelerde bu şiir sık sık okunur oldu. “...İstanbul’da, Beyazıt Meydanı’nda./ Bir ölü yatıyor/ ders kitabı bir elinde/ bir elinde başlamadan biten rüyası /bin dokuz yüz altmış yılı Nisan’ında/ İstanbul’da, Beyazıt Meydanı’nda. Bir ölü yatıyor.”

 

Turan Emeksiz hadisesi, seneler sonra Meclis Araştırma Komisyonu’nda tetkik edilmiş ve onu öldüren kurşunun polisten değil başka bir yerden geldiği anlaşılmıştı. Suikasta kurban giden Emeksiz’in cebinde 2 adet sinema bileti bulunmuştu.

 

Bir kuytuda Hürriyet

Hürriyet Heykeli, heykeli 1985 senesine gelindiğinde belediye yönetimince mevcut yerinden alınarak tramvay yolu ile meydan kotunun arasındaki çimenliğe taşındı. Beyazıt Meydanı ismi de yıllar sonra iade edildi. Bir köşede geçenlerin dikkatini dahi çekmeyen Hürriyet Heykeli zaman zaman renkli boyaların hücumuna uğruyor.

Zaman, Haber: Erkam Emre, 24.05.2015

BİENAL CAMİSİNE KİLİT

 

 

Venedik Bienali kapsamında 45 yıldır kullanılmayan bir kiliseden dönüştürülen ve sanat için olsa da, yasalar ihlal edilerek ibadet amaçlı kullanılmaya başlanan caminin kapatılmasına karar verildi.

 

Bu yıl 56’ncısı düzenlenen ve 89 ülkenin katıldığı Venedik Bienali’nde entegrasyon, din ve kimlik gibi konulara dikkat çekmek isteyen İzlanda asıllı İsviçreli sanatçı Christoph Büchel, İzlanda Pavyonu için, 45 yıldır kullanılmayan Santa Maria della Misericordia Katolik Kilisesi’ni camiye dönüştürerek provokatif bir esere imza attı. Ancak ‘sanat eseri’ olsa da söz konusu camide ibadete başlanması tepki topladı. Katolik Kilisesi temsilcileri, kilisenin ibadet mekanı olarak kullanılmadan önce izin alınması gerektiğini savunurken, Venedik Valiliği de “Kamusal risk taşıyor” açıklaması yaptı. Sonunda Venedik Belediyesi, ‘yasa ihlali’ olduğu gerekçesiyle, burada ibadete son verilmesi için 20 Mayıs’a kadar süre tanıdı. Süre dolunca da mekanın bienaldeki sertifikası önceki gün iptal edildi.

 

EN SİYASİ ETKİNLİK

Nina Magnusdottir’in küratörlüğünde ‘Merhamet Camisi’ adı verilen proje, yaklaşık 20 bin Müslüman’ın yaşadığı Venedik’te bugüne kadarki ‘en siyasi etkinlik’ olarak tanımlandı ve camiye dönüştürülen kilise de en çok konuşulan sergi mekanı oldu. Organizatörler, mekanın bienaldeki sertifikasının iptal edilmesi kararına 60 gün içinde itiraz edebilecek. 9 Mayıs’ta açılan Venedik Bienali, 22 Kasım’da son bulacak. 

Hürriyet, Haber: Esma Çakır, 23.05.2015

9 BİN 500 YILLIK TANRIÇA HEYKELİ MÜZEDE SERGİLENDİ

 

Adıyaman'da, 9 bin 500 yıllık olduğu tahmin edilen tanrıça heykeli müzede sergilenmeye başladı.

 

Neolitik döneme (Cilalı Taş Devri) ait olduğu değerlendirilen heykel, Adıyaman Müzesi'nde düzenlenen törenle sergilendi.

 

Müze Müdürü Fehmi Eraslan, gazetecilere yaptığı açıklamada, 1970 yılında Kahta İlçesi'ne bağlı Çıralık Köyü Kilisik mezrasında bulunan heykelin, o dönemde şehirde müze olmadığı için Gaziantep 'e gönderildiğini söyledi.

 

Kent müzesinin açılmasıyla tanrıça heykelinin 1987'de Adıyaman'a getirildiğini hatırlatan Eraslan, "Müzedeki incelememizde bu eserin neolitik döneme ait olduğunu tespit ettik. Bu eser tıpkı Şanlıurfa  Göbeklitepe'deki heykellere benziyor. Bu da heykelin bulunduğu köyde neolitik döneme ait böyle bir tapınağın olduğunu gösteriyor" dedi.

 

Eserin, 9 bin 500 yıllık olduğunun tahmin edildiğini belirten Eraslan, bölgede bilimsel kazı yapılması durumunda benzer eserlerin ortaya çıkabileceğini dile getirdi.

 

Heykelin tanrıçaya benzediğini vurgulayan Eraslan, şu bilgileri verdi:

"Heykelin alt kısımdaki çukur ve figürler doğurganlığı temsil ediyor. Doğum organı biraz daha abartı olarak verilmiş. O dönemde tanrılar ve tanrıçalar büyük olduğu için sanatçısı kafasında tasarladığı heykele yansıtmış. Abartılı bir baş ve organlar, doğurganlık figürleri var."

 

Müzeyi gezen Ahmet Saygı ise bu heykelin çok müstesna bir tarihi eser olduğunu belirtti.

Radikal, 22.05.2015

ANTİK KENT TEDMUR'UN GELECEĞİNDEN ENDİŞE EDİLİYOR

 

 

Suriye'de DAEŞ terör örgütünün ele geçirdiği antik Tedmur (Palmira) kentinin geleceğiyle ilgili endişeler giderek artıyor. 

 

Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) tarafından 1980'de Dünya Mirası Listesi'ne alınan ve Ortadoğu'nun en önemli arkeolojik alanlarından biri kabul edilen antik kentteki tarihi eserlerin, DAEŞ ile rejim güçleri arasındaki şiddetli çatışmalarda ağır hasar gördüğü sanılıyor. Kentin son hali, bölgeden görüntü alınamadığı için şimdilik bilinmiyor.

 

Başkent Şam'daki Tarihi Eserler ve Müzeler Genel Müdürü Mamun Abdulkerim, "Endişeli bekleyişimiz sürüyor. Antik kent, tamamen silahlı kişilerin kontrolü altında ve akıbeti bilinmiyor" dedi. 

 

DAEŞ'in kentteki tarihi eserleri yağmalayıp karaborsada satmasından, daha sonra da Tedmur'u yerle bir etmesinden endişe ediliyor.  

 

Antik kentin bağlı olduğu Humus Valisi Talal Barazi de yaklaşık 65 bin nüfusa sahip Tedmur'daki halkın büyük kısmının evlerini terk ettiğini söyledi. 

 

DAEŞ'in Tedmur ve çevresinde 13 Mayıs'ta başlattığı saldırılarda şimdiye kadar 450'den fazla kişinin yaşamını yitirdiği sanılıyor. 

 

"Çölün Gelini"

Çölün ortasında, palmiye ağaçlarıyla çevrili Tedmur, tarihi öneminin yanı sıra başkent Şam ile diğer kentleri birbirine bağlayan kavşak noktası olarak da tanınıyor. "Çölün Gelini" olarak da bilinen ve başkente 215 kilometre uzaklıktaki kentte sonradan kiliseye çevrilmiş tapınaklar, mezarlar ve sıra sütunlar yer alıyor. Antik kentte 3 bin kişi kapasiteli bir amfitiyatro da bulunuyor. 

İlk kez MÖ 2. binyılda kurulduğu sanılan kent, Hellenistik çağda gelişmiş, daha sonra Roma İmparatorluğu'nun bir parçası haline gelmişti. Kent, Roma İmparatorluğu ile Asya ülkeleri arasında ipek ve baharat taşıyan kervanların en önemli uğrak noktalarından biri olmuştu. Kentin asi kraliçesi Zenobia, Roma'nın otoritesine başkaldırıp Palmira İmparatorluğunu kurmuş, daha sonra Anadolu'nun doğusunu, Fırat ve Dicle havzasının bir bölümünü, Suriye'yi, Sina Yarımadası'nı ve Mısır'ın bir kısmını ele geçirmişti. MS 272'de Roma İmparatoru Aurelian, kaybedilen toprakları almak üzere Palmira'ya sefer düzenlemiş ve Kraliçe Zenobia ile oğlunu esir alarak İtalya'ya götürmüştü. Sefer sırasında Romalı  askerler tarafından yağmalanan kent, bir daha toparlanamamıştı. 

 

Roma İmparatorluğu'nun yıkılmasının ardından Bizans İmparatorluğu'nun eline geçen kent, askeri üs olarak kullanılmış ve kentteki tapınaklar, kiliseye çevrilmişti. 

 

Suriye'deki iç savaştan önce Palmira, ülkenin en önemli turistik merkezlerinden biriydi. Her yıl binlerce turist, antik kenti görmek için bölgeye akın ediyordu. 

 

UNESCO Genel Direktörü Irina Bokova da "Palmira, çölün ortasında olağanüstü bir arkeolojik site. Bu antik kentin yıkımı, sadece savaş suçu değil, insanlık için de büyük bir kayıp olacaktır" diyerek duyduğu endişeyi dile getirmişti. 

 

DAEŞ, mart ayında Irak'taki Nimrud ve Hatra antik kentlerini yerle bir etmiş, militanlarının Musul'daki müzede tarihi eserleri balyozlarla yok etmesini gösteren videolar yayınlamıştı. BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun, saldırıyı "savaş suçu" olarak nitelemişti.

Anadolu Ajansı, Haber: Umur Koçak Semiz, 22.05.2015

 

******


IŞİD PALMİRA'YA BAYRAĞINI DİKTİ

Irak ve Suriye'de 300 bin kilometre karelik alanı elinde bulunduran IŞİD, Tedmur Kalesi'ndeki hisarlara bayrağını dikti. Militanlar hedeflerinin Şam ve Bağdat olduğunu söylüyor.

 

Terör örgütü IŞİD militanları geçtiğimiz çarşamba günü ele geçirdikleri Suriye'deki antik kent Palmira'ya bayraklarını dikti. Militanlar tarafından sosyal medyada paylaşılan fotoğraflarda IŞİD bayrağı 1'inci ve 2'nci yüzyıl ortalarından kalma kentteki tarihi hisarlarda görüldü. Daha önce Irak'ta ele geçirdikleri tarihi yapıtlara zarar veren IŞİD'in UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde yer alan Palmira'daki eserlere zarar verip vermediği hala bilinmiyor. Bölgedeki aktivistler, rejime bağlı 200 askeri Palmira'da öldüren militanların, kenti ev ev aramaya devam ettiğini aktardı. Beşar Esad rejimini destekleyenleri arayan militanların, ayrıca kentin zenginlerinin de kaçmalarını engelledikleri belirtildi. IŞİD, dün 10 kişiyi de infaz etti.

Sabah (Kısaltarak), 24.05.2015

 

******


"TARİHİ ESERLERİ YIKMAYACAĞIZ"

 

Suriye'de antik kent Palmira'daki tarihi eserlerin IŞİD militanlarınca yıkılacağı endişelerinin ardından örgüt bir açıklama yayımladı. UNESCO'nun Dünya Mirası listesinde yer alan ve birçok iyi muhafaza edilmiş yapının, sütunların ve tiyatronun bulunduğu antik kentin yıkılmayacağı bildirildi. Daha önce birçok tarihi kenti yerle bir eden IŞİD'in sosyal medya üzerinden yaydığı video mesajda, "Kentteki tarihi yapıları, İslam hükümlerine aykırı olmadığı için yıkmayacağız" ifadedelerine yer verildi. Suriyeli yetkililer, Palmira'nın IŞİD'in eline geçmesinden önce kentteki birçok heykelin güvenli bölgelere taşındığını açıklamıştı.

Sabah, 25.05.2015

  

******


SURİYE REJİMİ IŞİD'İ PALMİRA'DA HAVADAN VURDU

 

Suriye rejimine ait savaş uçakları, terör örgütü IŞİD'in elindeki antik kent Palmira'ya hava saldırıları düzenledi.

 

AFP'ye konuşan bir askeri kaynak saldırılarda 160'tan fazla IŞİD hedefinin vurulduğunu söyledi. Palmira'nın dış kesimlerini ve Humus'un doğusundaki saldırılarda öldürülen terörist sayısı konusunda bilgi vermeyen kaynak, makineli tüfek bulunduran araç ve silahların imha edildiğini belirtti.

 

Suriye devlet televizyonu, saldırılarda "50'den fazla IŞİD teröristinin" öldürüldüğünü bildirdi. Suriye İnsan Hakları İzleme Örgütü sivil can kaybının en az dört olduğunu belirtti.

 

Suriye İnsan Hakları Gözlemevi'ne göre, IŞİD geçen hafta ele geçirdiği Palmira'da şu ana kadar 14'ü çocuk, 67'si sivil en az 217 kişiyi infaz ettiğini bildirdi.

Hürriyet, 26.05.2015

PICASSO'NUN 180 MİLYON $'LIK TABLOSUNU KRALİYET AİLESİ ALDI

 

Picasso’nun geçen hafta satılan ‘Cezayirli Kadınlar’ tablosunu yaklaşık 180 milyon dolara alan kişinin, Katar Kraliyet Ailesi’nden Hamad bin Casim el-Tani olduğu iddia edildi.

 

Picasso’nun “Les Femmes d’Alger” (Cezayirli Kadınlar) adlı tablosu, geçen hafta ABD New York’ta gerçekleşen açık artırmada 179 milyon 365 bin dolara satılarak müzayede rekoru kırdı. Page 6 internet sitesinin haberine göre, bir dönem Katar Başbakanlığı’nı da yapan Hamad bin Casim el-Tani, açık artırmaya telefonla katılarak değerli tabloya sahip oldu. Katarlı El Tani Ailesi sanat koleksiyonculuğu ile biliniyor.

Habertürk, 22.05.2015

NEVŞEHİR'DE SİLUETİ BOZAN OTELE DANIŞTAY'DAN GEÇİT YOK

 

 

Danıştay, Kapadokya'nın zirve noktası olan Uçhisar'da silüeti bozan ve yapımına başlanan Arinna Otelin ruhsatının iptal etmeyen mahkeme kararını bozdu.

 

Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Uçhisar'da silüeti bozan Arinna Otelin ruhsatının iptalini yargıya taşımıştı. Ancak Kayseri  2. İdare Mahkemesi odanın iddialarının aksine, otelin silüeti bozmadığına dair karar vermişti.

 

Danıştay 6. Dairesi, idari mahkemesinin kararını yeniden keşif yapılması için bozdu.

 

Hatırlanacağı gibi 2013 yılı yaz aylarında Nevşehir Koruma Kurulu üyelerinin tamamı görevden alınmıştı.

 

Bakanlık da oteli soruşturuyor

Mimarlar Odası Ankara Şubesi Başkanı Tezcan Karakuş Candan, kurul görevden alındığı için Kültür Bakanlığının aynı otelle ilgili soruşturma raporu hazırladığını ve o rapordaki tespitlerle idare mahkemesinin tespitlerinin zıt olduğunu söyledi.

 

"Açtığımız davada 2.İdare mahkemesi aşamasında yapılan keşifte, bilirkişiler, Uçhisar'da yapılan Arinna Oteli'nin silüeti bozmadığı, kamu yararına planlama ilkelerine, mevzuata koruma kurul kararlarına uygun olduğunu savundu. Mahkeme  bilirkişi raporuna istinaden, açtığımız davayı reddetti. Biz de temyiz ettik. Bu arada Koruma kurulunun görevden alınması ile başlayan süreçte, konunun Kültür Bakanlığı Teftiş Kurulunca incelendiğini, soruşturma konusu yapıldığını öğrendik ve davamız olduğunu belirterek soruşturma raporunu istedik. Bakanlık bize soruşturma raporlarını gönderdi.

 

Bilirkişilere suç duyurusu

"Bakanlığın hazırladığı soruşturma raporunda, davamızın reddedildiği bilirkişi raporunun tam aksine tespitler vardı.Davamızın temyiz aşamasında, soruşturma raporunu Danıştay'a sunduk  ve kararın bozulmasını talep ettik. Bilirkişiler hakkında da suç duyurusunda bulunduk. Danıştay 6. Dairesi İdari mahkemesinin kararını birbirine zıt tespitler nedeniyle yeniden keşif yapılması için bozdu."

 

Kapadokya'nın otellerle başı dertte

Peribacalarıyla ünlü ve UNESCO'nun korunması gereken dünya miras listesinde hem "doğal" hem de "kültürel" özelliği ile yer alan Kapadokya son yıllarda plansız yapılaşma ile boğuşuyor.

Bölgede geleneksel mimariyi, kentin silüetini bozan, sayıları hızla artan ve bölgeyi insansızlaştıran otellerin sayısı gün geçtikçe artıyor.

 

Bunlardan ikisi de bianet'in gündeme taşıdığı doğal yapıya zarar verdiği için halkın tepkisiyle inşaatı durdurulan Arinna Lodge Otel ve yanındaki CCR Hotels. Danıştay, doğal yapıya zarar verdiği için CCR Hotels'in inşaatının da  yürütmesini durdurmuştu.

Bianet, Haber: Nilay Vardar, 21.05.2015

HİTİT ESERLERİ YERİNDE SERGİLENMELİ

 

Karadeniz Arkeolojisini Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü Yrd. Doç.Dr. Esra Keskin, Müzeler Haftası’nı kutladı.

 

Kültürel değerlerin korunmasında ve geleceğe taşınmasında müzelerin önemli bir rolü olduğunu söyleyen Hitit Üniversitesi, Karadeniz Arkeolojisini Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü Yrd. Doç.Dr. Esra Keskin, bir basın açıklaması yaparak Müzeler Haftası’nı kutladı. Ülkemizde 187'si Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı, 183’ü özel müze olmak üzere toplam 370 müze bulunduğunu kaydeden Keskin, “Sayıları gün geçtikçe artan müzelerimiz, artık sadece eserlerin sergilendiği ve depolandığı mekanlar olmaktan çıkmış, halkın eğitimi için ulusal ve uluslararası konferansların, seminerlerin düzenlendiği, çeşitli sosyal ve kültürel faaliyetlerin gerçekleştirildiği, sergilerin açıldığı, bilimsel yayınların yapıldığı, ülkemizin tanıtımına katkıda bulunan eğitim ve kültür kurumları haline gelmiştir. Son yıllarda Kültür ve Turizm Bakanlığımız sayesinde dünyanın en büyük mozaik müzesi olan Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi, Kırşehir Kaman Kalehöyük Arkeoloji Müzesi, Eskişehir Eti Arkeoloji Müzesi, Aydın Müzesi, Tokat Arkeoloji ve Etnografya Müzesi gibi yeni müzeler çağdaş müzecilik anlayışına göre tasarlanmış ve ziyarete açılmıştır.” dedi.

 

‘ÇORUM BÜYÜK BİR AÇIKHAVA MÜZESİ’

Çorum’un da Unesco ve Dünya Mirası içinde yer alan Hitit Uygarlığına ev sahipliği yapmış büyük bir Açıkhava Müzesi olduğunu söyleyen Keskin, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘Kadim Medeniyetler Çorum’dan Sorulmalıdır’ sözünün bu durumu çok güzel anlattığını ifade etti. Büyük kültürel değerlere sahip istisnai illerden biri olan Çorum’un üniversitesine de ‘Hitit’ adını vererek onunla bütünleştiğini söyledi. Hitit Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Reha Metin Alkan’ın kültürel değerlere büyük önem verdiğini söyleyen Keskin, “Sayın Rektörümüz bu alandaki tüm çalışmaları desteklemekte olup, gerek Çorum ili gerekse Karadeniz Bölgesinde yapılan çalışmalara Karadeniz Arkeolojisini Uygulama ve Araştırma Merkezi aktif olarak katılıyoruz.” şeklinde konuştu. Ünlü tarihçi Heredot’un ‘gök kubbenin altındaki en güzel coğrafya yeryüzünün en güzel iklimine sahip’ olarak tanımladığı ve tarih boyunca birçok uygarlığa ev sahipliği yapmış ülkemizde kadim medeniyetlerden günümüze ulaşan izlerinin korunması ve sergilenmesine yönelik ilk çalışmalar 1846 yılında başlamıştır. Ahmet Fethi Paşa tarafından o güne kadar silah deposu (Harbiye Ambarı) olarak kullanılan Aya İrini’de bu eserler toplanmıştır. Daha sonra dönemin Maarif Nazırı Saffet Paşa tarafından 1869 yılında Müze-i Humayun (İmparatorluk Müzesi) kurulmuştur. 1881 yılında İlk Türk Müze Müdürü olan ve İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin de kurucusuolan Osman Hamdi Bey, Türk Müzeciliğine büyük katkılar sağlamış büyük bir şahsiyettir. Müdür Keskin, Bu uğurda hayatını bile feda etmekten kaçınmayan bu değerli devlet adamını gençlerimiz tanımalı ve araştırmalıdır. 1889 yılında Alman İmparatoru II. Wilhelm İstanbul’a geldiğinde Arkeoloji Müzesi’ni ziyaret eder ve gezisi sırasında İskender lahdine hayran olur. Padişah Abdülhamid’e “Lahdi bana verin, Berlin'e götüreyim. Siz bu eseri burada muhafaza edemezsiniz, biz onu daha iyi koruruz” der. Bunun üzerine Hamdi Bey Lahdin önüne yatarak “Lahdi ancak benim cesedimi çiğneyerek, götürebilirsiniz” der. Bunun üzerine Padişah, Lahdi II. Wilhelm’e vermez.

 

‘HİTİT ESERLERİ YERİNDE SERGİLENMELİ’

20. yüzyılın başlarında, İstanbul dışında Anadolu’daki bazı şehirlerde de müze kurma çalışmaları başlatılmıştır. 1902’de Konya’da, 1904’de Bursa’da yeni müzeler kurulmuştur. Cumhuriyet döneminde Müzeler, Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde bulunan ve sonradan adı Asar-Atika ve Müzeler Müdürlüğü olan Hars Müdürlüğü’ne bağlanmış, daha sonra 1944’te Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü kurulmuştur. 1924 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla, Topkapı Sarayı’nın mevcut koleksiyonu ile müze olarak ziyarete açılması kararı alınmıştır. Atatürk’ün Ankara’da bir Hitit Müzesi’nin açılmasını istemesi üzerine 1923 yılında Kurşun Han ve Mahmut Paşa Bedesteni Milli Eğitim Bakanlığı tarafından onarılarak Ankara Arkeoloji Müzesi olarak açılmış ve 1967 yılında yeniden düzenlenerek müzedeki eserlerin çeşitliliği de göz önünde bulundurularak adı Anadolu Medeniyetleri Müzesi olarak değiştirilmiştir. Bugün Çorum ilinden götürülen Hitit Medeniyetine ait çok sayıda eser Anadolu Medeniyetler Müzesi’nde sergilenmektedir. Hatti ve Hitit Dönemi kale surlarını kaplayan bu ortastlar (üzeri kabartmalı büyük taş bloklar) üzerindeki kabartmalar döneminin önemli olaylarını tasvir eden, anlatımlardır. Geçmişte bu eserlerin korunması ve sergilemesi amacıyla böyle büyük müzelere götürülmesi yerinde bir karardı. Ancak şimdi Çorum ili, Boğazkale ve Alacahöyük olmak üzere üç büyük müzesi bulunmaktadır. Ayrıca Boğazkale ve Alacahöyük ören yerleri olarak tescil edilmiştir. Hitit eserlerin en azından kalıbının alınarak yerinde sergilenmesi Mısır medeniyeti ile çağdaş olan Hitit uygarlığının ihtişamını gözler önüne serecektir.” dedi.

Çorum Hakimiyet, 21.05.2015

URARTU KEMERLERİ BELÇİKA YOLCUSU

 

 

Rezan Has Müzesi Urartu Takı Koleksiyonu Sergisi'nde yer alan 2 Urartu kemeri, Belçika'da yapılacak ‘Europalia Uluslararası Sanat Festivali 2015’te sergilenecek.

 

Müzeden yapılan açıklamaya göre, Urartu dönemine ait takı ve kemerlerden oluşan bin 100 parçalı ‘Rezan Has Müzesi Urartu Takı Koleksiyonu Sergisi’nden kadın ve erkek kemeri olmak üzere iki metal eser, 6 Ekim-17 Ocak 2016 arasında Belçika'da gerçekleşecek ve Türkiye'nin konuk ülke olduğu Europalia Uluslararası Sanat Festivali için seçildi.

TEMA ‘MİTLER VE RİTÜELLER’
Bu yıl ‘Mitler ve Ritüeller’ başlığı ile gerçekleşecek festivalde, Rezan Has Müzesi koleksiyonunun yanı sıra, Topkapı Sarayı Müzesi, Türk İslam Eserleri ve İstanbul Arkeoloji Müzeleri ile Halı Müzesi, Sadberk Hanım Müzesi, Pera Müzesi ve İstanbul Deniz Müzesi'nden eserler de sergilenecek. 

haberler.com, 20.05.2015

HIRVATİSTAN'DA İZNİK ÇİNİLERİ SERGİSİ AÇILDI

 

"Adriyatik'in Derinliklerinden Osmanlı İznik Çinileri" isimli sergi, Hırvatistan'ın başkenti Zagreb'de açıldı.

 

Hırvatistan Kültür Bakanlığı'nın himayesinde, Yunus Emre Enstitüsü tarafından düzenlenen serginin açılışına Hırvatistan Kültür Bakanı Berislav Şipuş ve Yunus Emre Enstitüsü Başkanı Prof.Dr. Hayati Develi de katıldı.

 

Mimara Müzesi'ndeki serginin açılışında konuşan Kültür Bakanı Şipuş, sergide dört asırdan daha uzun bir süredir Adriyatik'in derinliklerinde duran İznik çinilerinin sergilendiğini anımsatarak, bu nedenle serginin "özel" bir sergi olduğunu söyledi.

 

Çinilerin sudan çıkarılmasında ve serginin organize edilmesinde emeği geçenlere teşekkür eden Şipuş, iki ülke arasındaki kültürel iş birliğinin önümüzdeki dönemde gelişerek devam etmesi temennisinde bulundu.

 

Yunus Emre Enstitüsü Başkanı Develi de iki ülke arasındaki ortak kültürel mirasın sergilendiği bu etkinliğe katılmaktan duyduğu memnuniyeti dile getirerek, söz konusu koleksiyonun en değerli İznik çinisi koleksiyonlarından biri olduğunu söyledi.

 

16. yüzyılda, İstanbul'dan hareket eden ancak Adriyatik Denizi'nde batan bir Venedik gemisinin içindeki İznik çinilerinin sergilendiği "Adriyatik'in Derinliklerinden Osmanlı İznik Çinileri" isimli sergi, 13 Eylül'e kadar ziyaret edilebilecek.

 

Serginin önümüzdeki aylarda, İstanbul'da da açılması planlanıyor.

haberler.com, 18.05.2015

FOSİLLEŞMİŞ DİNOZOR YUMURTASI BULUNDU

 

 

Güney Çin’in “Dinozorların Evi” olarak da adlandırılan Guangdong bölgesinde yol onarımı sırasında, düzinelerce dinozor yumurtası bulundu.   Gerçek Bilim’in haberine göre, fosil halinde günümüze kadar ulaşmış 43 yumurtadan bazıları parçalar halinde olsa da, 19’u şeklini ve bütünlüğünü  korumuş. Bölgede ilk dinozor yumurtasını, 1996 yılında bir inşaat alanında oynayan çocuklar bulmuştu. O günden sonra bölgede yapılan pek çok kazıda dinozor yumurtalarına ait parçalara rastlanılmıştı. Bu sebeple şehir “Dinozorların Evi” olarak da anılır. Hatta Heyuan Dinozor Müzesi, 2004 yılında, 10 bin 8 dinozor yumurtası barındırdığından Guiness Dünya Rekorları arasında yer almaya hak kazanmıştı.

Evrensel, 13.05.2015

HASANKEYF'TE TAŞINACAK YERLER BELLİ OLDU

 

Ilısu Barajı suları altında kalacak olan Hasankeyf’teki tarihi eserlerin taşınmasıyla ilgili çalışmaların başladığı bildirildi.  El-Rızk Camisi ve minaresi, Orta kapı, Sultan Süleyman Camisi ve kapısı, İmam Abdullah Türbesi ile çok sayıda tarihi eserin yeni Hasankeyf’e taşınacağını açıklayan Rektör Abdüsselam Uluçam hazırlıkların yapıldığını, çalışmaların da bir süre sonra başlayacağını ifade etti.

 

KÜLTÜREL PARKA TAŞINACAK
Zeynel Bey Türbesi dışındaki tüm eserlerin taşınabileceğini söyleyen Hasankeyf Kazı Başkanı Prof.Dr. Abdüsselam Uluçam “belirlenen tarihi eserler, yeni Hasankeyf’te oluşturulan Kültürel parka taşınacak ve burada sergilenecekler. Onun için Hasankeyf’te bu eserler için yer tahsisi yapıldı” dedi. 

Batman Gazetesi, 12.05.2015

HASANKEYF KALESİ'NE YENİDEN ÇIKILABİLECEK

 

Hasankeyf Kazı Başkanı Prof.Dr. Abdüsselam Uluçam, Hasankeyf'le ilgili çarpıcı açıklamalarda bulundu. Kaledeki büyük kayalarda çatlaklık olması ve yer yer çöküntülerin yaşanması nedeniyle kaleye girişlerin Bakanlık tarafından yasaklandığını belirten Uluçam “Tarihi eserlerin taşınmasından sonra Kültür ve Turizm Bakanlığı yıktırılması gereken yerleri yıktırıp bölgeyi güvenlik açısından sorunsuz hale getirecek. Bu işlemler sonrasında kale turizme açılacaktır. Bizde en kısa zamanda burasının yerli ve yabancı turistlere açılmasını istiyoruz” dedi. Yıktırılması veya traşlanması gereken alanların uzmanlarca belirleneceğini ifade eden Kazı Başkanı Prof.Dr. Abdüsselam Uluçam “bu çalışmaların turizm sezonu sonrasında gerçekleşeceğini umut ediyorum. Dolayısıyla 2016 yılında herkes Hasankeyf kalesine çıkabilecek” açıklamasında bulundu.

Batman Gazetesi, 05.05.2015



10 - 23 Mayıs 2015

"PAŞA TORUNUYUZ, HAKKIMIZI İSTERİZ" DEYİP VAKIFLAR GENEL MÜDÜRLÜĞÜ'NDEN PAY İÇİN DAVA AÇTILAR

 

 

Osmanlı Sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın 9 ve 10’uncu kuşak torunları olduğunu iddia eden 6 kişi, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden pay alabilmek için dava açtı.

 

Vakıf evladı olduklarının tespitini isteyen 6 kişi, dava dosyasına Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın soyağacının bulunduğu bir fotoğrafı da delil olarak dosyaya koydu. Mahkeme, sadrazam soyundan geldiklerine karar verirse, 6 davacı vakıf gelirlerinden belirli oranda hak sahibi olacak.

 

9 VE 10’UNCU KUŞAK

İstanbul Asliye Hukuk Mahkemesi’ne dava açan Ahmet Ertan Sümer, Rıfat Ersin Sümer, Barbaros Göz, Evşen Ulga Özkan, Ada Özkan ve Demir Özkan, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın oğlu Genç Mehmet Paşa’nın torunu olan Hüseyin Hilmi’nin kızı Zehra’dan olma 9 ve 10’uncu kuşak torunları olduklarını iddia etti.

 

9 kişi vakıf evladı

Öte yandan, İstanbul 8’inci Asliye Hukuk Mahkemesi’ne 5 yıl önce açılan davada Zarife Göz, Necla Sümer, Süheyla Tümer’in aralarında bulunduğu 9 kişi yine vakıf evladı olduklarının tespiti için dava açmıştı. 2 yıllık yargılama sonrası mahkeme 9 kişinin de Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın torunları (8 ve 9’uncu kuşak) olduğuna karar verdi. Davalı Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bağlı İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nün itirazı da reddedildi.

 

3’üncü Ahmet zekasını beğendi

Soyağacı fotoğrafının altında ‘Damat İbrahim Paşa’ başlıklı tarihi yazıda, İbrahim Paşa’nın 1668’de doğduğu ve 20 yaşında hemşerilerini ziyaret için İstanbul’a geldiği anlatılıyor. İbrahim Paşa, yüksek zekası ve gayretiyle Sultan 3’üncü Ahmed’in beğenisini kazanıyor ve kızı Fatma Sultan’la evleniyor. Daha sonra da vezir oluyor.

Hürriyet, 22.05.2015

PHASELİS'TE OTEL TAHSİSİ İPTAL EDİLDİ

 

 

Antalya'nın Kemer İlçesi’nde AKP'ye yakınlığıyla bilinen işadamı Fettah Tamince'ye ait Rixos Oteller zincirine tahsis edilen Phaselis Antik Kenti ve Beydağları Olimpos Milli Parkı etkileşim sahasında yapılan kazı çalışmalarında tarihi yapı kalıntılarıyla insan iskeletleri bulunması üzerine, Orman ve Su İşleri Bakanlığı tahsisin iptaline karar verdi.

 

Tamince’nin ‘Dream of Phaselis’ adlı oteli için iantik kent ve Milli Park etkileşim sahası içinde 180 dönüm alan Kültür ve Turizm Bakanlığı, Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından şirkete tahsis edilmişti. Antalya Valiliği de proje için ‘Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporu gerekli değildir’ kararı vermişti. Karar üzerine ralarında Kemer Esnafı ve Turizmcileri Derneği, Doğa Dostları Spor Derneği, Çıralıyı Sevenler Derneği gibi sivil toplum örgütleriyle birlikte 15 isim projeye karşı hukuki mücadele başlatmıştı. Önce Antalya 2’nci İdare Mahkemesi, ‘ÇED raporu gerekli değildir’ kararına ilişkin yürütmeyi durdurma kararı almıştı. Ardından Antalya 1’inci İdare Mahkemesi, alanın tahsisine ilişkin yürütmeyi durdurma kararı vermişti.

 

DHA'da yer alan habere göre, mahkeme süreci devam ederken, Antalya Müze Müdürlüğü tarafından bölgenin belirli noktalarında birkaç gün önce kazı çalışması başlatıldı. Çalışmalar sonucunda bölgede birçok tarihi yapı kalıntısına ve insan iskeletlerine rastlandı. Phaselis İnisiyatifi kurucusu Melike Vergili başta olmak üzere çevre esnafı da bölgenin korunmasını talep etti. Bunun üzerine Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından 11 Mayıs’ta bölgenin otel tahsisinin iptal edildiğini açıkladı.

Birgün, 21.05.2015

MARDİN'DE TARİHİ ESER ELE GEÇİRİLDİ

 

Mardin’de bir araçta yapılan aramada 48 adet değişik ebatlarda sikke ele geçirildi.

 

Mardin Emniyet Müdürlüğü’nden yapılan açıklamada, Midyat İlçe Emniyet Müdürlüğü önünde durumundan şüphelenilen aracın durdurulduğu belirtildi. Araçta yapılan aramada 48 adet değişik ebatlarda sikke ele geçirildiği, olayla ilgili Ç.C. isimli şahıs hakkında “Tarihi Eser Kaçakçılığı” suçundan, A.E. isimli şahıs hakkında ise “Resmi Belgede Sahtecilik” suçundan yasal işlem yapılarak haklarında tanzim edilen tahkikat evrakları ile birlikte adli mercilere sevk edildiği kaydedildi.

Akşam, 21.05.2015

ÜZERİNDE PORNOGRAFİK FİGÜRLER BULUNAN KASE ELE GEÇİRİLDİ

 

 

Bursa Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şube ekiplerinin yaptığı operasyonda, üzerinde pornografik figürler bulunan cam kase ve heykelcikler ele geçirdi.





İhbarı değerlendiren ekipler, otomobil yedek parçası satan 47 yaşındaki H.T. ve arkadaşı İ.Y.’i Gençosman semtinde oturdukları bir çay ocağında gözaltına aldı. H.T.’nin üstünde yapılan aramada Roma ve Bizans dönemine ait sikke ve yüzükler çıktı. Bunun üzerine H.T.’nin aracında ve Osmangazi İlçesi Bağlarbaşı mahallesindeki evinde de arama yapıldı. Burada yapılan aramada çıkan tarihi eserler polisleri şaşırttı. 110 parçadan oluşan eserlerden 3 cam kasenin ışığa tutulduğunda içerisinde pornografik figürler olduğu görüldü. Ayrıca erkek cinsel organına benzeyen küçük bronz heykeller ele geçirildi. H.T. ifadesinde, "Tarihi eser meraklısıyım bunları Bursa’nın köylerinden topladım" dedi. Roma ve Bizans dönemine ait eserler Müze Müdürlüğü’ne teslim edilirken, gözaltına alınan iki H.T ve arkadaşı İ.Y. adliyeye sevk edildi.

 





Mlliyet, 21.05.2015

MÜZEYİ İNŞA EDENLER MOZAİKLERE BAKIP UTANMALI

 

5 ay önce açılışı Başbakan Davutoğlu tarafından yapılan Hatay Arkeoloji Müzesi'ni gezdim... Burası, dünyanın en büyük mozaik müzesi...


Sergilenen mozaikleri görseniz, aklınız durur, o kadar güzel...


Halı gibi işlenen, yüzyıllar geçse de renklerinden bir şey kaybetmeyen, motifleri, desenleri ve çizimleriyle kendilerine hayran bırakan metrekarelerce mozaik...


Restorasyonu tartışmalar yaratan mozaiklerin bir kısmı da yerine konmuş, bir kısmının yerleri değiştirilmiş...


Yapılan son değişikliklerin de çok düzgün olmadığını iddia eden uzmanlar var hala...


Neyin ne kadar sağlıklı yapıldığını uzaktan bakarak çözebilmek mümkün değil elbette.


Benim asıl dikkatimi çeken Hatay Mozaik Müzesi'nin yeni yapılan binası oldu...


Lök diye kondurulmuş, bir müzeden çok alışveriş merkezi gibi inşa edilmiş, estetik kaygılardan uzak, dümdüz bir bina...


Çünkü biz bir tek AVM inşa etmeyi biliyoruz artık; bir müzeyi mimari açıdan güzelliklerle donatarak inşa etmekten uzağız ne yazık ki...


Müzeyi inşa edenler, estetik harikası mozaiklere bakıp utanıyor mudur acaba?


Mozaiklerde olan estetik bakış açısını yüzyıllar sonra bile yakalayamadık diye...


Yolunuz mutlaka Hatay'a düşsün ve dünyanın en güzel mozaiklerini görmeye gidin lütfen, müze binasını görmezden gelmeyi unutmayın ama...

Hürriyet, Yazı: Cengiz Semercioğlu, 21.05.2015

TARİHİ KALINTIDA TAHRİBAT İDDİASI

 

 

Muğla'nın Milas İlçesi'ndeki antik Mylasa kentinin giriş kapısı olarak bilinen Baltalı Kapı 'ya sprey boyayla işaretleme yapıldığı gerekçesiyle inceleme başlatıldı.

 

Kalıntının bulunduğu Hacıapdi Mahallesi'nde Muğla Büyükşehir Belediyesince yürütülen altyapı çalışmalarının tamamlanmasının ardından işçiler, sprey boya ile Baltalı Kapı'nın sağ ve soldaki iki sütununa su ve altyapı hattının kodlarını gösteren işaretleme yaptı. Bunun üzerine Milas Arkeoloji Müzesi Müdürlüğü ekipleri, konu hakkında soruşturma başlattı.

 

- Baltalı Kapı

MS 2. yüzyılda inşa edildiği belirlenen Baltalı Kapı, adını kilit taşı üzerindeki antik çağlarda "Labrys" olarak adlandırılan çift yüzlü balta kabartmasından alıyor. Antik dönemde Zeus Labrandos Festivali'nin geçiş güzergahı olarak kullanıldığı bilinen Baltalı Kapı, Mylasa kentinin kuzey kapısı olarak kullanılıyordu.

Radikal, 20.05.2015

KENYA'DA 3.3 MİLYON YAŞINDA TAŞ ALET BULUNDU

 

 

Stony Brook Üniversitesi’nden bir bilim ekibi, 3,3 milyon yıl öncesine ait Dünya’nın en eski taş aletlerini buldu.

 

Kalıntılar Kuzey Kenya’da bulunan Turkana Gölü’nün batı kıyısındaki arkeolojik alanda bulundu. Keşfedilen taşların kenarları bilinçli bir şekilde vurularak keskinleştirilmiş.

 

Bu taşlar atalarımız hakkında beklenmedik ve daha önce bilmediğimiz bir döneme ait davranışlarına ışık tutuyor ve bilinç gelişimine dair fosillerden elde edemeyeceğimiz bilgiler sunuyor.

 

1930’lu yıllarda Louis and Mary Leakey, Tanzanya Olduvai’de çok eski taş aletler bulmuş ve buna ‘Oldowan Alet Kültürü’ adını vermişti. 1960’lı yıllarda buldukları yeni fosillere ise Homo Habilis ismini vermişlerdi. Ancak yeni bulunan taşlar Homo Habilis’in ilk aletlerin mucitleri olmadığını gösteriyor. Dr Jason Lewis’e göre taşları birbirine vurarak keskin kenarlar oluşturma becerisinin insan geninin ortaya çıkması ile bağlantılı olduğu düşünülüyor ve bu teknolojik atılım iklim değişikliği ve savanaların yaygınlaşmasına dayanıyor.

 

Bilim insanlarına göre yeni bulunan aletler Oldowan aletlerinden çok daha büyük. İlk insanların alet yapma yetenekleri bilimsel bir sır. Lomewki’de bulunan işlenmiş taşlar bu gizemi daha da derinleştiriyor.

arkeolojihaber.net, Kaynak: sci-news.com Çeviri: Cüneyt Acar, 20.05.2015 

ŞİMDİ SIRA MESCİT VE SARNIÇTA

 

 

İzmir'de, Büyük İskender'in yaptırdığı Kadifekale surlarının ayakta kalan kısımlarını restore ederek burçlarını onaran Büyükşehir Belediyesi, şimdi de kale içindeki mescit ve sarnıç için yeni bir restorasyon ihalesi açtı. Ayrıca, tarihi surların aydınlatılması için de bir çalışma gerçekleştiriliyor.

 

MÖ 334 yılında Makedonya Kralı Büyük İskender'in isteği üzerine Pagos Dağı'nda inşa edilen tarihi Kadifekale surlarının restorasyonunu gerçekleştiren İzmir Büyükşehir Belediyesi, kent tarihini ayağa kaldırmak için yaptığı çalışmalarını sürdürüyor. Surların kente yakışır hale getirilmesinden sonra kale içinde bulunan mescit ve sarnıcı da ele alan Büyükşehir Belediyesi, bu iki tarihi değerin gelecek nesillere aktarılabilmesi için restorasyon ihalesi gerçekleştirdi. İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin, tarihi surların aydınlatılması için de ayrı bir çalışma daha gerçekleştirdiği bildirildi.

 

 

ÜNLÜ SEYAHATNAME'DE GEÇİYOR
Kadifekale Mescidi, ünlü seyyah Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesinde de yer alıyor. Seyahatnamede mescit ile ilgili olarak Miladi 1308 tarihi veriliyor ve mescidin İzmir Kadısı "Ahmed oğlu İlyas" tarafından yaptırıldığı belirtiliyor. Tapu Tahrir Defteri, Evkaf Defteri ve Evliya Çelebi'nin verdiği bilgiler birbirini doğruluyor. Öte yandan yine İzmir ile ilgili yazılı kaynaklardan biri olan; M. Kütükoğlu'nun, "XV ve XVI Asırlarda İzmir Kazasının Sosyal ve İktisadi Yapısı" adlı eserde, "Yukarı Kale Camii" olarak bu yapıdan bahsediliyor. Gerçekleştirilen kazı çalışmalarında ulaşılan temel duvarı izleri ve kısmen duvar izleri ile kaynakların verdiği bilgiler doğrultusunda, mescidin Kadifekale'de 14. yüzyıl başlarında inşa edilmiş ilk cami olduğu ifade ediliyor. İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından özgün nitelikleri korunarak restore edilecek olan Kadifekale Mescidi, fethedilen kalelere inşa edilen ibadethane geleneğinin bir örneği olarak değerlendiriliyor.

 

 

YENİ ÇEKİM MERKEZİ
Kenti ziyaret eden pek çok seyyahın ve araştırmacının eserlerinde bahsedilen Kadifekale'deki sarnıç ise antik dönem su mühendisliği hakkında elde edilecek bilgiler ve dönemin arkeolojisi açısından ayrı bir önem taşıyor. 20 adet dörtgen planlı fil ayak ve 15 payanda tarafından taşınan kemerli ve tonozlu üst örtüye sahip sarnıç, andezit ana kayaya oyularak inşa edilmiş. Beden duvarlarındaki malzeme, teknik ve yazılı kaynaklar sarnıcın 1221/1254 yılları arasında İzmir'de hüküm sürmüş Laskarid Hanedan'ından John III Doukas Vatatzes döneminde yapıldığını ortaya koyuyor. Restorasyon çalışmalarının ardından sergilere evsahipliği yapacak olan Kadifekale Sarnıcı, İzmir'in tarihine tanıklık eden kültürel çekim merkezlerinden biri haline gelecek.

 


Hürriyet, 20.05.2015

İSTANBUL BİENALİ 30 MEKANDA OLACAK

 

Carolyn Christov-Bakargiev tarafından TUZLU SU: Düşünce Biçimleri Üzerine Bir Teori başlığıyla bir dizi işbirliği içerisinde şekillenmeye devam eden 14. İstanbul Bienali, 5 Eylül –1 Kasım 2015 tarihleri arasında şehre dalga dalga yayılacak. Bienaldeki sanat yapıtları ve projeler, 5 Eylül’den itibaren Boğaz hattı boyunca, Karadeniz’den Marmara Denizi’ne ve şehrin iki yakasında 30’un üzerinde farklı mekanda gezilebilecek. Neredeyse İstanbul’un tüm noktalarına yayılacak olan bienal sergilerinin yer alacağı mekanlar arasında Büyükada’daki Splendid Palas ve Troçki Evi’nin, Şişli’deki yeni Hrant Dink Vakfı binasının yanı sıra ARTER, İstanbul Modern, Masumiyet Müzesi, SALT Galata ve Depo gibi sanata ayrılmış alanlar yer alıyor. Bienal'de Orhan Pamuk'un da bir eseri sergilenecek.

 

Ücretsiz olarak gezilebilecek 14. İstanbul Bienali, 30’un üzerinde noktada iki ay boyunca düşüncenin alabildiği sayısız farklı formun özel bir yelpazesiyle izleyicilere sunulacak. Bienalde, 60’ın üzerinde sanatçının yanı sıra aralarında denizbilimci, hikaye anlatıcısı, matematikçi ve nörobilimcilerin de bulunduğu diğer katılımcılar, kolektif ve zamansız bir ortak düşünme deneyinde buluşacaklar. Bienalde, düşüncenin alabileceği formlar matematikle, fenle, bitkilerle ve sanatla içiçe araştırılacak. Bienal kapsamında aynı zamanda paneller ve okuma günleri gibi etkinliklerin olduğu kamusal program ile film programı da düzenlenecek.

 

Bienal İKSV tarafından Koç Holding sponsorluğunda düzenleniyor. 

Radikal, 20.05.2015

55 MİLYON DOLARLIK ÇIPLAK ŞİŞMAN KADIN RESMİ

 

 

İngiliz ressam Lucian Freud’un 1994’te yaptığı “Sosyal Yardım Denetçisi Dinleniyor” adlı tablosu görülmeye değer bir eser. Kalın bir tabaka halinde boyanmış resimde çıplak bir kadının bedeni görülüyor. Ünlü psikanalist Sigmund Freud’un torunu bu eserde iş ve işçi bulma kurumunda denetçi olarak çalışan 120 kilo ağırlığındaki Londralı Sue Tilley'i model olarak kullanmıştı. Resimde kadının bedenindeki en ufak kıvrımlar, sarkmalar, lekeler ayrıntılı bir şekilde görülebiliyor.

 

Bu eserde kadına yargılayıcı, kınayıcı bir bakıştan ziyade sempatiye dayalı bir yaklaşım seziliyor.

 

Şişman Sue resimleri

Freud’un Sue ile başka çalışmaları da olmuş, bunlardan biri 2008’de Rus milyarderi Roman Abramovich’e 33,6 milyon dolara satıldığında, yaşayan bir ressamın en pahalı satılan eseri olarak rekor kırmıştı.

 

Freud’un Şişman Sue resimlerinde, kadın güzelliğinin klasik tanımından ne kadar saptığını görmek mümkün. Artık büyük beden modellere daha fazla rastlanıyor ve Kim Kardashian gibi ünlülere sosyal medyada daha fazla yer veriliyor olsa da çoğu moda dergisi açısından güzel ve çekici kadın deyince zayıf kadın geliyor akla.

 

Fakat sanat tarihi bakımından Freud’un Şişman Sue resimleri aslında pek de muhalif sayılmaz. Nü resmi Antik Yunanlıların başlattığı söylenir. Fakat Klasik dönemden daha eskilere dayanan çıplak kadın ve tanrıça heykelleri vardır ki bunların çoğuna şişman kadınlar konu olmuştur.

 

 

Antik dönem estetiği

1908’de Avusturya’da bulunan 11 cm büyüklüğündeki Yontma Taş Devri’ne ait kadın heykelcikteki kadın, Yunan heykellerindekinden çok daha şişmandır. Kadının armut şeklindeki vücudunda iki koca göğüs, şişkin bir karın vardır.

 

Bazıları bu heykelciğin yapılma amacını kıtlık döneminde bolluğu simgelemesine bağlamış, bazıları onu ‘çirkin’ ve ‘korkunç’ bularak ‘ilkel cinsel zevkin göstergesi’ olarak görmüş. Britanya Müzesi uzmanları ise onu herhangi bir pornografik veya erotik özelliği olmayan, “çocuk doğurmuş, orta yaşlı, obez bir kadın”ın gerçekçi ve açık yürekli bir tarzda resmedilmesi” olarak görüyor ve Freud’un Şişman Sue tarzına benzetiliyor.

 

Bu heykelciğin zamanında güzelliğin simgesi olarak görülüp görülmediğini bilmiyoruz. Fakat sanat tarihine baktığımızda güzellik anlayışının mutlak bir şey olmadığını ve zaman içinde değiştiğini görürüz.

 

Farklı güzellik anlayışları

Örneğin Rönesans döneminde kuzey ülkelerindeki ressamlar çıplak kadınları zarif, küçük göğüslü ve zayıf olarak resmederken, Akdeniz’e doğru kadınlar daha yapılı bir hal almıştır.

 

17. yüzyıl Batılı ressamlarından Rubens’in modelleri ‘etli butlu’dur ve bu kadınlar güzellik simgesi olarak görülmüştür. Rubens’in etkisini daha sonra başka ressamlarda da gözlemek mümkündür.

 

Freud’un Sue portrelerinde de Rubens’e kadar giden eğilimler görülebilir. Fakat onun şişman modeli baştan çıkarıcı bir görünüm sergilememektedir.

 

Freud Modernizm sonrasına denk düştüğü için geçmişin güzellik anlayışını hedef almıştır. Ayrıca onun Sue resimleri ‘çirkin’ olarak adlandırılan 20. yüzyıl çıplakları geleneğine uygundur.

 

Oysa onun Şişman Sue portrelerinde ‘çirkin’ hiçbir şey yoktur. Tersini söyleyenler Sue’yu sempatik bir şekilde yansıtan Freud’un eserlerinin gerçek etkisinden ziyade kendi önyargılarını dile getiriyor demektir.

 

1990’larda bu resimler ilk yapıldığında klasik güzellik anlayışının dışında oldukları için şaşırtıcı bir etkileri olmuştu. Fakat daha geniş sanat tarihi penceresinden bakıldığına aslında o kadar da radikal olmadıkları görülecektir.

 

Belli ki Freud, güzelliğin farklı toplumlarda farklı biçimlerde algılanan yapay ve değişken bir konsept olduğunun farkındaydı.

Akşam, 20.05.2015

BİN 600 YILLIK BOZDOĞAN SU KEMERİ'NE ÇİVİ İLE SEÇİM PANKARTI ASILDI

 

 

İstanbul’un Fatih İlçesi'nde bulunan bin 600 yıllık Bozdoğan (Valens) Su Kemeri üzerine çivi çakılarak afiş asıldı.

 

İstanbul Fatih İlçesi'nde, bugün İstanbul Üniversitesi’nin bulunduğu tepe ile Fatih Camisi’nin bulunduğu tepe arasında uzanmakta olan Bozdoğan Su Kemeri üzerine afiş asıldı. Doğu Roma dönemine ait olan su kemeri üzerine onlarca çivi çakılarak asılan afiş büyük tepkiye neden oldu. Uzmanlar, üzerinde havalandırma için bir tek deliği olmayan afişin şiddetli rüzgar esnasında su kemerine zarar verebileceğini söylüyor.

 

 

Bozdoğan Su Kemeri
Bozdoğan Kemeri, Romalılar tarafından İstanbul’da yaptırılmıştır. Roma İmparatoru Valens tarafından 4. yüzyılın sonlarında tamamlanan yapılar, farklı dönemlerde Osmanlı Sultanları tarafından da restore ettirilmiştir. Bozdoğan Kemeri, şehrin önemli tarihi eserlerinden birisidir. Kemer, Orta Çağ’da, kentin su ihtiyacını karşılayan kemerlerin en başında gelir.

 


arkeolojihaber.net Fotoğraf: Berkay Dinçer, 20.05.2015

GELMEMENİZ ÖNEMLE RİCA OLUNUR

 

 

Önümüzdeki hafta sonu Beyoğlu’nda sadece iki gün sürecek bir sergi açılıyor. Davetiyesinde ‘Gelmemeniz önemle rica olunur!’ yazan sergiyi görmek isteyen ama güvenlik nedeniyle göremeyecek olan siz okurlarımızdan şimdiden özür dileriz!

 

İstiklal Caddesi Deva Çıkmazı’ndaki ‘Casa Garibaldi’ binası bugünlerde çok hareketli. Bina, bir yandan restore ediliyor, diğer tarafta birileri resim asacak uygun duvar arıyor, İstanbul Arkeoloji Müzeleri de en altta kazı çalışmaları yürütüyor. 1863 yılında inşa edilen bina, tarihinde böyle bir telaş görmemiştir. Sadede gelirsek, İtalyan Birliği’nin kurulmasını sağlayan Giuseppe Garibaldi’ye kadar uzanan bir tarihi bulunan İtalyan İşçi Derneği​‘nin merkez binası, İtalya Başkonsolosluğu’nun da teşvikiyle 1 Mart 2012’de restorasyona girmişti. Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği’nin (TÜRSAB) desteğiyle yapılan ve bu yıl sonunda tamamlanması planlanan çalışmalardan sonra Beyoğlu, yeni bir kültür merkezi kazanacak. Önümüzdeki hafta sonu yani 22-23 Mayıs’ta ise tarihi binada sadece iki gün sürecek bir sergi açılıyor. Evet, tam restorasyonun, kazının ortasında bir sergi!.. Şantiyede uyulması gereken güvenlik kuralları nedeniyle sergi ziyarete açılamıyor ve süresi iki günle sınırlı tutuluyor. Sadece bazı basın mensuplarının gezmesine izin veriliyor.

 

‘Dünyanın ilk ziyaretçisiz sergisi’ unvanını kapan “Giovanni Paola Pannini’nin İzinde”, geçmişin unutulmuşluğunu protesto edecek. Serginin küratörlüğünü, Galeri Diani’nin sahibi ve yöneticisi Telga Mendi Südor ile Casa Garibaldi’nin restorasyon çalışmalarının koordinasyonunu yürüten sanat tarihçisi Dr. Sedat Bornovalı yapıyor. Türkiye ile İtalya arasında kültürel bir köprü vazifesi de görecek olan sergide, her iki ülkede sergiler açan Gülseren ve Teoman Südor ile Giancarlo Caneva’nın eserlerinin yanı sıra Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun hiç bilinmeyen ve yeni restore edilen iki tablosu ile birlikte Eren Eyüboğlu, Gülseren Hale Sontaş, Yusuf Katipoğlu, Ursula Katipoğlu, Aydın Ayan, Francesco Borzani, Feyza Alasya ve Kaan Kayımoğlu’nun eserleri sergilenecek. Sergi alanı, 17. yüzyılda mekan resimleri yapan ve sergiye adını veren Giovanni Paolo Pannini’nin resimlerindeki sergileme tekniğinden yola çıkılarak düzenlenecek.

 

Davetiyesinde “Gelmemeniz önemle rica olunur!” yazan sergiyi görmek isteyen ama güvenlik nedeniyle göremeyecek olan siz okurlarımızdan, bu teknik hata için şimdiden özür dileriz!

 

‘Beyoğlu yeni bir kültür merkezi kazanıyor’

Casa Garibaldi'nin inşaatını Eriş İnşaat yürütüyor. Restorasyon müellifi İsmail Büyükseçgin, tasarımda ise Protoype Mimarlık'tan Hakan Aldoğan ve Burcu Gülmen, iç mimar Jale Kulin'le birlikte çalışıyor. Pınar Günay, Ömer Arslan ve İlhan Hot'tan oluşan çekirdek ekibi ile projeyi hayata geçiren Dr. Sedat Bornovalı, “Binanın restorasyon projesi 1 Mart 2012'de başladı ama uzun süre belgeleme ve planlama çalışmaları sürdü. Restorasyon fiilen bir senedir sürüyor. Çalışmaların yıl sonundan önce bitmesini umuyoruz. Casa Garibaldi'nin, resmi olarak müze olmasa da hem etkinliklerin düzenleneceği hem de etkinlik olmadığı zamanlarda bile keyifle gezilecek ve incelenecek bir kültür merkezi olmasını istiyoruz. İçeride sergilenecek tarihi koleksiyonlarla da mekanın ilgi çekmesini planlıyoruz. Beyoğlu yeni bir kültür merkezi kazanıyor.” diyor.

Zaman, Haber: Sevinç Özarslan, 20.05.2015

İNŞAAT ALANINDAN TARİHİ MEZAR ÇIKTI

 

Muğla'nın Bodrum İlçesi'ndeki Göktepe mevkiinde yapımı devam eden villa inşaatının 20 metre ilerisinde Hellenistik Dönem'e ait olduğu tespit edilen kaya mezarları bulundu. Mezarlarla ilgili Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi'nde görevli arkeologlar tarafından kurtarma kazısı başlatıldı.

 

 

Bodrum'daki Göktepe Mevkii'nde yapımı devam eden inşaat alanına 20 metre mesafede kaya mezarları bulundu. Çevresinde Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi'nde görevli arkeologlar tarafından yapılan incelemede 11 Kaya Mezarı tespit edildi. MÖ 1. yüzyıl, Hellenistik Dönem'e ait olduğu tahmin edilen mezarlarda, müze tarafından kurtarma kazısı başlatıldı. 3 arkeolog tarafından açılan mezarlarda kemik parçaları da bulundu. Antroploglar tarafından kemiklerin de inceleneceği öğrenildi.  İnşaatın nekropol (mezarlık) alanında bulunduğunu belirten yetkililer, mezarlar kazıldıktan ve incelendikten sonra, ilgili kurumlarca değerlendirme yapılacağını belirtti.

Akşam, 20.05.2015

ŞANLIURFA'DAKİ TARİHİ KİLİSE ZAMAN DİRENİYOR

 

 

İl merkezinin 10 kilometre kuzeydoğusunda yer alan Germüş Dağlarının eteğindeki Dağeteği Mahallesi'nde bulunan kilise zamana direniyor.

 

19. yüzyılın başlarında kesme taşlardan yaptırıldığı tahmin edilen kilisenin girişinde yapı boyunca yükselen üç sivri kemerli cephe bulunuyor. Değişik zamanlarda yapılan tadilatla kısmen özelliğinini kaybeden tarihi kilise dünyanın en eski tapınaklarından Göbeklitepe'ye de yakın mesafede bulunuyor.

 

Şanlıurfa Bölgesel Turist Rehberleri Odası Başkanı Kamil Türkmen, AA muhabirine yaptığı açıklamada, kentin son dönemlerde turizm alanında yakaladığı ivmenin memnuniyet verici olduğunu söyledi.

 

Özellikle Göbeklitepe sayesinde yabancı turistlerin bölgeye geldiğini belirten Türkmen, ziyaretçilerin Germüş Kilisesi'ni de ziyaret ettiğini ifade etti.

 

Germüş Köyü'nde Osmanlı Devleti döneminde Ermenilerin de yaşadığına işaret eden Türkmen, söz konusu bölgenin sit alan ilan edildiğini bildirdi.

 

Kiliseye özellikle yabancı turistlerin ilgi gösterdiğini vurgulayan Türkmen, "Turistler geliyor ama kilise tam olarak hazır değil. Onun için kilisenin kısa sürede restore edilerek ziyaret edilebilir hale getirilmesi gerekiyor" dedi.

 

- "GAP Eylem Planı'na dahil edildi"

Kültür ve Turizm İl Müdür Vekili Aydın Arslan da kilisenin turizme kazandırılması için gerekli çalışmaların yapıldığını belirtti.

 

Germüş Kilisesi'nin GAP Eylem Planı'na da dahil edildiğini ifade eden Arslan, "Rölöve, restitasyon ve restorasyon projeleri hazırlandı. GAP Eylem Planında restorasyonunun yapılması kararlaştırıldı, önümüzdeki dönem yapılacak. Ayrıca alanda arkeolojik kazı da gerçekleştireceğiz" diye konuştu.

 

Mahallenin 85 yaşındaki eski muhtarı Mansur Özdemir, yıllardır kilise ve çevredeki diğer yapıları korumaya çalıştıklarını ancak definecilerin kazılar yaparak kiliseye zarar verdiğini söyledi.

 

Geçmişte bazı Ermeni ailelerinin de bölgede yaşadığını belirten Özdemir, bunların daha sonra Suriye'deki yakınlarının yanına gitmeyi tercih ettiğini ifade etti.

 

Babasından Birinci Dünya Savaşı'nda yaşananları anlattığını dile getiren Özdemir, şöyle devam etti:

"Osmanlı'nın son döneminde civar köylerde gençler cephelere katılınca evlerde sadece yaşlı ve kadınlar kalmış. Ermeniler savaşa alınmadıkları için burada yaşantılarına devam etmiş. Bunu fırsat bilen Fransız ve Ruslar, onları kışkırtarak komşu köylerde katliam yapmalarını sağlamış. Daha sonra bizim askerlerin geldiğini duyunca evlerini bırakarak kaçmayı tercih etmişler."

 

Özdemir, yıllardır kiliseyi korumak için çalıştıklarını ancak köyün dışında olduğu için yeterince koruyamadıklarını kaydetti.

Star, 19.05.2015

FATİH'İN TOPLARI İNGİLTERE'DE NASIL ÜN SALDI?

 

 

III. Osmanlı İstanbulu Sempozyumu, bu yıl da İstanbul’un bilinmeyen pek çok tarihi yönünü gündeme taşıyacak.

 

Fethin en uzman isimlerinden, ''Fetih ve Kıyamet'' kitabının yazarı Prof.Dr. Feridun Emecen, III. Osmanlı İstanbulu Sempozyumu’nun başkanlığını üstleniyor.

 

''Fetih 1453'' ve ''Diriliş'' filmlerinin de tarih danışmanlığını yapan Emecen, Osmanlı ve fetih dönemi İstanbul’u ile ilgili pek çok konuya sempozyumda açıklık getireceklerini belirterek, bir zamanlar İngilizler’in üzerinde şok etkisi yaratan Fatih’in toplarının, bugün Fort Nelson Topçu Müzesi’nde sergilenmesi gibi ilginç tezatlıklara da değineceklerini sözlerine ekliyor.

 

İstanbul fethi konusunda önemli eserleri ile tanınan, sinema ve televizyon alanında tarihi konu edinen pek çok projeye de danışmanlık yapan İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Feridun Emecen, İstanbul’un birbirinden ilginç olaylarının ilk kez III. Uluslararası Osmanlı İstanbul’u Sempozyumu’nda konuşulacağını belirtti. Emecen, dünyada çığır açan en önemli olaylardan biri olan İstanbul’un fethinin ve Osmanlı dönemi İstanbul’unun sempozyum vesilesi ile tekrar ele alınacağını ve zihnimizde var olan tüm gerçeklerin yeniden gözden geçirilmesinin sağlanacağına dikkat çekiyor.

 

''55 YERLİ YABANCI ARAŞTIRMACI İSTANBUL'U KONUŞACAK''

İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi tarafından İstanbul Büyükşehir Belediyesi işbirliğiyle düzenlenen III. Uluslararası Osmanlı İstanbul’u Sempozyumu birbirinden değerli akademisyen ve araştırmacıyı bir araya getirecek. İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Altunizade Kampüsünde 25-26 Mayıs 2015 tarihlerinde gerçekleştirilecek sempozyumda yerli-yabancı 55 araştırmacı dönemin İstanbul’unu mercek altına alacak. Sempozyum başkanı Prof.Dr. Feridun Emecen, “ Zengin bir tarihi barındıran İstanbul’un bilinmeyenlerini konuşmak ve tarihe ışık tutmak için yerli yabancı 55 önemli ismi bir araya getiriyoruz. İki gün boyunca dolu dolu İstanbul’u konuşacağız.” dedi.

 

“Sempozyum ile İstanbul üzerine yapılan araştırmaları tartışma ve paylaşma zemini sunuyoruz”

Fetih ve Kıyamet, İlk Osmanlılar, İstanbul’un Uzun Dört Yılı, Osmanlı Klasik Çağında Hanedan, Devlet ve Toplum, Yavuz Sultan Selim gibi eserleriyle dönemin tarihine ışık tutan Prof.Dr. Feridun Emecen, kitap ve makaleleriyle Osmanlı tarihinin en yetkin isimlerinden biri. 1995'te Türk Tarih Kurumu üyesi, 2012'de Türkiye Bilimler Akademisi asli üyesi olan Prof.Dr. Feridun Emecen'in Osmanlı Bürokrasisi, Hanedanı, Şehir Tarihi, Sosyal Yapı, Siyasi Yönelimler, Osmanlı-Avrupa İlişkileri, Savaş Tarihi Osmanlı Balkanları ve Ortadoğu Dünyası gibi konuları içine alan yayımlanmış kitap ve makaleleri bulunuyor. 

 

Emecen, “İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi olarak amacımız, Osmanlı İstanbul’u Sempozyumu’nu her yıl gerçekleştirerek, şehrin tarihi, sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmesine ışık tutmak; hangi şartlarda bir Osmanlı şehrine dönüştüğünü tespit edebilmek ve bugün bir dünya metropolü haline gelen İstanbul üzerine çalışan araştırmacıları bir araya getirip, disiplinler arası bir tartışma ve paylaşım zemini sunmaktır.” diyor.

 

Sempozyumda yerli-yabancı 55 araştırmacı ve akademisyenin yanı sıra edebiyatın güçlü kalemlerinden Ahmet Ümit, İskender Pala, Mario Levi, Selim İleri gibi önemli isimler de yer alıyor.

Akşam, 19.05.2015

'HİTİTLER KAYSERİ'DE' KONFERANSI

 

 

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Öğretim Üyesi ve Kültepe kazı başkanı Prof.Dr. Fikri Kulakoğlu, gün ışığına çıkardıkları Ur dönemine ait 3 mühür baskısının,  Anadolu 'daki ilk yazının daha erken örneklerini de bulabileceklerini gösterdiğini söyledi. 

 

Kulakoğlu, 18 Mayıs Müzeler Günü dolayısıyla İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü salonunda düzenlenen "Hititler Kayseri'de" konulu konferansta yaptığı konuşmada, şehirler arasında tarihi bir rekabet olduğunu, herkesin yaşadığı kentin "dünyanın en eski şehri" olduğu iddiasıyla ortaya çıktığını belirtti.

 

Önemli olanın kültür varlıklarına sahip çıkmak ve yaşanılan bölgeyi tanımak olduğunu vurgulayan Kulakoğlu, Kayseri'de de yakın döneme kadar Kültepe Höyüğü ile Gültepe Mahallesi'nin karıştırıldığını kaydetti.

 

Kulakoğlu, Hititler denince herkesin aklına ilk olarak Çorum Boğazköy, Alacahöyük, geç dönemlerde de Gaziantep ve Şanlıurfa bölgesinin geldiğine işaret ederek, Kayseri'nin de içinde bulunduğu coğrafyanın önemli bir Hitit memleketi olduğunu anlattı. 

 

Hitit uygarlığının doğduğu yerin Kültepe olduğuna dikkati çeken Kulakoğlu, şöyle devam etti:

"Onun ötesinde de Hitit uygarlığının sürdürüldüğü bir coğrafya burası. Hitit eski kral çağına ait merkezler var, Hitit imparatorluk döneminin çok güzel anıtları, barajları var. Şöyle bir yanlış algı var. Kapadokya dediğimizde aklımıza Ürgüp, Avanos, Göreme geliyor. Aslında Kapadokya çok geniş bir bölge. Tuz Gölü'nden başlayarak Malatya'ya kadar uzanan bir coğrafya. Kayseri bunun tam ortasında. Kayseri aslında Kapadokya'nın baş şehirlerini içeren bir bölge. Biz Kayseri'de aslında Kapadokya'nın ve Hitit yurdunun içerisindeyiz."

 

Kulakoğlu, Erciyes'in kültürlerin oluşması için gerekli potansiyele sahip bir yer olduğunu vurgulayarak, "Bugüne kadarki bilgilerimiz ışığında Anadolu'da kalayın olmadığını düşünüyorduk. İkinci binde kalayın dışarıdan ithal edildiğini sanıyorduk ama yaptığımız araştırmada Erciyes'in eteğindeki Hisarcık'ta bulunan kalay ocaklarının kullanıldığını tespit ettik. Dolayısıyla Erciyes çok önemli bir faktör. Burada başta kalay olmak üzere çok önemli madenler var" dedi.

 

- "Anadolu'da yazının daha erken örneklerini bulabiliriz"

Kültepe Höyüğü'nden bugüne dek yaklaşık 23 bin 500 çivi yazılı tablet çıkarıldığını belirten Kulakoğlu, şöyle konuştu:

"Kültepe'yi Anadolu'nun yazılı tarihini başlatan yer olarak tanıyorsunuz ama belki yakın zamanda yapacağımız çalışmalarla bu da değişecek. Şimdiye kadar yapılan kazılarda eski tunç çağına kadar inilmiş, yani günümüzden 5 bin yıl öncesi ama yapılan çalışmalar çok sınırlı alanlarda. Çünkü Kültepe Anadolu'nun en büyük höyüklerinden bir tanesi. Küçük bir höyük olsa sonuçlarını 15 yılda alırsınız ama büyük bir yer olduğu için sonuca ulaşamıyorsunuz. Son yıllarda yaptığımız eski tunç çağına yönelik araştırmalarımızda, anıtsal 3 büyük yapı elde ettik.

 

Orada bu döneme ilişkin verileri toplamaya çalışıyoruz. Elimizdeki verilere göre, Anadolu'da en eski yazılı belgeler Kültepe'de çıktı, koloni çağında başladı diye biliyorduk ama şimdi ele geçen en azından 3 tane çivi yazılı, lejantlı, mühür baskısından (Üçüncü Ur dönemi mührüdür, milattan önce 2100'lü yıllara tarihlenir) bize bu bölgede ciddi bir ticaret ilişkisi olduğunu ve Anadolu'daki ilk yazının daha erken örneklerini de bulabileceğimizi gösteriyor."

 

Prof.Dr. Fikri Kulakoğlu, Kayseri'deki Hitit eserleriyle ilgili de bilgiler vererek, Hitit sanatının doğuşunda itibaren Kültepe'de şekil aldığını, küçük bir aradan sonra, özellikle Hitit imparatorluk dönemindeki askeri seferler sırasında yeniden canlandığını sözlerine ekledi.

Radikal, 18.05.2015

ZEYREK'TE BİNALARA ROMA DÖNÜŞÜMÜ

 

 

965 yıllık geçmişe sahip Zeyrek Camisi'nin çevresi tarihi yapıya uygun olarak düzenlenecek. Çarpık yapılaşma makyajlanarak kaldırım ve yol düzenlemeleri yeniden tasarlanacak.

 

Doğu Roma İmparatorluğu'nun sembol eserlerinden biri olan Fatih Zeyrek'teki tarihi Zeyrek Camisi, eski adıyla Pantokrator Manastırı'nın çevresindeki kötü görünüme sahip binaların cephesi tarihi yapıya uygun olarak düzenleniyor. Ayasfoya'dan sonra ayakta kalan Doğu Roma dönemine ait en önemli ikinci eser olan tarihi yapının çevresindeki çarpık yapılaşma makyajlanacak. Ayrıca çevre sokaklardaki kaldırım ve yollar yeniden tasarlanacak. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kentsel Tasarım Müdürlüğü tarafından yapılacak çalışmalar kapsamında, Zeyrek Camisi'nin mimarisi göz önünde bulundurularak çevre binalara yönelik uygulama projesi hazırlanacak.

TASARIM MODELİ ÇIKARILACAK
Yenileme projesi için öncelikle tasarım modeli ortaya çıkarılacak. Ardından ev ve işyerlerinin cephesinin yenilenmesi için arazi çalışması yapılacak. Tarihi manastırın ilk kısmı 12. yüzyılda Doğu Roma İmparatoru II. Yannis Komnenos'un karısı İmparatoriçe İrene tarafından yaptırıldıktan bir süre sonra iki kilise daha inşa edildi. Mimari yapısı ve estetik uygulamalarıyla Ayasofya'dan sonraki en gözde eser olarak gösterilen manastır, İstanbul'un fethinden sonra medreseye dönüştürüldü. Daha sonraki yıllarda camiye dönüştürülen tarihi yapının bir bölümü günümüzde de cami olarak kullanılmaya devam ediliyor. Tarihi Yarımada'nın en önemli iki eserinden biri olan zeyrek Camisi, 1050 yılından beri ayakta kalması nedeniyle turistlerin de uğrak yerleri arasında yer alıyor.

Sabah, Haber: Zeynel Yaman, 18.05.2015

TARİHİ YAPILAR İÇİN PROJE

 

İstanbul Valiliği İstanbul Proje Koordinasyon Birimi tarafından tarihi yapılar için yeni bir proje hayata geçirildi.

 

1846 yılında ülkemizde başlayan müzecilik çalışmaları kapsamında ilk müze İstanbul’da Aya İrini Kilisesi'nde kuruldu. Daha sonra Osman Hamdi Bey zamanında bugünkü İstanbul arkeoloji Müzesi açıldı. Osman Hamdi Beyin ölümünden sonra görevi devralan Halit Eldem döneminde ise Türk İslam eserlerini içine alan “İslam Müzesi” kuruldu.

 

1924 yılında da Topkapı Sarayı müze olarak hizmete girdi. 1928 yılında Etnografya Müzesi tamamlandı ve hizmete açıldı. 1934 yılında Ayasofya müze olarak hizmete sunuldu.Ülkemizde bugün yüzlerce müze bulunuyor ve bu müzelerde iki milyonu aşkın eski eser sergileniyor. Geçmişle bugün arasında kültür köprüsünü kuran müzeler tarihin derinliklerinden izler taşıyor. 

 

176 bina değerlendirildi

Türkiye’nin müzecilik tarihi yüzyılı aşkın bir süredir başarılı çalışmalarla taçlanırken, kültür mirasımızın korunmasıda ayrı bir önem taşıyor. İstanbul Valiliği İstanbul Proje Koordinasyon Birimi (İPKB), İstanbul’daki bazı tarihi yapıların güçlendirilmesi kapsamında projeler hazırladı. İPKB bu bağlamda; Kültür ve Turizm Bakanlığı himayesi altındaki İstanbul’daki tarihi yapıların envanterini çıkarttı ve sismik risk değerlendirmelerini tamamladı.

 

Topkapı Sarayı ve Yıldız Sarayı gibi saray komplekslerini de kapsayan 26 tarihi komplekste yer alan 176 bina değerlendirilerek elde edilen veriler özel bir veri tabanına aktarıldı. Ayrıca Arkeoloji Müzesi ek ve klasik binaların, Topkapı Sarayının, 4.avlusunda bulunanMecidiye Köşkününve Ayasofya Müzesi Müdürlüğüne bağlı olan Aya İrini Anıtı’nın depremperformansı değerlendirmesi yapıldı ve depreme karşı güçlendirme projeleri hazırlandı.

 

Öncelik verilecek yapılar belirlendi

Çalışmalar kapsamında anıtsal yapılar, müzeler,kütüphaneler, saray, idari binalar, hastaneler, eğitim yapıları vesivil mimari örneklerigibi tarihi ve kültürel miras kapsamında bulunan yapılar değerlendirildi. Uzmanlar tarafından incelenen binalara ilişkin literatür taramaları ve saha ziyaretleri yapılarak her bir yapı için risk seviyesi tespit edildi ve öncelik verilmesi gereken yapılar belirlendi.

 

Uluslararası işbirliği

İPKB, İstanbul’daki kültürel varlıkların korunmasına yönelik işbirliği projelerinin geliştirilmesine de katkıda bulunuyor. Bu çerçevede geçtiğimiz aylarda İPKB ve İtalyan Ticaret Merkezi (ITA)’nin işbirliğiyle, Şeyh Süleyman Mescidi Restorasyonu ve Med-Art Eğitim Projesi ile“Kültür Varlıklarında Koruma; Türkiye ve İtalya’dan Restorasyon Uygulamaları Sempozyumu” gerçekleştirildi.

 

Türkiye ve İtalya örnekleri üzerinden kültürel mirasın korunmasına yönelik projelerin ele alındığı sempozyumda, kültür varlıklarında koruma felsefesi ve teorileri, restorasyon uygulamaları, yapıların güçlendirilmesine yönelik yenilikçi malzeme ve yöntemler gibi başlıklar tartışıldı. Sempozyum ayrıca 2012 yılında İPKB, ICOMOS Türkiye, Yıldız Teknik Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi ortaklığında başlatılan “Koruma ve Restorasyon Alanında Bir Tüzük” çalışmasını destekleyici rol oynayacak. 

Milliyet, 18.05.2015

RAMİ KIŞLASI 'ŞEHİR MÜZESİ' OLACAK

 

Sultan III. Mustafa döneminde yaptırılan 220 bin metrekare alana sahip tarihi kışla, içinde Tarih ve Medeniyet ile Eyüp El Ensari Panorama Müzesi’nin de bulunduğu şehir müzesine dönüştürülecek.

 

 

Sultan III. Mustafa döneminde yaptırılan 220 bin metrekare alana sahip Rami Kışlası, şehir müzesine dönüştürülecek. Eyüp Belediye Başkanı Remzi Aydın, Rami Kışlası Şehir Müzesi’nin, sadece İstanbulluların değil tüm Türkiye’nin gözbebeği olacağını söyledi.

 

Tarihi kışlanın müze, kütüphane ve 220 bin metrekarelik peyzaj düzenlemesiyle İstanbul’un en önemli odak noktalarından biri olmaya aday olduğunu belirten Aydın, yapının, çalışmaların ardından hizmete sunulacağını ifade etti.

 

Proje kapsamında, tarihi binanın yeri, boyutları, ulaşılabilirliği, müze programına uygunluğu göz önünde bulundurularak, şehir müzesi olmasının kararlaştırıldığını vurgulayan Aydın, şöyle devam etti:

“Kışlanın tamamlanmasıyla çevresindeki yapıların da iyileştirilmesi öngörüldü. Tek bir kapıdan girişin yapılacağı müzede, ziyaretçilerin gezebileceği büyük bir avlu ve iç mekanlar da inşa edilecek. Koridorlarla geçişlerin sağlanacağı avluda, sergi salonları ve gezi mekanları yapılacak. Ayrıca ziyaretçiler için kafeteryalar, kitapçı dükkanları, hediyelik eşya satış birimleri ile geleneksel el sanatlarının yapımını, tanıtımını ve satışını içeren atölyeler de yer alacak. Mevcut tarihi binanın dokusunu bozmamak için bitişiğine kışla yapısına uygun, çağdaş teknoloji kullanılarak yapılacak kütüphane 3 milyon kitap kapasitesi ve sınırsız dijital kayıt imkanı ile 75 bin metrekarelik inşaat alanına sahip olacak.”

 

Aydın, içinde Tarih ve Medeniyet ile Eyüp El Ensari Panorama Müzesi’nin de bulunacağı şehir müzesinin, bölgeye ekonomik ve kültürel açıdan büyük katkı sağlayacağını vurguladı.

 

Bölgenin zaten hareketli olduğunu ancak müzeyle Eyüp’ün önemli bir kazanım elde edeceğini aktaran Aydın, “Sadece bölgede ikamet edenler için değil tüm İstanbul için önemli bir değer olacak” ifadesini kullandı.

 

 

Kışlanın tarihçesi

Rami Kışlası (Asakir-i Mansure-i Muhammediye Kışlası) 1757-1774 arası inşa edildi. II. Mahmud döneminde, 1828-1829 yıllarında yenilenen kışlaya, Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldıran II. Mahmud’un yeni kurduğu orduya “Asakir-i Mansure-i Muhammediye” adını vermesi nedeniyle Asakir-i Mansure-i Muhammediye Kışlası denildi. Cumhuriyet döneminde de orduya hizmet veren Rami Kışlası, 1980’li yıllarda Genelkurmay tarafından dinlenme ve istirahat alanı yapılma şartıyla İstanbul Belediyesi’ne devredildi. Kışla, 1986’da, dönemin İstanbul Belediye Başkanı Bedrettin Dalan tarafından geçici olarak gıda toptancılarına tahsis edildi.

Habertürk, 18.05.2015

BURSA'DA TARİHİ ESER OPERASYONU

 

 

Bursa'da Roma dönemine ait 492 sikke, 29 metal ve 43 mermer obje ele geçirildi. İl Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şubesi ekipleri, boya ustası N.A'nın (41) Bağlarbaşı Mahallesi 5. Çiçek Sokak'taki deposunda tarihi eserler bulunduğu bilgisi üzerine harekete geçti.

Ekipler, adreste yaptıkları aramada Roma dönemine ait 492 sikke, 29 metal ve 43 mermer obje ele geçirdi.

Gözaltına alınan N.A'nın sigara kaçakçılığından sabıkalı olduğu öğrenildi.

 


Habertürk, 17.05.2015

BİTLİS'TEKİ DEPODAN 5 BİN YILLIK ESERLER ÇIKTI

 

Bitlis'te önceden depoda tutulan yaklaşık 5 bin yıllık eserler, restorasyon ve konservasyon çalışmalarına tabi tutuluyor.

 

 

En eskisi, MÖ 2900 ile 2700'lü yıllara ait olan eserler, uzman restoratörler tarafından yürütülen titiz çalışmalarla restore ediliyor.

 

Ahlat Müzesi Müdürü Ziya Kılınç, yaptığı açıklamada, yeni müze binasının bitmesiyle depoda bulunan eserleri, yeni binaya taşıdıklarını söyledi.

Eserleri kirli ve paslı halleriyle teşhire koymak istemediklerini belirten Kılınç, şunları kaydetti:

"Erzurum ve Diyarbakır merkez laboratuvarlarından gelen uzmanlar eser temizliği yapıyor. Gerek restorasyon gerekse konservasyon çalışmaları yapılıyor. Teşhire koyacağımız korozyonlu, kondisyonu düşük eserlerin tamamını onarıp, bunların bazılarını depoda koruma altına alacağız. Bazılarını ise teşhire koyup halkımızın kültürel bilincini oluşturmak için sergileyeceğiz."

 

Ahlat Müzesi'ndeki eserlerin çoğunun 1960'lı yıllarda Adilcevaz İlçesi'nde bulunan Kef Kalesi'nde yapılan kazılarda elde edildiğini ifade eden Kılınç, bunların yanı sıra Selçuklu Meydan Mezarlığı'nda yapılan kazılardan çıkartılan eserlerin de müzede sergileneceğini söyledi.

 

Kılınç, müzede satın alınan eserlerin de bulunduğuna dikkati çekerek, "Karaz kültürüne ait eserlerin yanı sıra Urartu, Hellenistik, Roma, Bizans ve Selçuklu döneminden kalma özellikle mavi turkuaz seramiklerimize müzede yoğun şekilde var ayrıca müzede, Osmanlı dönemine ait eserler de mevcut" diye konuştu.

haber7.cm, 17.05.2015

KAYIP UYGARLIĞIN İZİNDE

 

İsviçreli jeoarkeolog Zangger, Troya kalıntılarının altındaki Luvi Uygarlığı’nı ortaya çıkarmaya çalışıyor. Zangger’e göre çok başlı yönetim biçimiyle Avrupa Birliği’ni hatırlatan uygarlık Batı tarafından görmezden geliniyor.

 


Zangger’e göre Troya’nın altındaki uygarlık Luviler gün ışığına çıkarılmayı bekliyor. (İLLÜSTRASYON: CHRISTOPH HAUSSNER)

 

Eberhard Zangger, Stanford Üniversitesi’nde doktorasını yapan bir jeoarkeolog. Zangger, son aylarda “Avrupa Birliği” aslında Türkiye sınırlarının zaten içindeydi” düşüncesine de dayanan, hayli ilginç bir jeo-arkeolojik keşfe hayatını adamış. Bilim adamının meslektaşı Serdal Mutlu ile kaleme aldığı ve Mersin Üniversitesi Kilikia Arkeolojisi Araştırma Merkezi Yıllık Dergisi Olba’da yayımlanacak bir makaleye göre, Batı Türkiye’deki Luvi Uygarlığı, arkeolojik araştırmalarda “tamamıyla görmezden gelinmiş”. Cumhuriyet’i ziyaret eden Zangger, başta Güneş olmak üzere, yıldız-tanrılara tapan, Venüs’ü dişi bir tanrı olarak gören ve taşıdıkları bölgesel özerklik / krallık haliyle bugünkü Avrupa Birliği’ni alenen çağrıştıran Luvi Uygarlığı’nın, MÖ ikinci bin yılın büyük kısmında iskan edilmiş 340 yerleşim yerini, sistematik olarak ilk defa kayıt altına aldığını ileri sürüyor.

 

Bizim hikayemiz

Zangger, antikçağdan Shakespeare dönemine kadar var olan Troya efsanesinin, antikçağa ve ortaçağa ait metinler yoluyla günümüze kadar aktarılmış Bronz Çağı’na ait hakiki anıları temel aldığını söylüyor. Bunun anlamı şu: Hikaye aslında çok daha eskiye dayanıyor. Ve bu ‘Avrupai’ hikaye de aslen yine bizim hikayemiz.

 

Zangger, şöyle ilginç bir fikir daha ortaya koyuyor: “Arkeoloji, Avrupa’nın Osmanlı’yla mücadele ettiği dönemde ortaya çıktı. 20. yüzyıla kadarki paradigmalar Avrupa uygarlıklarını büyük gösterip Türkiye topraklarındakileri küçük göstermek amacıyla geliştirilirdi.”

 

Radarlarla aradı

Bölgedeki olası buluntuların tümünü müzelere bırakacağını vaat eden Zangger, çoktan çalışmaya başlamış. Bir fon bulması halinde reel kazılarla da besleyeceği bu tezi belgelemek üzere Almanya’nın Hannover kentindeki Federal Jeoloji Bilimi ve Doğal Kaynaklar Enstitüsü’nün işbirliği ile radar tekniklerini kullanmış. Böylece, yerleşim katmanlarını ve birer medeniyet unsuru sayılabilecek sulama kanalları, ekin bölgeleri ve yapay limanları bulmak için, bugünkü ‘Troya’ düzlüğünde, ondan da eskiyi keşif için, helikopterli bir jeofiziksel keşif çalışması hazırlamış. İşte, Zangger’in kazı için destek bekleyen ilginç ve ‘radikal’ saptamalarından birkaçı:

 

Kimse Luvileri anlatmadı

MÖ 2. binyıl boyunca Anadolu’nun büyük bölümünde anadili Luvice olan halklar yaşardı. Bu halklar Yunanistan ve Anadolu’nun en iyi tanınan halklarından olan Minoslar, Mikenler ve Hititlerin çağdaşı, ticari ortakları ve bazen de rakipleriydiler. Gerçekte Luviler yazıyı, Yunanistan’daki saraylarda kullanımından en az 300 sene önce kullanmaya başlamıştı. Luvilere ait bu yazılar Avrupalılar tarafından 19. yüzyılda, Miken, Minos ve Hitit belgelerinden çok daha önce keşfedildi.

 

Hititlerin beş katı

Luvice konuşan halk gruplarının yerleşim alanları Mikenlerin yerleşim alanlarından yaklaşık üç kat, Hititlerden ise beş kat büyüktü. Miken, Minos ve Hitit yerleşimlerinden çok daha fazla Luvi yerleşim alanının varlığından haberdarız. Dünyada büyük bir alanda kazısı yapılan ilk protohistorik buluntu yeri ve aynı zamanda dünyanın en önemli arkeolojik sit alanı olarak kabul edilen Hisarlık tepesi de, gene bir Luvi krallığı olan Troya’nın kraliyet sarayıdır.

 

Haritalarda yoklar

Buna rağmen, arkeoloji dünyasına Luviler konusuna hep bir belirsizlik hakim oldu. Bronz Çağı’nın siyasi haritalarında gözükmedikleri gibi, bugüne kadar hiçbir protohistoryacı, Luvilerin bir zamanlar Ege’de önemli bir güç olduğunu söylemedi.

 

NATO misali Luvi donanması

Luviler bir araya gelerek askeri bir birlik oluşturdular ve kısa zamanda saldırı amaçlı, hızlı ve kullanışlı gemilerden oluşan bir donanma kurdular. Luviler Hititlere karadan doğrudan saldırmak yerine, deniz yoluyla Hititlerin Kıbrıs ve Suriye’deki topraklarına ulaştılar.

 

Anadolu’ya dağıldılar

Anadolu’daki potansiyel Luvi yerleşimleri bugün yaptığımız coğrafi tespitlere göre, Akın Höyük, İskele Höyük, Çaltılar Höyük, Karapazar, Büyük Höyük, Doğancı Höyük, Kozluca Höyük, Soğulcak, Kolossai ve Keskin gibi yörelerde bulunmaktadır. Bu topraklar aynı zamanda dönemin altın, bakır, kurşun ve gümüş yatakları olarak Luvi’yi zenginleştirdi.

 

520 işaretli Luvi yazısı

Hititlerin başkenti Hattuşa’da bulunmuş ve Akatça çivi yazısında yazılmış belgelerde, Luvi dilini konuşan halkların yaşadığı bölgeye Luwiya deniyordu. En az 900 yıl boyunca kullanımda kaldığı belgelenen Luvice, hiyeroglif işaretleriyle yazılırdı. Güney ve Batı Anadolu’nun tamamında konuşulurdu. İsviçreli Asurolog ve Hititolog Emil Forrer 1919 yılında ilk kez çivi yazılı arşivlerdeki Luvi dilini okumayı başardı. 1953’ten sonra Hattuşa’daki Luvi metinlerinin yayımlanmasıyla beraber Luvi çivi yazısı, Luvi hiyeroglifleri ile ilişkilendirildi ve 520 işaretten oluşan Luvi hiyeroglif yazısı anlaşılmaya başlandı.

 

Troya’yı parlatan destan

Birçok bilim insanına göre Troya’nın önemi, Homeros’uneserlerinden ileri gelir. Oldukça gösterişsiz bir yerleşim alanı olmasına rağmen Troya’nın binlerce yıl boyunca bu kadar önemsenmesinin tek nedeni İlyada’dır. Ancak Troya’nın şöhretinin Homeros’tan kaynaklandığı tezine karşı birçok şey ileri sürülebilir.

 

Her şeyden önce Homeros, Grek kökenli bir yazar olarak, Grek kahramanları üzerine Grek dilinde bir destan yazar ve bu destan Grek savaşçılarının zaferiyle son bulur. Bu durumda neden sonraki nesiller galip gelen Grekler yerine bu küçük yeri önemseyip yüceltmişlerdir? Eğer Troya savaşlarına Homeros’un destanları ün kazandırdıysa, o zaman Romalı aristokratların ve Avrupa halklarının soylarını Troya Savaşı’nı kaybedenlere değil, muzaffer Agamemnon’a ve doğum yeri olan Miken’e dayandırmaları gerekmez miydi?

 

Başka kaynak yok

İkinci olarak, Troya’nın en parlak dönemi ile ilgili aktarılan birçok detayı Homeros’un eserinde görmek mümkün değildir. Dolayısıyla Homeros’un yanı sıra başka kaynaklar da söz konusu olmalıydı. Üçüncü olarak Troya konusu, özellikle ortaçağda, yani Homeros’un eserine erişimin mümkün olmadığı ve eserin kayıp olduğunun sanıldığı bir dönemde çok rağbet görmüştür.

 

Harikalar diyarı

Hititlerin büyük kralı II. Murşili’nin Luvi Seferi sırasında 66 bin kişiyi esir aldığı iddia edilir. Döneminin en zengin ve en güçlü firavunu III. Amenophis de ısrarla bir Luvi Prensesi ile evlenebilmeyi dilemiştir. Bunun yanında kendi mezar tapınağında, Grek kolonicilerinin bu coğrafyayı tanımalarından beş yüz yıl önce, Luviler ve İyonyalılar resmedilmiştir. Dünyanın yedi harikasından üçü eskiden Luvilere ait olan topraklarda yer aldığı gibi, Sokrates öncesi Ege filozoflarının hemen hepsi Luvilere ait devletlerde ortaya çıkmıştır.

Cumhuriyet, Haber: Evrim Altuğ, 16.05.2015

 

******


LUVİLER,İSVİÇRELİ ARAŞTIRMACI İÇİN BİR TRUVA ATI MI?

 

sviçreli araştırmacı Eberhard Zangger, bir kez daha Troia dönemine dair iddialarıyla gündemde. 'Luvi Uygarlığı ihmal edildi ve Troia tekrar kazılmalı' diyen Zangger'in görüşleri Türkiye bilim çevrelerinde pek bir heyecan uyandırmıyor. İşin ilginci Zannger'in 15 yıl önce de 'Atlantis aslında Troia'dır' diye ortaya çıkmış olması...

 

 

“Troia antik kenti aslında şu anda görünenin 100 katı daha büyük bir alana yayılıyor. Çünkü bu kent, bundan dört bin yıl önce Anadolu’da yaşayan ve haklarında çok az şey bilinen Luvi Uygarlığı’nın etkisi altındaydı. Luviler hakkında bir şey bilmiyor olmamız, tamamen politik. Yunan hayranı Batılı tarihçilerin işine böyle geldi. Anadolu’da hala kazılmayı bekleyen ama kimsenin ilgilenmediği pek çok Luvi kenti var. Eğer Troia ve bu kentler kazılırsa tarih değişecek…”

 

***


Bu sözler İsviçreli bir arkeoloji uzmanı olan Eberhard Zannger’e ait. Hafta sonu çeşitli yayın organlarında Luwian Studies, yani Luvi Araştırmaları Vakfı’nın kurucusu olarak bir dizi söyleşisi yayımlandı. Söylediğine göre vakfın tek finansörü kendisi ve hayatının amacı, MÖ iki binli yıllarda Türkiye’nin batısında Luvi Uygarlığı’nın yaşadığını kabul ettirmek… Konuyla ilgili Türk arkeolog Serdar Mutlu ile birlikte yazdığı bir makalesi de Mersin Üniversitesi’nin arkeoloji dergisi Olba’da yayımlanacak.

 

Zannger aslında bir jeolog. Yıllarca arkeolojik kazılarda jeolog olarak çalışmış. Bundan 20 yıl önce Yunanistan’daki kazılarda çalışıyormuş. İşin ilginci Türkiye onun adını ilk kez 90’larda duymuştu. “Troia aslında kayıp şehir Atlantis’tir” iddiasıyla gündemdeydi. O zaman da Troia’nın havadan radarlarla araştırılıp farklı yerde yeniden kazılması gerektiğini savunmuştu. Türkiye’de iş dünyasından ve Kültür Bakanlığı’ndan da ilgi gören bu iddiaya karşı Troia kazılarının efsane başkanı Prof.Dr. Manfred Korfmann, uzunca bir makale yazmak zorunluluğu duymuştu.

 

 

PEKİ ZANGGER NE DİYOR?
Zangger bu kez Luviler hakkında ilgi çekecek iddialar dile getiriyor. Diyor ki Luvi Uygarlığı hakkında pek bir şey bilinmiyor. Luviler hiçbir zaman merkezi bir devlet kurmadı ama küçük krallıklardan oluşa bir uygarlıktı. Tipik bir Bronz Çağı haritasında doğuda Hititler’in, batıda ise Miken, Minoa gibi Yunan kökenli uygarlıklarının arasında bomboş bir alan olması mümkün değil. Bu küçük krallıklar bir dönem Hititler’e tabi olsa da aslında bir uygarlık olarak tanımlanmaları gekeriyor. Zaten 1192’de Hititler’i yıkan büyük saldırıyı yapan, antik Mısır kaynaklarında geçen saldırgan ‘Deniz İnsanları’ da aslında Luvilerden başkası değil. Eski çağların en büyük anlatısı, yani Troia Savaşı ise Luviler’in güçlenmesine karşı saldırıya geçen Yunan kentlerinin bir saldırısı.

 

 

Türkiye daha önce de Luviler ve Troia arasında bağlantı kuran yaklaşımları duymuş, Troia’nın Anadolulu olduğu yönündeki tezleri tartışmış iş “Troialılar Türk mü?” noktasına kadar gelmişti. Zangger benzer bir tarih tezi dile getirmekten bir adım daha ileriye gidiyor ve kazılar yapılırsa kendisini destekleyecek buluntuların çıkacağını savunuyor. Hem yerini hem derinliğini belirtiyor: “Troia’da Kara Menderes nehrinin taşkın ovasında 5-6 metre derinlikte. Anadolu’da ise 10 metre derinde.”

 

 

Zangger’in iddialarındaki Türkiye için kışkırtıcı bir yan da var. Diyor ki bugüne kadar tarihi antik Yunan hayranı Batılı tarihçilerin yazdığı. Anadolu’nun ve hatta Troia’nın hakkının yeterince teslim edilmediği…

 

BİLİM İNSANLARI: CİDDİYE ALINACAK GİBİ DEĞİL!
Bilim çevreleri ise Zangger’i fazla ciddiye almıyor. Söylediklerinin bilindik şeyler olduğu ve neticede bilimsel bir yanı olmadığı konusunda hemfikir vaziyetteler. Özellikle 15 yıl önceki Atlantis macerası, Zangger’in ‘Atlantis tutmadı, Luvi verelim’ diye anılmasına neden oluyor…

Troia ile ilgili olarak yıllardır kazıları yürüten Prof.Dr. Rüstem Aslan ile görüştüm. Zangger’i daha önceki Atlantis tartışmalarından hatırlayan Aslan, ciddiye alınacak bir yanı olmadığını söylemekle yetindi.


Aslan’ın da hocası olan Prof. Manfred Korfmann’ın ölümünden iki yıl önce, 2003’de Zangger’e karşı yazdığı makalesi ise epey ilginç. “Düşüncelerinin medyadaki ilgisine muhtaç olan E. Zangger bilim adamlarının onu hiç dikkate almamasını bilmezlikten geliyor.” Troia’da Atlantis’i aramayı, Almanya’da Hansel ve Gratel’in evini aramaya benzeten Korfmann “12 yılda Troia’da çeşitli ülkelerden gelen 80 kadar bilim adamı çalıştı. Ama hiçbiri Zangger gibi bir Atlantis araştırması yapmak istemedi” diyor. Troia ve çevresindeki ovaların 20 yıldır araştırıldığını, hatta Troia’nın dünyada en iyi araştırılmış bölge olduğunu söylüyor. Korfmann’a göre Zangger’in inatla bu fikri savunuyor olması sonuçta bir ‘inanma meselesi’… Ve diyor Korfmann, ‘inanmak, bilmek değildir’.

 

 

Luvi Uygarlığı konusunda uzman bir isim, İstanbul Üniversitesi’nden Hititolog, Yard. Doç.Dr. Meltem Doğan Alparslan ile görüştüm. Meltem Doğan, “Luviler hiç de ihmal edilmiş değil. Daha bugün sabahtan akşama kadar öğrencilere Luvileri anlattım” diye söze başladı… Sonra Luviler’in iddialarda dile getirildiği gibi sadece Batı’da olmadığını, bütün Anadolu’ya yayılmış olduklarını anlattı. Hitit uygarlığı içinde çok önemliler. Hitit kralları Luvice isim taşıyor, Hititçe yanı sıra Luvice yazı da kullanılıyor. Luviler ve Hititler iç içe geçmiş gibi. Ama merkezi krallığın kuranlar Hititler. Hititler’in bir saldırıyla yıkıldığı ise daha önce çok söylenmiş ama kabul görmemiş bir görüş. Çünkü böyle bir yıkımın ve istilacıların hiçbir izi bulunamamış.


Meltem Doğan, Wilusa denilen kentin Troas’da yani Gelibolu yarımadası civarında bir yerde olduğunu ama bulunamadığını dolayısıyla Troia’nın Wilusa olduğunu söylemenin doğru olmayacağını söylüyor: “Orada bugüne kadar Hitit döneminden sadece bir tek mühür bulunması, bir Hitit ya da Luvi kenti olduğunu kanıtlamak için yeterli değil.” Dil ve isimler konusu açıldığında “İsviçreli beyefendi son derece cahil” demekten kendini alamıyor.

 

“Ören yerlerinde pek çok katman olduğu biliniyor. Ama bunların Hitit, Luvi ya da Bizans olup olmadığını anlamak için zamanla, itinayla kazmak geniş alanları açıp görmek gerek. Yani beş metre kazmayla somut sonuçlara ulaşmak diye bir şey yok…” Meltem Doğan’a göre “Arkeoloji zaman iste, sabır ister. Öyle kolay değil…”

 

1990’ların başından itibaren Atlantis’ten söz eden, kitaplar yazan Zangger’in 15 yıllık bir sessezlikten sonra Luviler’i anlatarak dönmesi gerçekten ilginç. Bu kez ne Kültür Bakanlığı’nın ne de bilim çevrelerinin ilgisini çekememiş görünüyor. Gerçi kendisiyle yaptığım görüşmede, önce medya ile kamu oyunun ilgisini çekmek daha sonra da bir sponsor bulmak istediğini anlattı.

 

 

Neticede insan sormadan edemiyor, “Acaba Atlantis ya da Luvi Uygarlığı, Zangger için Troia’yı fethetmeye yarayacak birer tahta at mı?” Eğer öyleyse Troia’da onu bu kadar cezbeden ne? Bilmiyoruz ama belli ki İlyada’nın büyüsüne kapılan ilk Alman Schilemann değildi, galiba sonuncusu da Zannger olmayacak…

Radikal, Haber: Cem Erciyes, 20.05.2015

BEYOĞLU'NDA 'KAÇAK SARAY YAVRUSU' İDDİASI

 

"Beyoğlu Kent Savunması" üyesi bir grup, tarihi Beyoğlu Belediyesi binasına kaçak kat çıkıldığını öne sürerek protesto eylemi yaptı.


Taksim Tünel Meydanı'nda toplanan Beyoğlu Kent Savunması üyeleri, ellerinde pankartlarla Beyoğlu Belediyesi ve Hükümet aleyhinde sloganlar attı. Burada yapılan basın açıklamasında, "Bir belediye düşünün ki, 158 yıllık bir binayı restore edeceğim diye üstüne bir kat çıkarak saray yavrusu bir bina yapsın. Bir belediye düşünün ki, kendisine uygulatmadığı hukuku, sorumluluğu altındaki küçük esnafa zor kullanarak uygulatsın. Kendi belediye binasına bunu yapan, Beyoğlu'na ne yapmaz?" denildi.
 

DHA, Mehmet Aktaran, 16.05.2015

NAZİ YAĞMASI MATISSE İADE EDİLİYOR

 

Nazilerin 1930 ve 1940’lı yıllarda Nazilerin Yahudi koleksiyoner Paul Rosenberg’in koleksiyonundan yağmaladığı sanat eserlerinden biri olan Matisse tablosu, koleksiyonerin torunlarına iade edilecek.

 

‘Woman Sitting in an Armchair’ ismini taşıyan ve 1920 yılında yaptığı düşünülen tablonun mirasçıları arasında, IMF eski başkanı Dominique Strauss Khan’ın eski karısı, Fransız gazeteci Anne Sinclair de bulunuyor. Geçtiğimiz yıl mart ayında hayatını kaybeden Cornelius Gurlitt’in Münih’teki dairesinde bulunan bin 500 tablo arasında yer alan eser, Hitler’in ‘dejenere’ sanat eserleri için kurmayı planladığı Führermuseum’da sergilenmek üzere Gurlitt’in babası Hildebrand Gurlitt tarafından kaçırılmıştı.

Milliyet, 16.05.2015

CUMHURİYET GÖRÜNTÜLEDİ... İŞTE EMEK SİNEMASI'NIN SON HALİ

 

Yıkılıp yeniden yapılan Emek Sineması’nın son halini gezdik. Adı önce Melek sonra Emek olan sinema için “O eski halinden eser yok şimdi...” diyebiliriz çünkü her şeyden önce o eski ruhu yok!

 

Kamuoyunun verdiği mücadeleye karşın yıkıp yeniden yapılan Emek Sineması’nın son halini gözlemlemek üzere önceki gün yeni Emek Sineması’nı gezdik.

 

Bir kentin kültürel ve tarihi değerlerini koruma mücadelesinin simgesine dönüşen Emek Sineması mücadelesi yıllardır devam ediyor. “Emek Bizim İstanbul Bizim” diyen eylemciler, sanatçılar Emek’in yerinde korunması için yıllardır mücadele verse de yıkımını engelleyemedi. Kamu vicdanı, sermayeye yenik düştü...

 

Cercle d’Orient, İskentinj Apartmanı, Melek Apartmanı, Emek Sineması, İpek ve Rüya sinemalarını kapsayan yapı adası eylül ayında Grand Pera adıyla yeni bir pasaj kompleksi olarak açılacak. Grand Pera projesinin sahibi Levent Eyüboğlu ile Emek Sineması’nı “yaşatmak” adına kurdukları Emek Sanat ve Kültür Vakfı’ndan (ESKV) Remzi Buharalı ile yeni Emek Sineması ile Grand Pera kompleksini gezdik.

























 

Adı önce Melek sonra Emek olan sinema için “O eski halinden eser yok şimdi...” diyebiliriz çünkü her şeyden önce o eski ruhu yok!

 

“Yıkmıyoruz, taşıyoruz” deseler de Mayıs 2013’te iş makineleriyle tamamen yıkılan Emek, aynı alanda yeni yapılan 5 katlı binanın en üst katına monte edilmiş... 550 koltuklu yeni Emek, bildiğimiz son Emek’in aynı ölçülerini taşıyor. Yaklaşık 600 metrekarelik bir salon, bin metre karelikte fuaye alanı var.

 

Alt kata 8 salon

Barok ve Rokoko bezeli yaldızlı tavan ve duvarları Emek’in en önemli özelliklerinden biriydi. İnşaat sırasında yaklaşık bin parçaya bölerek küçük parçalar halinde kesilen tavan akıllı vidalarla monte edilmiş. Daha önceki 4 metrelik sahne yerine de 8 metrelik bir platform yapılacak, bu değişikliği de Emek’in salonunu sinema dışında sahne sanatları için de kullanmak üzere yaptıklarını söylüyorlar.

 

Emek’in koltuklarını çok eski olduğu için çöpe attıklarını, ancak yeni yapılacak koltukların eski koltukların kalıbında olacağını da belirttiler. Koltuklar, sahne ve sistemi de yerleştirildikten sonra Yeni Emek’in eylül ayında açılması planlanıyor. Emek’in bulunduğu katta küçük bir çok amaçlı salon, alt katında ise 8 sinema salonu daha var.

 

Eyüboğlu, Emek Sineması’nın tarihi bir yapı olmadığını bu nedenle koruma kurulundan izin çıktığını vurguluyor, Emek’in tarihi bir bina olmadığı için bu şekilde müdahale edilebildiği söylüyor ancak şunu unutmamak lazım, bir yapının tarihi bir yapı olması için yüzyıllar geçmesi gerekmez. Yapının ruhu, simgesi de o yapıya kültürel ve tarihi bir değer katar. Emek Sineması sinema dünyasının, daha doğrusu kültür sanat dünyasının anıtsal bir mekanıydı. Bu nedenle “Emek Bizim İstanbul Bizim” diyenlerin karşı çıkışına ve mücadelesini görmezden gelmeyip Emek’i toplum adına korumak ve kollamak gerekiyordu.

 

 

3 soruda ‘yeni’ Emek

* Yeni Emek’te hangi tür filmler gösterilecek?

Hem gişe hem de festival filmleri göstereceğiz. Emek’te film izlemek isteyen biri sadece sanat filmini beklemek zorunda kalmayacak.

 

* Patlamış mısır satılacak mı?

Mısır da sinemanın bir parçası, elbette o da olacak.

 

* Emek’in eşyaları nerede?

Sanayi sitesinde bir depoda tutuyoruz. Emek’in eski makine dairesindeki sinema makineleri bugünkü fuaye alanında sergilenecek.

 

‘Yapılan düpedüz taklit’

Doğan Hasol (Mimar)

Bu yapılan, Emek Sineması değil. Yapılan yalnızca onun replikası yani düpedüz taklidi. Biliriz ki hiçbir taklit, gerçeğin, özgün olanın yerini tutmaz. Günümüzde, spekülatif kazanç uğruna mimarlık değerlerinin taklitlerini üretilmekte. Emek serüveni, eskidiği, değerini yitirdiği varsayılan dedeyi öldürüp yerine, üretilen sahte dedeyi yutturma çabasıyla eşdeğer... Ne diyelim?

 

‘Tek salonlu sinemalar kapanıyor’

Mimarlar Odası, Emek’in projesine yürütmeyi durdurma kararı çıkmasına karşın inşaatın devam ettiğini vurgulamış ve bugünkü inşaatını hukuksuz olduğunu açıklamıştı.

 

Eyüboğlu buna karşılık “Kanunlara ya da alınmış herhangi bir karara aykırı davranmıyoruz. İnşaat yasaldır” dedi. Eyüboğlu “Emek’i festivalere, galalara ev sahipliği yapacak bir karaktere dönüştürdük. Eskiden sokakta gala yapılıyordu, şimdi galalar için alan yarattık, fuayeler Haliç manzaralı... “

 

Peki, Emek neden yerinde korunmadı? Eyüboğlu şöyle yanıtlıyor: “Emek, binalar arasında avluya yapıldığı için kaçak inşaat gibi duruyordu.

 

Emek’i yerinde korumak teknik ve maddi olarak mümkün değildi. Tek salonlu sinemalar da yaşamıyor, hepsi kapanıyor. ”

 

Grand Pera’dan notlar...

Toplam 30 bin metre kare

Mağazalar, restoranlar, dükkanlar

Bütçe 50 milyon euro

Yapı kompleksine İstiklal’den Yeşilçam’dan ve küçük Beyoğlu’ndan giriş var.

Kompleks içindeki Cercle d’Orient binası aynen korunarak onarılıyor

Cumhuriyet, Haber: Ceren Çıplak, 15.05.2015

AZERBAYCAN'DA MÖ 2. YÜZYILA AİT KÜP MEZAR BULUNDU

 

Azerbaycan’ın kuzey batısındaki Şeki şehrinde MÖ 2. yüzyıla ait olduğu bildirilen küp şeklinde çocuk mezarı bulundu. Tarihi mezar, Şeki’nin Fazıl Köyü'nde gün yüzüne çıkartıldı. Bir bahçedeki kazı sırasında ortaya çıkartılan mezarın küp şeklinde dikkat çekiyor. Küp içinde bulunan iskeletin bir çocuğa ait olduğunu dile getiren arkeologlar, mezardan ev eşyaları ve hayvan kemiklerinin de çıktığını bildirdi. Mezardan çıkan küplerin sadece sağ ele alınacak şekilde tasarlanması ise dikkat çekiyor. Tapınak kalıntılarının da tespit edildiği arazide arkeolojik çalışmalar devam ediyor.

haberler.com, 15.05.2015

TARİHİ KARAR: ÜSKÜDAR YIKILACAK

 

Üsküdar'da kentsel dönüşümün başlamasına ilişkin imar planı değişikliği teklifi, İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi'nde oy çokluğuyla kabul edildi.

 

 

Büyükşehir Belediye Meclisi'nin mayıs ayı toplantısının dördüncü birleşimi Saraçhane'deki belediye binasında gerçekleştirildi.

 

Meclis'te, Üsküdarr- Mehmet Akif Ersoy Mahallesi'nde kentsel dönüşüm yapılmasına ilişkin 1/5000 ölçekli Nazım İmar Planı tadilatı teklifi oylamaya sunuldu.

Teklifi içeren komisyon raporunun oylanması sırasında tartışma yaşandı. CHP Grubu, rapora "ret" oyu vereceğini açıkladı.

İmar Komisyonu Başkan Vekili Timur Soysal, raporun teknik boyutuyla ilgili bilgi verdi.

Kanunda ticaret konut alanlarıyla ilgili yapılmış herhangi bir kısıtlama olmadığını belirten Soysal, şöyle konuştu: "Ticaret artı konut planı var. İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından kabul edilmiş ve onaylanmış plan. Geçen ay kabul ettiğimiz dosya da mevzuat açısından bir sorun taşımıyor. Geçen ay konuştuğumuz raporda ise dönüşüm olacak yerdeki insanlar depo alanına taşınacak. Daha sonra eski yerlerine geçecekler. Depo alanına mümkün olduğu kadar fazla konut üretilsin istedik. Çünkü dönüşüm çalışmaları yürürken insanların geçici ikamet edeceği alanlar hazır olsun istiyoruz. Üsküdar Belediyesi ile TOKİ'nin imzalayacağı protokolle konutlar hak sahibine verilecek." Konuşmaların ardından yapılan oylamada rapor, CHP'li meclis üyelerinin "ret" oyuna rağmen AK Partili üyelerin "evet" oyuyla kabul edildi.

Üsküdar Belediye Başkanı Hilmi Türkmen, bu kararın Üsküdar için hayati önem taşıdığını söyledi. Türkmen, şunları kaydetti: "Üsküdar'da kentsel dönüşümün ilk kazması bu kararla vurulmuş oldu. İnşallah yakında TOKİ ile yapacağımız protokolle yerinde dönüşüm mantığıyla ilerleyeceğiz. Şu anda orada vatandaşlarımız bulunmakta. Vatandaşlarımızı mağdur etmeden, onları hak sahibi yapacak şekilde dönüşümü başlatıyoruz. Şu andaki Kaçak projeleri yıkıp, yerine Üsküdar estetiğini bozmayacak ve koruyacak şekilde güzel binalar inşa edeceğiz. Bizim uygulamamız sadece Üsküdar'da değil, İstanbul'da önemli ve örnek bir uygulama olacak. Toplam alanımız 45 dönüm ve mülkiyetin tamamı kamu mülkiyetindedir. Yoğunluğu artırmadan Boğaz'daki estetiği daha da güzelleştirecek örnek bir proje olacak. Hayırlı olsun."

Milliyet, 15.05.2015

46.5 MİLYON DOLARLIK TABLO

 

 

Soyut ekspresyonizm akımının önemli temsilcilerinden Mark Rothko'nun bir tablosu, New York'ta düzenlenen açık artırmada 46,4 milyon dolara satıldı.

 

Sotheby's Müzayede Evi'ndeki açık artırmada, 1970'de yaşamını yitiren Rus asıllı Amerikalı ressam Rothko'nun "Adsız (Sarı ve Mavi)" adlı eseri 46,5 milyon dolara alıcı buldu.

Yaklaşık 2,5 metrelik tablo, yalnızca parlak sarı ve mavi renklerden oluşuyor.

 

Rothko'nun 1954'te tamamladığı eser, koleksiyoncu ve hayırsever Rachel "Bunny" Mellon'a aitti. Mellon'un koleksiyonundaki eserler, mart ayında 103 yaşında ölmesinin ardından varisleri tarafından satışa çıkarılmıştı.

Rothko'nun 1961 yılında yaptığı "Turuncu, Kırmızı, Sarı" adlı eseri, 2012'de Christie's müzayede evinde yapılan açık artırmada 86,9 milyon dolara alıcı bularak sanatçının şimdiye kadar en yüksek fiyata satılan eseri olmuştu.

 

 

LICHTENSTEIN'IN ESERİNE 41.7 MİLYON DOLAR

Açık artırmada eserlerinde popüler reklam ve çizgi roman ögeleri kullanarak ün kazanan Amerikalı ressam Roy Lichtenstein'ın "Yüzük (Nişan)" adlı eseri de 41,7 milyon dolara satıldı. Lichtenstein'ın 1962'de tamamladığı eser, hayırsever Stefan Edlis'e aitti.

2013'te 56 milyon dolara alıcı bulan "Çiçekli Şapkalı Kadın", Lichtenstein'ın en yüksek fiyata satılan eseri olarak biliniyor.

Müzayede Evi, iki eseri de açık artırmaya telefonla katılan ve adlarının açıklanmasını istemeyen koleksiyoncuların aldığını açıkladı.

 


Habertürk, 14.05.2015

EDİRNE DARÜŞŞİFA'SI ÇAĞDAŞ MÜZE OLDU

 

 

Osmanlı döneminde Hastane olarak şifa dağıtan Sultan II. Bayezid Edirne Darüşşifası’nın müze olarak yenilendikten sonra yapılan açılış törenine; Edirne Valisi Dursun Ali Şahin, Edirne Belediye Başkanı Recep Gürkan, Trakya Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Yener Yörük katıldı. Abdi İbrahim Başkanı Nezih Barut, törende şunları söyledi:

 

“Doğup büyüdüğümüz toprakların tarihine, kültürüne ve geleceğine sahip çıkmak en büyük görevimiz. Yüzyıllar boyunca hastaları tedavi eden Edirne Darüşşifası’nı iyileştirmek bizim için bu nedenle ayrı bir anlam ve değer taşıyor.”

Milliyet, 14.05.2015

 

******


II. BAYEZİD KÜLLİYESİ, YENİ ÇEHRESİYLE ZİYARETE AÇILDI

 

 

Trakya Üniversitesi’nin Avrupa müze ödüllü II. Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi, Abdi İbrahim ilaç firması tarafından yaklaşık 2 milyon liraya restore edildi. 1,5 yıl süren çalışmalar sonucunda tarihi şifahanenin 26 odası o dönemin uygulamalarını yansıtabilmek amacıyla büyük bir titizlik içinde orijinaline uygun olarak yenilendi.

 

Edirne’deki II. Bayezid Sağlık Külliyesi, özel bir ilaç firması tarafından yenilendi. Külliye, Sultan II. Bayezid tarafından 1484 yılında yaptırıldı. Külliyede 1878 yılına kadar bütün hastalara açık olan Darüşşifa, bu tarihten sonra sadece akıl hastalarına hizmet vermeye başladı. Darüşşifa’da, su sesi ve müzikle tedavi de uygulanıyordu. Savaşlar ve işgaller sonucunda tarihi merkez, 1915 yılında kapılarını kapattı. Harabeye dönen Darüşşifa, 1984 yılında Trakya Üniversitesi’ne devredildi ve restorasyon çalışması başlatıldı. 1996 yılında tamamlanan restorasyondan sonra ise sağlık müzesine dönüştürüldü. 2000 yılında içi düzenlenen müze, 15 yıl boyunca hizmet verdi. Zaman içinde yıpranan II. Bayezid Sağlık Müzesi’nin yenilenmesi için 21 Aralık 2013 tarihinde, Abdi İbrahim firması ile Trakya Üniversitesi arasında protokol imzalandı. Hazırlanan proje, yaklaşık bir buçuk yılda uygulandı. Müze, yeni yüzüyle hizmete açıldı. Törene, Edirne Valisi Dursun Ali Şahin, Belediye Başkanı Recep Gürkan, Trakya Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Yener Yörük, Abdi İbrahim Yönetim Kurulu Başkanı Nezih Barut ve çok sayıda davetli katıldı. Törende konuşan Vali Şahin, insanların akıl hastalarını zincire vurduğu bir dönemde onları tedavi etmeye çalışan bir milletin torunları olmaktan gurur duyduklarını söyledi.

 

400 YILA UZANAN BİR ŞİFA GELENEĞİ

Külliye ve müzenin, 400 yıl yaşayan bir eseri ve dönemin tedavi tekniklerini bugüne ışık tutacak şekilde sunduğunu ifade eden Şahin, Darüşşifa’yı restore eden Abdi İbrahim firmasına teşekkür etti. Rektör Yörük ise yüzyıllarca psikiyatri hastalarına en önemli sağlık hizmetini veren Darüşşifa’nın, dünyada birçok ilke imza attığını; dönemindeki işgal ve savaşlar sonucunda yıkık ve perişan bir halde 1915 yılında kapatıldığını kaydetti. Müzenin 2000 yılında yenilenerek yıllarca ilgi merkezi olduğunu vurgulayan Yörük, “Edirne’ye gelen herkes, Selimiye’den sonra müzemizi de gezdi.” diye konuştu. Nezih Barut da 21 Aralık 2013 tarihinde imzaladıkları ön protokolle başlayan projenin bilimsel ön çalışmasının yaklaşık bir yıl sürdüğünü belirtti. Barut, külleyinin 26 odasında bire bir, o dönemin uygulamalarını yansıtmak amacıyla titiz bir çalışma yaptıklarını söyledi. Mekan, 2004 yılında Avrupa Müze ödülü kazanmıştı.

Zaman, Haber: Kadri Kılıç, 15.05.2015

VENEDİK BİENALİ'NDE TÜRKİYELİ 10 İMZA

 

Bu yıl Venedik Bienali'ne Türkiye'den görülmemiş bir katılım yaşandı. Türkiye kökenli çok sayıda sanatçı çeşitli sergilerle yer alıyordu. Ana sergide, paralel sergilerde ve farklı ulusal pavyonlarda 10 sanatçı ve küratör, dünya sanatına kendini gösterme fırsatını gayet iyi kullandı.

 

 

1999’da Venedik Bienali’ne ilk gittiğimde, uluslararası sergide ve muhtemelen bütün Venedik’te Türkiye’den tek bir sanatçı vardı. Kutluğ Ataman’ın Peruk Takan Kadınlar adlı etkileyici işini izlerken, salondaki tek Türk ziyaretçi de bendim. Yıllar sonra çember tamamlandı, bu bienalde de Kutluğ Ataman’ın bir işi vardı. Ama bu kez ne sanatçı olarak Ataman ne de izleyici olarak ben, yalnız değildik.

 

Venedik Bienali uzunca bir süredir Türkiye sanat dünyasının mutlaka görmeye çalıştığı bir etkinlik. Küratörler, sanatçılar, koleksiyoncu, müzeci ve gazetecilerden oluşan hatırı sayılır bir Türkiyeli kalabalığı bulunuyor bienalde. Bunun Türkiye sanatının daha fazla dünyalı olmasıyla da, Türkiyeli sanat meraklılarının dünyayı umursamasıyla da, zenginleşmeyle de alakası var. Ama en önemlisi, Türkiye’de çağdaş sanatın çok daha dinamik ve çok daha iddialı olması. Türkiye bienalin sadece izleyicisi değil, katılımcısı. Türkiye’nin uzun süreli bir sabit pavyonu olması işin sadece bir yanı. Daha da önemlisi kendiliğinden buradaki ana sergiye, paralel sergilere katılan, olmadı kendilerine en iyi yerde kişisel sergi açan sanatçıların varlığı.

 

56. Venedik Bienali’ne Türkiye’den görülmemiş bir katılım yaşandı. Türkiye Pavyonu ve Sarkis’in sergisinden söz etmiştik. Şimdi sıra diğer sanatçılarda.

 

KUTLUĞ ATAMAN, SAKIP SABANCI’NIN PORTRESİ
Kutluğ Ataman 2000’li yıllarla birlikte parlayan Türkiye’nin en önemi uluslararası yıldızı. Sinemacı ve güncel sanatçı. Geride kalan 15 yıl içinde dünyanın neredeyse bütün önemli sanat ödüllerini ya aldı ya aday oldu desem pek abartmış sayılmam. Türkiye’de yakın bir zaman önce sergilenen bu işiyle ilgili epey yazıldı çizildi. Bu devasa teknolojik heykel, Arsenale’de geniş bir salonda sergileniyor. Binlerce küçük ekranda belirip kaybolan vesikalık fotoğraflara Türkiye dışında bakmanın daha başka bir yanı var. Sanki işin Türkiyeli yanı burada daha da görünür oluyor. Hele Ataman’la aynı salonda sergilenen bir başka ünlü sanatçı, Chris Martin’in ‘Passengers’ adlı fotoğraf serisine baktığınızda bu daha da belirginleşiyor. Sakıp Sabancı’nın Portresi, sahip olduğu teknoloji, yerleştirmesi, boyutları ve tabii ki içeriğiyle bienalin hemen izleyiciyi yakalayıp kendine bağlayan işlerinden biri oldu.


 

 

MERİÇ ALGÜN RINGBORG: EN GENÇ YILDIZ
Venedik’te Okwui Enwezor’un küratörlüğünü üstlendiği Dünyanın Bütün Gelecekleri sergisine Kutluğ Ataman ile birlikte katılan ikinci Türkiyeli sanatçı. 32 yaşındaki Ringborg. Sergiye ‘Souvenirs From The Landlocked’ adlı işiyle katılıyor. Sanat alanında yüksek lisans yapmak için gittiği Stockholm’de kalmış, orada yaşıyor.  Gemici olan dedesinin, dünyanın dört bir yanından getirdiği eşyalardan bir oda oluşturmuş. Hem gemi hem ev, hem kişisel hem küresel, kara ile deniz, taşınabilir olanla olmayan arasında gidip gelen ilgi çekici bir iş. Devasa limanlar, gemiler, konteynerler arasından sıyrılıp deniz taşımacılığı ve küresel kapitalizm hakkında böyle kişisel ve kırılgan bir dünya kurarak sözünü söyleyebildiği için dikkat çekici. Belli ki kendisi geleceğin büyük yıldızı olacak. Bienal sırasında buluşup işi hakkında konuştuk. ‘Bana en büyük katkıyı İstanbul Bienali’nde geçirdiğim altı ay yaptı’ diye anlattı.

 

AHMET GÜNEŞTEKİN: MİLİON TAŞI
Sanat dünyamızın en çok konuşulan ismi Ahmet Güneştekin, Venedik Bienali’ne kelimenin tam anlamıyla bir çıkartma yaptı. Geçen Bienal’de Arsenale yakınlarında bir yapıda, Kürt meselesine, farklı dillere ve baskıcı devlete dair video ve farklı işlerini sergilemişti. Bu kez de yeni işlerle Venedik’te. Erkek egemen söylemi eleştiren, bunu yaparken İstanbul’un kimliğinden ve çağrışımlarından da güç alan bir sergi. Dolayısıyla politik olarak doğru, küresel olarak cazip. Güneştekin’in kendine özgü bir resmi olduğu muhakkak. Ve bu resmi seven, ona değer verenlerin olduğu da öyle… Sultanahmet’teki Milion Taşı’ndan esinlenerek yaptığı taş heykel, sanıyorum bu tür bir malzemeyle ilk çalışması. Kostantiniye adlı enstelasyonu ise resimlerinde sıklıkla kullandığı malzemenin heykele dönüşmüş hali. Yenilik ve şaşırtıcılık arayışı taşıyan, Güneştekin’in kendi resmini gösterme olanağını da kullandığı bir sergi bu. Yani, Güneştekin resmini seviyorsanız beğenirsiniz. Ben Emre Arolat çapında bir mimarın, ismini vermek dışında bu sergiye nasıl bir katkıda bulunduğunu anlamadım, bunu da not düşmeliyim…
 

Güneştekin sergisiyle ilgili söylenmesi gereken esas şey, sanatçının eşi benzeri görülmemiş bir tanıtım ustası olduğunu bir kez daha kanıtlaması. Venedik’in en işlek yerinde görkemli bir yer tutması, Türkiye’nin en etkili köşe yazarları ve magazin gazetecilerinden bir ekiple Bienal’e katılması, ABD’den Türkiye’ye işinin uzmanı galeri ve dealer’lar ile çalışması, güçlü sponsorları olması, işe Kültür Bakanlığı’nı yani devleti de dahil edebilmesi onun kendini göstermek için hep ‘büyük’ oynamayı sevmesiyle alakalı. Neticede hakikaten ‘görünür’ durumda. Venedik’teki sergisi onun dünya sanat çevrelerinin dikkatini çekmesini ne kadar sağladı bilmiyorum, ama Türkiye gündemindeki yerini korumasını sağladı. Hatta Türkiye medyasında Sarkis’ten bile daha fazla haber olduğunu söyleyebiliriz...

 

YAŞAM ŞAŞMAZER VE ERDAĞ AKSEL CAM DÜNYASINDA
İki farklı kuşaktan çok iyi sanatçı aynı sergide buluşmuş. Yaşam Şaşmazer’in, Berlin’den Venedik’e, bir sergiye katılmak için geldiğinden kendisiyle karşılaşınca haberdar olduk. Gerçi Murano adasındaki sergiye gitmek mümkün olmadı. Ama Glastress 2015 adlı sergiye Erdağ Aksel’in de katıldığını öğrendik. St. Petersburg’daki Hermitage müzesi tarafından Gotik sanat ile güncel sanat arasında ilişki kuran ve bunu da yıllardır cam üretiminde kullanılan bir alanda gerçekleştiren ilginç bir sergi…



 

BEDRİ BAYKAM VE DENİZHAN ÖZER
Sanatçı ve küratör Denizhan Özer’in parçası olduğu Nine Dragon Heads adlı insiyatifin düzenlediği bir sergi bu. 1995 yılında Güney Kore’de kurulan Nine Dragon Heads, bu ülke hükümetinin desteklediği bir oluşum. Jump into the Unknown adlı sergiye Bedri Baykam, bizde epey fırtınalar kopartan Boşçerçeve çalışmasıyla katılıyor. Baykam ünlü çerçevenin, bir yüzü klasik sanata, diğer yüzü bugüne dönük “EmptyFrame/Fast Forward History” başlıklı yeni bir yorumunu yapmış. Denizhan Özer ise mülteci meselesine dokunuyor. İngiltere’de yaşayan sanatçı burada kaçak göçmenlere verilen bir belgeyi alimünyum levhalar haline getirerek sergiliyor. Söz konusu sergi, İstanbul Bienali’nin tanıtım toplantısının da düzenlendiği tarihi bir yapı olan Palazzo Loredan dell’Ambasciatore’un giriş katında izleyiciyle buluşuyor. Bu sayede toplantıya gelen pek çok Türkiyeli sergiyi gezmiş oldu ve Bedri Baykam’ın boş çerçevesiyle bol bol fotoğraf çektirdi.



 

HERA BÜYÜKTAŞÇIYAN ERMENİ PAVYONUNDA
St Lazzaro adasındaki Ermenistan Pavyonu, benim için bu Venedik seferinin en unutulmaz tecrübesi oldu. Sarkis’in de çok güzel işlerle katıldığı sergiye diyasporadan sanatçılar davet edilmiş. Adı ‘Armenity’ (Ermenilik). Burada yeni işlerini gördüğüm Hera Büyüktaşçıyan kesinlikle takip edilmesi gereken önemli bir sanatçı. Letters From Lost Paradise (Kayıp Cennetten Mektuplar) ve The Keepers (Muhafızlar) adlı iki yeni işle sergiye katılmış. St Lazzaro adasındaki manastıra yayılan sergide Büyüktaşçıyan’ın ‘dil’ ile ilgili bu işine bir zamanlar Lord Byron’ın Ermenice çalıştığı oda ayrılmış. Ermenice yazıp okumayı hatırlamaya çalışan sanatçı, harfleri birer simgeye dönüştürüyor, görünür kılıyor. Gıcırtılarla inip çıkan harflerin bulunduğu masa, daktilo ya da baskı makinesini çağrıştırıyor. Ama bu harflerin havaya, yani boşluğa doğru çaresiz bir basım hali içinde olduğunu da söylemek mümkün... Biraz da çaba göstererek fark edebileceğiniz ‘The Keepers’ ise ürpertici. Odadaki bir eski Mısır mumyasından esinleniyor. (Evet bu manastırda böyle şeyler de var.) Mumyanın eli, avucunda sımsıkı tuttuğu Ermenice harflerle kitapların arasına gizlenmiş duruyor. Bütün duvarı kaplayan kütüphanedeki eski ciltlerin arasında çok sayıda el ve Ermenice harfler var…




Sanatçı Yane Calovski...

 

MAKEDONYA BAŞAK ŞENOVA’YA EMANET
Türkiye Pavyonu’nun bulunduğu binadaki küçük bir alanda da Makedonya Pavyonu var. Mekan düzenlemekte ne kadar usta olduğunu bildiğimiz Başak Şenova, bu serginin küratörü. Daha önce başka bir mekandaki Türkiye Pavyonu’nun da küratörlüğünü üstlenmişti. Şenova, sanatçılar Hristina Ivanovska ve Yane Calovski’nin inanç meselesiyle ilgilenen işlerini 12. Asırdan kalma St. Gjorgi adlı küçük bir kiliseden esinlenen bir mekan inşa ederek sergiliyor. İki sanatçı, günümüzde inancın sosyo politik yanını tartışan çeşitli işlerle sergide yer alıyor.
Radikal, Haber: Cem Erciyes, 14.05.2015

SURİYE'DEKİ ANTİK PALMYRA TEHDİT ALTINDA

 

 

Antik dünyanın en önemli kültür merkezlerinden biri olan Palmyra, Suriye'deki çatışmalar nedeniyle tehdit altında.

 

Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) militanlarının Palmyra kalıntılarının bulunduğu Tadmur kentine saldırdıkları yolunda haberler alınıyor.

 

IŞİD'in bu bölgede ilerlemesi, kenti ele geçirmeleri halinde Palmyra'daki tapınakların ve sütunlu yolların başına gelebilecekler konusunda kaygılara yol açıyor.

 

Suriye İnsan Hakları Gözlemevi adındaki kuruluş, çölden ani bir atak yapan IŞİD militanlarının, antik kentin 2 kilometre yakınlarına kadar ilerlediklerini bildirdi.

 

Kuruluşun başkanı Rani Abdülrahman, 'IŞİD, Sukne kenti ile Palmyra arasındaki tüm askeri mevzileri ele geçirdi" diye konuştu.

 

Abdülrahman, Palmyra'nın tehlikede olduğunu söyledi.

Suriye eski eserler müdürü Mamun Abdülkerim de, eğer IŞİD Palmyra'ya girerse, kentin akıbetinin Irak'taki Hatra ve Nimrud'da olduğu gibi yıkım olacağını kaydetti.

 

Palmyra kalıntıları yakınındaki Tadmur kentine ise IŞİD'den kaçan 1800 ailenin sığındığı bildiriliyor.

 

Dünya mirası

IŞİD daha önce de Irak'ta insanlık tarihinin paha biçilmez eserlerini yağmalamış ve yıkmıştı.

 

Suriye hükümet güçleri bu bölgede üslendiği için Palmyra da daha önce zarar gördü.

 

UNESCO tarafından dünya kültür mirası ilan edilen Palmyra'nın geçmişi neolitik çağa kadar uzanıyor.

 

Çöl ortasında kervanların uğrak yeri olan kent, en görkemli çağını ise Roma döneminde yaşadı.

 

Ayrıcalıklı bir statüsü olan Palmyra, bu dönemde ulaştığı refah sayesinde, bir kısmı hala görülebilen anıtsal yapılar dikti.

 

Palmyra'da 1. ve 2. yüzyıldan kalma tapınaklar ve sütunlu yol, o dönemlerin en iyi korunmuş eserleri arasında yer alıyor.

BBC Türkçe, 14.05.2015

 

******


ÇÖLÜN ANTİK GELİNİ IŞİD'İN YOLUNA ÇIKTI

 

 

Ortadoğu’yu kana boğan, Irak’ta tarihi eserleri balyozlarla kıran IŞİD terör örgütü, Suriye’nin ‘Çölün Gelini’ denen 2 bin yıllık tarihi antik kenti Palmyra’ya 2 kilometre kadar yaklaştı.

 

Irak’ta Ninova antik müzesini, Nimrud, Hatra ve Horsabad kentlerindeki arkeolojik mirası yerle bir eden terör örgütü IŞİD, şimdi de Suriye’nin Humus vilayetindeki Palmyra antik kentini tehdit ediyor.

 

IŞİD, BM’nin Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alan 2 bin yıllık tarihi kente yaklaştı. İngiltere merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi, çölden ani bir saldırıya geçen IŞİD teröristlerinin, antik bölgenin 2 kilometre yakınlarına kadar ilerlediğini bildirdi.

 

 

Palmyra’nın tehlikede olduğunu söyleyen gözlemevi Başkanı Rani Abdülrahman, “IŞİD, Sukne kenti ile Palmyra arasındaki tüm askeri mevzileri ele geçirdi” diye konuştu.

 

 

Suriye Tarihi Eser ve Müzeler Genel Müdürü Mamun Abdülkerim de, IŞİD ile Suriye askerleri arasında Palmyra’ya iki kilometre uzaklıkta şiddetli çatışmalar yaşandığını ifade etti.

 

BM: LÜTFEN DOKUNMAYIN

BM Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü’nün (UNESCO) Başkanı Irina Bokova da, önceki gün Mısır’da katıldığı bir konferansta Suriye ordusuna ve radikallere çağrıda bulunarak, Palmyra’ya dokunmamalarını istedi.

 

Bokova, “Palmyra, Suriye halkı ve dünya için yeri doldurulamaz bir hazine. Palmyra kurtarılmalı” ifadelerini kullandı. Suriye Müze Müdürü Abdülkerim, Palmyra müzesindeki heykelleri ve taşınabilir eserleri kurtarabileceklerini ancak yapı ve tapınakları korumalarının mümkün olmadığını belirtti.

 

 

YA YIKAR YA YAĞMALAR

IŞİD girdiği takdirde Palmyra, terör örgütünün Suriye’de eline geçen ilk önemli arkeolojik bölge olacak. IŞİD’in Irak’ta benzer alanları İslamiyete aykırı olduğunu iddia ederek patlayıcılarla, buldozerlerle ve matkaplarla yok ettiğini hatırlatan Suriyeli yetkililer, örgütün eline düşerse Palmyra’nın da kaderinin farklı olmayacağını ifade ediyor. IŞİD, tarihi kentleri yıkmakla beraber çetelere para ödemeleri karşılığı yağma izni de veriyor. Bu kentlerden kaçırılan tarihi eserler çeşitli ülkelerde satılıyor.

 

DÜNYA KÜLTÜR MİRASI

Orta Suriye’de antik zamanların önemli dini ve ticari merkezi olan Palmyra, UNESCO tarafından 1980 yılında Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alındı. Şam’ın 215 km kuzeydoğusunda, Humus’un 155 km doğusunda ve Fırat’ın 120 km güneybatısında bir vaha üzerinde kurulu. Suriye çölünün ticari kervanlarının geçiş noktasında olması sebebiyle “Çölün Gelini” de denilen şehrin isminin, Tedmur, Tedmür, Tadmur veya Tudmur olduğu, Babil tabletlerindeki kayıtlardan anlaşıldı. Fransız arkeologların 1933’ten beri Antik Mari şehrinden çıkarılan 25 bin tabletten anlaşıldığına göre, Palmyra’nın tarihi MÖ 19’uncu yüzyıla kadar gerilye gitmektedir. 

Hürriyet, 16.05.2015



******


"IŞİD, PALMYRA'DA PÜSKÜRTÜLDÜ"

 

Suriye’de antik Palmyra şehrine ev sahipliği yapan Tedmur kentinin kuzeyini ele geçiren IŞİD militanları Suriye ordusu tarafından püskürtüldü.

 

Fransız haber ajansı AFP’ye konuşan vali Talal Barazi ordunun önceki gün kentin kuzeyini ele geçiren IŞİD militanlarını bu bölgeden çıkardığını söyledi.

 

Barazi, “IŞİD saldırısı engellendi” dedi. Suriye’deki antik bölgeler sorumlusu Mamoun Abdülkerim de AFP’ye yaptığı açıklamada, “Bugün (dün) iyi haberlerimiz var. Kendimizi daha iyi hissediyoruz. Antik kentteki kalıntılarda hasar yok” diye konuştu.

Hürriyet, 18.05.2015

 

******


IŞİD, TEDMUR'U ELE GEÇİRDİ

 

Terör örgütü IŞİD'in, Humus'un doğusunda yer alan tarihi Tedmur (Palmaira) antik kentinin kontrolünü tamamıyla ele geçirdiği belirtildi.

 

Tedmur'daki yerel aktivistlerden Ömer Hamza, AA muhabirine yaptığı açıklamada, IŞİD militanlarının birkaç günden bu yana saldırılarını sürdürdüğü Humus'un doğusundaki tarihi Temdur kentinde denetimi sağladığını söyledi.


Rejim güçlerinin kentten kaçtığını vurgulayan Hamza, "IŞİD kentte kontrolü sağladıktan sonra meşhur Tedmur Hapishanesi'ndeki tüm tutukluları serbest bıraktı. Cezaevinden kaç kişi çıktığını bilmiyoruz ama tüm tutuklular bırakıldı. IŞİD'in, Tedmur çevresinde rejim güçlerinin olduğu yerlere saldırısı devam ediyor" dedi.

Rejim Tedmur'dan çekilirken tarih eserleri çaldı
Esed güçlerinin Tedmur'dan çekilirken kentteki müze ve tarihi eserleri yağmaladığını öne süren Hamza, "Esad güçleri, IŞİD'in kentte saldırısını fırsata dönüştürerek kentteki müzeleri yağmaladı. Rejim güçleri çok sayıda tarihi eseri çaldı. Rejim şimdi, müzelerde kaybolan eşyaları IŞİD'in çaldığını iddia edecek" yorumunu yaptı.Orduya ait savaş uçaklarının, tarihi kenti yoğun bir şekilde bombaladığına aktaran Hamza, kentteki halkın, rejimin hava saldırılarından dolayı ve IŞİD korkusunda dışarı çıkmadığını dile getirdi..Bu arada, Suriye Genel Devrim Konseyi (SRGC) de Tedmur'un IŞİD'in kontrolüne girdiğini duyurdu.

Hürriyet, 21.05.2015

 

******


AA KENDİNDEN GEÇTİ: SURİYE DEVLETİ PALMYRA'DAN TARİHİ ESER ÇALMIŞ

Suriye'ye dönük uluslararası müdahale sürecinden bu yana Türkiye destekli cihatçıların ajansı gibi çalışan Anadolu Ajansı, dezenformasyon içeren haberlerine bir yenisini daha ekledi.

 

Palmyra Antik Kenti'ni günlerdir IŞİD'den korumak için kanlı çarpışmalara giren Suriye devletini bu kez "tarihi eser" kaçakçılığıyla suçladı!

 

Haberinde "aktivist" adı altında konuşturduğu cihatçılardan birinin, "Rejim Tedmur'dan çekilirken tarih eserleri çaldı" sözlerine yer veren AA, "Rejim şimdi, müzelerde kaybolan eşyaları DAEŞ'in çaldığını iddia edecek" cümlesini de sunarak sınırları zorladı.

 

YAĞMACI IŞİD'İ KOLLADI

Ele geçirdiği bölgelerdeki binlerce yıllık tarihi eserleri dünyaya göstere göstere yakıp yağmalayan, çalıp çırpan IŞİD'i kollayıp Suriye'yi tarihi eser kaçakçılığıyla suçlayan AA, "habercilik" adı altında yaptığı tetikçiliğe bir yenisini daha eklemiş oldu.

 

"DAEŞ, Tedmur'u ele geçirdiği" başlığıyla duyurulmuş bir haberde, yalnızca "aktivist" diye tanıtılan şahsın iftiralarına yer verilirken konuya ilişkin Suriyeli yetkililerin açıklamalarına hiçbir şekilde yer verilmemesi dezenformasyon maksadını gözler önüne seriyor.

 

AA'nın kendinden geçtiği haberi şu şekilde:

 

 

Bilindiği üzere, Suriye Tarihi Eser ve Müzeler Genel Müdürü Mamun Abdülkerim, Suriye'de kanlı çarpışmalar sürerken yüzlerce tarihi eserin IŞİD'den korumak için Palmyra Antik Kenti'nden taşındığını aktarmıştı.

 

IŞİD eBay'DE SATIYORDU

Öte yandan IŞİD'in Irak ve Suriye'de yağmaladığı tarihi eserleri eBay adlı internet sitesinde bile sattığı ortaya çıkmıştı.

Sol haber, 21.05.2015

 

******


DÜNYA PALMYRA'DAN GELECEK HABERİ BEKLİYOR

 

 

Dünya'nın gözü IŞİD'in ele geçirdiği Suriye'deki Palmyra'da... Reuters haber ajansının yayınladığı bu fotoğrafta, UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde yer alan Palmyra antik kentinin bulunduğu alandan dumanlar yükseliyor. Bölgedeki aktivistler, dumanların IŞİD tarafından atılan havan toplarından kaynaklandığını belirtti. Fakat tarihi eserlerin tahrip edildiğine ilişkin henüz net bir bilgi yok. Suriyeli yetkililer, IŞİD kenti ele geçirmeden önce paha biçilemez birçok tarihi eserin Şam'a götürüldüğünü açıklamıştı. Fakat dünya kamuoyu, taşınamayacak denli büyük kalıntıların akıbeti hakkında endişe duyuyor.

 

 

UNESCO Başkanı Irina Bokova, "Palmyra, uygarlığın doğum yeri. Orası, tüm insalığa ait. Bu yüzden herkesin Palmyra'da olup bitenlerden endişe duyması gerektiğini düşünüyorum" dedi.

BM, son birkaç gün içinde, 200 bin nüfuslu Palmyra'da yaşayan insanların üçte birinin kaçtığını açıklarken; ev ev dolaşıp rejimle bağlantılı kişileri arayan IŞİD'in en az 14 infaz gerçekleştirdiğini duyurdu.

Şam'dan bildiren Hediye Levent, BBC Türkçe için kaleme aldığı yazıda antik kent Palmyra'yı şu ifadelerle anlattı: Suriyeliler Irak Şam İslam Devleti (IŞID) örgütünün ele geçirdiği Palmyra'ya, diğer adıyla Tedmur'e "Çölün Gelini" diyor.

 

 

Palmyra, Romalılar ile Persleri birbirine kırdıran, ordunun başında savaşa çıkan Kraliçe Zenobia ile meşhur.

 

 

Halen Suriye'nin başkenti olan Şam'dan gidenler, önce griye çalan kıraç araziden geçerek sapsarı çölün içinde yükselen Palmyra'ya ulaşır.

 

 

Çölün içinde vaha olan Palmyra tarihte de su kaynakları ile bilinen ve zamanla ticaret kervanlarının yolu üzerindeki en önemli merkezlerden biri haline gelmiş. Üst üste birçok medeniyetten kalıntıların olduğu Palmyra'da tek tanrılı dinler öncesi pagan inançlarından kalma yapılar da bulunuyor.

 

 

Ancak Palmyra'nın altın çağına Kraliçe Zenobia döneminde ulaştığı söylenir.

 

 

Suriye'de birçok efsaneye konu olan Zenobia, refahın ve mücadelenin sembolü.

 

 

Mısır kraliçelerinin soyundan geldiği anlatılan Zenobia, iyi yetişmiş ve kocasının bir suikastla öldürülmesinden sonra tahta geçmiş.

 

 

Palmyra'da konaklayan kervanlara Akdeniz kıyısına kadar refakat ve güvenlik de sağlanan Zenobia döneminde, kentin kapılarına ticarette ve şehir içinde uyulması gereken kuralların olduğu yazılar asılırmış.

 

 

Palmyra Krallığı ile yetinmeyen Zenobia topraklarını genişletmek için ordusuyla fetihlere çıkmış ve dönemin en güçlüsü olan Roma İmparatorluğu için tehdit olacak kadar ilerlemiş.

 

 

Zenobia, Romalılar ile de savaşmış ve yenmiş ancak güçlü ordusuna ve diplomasi yeteneğine rağmen, kendisinin de krallığının da sonunu getiren büyük bir yenilgi yaşamış.

 

 

Ancak Suriye'de anlatılan efsaneler ve ayaklanma öncesi yılda birkaç kez sahnelenen Zenobia müzikallerinde, dans gösterilerinde kraliçenin yenilgisinden çok ülkesine getirdiği refah, ordusuyla sefere gidecek kadar iyi olan savaşçı yönü ve diplomasi yeteneği konu alınır.

 

 

Palmyra'ya daha sonra birçok kral, kraliçe hükmetse de Palmyra Zenobia'nın kenti olarak bilinir.

 

 

Romalılar, Kraliçe Zenobia'yı yenmekle yetinmez sarayını da yerle bir eder.

 

 

Savaştan önce sarayın nerede olduğunu bulmak için araştırmalar yapılıyordu.

 

 

Kent, Romalılar döneminde daha da gelişir. Antik tiyatro, yüksek sütunlu yollar, akademi, hamam, aile mezarlığı olarak kullanılan birkaç katlı kuleler Romalılar döneminde inşa edilir.

 

 

Kentteki antik kalıntılar birkaç kilometrekarelik bir alana yayılmış durumda.

 

 

Yer üstündeki kalıntıların çöl kumuna batmadan ayakta durabilen kısım olduğu ancak kumun altında kalan ve yine kum nedeniyle arkeolojik kazıların çok zor olduğu söylenir.

 

 

Antik kent ile yerleşimin olduğu Tedmur kent merkezi iç içe.

 

 

Antik kentin devamındaki müzede mumyalar ve tarihin ilk dokuma örnekleri olan kumaş parçaları, heykeller, lahitler sergileniyordu.

 

 

IŞİD'in bir süre önce kente saldırmaya başlaması ile birlikte müzedeki eserlerin tahliye edildiği belirtiliyor ancak çok büyük bir alana yayılmış kalıntılar hala büyük tehdit altında.

 

 

Antik kalıntılar kadar şehre tepeden bakan ve Eyyubi hanedanının kurucusu olup 1187'de Hıttin Muharebesi ile Kudüs'ü Haçlı kuvvetlerinden alan Selahaddin Eyyübi'nin de bir süre kaldığı rivayet edilen Selahaddin kalesi de, Palmyra'nın sembollerinden.

 

 

UNESCO dünya mirası listesindeki kentin Suriye ordusu ile IŞİD arasındaki çatışmalarda ne kadar zarar gördüğü bilinmiyor.

 

 

Ancak IŞİD Suriye ve Irak'ta denetimi altına aldığı yerlerdeki tarihi eserleri ve kalıntıları tamamen yok etti.

 

 

Çatışmalarda hasar görmemiş olsa da IŞİD'in elinde olan kent hala büyük tehdit altında.

 

 

Medeniyet tarihi açısından kalıntıları ve geçmişi ile çok önemli olan Palmyra Suriye'nin en önemli turistik bölgelerinden biriydi.

 

 

Bunun yanı sıra doğalgaz yataklarına açılan Palmyra'nın IŞİD'in elinde olması Humus kentini de baskı altına alan bir tehdit yaratıyor.

 

 

Ayaklanmadan önce geceyi çöldeki bedevi çadırlarında geçirmek isteyenlere rehberlik yapan çok yaşlı bir Palmyralı antik tiyatronun duvarlarındaki kurşun deliklerini göstermiş, "Fransız işgalinden kalma bu delikler. Palmyra işgali de gördü" demişti.

 

 

Umalım ki, Palmyra'da yaşanan çatışmalar ve IŞİD, antik kentte ağır tahribata neden olmaz ve sadece Palmyra'nın hafızasına "Bu kurşun delikleri IŞİD saldırısından kalma. Palmyra onu da gördü" diye kaydolur.

 







Hürriyet, 21.05.2015

BEYOĞLU BELEDİYESİ'NİN TARİHİ BİNASINDA RESTORASYON TAMAMLANDI

 

2012 yılında Şişhane'deki Beyoğlu Belediye Başkanlığı binasında başlatılan restorasyon tamamlandı.

 

1879-1883 yılları arasında İtalyan mimar Giovanni Battista Barborini tarafından inşa edilen, Osmanlı'nın ilk belediye binası Altıncı Daire-i Belediye'de süren restorasyon tamamlandı. Beyoğlu Belediye Başkanlığı olarak hizmet veren binada belediye tarafından 2012 yılında başlatılan restorasyon büyük tartışmaları beraberinde getirmişti. Mimarlık tarihi profesörleri "çağdaş koruma ve restorasyon ilkeleriyle bağdaşmayarak tarihi yapısına zarar verilmiş" diyerek projeyi eleştirmişti.

 

 

Beyoğlu Belediyesi tarafından tamamlandığı duyurulan restorasyon kapsamında 2.400 metrekarelik kapalı alan ek binalar ile 7.000 metrekareye çıkarılmış ve belediye hizmetlerinin sürdürülebileceği fonksiyonlar eklenmiş. Yenilenen Beyoğlu Belediye binasında; meclis salonu, fuaye alanı, başkanlık, toplantı odası, konuk ağırlama salonu, başkan yardımcısı odaları, müdürlükler, hizmet birimleri, dış ilişkiler ofisi, meclis grup odaları, sanat galerisi, resepsiyon, kafeterya ve restaurant gibi birimler bulunuyor. Binada aynı zamanda sempozyumlar, sergiler, uluslararası ağırlamalar ve resepsiyonlar gibi organizasyon ve etkinliklerin de gerçekleştirilebileceği belirtiliyor.

 

Restorasyon projesi hakkında konuşan Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan, Beyoğlu Belediye Binası'nın yeni Türkiye vizyonunun eseri olduğunu söylerken kentsel dönüşüm kapsamında binalarını yenileyecek mülk sahipleri için de örnek teşkil ettiklerini dile etirerek “Tarlabaşı, Okmeydanı, Sütlüce ve Kasımpaşa’da on binlerce insanı ilgilendiren dönüşüm projelerimiz ilerliyor. Bu semtlerin dönüşümünün hangi standartlarda yapılacağı sonuçta vatandaşlarımızın nasıl binalarda ve nasıl bir çevrede yaşayacağına da yine bu bina ile bir örnek oluşturmak istedik” dedi.

 

Restorasyonu tamamlanan 158 yıllık tarihi binanın açılışı cumartesi günü Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından yapılacak.

Arkitera, Haber: Bahar Bayhan, 14.05.2015

MİMARLAR HASANKEYF İÇİN SİCİL VERMEYECEK

 

 

Hükümetin yüklenici firma bulamadığı Hasankeyf’teki Zeynel Bey Türbesi’nin taşınması ihalesine karşı Mimarlar Odası, taşınması için gerekli olan “Sicil Durum Belgesi”ni vermeme kararı aldı. 

 

AKP, Türkiye halklarının tüm tepkilerine rağmen Ilısu Barajı’nı yaparak 12 bin yıllık tarihi geçmişe sahip olan Hasankeyf’i sular altında bırakmakta ısrar ediyor. Bu nedenle ihale üstüne ihale açarak antik kent girişinde bulunan ve bin 100 ton ağırlığında olan Zeynel Bey Türbesi’ni taşıtmak isteyen AKP, yüklenici firma bulamıyor. 28 Mayıs tarihinde türbenin taşınması için 3. kez ihale açılacak. Mimarlar Odası Batman Temsilcisi Muharrem Tüzün, Hasankeyf’i sular altında bırakacak olan Ilısu Barajı projesine karşı olduklarını belirtti. Barajın tamamlanma aşamasında olduğunu ve türbenin raylı sistemle taşınmak istendiği bilgisini veren Tüzün, bunun teknik anlamda mümkün olmadığını belirterek, bunu raporlarla da belgelediklerini söyledi. Tüzün, “Bu raporlar neticesinde Mimarlar Odası olarak aldığımız karar; ihale kanunu gereği yerli istekli olarak başvuran mimar üyemizin anayasal zorunluluk kapsamında odamızdan Sicil Durum Belgesi alma zorunluluğu var. Ancak biz, Türkiye’de bulunan bütün mimar odalarına, genel merkez ve şubeler düzeyinde sicil durum belgesi vermeme kararı aldık” dedi.

Evrensel, Haber: Hasan Yoldaş, 14.05.2015

IŞİD TALANI ÖRTBAS EDİLİYOR

 

 

IŞİD militanlarının tarihi eserleri ve binlerce yıllık tapınakları yok ettiği videoların, daha da ciddi bir suçun örtbas edilmesi için hazırlandığı düşünülüyor. Irak’ın kültürel mirasının korunmasından sorumlu bir devlet kuruluşu olan Tarihi Eser ve Kültürel Miras Kurulu başkanı Hüseyin Raşit’e göre, IŞİD’in yayınladığı videolar aslında tarihi eserlerin sistematik biçimde yağmalanmasını ört bas etmek için dolaşıma sokuluyor.

 

Raşit’in atıfta bulunduğu, nisan ayında yayınlanan bir videoda IŞİD militanlarının Irak’ta bulunan antik Asur kenti Nimrud’da Asur medeniyetine ait kanatlı boğa heykellerini balyozla parçaladıkları ve Aşurnasirpal’in sarayını havaya uçurdukları görülüyor.

 

Ancak Associated Press’e konuşan Raşit, militanların bölgeyi havaya uçurmadan günler önce özellikle sarayın civarında kazılar yaptığını öne sürdü. Raşit, “bu bölgedeki tarihi eserlere ulaşmak için önce kazı yaptıklarını, daha sonra bu olayın üstünü örtmek için sarayı yıktıklarını düşünüyoruz”, sözlerini kullandı.

 

'VERGİ' GELİRİ
IŞİD’in tarihi eser yağmacılığından ne kadar gelir ettiği bilinmese de, gerek müzelerden çaldığı nesnelerin doğrudan satışı üzerinden, gerekse bulundukları bölgelerdeki alanları kazan yağmacı çeteleri vergilendirerek muazzam bir gelir elde ettiği düşünülüyor.

 

Ancak bazı uydu görüntüleri ve bölgeden aktarılan tanıklıklar IŞİD’in kontrolü altındaki bölgelerdeki arkeolojik alanlarda yağmacılık yaptığı kanısını güçlendiriyor.

 

Irak tarihinin en önemli keşiflerinden sayılan kraliyet ailesine ait bir tabuta ait altın mücevher de Nimrud’da 1989 yılında bulunmuştu. Bölgede bunun gibi başka mücevherlerin de olduğunu tahmin eden Raşit, bu tür kalıntıların getirisinin milyonlarca dolar değerinde olacağını öne sürüyor.

 

İLK ADRES TÜRKİYE
Uzmanlar IŞİD’in taşınamayacak kadar büyük olan tarihi eserleri yok ederken, figürler, masklar, çiviyazısı tabletleri ve çömlek gibi nesneleri Türkiye üzerinden kaçırdıklarını düşünüyor.

 

Sanata Karşı İşlenen Suçları Araştırma Derneği Başkanı Lynda Albertson’a göre, Türkiye’ye sokulan kaçak tarihi eserler Bulgaristan ve diğer Balkan ülkeleri üzerinden Batı Avrupa’ya taşınıyor.

 

İngiltere ve ABD antik eserler için en büyük Pazar konumundayken, Çin ve Körfez ülkelerinde de zengin koleksiyoncular ortaya çıkmaya başlamış durumda.

Sol Haber, 13.05.2015

"EŞSİZ MOZAİKLER" DAHA GÜZEL GÖRÜNECEK

 

Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi'nde, eserlerin görselliğinin artırılması amacıyla teşhir tanzim çalışması yapılıyor. 

 

Resmi açılışı 9 Eylül 2011'de gerçekleştirilen, 2012'de Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü'ne layık görülen müzede, ''Çingene Kızı'' ile Fırat Nehri kenarındaki villalardan mozaikler, Mars heykeli, duvar resmi ve Roma dönemine ait çeşmeler sergileniyor.

 

Yapısal kompleksi ve teknolojik yenilikleriyle de dikkati çeken müzede, Nizip İlçesi'ndeki Zeugma Antik Kenti'nden çıkarılan yaklaşık 2 bin yıllık, 13 rengin uyumundan oluşan 2 bin 400 metrekare mozaik yer alıyor.

 

Geçen yıl 206 bin 256 kişinin ziyaret ettiği müzede, teşhir alanının genişletilmesi ve mozaiklerin yeni anlayışla sergilenmesi amacıyla çalışma başlatıldı.

 

- ''Mozaiklerin görselliği artırılacak''

Gaziantep Müze Müdürü Tenzile Uysal, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Zeugma Mozaik Müzesi'nin ziyaretçi sayısının her geçen yıl yükseldiğini söyledi.

 

Mozaiklerin görselliğinin artırılması amacıyla müzede teşhir tanzim işi başlatıldığını belirten Uysal, ''Mozaiklerin canlandırılması, kronolojik temanın oluşturulması ve bölgenin zengin mozaik potansiyelinin öne çıkarılması için çalışıyoruz'' dedi.

 

Arşiv odası ve restorasyon laboratuvarı da oluşturacaklarını ifade eden Uysal, daha fazla ziyaretçi ağırlamayı hedeflediklerini dile getirdi.

 

Çalışmanın, Restorasyon ve Konservasyon Bölge Müdürlüğü ekiplerinin kontrolünde yürütüldüğünü bildiren Uysal, ''Mozaikler restorasyon ekibince temizlenirken, Bizans dönemi mozaikleri bölümünün teşhiri için de kurgu çalışmaları devam ediyor'' diye konuştu.

 

Müzenin özellikle ''Çingene Kızı'' mozaiğiyle ünlendiğine dikkati çeken Uysal, şunları kaydetti:

''Şehrin hatta Güneydoğu'nun simgesi haline gelen müzemiz, 25 bini kapalı olmak üzere 30 bin metrekarelik alanda hizmet veriyor. Türkiye 'nin yanı sıra dünyanın dört bir tarafından ziyaretçi ağırlayan müzeyi, açıldığı 2011'den bu yana 646 bin 797 kişi ziyaret etti. Hedefimiz, bu sayıyı daha yukarılara taşımak.''

Radikal, Haber: Orhan Çiçek, 13.05.2015

KANALİZASYON ÇALIŞMASINDA LAHİT BULUNDU

 

'nın İnegöl İlçesi'nde belediye ekiplerince yapılan kanalizasyon çalışması sırasında lahit bulundu.

 

Alınan bilgiye göre, Huzur Mahallesi'nde iş makinesiyle kanalizasyon çalışması yapan Büyükşehir Belediyesi ekipleri, toprağın altında, üzerinde insan, tarak ve orak figürü yer alan lahite rastladı.

Belediye çalışanlarının durumu bildirmesinin ardından olay yerine gelen jandarma ekipleri, kepçe yardımıyla toprak altından çıkarılan eseri Bursa Müze Müdürlüğü yetkililerine teslim etti.

Sabah, 13.05.2015

RESTORASYONU SONA ERDİ

 

 

Antalya’nın Serik İlçesi’ndeki tarihi Aspendos antik tiyatrosunda 2013’te başlayan restorasyon sona erdi. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 6 milyon TL bütçe ile başlattığı çalışmalarının ardından antik tiyatronun kapasitesi arttı. Antalya İl Kültür ve Turizm Müdürü İbrahim Acar, basamakların elden geçirilerek, kırık ve tahrip olmuş parçaların yenilendiğini, özellikle kış aylarında tiyatronun bazı bölümlerinin sular altında kalmasına neden olan sorunun da çözüldüğünü açıkladı. Acar, “Güçlendirme çalışması yapılmadan önce tiyatroya maksimum 2 bin 500 kişi alınabiliyordu. Şimdi tüm yapı güçlendirildi.Tiyatro tam kapasite ile kullanılabilecek. Bir rakam veremiyorum fakat iznin ardından tiyatroya binlerce insan alınabilecek” dedi.

Vatan, 13.05.2015

 

******


ASPENDOS ANTİK KENTİ KALICI LİSTEYE HAZIRLANIYOR

 

UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi'ne alınan Aspendos antik kentinin kalıcı listeye girmesi için çeşitli çalışmalar yürütülüyor - Aspendos Antik Kenti Kazı Başkanı Doç.Dr. Köse: - "Aspendos'un sadece tiyatrosu bulunmuyor, özellikle bilim insanlarının ilgisini cezbeden bir diğer yapısı su kemerleridir" - "Bu iki yapısı ile Dünya Mirası Geçici Listesi'ne giren Aspendos'un gerekli çalışmaların tamamlanmasının ardından kalıcı listeye girebilmesi için yine Bakanlık kanalıyla yeni bir başvuru daha yapılacaktır".

 

 

Bu yıl UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi'ne alınan Aspendos antik kentinin kalıcı listeye girmesi hedefleniyor.

 

Antalya'nın Serik İlçesi yakınlarındaki Aspendos antik kentinin UNESCO Dünya Kültür Mirası Geçici Listesi'ne alınması, antik kentin kalıcı listeye girmesi için yürütülen çalışmalara hız verilmesini sağladı.

 

Aspendos Antik Kenti Kazı Başkanı ve Hacettepe Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Veli Köse başkanlığında Türk ve yabancı bilim adamları ile öğrenciler, 2008 yılından bu yana bölgede yüzey araştırması ve kazı çalışmalarını sürdürüyor.

 

 Doç.Dr. Köse, AA muhabirine yaptığı açıklamada, kazı başkanlıkları tarafından hazırlanan, Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğünce UNESCO'ya gönderilen başvuru sonucunda Aspendos antik kentinin Dünya Mirası Geçici Listesi'ne girdiğini söyledi.

 

Kentin en göze çarpan yapısı durumundaki Aspendos Antik Tiyatrosu'nun Türkiye 'de en iyi korunmuş antik tiyatro olduğunu vurgulayan Köse, dünyanın da iyi korunmuş sayılı tiyatroları arasında bulunduğunu kaydetti.

 

- Önemli yapıları, antik tiyatro ile su kemerleri

Antik tiyatronun dünyada caveası (oturma yerleri) ve sahne binası bütün olarak yapılmış ender Roma tiyatroları arasında yer aldığını dile getiren Köse, şunları söyledi:

"Aspendos'un sadece tiyatrosu bulunmuyor, özellikle bilim insanlarının ilgisini cezbeden bir diğer yapısı su kemerleridir. Su kemerlerinin iyi korunmuş vaziyetinin yanında halen ayakta duran, suyun debisini ayarlayan iki sifonuyla son derece önemlidir. Bu iki yapısı ile Dünya Mirası Geçici Listesi'ne giren Aspendos'un, gerekli çalışmaların kazı başkanlığımızca tamamlanmasının ardından kalıcı listeye girebilmesi için yine Bakanlık kanalıyla yeni bir başvuru daha yapılacaktır."

 

- "Kalıcı listeye girmek için alan yönetim planı oluşturulmalı"

 Listeye kalıcı olarak alınmak için arkeolojik sitlerin alan yönetim planının hazırlanmasının UNESCO'nun önemli koşulları arasında bulunduğuna işaret eden Köse, bu kapsamda Aspendos için alan yönetim planı hazırlandığını söyledi. 

 

Alan yönetimini de içine alan çalışmalara 2013 yılında başlandığını, "Aspendos Sürdürülebilir Gelişim ve Alan Yönetimi Projesi" kapsamında önerilen çalışmaların iki aşamada hayata geçirilmesinin planlandığını bildiren Köse, ilk aşamada çevre düzenleme projesi kapsamında yeni bir karşılama merkezi tasarımı ve otopark alanı oluşturulacağını belirtti.

 

Yönlendirme ve bilgi tabelalarının yenilenmesi, gezi güzergah ve yürüme yollarının yapımı, kazı, bekçi evi ile laboratuvar ve kazı depoları tasarımlarının da hazırlandığına dikkati çeken Köse, şöyle konuştu:

"Projelerin Antalya Koruma Kurulunca onaylanmasının ardından önümüzdeki aylarda hayata geçirilmesi planlanıyor. Tasarım ve planları yine Aspendos Kazı Başkanlığı tarafından hazırlanan projenin uygulaması ise Kültür ve Turizm Bakanlığınca yapılacak. İlerleyen aşamalarda ziyaretçilerin Aspendos'u daha iyi tanımaları, daha bilinçli ziyaretlerini değerlendirmeleri amacıyla kent için antik dönemde büyük önemi olan Köprüçay (Eurymedon) Nehri'ni de içine alacak şekilde yeni düzenlemeler yapılmasını amaçlıyoruz. Kent etrafında yaşayan yerel halkın sosyoekonomik getirilerden faydalanması ve ziyaretçilerin daha iyi tanımaları hedeflerimiz arasında bulunuyor."

 

Köse, UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne kalıcı üyelik sağlanmasının projenin temel amaçları arasında olduğunu ifade ederek, " Bugün dünya genelinde bin 7 kültürel ve doğal varlık listede yer alıyor. Son yıllarda başvurularda kazanılan ivme sonucunda Türkiye, 13 kültürel ve doğal mirasıyla temsil edilmektedir. Hazırladığımız projelerin ardından Aspendos da listedeki kalıcı yerini en yakın zamanda alacaktır" dedi.

 

- Aspendos Antik Kenti

Milattan önce 10. yüzyılda Akalar tarafından kurulan Aspendos kenti, biri büyük, biri küçük iki tepe üzerine kurulu. Milattan sonra 2. yüzyılda Romalılar tarafından inşa edilen Aspendos antik tiyatrosu, günümüzde konserler ve etkinliklerde kullanılıyor.

Radikal, Haber: Hüseyin Kanber, 16.05.2015

PERA, 10. YILINI İKİ SERGİYLE KUTLUYOR

 

 
'Portreler’ Sergisinde, Frank Sinatra, Dean Martin, Sammy Devis’in fotoğraflarıyla birlikte Grayson Perry'nin "Varoluşsal Boşluk" isimli vazosu da var.

 

Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi, kuruluşunun 10. yılını bugün açılan iki sergiyle kutluyor. Çağdaş sanatın sıra dışı isimlerinden Grayson Perry ile Winston Churchill’den Marilyn Monroe’ya kadar pek çok ünlü ismi fotoğraflayan Cecil Beaton’ın kareleri Türkiye’de ilk kez sergileniyor.

 

Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi, kuruluşunun 10. yılını bugün açılan iki sergiyle kutluyor. Sergilerle ilgili Pera Müzesi’nde dün bir basın toplantısı düzenlendi. Suna ve İnan Kıraç Vakfı Genel Müdürü Özalp Birol, British Council Görsel Sanatlar Direktörü Emma Dexter,  Sotheby İstanbul Ofisi Direktörü Oya Delahaye, Londra National Portrait Gallery Fotoğraf Danışmanı Terence Pepper’in katıldığı toplantıda, günümüz çağdaş sanatının yaşayan sıra dışı isimlerinden Grayson Perry’nin “Küçük Farklılıklar” sergisi ile ünlü portre fotoğrafçısı ve Oscar ödüllü kostüm tasarımcısı Cecil Beaton’ın “Portreler” sergisi hakkında bilgi verildi.

 

Pera Müzesi ve British Council işbirliğiyle düzenlenen “Küçük Farklılıklar” sergisinde Turner ve BAFTA ödüllü sanatçı Grayson Perry’nin seramik, halı ve baskı işlerinin yanı sıra British Council Koleksiyonu’ndaki 6 halıdan oluşan eser serisi “Küçük Farklılıkların Kibri” de yer alıyor. Sergi, Perry’nin, modern insanın açmazlarını anlattığı Hiçbir Yerin Haritası, Kafeste Kavga Edenlerin Secdesi, Numaralı Cennet Sokağı’ndan Kovulma, Otoparkta Istırap, Varoluşsal Boşluk gibi eserleriyle ve sanatçının yanından ayırmadığı oyuncak ayısı Alan Measles ile izleyiciyi buluşturuyor.

 

Sotheby’s işbirliği ile düzenlenen “Portreler” sergisi ise Terence Pepper küratörlüğünde gerçekleştiriliyor. Cecil Beaton’ın 1920’lerden 1970’lere kadar fotoğrafladığı film yıldızı, yazar, sanatçı, kraliyet mensupları ve entelektüellerin portrelerine odaklanan sergi, 100 binden fazla negatif, 9 bin vintage baskı ve 42 küpür albümü içeriyor.

 

Beaton, özellikle 1927-1956 tarihleri arasında Vogue dergisi için hazırladığı kapaklarıyla hatırlanıyor. Barbra Streisand, Audrey Hepburn, Frank Sinatra, Dean Martin, Marilyn Monroe fotoğrafladığı isimler arasında. II. Dünya Savaşı sırasında Winston Churchill’i ofisinde gösteren fotoğrafı ve yine aynı tarihlerde Life dergisine kapak olan, üç yaşında bombayla yaralanmış Eileen Dunne’in portresi de çalışmaları arasında yer alıyor. Sergiler 26 Tem-muz’a kadar görülebilir.

Zaman, 13.05.2015

ŞEHZADEDEN SONRA ŞİMDİ DE VEYSEL

 

Amasya’daki şehzade heykeline yapılan saldırının ardından, bu kez de Avcılar’daki Aşık Veysel heykelindeki sazı kırdılar.

 

Avcılar Belediyesi, otopark olarak kullanılan alanı ‘Kültürpark’ olarak yeniden düzenledi ve her biri alanlarında önemli 10 ismi genç nesillere tanıtmak için için heykellerini yaptırdı. Dün Sabah parktan geçenler Aşık Veysel’in elindeki sazın sapının kırıldığını görünce şaşırdı. Belediye, heykelin en kısa sürede onarılacağını açıkladı.

Milliyet, 13.05.2015

GALATAPORT İTİRAZI

 

 

Galataport projesinin imar planlarını 2012’de onaylayan Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun kararına açılan davada bilirkişiden projenin iptaline yol açabilecek bir rapor geldi. Mimarlar Odası, Şehir Plancıları Odası ve İnşaat Mühendisleri Odası’nın Danıştay 6. Dairesi’nde açtığı davada bilirkişi, planları kamu yararına aykırı buldu.

 

Raporda kıyının kamuya kapatıldığı, Beyoğlu kentsel sit alanında yer alan projenin planlarının ‘koruma’ vasfı taşımadığı, Tarihi Tophane Meydanı ve tescilli Karaköy rıhtımında Koruma Kurulu kararlarının çiğnendiği; planın İstanbul’un anayasası kabul edilen Çevre Düzeni Planı hükümleriyle uyumsuz olduğu vurgulandı. İnşaat Mühendisleri Odası Avukatı Taner Savaş, bilirkişi raporunun ardından davanın planların iptaliyle sonuçlanması gerektiğini belirtti. İşte bilirkişinin Galataport projesine ilişkin itirazları:

1. ÇEVRE DÜZENİ PLANI'NDA 'ÖZELLEŞTİRME' HEDEFİ YOK:
Bilirkişi, Salıpazarı Kruvaziyer Limanı hakkında Çevre Düzeni Planı’nda doğrudan bir plan hedefi bulunmadığına dikkat çekti. Çevre Düzeni Planı’nda liman yatırımlarının bütünlüklü olarak ele alınması vurgusu yapıldığını ve bir kitle turizmi olan kruvaziyer turizmin ön plana çıkarılmadığını belirtti. Çevre Düzeni Planı’nda yer alan “kentin turizm potansiyelinin çevreye, topluma ve kültürel varlıklara zarar vermeden geliştirilmesi” vurgusuna dikkat çeken bilirkişi, bu kriterlere uyulması uyarısı yaptı. Özelleştirmenin plan hedeflerinde yer almadığı belirtildi.

2. TOPHANE 'MEYDAN' OLARAK DÜZENLENMEDİ:
Galataport projesi 1993’te İstanbul 1 No’lu Koruma Kurulu tarafından ilan edilen Beyoğlu kentsel sit alanında yer alıyor. Ancak bilirkişi, proje için hazırlanan planların 2863 sayılı Koruma Kanunu’na göre ‘koruma amaçlı imar planı’ koşullarına aykırı olduğunu tespit etti.  İstanbul 2 No’lu Koruma Kurulu’nun projeyle ilgili 2012’de aldığı kararda, Tarihi Tophane Meydanı’na özgün karakterinin yeniden kazandırılması gerektiği vurgusu vardı. Kurul kararında Tophane Meydanı için “Osmanlı anıtları ile bezenmiş ‘denize açık meydan’ özelliği ile Osmanlı mimarlığının bir açık müzesi niteliğindedir” deniyordu. Galataport planlarında ise kurulun bu vurgusu dikkate alınmayarak bu alana kamusal, açık alan kullanımı olarak belirlenmiş ‘meydan’ işlevi değil; ‘rekreasyon alanı’ işlevi verildi. Bilirkişi planların kurul kararına aykırı olduğunu belirtirken, ‘koruma amaçlı plan’ vasfını taşımadığını vurguladı.

3. KIYIYA 'KRUVAZİYER LİMAN' KAMU YARARINA AYKIRI:
Raporda, kıyı şeridinin 1 km boyunca kruvaziyer liman alanı olarak planlanmasıyla kıyının tümüyle kamuya kapalı hale getirileceği belirtildi. Özelleştirmeye konu edilen alanlarda kamu yararının sağlanmasının titizlikle değerlendirilmesi gerektiği, ancak kamu yararının sağlanmasına yönelik karar alınmadığı belirtildi.

4. DOLGU TESCİLLİ RIHTIMI KAPATACAK:

Galataport proje alanında kültür varlığı olarak tescillenmiş Karaköy yolcu salonu, Çinili Han, Paket Postanesi, TDİ Genel Müdürlüğü yapılarının toplam inşaat alanlarının planda belirlenmediği belirtildi.  Bilirkişi, Karaköy rıhtımına yapılacak dolgunun tescilli rıhtımı kapatacağını ve 2 No’lu Koruma Kurulu kararına aykırı olduğuna da dikkat çekti.

Birgün, Haber: Olgu Kundakçı, 13.05.2015

AŞIK VEYSEL'DEN BEDRİ RAHMİ'YE: BU ARZUMU YAPARSANIZ...

 

İş Sanat Kibele Galerisi'nde açılan 'Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar-Biz Mektup Yazardık' sergisi ve İş Bankası Kültür Yayınları'ndan çıkan kitap, ünlü ressam ve şairin özel arşivinden mektupları ilk kez gün yüzüne çıkarıyor. Bedri Rahmi'yle dostluğu hiç kopmayan sanatçılardan biri de Aşık Veysel. 1952'de Bedri Rahmi'ye yazdığı mektupta Aşık Veysel'in bir isteği var... İşte o mektup...

 

Sivrialan, 08 Ekim 1952
Sayın Bedri Bey,

Parayı aldım. Mektup yazamadığımın sebebi elimden gelmeyişidir. Filmciler köyden kırgın ayrılmışlar diye yazıyorsunuz. Ben elimden geleni yaptım. Sonra bir para meselesiyle Ali İzzet’in filmde yer alma meselesi oldu. Tabii ben buna razı olmadım. Arkadaşlar benden memnun olarak ayrıldılar sanıyorum. Tabii size niçin kırıldıklarının sebebini anlatmışlardır. Sebahattin Bey İsviçre’den geldi mi? Geldiyse selamlarımı söyleyin. Yaşar Kemal Bahri muhite mi karıştı. Eğer meydana sağ olarak çıkmış ise selamlarımı söyleyin. Beybabamın ve annemin ellerinden öperim. Eren Hanım’a ve size sonsuz selamlar yollar, şu arzumun yerine getirilmesini candan arzu ederim.


Köyümüzde başöğretmen olan Mustafa Kamil Doğanay da benim bir parçamdır. Filmciler geldiğinde izinde bulunuyordu. Şimdi ise 3 adet resim yolluyorum, mümkünse filmin münasip bir yerine konulması... sonra, kendisini çok severim. Birinci resim yalnız kendine ait, ikinci resim öğrencileri ve öğretmenleri, üçüncü resim de Mustafa Bey; ortadadır. Bu arzumu yaparsanız beni çok memnun edersiniz. Tekrar selam ederim. Küçük Veysel de bütün tanıdıklara selamlar yollar. Bu resimlerin kabul edilip edilmeyeceğine dair cevap beklerim.


Aşık Veysel Şatıroğlu

 

 

AŞIK VEYSEL 1894-1973
Veysel Şatıroğlu Sivas Şarkışla’da bir çiftçinin çocuğu olarak doğdu. Yedi yaşında geçirdiği çiçek hastalığının etkisiyle gözlerini kaybetti. Babasının oyalanması için aldığı saza tutkuyla bağlandı ve köylerine gelen aşıkları dinleyerek bu duyarlıkla yetişti. 1920’de anne-babasını kaybedince ağabeyi ve onun ailesiyle kalakaldı. 1931’de aşık olarak tanınmaya başladı ve 1933 yılının 29 Ekim’inde yürüyerek gittiği Ankara’da ilk şiirlerini halka okudu. Yurdu dolaşmaya ve gittiği yerlerde sazıyla sözünü aktarmaya başladı. Arifiye, Hasanoğlan (1943-1944) ile Çiftçiler Köy Enstitüleri’nde Türk halk müziği öğretmenliği yaptı. Hasanoğlan’da tanıştığı Sabahattin Eyüboğlu ile olan dostluğu hiç kopmadı. Sık sık Eyüboğluların meclisine davet edildi. Bütün şiirleri Ümit Yaşar Oğuzcan tarafından derlenip yayınlandı.

Radikal, 12.05.2015

"HATAY MÜZESİ'Nİ GÖZBEBEĞİMİZ GİBİ KORUYORUZ"

 

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşarı Prof.Dr. Ahmet Haluk Dursun, Atatürk Üniversitesi'nin düzenlediği sempozyumda yaptığı konuşmada, Hatay Mozaik Müzesi'nde restorasyonu yapılan İsis Mozaiği konusunda, "Hatay Mozaik Müzesi'nde son derece önemli bir üzüntü yaşadık. Birisi o mozaiklere bir taş attı, biz 40 akıllı o taşı çıkarmaya çalışıyoruz. Yani bir bilimsel çalışma, bir bilimsel merkez, bu kadar çabuk, bu kadar politik ve bu kadar ön yargılı yıpratılmamalı. Şu anda dünyanın en önemli mozaik müzelerinden biri olan Hatay müzesini göz bebeğimiz gibi koruyoruz" dedi.

 

Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi'nde 15 Mayıs gününe kadar devam edecek 37'nci Uluslararası Kazı, Araştırma ve Arkeometri Sempozyumu'nda konuşan Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşarı Prof.Dr. Ahmet Haluk Dursun, son günlerde tartışılan Hatay Müzesi'nde restorasyonu yapılan İsis Mozaiği ile ilgili olarak bizzat yerinde incelemede bulunduğunu kaydetti. Mozaiklerde tahribat oluşmadığına vurgu yapan Müsteşar Prof.Dr. Dursun, fotoğrafların üzerinde oynama yapıldığına işaret ederek, şunları söyledi:

 

"Hatay Mozaik Müzesi'nde son dönemde son derece önemli bir üzüntü yaşadık. Birisi o mozaiklere bir taş attı, kuyu yerine. Bir taş attı biz 40 akıllı kişi o taşı çıkarmaya çalışıyoruz. Bir bilimsel çalışma, bir bilimsel merkez bu kadar çabuk bu kadar politik ve bu kadar ön yargılı yıpratılmamalı. Şu anda dünyanın en önemli mozaik müzesinden biri Hatay müzesi. Bizim göz bebeğimiz gibi koruduğumuz müzedir. Şu grup kaç günden beri oradayız. Mozaiklerin restorasyonu konusunda elimizden gelen her türlü gayreti gösteriyoruz. Türkiye'de bazı şeyleri görmezlikten gelmek yahut politik eğilimlerle küçümsemek bizim bilimsel buradaki platformumuza büyük bir zarardır. Antakya Hatay müzesi de bu bakımdan özenle, ihtimamla, bilimsel hususiyetini ve oradaki zenginliğini korumaktadır. Hiçbir şekilde bir zarar görmemiştir, bundan sonra da görmeyecek. Bütün bu Anadolu coğrafyasını, bizim geçmişten emanet aldığımız ve geleceğe aktarmak zorunda olduğumuz bir potansiyel olarak görüyoruz. Aidiyetiyle ilgili herhangi bir ön yargımız, herhangi bir kompleksimiz yoktur. Biz büyük bir milletiz, büyük bir medeniyet kuran devletiz. Bu açıdan bu şekilde değerlendiriyoruz. O kadar ki geçmiş yıllardan beri en büyük ödeneklerimiz Ani (Kars) araştırmalarına verildi. Ve Ani'den çıkacak olan kazılarda Selçuklu'ymuş yani Türk kökenliymiş yahut Ermeni asıllıymış bu bizi hiçbir şekilde gocundurmadı ve ilgilendirmedi. Bunlar bize emanettir ve aynı şekilde biz bunlara sahip çıktık."

 

Başta Akdamar olmak üzere 11 Ermeni kilisesini bu yıl restore edeceklerini ifade eden Müsteşar Prof.Dr. Dursun, Ermenistan'a da Osmanlı'ya ait kitabeli bir çeşmeyi restore etmek istediklerini ilettiklerini, ancak yanıt alamadıklarını söyledi. Avrupa'daki başkentler içinde sadece Atina'da açık cami olmadığını işaret eden Müsteşar Prof.Dr. Dursun, "Yüzlerce yıl bizim egemenliğimizde kalan Atina başkent olmasına rağmen açık tek cami yoktur. Birçoğu ortadan kaldırılmıştır. Ayakta olan 2 cami vardır ama ikisi de depodur" diye konuştu.

Gerçek Gündem, Haber: Kerim Burucu/DHA, 12.05.2015

 

******


RESTORASYONDA SÖZ SAVUNMANIN: MİLİM ŞAŞMADI!

 

Hatay Müzesi'nde mozaiklerin restorasyonu tartışılmaya devam ediyor. Restorasyonu yapan ekibin başındaki Dr. Celal Küçük,  'Bu mozaikte yaklaşık 10 bin tessera (küçük taş) var. Tesseraları bir milim oynatsanız mozaiğin bütünü de büyür. Restorasyon sonrasında da bu ölçüler aynı. Eğer yüz basına yansıyan fotoğraf gibi yayılmış olsa bu ölçüleri tutturmanız mümkün değil" dedi.

 

 

Hatay Arkeoloji Müzesi’nde bulunan  Roma dönemine ait mozaiklerin restorasyon sırasında değişeme uğradığı  öne sürülmüş, basına yansıyan olay geçen hafta büyük tartışmalara neden olmuştu. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın izniyle müze kapılarını açtı. Restorasyonu yapan ekibin başındaki Dr. Celal Küçük ile mozaiklerin yanında iddiaları konuştuk.

 

İsis Mozaiğine her açıdan baktık. Mozaiğin yüzünde bir deformasyon görünmüyor.  Arşiv görüntüleri ve restorasyonun tüm aşamalarını kaydedildiği dosyaları inceledik. Kamuoyuna yansıyan fotoğrafta yüzdeki büyümenin nasıl olabileceğini Celal Küçük’e sorduk. Küçük, basına yansıyan fotoğraftaki gibi figürün yayılması halinde mozaiğin bütününün de büyümüş olması gerekeceğini belirterek şöyle konuştu; ‘’Bu mozaikte yaklaşık 10 bin tessera (Küçük taş) var. Tesseraları bir milim oynatsanız mozaiğin bütünü de büyür. Biz restorasyon öncesinde ölçülerini ve fotoğraflarını çekiyoruz. Bakın İsis mozaiğinin eni 2.30 metre boyu 1.36 metre. Restorasyon sonrasında da bu ölçüler aynı. Eğer yüz basına yansıyan fotoğraf gibi yayılmış olsa bu ölçüleri tutturmanız mümkün değil.’’

 

 

Yine en çok tartışılan mozaiklerden biri de Talasa Moziği üzerindeki çocuk figürüydü. Onun üzerinde de deformasyon olduğu yönünde iddialar vardı. Celal Küçük, ‘’Talasa Mozaiğindeki çocuk figürünün ilk kaldırıldığı 1932 ve 1939 arasındaki yıllarda mozaik kesilirken dönemin yöntemi ile bazı tesseralar kırılmış. Eksikleri eski görüntülerden tespit ettik. Restorasyon sırasında orjinaline sadık kalarak o tesseraları tamamladık. Renk değişikliği ise üzerindeki verniği temizlememizden kaynaklı’’ dedi.

 

Mozaiklerin restorasyon şekli de basında tartışma yaratmıştı. Dünya da mozaiklerin masa üzerinde restore edildiği, biz de ise yerde yapıldığı gündeme gelmişti. Küçük bu iddiaları da şöyle cevapladı:  ‘’Basına yansıyan Louvre Müzesi’nde masa üzerinde restorasyon fotoğrafı öncelikle restorasyon değil, eksik olan bölümlerde renklendirme, rötuş çalışması. Mozaik restorasyonu tüm dünyada yerde yapılır. 400 metrekare mozik nasıl masa üzerine çıkarılsın. Üstelik masa üzerinde titreşimden kaynaklı bozulmalar meydana gelir. Mozaik restorasyonu yerde yapılır ve biz bilimsel tüm toplantılarda bu fotoğrafları göstererek alkış alıyoruz.’’

 

Celal Küçük'ün cevaplamak istemediği tek soru kim restorasyonu kötü göstermek istiyor sorusu. Bunu kendisi de bilmiyor. Ancak tartışmanın olmasını arkeolojiye ve eski esere olan ilgini olması yönünden sevinçle karşılıyor. Ancak Kültür ve Turizm Bakanlığı bu sorunun cevabını bulmalı. Çünkü ben yerinde incelediğim ve restorayon için her aşamasını gördüğüm mozaikler üzerinde bir deformasyon yok. O halde basına yansıyan fotoğraf üzerinde oynama var.  Birilerinin bu müzede bir çıkarı var ama bakalım kim çıkacak? Asla bunu kamuoyuna yansıtan taş ustası ve yerel gazeteci meslektaşım bu sorunun cevabı değil. Çünkü belli ki onlar mozaiklerin bozulmasına canı yandığı için bu tavrı gösterdiler. Onları da bu konuda yanıltan birileri var. 

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 14.05.2015

HIFZI TOPUZ'UN MÜZELİK BİRİKİMİ SATILIYOR

 

 

Afrika ve Dünya maskları koleksiyonuna göz bebeği gibi bakan duayen gazeteci, araştırmacı ve yazar Hıfzı Topuz’un yıllarca, adeta kültürel bir şarap mahzenini andıran evinde demlediği büyük tablo koleksiyonu, Alif Art Müzayede’nin 24 Mayıs’ta yapacağı mezat ile, yeni sahipleriyle buluşacak. Aralarında Fahr’el Nissa Zeid, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Fikret Mualla ve Abidin Dino gibi bir çok sanatçı dostundan zaman içerisinde edindiği nice eşsiz yapıtın satışı üzerine Cumhuriyet’e değerlendirme yapan Topuz, “resimlerin bir çoğunun kendisine hediye olmakla birlikte, evindeki yoğunluk nedeniyle yaptığı bir tasfiye ile bu kararı almak durumunda olduğunu aktarıyor. Topuz ayrıca müzayede sırasında, satıştan ötürü duyduğu üzüntü sebebiyle acı duyduğu için İstanbul’da bulunmayacağını söylüyor. Yazar Topuz’a göre ayrıca, müzayedede, sanatçı Fikret Mualla’nın kendisine ‘iki şişe şarap’ karşılığında verdiği bir resim ile, ressamlar Eyüboğlu ve Zeid’in ilk dönemini yansıtan nadide resimler de bulunuyor.” Katalogda bunun dışında, Nejad Melih Devrim, Avni Arbaş, Utku Varlık, Erol Akyavaş, Avni Arbaş, Orhan Peker, Burhan Uygur ve Cihat Burak’ın da orijinal çalışmaları bulunuyor.

Cumhuriyet, 12.05.2015

KLİMT TABLOSUNUN ARDINDAKİ SIR

 

 

Dünyaca ünlü ressam Gustav Klimt'in "Portrait of Adele Bloch-Bauer I" isimli tablosunun ardında yatan hikaye beyazperdeye uyarlandı.

 

Tablonun bir filme konu olması, yapılışı ya da Klimt'in çalışma süreci değil, tablonun gerçek sahibinin, yıllar sonra aile mirasını korumak adına girdiği mücadele...

 

Maria Altmann 80 yaşındayken Avusturya Hükümeti ile yasal bir mücadeleye girdi, amacı Holokost zamanında Naziler tarafından yağmalanan eşyalar arasında ailesine ait eşyalardan biri olan Klimt tablosunu geri almaktı.

 

 

Altmann, o dönem yaşanan kaosun mağdurlarından biri olarak aile üyelerinin pek çoğunu, vedalaşamadan kaybeden binlerce insandan biri. Terk etmek zorunda kaldıkları evlerindeki eşyalara Naziler tarafından el koyulmuş, Altmann da yıllar sonra aile yadigarı eşyaları saklayabilmek için kolları sıvamıştı.

 

Altmann'ın amcası Ferdinand Bloch-Bauer'e ait olan Klimt tablosu, Avusturya'nın Alman işgalinden sonra devlet hazinesine aktarılmış ve Viyana'da bulunan Belvedere Galerisi'nda sergilenmeye başlamıştı. Bu galeride eser 'Altın Kadın' adını almış ve Altman'ın amcasının eşi Adele'in portresi Yahudi miraslarından biri olarak sergilenmeye başlamıştı.

 

Yaşamını Los Angeles'ta sürdürmekte olan Maria Altmann, 1990'lı yılların sonuna doğru yasal sürece başvurmaya karar verdi. Öncelikle kendisine bir avukat bulması gerekiyordu; Avusturyalı besteci Arnold Schoenberg arkadaşıydı ve Schoenberg'in torunu E. Randol Schoenberg avukatlık yapmaktaydı. Kendisini temsil etmesi için onunla konuştu.

 

Altmann'ın yasal süreç başlatmasının ardından Viyana'da bulunan ve 'Altın Kadın' adını almış olan Klimt tablosu, Avusturya'nın Mona Lisa'sı olarak anılmaya başlamıştı bile... Altmann'ın bu sürece girme sebebi ise ne maddi çıkar ne de intikamdı, yalnızca ailesine ait olan bir tabloyu geri alabilmek istiyordu, bunu, kaybettiği ailesinden kalan tek yadigar olarak gördüğü için de davaya hırsla sarılmıştı.

 

Sonunda dava kazanıldı, 2006 yılında tablo ait olduğu kişiye verildi. 2006 yılında gerçekleşen zaferin ardından Altmann tabloyu New York'ta bulunan bir sanat galerisine 135 milyon dolar karşılığında sattı, bu satış, bir tabloya ödenen en yüksek bedel olarak da tarihe geçti.

 

Ancak Altmann satıştan kazandığı para ile birşey yapmayı düşünmüyordu, çok yaşlandığı için kendisine evde rahat bakım sağlayabilecek hizmet almış ve yeni bir bulaşık makinesi satın almıştı. Altmann 2011'in Şubat ayında hayata veda etti.

 

Tablo için verdiği mücadele daha önce belgesel haline getirilen kadın, beyazperdeye de ilham oldu. Simon Curtis, Altmann'In mücadelesi ile beraber Holokost mağdurlarının hikayesini 'Woman in Gold' (Altın Kadın) isimli bir filme dönüştürdü.

 

 

Filmde Maria Altmann'ı deneyimli oyuncu Helen Mirren canlandırırken, avukatı rolünde Ryan Reynolds'ı izliyoruz. Kadroda Katie Holmes, Frances Fisher, Charles Dance gibi deneyimli isimler de var.

 

Film, 10 Nisan 2015'te Amerika'da gösterime girdiğinde büyük ilgi topladı.

Habertürk Haber: Gözde S. Kadıoğlu, 12.05.2015

TELEFONDAN SONRA KILIÇ DA GİTTİ

 

Osmanlı İmparatorluğu döneminde birçok padişah yetiştirdiği için ‘Şehzadeler Şehri’ olarak anılan Amasya Belediyesi’nce Yeşilırmak kenarına önceki gün yerleştirilen, bir elinde kılıç, diğerinde cep telefonu ile ‘selfie’ (özçekim) çeken Osmanlı şehzadesi heykeline, ikinci bir saldırı yapıldı.

 

Konulduğu önceki gün heykelin telefon kısmının saldırı sonucu kırılmasının ardından, dün de kimliği belirsiz saldırgan ya da saldırganlar, kılıcı kırdı. Amasya Belediyesi olayla ilgili savcılığa suç duyurusunda bulundu.

Hürriyet, 12.05.2015

VAN GOGH'UN 'ÇİÇEKLER'İ 125 YIL SONRA BİR ARADA

 

Ünlü Hollandalı ressam Van Gogh'un güller ve zambakları konu alan çiçekler serisinden 4 eseri, 125 yıl sonra ilk defa New York'taki Metropolitan Müzesi'nde düzenlenen sergide bir araya geldi.

 

 

Metropolitan Müzesi'ndeki "Van Gogh: Zambaklar ve Güller" adlı sergide ünlü ressamın Fransa'da 1890 yılında ölümünden bir kaç ay önce yaptığı tuval üzerine yağlı boya eserler sergileniyor.

Serginin en önemli özelliğini, Van Gogh'un bahar çiçeklerine olan tutkusunu tuvale döktüğü 4 eserinin 125 yıl sonra ilk defa bir arada yer alması oluşturuyor. Sergide yer alan eserlerden ikisi müzenin kendi koleksiyonunda bulunurken, diğer iki eserden biri Washington'daki National Gallery of Art Müzesi'nden ve diğeri de Hollanda'daki Van Gogh Müzesi'nden getirildi.

Sergi, Van Gogh'un Fransa'nın güneyindeki Arles'den Saint-Remy kasabasındaki akıl hastanesine geçtiği dönemde yaptığı 4 yağlı boya resimden oluşuyor.

 

 

Sergiyle ilgili açıklamada bulunan Metropolitan Müzesi Avrupa Resmi bölümü küratörlerinden Susan Alyson Stein, tam 125 yıl önce bugün Van Gogh'un 11 Mayıs 1890 yılında akıl hastanesinde kaldığı sürede kardeşi Theo'ya gönderdiği iyileşmekte olduğuna dair mesajında, iki zambak eserinden bahsettiğini ve 13 Mayıs'ta ise kardeşi Theo'ya ikinci eserini de bitirdiğini yazdığını kaydetti.

Resimleri dünyanın en tanınmış ve pahalı eserleri arasında bulunan ve izlenimci sonrası dönemin en önemli ressamı olarak kabul edilen Van Gogh, 1890 yılında Fransa'nın Auvers-sur-Oise kentinde yoksulluk içinde hayata veda etmişti.

Sergi, 16 Ağustos tarihine kadar görülebilecek.

Hürriyet, 12.05.2015

PICASSO'NUN 'CEZAYİRLİ KADINLAR' TABLOSU REKOR FİYATA SATILDI

 

 

İspanyol ressam Pablo Picasso'nun "Les femmes d'Alger, Version O" (Cezayirli Kadınlar, Versiyon O) tablosu, 179.3 milyon dolara (yaklaşık 483 milyon TL) satılarak müzayede rekoru kırdı. Müzayedede Giacometti'nin heykeli de 141.3 milyon dolara (380 milyon TL) satılarak rekor kırdı. İki eser için verilen toplam rakam ise yaklaşık 860 milyon TL...

 

1955 tarihli tablo, New York'taki Christie's Müzayede Evi'nden adının gizli kalmasını isteyen bir alıcıya telefonla satıldı.

Çıplak cariyelerin kübist bir bakış açısıyla tasviri olan tablo, İspanyol ressamın 1954-1955 yılları arasında A'dan O'ya kadar sıraladığı 15'lik bir serinin parçası.

Picasso bu satışla İngiliz ressam Francis Bacon'ın "Three Studies of Lucian Freud" (Lucian Freud'un Üç Taslağı) adlı eserininin rekorunu kırdı. Bacon'ın eseri 2013 yılında 142.4 milyon dolara (383 milyon TL) alıcı bulmuştu.

 

 

Müzayede heykel alanında da bir rekora imza atıldı. İsviçreli heykeltıraş Alberto Giacometti'nin "Pointing Man" adlı gerçek boyutlu eseri, 141.3 milyon dolara (360 milyon TL) satılarak en pahalı heykel oldu.

Hürriyet, 12.05.2015

"MYRLEİA" KATİLİ AVM'CİLERE KÖTÜ HABER

 

 

Bursa’nın Mudanya İlçesi’nde bulunan Myrleia antik kentin 1503 ada 19. Parseli üzerine Tesco Kipa Kitle Pazarlama Ticaret ve Gıda sanayi A.Ş.’nin yapmak istediği alışveriş merkezi projesine ilk kez 5 Eylül 2012 tarihinde Bursa Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu tarafından onay verildi. Ancak Mudanya Belediyesinin talebi üzerine proje revize edilerek bir kez daha Kurula sunuldu. Koruma Kurulu Antik kentin AVM’nin alt katında sergilenmesini ön gören revize edilmiş projeye 19 Ekim 2012 tarihinde bir daha onay verdi. Bu duruma itiraz eden bölge halkı Kurul üyeleri hakkında suç duyurusunda bulununca Kültür ve Turizm Bakanlığı Personel Daire Başkanlığı’na bağlı bir müfettiş antik kent üzeri AVM ile ilgili inceleme başlattı.

 

BAKANLIK MÜFETTİŞLERİ: KURUL GÖREVİNİ KÖTÜYE KULLANDI
İnceleme sonucunda müfettiş tarafından bir rapor hazırlanarak Kültür ve Turizm Bakanlığı’na iletildi. Koruma Kurulu’nun 5 Eylül 2012 tarihi ile 19 Ekim 2012 tarihinde aldığı kararlarda yetkisini aştığı belirtilen raporda, Koruma Kurulu’nun antik kent üstü AVM projesine onay vererek görevini kötüye kullandığı ifade edildi.  Raporu dikkate alan Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşarlığı ‘4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun’un 3/d, 6 ve 9. Maddesi’ uyarınca Kurul üyeleri hakkında soruşturma izni verdi. Ardından Bursa 1. Asliye Ceza Mahkemesi’nde 9 Kurul üyesi hakkında ‘görevi kötüye kullanma’ suçundan dava açıldı.

 

KURUL ÜYELERİ BERAATİNİ İSTEDİ
İlk duruşması 24 Nisan’da görülen davada Kurul üyeleri beraatini istedi. Kurul Başkan Yardımcısı Doçent Doktor Murat Taş ifadesinde AVM yapılması planlanan 19. Parselin kamulaştırılması için Kültür Varlıkları Müzeler Genel Müdürlüğü’ne yazı yazdıklarını, ancak kamulaştırma için olumsuz cevap aldıklarını söyledi. Kurul başkanı mimar Halil Nur Çapa ifadesinde 37 No’lu ilke kararına uygun hareket ettiklerini söyledi. Dönemin Mustafakemalpaşa İlçesi kaymakamı Kazım Karabulut ise savunmasında, ‘Kurul olarak bizim kamulaştırma ile ilgili Ankara Müze Müdürlüğü’nün kararını beklemeksizin 37. No’lu ilke kararına göre hareket etmemizden dolayı görevi kötüye kullandığımız iddia olunuyor. Oysa 37 Nol’u ilke kararı okunduğunda görülecektir kamulaştırma ilgili muğlaklık taşıyor, kurumların görevleri açıkça belirtilmiyor. Oysa olayımızda vatandaş define arama saiki ile hareket edip o duvarları yıkabilirdi. Ayrıca yağmur ve kar gibi sebeplerle de zarar görebilirdi. Biz kanun dairesinde 37. No’lu İlke kararı gereğince hareket ettik. Zarar da doğmamıştır. Yazılı olarak savunmamı istiyorum’’ ifadesini kullandı. Duruşma 4 Haziran 2015 tarihine ertelendi.

 

NE OLMUŞTU?
Bursa’nın Mudanya İlçesine bağlı Ömerbey Mahallesi’ndeki Myrleia antik kenti ilk kez 1992 yılında sit alanı ilan edildi. 2010 yılında sit alanı dışında kalan 1503 ada 18. ve 19. Parsellerde yüzey araştırmasında bulunan Uludağ Üniversite’sinden Prof.Dr. Mustafa Şahin Bursa Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na bölgenin 1. derece arkeolojik sit alanı ilan edilmesini önerdi. Ancak öneri 13 Aralık 2010 tarihinde reddedilince, Şahin 2011 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bir dilekçe göndererek 18. ve 19. Parsellerin imara açılma riskiyle karşı karşıya olduğunu bildirdi. Bunun üzerine 18. ve 19. Parseller 27 Nisan 2012 Tarihinde 3. derece arkeolojik sit alanı ilan edildi. Bölge sit alanı ilan edilmeden önce 19. Parselde AVM yapmak için Mudanya Belediyesi’nden ruhsat alan Tesco Kipa Kitle Pazarlama Ticaret ve Gıda sanayi A.Ş. Koruma Kurulu’nun kararıyla antik kent üstü AVM inşaatına başladı. Proje gereği inşaat sırasında ortaya çıkan tarihi eserler AVM’nin alt bodrum katında cam çerçeve içerisinde sergilendi. Antik kenti üzeri AVM inşaatı Bursa 1. İdare Mahkemesi tarafından durdurulmuştu.

Radikal, 12.05.2015

ATATÜRK'ÜN AOÇ İÇİN KAYIP VASİYETİ BULUNDU

 

Atatürk’ün, Atatürk Orman Çiftliği’ni “yeşil alanın korunması ve tarım yapılması” şartıyla 1937’de Hazine’ye bağışladığını belirten meslek odalarının, AOÇ arazisinde inşaa edilen Cumhurbaşkanlığı Sarayı, Ankapark Projesi ve ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’ne AOÇ’den yer tahsisine ilişkin açtıkları “vasiyeti ihlal” davasında önemli bir gelişme yaşandı.

 

Ankara Mimarlar Odası Başkanı Tezcan Karakuş Candan, İstanbul Beyoğlu 6. Noterliği ve Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nün, arşivlerde olmadığı söylenen 11 Haziran 1937 tarihli şartlı bağış vasiyeti ve 1938 tarihli vasiyeti mahkemeye gönderdiğini bildirdi.

Milliyet, 12.05.2015

37. ULUSLARARASI KAZI, ARAŞTIRMA VE ARKEOMETRİ SEMPOZYUMU

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü ve Atatürk Üniversitesi tarafından düzenlenen, 37. Uluslararası Kazı, Araştırma ve Arkeometri Sempozyumu, Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi’nde başladı.


Topraklarımızdan Götürülen Kültür Varlıklarımız, Avrupa Ve Amerika Müzelerinin Temelini Oluşturuyor
Sempozyumun açılış konuşmaları bölümünde, Bilim Kurulu adına konuşan Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi, Prof.Dr. Mehmet Karaosmanoğlu, Uluslararası Kazı, Araştırma ve Arkeometri Sempozyumu’nu uzun zamandır, Atatürk Üniversitesi’nde yapmak istediklerini, ancak bu yıl nasip olduğunu belirterek, uluslararası toplantının yapılmasını Rektör Prof.Dr. Hikmet Koçak’a teklif ettiklerinde, Rektör Koçak’ın tereddütsüz bir şekilde kabul ettiğini vurguladı. Karaosmanoğlu, binlerce yılın biriktirdiği kültür varlıklarının yerlerinden sökülerek Avrupa ve Amerika’daki müzelere götürülüp sergilendiğini söyleyerek konuşmasına şöyle devam etti: “Topraklarımızdan götürülen kültür varlıklarımız, Avrupa ve Amerika müzelerinin temelini oluşturuyor. Bu yağmanın ve eser toplamanın ardından, Avrupa’da arkeolojinin önem kazanmasıyla bir bilim olarak eğitim ve öğrenime başlanır. Osmanlı İmparatorluğu’nun en güçsüz olduğu yıllara rağmen yetersiz de olsa ilk koruma ve ilk kazılar, 19. Yüzyılın ortalarından itibaren gerçekleştirilmeye başlanır. Bu konuda, Hamdi Bey’in katkıları unutulmaz. Cumhuriyetin ilanından sonra ise ülkemizde bilimin gelişmesi için kurulan üniversitelerde fen bilimlerinin yanı sıra, Atatürk’ün önerisiyle sosyal bilimler alanında tarihe, dile ve kültüre önem verilmiştir” dedi.


Tarihi Eserlerin Üzerine İmar, Ticaret ve Rant Adına Yapılacak Olan Her Şeye Karşıyız
Erzurum Büyükşehir Belediyesi bünyesinde, Koruma, Uygulama ve Denetim Birimi’ni kurduklarını anımsatan Erzurum Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı Selami Keskin, 100’e yakın proje çalışmasının bu birim tarafından yürütülmekte olduğunu söyledi. Erzurum’da tarihi eserlerin üzerine imar, ticaret ve rant adına yapılacak olan her şeye karşıyız diyen Keskin, ayrıca Koruma, Uygulama ve Denetim Birimi’ni bir koordinasyon merkezi olarak kurduklarını aktardı.


Tüm İnsanlığın Ortak Mirası Olan Kültür Mirasımızın Aydınlatılmasına Yönelik Çalışmaları Hızla Devam Ediyor
Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürü Abdullah Kocapınar, Ülkemizin tarihin her döneminde sahip olduğu özel, coğrafi ve jeopolitik konumu nedeniyle pek çok uygarlığa ev sahipliği yaptığı ve zamanla bu uygarlıkların bıraktığı izlerle adeta açık hava müzesine dönüştüğünü belirterek, şöyle devam etti: “Gururla belirtmek isterim ki, tüm insanlığın ortak mirası olan kültür mirasımızın aydınlatılmasına yönelik çalışmalar, Anadolu’da iki asra yakın bir zamandır yerli ve yabancı pek çok bilim insanı tarafından büyük bir titizlik ve özveriyle devam etmektedir. bugün Anadolu’dan büyük bir özveriyle başlayan çalışmalar, 21. Yüzyıl Türkiye’sinde çok uluslu ve kurumsallaşmış kazı ve araştırmalara dönüşmüştür. Bu bakımdan bakanlığımızca izin verilen kazı ve yüzey araştırması çalışmaları ile arkeolojik bilimsel çalışmaların sonuçlarının değerlendirildiği, kendi dalında tek olma özelliği taşıyan sempozyum, ulusal ve uluslararası bilim çevreleri tarafından yakından takip edilmektedir. Ülkemiz coğrafyasındaki geçmişten günümüze hayat bulmuş tüm uygarlıkların varisi ve hamisi olarak bakanlığımız, devraldığı kültürel birikimin zenginliğiyle kazı ve yüzey araştırmalarının bilimsel açıdan kurumsallaşmasına yönelik çalışmalarına yoğu bir şekilde devam etmektedir” şeklinde konuştu.


Çeşitli Bilim Dallarında, Üniversitemizden Mezun Olan 300 Bine Yakın Kişi, Üniversitemizin Guru Kaynağıdır
“Erzurum, tarihi İpek Yolu üzerinde kurulmuş, Asya ile Avrupa’yı birbirine bağlayan köprü vazifesi gören bir şehir. Kültür vazifesi görürken de kültür, eğitim ve ticaret merkezi olmuş bir şehirdir” sözleriyle, konuşmasına başlayan Atatürk Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Hikmet Koçak, Erzurum’un tarihin bu kadar eski olduğunu ve Cumhuriyet döneminde de önemini kaybetmeyerek daha da artırdığını söyledi. Koçak, “Atatürk, 1937 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılış konuşmasında, Doğu’da bir üniversite kurulması arzusunu dile getiriyor. Ancak Atatürk’ün 1938 yılında vefat etmesi ve sonraki yıllarda II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla bu durum askıya alınıyor. 1950’lerde üniversite kurulması tekrar gündeme geliyor ve o dönemki siyasilerin de kararıyla, yerinin Erzurum, isminin de Atatürk olmasına karar veriliyor. Erzurum tarihi geçmişiyle de önemli olduğu için kurulduğu günden itibaren Atatürk Üniversitesi, her bölümde çalışmalar yapmaya başlamış ve fen, sağlık, spor, kültür ve diğer alanlarda da öncülük yapmıştır. Bugünde geldiğimiz noktaya baktığımızda sadece arkeoloji açısından değil, bu güne kadar örgün ve açıköğretimle birlikte 300 bine yakın bir mezun vermiş bir üniversiteyiz. Buradan yetişip diğer üniversitelerde hizmet eden çok sayıda mezun ve öğretim üyemiz var. Daireyi biraz daha daraltırsak, hemen hemen her müzede, üniversitelerin arkeoloji ve sanat tarihi bölümlerinde yine Atatürk Üniversite’nden yetişmiş elemanlarımız bulunmaktadır. Bu da bize üniversite kuran üniversite olarak gurur veriyor. Her alanda olduğu gibi arkeoloji alanında da bölgemize, ülkemize ve insanlığa hizmet etmek bizi sevindiriyor” dedi.


“Doğudan Yükeselen Işık” tabiri, Erzurum ve Atatürk Üniversitesi’ni Tarif Ediyor
Açılış konuşmalarının son bölümünde söz alan Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşarı Prof.Dr. Ahmet Haluk Dursun ise öncelikle Atatürk Üniversitesi yayınlarından olan “Doğudan Yükselen Işık” isimli kitabın isminden çok etkilendiğini söyleyerek, bu ismin Erzurum’u ve Atatürk Üniversitesi için çok güzel bir tabir olduğunu vurguladı. Müsteşar Prof.Dr. Ahmet Haluk Dursun, Arkeoloji ve Sanat Tarihi mezunlarını Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde istihdam etmek için çalıştıklarını belirterek şöyle konuştu: “2015 yılı bizim için Arkeoloji ve Sanat Tarihi bölümlerinden yetişen öğrencilere kadro bulma arayış yılıydı. 234 kadro Maliye Bakanlığı’ndan ilan edildi. Ayrıca Çanakkale’de görevlendirilmek üzere sadece o bölgeye has arkeolog ve Sanat Tarihçi almak üzere ayrı bir kadro ilan ettik. Bu bölümlerden mezun olan öğrencilerin iş bulma derdi var. Biz bu dertle dertlenmek ve bu soruna çözüm bulma durumundayız. Yerel yönetimlerin istihdamlarında, kadro politikalarında, hizmet alanlarında, mimar ve mühendis gibi teknik elemanların yanında, mutlaka Arkeolog ve Sanat Tarihçi istihdam etmeleri lazım. Bu durumu Türkiye genelinde ısrarla talep ediyoruz. Böylelikle halkta bilinçlenmiş olacaktır. Ayrıca Erzurum’un bu konuda çok bilinçli olduğunu gördüm ve çok sevindim” dedi.


Açılış konuşmalarının ardından sempozyumun ilk oturumunda, Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi, Prof.Dr. Mehmet Karaosmanoğlu, Türkiye’de tamamlanmış ve devam eden arkeolojik kazılardan hakkında bilgi verdi.

Milliyet, 11.05.2015

KAZILAR GAZİANTEP TARİHİNE IŞIK TUTUYOR

 

Zeugma, Karkamış ve Dülük antik kentleri ile Zincirli Höyük'te başlatılan kazı çalışmaları sürdürülüyor. Gaziantep Kültür ve Turizm Müdürü Özuslu, "Başarılı giden kazı çalışmaları, bölge tarihinin ortaya çıkarılması açısından büyük katkı sağlıyor" açıklamasında bulundu.

 

 

İtalyan Dr. Nicolo Marchetti'nin başkanlığında Karkamış, Alman Dr. Engelbert Winter'in öncülüğünde Dülük, ABD'den Prof.Dr. David Scholen ve ekibiyle Zincirli Höyük, Ankara Üniversitesi Öğretim Görevlisi Prof.Dr. Kutalmış Görkay'ın liderliğinde de Zeugma antik kentlerindeki kazılar, Bakanlar Kurulu kararıyla sürdürülüyor.


Kazılarda milattan önce 300'lerde kurulduğu belirtilen Zeugma'da "Çingene Kız" mozaiği, milattan önce 3 bin 300'lere tarihlenen Karkamış'da Babil Kralı Nebukadnezar'ın büyüklük olarak dünyada örneği olmadığı vurgulanan steli öne çıkan eserler oldu. Dünyanın en eski yerleşim yerlerinden biri olarak gösterilen ve milattan önce 6 binli yıllara tarihlenen Dülük Antik Kenti'nde stel ve tapınak kalıntıları çıkarıldı. 5 bin yıl yıllık Zincirli Höyük'te de tarihi bina kalıntıları, saray temeli ve duvarlarına ulaşıldı.


"Bölge tarihi ortaya çıkarılıyor"
İl Kültür ve Turizm Müdürü Ergün Özuslu yaptığı açıklamada, Gaziantep'in arkeolojik yönden son derece zengin bir bölge olduğunu söyledi.


Geç Hitit dönemine ait Karkamış ve Zincirli Höyük gibi tarihi ören yerlerinde de kazı çalışmalarının devam ettiğini belirten Özuslu, şunları belirtti:
"Tarihi yerleri turizmin hizmetine sunmak için çevre düzenlemesi başta olmak üzere çeşitli çalışmalar yapıyoruz. Karkamış'ta sürdürdüğümüz arkeopark çalışması bu yıl içinde gerçekleştirilecek. Dülük'te bulunan tapınak alanında da kazı çalışması yoğun şekilde devam ediyor. Başarılı giden kazı çalışmaları, bölge tarihinin ortaya çıkarılması açısından büyük katkı sağlıyor."


Tarihi alanları, turistlere daha iyi hizmet veren yerler haline getirmek için çaba gösterdiklerini ifade eden Özuslu, bu amaçla turistlerin ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri alanlar oluşturmaya çalıştıklarını vurguladı.


Tanıtım çalışmalarına da ağırlık verdiklerine işaret eden Özuslu, "Tarihi zenginliklerimizle ilgili hazırladığımız çeşitli broşür ve internet sitesi ile ulusal ve uluslararası fuarlarda kentimizin zenginliklerini tanıtmaya gayret gösteriyoruz" dedi.


Turist sayısı artıyor
Özuslu, Gaziantep'e gelen yerli ve yabancı turist sayısında da her geçen yıl artış yaşandığını belirtti.


Geçen yıl şehri 442 bin 558 kişinin ziyaret ettiğini dile getiren Özuslu, "Gaziantep Mozaik Müzesini ise 206 bin 256 kişi gezdi. Müzede bir önceki yıla göre ziyaretçi sayısında 30 bin kişilik artış var. Bu rakamın 250 binlere ulaşmasını bekliyoruz. Amacımız şehrimizdeki zenginlikleri daha fazla kişiye tanıtmak" diye konuştu.


Gaziantep Arkeoloji Müzesinde sürdürülen tadilat, teşhir ve tanzim çalışmalarının yıl sonunda tamamlanacağını söyleyen Özuslu, müzenin yeni ve modern yüzüyle yerli ve yabancı turistlere yeniden hizmet vereceğini sözlerine ekledi.

Yeni Şafak, 11.05.2015

İNGİLİZ AÇIK ARTIRMA SİTESİNDEN SATMAK İSTEDİLER

 

 

Tokat İl Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri, A.B. isimli şahsın elinde Roma dönemine ait ikonlar olduğu bilgisini alarak harekete geçti. Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan alınan arama ve el koyma kararına istinaden şahsın iş yerinde yapılan aramada 2863 sayılı kanun kapsamına girdiği değerlendirilen “Roma dönemine ait 2 adet ikon” ele geçirildi. Cumhuriyet savcısının talimatına istinaden şahsın ifadesi alındıktan sonra serbest bırakıldı.

 

İNTERNETTEN TARİHİ KİTAP SATIŞI

İngiliz açık artırma sitesinden Mesnevi olduğu tahmin edilen Tokat menşeli el yazması eserlerin satışının yapıldığını tespit eden polis, yaptığı detaylı araştırma sonucu M.N.S. isimli şahsın ikametinde el yazması tarihi eser niteliğindeki kitapları internet üzerinden sattığı tespit edildi. Tokat Sulh Ceza Mahkemesi’nden alınan arama ve el koyma kararına istinaden şüpheli M.N.S. isimli şahsa ait depoda yapılan aramada, 2 cüz halinde, birinci cüz 14 sayfa, ikinci cüz de 14 sayfa olmak üzere toplam 28 sayfa, cilt ve sayfaları tahrip olmuş el yazmalı Kur’an-ı Kerim ve konu ile ilgili yapılan detaylı çalışmalar sonucunda ise, aynı şahsa ait olduğu tespit edilen 132 adet el yazması eser ele geçirildi. Operasyon anında ikametinde bulunamayan M.N.S. isimli şahsın aranmasına ve yakalanmasına yönelik çalışmaların çok yönlü olarak devam ettiği kaydedildi.

Akşam, 11.05.2015

İSTANBUL'UN KALELERİ DÜŞTÜ!

 


Rumeli Feneri Kalesi

 

İstanbul’un en önemli tarihi eserleri arasında yeralan Boğaziçi’ndeki kale ve hisarlar bakımsızlıktan perişan halde. Bizans ve Osmanlı döneminden kalma tarihi yapıların bir kısmı çökmek üzere, bir kısmı çöplüğe dönmüş durumda. Tarihi duvarlara havalandırma sistemi ve klima bile monte edilmiş.


Yüzyıllardır savaş ve doğal felaketlere karşı ayakta kalmayı başaran Boğaziçi’ndeki tarihi kale ve hisarlar, artık eski ihtişamlarından çok uzakta. Duvarlarında çatlaklar oluşan ve bir kısmı çöplüğe dönen tarihi yapılar bakımsızlık nedeniyle zor ayakta duruyor. Bizans ve Osmanlı döneminden kalma yapıların son durumunu yerinde incelerken karşılaştığımız manzara, bizi de hayretlere düşürdü. Birçok yapı ziyarete kapalı tutulurken, açık olanlar ise yıkık-dökük vaziyette.  


Çöplüğe dönen Garipçe
İlk durağımız Garipçe Kalesi. Yapımı devam eden 3.Köprü’ye komşu bu yapı, Boğaziçi Kaleleri arasında en vahim durumda olanı. Osmanlı Padişahı Sultan III. Murad tarafından 1757-1774 yılları arasında yaptırılan kalenin içi adeta çöplüğe dönmüş durumda. Kullanılmayan birçok malzeme, hurda kalenin avlu kısmına bırakılmış. Garipçe koyuna doğru uzanan duvarların dibine inşa edilen gecekondular, tarihi mirasın nasıl hoyratça tahrip edildiğini gözler önüne seriyor. Garipçe kalesinin içerisinde zaman zaman köylülere ait büyükbaş hayvanlar otluyor.


Duvarları çöküyor
İkinci durağımız Rumeli Feneri Kalesi. 17. yüzyıldan kalma yapı Boğaz’ın Karadeniz’e açılan kapısı durumunda. Kalenin giriş kısmında derin çatlak ve çökmeler dikkatimizi çekiyor. Cumhuriyet döneminde askeri karakol olarak kullanılan avlu kısmı da tıpkı duvarlar gibi oldukça kötü durumda. Öyle ki duvarlar sprey boyalarla tahrip edilmiş, çatlaklar oluşmuş.


Kalenin müdavimleri ise araçlarıyla Karadeniz manzarası seyretmeye gelenlerden ibaret. Bir anlamda aşıkların kaçamak yerleri arasında Rumeli Feneri Kalesi. Tarihi eserin içerisinde mangal yapanlara da, sokak hayvanlarına da rastlamak mümkün.

 

Yoros’a giriş yok

Boğaz’ın Anadolu Yakası’ndaki kalelerde de durum farksız. Anadolu Kavağı sırtlarındaki Doğu Roma döneminden kalma Yoros Kalesi’nin kapıları kilitli vaziyette. Yoros’u gezmek isteyenler kilitli demir kapıları görmekle yetiniyor. Duvarlarında otların fışkırdığı kalenin restore edilmesi gerektiği anlaşılıyor. Yoros’un giriş kısmına yürüRken toprak patikadan geçmek gerekiyor. Kış aylarında çamur deryasına dönen patika tarihi eserlere verilen değerin göstergesi niteliğinde!

 

Kaderine terk edildi

Poyrazköy sırtlarındaki Poyraz Kalesi ise ayakta kalabilen son kısmıyla varlığını sürdürmeye çalışıyor. Çevresini otların kapladığı kale adeta kaderine terk edilmiş durumda. 1778 yılında Hasan Paşa tarafından yaptırılan ve kalenin giriş yolu kapalı durumda. Diğer tarihi kalelerden tek farkı ise ziyarete gelenlerin yok denecek kadar az olması.

Rumeli Hisarı klima tarlası

Fethin simgelerinden Rumeli Hisarı’ndaki durumun vehameti geçtiğimiz aylarda İstanbul Büyükşehir Belediyesi İmar ve Şehircilik Daire Başkanlığı Koruma Uygulama ve Denetim Müdürlüğü (KUDEM) tarafından hazırlanan rapor ile belgelenmişti.


Çökme riski olduğu belirtilen hisarın burçları vatandaşların girişine kapalı tutuluyor. Gezinti yerlerine çıkan merdivenlerdeki aşınma ve çatlaklar da gözle görülebiliyor. Hisar duvarlarından fışkıran otlar ise ihmalin delili niteliğinde. Tiyatro alanı olarak bilinen bölümde mescit inşaatı devam ederken, kapsamlı restorasyonun ne zaman yapılacağı belirsizliğini koruyor.  


1395’te Yıldırım Beyazıt tarafından inşa edilen Anadolu Hisarı da ziyaretçiye kapalı. Girişi adeta demir ağlarla örülen hisara asılan tabeleda “yaklaşmayınız, park etmeyiniz” uyarısı var. Tarihi yapının duvarları neredeyse botanik bahçesine dönmüş durumda! Göksu deresinin olduğu bölümde yeralan bazı lokantaların havalandırma sistemleri ise kale duvarlarına monte edilmiş.

Milliyet, Haber: Mert İnan, 11.05.2015

OTEL TAHSİSİ YAPILAN PHASELİS'TE TARİH YAPI VE İNSAN İSKELETİ BULUNDU

 

 

Antalya’nın Kemer İlçesi’nde Rixos Oteller zincirine tahsis edilen ve mahkemenin yürütmeyi durdurma kararı verdiği Phaselis Antik Kenti ve Beydağları Olimpos Milli Parkı etkileşim sahasında yapılan kazı çalışmalarında, tarihi yapı kalıntılarıyla, insan iskeletleri bulundu.

 

Turizmci Fettah Tamince’ye ait Rixos zincirinin en özgün halkası olarak projelendirilen ‘Dream of Phaselis’ için Antalya’da her yıl binlerce turistin ziyaret ettiği Phaselis Antik Kenti ve Beydağları Milli Parkı etkileşim sahası içinde 180 dönüm alan Kültür ve Turizm Bakanlığı, Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından tahsis edildi. Antalya Valiliği de antik kent ve milli park sınırları içindeki proje için ‘Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporu gerekli değildir’ kararı verdi.

 

 

Aralarında Kemer Esnafı ve Turizmcileri Derneği, Doğa Dostları Spor Derneği, Çıralıyı Sevenler Derneği gibi sivil toplum örgütleriyle birlikte 15 isim projeye karşı hukuki mücadele başlattı. Önce Antalya 2’nci İdare Mahkemesi, ‘ÇED raporu gerekli değildir’ kararına ilişkin yürütmeyi durdurma kararı aldı. Ardından Antalya 1’inci İdare Mahkemesi, alanın tahsisine ilişkin yürütmeyi durdurma kararı verdi.

 

TARİHİ YAPI VE İSKELETLER BULUNDU

Mahkeme süreci devam ederken, Antalya Müze Müdürlüğü tarafından bölgenin belirli noktalarında birkaç gün önce kazı çalışması başlatıldığı belirtildi. Çalışmalar sonucunda bölgede birçok tarihi yapı kalıtısına ve insan iskeletlerine rastlandığı ortaya çıktı. Phaselis İnisiyatifi kurucusu Melike Vergili, bölgenin korumaya alınmasını talep etti. Vergili, şöyle dedi:

“Burayı otel tahsisiyle ilgili korumaya çalışıyoruz. 180 dönümlük arazi Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından tahsis edildi. Bunun üzerine de Koruma Kurulu, yüzde 10’luk kısmın haricinde alanın kullanımına geçen yıl Aralık ayında karar vermişti. Sonrasında, Akdeniz Üniversitesi’nden Murat Arslan tarafından bir dilekçeyle burada bir araştırma yapılması gerektiği ve burada tarihi bir durum olabileceği söylendi. ‘Tabula Peutingeriana: Antik çağ gezi haritası’nda olduğu için mansio yapı kalıntıları olacağı söylendi. Bunun üzerine de müze burada jeomanyetik araştırmalar yaptı. Araştırmalar sonucunda hiçbir şey çıkmadı. Son tahlilde ise kendi yüzey araştırmalarının gösterdiği kanıtlardan sonra da buralarda yapılar olabileceğini düşündükleri için tekrar dilekçe verdiler. Şu anda da müze tarafından kazılar devam ediyor. Şu anda bir sürü de yapıları görebilirsiniz alanda.”

 

‘SORUMLU DAVRANMAYA ÇALIŞIYORUZ’

Phaselis’e otel yapılmasına karşı açılan davanın müdahillerinden bölge esnafından Sami Adaletli de “Davaya halk olarak müdahiliz. Bölgenin tarihsel önemi, milli park olması, orman olması dolayısıyla üzerinde 3- 4 koruma kararı var. Buraların korunması gerekmektedir. Çünkü tarihsel öneme sahip yerler. Kazdığınız yerden görüldüğü üzere tarih fışkırmakta. Buraların gelecek nesillere olduğu şekliyle iletilmesi bizler için görev. Dolayısıyla bizler bu konuda sorumlu davranmaya çalışıyoruz. Yani davalı olduğumuz firmanın da bir artniyet taşıdığını zannetmiyoruz. Yörenin önemine vakıf oldukları takdirde ısrarcı olmayacaklarına inanıyoruz. Çalışmalar ve mahkeme sürecimiz şu anda devam ediyor” diye konuştu.

 

Antalya Müze Müdürlüğü yetkilileri ise konuya ilişkin herhangi bir açıklamada bulunmadı.

Mynet Haber, 11.05.2015

İSKENDERİYE FENERİ YENİDEN İNŞA EDİLECEK

 

 

Fener, antik zamanlarda geçirdiği depremler sonrası hasar gördü ve günümüzde halen ayakta değil.

 

Arkeofili'nin haberine göre, geçen hafta yapılan bir toplantıda, Mısır Eski Eserler Kalıcı Komitesi feneri yeniden canlandırma projesini kabul etti. Genel Sekreter Mostafa Amin, yeni fenerin orijinal yerin birkaç metre güneybatısındaki bir kara parçası üzerine yapılacağını söyledi.

 

Greko-Romen arkeolojisi profesörü Fathy Khourshid, Pharos olarak da bilinen İskenderiye Feneri’nin, 3. yüzyıl ile 12. yüzyıl arasında Akdeniz’i ve İskenderiye’yi etkileyen bir dizi deprem nedeniyle büyük hasar gördüğünü bildirdi.

Sol Haber, 10.05.2015

İNŞAAT HAFRİYATINDA ANTİK NEKROPOL İZLERİNE RASTLANDI

 

 

Sinop'ta yapılan  Kültür Merkezi inşaatı çalışmaları kapsamında temel hafriyatında antik nekropol izlerine rastlandı.

 

Merkeze bağlı Gelincik Mahallesi'nde, Kültür ve Turizm Bakanlığınca yapılması planlanan kültür merkezi inşaatı temel hafriyatının, Sinop Müze Müdürlüğü uzmanlarınca denetimi sırasında antik nekropol izlerine rastlandı.

 

Bunun üzerine hafriyat çalışmaları durdurularak, alanda Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğünün izniyle Müze Müdürlüğü başkanlığında kurtarma kazısı başlatıldı. Kazı alanını ziyaret eden Vali Yasemin Özata Çetinkaya, Müze Müdürü Hüseyin Vural'dan çalışmalar hakkında bilgi aldı.

 

Vural, yapı alanının doğu sınırı boyunca MÖ 4. yüzyıla kadar uzanan çok sayıda gömünün yer aldığı antik nekropol ortaya çıkarıldığını belirterek, "Gömüler moloz taş örgülü, kiremit çatılı, Amphora dizisi örtülü mezarlar ve toprak gömü olarak çeşitlilik arzetmektedir. Gömü içinde ve çevresinde Lekythos, Kantharos, Amphroa, koku şisesi, Alabastron, sikke gibi mezar hediyeleri bulunmuştur. Nekropol alanının batısında Musevi inancına ait buluntulara rastlanılmış olup çalışmalar halen devam etmektedir" dedi.

 

Vali Çetinkaya, Sinop'ta gerek kamu yatırımı, gerekse özel sektör kuruluşları ve mülk sahipleri tarafından yapılan pek çok hafriyat çalışmasında bu tür kültür varlığı kalıntılarına rastlanıldığını ve kurtarma kazıları yapıldığını ifade ederek, Sinop'un gerçekten çok önemli bir tarihi mekan üzerine kurulduğunu söyledi.

 

Ortaya çıkarılan kalıntıların ilgisini çektiğini dile getiren Vali Çetinkaya, "6 bin yıldır toprağın altında duran bu değerlerin, bu şekilde çalışmayla insanlığa kazandırılması beni çok heyecanlandırdı. Kazıların tamamlanmasına müteakip kalıntılar taşınacak, buradaki kültür merkezi inşaatı devam edecek ve Sinop Kültür Merkezine kavuşacak. Bu kalıntılar ise müzede sergilenecek" diye konuştu.

 

Vali Çetinkaya, böyle bir kalıntının Kültür ve Turizm Bakanlığının yatırımı olan kültür merkezi inşaatı hafriyatında çıkmasının bir şans olduğuna dikkati çekerek, şunları kaydetti:

"Sinop olarak bunu 'değerlendirilebiliriz' diye düşünüyorum. Eğer uygun görülürse şu anda yapılacak proje revizyonuyla kültür merkezi inşaatı tamamlandıktan sonra merkez içerisinde oluşturulacak alanda bu kalıntıların aynı şekilde sergilenmesi imkanı da bulunabilir. Kültür merkezimizin işleyişi açısından da çok uygun olur. Merkezimiz aynı zamanda doğal müze işlevi görür. Ülkemizde ve dünyada bunun çok örneği var. Bu tür önemli kalıntıların mekanın uygun olması halinde yerinde sergilenmesi her zaman en tercih edilen yöntemdir."

Radikal, 08.05.2015

 

******


2 BİN 500 YILLIK ANTİK MEZARLIK ORTAYA ÇIKTI

 

 

Sinop’ta geçen Mart ayında kent merkezi Gelincik Mahallesi’nde Kültür ve Turizm Bakanlığınca yapılması planlanan Kültür Merkezi inşaatı temel hafriyatının Sinop Müze Müdürlüğü uzmanlarınca denetimi sırasında Antik nekropol (mezarlık) izlerine rastlandı. Bunun üzerine geçen 27 Nisan’da bölgede Sinop Müze Müdürlüğü tarafından kurtarma kazısı başlatıldı. Kazı sonrasında Milattan Önce 4’ncü yüzyıla tarihlenen günümüzden 2 bin 500 yıl öncesine ait bir antik mezarlık gün yüzüne çıkarıldı. Alanda moloz taş örgülü mezarlar, kiremit çatılı mezarlar, amphora dizisi örtülü mezarlar bulundu. Ayrıca mezarların yanında ölenlere ait eşyalar, koku şisesi, sikke, mezar hediyeleri de ortaya çıkarıldı. Nekropol alanının batısında ise Musevi inancına ait buluntulara da rastlandığı belirtildi.

 






Milliyet, 13.05.2015



3 - 9 Mayıs 2015

"TARİH, SİYASETİN ORTA MALI HALİNE GELDİ"

 

“Tarih siyasetin orta malı haline geldi. İşte bunun ahfadıyız, ecdadımız şöyleydi... Maksat birilerine tarih öğretmek değil, tarih, istenen siyasi ortama taraftar bulmak üzere kullanılıyor. Cumhuriyet de bunu yaptı yıllarca...” Prof. Edhem Eldem, Osmanlı’da fotoğraf ve moderniteyi inceleyen yeni sergisini anlatırken, meydanlardaki tarihi söylemleri ve ‘saray’a taşınan tarih toplantılarını böyle değerlendiriyor.

 

Gündelik tarihe, Osmanlı İmparatorluğu’na, yayıncılığa ve fotoğrafa en ufak bir merakınız varsa İstiklal Caddesi’ne çıkın ve Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi’ndeki (ANAMED) “Camera Ottomana: Osmanlı İmparatorluğu’nda Fotoğraf ve Modernite, 1840-1914” sergisini görün! İmparatorlukta çekilen ilk daguerrotype’lardan cam negatiflere, arşiv için çekilen suçlu fotoğraflarından ilk resimli basın örneklerine mesela Servet-i Fünun’a… Kapsamlı bir seçki ve sergi. Ömer M. Koç Koleksiyonu’nun yanı sıra farklı arşiv ve koleksiyonlardan oluşturulan sergi, Osmanlı İmparatorluğu’nda fotoğraf ve moderniteyi incelemekle kalmıyor; insanı 1840 ile 1914 arasında bir güzel dolaştırıyor. 19 Ağustos’a kadar açık kalacak serginin küratörlüğünü Zeynep Çelik, Edhem Eldem ve Bahattin Öztuncay yapıyor. Moderniteyi, sergiyi ve daha bir sürü şeyi Prof.Dr. Edhem Eldem’le konuştuk.

 

En son 2010’da görüşmüştük. Bir Osman Hamdi Sözlüğü hazırlıyordunuz. Ne oldu ona?

Onu Kültür Bakanlığı için yaptım. Yayımlandı ama haberdar olunsun, okusun diye değil. Dev gibi istediler; 30’a 32,5. Felaket! Onlarla çalışmak bir kabustu. Kültür Bakanlığı’nın kafasında neler olduğunu açıkçası bilemiyorum. Osman Hamdi’nin ölümünün yüzüncü yılı için bir şeyler yapmış olmak istediler, yapıldı. Ondan sonra zaten ilgilenmediler. Peşlerindeydim, dedim ki bunu küçültelim, ulaşılabilir bir şey yapalım. Cevap bile vermediler.

 

Gerçekten mi? Sadece bize cevap vermiyorlar sanıyordum…

Yok canım, kimseye! Çok eşitlikçi davranıyorlar. Hiç kimseyi ayırmıyorlar ama size tabii cevap vermezler. Siz şimdi terör örgütünü (!) temsil ediyorsunuz değil mi? Bir alem. Türkiye’nin hep tekrarlanan şeyleri. Bir gıdım ilerliyoruz gibi geliyor ama sonra geri… 7 Haziran’da ne olacak bakalım!

 

 

Umutlu musunuz?

Umut ne demek? Ben HDP’nin geçmesini istiyorum. Tek umudum o. Yüzde 10’u geçip temsil edilmeli artık. Rüyamdaki koalisyonsa AKP–MHP. Hepsi mümkün. Nasılsa bunların bugün söylediği ertesi gün değişiyor.

 

Şimdi böyle konuşunca… Türkiye’nin hiç mi iyi dönemi olmadı?

Hayır, hayır, yani… Herkesin kendine göre bir altın çağı var. Herkes kendine göre haklı. Kemalistler 1930’ları beğenir, ama bu, o dönemin iyi olduğu manasına gelmez. Eninde sonunda oyunun kuralları belli. 1930’lar otoriter zamanlar. Kemalizm de diktatörlüklerden biri. Başkalarıyla karşılaştırılınca nispeten daha az zarar vermiştir, o ayrı. Gerçi Kürdistan’a, Dersim’e bakarsanız bu zararın az olduğunu da hiç söyleyemezsiniz. Bakış açısına göre değişir. Hiçbir zaman mükemmel yok. Ama hani 1990’ların sonuyla 2000’lerin ilk 10 yılı Türkiye’de bir şeylerin ciddi olarak kabuk değiştirdiği ve iyiye doğru gittiği bir dönem gibiydi. Güzel bir şeyler olabilirmiş gibiydi. Olmadı, o ayrı.

 

Biraz önce ne kadar rahat söylediniz; Kürdistan diye…

Osmanlılar diyordu, biz mi diyemeyeceğiz? Kürdistan Osmanlıların gözünde bir devlet değil bir bölge ismi. Lazistan da öyle. Ama Ermenistan demiyor tabii ki, din farkından dolayı. Bu ulus devletin en büyük derdi. Türkiye’de bütün bölgeler ya deniz ya yön ismiyle anılıyor; suya sabuna dokunmuyor. Bir tek Trakya… Ama Traklar herhalde MÖ bilmem kaçtan geri gelmeyecekler. İmparatorluklar farklı. Onlar Kürt’e Kürt der, bölgeye Kürdistan; Kürt ayaklanırsa gider ezer ya da ezemezse pazarlık eder. Kürdistan bir devleti simgelemek zorunda değil. Siyasi karşılığı da var tabii ama bence Türkiye’de Kürtlerin kopmak gibi bir fikri yok. Ülke inşa etmek kolay bir şey değil, çok karlı bir şey de değil. Kopma söylentisi kopmak isteyenlerden çok kopulmasından korkanların lafı. (Bu arada Koç camiası bunlar neler konuşuyor, sergi bir paravan mı diye düşünecek artık…)

 

 

Evet, konu konuyu açıyor. Sergiye geçelim ama göreceksiniz yine buralara geleceğiz. Sergi neden 1789’dan, III. Selim’in tahta geçmesinden itibaren başlamıyor?

Hayır; o Batılılaşma. Biz hala modernite denilince Batılılaşmayı anlıyoruz… Değil. Modernite eninde sonunda muhtelif şekillerde toplumun hızla değişmesi ve üç aşağı beş yukarı, geleneksel toplumlarda tabiata bırakılan şeylerin büyük bir kısmının kontrol altına alınması. Daha önce hiç sorgulanmayan veya tamamen Allah’a havale edilen şeylerin sorgulanmaya başlanması… Osmanlı’da modernitenin çok erken tezahürleri var. Katip Çelebi mesela; rasyonel bir şekilde olay ve olguları sınıflandırmaya çalışmış, üstelik Batı’dan esinlenmeden. Modernite dediğimiz; akılcılığın ön plana çıktığı ve uzun vadede insanın çevresine hakim olmasına yol açan türden bir zihniyet değişimi. Batı’yla doğrudan ilgili değil.

 

Günümüzde modernite nasıl?

Şimdi modernitenin dili değişti. Modernite artık çevreci. Biz biraz geriden geliyoruz. Bizim kültürümüz hala 20. yüzyıla ait, siyasetimiz de. Teknolojimiz 21. yüzyılda ama biz 20. yüzyıldayız. Dünyada da 21. yüzyılın kendine göre garip bir muhafazakarlığı, geriye dönüşü, tepkiselliği var gerçi; Avrupa’da milliyetçilik ve ayrımcılık yükseliyor mesela. 68’i yapan Avrupa şimdi bunun tersine döndü. Soğuk Savaş sonrasında kurgulanan o demokratikleşme, özgürleşme yaşanmadı. Modernlik bir taraftan çok hantal, ağır, saldırgan. Bugün dünyada yaşanan eşitsizliğin, tahammülsüzlüğün, çevre sorunlarının, bir sürü şeyin sorumlusu. Ama diğer taraftan birey özgürleştiyse bu da modernlik sayesinde. Her zaman bıçak sırtında bir şey. Modernite bir taraftan küçük topluluklardaki bireyi öne çıkarırken bir taraftan da büyük bir topluluk oluşturdu: Ulus. O ulus da bütün bireylerin aynı şablonda olmasını istedi. Yani faşizm aslında barbarlığın geri dönmesi filan değil, düpedüz modernizm.

 

 

Tüm bunların arasında, biz neredeyiz?

Biz… İki arada bir deredeyiz. Çok moderniz, özellikle teknoloji konusunda… Ama teknoloji sadece bir zarf. Onun içine ne koyduğunuz ya da onu ne için kullandığınız her şeyi değiştirebilir. Bir taraftan zarf çok modern ve herkesin elinde ama ona bakışımız bir önceki yüzyıldan. Sergiden örnek verirsek… Değişmeyen şeyler var. Mesela resimli basın, haftalık mecmualar… Özellikle Abdülhamit döneminde ya suya sabuna dokunmayan şeylerden ya da padişahın açıp kapattıklarından bahsediyorlar. Sansürlü dönemde padişahımız bunu açtı, bunu yaptı; sansür kalktığı anda da vay Allah kahretsin! Şimdi de öyle. Türkiye’de basın, ya muhalefet odağı ya da iktidarın şakşakçısı. Ortası çok zor. Çünkü toplum da bunu istiyor. Toplum kutuplaşma seviyor. Sergide de şimdi herkes ne görmek istiyorsa onu görecek. O yüzden cevap vermektense soru sormak daha iyi.

 

Bütün sergilerde aynı cümle: Cevap vermek yerine soru sormayı tercih ettik. Peki, biz cevabı kimden alacağız?

Hiç cevabım yok demiyorum ama bu önemli bir şey. Cevabını rahatlıkla verebiliyorsanız ilginç değildir ki! Bizim tarihçilik anlayışımız sadece cevaba dayalı; çünkü tarih siyasetin orta malı haline geldi. İşte biz bunun ahfadıyız, ecdadımız şöyleydi, Çanakkale’de bunu yaptık… Hiç kimse hiçbir soru sormuyor. Maksat birilerine tarih öğretmek değil; tarih, istenen siyasi ortama taraftar bulmak üzere kullanılıyor. Nasıl bir vatandaş istiyorsunuz? Milliyetçi, muhafazakar, dindar ya da solcu… Ona göre. Burada soru sormak en tehlikeli şey. İktidar tarih yoluyla iletişim kuruyor; Cumhuriyet de bunu yaptı yıllarca. Daha az zararı dokundu, çünkü kimse inanmadı ama mantık aynı. Eninde sonunda siz, ‘ben böyle bir Türkiye kurgulamak istiyorum ve bu Türkiye’de insanlar bu tarihi gerçekleri kabul edecekler’ dedikten sonra birinin öbüründen farkı yok. Bizde tarih anlayışı tamamen siyasi; milliyetçilik ve kutuplaşma üzerine kurulu. Tarihi kutuplaşmaya alet ediyoruz; sözüm ona birleşmeye… Herkesin aynı şeyi düşünmesini istiyoruz, olmayınca da ipler kopuyor işte.

Zaman, Haber: Jülide Güngör, 11.05.2015

TARİHİ KAPILAR ŞİMDİ HIRSIZLARIN GÖZDESİ

 

İzmir’de tarihe tanıklık etmiş, sanat tarihi açısından değerli olan eski evlerin oymalı ay yıldızlı kapıları yerinden sökülüp hurda fiyatına satılıyor.

 

Bunun en çarpıcı örnekleri, eski eserlerin yoğun olduğu İzmir’in en eski semtlerinden Basmane’de yaşanıyor. Hurdacıların son kurbanı Basmane Altınordu mahallesinde yaşandı. 962 sokakta kullanılmayan tarihi eski İzmir evinin kapısı çalınınca sahipleri tarafından kapının olduğu yere duvar örüldü.

 

Yıkılıp otopark yapılıyor
Semt sakinleri hırsızlık olayının, içinde yaşam olmayan eski İzmir evlerinin kapısından başlayıp, ardından pencere ve çatıdaki bakır parçalara kadar uzanıp ev yıkılana kadar sürdüğünü söyledi. Yağma burada da bitmezken, ev yıkıldıktan sonra da yeri birtakım kişiler tarafından otopark olarak sahipleniliyor.

Milliyet, Haber: Mustafa Oğuz, 10.05.2015

SÜRDÜĞÜ TARLADA TARİHİ ESER BULDU

 

EDİRNE’nin Keşan İlçesi’nde 40 yaşındaki Y.A. sürdüğü tarlada bulduğu ve Roma Dönemine ait olduğu belirlenen taş kafa figürünü jandarmaya teslim etti.

 

 

Köydeki tarlasını süren Y.A., traktöre bağlı makineye taşın çarptığını fark ederek kontrol etti. Makinenin taş bir figüre çarptığını gören Y.A. durumu Jandarmaya haber verdi.

 

Olay yerine giden Keşan İlçe Jandarma Merkez Karakol Komutanlığı ekipleri, yaptıkları incelemenin ardından durumu Edirne Müze Müdürlüğü’ne bildirdi.

 

Keşan’a gelen müze yetkilileri, yaptıkları incelemede bulunan taşın, Roma Dönemine ait yaklaşık bin 200 yıllık tarihi bir taş kafa figürü olduğunu tespit etti.

 

Tarihi taş figür, müze müdürlüğü ekiplerince koruma altına alınarak, Edirne Müze Müdürlüğü’ne götürüldü.

Milliyet, 10.05.2015

"MÜZAYEDELERDE EGOLAR YARIŞIR"

 

2006’da kurulan Beyaz Müzayede’nin yarınki müzayedesinde 4 özel koleksiyon satılacak. Şirketin sahibi Aziz Karadeniz’e göre son on yılda müzayede sektörü büyüdü ve ‘müzayede’nin anlamı da farklılaştı. En önemlisi, müzayedelerin sanatçılar nezdindeki itibarı arttı, fakat durum koleksiyonerler cehpesinde farklı.

 

Çok uzak değil, on yıl önce Müzayedeler bir ilkbaharda, bir de sonbaharda yapılırdı. Artık her hafta ikişer müzayede var. Biri bitiyor, diğeri başlıyor. Dudak uçuklatan, iştah kabartan fiyatlar konuşuluyor, paralar havada uçuyor. Türkiye’de düzenli olarak müzayede yapan 10-15 firmadan söz edilebilir. Toplam satışın yüzde 60’tan fazlası ise iki şirketin elinde: Beyaz Müzayede (Aziz Karadeniz), Antik AŞ (Turgay Artam). Çağdaş ve klasik resimler, antikalar, Osmanlı’dan kalan tombaklar, seramikler ve kitapların yanı sıra hat, ferman, hilye-i şerif, tarihi Kur’an-ı Kerim’ler bu müzayedelerin en gözde eserleri. Buna rağmen Türkiye’deki sanat piyasasının büyüklüğü, dünya ortalamasının çok gerisinde. Hatta Türkiye ekonomisinde sanatın yeri çok küçük. Beyaz Müzayede’nin sahibi Aziz Karadeniz’in ifadesiyle “Boğaz’da iki yalı fiyatı anca eder.”

 

Türkiye’deki sanat piyasasının toplam büyüklüğü 100 milyon doların altında. Dünyada önde gelen sanat fuarı Art Basel’de sadece dört günde 3-5 milyar dolar satış oluyor. Dünyadaki müzayede cirosu 25 milyar dolar, Türkiye’deki müzayede cirosu ise 40 milyon dolar civarında. Böylesine hareketli ve sıcak paranın döndüğü sektör, aynı zamanda çok eleştiriliyor. Eserlere bu kadar parayı kim, niye veriyor, sanat dünyası ve sanatçının bu işte karı ne? Sanat sadece bir yatırım aracı mı? Sanatın kendisi kimsenin umurunda değil mi? Bu ve benzeri konular epeydir tartışılıyor.

 

2006 yılında kurulan Beyaz Müzayede, piyasayı hareketlendiren birkaç şirketten biri. Her müzayedesinde 7 bin müşterisine katalog gönderiyor. Müzayede günü, salondaki müşteriler hariç, 10 kişi de telefon başında uzaktan katılan müşterilere cevap veriyor. Aziz Karadeniz’e göre son on yılda Türkiye’de müzayede sektörü büyüdü ve anlamı farklılaştı. En önemlisi, müzayedelerin sanatçılar nezdindeki itibarı arttı. Eskiden ‘müzayedeye düşmek’ deyimi vardı, artık ‘müzayedeye çıkmak’ deniyor. ‘Osmanlı ve İslam eserleri’, ‘çağdaş sanat’ ve ‘klasik eserler’ gibi temalı müzayedeler 2005’ten sonra yapılmaya başlanmış. Müzayedede ‘yeni eser’ satma fikri yine son yıllarda yerleşmiş. Karadeniz, “Her çağdaş sanat müzayedemize ortalama 2 bin 500 eser başvurur. Biz maksimum 250 eseri satışa koyarız. Seçim yaparız. Dünyada gelişmiş piyasalarda müzayedeye girebilmek kariyer açısından önemlidir. Sadece bunun için özel eser yapan sanatçılar vardır. Bizde de artık bu olay kanıksandı. Müzayedelerimize koleksiyonerlerden olduğu gibi galerilerden ve sanatçılarından da eser geliyor.” diyor.    

 

‘İSVİÇRE BANKALARININ SANAT BÖLÜMÜ VAR’

Beyaz Müzayede’nin yarınki müzayedesinde dört özel koleksiyon satılacak. Onca para ve emek harcanarak oluşturulan koleksiyonlar birdenbire gözden çıkarılabiliyor. Eser al, eser sat, fuar gez, sanatçı takip et, koleksiyon yap, sonra hepsini birden sat… Bu ve benzeri durumlar, koleksiyonerlerin yatırımcı yönünü ön plana çıkarıyor. Aziz Karadeniz, eserlerin yatırım aracı olarak pazarlanmasına karşı. Fakat İsviçre bankalarının sanat departmanlarının olduğunu hatırlatmayı da unutmuyor.

 

Sanatla ilgilenmeye koleksiyonerlikle başlayan Karadeniz, ‘sanatın kendisi kimsenin umurunda değil’ eleştirisine doğal olarak katılmıyor. Tutkuyla resim alan çok koleksiyoner var ona göre. Eskiden, galeriler, resim satın alma ve izleme merkeziydi. Galeri duvarlarında saatlerce resim seyreden koleksiyoner görmüşlüğümüz vardır. Şimdi müzayede şirketleri öne geçmiş durumda. Fakat müzayedelerin modern insanın ruhunu okşayan başka bir yönü daha var. “Müzayedelerde sahip olma tutkusu ve egolar yarışır. Ama bu, koleksiyonerin sanatla ilgisi olmadığı anlamına gelmez.” diyor, Karadeniz.

 

IV. Mustafa’nın fermanı satılacak

 

 

Beyaz Müzayede yarın Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde saat 14.30’da ve 12 Mayıs Salı akşamı 18.30’da 4 özel koleksiyonu satışa çıkaracak. İki gün sürecek bu müzayede sezonun son müzayedesi sayılır. Koleksiyonlardan biri tamamen hat, hilye-i şerif ve fermanlardan oluşuyor. Çok kısa bir süre tahtta kalan Osmanlı Padişahı IV. Mustafa’nın fermanı müzayedenin en nadide eserleri arasında. Açılış fiyatı 45 bin TL. Müzayedede satışa sunulacak diğer eserler arasında Halil Paşa, Nazmi Ziya, Namık İsmail, Hikmet Onat, Avni Lifij, Sami Yetik, Feyhaman Duran, Lepold Levy, Üsküdarlı Cevat, Şefik Bursalı, Şeref Akdik, Cemal Tollu, Mehmet Ali Laga, İbrahim Safi gibi Osmanlı ve Cumhuriyet resminin önemli ressamlarının eserlerinin yanı sıra Leonardo De Mango, Fausto Zonaro ve Fabius Brest gibi oryantalist ressamların resimleri yer alıyor.

Zaman, Haber: Sevinç Özarslan, 09.05.2015

AMASYA'DA SELFİE ÇEKEN ŞEHZADE HEYKELİ ŞAŞKINLIK YARATTI

 

Amasya Belediyesi, Yeşilırmak kenarına bir elinde kılıç, diğerinde cep telefonu ile 'Selfie' yapan şehzade heykeli dikti. Belediye Başkan Yardımcısı Osman Akbaş, büyük ilgi gören heykelin herhangi bir şehzadeye ait olmadığını söyledi. Görüntünün sosyal medyada yayılmasıyla, vatandaşlar ve gazeteciler, olay yerine akın etti.

 

 

Osmanlı İmparatorluğu döneminde birçok padişah yetiştiren ve 'Şehzadeler Şehri' olarak anılan Amasya'da Yalıboyu Evleri önünde Yeşilırmak kenarına belediye tarafından bugün bir şehzade heykeli konuldu. Herkesin dikkatini çeken, sol eli kılıcında, havaya kaldırdığı diğer elinde cep telefonu ile selfie çeken şehzade, ilgi odağı oldu. Olayı duyan vatandaşlar ve gazeteciler olay yerine akın ederken, şehre gelen turistler, heykelin dikildiği ilk saatlerden itibaren gün boyunca etrafında toplanıp, sırayla selfie yaptı.

 

Arkadaşlarıyla birlikte Çorum’dan gelen Dilek Tuna, “Çok güzel kesinlikle. Değişik olmuş” dedi. Amasya’nın Osmanlı İmparatorluğu döneminde Şehzadeler Şehri olduğunu anlatan Amasya Üniversitesi öğrencisi Ali Torun da, “Kötü bir düşünce olduğunu düşünmüyorum. Espri mahiyetinde. Güzel olmuş. Farklı bir düşünce. Buraya gelen turistlerin ilgisini çekmek adına bence güzel olmuş” diye konuştu. Torun, “Daha önce yoktu. Yeni koyulmuş. Sabahtan beri çok fazla ilgi görüyor. Sabahtan beri fotoğraf çeken çekene” şeklinde konuştu.

 

BELEDİYE TÖREN YAPACAK

Amasya Belediye Başkan Yardımcısı Osman Akbaş ise heykelle ilgili daha sonra bir tören yapılacağını belirterek, "Bu heykel herhangi bir şehzadeye ait değil. Tamamen görsel amaçla yaptırdık. İnsanların ilgisini çekeceğini düşündük. Çelik konstrüksiyon ile yapılan bu heykel, Yeşilırmak kenarına da renk kattı" dedi.
 

CHP Amasya Milletvekili Ramis Topal, Twitter hesabından "Hükümetimizin Amasya'ya yaptığı yeni yatırım; selfie yapan şehzade. Şaka değil. İlber Hoca'nın yorumlarını duyar gibiyim" tweet'ini yazdı.

Hürriyet, 09.05.2015

 

******


SELFİE ÇEKEN ŞEHZADE HEYKELİNİN TELEFONU KIRILDI

 

 

Amasya Belediyesi tarafından yaptırılarak Yeşilırmak kenarındaki gezi yoluna konulan ‘Selfie çeken şehzade' heykelinin telefonu kırıldı.

 

Amasya Belediyesi’nin dün konuşlandırdığı betondan yapılan heykel, kamuoyunda ve sosyal medyada tartışmaya yol açtı.

 

Bugün sabah saatlerinde heykelin önünde fotoğraf çektirmek isteyen vatandaşlar kırık cep telefonuyla karşılaştı.

 

Heykelin elindeki telefonun kırılmasına tepki gösteren Ertuğrul Gürbüz adlı vatandaş, “Yazık yani. Güvenlik kameralarından kimin kırdığı görülür” derken, heykeli çok güzel bulan Mahmut Soysal da, telefonun kırılmasına “Bizde insanlık yok’ diye değerlendirdi.

 

Kızı Didem ile heykelin yapılmasını eleştiren Yusuf Erdemli ise “Biz yapılmasını saçmalık olarak görüyoruz. Tarihle bu kadar da dalga geçmenin bir manası yok yani. Artık kim kırmış ona bakmak lazım” diye konuştu.

Hürriyet, 10.05.2015

ALTIN MADENİ TALANI ANTİK KENTE DAYANDI

 

 

Kaz Dağları'ndaki Neandreia antik kenti altın madencileri tarafından kuşatıldı. Hellen dilinde “Genç adamın yurdu” anlamına gelen antik kent, madenci şirketin hazırladığı ÇED dosyasında yok sayıldı. 

 

DAĞI, TARİHİ YARIYORLAR

Altın madencileri Kaz Dağlarında kazmaya devam ediyor. Dağlar yüzlerce maden arama ruhsatı ile karış karış satılırken, dağın eteklerindeki ovalarda ise termik santral ve demir çelik fabrikaları pıtrak gibi çoğalıyor. Altıncıların dağlarda son talan girişimlerinin adresi Ezine oldu. Kanadalı Teck Madencilik Yaylacık Köyü yakınlarında yarma usulüyle altın arama çalışmalarına başladı. Şirketin altın aradığı alanın ruhsat sınırı Neandreia kentine yaklaşık bir kilometre uzaklıkta. Yine aynı şirketin Ezine Üsküfçü yakınındaki maden ruhsatı ise Neandreia sit sınırında. Buradaki maden aramaları için Çanakkale Valiliği 09 şubat 2015’te “ÇED Gerekli değildir” kararı verdi. 

 

ANTİK KENT YOK SAYILDI 

Aioller tarafından MÖ 5. yüzyılda kurulduğu sanılan Neandreia koruma altına alınmak bir yana, madenin ÇED başvuru dosyalarında yok sayıldı. Madenci şirket şu anda antik kentin varoşları olması gereken alanda yarma usulüyle altın aramaya devam ediyor. 

 

Maden sahası Üsküfçü Köyü merkezine, yaklaşık 600 metre. Yarma çalışmalarına en yakın yerleşim ise 7 numaralı yarmanın kuzeyinde 50 metre uzaklıkta bulunan bir ev. Diğer taraftan yöre tarım ve hayvancılık ile geçimini sağlanan yörede Ayvacık Barajı’nın yanı sıra tarımsal sulamada kullanılan 6 adet de gölet bulunuyor. 

 

GENÇ ADAMIN YURDU

Neandreia antik kenti Ezine İlçesi sınırlarındaki Çığrı Dağı’nın yamaçlarında, Kyknos önderliğindeki Aioller tarafından kuruluyor. Neandreia, Hellen dilinde “delikanlı” veya “genç adamın yurdu” anlamına geliyor. Ege Denizi ve Bozcaada manzaralı antik kent yaklaşık 40 hektarlık bir alana yayılmış durumda. Antik kentin 3 bin 200 metrelik sur duvarlarının bir bölümü aradan geçen yüzyıllara rağmen hala ayakta. Neandreia’da bugüne kadar herhangi bir kazı çalışması yapılmazken, 1889 yılında başlayan Neandreia araştırmaları ile kent suru, sur içinde yer alan iki yüz otuz ev ve Aiol stilindeki Apollon tapınağı üzerine yoğunlaşmış. Çıkarılan eserlerden bir kısmı İstanbul Arkeoloji müzesinde yer alıyor. Troas’ın önemli liman kenti Alexandria Troas’ın bölgedeki egemenliği sonrasında yaklaşık 2 bin 500 Neandrialı bu liman kentine göç etmesi kent için sonun başlangıcı oluyor. Aradan geçen bunca yıldan sonra altın madencisi şirket tarafından tehdit edilen antik kentin yakınlarındaki Yaylacık, Üsküfçü gibi köyleri de Neandreia’nın kaderi mi bekliyor? 

Evrensel, Haber: Özer Akdeniz, 08.05.2015

KENDİ ÜLKESİNDE TURİZM KARA LİSTESİNE ALINDI

 

Çin'de bir genç turistik mekanlardaki hatıralara saygısızlık ettiği gerekçesiyle ülke sınırları içerisinde 10 yıl boyunca gideceği her turistik mekanda polis veya güvenlik görevlileri tarafından gözlem altında tutulacak.

 

 

18 yaşındaki Çinli Li Wenchun, Çin’in tarihi ‘ Kırmızı Ordu’ olarak adlandırılan ordusunun heykellerinin üzerine çıkıp resim çektirdi ve sosyal medyada bunu paylaştı. Bu hareketiyle birçok insan tarafından tepki toplayan genç , Çin Ulusal Turizm Otoritesi’nin gündemine girdi. Ardından genç adamın turizm kara listesine alınması kararlaştırıldı. Ancak ülkenin kendi vatandaşı olduğu için turistik yerlere giriş yasağı yerine cezası biraz hafifletilip 10 yıl boyunca turistik yerlerde güvenlik güçleri tarafından gözlem altında tutulması kararı verildi. Bu şekilde Çin'de ilk kez bir kişi kendi ülkesinde turizm kara listesine girmiş oldu.

Radikal, Haber: Enis Aksu, 08.05.2015

HAPİSHANEDEN MÜZEYE ALKATRAZ

 

 

İspanyol gezgin Juan de Ayala 1775'de, ilk kez bir insan ayağının değdiği küçük adaya çıktığında, yıllar sonra buranın filmlere konu olacağını, on binlerce turist tarafından ziyaret edileceğini bilemezdi.

 

Alkatraz, San Francisco açıklarındaki üç adadan biri ve en bilineni. San Francisco Körfezi'ne 2,5 kilometre uzaklıkta ve 9 hektarlık bir alanı kaplıyor.

 

Şöhreti, "Alkatraz Kuşçusu" ve "Alkatraz'tan Kaçış" filmleriyle yakalayan küçük adayı görmek isteyenler bir yandan bilet kuyruğunda beklerken bir yandan da maket üzerinde müzeye dönüştürülen ünlü hapishaneyi tanımaya çalışıyor. Yirmi kadar filme konu olan hapishaneyi ziyaretin bedeli 30 dolar.

 

Ziyaretçiler, "Rock" yani "Kaya" olarak da adlandırılan Alkatraz'ı keşfe, mahkumların topluca banyo yaptıkları ve yıllarca giymek zorunda kaldıkları lacivert üniformaların dağıtıldığı bölümden başlıyor.

 

Ziyaretçilerin taktıklar kulaklıklar onları, Alkatraz'ın "tehlikeli" sakinlerinin acı dolu yıllarına götürüyor. Turistler adada, mahkumların "23 saatlerini" geçirdikleri, parmaklıklarla çevrili birkaç metrekarelik dünyalarında yaşadıklarını, hissettiklerini, hayatta kalanların 11 dile çevrilen "seslerinden" öğreniyor.

 

Farklı ülkelerden gelip de yolu Amerika'nın en ünlü hapishanesinde kesişenler, su deposunu, gözetleme kulesini, hastane ve yemekhaneyi, tecrit odalarını ve morgu, "içleri ürpererek" dolaşıyor.

 

Adanın ünlü suçluları

Soğuk körfez suları, bolca köpekbalığı ve akıntılar nedeniyle "kaçılamaz" denilen ve koşulları nedeniyle esir kampına benzetilen ada, yaklaşık yüz yıllık hapishane döneminde ünlü suçluları da "ağırladı".

 

Al Capone, "Doktor" Arthur Barker, "Makineli Tüfek" George Kelly, daha sonra hikayesi filme dönüştürülen "Kuş adam" ya da "Alkatraz Kuşçusu" olarak bilinen Robert Franklin Stroud bunlardan bazıları. 8 mahkumun kavgada, 5'inin intihar ederek, 15'inin de farklı nedenlerle hayatını kaybettiği adadan, 34 mahkumun firar girişiminde bulunduğu ancak bunlardan beşi hariç diğerlerinin yakalandığı biliniyor.

 

Lavabonun altındaki duvarı bir kaşık ile delerek firar eden ve 11 Haziran 1962′de Clint Eastwood’un 'Escape from Alcatraz' yani 'Alkatraz'dan Kaçış' filmiyle şöhreti yakalayan Frank Morris, John ve Clarence Anglin kardeşlerin kaçış hikayesi de cansız manken ve krokilerle anlatılıyor.

 

‘Prison Break’ isimli popüler dizideki gibi burada da hücre duvarını delen mahkumlar, koridordan havalandırmaya tırmanıyor. Demir çubukları büküp, çatıya çıkıyor ve su borularından aşağıya indikten sonra da kayıplara karışıyor. Onlardan geriye ise gerçek saçlarını kullanarak yaptıkları ve yataklarına yatırdıkları mankenler kalıyor.

 

Bugün bile Morris ve Anglin kardeşlere ne olduğu bilinmiyor. İsimleri "kayıp ve kaçarken boğulmuş' diye nitelendirilen 5 mahkum arasında sayılıyor.

 

Bu firarın ardından "bir asırlık" hapishane döneminde, bin 578 mahkumun kaldığı "yüksek güvenlikli" cezaevi, binalarının eskimesi ve restorasyonunun yüksek maliyeti nedeniyle 1963'de kapatıldı.

Yapı, 08.05.2015

TÜRKİYE PAVYONU'NDAN VENEDİK BİENALİ'NE İLK NEFES

 

 

Venedik Bienali 56. Uluslararası Sanat Sergisi Türkiye Pavyonu'nda yer alan, nefes temalı 'Respiro' projesi, sanatçı Sarkis ve küratör Defne Ayas'ın katılımıyla uluslararası sanat dünyasına tanıtıldı.

 

Venedik Bienali 56. Uluslararası Sanat Sergisi Türkiye Pavyonu’nda yer alan Respiro projesi, sanatçı Sarkis ve küratör Defne Ayas’ın katılımıyla bienalin ön izleme günleri kapsamında bugün  uluslararası sanat dünyasına tanıtıldı. Türkiye Pavyonu, 9 Mayıs-22 Kasım 2015 tarihleri arasında Venedik Bienali’nde izlenebilecek. İstanbul Kültür Sanat Vakfı koordinasyonunda gerçekleştirilen Türkiye Pavyonu sergisi, bienalin ana mekanlarından Arsenale’deki Sale d’Armi binasında yer alıyor.


Türkiye Pavyonu’nun resmi açılışına, İKSV Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı ve Türkiye Pavyonu sponsoru Fiat adına Tofaş Kurumsal İletişim Direktörü Arzu Çolakoğlu da katıldı. Açılışta ayrıca, Venedik Bienali Başkanı Paolo Baratta, TC Roma Büyükelçisi Aydın Adnan Sezgin, Venedik Bienali 56. Uluslararası Sanat Sergisi Türkiye Pavyonu Danışma Kurulu üyeleri, Türkiye Pavyonu’nun 21 destekçisiyle uluslararası sanat profesyonelleri ve küratörler de bulundu.

 

 

KSV Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı, “Bu yıl Türkiye Pavyonu’nda, farklı formlardaki çalışmalarıyla günümüzün en önemli sanatçıları arasında sayılan, yapıtları önemli sanat merkezlerinde, müzelerinde sergilenen Sarkis’i ağırlıyoruz. Türkiye’nin sanat tarihinde de önemli bir yeri olan Sarkis’in ‘Respiro’ adlı yeni eserini tüm sanat dünyasıyla paylaşmaktan gurur duyuyoruz. Respiro, İtalyancada ‘nefes’ anlamına geliyor. Türkiye Pavyonu sergisi de sanatçımız Sarkis’in dediği gibi nefes alıp veren, içerisinde birçok farklı öğe barındıran, tarihin içinde yolculuk eden ve mekanlar arasında diyalog kuran bir sergi oldu. Kendisine, küratörümüz Defne Ayas’a ve emeği geçenlere bu heyecan verici proje için teşekkür ediyorum,” dedi.

 

BİR İNSANLIK ELEŞTİRİSİ 
Sarkis, İtalyanca’da nefes anlamına gelen Respiro ile zamanların başlangıcına, kendi deyişiyle ‘ilk gökkuşağına, ışığın ilk kırılma anına’ götürüyor. Sarkis eserini şöyle anlatıyor: “Türkiye Pavyonu’nda bir nefes dünyası oluşturdum, Respiro sürekli nefes alıp veren bir yerleştirme. Yerleştirmedeki iki gökkuşağı devamlı nefes alıyor, aralarındaki farklı nefes ritimleri aynaya vuruyor ve aynadaki çocukların parmak izleri de kendi içinde sürekli nefesler doğuruyor.”

 

 

Sarkis, bir tiyatro sahnesi gibi düzenlediği mekanı çift taraflı büyük bir ayna ile ikiye bölüyor. Aynanın iki tarafında Abay, Anna, Aren, Helin, Karla, Claudia ve Linda isimli yedi çocuğun yedi renkle yaptığı parmak izleri yer alıyor. Mekanın iki ucundaki pencerelerin önünde ise sanatçının neondan oluşturduğu gökkuşakları bulunuyor.


Ortaçağa özgü tekniklerle yapılmış ve ortak bellek görüntülerinden oluşan 36 parça vitray pano, Sarkis’in deyimiyle ‘elmas küpeler gibi’ mekanın tavanından sarkarak enstalasyonu bütünlüyor. Sarkis, bu vitraylarla imgeyi çerçeveliyor, imgenin hatlarını belirliyor, yakalayıp hapsediyor. Aydınlatılmış cam panoların resimlerle oluşturduğu bu orkestrasyon, acı, savaş, eros ve otobiyografik anlatılar resmederken ustalıklı bir insanlık eleştirisi sunuyor. Birçok farklı imgeden oluşan vitray panolar arasında ateş avuçlayan el,  Aya Sofya’nın yüksek duvarlarından aşağı bakan mozaik melek tasviri, nar tezgahının önünde gülümseyen Hrant Dink, hazırlıksız yakalanan uykulu bir Sergei Parajanov, Büyük Mimar Sinan’ın Mihrimah Sultan’ı kucaklayışı ve Sarkis’in anne ile babasının mezarları da yer alıyor. 

 

ALTI ŞEHİRDE, ALTI MEKANDA AYNI ANDA...
Sarkis’in Respiro’suna ‘sinyal’ gönderecek altı farklı yerleştirmesi, bugünden itibaren eş zamanlı olarak Chateau d’Angers (Angers, Fransa), Chateau des ducs de Wurtemberg Müzesi (Montbéliard, Fransa), Domaine de Chaumont-sur-Loire (Chaumont-sur-Loire, Fransa), Boijmans Van Beuningen Müzesi (Rotterdam, Hollanda), Mamco, Modern ve Çağdaş Sanat Müzesi (Cenevre, İsviçre) ve Hrant Dink Vakfı’nda (İstanbul, Türkiye) yer alıyor. Böylelikle, Türkiye Pavyonu’nda yer alan eserlerle bu yerleştirmeler arasında devam eden bir diyalog da yaratılacak.
Sarkis’in ‘haberci’ niteliğindeki ilk sinyali Altın İkona ise Hrant Dink Vakfı’nın Mart ayında açılan yeni binasının sergi alanında yer alıyor. Üzerinde bir el izi olan altın bir dörtgenden oluşan Altın İkona, Sarkis’in Respiro için yaptığı yeni vitrayla aynı ölçekte üretildi. Altın İkona, Respiro’da olduğu gibi, Jacopo Baboni-Schilingi’nin bestesiyle tamamlanacak. Altın İkona ile birlikte sanatçı Ali Kazma'nın yeni video işi Atölye (2015) de 7 Mayıs’ta Türkiye’de ilk defa Hrant Dink Vakfı’nda gösterilecek. 2013 yılında Venedik Bienali Türkiye Pavyonu’nda yer alan Rezistans serisine ait olan bu videoda Ali Kazma kamerasını Sarkis’in elli yılı aşkın süredir sanatsal üretimini sürdürdüğü atölyesine çevirdi.

Radikal, 07.05.2015

 

******


ATAMAN'IN SABANCI PORTRESİ VENEDİK BİENALİ'NDE İLK 5'TE

 

Kutluğ Ataman'ın 56. Venedik Bienali'nin ana sergisine davet edilen 'Sakıp Sabancı'nın Portresi' adlı eseri, The Guardian, ARTnews gibi prestijli yayınlar tarafından bienalin öne çıkan eserleri arasında gösterilirken Artslife eleştirmenleri tarafından da bienaldeki en iyi 5 eserden biri olarak seçildi.

 

 

Sanatçı Kutluğ Ataman’ın, küratör Okwui Enwezor tarafından 56. Venedik Bienali’ne davet edilen “Sakıp Sabancı’nın Portresi” adlı eseri; bienalin önizlemesi kapsamında özel davetlilerle buluştu! Önizlemede The Guardian, ARTnews gibi prestijli yayınlar tarafından bienalin öne çıkan eserleri arasında gösterilen eser, Artslife eleştirmenleri tarafından ise bienaldeki en iyi 5 eserden biri olarak seçildi. 7 Mayıs Perşembe günü Arsenale’nin Artiglierie binasında sergilenen eser altında gerçekleşen buluşmada; Sevil Sabancı, Güler Sabancı, Suzan Sabancı, Melisa Tapan ve Sakıp Sabancı Müzesi Müdürü Dr. Nazan Ölçer, uluslararası sanat dünyasından ve basından seçkin isimlerle bir araya geldi.

 

Dünyanın en köklü, prestijli ve etkin sanat organizasyonlarından biri olan Venedik Bienali; müzik, sinema ve tiyatro alanlarını da kapsayarak çağdaş sanat trendlerinin öncülüğünü yapıyor. Bu yıl 56. kez düzenlenen ve başkanlığı Paolo Baratta tarafından yürütülen bienalin küratörlüğünü ise bu sene; Nijeryalı küratör, yazar, sanat eleştirmeni Okwui Enwezor üstleniyor. 2011’den beri Münih’teki Haus der Kunst müzesinin direktörlüğünü yürüten ve başarılı kariyeri boyunca daha önce Güney Afrika, İspanya, Güney Kore ve Fransa’da çeşitli bienallerin direktörlüğünü üstlenen Okwui Enwezor; uluslararası sergiler, müzeler, akademik ve yayıncılık alanlarında da faaliyet gösteriyor. Bienal başlığını “All The World’s Futures – Dünyanın Tüm Gelecekleri” olarak belirleyen küratör Enwezor’un seçtiği 136 sanatçı arasında; Kutluğ Ataman imzalı “Sakıp Sabancı’nın Portresi” adlı video enstalasyon çalışması da yer alıyor. Eser; 56. Venedik Bienali kapsamında ilk kez uluslararası bir platformda sanatseverlerle buluşuyor.

 

Kutluğ Ataman’ın “Sakıp Sabancı’nın Portresi” eseri; Sakıp Sabancı’nın aramızdan ayrılışının 10. yıldönümü için Sakıp Sabancı Ailesi tarafından 2011 yılında sanatçıya sipariş edildi. Konumu, yaşı, mevkisi ne olursa olsun “insan”a değer veren Sakıp Sabancı’nın her konuya “Önce insan” felsefesiyle yaklaşmasını, insanlara olan sevgisini ve saygısını yansıtan eser; keskin zekası, ince esprileri ve candan tavırlarıyla halkla özdeşleşen Sakıp Sabancı’nın, yaşamı boyunca insanlara ve hayata açtığı pencereleri görünür kılıyor.

 

Filmleri ve video eserleri dünya çapında izleyicilerle buluşan Kutluğ Ataman’ın Sakıp Sabancı’ya bir saygı duruşu niteliğindeki çalışması; Sabancı’nın Türkiye’de teknolojiye yaptığı katkılara da atıfta bulunuyor. Görsel sanatlarda en ileri teknolojiyi kullanan eserin hammaddesini insanlar oluşturuyor. Çeşitli nedenlerle Sakıp Sabancı’yla yolu kesişen binlerce kişinin portre fotoğrafından meydana gelen eser; ünlü işadamına yakışan, “zamanının ötesinde” sıra dışı bir sanatsal fikri hayata geçiriyor. 

 

Geçtiğimiz yıl S.Ü. Sakıp Sabancı Müzesi’nde sergilenen eser; 9 Mayıs – 22 Kasım 2015 tarihleri arasında 56. Venedik Bienali kapsamında, Arsenale’nin Artiglierie binasında sanatseverlerle buluşacak.

Radikal, 07.05.2015

 

******


ÖLÜME KARŞI YAŞAM: TÜRKİYE PAVYONU SOLUK ALIP VERİYOR

 

Sarkis'in Venedik Bienali'ndeki sergisi Respiro (Nefes), hüznünü saklamıyor. Ama Türkiye Pavyonu bu sergiyle ölüme karşı yaşamı geçmişe karşı geleceği öne çıkartan, soluk alıp veren canlı bir mekana dönüşüyor.

 

Venedik'teki bienal alanında nadir rastlanan yürüyen merdivenlerden biri, sizi Türkiye Pavyonu'na çıkartıyor. Kırmızı tuğlaları, kemerli pencereleri ve ağır ahşap çatısı yüzlerce yılın hafızasını taşıyan bu eski silahhane binasında Sarkis'in nefesi sergi alanına görünür oluyor. Türkiye sergisinin olduğu salona ilerlerken üzerinde 'Sarkis, Respiro' yazan perdenin, kendiliğinden inip kalktığını farkediyorsunuz. Perdeyi şişiren, mekanın doğal esintisi. Daha en başta anlıyoruz ki Sarkis, mekanın ışığını, rüzgarını, duygusunu ince ince hesaplayarak kurmuş kendi evrenini.

 

Geçen yıl, ismi ilk açıklandığında “2015'te Türkiye Pavyonu'nu Sarkis'e emanet etmek çok doğru bir karar” diye yazmıştım. (link) “Hem efsane bir isim olduğu, hem mekanı en iyi onun kullanacağını bildiğimiz hem de 1915 tartışmalarına Venedik'ten insani bir katkı yapacağını tahmin ettiğimiz için..” O günden bu yana merakla beklediğim sergiyi 7 Mayıs'taki açılışta gördüm ve tahminlerimizde yanılmadığımızı anladım. Gerçi merakım zamanla azalmıştı. Çünkü Sarkis, alışılmadık biçimde sergiyi önceden detaylı biçimde anlattı. Mekana girdiğimde ne göreceğimi çok iyi biliyordum. Vitraylar, neonlar, ayna anlatıldığı yerdeydi. Anlatılmayan ve belli ki her ziyaretçi için etkileyici olan şeyse mekanın duygusu ve havada uçuşan düşüncelerdi...

 

Sarkis, Arsenale'deki Saled'Armi binasında (Türkiye pavyonunun bulunduğu binanın adı bu) bir tür kutsal mekan yaratmış. Bu genel kabul gören yargının tek sebebi duvarlardaki 36 vitray pano değil. Müzik, ışık, gökkuşağı neonlar, cam sunak ve tümünün bir araya gelişi...Vitraylar binlerce yıllık insanlık kültürünü, ama en çok günümüz hayatını simgeleyen fotoğraflardan oluşuyor. İçlerinde cami kubbeleri de var, ikonalar da, Sarkis'in anne ve babasının mezarı da, renkli Gezi merdivenleri de, bir evsiz de, Ermeni sinemacı Parajanov da var... narlarla neşe içinde poz veren Hrant Dink de...

 

Salonu ortadan ikiye bölen büyük ayna ise üçü Venedik'ten dördü Türkiye'den gelen 7 çocuğun parmak izleriyle bir kozmosa dönüşmüş. Aynanın bir tarafı gündüz bir tarafı gece. Çünkü buradaki neon gökkuşaklarından biri gündüzün sert ışık kırılmalarına diğeri gecenin yumuşaklığına göre tasarlanmış. Sarkis'in İstanbul Modern'de de sergilenen bu ünlü işi, Venedik'te yeni bir boyut kazanmış. Bizzat sanatçının nefesini taklit eden bir mekanızmayla soluk alıp veriyorlar. Evet ışıklar, bir nefes ritmiyle alçalıp yükseliyor. Tıpkı bütün mekanı kuşatan ve belki de burada hissettiğimiz kutsallığı mutlaklaştıran müzik gibi. Jacobo Baboni-Schilingi'ye ait beste alçalıp yükselerek 7 gün 24 saat, yani sergi kapalıyken bile çalıyor... Sergi mekanında Sarkis'in daha önce Louvre Müzesi'nde sergilenen bir işi ve Roma'da bir kiliseye gönderme yapan kırmızı camdan 'sunak'ı da yer alıyor. Üzerleri altın varakla kaplanmış, hantal gemi paletleri tıpkı bu ağır cam sunak ve içi eski ses bantları ve neon parçalarıyla dolu ve altın varak kaplı sandık gibi mekana Sarkis'in belleğini dahil ediyor. Sarkis, bütün işlerini tasarladığı Paris'teki atölyesinden bu sergiye de önemli bir hat çekiyor. Dolayısıyla onun sanatını oluşturan bellek, eğitim, ganimet, çocuklar, yazılı olan ve olmayan sanat tarihi gibi pek çok şey bu sergide de yerini alıyor.

 

Tabii ki bu serginin en önemli yanı, Türkiyeli olması. 1915'le, soykırım ya da tehcirle ilgili bir sergi değil bu. Türk, Ermeni ve insan olmakla ilgili bir sergi. İki kimliğin biraya geldiği, ortak hafızanın çağrışımlarını barındıran, ortak bir aşinalık duygusu yaratan bir sergi. Hüznünü de saklamayan, büyük bir acıyla ortaya çıktığını hissettiren, ölçülü bir yas da barındıran bir atmosferi var. Yine de içerdiği barış ve umutla akılda kalıyor. Kolektif hafızaya, etnik kimliklerden çok insanlık birikimine işaret eden yanıyla izleyicisini etkiliyor. Hatıralara olduğu kadar çocuklara ve geleceğe de inanan bir sanatçının düşünceleri uçuşuyor havada. Fırtınayı değil, gökkuşağını gösteriyor bize. Başkalarına değil dev aynada kendimize bakmayı öneriyor. Orada çocukların izlerini ve geleceği görmemizi fısıldıyor kulağımıza. Tıkanıp kalmış, iki toplumu kilitlemiş bir meseleye can katıp nefes aldırmak istiyor. Ölüme değil, hayata olan inancını, 24 saat yaşayan ışıklarıyla, müziğiyle, soluk alıp veren canlı bir organizma kurarak gösteriyor.


Sarkis sergiyi Venedik'le de sınırlamamış, 4 farklı ülkede kendi tabiriyle Venedik'e 'sinyal gönderen' yerleştirmeler kurmuştu.

 

Venedik'teki Nefes'i göremeyecekseniz bile, oradaki duyguyu ve aklı biraz daha iyi hissedebileceğiniz İstanbul'daki sinyal istasyonuna bir uğramanızı öneririm. Üzerinde bir kadının el izini taşıyan Altın İkona'yı, Ali Kazma'nın Sarkis'in atölyesini gösteren videosunu hem de Venedik'te 24 saat çalan müziği duyarak görebileceğiniz bu yer, Hrant Dink Vakfı'nın Harbiye'deki binası...

Radikal, Yazı: Cem Erciyes,11.05.2015

VENEDİK DUKASIYLA YAKALANDILAR

 

 

Bursa İl Jandarma Komutanlığınca Manisa’dan Bursa’ya 43 …. plakalı araç ile tarihi eser getirileceği belirlendi. Mustafakemalpaşa İlçe Jandarma Komutanlığı ekiplerince şüpheli araç takibe başlandı. Jandarma ekiplerini fark edip kaçmaya başlayan şüpheli şahıslardan H.A. (45) araç yakınında, A.D. (35) Tatkavaklı civarında ve F.K. (52) ise Devlet Hastanesi girişinde yakalandı.


Şüphelilere ait araçta yapılan aramada herhangi bir suç unsuruna rastlanılmazken, A.D’nin spor çantasında 563 adet Venedik dukası olarak bilinen sikkeler ele geçirildi. Sikkeler müzeye teslim edilirken, şüpheliler ifadelerinin alınmasını müteakip serbest bırakıldı.

Milliyet, 07.05.2015

TARİHİ HASANPAŞA GAZHANESİ, ENERJİ MÜZESİ VE KÜLTÜR MERKEZİ OLUYOR

 

 

Yıllardır atıl vaziyette bulunan tarihi Hasanpaşa Gazhanesi’ni enerji müzesi ve kültür merkezine dönüştürmek için başlatılan restorasyon çalışmasını yerinde inceleyen İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Kadir Topbaş, “Burası odak noktası, çekim merkezi olacak. Burada yaşayan insanlarımıza keyif verecek ve çevresini de olumlu yönde etkileyecek” dedi.


Geçmişte İstanbul’un yakıt ihtiyacının karşılandığı 3 önemli tesisten biri olan tarihi Hasanpaşa Gazhanesi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) tarafından başlatılan restorasyon çalışmasıyla, enerji müzesi ve kültür merkezi haline getirilecek.


Çalışmaları yerinde incelemek için Kadıköy’de bulunan tarihi Hasanpaşa Gazhane’sine gelen İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Kadir Topbaş vatandaşların yoğun ilgisiyle karşılaştı. Gazhane restorasyon çalışmalarının takip edildiği programa AKP 1’inci Bölge Milletvekili Adaylarından Hurşit Yıldırım, Faik Işık, Ahmet Berat Çonkar ve AKP Kadıköy İlçe Başkanı İsa Mesih Şahin katıldı. Tarihi Gazhane hakkında basın mensuplarını bilgilendiren Topbaş, çekiç ve murç yardımıyla temsili olarak restorasyon çalışmalarını başlattı.


“ATIL DURUMDAKİ TARİHİ GAZHANE MÜZE VE KÜLTÜR MERKEZİ OLACAK”
Tarihi Hasanpaşa Gazhanesi’nin ihtiyaç kalmadığı için 1993 yılından bu yana atıl vaziyette olduğunun altını çizen İBB Başkanı Kadir Topbaş, “Bu kadar yoğun yaşamın olduğu Kadıköy’ün ciddi bir kültür merkezine ve müzeye ihtiyacı var. Restorasyon yapılacak olan bu alan, insanların gelip kültür sanat faaliyetlerini yürütebileceği bir yer olacak. Var olan fonksiyonların korunacağı projeyle burası yaşayan aktif bir mekan olmasını istediğimiz için sinema, tiyatro, kafeterya gibi fonksiyonlar yüklüyoruz. Yakın bir tarihte tamamlanacak olan bu mekan gıpta edilecek, heyecanla gezilecek görülecek bir yer olacak” dedi.


”PROJE, SİYASETE KURBAN EDİLDİ”
Ciddi bedeller ödeyerek kentsel dönüşüm ve restorasyon çalışmalarını İstanbul genelinde sürdürdüklerini ifade eden Topbaş, “Kadıköy’e yaklaşık 2 milyar lira yatırım yaparak siyasi mülahazaların ötesinde vatandaşlarımızın ihtiyaçlarını giderecek önemli işler yaptığımızın göstergesidir. Kadıköy başka partiden, bırakalım demeden İstanbulluların ihtiyaçlarını gideriyoruz. Kartal’da hazırladığımız dünya çapındaki dönüşüm alanı siyasete kurban edildi, mundar edildi. Biz AKP belediyesi olarak çevre, ulaşım ve kültür sanat yatırımlarımızla kendimizi ispatlamışız. İstanbul’a her alanda en iyi şeyleri getirmeye çalıştık. Ama Kartal’da şimdi de seçim dönemi diye vatandaş tedirgin edildi ve o iş orada kaldı. İlçe belediyeleriyle farklı düşündüğümüz için o proje orada kaldı. Dünyanın parmakla göstereceği, dünyanın hayranlıkla izleyeceği İstanbul’un yeni bir odak merkezi yapmak istiyorduk. Maalesef siyasete kurban edildi” diye konuştu.


FİKİRTEPE'DE TEK YEKİLİ İBB OLMADIĞI İÇİN İŞLER UZADI
Fikirtepe’de hiçbir yere verilmeyen ölçekte imar düzenlemesi yaptıklarını belirten Topbaş, “Muhalefet insanları korkutamasın ve kazancı milletimizin olsun istedik. Hatta, ‘Sakın ha çantacılara kulak açıp geleceğinizi karartmayın’ dedim. Maalesef bazı vatandaşlarız daha fazla mal mülk sahibi olacağız diye düşündüler. Proje bugüne kadar tamamlanmalıydı. Örnek gösterebilmeliydik. Burada hazırlıkları tamamlayan birkaç inşaata başlandı. Fikirtepe’de bilgilendirme ofisi kuruldu ama kapandı, kapanmamalıydı. Tekrar kurulması için talimat veriyorum. Fikirtepe’de hiç kimseye vermeyeceğimiz 4 emsale kadar verdik. Bakanlıktaki plan onaylarındaki gecikmeler için genel sekreter yardımcımızla toplantı yapın. Bakanlıkla da görüşelim. Tek yetkili İBB olmadığı için çok geç kalındı. Arzu ettiğimiz namuslu, işini bilen müteahhitlerle vatandaşlarımızın bir araya gelerek bu sorunu bitirmesiydi. Vatandaşlarımız attıkları imzalara dikkat etmelidir. Karınca duası gibi yazılmış yazılara, ballandırarak aktarılan sözlere bakılıp imza atılmaz ki. Belediyelere gidin bilgi alın, hukukçularla görüşün. Yönetimler sizin sorunlarınızı çözmek için var. Maalesef Fikirtepe yüzde 60’ı 200 metrekarenin altında araziler. Birleştirilsin, güzel büyük binalar yapılsın istedik. Prosedürler uzadı” şeklinde konuştu.


“EL SALLAYARAK CUMHURBAŞKANINA SELAM SÖYLEDİ”
Tören sonrası Topbaş, tarihi Hasanpaşa Gazhanesi’nin restorasyon çalışmalarından sonra gezerek basın mensuplarına bilgi verdi. Gezi sırasında dedesi ile birlikte Topbaş’ın yanına gelişim bozukluğu hastası 5 yaşındaki Tuğba Ceylan Sağlam geldi. Sağlam’ı kucağına alan Topbaş, dedesiyle ve çocukla sohbet etti. Sohbet sırasında Kadir Topbaş’ın ismini ve Cumhurbaşkanı’nın ismini söyleyen Sağlam’ın el sallayarak selam söylemesi renkli görüntüler oluşturdu.
Restorasyon çalışmaları kapsamında kültür merkezine dönüştürülecek Hasanpaşa Gazhanesi’nde enerji sistemleri müzesi ve bilgi tüneli, uluslararası sergi salonu, açık pazar yeri, atölye, 375 kişilik çok amaçlı gösteri salonu, çocuk bilgilendirme evi, 3 adet cep sineması, 40 kişilik 3D sinema ve fuaye alanı, kütüphane, seyir terası, restoran ve kafeterya ile 310 araç kapasiteli otopark yer alacak.

Milliyet, 06.05.2015

VAN GOGH'UN ESERİ 66 MİLYON DOLARA SATILDI

 

Sotheby's Müzayede Evi'nin düzenlediği, modern ve izlenimci sanatçıların eserlerinin satışa çıkarıldığı açık artırmada toplam 368 milyon 300 bin dolarlık satış yapıldı.

Müzayedede satılan en pahalı eser Vincent van Gogh'un  "L'Allee des Alyscamps" adlı resmi oldu. Van Gogh'un 1888 yılında Fransa'nın Arles şehrinde yaptığı yağlı boya resimde sonbahar tasvir ediliyor.

Van Gogh'un en yüksek fiyata alıcı bulan eseri 1990 yılında "Portrait of Dr. Gachet" adlı resim olmuştu. Bu resim 82 milyon 500 bin dolara satılmıştı.

 

 

New York'taki müzayedede ayrıca Fransız ressam Claude Monet'nin 1905 yılında yaptığı yağlı boyabir eseri ise 45 milyon dolarlık tahmini değerin üzerinde 54 milyon dolara alıcı buldu. Nilüferlerin resmedildiği eser gecenin en yüksek fiyata satılan ikinci parçası oldu.

Müzayedede ayrıca İsviçreli sanatçı Alberto Giacometti'nin 1956 yılında Paris'te yaptığı kardeşi Diego'nun küçük bronz heykeli de 12 milyon 800 bin dolara satıldı.

Asyalı alıcıların müzayededeki yoğunluğu dikkat çekti.

Habertürk, 06.05.2015

HELLENİSTİK DÖNEME AİT TARİHİ ESER ELE GEÇİRİLDİ

 

 

Afyonkarahisar’da jandarma tarafından yapılan operasyonda, Hellenistik ve Roma dönemine ait 25 parça tarihi eser ele geçirildiği bildirildi.

 

Operasyonla ilgili Afyonkarahisar İl Jandarma Komutanlığından alınan bilgilerde, yapılan istihbari çalışmalar neticesinde M.D. isimli bir şahsın elinde bulundurduğu eski eserleri satacağı yönünde bilgiler elde edildiği ve bunun üzerine operasyon için harekete geçildiği kaydedildi. Yapılan operasyonla ilgili şu ifadelere yer verildi:

 

“İcra edilen operasyon neticesinde, şahıs suçüstü yakalanmış 1 adet altın alın bağı, 1 adet altın kolye, 2 adet altın küpe, 1 adet altın yüzük, 2 adet altın obje, 1 adet cam koku kabı, 1 adet metal ayna, 16 adet toprak ve cam testi olmak üzere toplam 25 parça Hellenistik ve Roma dönemine ait tarihi eser ele geçirilmiştir. Anılan olayla ilgili olarak 1 şahıs hakkında gerekli işlemler yapılarak adli makamlara sevk edilmiştir.”

Akşam, 05.05.2015

"BATI KARADENİZ'İN EN ZENGİNİ BİZİZ"

 

 

Vitrinhaber'e konuşan Boyabat İl Kültür ve Turizm Müdürü aynı zamanda Sinop Alan Yönetimi Danışma Kurulu Başkanlığı'nı yürüten Hikmet Tosun, Sinop'taki kaya mezarlarının tarihi önemine değindi. Sinop'ta ki Pafhlagonia Kaya Mezarlarının Batı Karadeniz'in en önemli tarihi miraslarından olduğuna dikkat çeken Tosun; "Paphlagonia kültürünün günümüze en güzel yansımaları kaya mezarlarıdır" dedi. En büyük tarihi miraslardan Sinop'ta ki kaya mezarlarının ilk olarak Avrupa'dan Karadeniz'e gelen gezginler tarafından keşfedildiğini ve böylece bilim dünyasına tanıtıldığını dile getiren Tosun; "Durağan Ambarkaya Kaya Mezarı Hiershfeld tarafından 1885 yılında, Durağan Terelek Kaya Mezarı Kannenberg tarafından 1895 yılında, Boyabat Salarköy Kaya Mezarı ise, Leonhard tarafından 1902 yılında keşfedilmiş ve bilim dünyasına tanıtıldı" diye konuştu. Hazreti İsa'dan 500 yıl önce yapılmış Durağan Ambarkaya Kaya Mezarı, Durağan Terelek Kayası Kaya Mezarı ve Boyabat Salar Kaya Mezarı'nın bu mirasın en önemli kalıntıları oyduğunu söyleyen Tosun, bu kaya mezarlarıyla ilgili arkeolojik bilgi de verdi. Hikmet Tosun sözlerini şöyle sürdürdü; "Kaya mezarlarının gösterdiği stilistik özelliklerine göre Salarköy Kaya Mezarı M.O 5. yüzyıla, Ambarkaya Kaya Mezarı ve Terelek Kayası Kaya Mezarı ise MÖ 4. yüzyıla tarihlenmektedir. Sinop'ta bulunan Paphlagonia kaya mezarlarındaki ortak özelliği hepsinin üçsütunlu tapınak cepheli olmasıdır. Mezarlarda pers etkisi, sütunlarda ve aslan biçimli sütun başlıklarında kendisini göstermektedir. Sadece bu mezarlarda pers etkisi olmayıp yerel özelliklerde görmek mümkündür. Salarköy Kaya Mezarında yer alan kanatlı boğa sütun başlıkları ve kartal figürü Sinop'a özgü bir figür olup dünyanın başka hiçbir kaya mezarında görülmez. Salarköy Kaya Mezarı'nın tavanında ahşap taklidi tavan kasetleri ve hatıllar bölgede görülen, birbirine geçme olarak ahşaptan yapılan kır evlerindeki mimarinin taşa yansımasıdır. Bu örnekler ve kültürel miras Sinop için ve bölge turizm destinasyonu için çok önemli ünik eserlerdir. Bu eserlerin turizme kazandırılması Sinop turizmine önemli bir en kazandırır. Kuzey Anadolu Kalkınma Ajansı'nın (KUZKA) verdiği turizm altyapı ve restorasyon desteği yöre yerel yönetimlerinin değerlendirmesi gereken en önemli avantaj"
Vitrin Haber, Haber: Ali Yılmaz, 05.05.2015

GUARDIAN: TARİHİ İSTANBUL, EĞLENCE PARKINA MI DÖNÜŞTÜRÜLÜYOR?

 

 

İngiliz Guardian gazetesi İstanbul Kapalıçarşı'da gerçekleştirilen yenileme projesi kapsamında çok sayıda esnafın tahliye edilmesi üzerine şehrin geleceğine dair bir haber yer alıyor.

 

Kapalıçarşı'yı "Dünyanın en büyük üstü kapalı pazar yerlerinden birisi. İçinde 3 binden fazla dükkan bulunuyor ve günde yarım milyon insan tarafından ziyaret ediliyor" sözleriyle tanımlayan gazete, "Fatih Belediyesi'nin 550 yıllık Kapalıçarşı'nın çehresini daha fazla kar elde edebilmek için değiştirmeye çalıştığından endişe ediliyor" deniyor.

Guardian gazetesine konuşan 34 yaşındaki Kapalıçarşı esnafı İlyas Öztürk, "Tüm paramı bu dükkana harcadım. Yaz sezonu da daha yeni başlamış vaziyette" diyor.

Öztürk, Kapalıçarşı esnafının tahliyeleri protesto ederek bedestene giriş çıkışların engellendiği gösterilere de katılmış.

Guardian'a konuşan bir diğer dükkanı kapatılan esnaf ise "Bir sürü borcum var. Binlerce dolarlık malı daha yeni almıştım. Şimdi ne yapacağım?" diye soruyor.

250 milyon liralık Kapalıçarşı projesi kapsamında toplam 1700 dükkanın kapatılıp yerlerine tarihi han görünümünde otellerin yapılması öngörülüyor.

'Dar görüşlü proje'
Haberde, Kapalıçarşı projesi gibi yaklaşımların gelen turist sayısını artırma amaçlı olabileceği belirtilse de uzmanların şehrin tarihi dokusunun zarar gördüğü konusunda uyarılarda bulunduğu vurgulanıyor.

Gazeteye konuşan İstanbul Mimarlar Odası'ndan Mücella Yapıcı Kapalıçarşı projesini "Çok dar görüşlü bir proje. Tamamen kar odaklı" sözleriyle eleştiriyor.

Kapalıçarşıda uzun yıllardır iş yapan geleneksel esnafın bölgeden çıkarıldığını belirten Yapıcı, "Turistler lüks oteller görmeye gelmez. Bu gidişle turizm kendi kendisini öldürecek" diye ekliyor.

Mimarlık Tarihçisi Uğur Tanyeli ise bu projelerden hükümeti sorumlu tutarak "Bu gidişle İstanbul'u ruhsuzbir eğlence parkına dönüştürecekler" diyor.

Hürriyet, 05.05.2015

TARİHİ ESERLER AKÇAKALE'DE ELE GEÇİRİLDİ

 

Şanlıurfa'nın Akçakale İlçesi'nde, jandarma tarafından bir eve yapılan baskında, 36 parça tarihi eser ele geçirilirken, Suriye uyruklu 5 kişi gözaltına alındı.

 

İl Jandarma Komutanlığı ekipleri, Suriyeliler'in ülkelerinden Türkiye'ye tarihi eser getirdikleri bilgisi üzerine harekete geçti. Ekipler, Fevziçakmak Mahallesi'ndeki bir eve yaptıkları baskında Suriye'den getirildiği saptanan kupa, hayvan figürleri, şamdam, sikke ve erkek heykellerinden oluşan 36 parça tarihi eser ele geçirdi. Eserlere el koyan ekipler,  evde barınan Suriye uyruklu M.E.H., H.E.F., A.E.A., H.E. F., ve A.E.A.'yı gözaltına aldı.

Akşam, 05.05.2015

RICHARD KURIN: YAĞMA İNSANLIK ONURUNA YÖNELİK BİR SUÇ

 

 

Geçen hafta Ankara ’nın önemli bir ABD ’li konuğu vardı. Richard Kurin, Washington’daki Smithsonian Enstitüsü’nda ‘Tarih Sanat Kültür Başkan Yardımcısı’. Daha önce Haiti’deki depremin ardından kültürel mirasın korunması için önemli bir program yürütmüş. Şu sıralarda da IŞİD’in Irak ve Suriye’deki eski eser yağmasını önlemek için çalışkan ABD’lilerden biri. Bu konuda işbirliği arayışıyla Türkiye ’ye geldi. Kısa ziyaretini vesile bilip yazılı bir söyleşi yaptık. ABD’li uzmanların konuya bakışını da görebilmek için…

 

Suriye ve Irak’taki kültürel yıkımın boyutları nedir? Bu konuda güvenilir bir araştırma var mı?

Her iki ülkedeki kültürel alanlar ve koleksiyonlar tahrip oldu.  Bunlar birinci elden tanıklıklar, videolar, fotoğraflar ve uydu görüntülerinin analizleriyle belgelenmiş durumda.


Suriye’de, içinde eski Halep’in de bulunduğu pek çok UNESCO kültürel miras alanı çatışmalar sırasında büyük zarar gördü. Irak’ta IŞİD bilinçli olarak Musul Müzesi’ndeki gibi hazine değerindeki objeleri parçaladı, kütüphanedeki tarihi kitapları ve el yazmalarını yaktı ve tarihi camileri, tübeleri, kiliseleri, antik kentleri havaya uçurdu. Kültürel yıkım aynı zamanda ‘somut olmayan’ ya da başka bir deyişle yaşayan kültürel mirasa da zarar veriyor. IŞİD farklı topluluklardan farklı dinsel ve etnik gruplardan insanları sadece kültürel değerleri nedeniyle öldürüyor, dolayısıyla bu insanların kendi geleneklerini sürdürmelerini engellemiş oluyor.

 

Bütün bunlar insanlık için ne anlama geliyor?

Kültürel miras konusunda pek çok uluslararası yasanın açıkça çiğnendiğini görüyoruz. Bu korkunç, hedef gözeten ve geniş çaplı kültürel yıkım insanlık onuruyla ilgili bir mesele. İster çok eskiden gelsin ister bugünün gelenekleri olsun, IŞİD başka insanların mirasını yok ederek çok açıkça bu insanların kim olduklarına ve varlıklarına dair hiçbir saygısı olmadığını ortaya koyuyor. Hiçbir tolerans, anlayış, saygı göstermiyor. Batılı, Müslüman, Hristiyan, Yahudi, Hindu, Budist, yerel ya da evrensel demeden tüm medeniyetleri aşağılıyor. Kültürel mirası yok etmek aynı zamanda geçmişin somut delillerini yok etmek demektir. Bu aynı zamanda araştırmacılar için bir kayıptır. Eski eserler olmadan önceki medeniyetler, onların neler yaptığı nasıl yaşadığı hakkında bilgi sahibi olamayız.


Bu yasa dışı eski eser kaçakçılığı ne kadar büyük? Eski eserleri kimler alıp satıyor, nasıl bir güzergah izliyor? Bunu durdurmak mümkün mü?

Ele geçirilen bazı tarihi eserlerden, uydu fotoğraflarından anladığımız kadarıyla ciddi miktarda yağma olduğunu biliyoruz. Ne kadar olduğunu hesaplamak çok güç ama milyonlarca dolar civarında olduğunu söyleyebiliriz. Kimileri yüzlerce milyon hatta milyar dolar gibi çok yüksek rakamlar telafuz ediyor ama ben bunların abartılı olduğunu düşünüyorum. Miktarı ne olursa olsun ‘yağma’ yasa dışıdır ve IŞİD gibi grupları, pek çok insanın kurban gittiği terörizmi destekler.

Yağmalanan eserler Suriye dışına daha çok aracılar vasıtasıyla ve kara yoluyla çıkartılıyor. Avrupa’da, Ortadoğu’da hatta Uzakdoğu’da satılıyorlar. Suriye ve Irak’ın içine kapalı, ulaşılmaz bölgelerinde bu  çatışma devam ettiği sürece eski eser ticaretini tamamen durdurmak mümkün olmaz.

 

IŞİD’I besleyen bu trafiği engellemek için ABD’nin bir stratejisi var mı?

ABD yasaları, Irak’ta yasa dışı yollardan el edilmiş eserlerin ülkeye girişine izin vermiyor. Şimdilerde Kongre benzer bir yasayı Suriye için çıkartmaya hazırlanıyor.  ABD hükümeti yasa dışı yollardan elde edilmiş eski eserlere izin vermiyor, daha geçen hafta Irak hükümetine 60’a yakın eseri iade etti. Hükümet, müzeler ve UNESCO gibi kurumlarbu sorunun çözümü, insanları bu tür eserleri edinmekten caydırmaya uğraşıyor. The Smithsonian, Penn Müzesi ve diğer paydaşlar Suriye’ye eski eserleri yok edilmeden ya da yağmalanmadan önce onları korumaları için eğitim ve malzeme yardımı yapıyor. Erbil yakınlarındaki bir merkezde Iraklı uzmanlar yağma ve yıkım durumunda neler yapmaları gerektiği hakkında eğitim alıyor. ABD de buna destek veriyor.

 

Sizce bu meselede Türkiye’nin rolü nedir? Türk yetkililer neler yapmalı? Ankara seyahatiniz de Türk yetkililerle işbirliği için görüştünüz mü?  
Bana göre Türkiye, ABD ya da dünyadaki pek çok diğer ulus, kültürel mirasın uğradığı bu yıkım karşısında dehşete düşmüş durumda. Ankara’daki Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ni gezdim. IŞİD’in Suriye ve Irak’ta yok ettiğine çok benzer hazineler barındırıyor. Fakat bu müze, o hazinelerin bilimsel ve eğitsel değerinin farkında ve her biri gururla, çok Güzel biçimde sergileniyor. Okul çocukları için bu eserlerin değerini, kendileri ve komşuları için anlamını öğrenebilecekleri eğitim programları düzenleniyor. Müzede ABD’li koleksiyoncuların iade ettiği eserler de var. Aralarında Penn Müzesi’nin gönüllü olarak iade ettikleri de var, hükümetin el koyup iade ettiği yasa dışı yollardan ülkeye girmiş eserler de var. Türkiye kültürel mirası korumakta uzun bir tarihe sahip ve ulusların önemini tanıyor ve uluslararası hukuka saygılı. Ben ve biri Smithsonian’dan diğeri Penn Müzesi’nden iki meslektaşım Türkiye Kültür Bakanlığı’ndan yetkililerle buluştuk. Gördük ki Türkiye ile Suriyeli ve Iraklılara yardım etmekte iyi bir işbirliğine gidebiliriz. Hedefimiz onlara ülkelerindeki kültürel mirası korumaları, yağmayı engellemeleri ve müzelerle koleksiyoncuları yasadışı eser edinmekten caydırmalarını sağlamak.

 


Radikal, Haber: Cem Erciyes, 05.05.2015

EFES ANTİK KENTİNE UNESCO MÜJDESİ

 

 

Selçuk Belediyesi'nin mayıs ayı meclisi UNESCO müjdesiyle toplandı.

Başkan Bakıcı, bugün ellerine ulaşan ICOMOS ön raporuyla ilgili meclis üyelerine verdiği bilgide, 1994 yılında başlayan UNESCO sürecinde mutlu sona ulaşıldığına dikkati çekti.

Yirmi yıllık bir rüyanın iyi bir şekilde sonuçlandığını dile getiren Bakıcı, "Bize bugün gelen ön rapora göre artık Efes, UNESCO Dünya Kültür Mirası Asıl Listesi'ne girmiştir diyebiliriz. Efes'in bu listeye girmesiyle ilgili artık önünde bir engel yok. ICOMOS'un verdiği rapor bu yönde. Ben öncelikle bu konuda emeği geçen herkese teşekkür ediyorum. Ayrıca alan yönetim başkanı, sekretaryası, daha önceki belediye başkanımız ve yönetim başta olmak kaydıyla, bugünkü yönetime, danışma kuruluna, eşgüdüm ve denetleme kurumuna teşekkür ediyorum" ifadelerini kullandı.


Bakıcı, sonucun 28 Haziran-3 Temmuz tarihlerinde yapılacak toplantıda ilan edileceğini, artık Selçuk için önemli bir sürecin başladığını kaydetti.

Efes Müzesi Müdürü ve aynı zamanda Efes Alan Yönetimi Başkanı Cengiz Topal da Efes'in UNESCO'da olması gerektiğinin bilinen bir durum olduğunu, en uzun süre aday olan yerlerden biri olduklarını, uzun soluklu bir çalışma sonrasında 6 ay öncesinden olumlu haberler almaya başladıklarını anlattı.

Konuşmaların ardından Başkan Bakıcı ve meclis üyeleri, üzerinde UNESCO yazan pastayı kesti.

Habertürk, 04.05.2015

MİMAR SİNAN SERGİSİ TAM BİR FİYASKO

 

Mimar Sinan sergisini ilk duyduğumda çok heyecanlanmıştım. Nasıl heyecanlanmayayım? Düşünsenize: Tophane-i Amire gibi bir mekanda Mimar Sinan sergisi düzenlenmiş; sergi tasarımı için Tamirhane Mimarlık'a özenli bir çalışma yaptırılmış; sergiye Mimar Sinan Üniversitesi öncülük etmiş. Danışma kurulu ise Ocean's Eleven gibi tam bir yıldızlar geçidi: Gülru Necipoğlu, Cemal Kafadar, Doğan Kuban, Bülent Özer, Reha Günay, Selçuk Mülayim, Zeynep Ahunbay, Cengiz Bektaş ve daha niceleri. Sergi sponsorları da hiç yabana atılır gibi değil: THY, National Geographic, Çekül, Yapı Merkezi, NTV ve daha birçok hatırı sayılır kurum. Peki, bütün bu sıralanan isimler, adı geçen kurumlar bir araya gelip ortaya nasıl bir sergi çıkarmış dersiniz? Bu sergi, mimarlık 2. sınıf öğrencilerinin mimarlık tarihi ödevi için okulun ozalitçisinde grup olarak isteksizce hazırlayacakları bir sunumdan daha ileri düzeyde olmamış. İşte nedenlerim:

 

1- GİRİŞTEKİ ÇADIR

Sergiye girmek üzere Tophane binasına yaklaşıyoruz. O da ne? Tophane binasının girişinde bilet gişesi olarak derme çatma bir çadır kurulmuş. Halbuki Tamirhane Mimarlık'ın Arkitera'da yayınlanan projesinde bilet gişesi ve karşılama bölümü Tophane-i Amire binasının içinde düzenlenmiş olarak görülüyordu (Aynı projeye göre giriş binanın diğer ucundan, tek kubbeli bina ile beş kubbeli binanın arasından verilmişken sonradan karar değiştirildiğini görüyoruz). Birazdan göreceğimiz üzere binanın içi zaten tam manasıyla doldurulamamışken neden dışarı taşıp da çadır kurulmuş anlayamadım. Mimar Sinan'ın dehasını bize sunacak serginin girişi böyle mi olmalıydı?

 


Çadırın dışarıdan görünüşü

 


Mimar Sinan sergisine girerken karşılaştığımız manzara

 


Sergi bizi böyle karşılıyor

 

2- GÖRSEL MALZEMELERDEKİ ÖZENSİZLİK

Sergideki görsellerin tamamına yakınında bilgi sorunu var. Gravür ve minyatürlerin hangi eserden alındıkları, tarihleri, sanatçıları altlarında yazmıyor. Şansımız varsa görseldeki eserin adını bulabiliyoruz. Bazı durumlarda ise görselde yer alan mimari eserin adı dahi yazmıyor.

 


Bu minyatür hangi eseri gösteriyor, tarihi nedir, kaynağı nedir?

 


Bu çizim hangi eseri gösteriyor, sanatçısı kim, tarihi nedir?

 

3- PLASTİK SPİRALLİ FOTOKOPİ KİTAPÇIKLAR, KARIŞIK KASET TADINDA FOTOĞRAF ALBÜMLERİ

Sergi mekanı boyunca ortada uzanan bir masa var ki üzerindeki "sergi malzemesi" açısından ibretlik. Masa boyunca bazı başlıklar yer alıyor: "Su Yapıları ve Köprüleri" "Fermanlarda Mimari" "Külliyeleri" vb. Bu başlıklarla ilgili sergi ziyaretçisine sunulan içerikler ise her bir başlığın altında masanın üzerine konulmuş, asetat kapaklı, plastik spiralli, ozalitçide hazırlanmış birer kitapçıktan ibaret! İçerilerinde resim bulunmayan kitapçıklar akademik yayınlardan yapılmış alıntılardan oluşuyor. Sergi ziyaretçisi oturup neye göre derlendiği belli olmayan ve metinde bahsedilen eserlerle ilgili hiçbir görselin yer almadığı plastik spiralli patchwork metinleri okuyarak mı Mimar Sinan'ı tanıyacak? Yayınlanmamış doktora tezlerini içerik olarak ziyaretçiye sunmak nasıl bir sergicilik anlayışıdır?

 


80'lerden kalma ders notları mı bunlar? Ne yapacağız bunları?

 


Sergileme anlayışında çağdaş yaklaşım: masa üstünde doktora tezi.

 

Yine aynı masa üzerinde bazı başka spiralli derlemeler var ki, çıtayı daha da yükseltiyor. Bu "karışık kaset" tadındaki derlemelerin kapağında ne oldukları dahi yazmıyor. İçlerinde yüzlerce resim karışık olarak sıralanmış. Resimlerin hangi eserlere ait olduklarına dair en ufak bir yazı bulunmuyor. Bir sayfada bir minare resmi, ardından bir medrese kapısı, sonra da fotokopide büyütülürken netliğini yitirmiş geometrik bir motif vb. devam ediyor! Şaka mı bu? Gerçekten?

 


Kapağında ne olduğu dahi yazmayan karışık kaset tadında fotoğraf albümü

 


Sürprizlerle dolu bir deneyim. Bir sayfada bir minare, diğerinde bir kubbe! Eser adları ise tabii ki yok...

 


Aynı resimden iki tane ardarda... Sinan'ın dehasını vurgulamak için olacak...

 

4- MAKET MASASI: BU MASADA ÜRÜN YERLEŞTİRME BULUNMAKTADIR!

Ortadaki masa boyunca yan yana sıralanmış maketlere yaklaştığınızda maketlerin üzerinde "MAKETLER: ÖLÇEK 1/500" yazısını görüyorsunuz. Halbuki 3 farklı ölçekte maket kullanılmış. Hangisinin hangi ölçekte olduğu hepten belirsiz. Farklı ölçekler karışık sıralandıkları için insanın ölçek algısı hepten yokoluyor; mukayese yapmak imkansız hale geliyor. Ayrıca maketlerin bir kısmında eser adı yazarken bir kısmında yazmıyor?

Serginin organizatörleri herhalde adam başı aldıkları parayı az bulmuş olacaklar ki, maket bölümüne ürün yerleştirme yaparak bütçenin belini doğrultmaya çalışmışlar. Maketlerin yanı başında uzaydan ışınlanmışçasına alakasız bir şekilde yerleştirilmiş bir 3D yazıcı bizi bekliyor! Yanında da ithalatçı firmanın tanıtım broşürleri ve yetkili kişinin kartvizitleri konulmuş!

 


Hepsi de 1/500 olan 3 farklı ölçekte maketler!

 


Bu da maket kısmının ürün yerleştirmesi! 3d yazıcı, ithalatçı firmanın tanıtım broşürü karvizitleri. Sizce de harika değil mi?

 

5- FOTOĞRAFLARLA MİMAR SİNAN BÖLÜMÜ: VIEWER DISCRETION IS ADVISED!

Geldik en heyecan verici kısma! Mimar Sinan Üniversitesi'nin marka değerini ve bu serginin danışma kurulunda yer alan isimleri gözünüzün önüne getirin. Sonra da bu ekibin düzenlediği Mimar Sinan Sergisi'nde "Fotoğraflarla Mimar Sinan" adlı bölümün nasıl olabileceğini hayal edin. Acaba başarılı bir fotoğrafçıya çektirilmiş yüzlerce yeni kare mi göreceğiz? Dronelar kullanılarak daha önce hiç çekilmemiş açılardan Sinan eserlerinin hava fotoğraflarını, çatı örtülerini ve kentle ilişkilerini mi izleyeceğiz acaba? Ya da Vakıfların, Encümen'in ve Avrupa kütüphanelerinin arşivlerinde yapılan titiz bir tarama ile 19.yy'dan karelerle İstanbul'un imar faaliyetleri kapsamında yıkılıp günümüze ulaşmamış Sinan yapılarının resimleri mi karşılayacak bizi? Veya günümüze ulaşmış bütün eserlerinden sadece 1'er seçme karenin oluşturduğu eksiksiz bir "Günümüze ulaşan Sinan" çalışması mı göreceğiz, bir harita eşliğinde? Bunun yerine serginin küratörleri (!) hepimizin hayal gücünü aşacak bir yöntem izlemiş ve bize Mimar Sinan'ı 10 eser ve 19 adet resimle anlatmayı seçmişler. İşte bu rafine seçmenin içeriği:

 

1- Su kemerleri : 2 eser, 3 fotoğraf.
2- Köprüler : 2 eser, 4 fotoğraf.
3- 4 Dayanaklı Yapılar : 2 eser, 4 fotoğraf
4- 6 Dayanaklı Yapılar : 2 eser, 4 fotoğraf
5- 8 Dayanaklı Yapılar : 2 eser, 4 fotoğraf

 

Bu arada, sergi formatı gereği her bölümün adı, bölümün başlık panosunda 3 kere yazıyor. Birinci olarak dev puntolarla panonun ön yüzünde en üstte; ikinci olarak panonun yine ön yüzünde altta lejant üzerinde; üçüncü olarak ise panonun arka yüzeyinde, panoyu niteleyen bir görsel eşliğinde. Bu bölüme baktığımızda, başlıkta FOTOĞRAFLARLA MİMAR SİNAN olan bölüm adının pano ön yüzünde alt lejantta KÜLTÜREL ETKİLEŞİMLER, panonun arka yüzünde ise MİMAR SİNAN SÖZLÜĞÜ olarak yazıldığını görüyoruz. Anlaşılan birilerinin kafası fena halde karışmış! Zaten gerek Tamirhane Mimarlık'ın yayınlanan projesinde, gerekse de serginin kendi web sitesinde FOTOĞRAFLARLA MİMAR SİNAN diye bir bölüm bulunmuyor. Bütün bu absürtlükler bu bölümün sergi açılışına bir gün kala boş kalan bu köşenin yeni bir başlık uydurularak elde kalan fotoğraflarla kes yapıştır usulü hazırlandığını düşündürüyor. Sergiyi düzenleyenlerin başka bir açıklamaları varsa duymak isterim!

 


İşte bütün Sinan eserlerini 19 adet fotoğrafla anlatmayı deneyen cüretkar proje!

 


Sinan'ın köprüleri daha sade anlatılamazdı...

 


Standın arka yüzünde adı yanlış yazılmış. "Mimar Sinan sözlüğü" diyor...

 


Standın İngilizce rehberi: tek sayfa ve başlıktan ibaret!

 


Bu da rehberin arkası. "Yeterince baktıysanız yerine koyun, başkaları da baksın" diyor...

 

6- "BURASI BOŞ KALDI AMA BİZ ÇAKTIRMADIK!"

Serginin kurgusu gereği, Tophane-i Amire binasının her yan tonozunun tanımladığı alana bir sergi adacığı yerleştirilmiş. Ne var ki bu adacıklardan, girişte verilen sergi broşüründe G- HARİTALARDA VE SİLÜETLERDE MİMAR SİNAN olarak adlandırılan bölüm belli ki yetişmemiş ve iki adet yansıtma perdesi kullanılarak bu boşluk perdelenmeye çalışılmış. Önden yapılan perdeleme yanlarda ihmal edilince ortaya bu manzara çıkmış:

 


Ev tipi hoparlörlerden yükselen boğuk sesi anlamak imkansız ama olsun fonda klasik türk müziği var. Sinan'la ilgili bir şeyler olsa gerek...

 


Perdelerin önden görünüşü. Sağdaki görüntünün aynısını zoom yapıp sola vermişler. Çok sanatsal duruyor!

 

7- İLGİNÇ BİLGİLER!

Serginin "Hassa Mimarlar Ocağı Düzeni" isimli standında boş kalan bir panoyu doldurmak üzere, standın konusuyla hiçbir alakası olmayan böyle bir içerikle karşılaşıyoruz. "Ya sabır" deyip okumaya başlıyoruz neymiş bu ilginç bilgiler diye:

 

-Le Corbusier Selimiye'yi çok beğenmiş...
-Bir romanda Mimar Sinan'ın Mihrimah Sultan'a aşık olduğu yazıyormuş.
-Lütfi Paşa bir hayat kadınına sünnet cezası verdiği için vezirlikten azledilmiş. Sinan da bu olayın şahitlerindenmiş...

 

Şimdi de favorim geliyor:
-Selimiye Cami, Avrupa'dan gelenlerin İstanbul'a gelirken gördükleri ilk, dönerken gördükleri son Selatin camisi imiş!


Hmm... Gerçekten ilginç... Burası Mimar Sinan Sergisi mi yoksa ben Hürriyet Pazar ekini okurken uyuyakaldım da rüya mı görüyorum?

 


Birbirinden ilginç bilgiler bizi hayretin doruklarına ulaştıracak

 

8- MİMAR SİNAN İMZALI FAKAT ONA AİT OLMAYAN SÖZ

Sergide Mimar Sinan'dan tek bir alıntı yapılmış. O da gerçekte Sinan'a ait olmayan bir söz! İfade şu şekilde: "Kalfalığımızı İstanbul'daki Şehzade Camii'nde icra ettim. Amma cümle makdurumu bu Selim Han Camii'ne sarf idüb, yeditulamı ayan ve beyan eyledim." Bu sözün esasında Sinan'a ait olmadığını serginin danışmanlarından Gülru Necipoğlu verdiği bir röportajda kendisi de söylemişti zamanında: "(...) Evet, böyle bir şey yok. Bu kanı Evliya Çelebi'nin Edirne Selimiye Camii tarifinden kaynaklanıyor; sözde bunu babasından duymuş. Sinan'ın kendi dilinden şair-nakkaş Mustafa Sai'ye yazdırdığı otobiyografilerinde böyle bir düşünceye rastlanmıyor. Olamaz da. Baş mimar olarak atanan biri yaptığı esere bu benim çıraklık ve kalfalık eserim demez, zaten usta bir mimar olmuştur o. Ama bu söylem bir kere kitaplara yazıldığı için sorgulanmadan tekrarlanagelmiş."*

 

Kısacası bilenler bilir. Bu söz Sinan'a ait birincil hiçbir kaynakta geçmez, Evliya Çelebi'nin yakıştırmasıdır. Bunu serginin danışmanlarından Gülru Necipoğlu da biliyor, söylüyor. Bu durumda Mimar Sinan sergisinde ondan yapılan tek alıntıyı yanlış seçme başarısı nasıl gösterilebiliyor?

 


Sergideki tek Mimar Sinan alıntısı ona ait değil!

 

9- DİJİTAL ARAYÜZLERİN İÇERİK SORUNU

Sergide teknolojik imkanlar kullanılmaya çalışılmış. Bu iyi niyetli çaba tabii ki takdire şayan. Ne var ki, cihazlara özel içerik hazırlamadıktan sonra masalara dokunmatik ekranlar ve Ipad'ler serpiştirmekle, kubbeye projeksiyon yapacak özel ekipmanları getirip kurmakla iş çözülmüyor. Ipad'ler var, fakat içlerine yüklenmiş olan sunumların bir kısmı spiral ciltler halinde de masalarda bulunuyor. Mesela bir doktora tezi hem spiralli olarak masaya konulmuş, hem de taratılıp Ipad'lere sunum olarak yüklenmiş. Tezkiret'ül Bünyan adlı eser de aynı şekilde spiralli ve dokunmatik ekran versiyonları ile ziyaretçiye sunulmuş! Sinan'ın camilerini İstanbul haritası üzerinde gösteren bir diğer Ipad uygulaması ise demo versiyon gibi. Birçok esere tıklandığında, eserle ilgili bilgilerde adı ya da tarihi karşısında X işareti yer alıyor. Kısacası çağdaş sergileme yöntemlerini sonuna kadar kullanmış gibi görünen bu serginin büyüsü içeriklere bakmaya kalktığınız anda kayboluyor.

 

Bir televizyon ekranında art arda röportajlar dönüyor. Mimar Sinan ve eserleri hakkında konuşanların bir kısmını tanıyorum; ama bir kısmını da tanımıyorum. Hiçbirisinin ismi röportajın ne başında ne de sonunda ekranda çıkmıyor. İyi de kim bu konuşanlar, ünvanları nedir diye sormak ziyaretçilerin hakkı değil mi? Kaldı ki çok ünlü kişiler bile olsalar, onlara saygının gereği değil midir ismini, ünvanını yazmak?

 


Keşke değerli hocalarımızın isimleri ve ünvanları da yazılsaydı...

 

Tek kubbeli yapının kubbesine yapılan yansıtma akıllardan çıkmayacak bir gösteri olabilecekken, yine prodüksiyon sorunu neticesinde hayal kırıklığı uyandıran bir girişim olmuş. Kubbeye yansıtılan animasyon 3 dakika 40 saniye sürüyor. 40 saniyesinde Selimiye'nin kubbe tezyinatını görüyoruz. Geri kalan 3 dakika boyunca kubbede dönen noktalar ve çizgiler hiçbir sanatsal değer içermiyor. 3 dakika noktalar dans ediyor, 40 saniye Selimiye kubbesi görünüyor. Bu mudur?

 

10- GÖZÜMÜZE SOKULAN SPONSORLUKLAR

Bu muhteşem sergiyi borçlu olduğumuz sevgili sponsorlarımız şirin köşelerden el sallamaya devam ediyorlar! Bu köşede "5 Centuries Later 4 Seasons in Istanbul from Sinan's Minarets" adlı gerçekten de kaliteli bir yapım var. Sinan'ın minarelerinden 4 mevsim İstanbul'u 16 dakika boyunca seyredebiliyoruz. Ne var ki sponsorların kendilerini ortaya koyuş biçimleri rahatsız edici. Bu güzel yapıma sponsor olan firmalar, bunu ifade etmenin daha görgülü bir yolunu bulsalarmış keşke. Burası bir tekno marketin TV teşhir kısmı değil; bir sergi alanı...

 


Sergi boyunca reklama doyamadık!

 

YURT DIŞINA GİDECEKMİŞ!

www.mimarsinansergi.com'da bir ifade var ki tüylerimi diken diken etti: "Mimar Sinan ve Mimari Dehanın Şaheserleri" sergisi İstanbul'dan sonra dünyanın başka önemli kentlerinde de sergilenmek üzere yola çıkacaktır. Serginin bu seyahati kuşkusuz uzun bir süre Türkiye ve değerlerinin konuşulmasına sebebiyet verecek, uluslararası alanda birçok mimar ve mimar adayına esin kaynağı olacaktır."

 

Sergiyi düzenleyen kurumlara, kişilere buradan rica ediyorum: Bu sergiyi bu haliyle yurt dışına yollamak sadece kötü bir fikir olabilir. Böyle bir niyetiniz varsa lütfen vazgeçin. Lütfen!

 

NETİCE

Bu sergi saygıdeğer kurumları ve insanları bir araya getiren iyi niyetli bir çabanın ürünü olabilir. Ama ne yazık ki iyi niyet her zaman yeterli olmuyor. Serginin künyesine ve yapılmak istenen şeye bakılınca ortaya neden böyle kötü bir netice çıktığını anlamak mümkün değil. Bir yerlerde bir şeyler yanlış gitmiş belli ki... Tamirhane Mimarlık'ın Arkitera'da yayınlanan planını, www.mimarsinansergi.com'da "sergi bölümleri" olarak halen yayında olan başlıkları, sergi girişinde verilen krokiyi ve serginin mevcut içeriğini karşılaştırınca 4 defa tepetaklak olmuş bir içerikle karşı karşıya olduğumuz çok net ortaya çıkıyor. Bazı başlıklar değişmiş, bir kısmı iptal olmuş, daha önce planlanmamış bazı bölümler adeta yetişmeyen içeriklerin yerini çaktırmadan doldurmak üzere alelacele hazırlanmış gibi duruyor.

 

Mekan çok uygun, künye adeta yıldızlar geçidi, serginin iç mimari tasarımı kaliteli, ayrılan bütçe belli ki az değil, sponsorlar şahane... Ne var ki bu bir sergi ve içerik bu denli özensiz ve yetersiz olduktan sonra bunların hiçbirisi durumu kurtarmaya yetmiyor.

 

Netice hem Mimar Sinan'ın kendisine, hem Mimar Sinan Üniversitesi'ne, hem künyede yer alan değerli hocaların isimlerine, hem de bütün ziyaretçilere büyük bir haksızlık olmuş.

 

Arkitera, Yazı: Mehmet Berksan, 04.05.2015

VAN GOGH'UN KAYIP TABLOSU MU?

 

 

Tokat'ta geçen Mart ayında, polis tarafından ele geçirilen Hollandalı ünlü ressam Vincent Van Gogh'un kayıp olduğu sanılan tablosu Sulusokak'ta bulunan müzede üst düzey güvenlikle korunuyor.

Vincent Van Gogh'un kayıp olduğu sanılan 'yetim adam' adlı eserleri arasında yer alan 'Van Gogh ihtiyar bir sopayla' adlı eserden görüntü çekilmesine ve bulunduğu depoya girilmesine izin verilmiyor. Tokat Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen soruşturma kapsamında, müzeye teslim edilen tablo depo içerisinde yer alan özel bir dolap içerisinde korunuyor. Mühürlü dolap, 24 saat güvenlik kamerasıyla izleniyor.

"ORİJİNAL ÇIKSIN' DİYE DUA EDİYORUZ"

İl Kültür ve Turizm Müdürü Abdurrahman Akyüz, Bakanlıktan gelecek olan bilirkişi heyetinin gelerek tabloyu inceleyeceğini söyledi. Tablonun güvenliğinin önemli olduğunu belirten Akyüz, "Biz de 7-24 üst düzey bir güvenlik var. Tablo emin ellerde, orijinal çıksın diye dua ediyoruz. Tokat'ın tanımı için önemli" dedi.

Tablonun gerçek olup olmadığı ile ilgili ise Akyüz, "Mona Lisa dahil tüm eserlerin orijinaline yakın kopyaları vardır. Ama hiç bir eser orijinali kadar kıymetli değildir. Yani birebir yapılmış bir tablo da olabilir ama Van Gogh'un yapmış olduğu tablo gibi görünüyor görüntü olarak" diye konuştu.

Milliyet, 04.05.2015

PİŞMİŞ TOPRAKTAN OLUŞAN TERRACOTTA ORDUSU GENİŞLİYOR

 

 

Çin’in ünlü pişmiş topraktan oluşan ve ‘Terracotta Savaşcıları’ olarak adlandırılan ordusu genişliyor. Antik başkentte bulunan gömü alanında yapılan yeni kazılarda, 1500 tane daha gerçek ölçekli kil figürün ortaya çıkacağı tahmin ediliyor.

 

Geçtiğimiz günlerde yeniden başlayan kazılar MÖ 221 yılında yönetime gelen Çin’in ilk imparatoru olan Qinshihuang’ a ait yeraltı mezarında 200 metre derinlikte gerçekleşiyor. Çukurda 1400 adet kil figür, atlar ve 89 adet at arabasının çıkacağı tahmin edildiğini söyleyen Arkeolog Yuan Zhongyi,  eserler üstlerindeki boyamaların da nispeten iyi korunmuş vaziyette olduğunu belirtti.

 

 

2 numaralı olarak adlandırılan çukur, yüzü yeşile boyanmış nadir bir örneğin de içinde bulunduğu, renkli boyalarla boyanmış birçok savaşçı ile ünlenmişti. Buradan yola çıkarak savaşçıların yüzlerini boyadığı görüşü ağırlık kazanmıştı.

 

Kuzeybatı Çin’de Shaanxi şehrinde bulunan ve 56 kilometrekarelik bir alan kaplayan Qinshihuang’ın anıt mezarı, dünyada bilinen en büyük yer altı mezarı olma özelliğini taşıyor. 1974 yılında burada yapılan kazılarda gerçek boyutlarında 7.000’den fazla terrakota savaşçıdan ve atlardan oluşan ordu bulundu.

arkeolojihaber.net, Kaynak: news.com.au, 04.05.2015

BAŞKAN ÖZDEMİR "TARİHİ SEPTİMUS SEVERUS KÖPRÜSÜ TURİZME KAZANDIRILIYOR"

 

 

Tarihi Septimius Severus Köprüsü'nde incelemelerde bulunan Araban Belediye Başkanı Mehmet Özdemir, tarihi köprüde restorasyon çalışması başlatılarak tarih turizmine kazandırılacağı açıklamasını yaptı.


Araban Belediye Başkanı Mehmet Özdemir tarihi Septimius Severus köprüsünün bulunduğu bölgede gazetecilere açıklamalarda bulundu. Özdemir, Karayolları Genel Müdürlüğü tarafından restorasyon ve çevre düzenlemesi yapılacak olan tarihi Septimius Severus Köprüsünün yıkılan gözlerinin yeniden yapılması için ayak yerlerinin proje aşamasında olduğunu ve sağlam olan tek gözünde de restorasyon çalışması başlatılması için Gaziantep Valiliği Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu kararının çıktığını en kısa zamanda restorasyon çalışması başlatılacağını söyledi.


Başkanı Özdemir bölgenin ve köprünün tarihi hakkında şu bilgileri verdi, ’’Hitit, Kilikia, Urartu, Memluk ve Osmanlı’nın yanı sıra daha pek çok kültürden izler taşıyan Gaziantep bölgesi, zengin tarihi eserleriyle önemli bir turizm merkezidir. Dünyanın en eski yerleşim yerlerinden olan Gaziantep, özellikle Araban İlçesinin sınırlarında yer alan Raban (Kale-i Zerrin) Kalesi, Çiftekoz kırsal mahallesi sınırları içerisinde geçen Fırat Nehri kıyısındaki Kaya Mezarları, Elif, Hisar ve Hasanoğlu kırsal mahallelerindeki Roma dönemine ait görkemli Anıt Mezarlarının yanı sıra ilçeye bağlı Gümüşpınar sınırları içerisinde geçen Karasu Çayı üzerine kurulu olan Roma dönemine ait bölge halkı tarafından kırık köprü olarak bilinen Septimius Severus Köprüsü’yle de tanınıyor.
Araban Ovası’nın ortasında yer alan Araban İlçesinin doğusundaki Gümüşpınar kırsal mahallesi sınırlarında geçen Karasu, Sıtma Pınar çayı üzerinde konumlanan köprünün günümüzde sadece bir gözü ve 3 kemeri ayakta kalan yapı, 4. Scythica Lejyonu tarafından inşa edilen tarihi Septimius Severus Köprüsü Roma dönemine tarihlendiriliyor. Bizans İmparatorluğu’nun Ortadoğu’ya ulaşımını sağlayan güzergah üzerindeki önemli geçitlerden biri olan köprünün bir kısmı zamanın ve doğanın meydana getirdiği yıpratıcı etkileri sonucu yıkılmış. Kesme ve moloz taş kullanılarak inşa edilen tarihi Septimius Severus Köprüsü, Roma döneminin mimari özelliklerini ön plana çıkartan bir yapıdır.


Bakımsızlıktan güçlükle ayakta durabilen köprünün koruma altına alınıp restorasyon ve çevre düzenlemesi çalışması yapılarak çökme tehlikesi ile karşı karşıya olan köprünün kurtarılması için AKP Gaziantep Milletvekili Mehmet Erdoğan’ın 6 yıldan beri gösterdiği yoğun çabalar sonunda koruma altına alınarak proje çalışması da tamamlanan tarihi köprüde en kısa zamanda başlatılacak olan restorasyon ve çevre düzenlemesi çalışmalarının tamamlanmasıyla bölgedeki çökme tehlikesiyle karşı karşıya olan önemli bir tarihi eserin deha kurtarılarak tarih turizmine kazandırılacağını belirten Başkan Özdemir AKP Gaziantep Milletvekili Mehmet Erdoğan’ın Araban İlçesi'ndeki yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olan tüm tarihi eserlerde restorasyon ve çevre düzenlemesi çalışması yaptırılıp çökme tehlikesinden kurtarılması için gösterdiği yoğun çaba ve ilgi için şahsım ve bölge halkı adına sayın milletvekilimiz Mehmet Erdoğan’a teşekkür ederim’’dedi.


Başkan Özdemir, tarihi Septimius Severus Köprüsü’nün tarihini şöyle açıkladı; Roma İmparatoru Septimius Severus zamanında Samsat’ta karargah kuran 4. Scythica Lejyonu tarafından yaptırılan köprüde yer alan sütunlardan biri İmparator Septimius Severus’a, biri karısı julia Domna’ya ve diğeri oğulları Geta ve Caracalla’ya adanmıştı. Geta’nın adına dikilen sütun kendisini öldüren kardeşi Caracalla tarafından kaldırılmıştır.


Elif, Hisar ve Hasanoğlu kırsal mahallelerindeki tarihi Anıt Mezarlara 8-9 kilometre mesafede bulunan tarihi köprüye kuzey yönünde ilerleyerek ulaşabilinir. Köprü, Gümüşpınar kırsal mahallesinin 5 kilometre güneyindeki Karasu, Sıtma Pınar Çayı’nın üzerinde kurulmuştur.
4. Scythica Lejyonu tarafından inşa edilen köprü, antik dönemlerde Dülük ve Zeugma’dan Samsat’a uzanan yol üzerinde önemli bir geçittir. Kesme taş bloklardan inşa edilen köprünün uzunluğu 30 metre, yüksekliği 8 metredir’’ diye konuştu.

Milliyet, 04.05.2015

MERSİN'İN 'AYASOFYA'SI ZİYARETE HAZIR

 

 

UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi'nde yer alan Alahan Manastırı, iki yıl süren restorasyon çalışmalarının ardından turizme hazır duruma getirildi.

 

Milattan sonra 440-442'de yapıldığı sanılan manastır, biri yıkılmış iki kilise, kayalara oyulmuş keşiş odaları ve mezarlardan oluşuyor. Günümüze kadar gelen kilisesi, Ayasofya Müzesiyle benzer mimarisi, taş işçiliği ve süslemeleriyle de dikkati çekiyor.

 

Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi'nde, ''Ustasının elinden yeni çıkmış gibi duruyor'' sözleriyle tanımladığı manastırda başlatılan restorasyon çalışmaları tamamlandı.

 

İl Kültür ve Turizm Müdürü Bahaettin Kabahasanoğlu, AA muhabirine, titizlikle yürütülen çalışmalarda 1 milyon 497 bin 296 lira harcandığını vurguladı. Kabahasanoğlu, manastırın yenileme ve çevre düzenlemesi kapsamında, doğu ve batı kilise duvarlarının güçlendirildiğini, derzlerin ve duvar resimlerinin onarımının yapıldığını söyledi. 

 

Doğu kiliseye koruyucu çatı takıldığını ve turistlerin rahat gezebilmesi için ahşap yürüyüş yolları ve çelik merdivenler eklendiğini belirten Kabahasanoğlu, Alahan Manastırı'nın, Hıristiyanların hacı" olduğu merkezler arasında yer aldığına dikkati çekti. Kabahasanoğlu, "Burası hem mimari açıdan hem de Hıristiyanlığın geçiş yolu olarak önem taşıyor. Burada yetiştirilen rahipler ve papazlar, Anadolu'ya ve diğer ülkelere gönderilmiş" dedi.

 

Restorasyon çalışmalarının ardından manastıra gelen yerli ve yabancı turist sayısında artış beklediklerini ifade eden Kabahasanoğlu, "Buraya daha önce yılda 10 bin ziyaretçi gelirken bundan sonra bu sayının 50 binin üzerine çıkmasını bekliyoruz. Ziyarete gelenler burayı daha rahat gezebilecek ve detaylı bilgi sahibi olacak. Tarsus'taki St. Paul Müzesi ve Kilisesi ile Silifke'deki Ayatekla Kilisesi'ne ek olarak Alahan Manastırı'nın ziyarete açılması, kentin inanç turizmi potansiyelini artıracak" şeklinde konuştu.  

Anadolu Ajansı, Haber: Derviş Çözmez, 04.05.2015

HATAY ARKEOLOJİ MÜZESİ'NDE RESTORASYON SKANDALI

 

Dünya’nın ikinci büyük mozaik sergileme alanı olan yeni Hatay Arkeoloji Müzesi’ndeki mozaiklerin, yeni müzeye taşınma sırasında bir restorasyon skandalına kurban gittiği ortaya çıktı. Bakanlık devam eden restorasyonları durdurarak, bir kurul kurarak inceleme başlattı.

 

 

arkeofili.com’un haberine göre; Yerel mozaik ustası Mehmet Daşkapan’ın 16 Nisan'da Antakya Gazetesi’ne yaptığı açıklamalardan sonra mozaiklerin eski müzedeki ve yeni müzedeki halleri arasında ciddi farklılıklar olduğunu ortaya çıkardı. Birçok eserin yanlış restore edildiği fark edildi.

 


Solda eski orijinal hali, sağda yeni hali görülüyor. Fotoğraf: Ayhan Kara

 

TURİZM BAKANLIĞI İNCELEME BAŞLATTI

Daşkapan’ın açıklamaları üzerine Turizm Bakanlığı bir komisyon kurdu ve araştırma başlattı. Yapılan ilk incelemelerin ardından da, müzede devam eden restorasyonlar tamamen iptal edildi.

Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdür Yardımcısı Mustafa Bozdemir’in yazılı açıklaması şöyle:

 

“Hatay Yeni Arkeoloji Müzesi’nde yer alan bazı Roma Dönemi mozaiklerinde yaşanan restorasyon hataları olduğunu iddia edilen gazete haberleri üzerine, söz konusu Müzede restorasyon yapılarak sergilenen mozaik çalışmalarını incelemek üzere, Bakanlığımız Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nce, mozaik konusunda uzmanlardan oluşan bir Komisyon kurulmuştur. Kamuoyunca herhangi bir yanlış algılamaya mahal verilmemek açısından, Komisyon tarafından gerekli araştırma ve inceleme çalışmaları tamamlandıktan sonra, konuyla ilgili bilgilendirme ayrıca yapılacaktır.”

 


Solda eski orijinal hali, sağda yeni hali görülüyor. fotoğraf: Ayhan Kara

 

KARİKATÜR HALİNE GETİRMİŞLER

Daşkapan: “Roma Dönemi’nin görkemli zamanlarını resmeden mozaikleri resmen karikatür haline getirmişler, hele ki bazıları orijinal halinden çok şey kaybetmiş, değerinden çok şey yitirmiş” açıklamalarını yapmıştı.

 

1700 ESER SERGİLENECEKTİ
Eşsiz Roma dönemi mozaiklerinin sergilendiği müze, Başbakan Davutoğlu’nın da katıldığı bir törenle açılmıştı. 55.000 metrekare alan üzerine kurulu, 52 milyon TL maliyetli müzede 1700 eserin sergileneceği bildirilmişti. Müzenin en gözde eseri olarak ise Tell Tayinat’ta bulunan Şuppiluliuma heykeli kabul ediliyor.

Hürriyet, 04.05.2015

 

******


HATAY'DA 'BOTOKSLU MOZAİK' SORUŞTURMASI BAŞLATILDI

 

 

Hatay Valisi Ercan Topaca, Hatay Arkeoloji Müzesi'ndeki bazı mozaik eserlerin yanlış restorasyonuyla ilgili sorumluluğu olan ve işin bu noktaya gelmesinde ihmali olan kişilerle ilgili soruşturma başlatıldığını söyledi. Topaca, açıklamada, 31 Mart'ta, eserlerin yeni Hatay Arkeoloji Müzesi'ne taşınması sırasında, mozaik eserlerin yanlış montajlandığını tespit ettiklerini ve durumu Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bildirdiklerini kaydetti. Mozaiklerin olduğu bölüm ziyaretçilere kapatıldı.

 

MONTAJ DURDURULDU 

Bakanlıktan gelen uzmanların, bir firma tarafından yapılan montaj işlemini durdurduğunu ifade eden Topaca, şunları söyledi:''Burada önemli olan, bu eserlerin aslına uygun bir şekilde yeni müzede montajının yapılmasıdır. Bu işi üstelenen firma, daha önce Gaziantep'te Zeugma Müzesi de dahil olmak üzere restorasyon yapan tecrübeli bir firma. Ancak, buradaki montaj sırasında bazı hataların yapıldığını gördük ve çalışmayı aslında 31 Mart'tan önce durdurmuştuk. 31 Mart itibariyle de resmen durduruldu. Şimdi bu 'hatalı montaj nasıl düzeltilir' öncelikle onun arayışı içerisindeyiz. Daha yapılacak çok sayıda nakil ve montaj işlemimiz var. Onların da düzgün bir şekilde yapılması önemli. Bu çerçevede bakanlıkla görüşerek, tedbir aldık."

 

'UZMAN SIKINTISI VAR'

Sorunların yaşandığı dönemde bu işin kontrolörlüğünü üstlenen Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü Rölöve ve Anıtlar Müdürülüğü'nde, bu işin düzgün bir şekilde yapılmasını kontrol edecek eleman konusunda bazı sıkıntılar olduğunu gördüklerini de ifade eden Vali Topaca, şöyle devam etti:"Kültür ve Turizm Bakanlığımıza bu konu intikal ettirildi. Başka illerden bu işin kontrolörlüğünü yapabilecek yeterli deneyime sahip teknik elemanların görevlendirilmesinden sonra hem tam olarak aslına uygun şekilde montajı yapılmamış eserlerin düzeltilmesi hem de yeni taşıma işlemi veya sergi salonlarında montaj işleminin yapılması üzerinde çalışmalar devam edecek. Burada sorumluluğu olan, bu işin bu noktaya gelmesinde ihmali olan kişiler var mıdır yok mudur? Şu an itibariyle böyle bir şeyi söylemek için çok erken ama ben bu konuda bir soruşturma başlattım.''

 

 

Vali Ercan Topaca, yapılacak soruşturmada kontrol fonksiyonunun tam olarak yapılıp yapılmadığını, görevlilerin ihmali olup olmadığı hakkında hukuki anlamda tespitler yapılarak, sorumluluğu olanlarla ilgili yasal süreci başlattıklarını kaydetti.

 

ZİYARETE KAPATILDI 

Dünya’nın ikinci büyük mozaik sergileme alanı olan yeni Hatay Arkeoloji Müzesi’ndeki mozaiklerin, yeni müzeye taşınma sırasında restorasyon skandalına kurban gitmesi sonucu soruşturma başlatıldı ve mozaiklerin olduğu bölüm ziyaretçilere kapatıldı. Yaklaşık 35 bin tarihi esere sahip mevcut müze binasının yetersiz olması nedeniyle Hatay-Reyhanlı Karayolu üzerinde 2011 yılında 53 bin 500 metrekarelik bir alana temeli atılan Hatayarkeoloji Müzesi, geçen yıl tamamlandı ve eski müzedeki eserler yeni binaya taşınmaya başladı. Bodrum+zemin+1 kat, 4 kısım ve 16 bloktan oluşan müzenin ilk etabı ise 28 Aralık 2014'te Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından açıldı. Roma dönemine ait mozaikler tüm olarak taşınamayacağı için parçalara ayrılarak taşındığı yeni binada uzman bir firma tarafından yapılan restorasyonla tekrar birleştirildi, ancak henüz tamamlanmayan restorasyon sırasında birçok eserde ciddi hatalar yapıldığı iddia edilince sosyal medyada da 'botokslu mozaikler' diye espriler yapılmaya başlandı. Restorasyonu yapan firma yetkilileri ise, çalışmaların henüz bitmediğini, ayrıca basına yansıtılan fotoğraflarda foto-montaj ile tahrifat yapıldığını öne sürdü. İddiaların basına yansımasının ardından Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca inceleme başlatıldı.

 

ZİYARETÇİ ALINMIYOR

6 bin metrekare mozaik sergi alanına sahip olması nedeniyle 5 bin metrekare taban mozaiğine sahip Tunus Bardo Müzesi'nin elinden dünyanın en büyük müzesi unvanını alan ve aynı anda 800 kişinin ziyaret edebildiği Hatay Arkeoloji Müzesi'ni bugün ziyarete gidenler, hatalı olduğu iddia edilen mozaiklerin sergilendiği bölüme 'Ziyaretçilere kapatıldı' denilerek alınmadı.

 

İDDİA SAHİBİ KONUŞTU

Mozaiklerin restorasyonundaki hataları bir internet sitesinde gündeme getiren taş ustası Mehmet Daşkapan, dünyanın en büyük mozaik müzesinin nasıl olduğunu görmek için açıldıktan sonra büyük bir heyecanla Hatay Arkeoloji Müzesi'ne gittiğini söyledi. İçeri girdiğinde karşılaştığı manzara karşısında şoke olduğunu belirten Daşkapan şunları söyledi: "Restorasyonu yapılan mozaikler sanki yanlış estetik ameliyat yaptıran ve yüzü değişen bir şey gibiydi. İnanılmaz bir restorasyon hatası var ve bu olay şu anda gündeme oturdu. Benden bu fotoğraflar istendi ve müzede çekim yapıldı. Gösterdiğim en az 10-15 tane mozaik, ciddi bir hatalı restorasyondan geçmiş ve mozaiklerin yüz kısımları maalesef karikatüre dönüştürülmüş durumda. Burada yapılan çok üzücü bir olay ve inşallah gereği yapılır."

 

 

ESKİ FOTOĞRAFLARA BAKMADILAR MI?

Restorasyonun bir tarihi eseri olduğu gibi korumak açısından dünyanın en önemli işlerinden biri olduğunu ve herkesin restorasyonu yapamayacağını ifade eden Daşkapan, şöyle devam etti: "Bu çok önemli bir şey ama gelin görün ki Hatay Arkeoloji Müzesi'nde hatalı restorasyon olmuş. Bire bir yapmak lazım bunu. Kaldı ki yüksek çözünürlüklü fotoğraflar, videolar eski müzede var ve her şey ortada. Bu restorasyonu yapan arkadaşlar bunlara hiç bakmadılar mı? Bunları denetleyen yok mu? Bu işin asıl acı kısmı bu. İnşallah düzeltilecek. Bakanlık olaya el koydu.Antakya mozaikleri Avrupa ve Amerika'da 17 müzede sergileniyor. Fransa'da bulunan dünyanın en önemli müzesinde Antakya'dan çıkartılan ve dünyanın en güzel 5 mozaiğinden biri sayılan 'Paris'in yargısı' mozaiği orada sergileniyor. Bu mozaikler her 5-10 yılda bir restorasyon görüyor. O restorasyonlar bir ince damar ameliyatı yapan doktor hassasiyeti ile yapılıyor. Nasıl hastayı yatırır ameliyat edersiniz o şekilde yapıyorlar restorasyonu. Ama bizde öyle değil. Bir taş yerinden kopsa, onun yerine şunu da koysak olur mantığı var. Bu olmaz işte. Bizdeki hata bu. Ama inşallah düzeltilecek."

 

'TAŞ USTASI DAHA İYİ YAPAR'

Hatay'ın İskenderun İlçesi'nde gelişmelerle ilgili açıklama yapan MHP Hatay Milletvekili Adnan Şefik Çirkin de, mozaiklerin restorasyonunda hata yapılmasına çok sert tepki gösterdi. Olayı arkeolojik facia olarak değerlendiren Çirkin, "Kör müsünüz, görmüyor musunuz? Yani bunu Antakyalı taş ustalarına verseniz bundan iyi yapar. Zaten bu kusuru da ortaya çıkaran Antakyalı bir taş ustası kardeşimizdir. Hiç mi bakmadınız? Bu arkeoloji müdürü ne iş yapar? Kültür ve Turizm Bakanı ne iş yapar? Bu bizim taş ustaları daha iyi yapardı" diye konuştu.

 

BİLİMSEL OLMALI

Bu arada, mozaiklerle ilgili daha önceki restorasyonlarda vernik kullanıldığı ve parlaklık sağlandığı, bunun bilimsel olmadığı, son restorasyonda bunlar silindiği için önceki montaj ile arasında farklılık doğduğu da belirtildi.

Radikal, 05.05.2015

 

******


TARİHİ MOZAİKLER YANLIŞ RESTORE EDİLDİ İDDİASI

 

 

Hatay Valisi Ercan Topaca, Hatay Arkeoloji Müzesi'ndeki bazı mozaik eserlerin yanlış restorasyonuyla ilgili sorumluluğu olan ve işin bu noktaya gelmesinde ihmali olan kişilerle ilgili soruşturma başlatıldığını söyledi.

Topaca, AA muhabirine yaptığı açıklamada, 31 Mart'ta, eserlerin yeni Hatay Arkeoloji Müzesi'ne taşınması sırasında, mozaik eserlerin yanlış montajlandığını tespit ettiklerini ve durumu Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bildirdiklerini kaydetti.

Bakanlıktan gelen uzmanların, bir firma tarafından yapılan montaj işlemini durdurduğunu ifade eden Topaca, şunları söyledi:
''Burada önemli olan, bu eserlerin aslına uygun bir şekilde yeni müzede montajının yapılmasıdır. Bu işi üstelenen firma, daha önce Gaziantep'te Zeugma Müzesi de dahil olmak üzere restorasyon yapan tecrübeli bir firma. Ancak, buradaki montaj sırasında bazı hataların yapıldığını gördük ve çalışmayı aslında 31 Mart'tan önce durdurmuştuk. 31 Mart itibariyle de resmen durduruldu. Şimdi bu 'hatalı montaj nasıl düzeltilir' öncelikle onun arayışı içerisindeyiz. Daha yapılacak çok sayıda nakil ve montaj işlemimiz var. Onların da düzgün bir şekilde yapılması önemli. Bu çerçevede bakanlıkla görüşerek, tedbir aldık."

Sorunların yaşandığı dönemde bu işin kontrolörlüğünü üstlenen Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü Rölöve ve Anıtlar Müdürülüğü'nde, bu işin düzgün bir şekilde yapılmasını kontrol edecek eleman konusunda bazı sıkıntılar olduğunu gördüklerini de ifade eden Vali Topaca, şöyle devam etti:

"Kültür ve Turizm Bakanlığımıza bu konu intikal ettirildi. Başka illerden bu işin kontrolörlüğünü yapabilecek yeterli deneyime sahip teknik elemanların görevlendirilmesinden sonra hem tam olarak aslına uygun şekilde montajı yapılmamış eserlerin düzeltilmesi hem de yeni taşıma işlemi veya sergi salonlarında montaj işleminin yapılması üzerinde çalışmalar devam edecek. Burada sorumluluğu olan, bu işin bu noktaya gelmesinde ihmali olan kişiler var mıdır yok mudur? Şu an itibariyle böyle bir şeyi söylemek için çok erken ama ben bu konuda bir soruşturma başlattım.''

Vali Ercan Topaca, yapılacak soruşturmada kontrol fonksiyonunun tam olarak yapılıp yapılmadığını, görevlilerin ihmali olup olmadığı hakkında hukuki anlamda tespitler yapılarak, sorumluluğu olanlarla ilgili yasal süreci başlattıklarını kaydetti.

Hatay Arkeoloji Müzesi'nin kentin önemli değerlerinden birisi olduğunu vurgulayan Topaca, ''Bunların korunması, teşhiri, insanların bunları gelip görmesi, burada yaşamış olan medeniyetleri, kültürleri tanıması anlamında önemlidir. Tabi bundan sonraki süreçte çok sayıda mozaiğimizin, tarihi eserin aslına uygun bir şekilde müzemizde sergilenmesi ve eski müzeden yeni müzeye naklinin yapılması birinci derece öncelikli konudur'' diye konuştu.

Vali Topaca, 8-9 mozaik eserde hatalı montaj işlemi yapıldığını ve teknolojik imkanlar ve uzmanların bir araya gelmesiyle bu eserlerin hatalı montajlarının düzeltilebileceğini de belirtti.

Eski Hatay Arkeoloji Müzesi'nin 1930'larda yapıldığını dile getiren Topaca, o dönemde mozaik eserlerin beton yüzeye yapıştırıldığını ve bunun da taşınma işlemi esnasında mozaik eserlere zarar verebildiğini ifade etti.

Topaca, bu süreçten sonra hatalı montaj yapılan mozaiklerin düzeltilmesi ve çok sayıdaki tarihi eserin aslına uygun şekilde yeni müzeye taşınmasının kendileri için öncelikli konu olduğunu da sözlerine ekledi.

Habertürk, 05.05.2015

 

******


RESTORASYON KOMPLE Mİ, KOMPLO MU?

 

Hatay Müzesi'ne taşınan mozaiklerin ağzının yüzünün birbirine girdiği yeni "restore edilmiş" hallerini gördünüz muhakkak. Şimdi yukarıda Allah var. Mozaiklerin eski ve yeni halleri birbirine hiç benzemiyor değil. Meali diyebiliriz. "Üç aşağı beş yukarı aynı" bile diyebiliriz hatta.


Fakat ahali nankör anacım. İlla "Niye adam gibi restore etmediniz, niye Romalı kadının ağzı Şam'a burnu Bağdat'a bakar oldu, niye tombul bebeğin kaşı gözü oynuyor" diye eleştirecekler.
Kimisi de "Eski mozaikler çalınmış, yerlerine yenileri konmuş" teorisini ortaya attı. Bunu test etmekten kolay şey var mı? Mozaiklerdeki Romalı kadın yüzünü şu "Kaç yaşında gösteriyorum" programına koyacaksın. Öncesiyle, restorasyon sonrası aynı yaşta çıkarsa çalınmamıştır! Benim gece üçte evde makyajsız çektiğim "otoportreme" 19 yaşında dedi o program! Elimde kanıtı var. Ama bu belge ancak "postmortem" halka sunulabilir. Şu an yayınlansa sanırım bir daha televizyona çıkarmazlar, o kadar eşsiz göründüğüm bir fotoğraf. Yine de 19 dedi işte. Makyajlı ve dinlenmiş olsam belki 12 diyecekti. O bakımdan, bence mükemmel bir program. Mozaiklerde ve çamaşırlarda kullanılabilir. Bunların teknolojiyi hiç takip etmemeleri beni üzüyor.


Teknoloji bir, telekinezi iki. Bunlara dikkat! Niye? Davutoğlu başbakanlığa girişirken ilk ne dedi? Geniş çapta, komple bir "restorasyon"!


Şimdi, mozaik skandalında "restorasyon" adı altında şekil bozulması, eciş bücüşlük, flulaşma gören vatandaş ne yapacak? İster istemez, restorasyonu duyunca bilinçaltında, Türkiye'nin son dönemiyle, o mozaiklerin başına gelen arasında sembolik bir benzetme bulacak!
O mozaikleri bu hale getiren kimse, hükümete sinsi bir tuzak kurdu bence. Tabii olay süper yeteneksiz, beceriksiz ve birinin yakını diye işin teslim edildiği kimselerin eseri değilse. Ama bu hükümetin de yandaş kayıran, kadrolaşan bir hükümet olmadığı malum. (Gülecek bir şey yok, mizahçıyız diye her yazdığıma gülmeyin!)


O halde geriye tek ihtimal, benim teorim kalıyor: Maksat "restorasyon" kelimesine negatif algı yönetimi yapmak. Çarpıklaşma, bozulma kavramlarıyla özdeşleştirerek hükümeti yıpratmak! Ah Reis, gör bunları hocam. Aşırı tarafsızlık da bir yere kadar. Yazık oluyor bu partiye!
Bence mozaik operasyonuyla vatandaşa bilinçaltı mesaj veriliyor! Telekinezi bu muydu, neydi? İllüminati miydi bu? Bir şeydi. Kimsiniz oğlum siz? Bitiririz sizi!


(Son dakika notu: Az önce bir haber düştü. Mozaiklerin restore edilirken esasen çok da değişmediği, yeni fotoğrafların photoshop kullanılarak üretildiği, bir komplo yapıldığı iddia ediliyor. Canım memleketimde, komplonun şakasını yapamadan, gerçeğinden şüpheleniliyor! Ha biz işsiz kalalım, aç kalalım, tamam ya.)


Hürriyet, Yazı: Gülse Bilsel, 06.05.2015

 

******


DÜNYA GÖZÜ GİBİ BAKARKEN BİZ...

 

Hatay Arkeoloji Müzesi’ndeki Roma dönemine ait mozaiklerin restorasyonu sırasında hata yapıldığını iddia ederek gündeme gelen restorasyon taş ustası Mehmet Daşkapan, Türkiye’deki tarihi mozaiklerin restorasyonu yapılırken gerekli özenin gösterilmediğini söyledi.

 

Mozaik eserlerin restorasyonunun çok titiz bir çalışmayla yapılması gerektiğini ve ustalık isteyen bir iş olduğunu kaydeden Daşkapan, Hatay Arkeoloji Müzesi ile Fransa’daki Louvre Müzesi’nde yapılan mozaik restorasyonunu karşılaştırarak arada çok büyük fark olduğunu ifade etti.  


 

Hatay’da restorasyon yapanların, mozaiklerin yerleştirildiği alana ayaklarıyla basarak ve oturarak çalıştığının yer aldığı fotoğrafla, Fransa’daki bir müzede mozaiklerin restorasyonunu yapanların bilimsel aletlerle çalıştığının yer aldığı fotoğrafı gösteren Daşkapan, şu açıklamayı yaptı...

 

 

Yani aramızdaki fark bu, bakın Fransızlar nasıl restore ediyor, biz nasıl yapıyoruz? İkisi de Harbiye’den çıkan mozaik ama resim aradaki tüm farkı anlatıyor.

Habertürk,06.05.2015

 

******


KÜLTÜR BAKANLIĞI: BOTOKSLU MOZAİK İDDİASI GERÇEKDIŞI

 

Hatay Müzesi'ndeki mozaiklerin restorasyon sırasında tahrip edildiği ve değişime uğradığı iddiaları üzerine açıklama yapan Kültür Bakanlığı, basında yer alan fotoğrafların gerçeği yansıtmadığını bildirdi. Mozaiklerin kesinlikle değişime uğramadığını belirten Bakanlık, basın mensuplarının müzedeki söz konusu mozaikleri görüntüleyebileceğini de açıkladı.

 

Hatay Müzesindeki mozaiklerin restorasyonuyla ilgili iddialar üzerine konuyu araştıran Kültür Bakanlığı, şu açıklamada bulundu:

“Bakanlığımıza yapılan başvuru üzerine 16/02/2015 tarihinde bir ön inceleme komisyonu oluşturulmuş, ön inceleme ile bazı mozaiklerin restorasyonunda eksikliklerin tespit edilmesi üzerine 13/04/2015 tarihinde idari ve teknik inceleme başlatılmış ve teknik inceleme 27/04/2015 tarihinde tamamlanmıştır.

 

Yapılan çalışma sonucunda mozaiklerde tahribatın oluşmadığı, konservasyonun devam ettiği, basında kullanılan fotoğrafların konservasyonun ilk aşamasında çekilmiş fotoğraflar olduğu ve art niyetli kişiler tarafından fotoğrafların üzerinde oynama yapılarak kullanıldığı tespit edilmiştir.

 


Mozaiğin şu an müzede sergilenen hali

 

Hatay Mozaik Müzesinde bulunan ve restorasyonu yapılan İsis Mozaiğinde önceki dönemlerde uygulanmış olan vernik tabakası alınmış ve renklerde vernikten kaynaklanan sararma giderilmiştir. Dolayısıyla eski ve yeni fotoğraflar arasında renk farkı varmış gibi görülmektedir. Ancak işlemler tamamlandığında mozaik eski rengine tekrar kavuşacaktır.

 

Konu ile ilgili gerekli incelemeler yapılmış, Teftiş Kurulu Başkanlığına iletilmiş ve Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşarı Prof.Dr. A. Haluk Dursun tarafından bizzat yerinde incelemeler yapılmıştır.”

 

‘DOĞRUSUNU RADİKAL YAZDI’

Açıklamada, “Botokslu mozaik’ başlıklı haberlerin gerçeği yansıtmadığı öne sürülerek, “radikal.com.tr’den yapılan haberde, mozaiklerin değişime uğramadığı, fotoğrafların değiştirilerek servis edilmiş olduğu ifade edilerek haber yalanlanmıştır” denildi.

Radikal, 06.05.2015

 

******


RESTORASYONDA BOZULAN MOZAİKLERİN SON HALİ BASINA GÖSTERİLDİ

 

 

Hatay Arkeoloji Müzesi’nde yer alan başta “İsis Mozaiği” ve “Talassa Mozaiği” olmak üzere birçok eserde yanlış restorasyon çalışması yapıldığı haberleri üzerine basın mensuplarına mozaiklerin son hali gösterildi.

 

Müze yetkilileri, basına yansıyan fotoğrafların restorasyon çalışmasının başlarında çekildiğini açıkladı. Müzede haber konusu olan mozaiklerin eskisiyle aynı renk ve şekilde oldukları görüldü.

 

“MÜZE KAPALI DEĞİL”

Hatay Arkeoloji Müzesi’nde “İsis Mozaiği” ve “Talassa Mozaiği” olmak üzere birçok eserde yanlış restorasyon çalışması yapıldığı haberleri üzerine basın mensuplarına mozaiklerin son hali gösterildi.

 

Kötü niyetli kişilerin bilinçli olarak basına yanlış fotoğraf verdiğini savunan müze yetkilileri, müzenin hiçbir bölümünün ziyarete kapalı olmadığını, isteyen herkesin müzeyi ziyaret edebileceğini belirttiler.

 

KÜLTÜR VARLIKLARI VE MÜZELER GENEL MÜDÜRÜ KOCAPINAR DA İNCELEDİ

Bu arada Hatay Arkeoloji Müzesi’nin haberlere konu olması ve müzedeki restorasyonlarla ilgili olarak bakanlığın araştırma yapmak için müfettişler görevlendirmesinin ardından, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürü Abdullah Kocapınar’da müzeye gelerek söz konusu eserlerin olduğu bölümü inceledi. Genel Müdür Kocapınar ve beraberindeki heyetin, müze içindeki birçok eserin yeniden gözden geçirilmesi talimatı verdiği öğrenildi.

 

 

ESERLERDE SORUN YOK

Mozaiklerde restorasyon hatası olduğu yönündeki iddiaları yalanlayan müze yetkilileri, basına yansıyan fotoğrafların kişisel bir hesaplaşma sonucu, mozaiklerin ilk hallerinin fotoğraflarının paylaşılmasından kaynaklandığını ileri sürdü. Haberlerde ‘botokslu’ olarak lanse edilen İsis Mozaiği’nin son haliyle müzede sergilendiği ve iddia edildiği gibi bir şekil bozukluğu olmadığı, Talassa Mozaiği’nde de hiçbir sorun olmadığı ve eski müzedekiyle aynı renk ve şekilde sergilendiği görüldü.

 

FOTOĞRAFLAR GERÇEK Mİ, PHOTOSHOPLU MU

Ayrıca yetkililer, mozaik yerleştirme işleminin 7-8 evreden oluştuğunu belirterek, basına yansıyan fotoğrafların birkaçında oynama tespit edildiğini, diğerlerinin ise mozaik yerleştirme evrelerinin ilk aşamasında çekilen fotoğraflardan oluştuğunu, hiçbir fotoğrafın müzede sergilenen mozaikleri tam olarak yansıtmadığını söylediler.

 

Haberlerde “Rengiyle oynandı”, “Orijinal taşlar kullanılmadı” şeklindeki iddiaları da cevaplayan yetkililer, bu durumun yıllardır müzede sergilenen eserlerin tozlardan etkilenerek renklerinin solmasına, yeniden yerleştirildiğinde ise bu tozlardan arındırılmasına bağlı olduğunu kaydettiler.

 

BİRÇOK ESER YERLEŞTİRİLMEYİ BEKLİYOR

Eski müzeden getirilen birçok mozaik eserin yerleştirilmek üzere beklediğini aktaran müze yetkilileri, bu eserlerin de eski ve yeni hallerinin, yerleştirme işlemi tamamlandığında yeni müzede yer alacağını kaydettiler.

 

 

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI AÇIKLAMA YAPTI

Tüm bunlar yaşanırken Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından yapılan açıklamayla da fotoğrafların restorasyon aşamasının başında çekildiği vurgulanarak, “Yapılan çalışma sonucunda, mozaiklerde tahribatın oluşmadığı, basında kullanılan fotoğrafların, konservasyonun ilk aşamasında çekilmiş fotoğraflar olduğu tespit edilmiştir” denildi.

 

Restorasyonu yapılan İsis Mozaiği’nin de, önceki dönemlerde uygulanan vernik tabakasının alınarak, sararmanın giderildiği ifade edilen açıklamada şu görüşlere yer verildi:

 

“Dolayısıyla, eski ve yeni fotoğraflar arasında renk farkı varmış gibi görülmektedir. Ancak işlemler tamamlandığında mozaik eski rengine tekrar kavuşacaktır. Yapılan çalışma sonucunda mozaiklerde tahribatın oluşmadığı, konservasyonun devam ettiği, basında kullanılan fotoğrafların, konservasyonun ilk aşamasında çekilmiş fotoğraflar olduğu ve art niyetli kişiler tarafından fotoğrafların üzerinde oynama yapılarak kullanıldığı tespit edilmiştir.”

zete.com, 07.05.2015

 

******


"BÖYLESİNE BÜYÜK BİR PROJENİN KÜÇÜK AYAK OYUNLARINA KURBAN EDİLMESİ ÜZÜCÜ"

 

Hatay Arkeoloji Müzesi'ndeki mozaiklerin restorasyonunu yapan Celalettin Küçük: Böylesine büyük bir projenin, belki siyasi amaçla yapılan küçük ayak oyunlarına kurban edilmesi çok üzücü. Restorasyon yapılmadan ara aşamalardan birinde, nasıl elde edildiği bilinmeyen bir fotoğraf var. Üzerinde de oynanmış.

 

 

Hatay Arkeoloji Müzesi'ndeki mozaiklerin restorasyonunu yapan Reskon Restorasyon ve Mimarlık Şirketi Konservatörü Celalettin Küçük, müzedeki bazı mozaiklerin yanlış restore edildiği iddialarına ilişkin, "Bunu kabul etmekte zorlanıyorum. Böylesine büyük bir projenin belki siyasi amaçla yapılan küçük ayak oyunlarına kurban edilmesi çok üzücü" dedi. Küçük, mozaikleri 2 grup olarak ele aldıklarını belirterek, birinci grubun, 1932-1939'da Fransızlar tarafından restorasyonu yapılan ve eski müzede sergilenen mozaikleri, ikinci grubun da sonraki yıllarda müze müdürlüğü tarafından tespit edilen ve yerinde korumaya alınan mozaiklerin taşınması ve restorasyonunun yapılmasını kapsadığını anlattı.

Proje kapsamında 3 bin 500 metrekarelik bir alanda mozaik teşhiri yapmayı hedeflediklerini aktaran Küçük, bugüne kadar 2 bin metrekarelik mozaiğin restorasyonunun yapıldığını kaydetti. Proje tamamlandığında Hatay Müzesi'nin en büyük mozaik sergileyen müze olacağına dikkati çeken Küçük, "Bu müze, arkeoloji müzesidir. Her zaman Zeugma ile kıyaslama yapılıyor. Orası sadece mozaik müzesi. Burası ise MÖ 4 binle başlayan ve günümüze kadar gelen bir sürecin anlatıldığı müze. Seramikler, heykeller, taş eserler ve mozaikler var" diye konuştu.

Celalettin Küçük, restorasyon konusunda deneyimli olduklarını aktararak, bu tartışmanın akademik düzeyde yapılması gerektiğini vurguladı.

Küçük, "Bizim 25 yıllık geçmişimiz var. Bundan önce Yemen'de bir caminin restorasyonunu yaptım. İsrail'de de restorasyonlar yaptık. Bunun dışında İtalya'da bir müzenin restorasyonunu gerçekleştirdik. Filibe'de de Cuma Camisi'nin düzenlemelerini yaptık. Bizim çalışan sayımız 100'dür ve insanlar burada sürekli çalışırlar. Herkes kadroludur çünkü işimiz uzmanlık gerektirir" ifadelerini kullandı.

"Fotoğrafın üzerinde oynama yapılmış"
Restorasyon çalışmasının ameliyatlarla benzeştiğini dile getiren Küçük, şu değerlendirmelerde bulundu:
"Bizim mesleğimiz tıpla çok fazla kıyaslanır. Eserler de bizde hasta muamelesi görür. Restorasyonun çeşitli aşamaları vardır. Çeşitli aşamalar içerisinde eserler, ameliyat edilir gibi işlemden geçirilir. Restorasyon yapılmadan ara aşamalardan birinde, nasıl elde edildiği bilinmeyen bir fotoğraf var. Üzerinde de oynanmış fotoğrafın. Yukarıdan biraz çekip, alttan biraz ittiğiniz zaman yamuk bir şey çıkıyor. Maalesef bununla haber yaptılar. Bunu anlamakta zorluk çekiyorum. Basın kuruluşlarından biri bize dönüp sorma ihtiyacı duymadan bunu manşetine taşıdı. En azından bana telefon edip, bir şeyler sorabilirlerdi. Bize yargısız infaz yapıyorlar. Bakanlık çok ağır suçlanıyor. Firmamızın itibarı zedelendi."

Küçük, UNESCO bünyesinde büyük işler yaptıklarını aktararak, söz konusu haberlerin kendilerine zarar verdiğini söyledi. Yapılan haberin basın etiğiyle uyuşmadığını ifade eden Küçük, gereken değerlendirmeyi halka bıraktıklarını aktardı. Celalettin Küçük, haberin yayınlanmasının ardından uzmanların kendisini arayarak fotoğrafla neden oynandığını sorduğunu belirterek, "Bunu, bakmayı bilenler söyledi. Hürriyet gazetesinde çıkan bu haber için 'Art niyetliydiler ya da yanıltıldılar' diyeceğim. Çünkü değerlendirme yapanlar da bu işin uzmanı değil. Bizden, Bakanlıktan ve Hataylılardan özür dilemeliler" dedi.

Restorasyonlarda dünyada örnek gösterilen yöntemler kullandıklarına dikkati çeken Küçük, eserlerin korunmasının birinci öncelikleri olduğunu söyledi. Küçük, mozaik restorasyonunu yapan ekibin uluslararası bir ekip olduğunu belirterek, her ay toplantılar yaparak uygulamaların tartışıldığını ifade etti.

"Türkiye ve Hatay'ın itibarı zedelendi"
Hatay Arkeoloji Müzesi'ndeki mozaiklerin restorasyonunu yapan Reskon Restorasyon ve Mimarlık Şirketi Konservatörü Celalettin Küçük, saygınlığı olan bir projenin, yanlış bir fotoğrafla Hatay'ın ve Türkiye'nin itibarının zedelediğini anlatarak, şöyle devam etti:

"Bunu kabul etmekte zorlanıyorum. Böylesine büyük bir projenin belki siyasi amaçla yapılan küçük ayak oyunlarına kurban edilmesi çok üzücü. Basın kuruluşlarının buna dikkat etmiyor olması çok üzücü. Yeterliliğimiz sürekli sorgulanıyor. Bizim kimseyle bağımız yoktur. Bizi uluslararası camiada sormaları gerekir. Bizim kullandığımız yöntemler dünyanın birçok yerinde yenilik olarak değerlendiriliyor. 2000'den önce mozaikten bahsedilmiyordu. Bunun kamuoyunun gündemine oturması, her ne kadar karalama kampanyasına da dönüşmüş olsa da bizi mutlu ediyor. Çünkü ülkemizde insanlar kültür varlıklarına değer veriyor."

Yapı, 09.05.2015

MISIR'DA THARU KALESİ'NİN KAPISI BULUNDU

 

Mısır Antik Eserler Bakanı Mamdouh El Damaty, Yeni Krallık dönemindeki Mısır ordusunun kumanda merkezi olan Tharu Kalesi’nin doğu kapısının keşfedildiğini açıkladı.

Luxor Times’da yayınlanan habere göre dev kapının parçaları olan ve üzerinde Kral 2. Ramses’in adının yazılı olduğu 3 parça kireçtaşı bloğu bulundu.

Kale Horus Askeri Rotası üzerinde bulunan ve Mısır’ın doğusunu koruyan bir dizi hisardan bir tanesi. Mısırlı ekip ayrıca III. Thutmosis’e ve II. Ramses’e ait kerpiçten yapılmış kraliyet depolarını ve III. Thutmosis adına yapılmış mühürleri de gün ışığına çıkardı.

Ayrıca bulunan 26. Hanedana ait mezarlıkta ise savaş yaraları olan cesetler bulunuyor.

arkeolojihaber.net, Kaynak:  archaeology.org Çeviri: Cüneyt Acar, 04.05.2015

PARTİLER SEÇİM BEYANNAMELERİNDE KÜLTÜR SANATI EN SONA ATTI

 

 

Siyasi partiler seçim beyannamelerini hazırladı, vaatlerini açıkladı. Kültür-sanat programları yine her zamanki gibi kitapçıkların en sonunda kaldı. 13 yıldır ülkeyi yöneten muhafazakar parti; geleneksel sanatların yüceltilmesini öne çıkarırken muhalefet partisi CHP, AKM’yi hızla onarmayı vaat etti. 

 

Türkiye’yi dört yıllığına yönetmeye talip olan siyasi Partiler seçim beyannamelerini hazırlayarak vaatlerini açıkladı. Daha çok ekonomik vaatlerin öne çıktığı bu beyannamelerde kültür-sanat programları kitapçıkların en sonuna atıldı. Partilerin kültür-sanat alanında ne vaat ettiğini ilgilisi dışında neredeyse kimse duymadı. Bir skandal ya da büyük bir hırsızlık olayı olmadığı sürece kültür-sanat haberlerinin hiçbir zaman gazetelerin manşetlerinde kendine yer bulamadığı Türkiye’de, bu çok da şaşılacak bir durum değil aslında.

 

13 yıldır ülkeyi yöneten muhafazakar parti, kültürel anlamda vasatın altında kalarak büyük bir hayal kırıklığı yaşattı. Ebru, tezhip ve hat gibi geleneksel sanatların belediyelerin insafına terk edilmesi, kuru ve içi boş bir ‘ecdat’ söyleminin kültürün her alanında yer edinmesi, sinemada yaşanan sansürler, Devlet Tiyatroları’nın yapısıyla oynayan değişiklikler, engellenen veya sansüre uğrayan oyunlar, yayıncılıkta yaşanan bandrol krizleri akla ilk gelen uygulamalardan bazıları. İktidarın kültür-sanat politikaları, kurumların önünü açmak ve çok sesli bir ortam oluşturmaktan uzak kaldı. Aksine iktidar; sanat kurumlarıyla çatıştı, sanat camiasını küstürdü.  

 

Emek Sineması, AKM’nin durumu, Devlet Tiyatroları ile Şehir Tiyatroları’nda yaşanan sansür/engelleme çabaları, televizyon dizilerine ve sinema filmlerine yapılan müdahalelerle sanat üretiminin önü kapatıldı.

 

Meclis’te grubu bulunan dört partinin gelecek dört yıl için kültür-sanat alanında neler vaat ettiğini derledik. İktidar partisi AKP’nin beyannamesinde yapılanlar öne çıkarılmış. Bunlar da daha çok belediyeler eliyle yürütülen programlar... Anamuhalefet partisi CHP’nin beyannamesinde kültür-sanat ortamının sorunları tespit edilip ona göre vaatlerde bulunulmuş. HDP’nin beyannamesi ‘daha devrimci’ ve ‘radikal’. MHP’ninki ise şaşırtmıyor: “Bir milli kültür endüstrisi oluşturulacak.” İşte dört partinin seçim beyannamelerine koyduğu ve dikkat çeken kültür-sanat vaatleri…

 

AKP’NİN VAATLERİ

-2023 ve ötesini hedeflerken dünyayı tanımış, Türkiye’nin meselelerine vakıf, kendi toplumu ve tarihiyle barışık kültür ve sanat insanlarının yetişmesi sağlanacak.

-Osmanlıcanın etkin bir şekilde öğretilmesi, tarihimizle ve kültürümüzle olan bağlantının güçlendirilmesi sağlanacak.

-Başta kamu binaları olmak üzere kültürümüze uygun mimari sentezin yapılması ve bir kentsel mimarlık stratejisi ile tasarım ve uygulama esaslarının oluşturulması sağlanacak.

-Şehirlerin, kültür ve sanat varlıklarının ve toplum kesimlerinin zaman içindeki değişimlerini izleyecek şekilde Dijital Fotoğraf Arşivleri oluşturulacak.

-Ebru, hat, tezhip, minyatür, ahşap oymacılığı, çini, halıcılık, bakırcılık, telkari gibi süsleme ve el sanatlarının farklı sunum ve kompozisyonlarda birer ticari ürüne dönüştürülmesi sağlanacak.

-Cami, kütüphane, medrese, saray, tarihi kamu binaları gibi bütün kültür varlıklarının mimari çizimleri ve projeleri oluşturulacak, eserlerin hasar görmesi durumunda tekrar inşa edilecek şekilde bu tasarım ve projelerin arşivlenmesi sağlanacak.

 

CHP’NİN VAATLERİ

-Edebiyatımızın yurtdışında gelişmesi amacıyla yazarlara ücretsiz çeviri ve tanıtım desteği verilecek.

-Telif kakları korunacak, korsan ürünlerle etkin bir mücadele için gerekli yasal düzenlemeler yapılacak.

-Kültür Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlı-ğı’ndan ayrı bir bakanlık haline getirilecek.

-Sanat kurumlarının yönetimi ağırlıklı olarak sanatçılara bırakılacak.

-Yaşanmış acı olayların unutulmaması için Madımak Oteli Hoşgörü Müzesi’ne, Diyarbakır Cezaevi de İnsan Hakları ve Demokrasi Müzesi’ne dönüştürülecek.

-Kapalı tutulan İstanbul Atatürk Kültür Merkezi (AKM) hızla onarılarak sanatın hizmetine sunulacak.

-Gerekli durumlarda sanat emekçilerinin sigorta primlerinin Kültür Bakanlığı tarafından ödenmesi sağlanacak.

-Sanat tarihi dersleri öğrencilerin pedagojik düzeylerine uygun olarak müfredata dahil edilecek.

-Keyfi yasak ve sansüre karşı Sanat Yasası çıkarılacak.

-TÜSAK kanun tasarısı taslağı iptal edilerek sanat kurumlarının özerkliği korunacak.

 

MHP’NİN VAATLERİ

-...Türkçenin yozlaşmasına ve tahribine yol açan uygulamalara fırsat verilmeyecek.

-Türk kültürü ve sanatının yaşatılması, geliştirilmesi, tanıtılması ve yaygınlaştırılması amacıyla “milli kültür endüstrisi” oluşturulacak.

-Yurtdışındaki vatandaşlarımızın milli kültür değerlerimizden kopmalarını önleyici ve benliklerini koruyucu tedbirler alınacak.

-Çocukların kişiliklerinin oluşumu ve kültürel değerlerin özümsenmesi açısından “milli çizgi film endüstrisi” geliştirilecek.

 

HDP’NİN VAATLERİ

-Sanata yönelik destek programları rant kapısı olmaktan çıkarılıp yaratıcılık teşvikine dönüştürülecek.

-Ülkemizde yaşayan ve kaybolan dillerdeki sanat eserlerinin üretilmesi ve sergilenmesine destek verilecek.

-Mevcut yasalar, sansürü güçlendiren mekanizmalardan arındırılacak, sanat eserinin ve geçmişten günümüze sanat emekçilerinin haklarının korunmasına ilişkin düzenlemeler yapılacak.

Zaman, Haber: Yavuz Hakengin, 04.05.2015

NEŞ'E ERDOK'UN DESENLERİ İÇİN SON GÜNLER

 

Türk resminin ustalarından Neş’e Erdok’un desenleri 12 Mayıs’a kadar Evin Sanat Galerisi’nde. “1953-2014 Desenler” başlıklı sergide; Erdok’un 1953 yılında kağıt üzerine yaptığı ilk resimlerden başlayarak bugüne kadar ürettiği desenler yer alıyor.

Kronolojik sıralama çerçevesinde düzenlenen sergi; ana hatlarıyla sanatçının akademide aldığı eğitim öncesi, akademi yılları ve mezuniyetinden günümüze uzanan yıllarını bir araya getiriyor.

Zaman, 04.05.2015

AYASOFYA CAMİ OLUYOR

 

 

İznik ve Trabzon’da müzeden ye çevrilen ’ların ardından sıra Edirne’nin Enez İlçesi'ndekine geldi. Vakıflar Genel Müdürlüğü, müze olması ihtimali konuşulan Enez’deki Ayasofya’nın cami olacağını duyurdu.

 

Türkiye'nin Yunanistan sınırında bulunan Edirne'nin Enez İlçesi'nde yer alan, bölgenin simgesi 2007 yılından bu yana restorasyon haberleri ile gündemde.

Radikal'in haberine göre, Enez Kaymakamı Fatih Baysal, restorasyonun 5. yılında, 2012'deki "Onarılmasının ardından olarak kullanılıp kullanılmaması sonra düşünülecek bir durum. Ama müze de olsa cami olarak da kullanılsa buranın gerçekten ayağa kaldırılması gerekiyor" sözleri ile ilçedeki Ayasofya'nın müze olarak açılabileceğini gündeme getirdi. Enez Belediye Başkanı Abdullah Bostancı'nın da bu ay içinde medyaya yansıyan açıklamalarında "yapının işlev, fonksiyon ve mimari olarak İstanbul 'daki Ayasofya'ya benzer özellikler taşıyacağını" söylediği yer aldı.

Vakıflar Genel Müdürü Adnan Ertem, 2013 yılında da "Bir yer vakfiyesinde nasıl belirtilmişse o şekilde kullanılması veya fonksiyon verilmesi bizim birinci vazifemiz" demiş, sözü İstanbul'daki Ayasofya'ya getirerek şöyle demişti: "İstanbul'daki Ayasofya Camisi vakfiyesine göre camidir ve cami olarak ilelebet yaşayacaktır. Bizim Vakıflar Genel Müdürlüğü olarak amacımız vakfiyesine uygun hayatiyet vermek. Ama burada karar merci biz değiliz."

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'ta aynı yıl İstanbul'da Ayasofya yakınındaki bir törende benzeri yönde imalı bir mesaj vermişti: "Bence kulaklarınız duymasa bile gönlünüzden geçen bir şeyler olduğuna inanıyorum. Ayasofya, bize birşeyler söylüyor. Acaba Ayasofya bize neler söylüyor? Bu mahsun Ayasofya'ya bakıyoruz, inşallah güleceği günlerin yakın olmasını Allah'tan diliyoruz"

Ayasofya'da bu yıl ise "Doğumunun 1444. Yılında Hz. Peygamber" temalı Aşk-ı Nebi Sergisi ile 85 yıl aradan sonra ilk kez Kuran okunmuştu. Papa'nın Ermeni Soykırımı ile ilgili sözlerine karşıysa Ankara Müftüsü Prof.Dr. Mefail Hızlı ise sözü Ayasofya'ya getirmiş, "Doğrusu bu açıklama, sadece Ayasofya'nın yeniden ibadete açılmasını hızlandıracaktır" demişti.

Hristiyan dünyasında "ekümenik" unvanına sahip olan İstanbul Rum Patriği Bartholomeos ise 2014 yılında tartışmalarla ilgili net tavrını ortaya koymuştu: "Son dönemde Türk kamuoyunun bir kesiminde Ayasofya'nın camiye çevrilmesi yönünde bir meyil gözlemleniyor. olarak biz buna karşı durmaktayız. Bizimle beraber böyle bir olasılık karşısında tüm Hıristiyan dünyası mezhep farkı tanımaksızın yekvücut olup tepkisini ortaya koyacaktır."

Sabah, 04.05.2015

ARALARI BOZUKKEN NECİP FAZIL'DAN BEDRİ RAHMİ'YE MEKTUP: BENİ UNUTMUŞ, HATTA SEVİMSİZ KABUL ETMİŞ OLMANA RAĞMEN...

 

Daha önce o evden Nazım Hikmet’in şiirlerini okuduğu ses kaydını bulup çıkarmıştı. Hughette Eyüboğlu’na göre 50 yıl önce Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun gelini olarak girdiği o ev sihirli. İstediği şeyi yutuyor, saklıyor; istediğini istediği zaman geri veriyor. Ev, bu kez ona büyük şair ve ressam Eyüboğlu’nun Yahya Kemal, Ahmet Hamdi, Melih Cevdet, Orhan Veli, Necip Fazıl gibi çağdaşlarıyla mektuplarını çıkardı, verdi. Mektuplar hem kitap hem de sergi oldu: ‘Biz Mektup Yazardık’... Salı günü İş Kuleleri Kibele Sanat Galerisi’nde açılacak sergi 20 Haziran’a kadar Türk edebiyat ve sanat tarihinin yakın geçmişine zarf atacak. En samimi satırlar eşliğinde. İadeli, taahhütlü...

 

 

Eyüboğlu Ailesi’yle tanışmanız bir mektup arkadaşlığıyla başlıyor.  
Ben Kanadalıyım. 14 yaşımdayken bir Fransız mecmuasına pul koleksiyonculuğu yapan mektup arkadaşı aradığıma dair bir ilan koydum. Birkaç hafta içinde 35 ülkeden, 700 mektup geldi. Aralarında Türkiye yoktu.

 

Aaa niye?
Bilmez misin, Türkler her şeye geç kalır... 5 ay sonra Türkiye’den tek mektup geldi: Mehmet Bey’den (Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun oğlu; ileride evleneceği kişi). Ve stili, her şeyi çok ilginçti hakikaten. Böyle başladı. Birkaç sene devam etti. Üniversiteye başlayınca vaktim bu kadar bol değildi, bıraktım yazmayı. Mehmet Bey anneme yazdı bu sefer. “Hughette’e ne oldu, niye bana yazmıyor?” diye. Ve yeniden başladık.

 

O sırada sadece pul koleksiyonu mu konuşuyorsunuz yoksa pul, mektup arkadaşlığı derken ufak ufak da ‘yazıyor’ mu size?
Ufak tefek değişiklikler başlamıştı ama bir gün... Mektuplardan birinin içinden bir alyans çıktı.

 


Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Eren Eyüboğlu

 

E süper hareketmiş! Aile ne tepki verdi ‘Ortadoğu’dan gelen bu alyansa?
Kız kardeşim ailede herkese anlattı tabii... “Hughette’in mektubundan yüzük çıktı” diye. Kanada’da küçücük bir şehirde bir Türk’le mektuplaşıp Türkiye’ye gitmek isteyen bir kız için herkes “Deli mi ne?” diye düşünüyordu. Sonunda babam da duydu. Ve böylece iş ciddileşti.

 

Mehmet Bey’inkiler, Bedri-Eren Eyüboğlu? 
O sırada bütün aile Avrupa seyahatinde. Mehmet de “Kanada’ya gideceğim” diye tutturunca, babası yolladı. Bir Noel günü geldi, ilk kez yüz yüze tanıştık. Birkaç ay sonra çoktan evlenmiştik. Türkiye’ye geldim. Bu, o zamanlar birçok tabuyu kırmak demekti. 

 

Sizle evlendikten sonra Mehmet Bey askere gidiyor. Subay olarak Erzurum’da yapıyor askerliğini ama subaylara yabancılarla evlenmek yasak olduğundan o sırada iki seneliğine boşanıyorsunuz. Türkiye’de asker mektupları da okunur askeriyede. Nasıl aşıyordunuz o zorluğu?
Fransızca ve İngilizce yazarak! Zaten Erzurum’daki NATO üssüne tercüman olarak gitmişti. Ben gidip görmek istedim ama istemedi. “Trene binersin, konuşursun herkesle, birisi kaçırır seni, seni Anadolu’da arayamam” derdi. O zaman öğrenmemiştim Türk kadınları gibi toplum içinde surat asmayı. Kadınlar burada yürürken veya seyahat ederken çok dikkat ediyorlar. Çünkü hemen başına iş açılır. Onu öğrendik günün birinde ama zaman aldı.

 

İSTANBUL'U İLK ARADIĞIMDA BAĞLANTI KURMAM ÜÇ GÜN SÜRDÜ

 


Nazım Hikmet ve Bedri Rahmi Eyüboğlu

 

Sadece sizin değil, kayınpederiniz Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun da mektupla dolu bir hayatı olmuş. Hatta ilk şiir kitabının ismi bile ‘Yaradan’a Mektuplar’...
Evet mektup aile tarihinde mihenktaşları gibi.

 

Bu kadar mektuplaşmasında, uzun süreler yurtdışında kalmasının, Türkiye’de olduğunda da sürekli Anadolu seyahatlerine çıkmasının etkisi büyük herhalde...
Sabahattin Bey’le (babası), Eren Hanım’la mektuplaşmalarına bakıyorum da mektup yazmak için uzak olmaları hiç gerekmiyormuş. Bazen aynı şehirdeyken de mektuplar yazmışlar birbirlerine. Samimi duygularını anlatmak için. O zaman telefon yok... Ben Türkiye’yi ilk aradığımda üç gün sürdü İstanbul’la bağlantı kurmam. Türkiye’ye geldikten sonra da 10 sene telefon yoktu evlerde.

 

Mektup yazmanın başka bir sihri mi var yani?
Mektup bir disiplin. Duygularımızı, düşüncelerimizi anlatmak için o mektupları süslerdik; çiçekler, desenler koyardık.

 

Bugün bizim kullandığımız emojiler gibi mi? 
Tabii. Bunların hepsi, kendini karşı tarafa ifade etmenin bir parçasıydı. Kağıtlar seçerdik. Sonra mürekkepler! Yeşil, kırmızı mürekkepler... Anlatamam size, nasıl özen gösterilirdi o mektuplara. Mektup beklemek, postaneye gidip sormak, eve gelip yeni bir şey var mı diye masanın üzerine bakmak... O heyecan, çok güzel bir şeydi.

 

MEKTUPLARDA AŞK VE CİNSELLİK, 'TREN' KELİMESİNİN ARDINDA GİZLİ

 


Bedri Rahmi Eyüboğlu atölyesinde çalışırken

 

Bedri Rahmi’nin mektuplaşmaları Fransa’da eğitime giden abisiyle başlıyor. 
Evet ilk mektupları abisiyle.

 

Mektuplarından birinde, sonradan ilk müzesinin yapılacağı İskilip hakkında şöyle yazıyor: “Ağabey, dün İskilip’ten kaçtım ama nasıl, çok sevdiğim bir kadından kaçar gibi...” Mektuplarda aşk ne kadar yer alıyor?
Eren Hanım’la mektupları meslek ve mesleğe sevgi ve saygı üzerinde. Aradaki aşk çok arka planda. Birtakım özel kelimelerin arkasında saklanıyordu. Cinsellik konusunda pek konuşmazlardı, mektuplarda da pek geçmez. Eren Hanım’la mektuplarından dört cilt yaptık. Bu ‘tren’ kelimesinden başka cinsellik çağrıştıran bir şey yok.

 

Tren?
Onların arasından ‘tren’ geçiyor. Onu keşfettik en sonunda.

 

‘Tren’in o tür bir manası var yani...
Evet aralarında öyle bir manası var.

 

İSİMLERİ HATIRLAMADIĞI İÇİN HERKESE 'REİS' DİYOR

 


Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Eren Eyüboğlu, ilk yıllarında

 

Peki Eren Hanım’la evliyken aşık olduğu Mari Gerekmezyan? Hani şu meşhur ‘Karadut’ şiirini yazdığı... Onunla var mı? 
Daha çok Karadut’un yani Mari’nin bıraktığı notlar var. Bedri Bey şiirlerde her şeyi yazıyordu. Bu tür aşklarda çok kapalı değildi. Karısıyla daha dikkatli. Fakat Karadut’a o kadar tutkun ki orada açıkça ifade ediyor.

 

Karadut ölmüş. Bir gece Büyük Kulüp’te yüksek sesle o şiiri okuyor ve gözlerinden yaş süzülüyor. 
Bunu gören Eren Hanım üç sene geçmesine rağmen Karadut’a aşkının bitmediğini anlıyor ve Paris’e yerleşiyor...

 

Oradan “Canuşkam” diye başlayan bir mektubu var. Birbirlerine yazarlarken hep böyle hitaplar kullanırlar mıymış?
Bu çok enteresan. Bizim ailede hepimizin böyle küçük adları var. Mesela Eren Hanım’ın adı Buciş, Bucişkam... Mehmet bana ‘Cübi’ diyordu. Ben de ona ‘Memiş’. Sonra fark ettim ki torunlar da haberimiz olmadan birbirlerine ‘Dubi’ ismini takmışlar. Allah Allah, herhalde genetik bir şey.

 

Peki aile dışından olan insanlara hitaplarda dikkat çeken bir şey var mı? 
‘Reis’ ve ‘Koca Reis’... İlhan Koman mesela, Koca Reis. Niçin ‘reis’? Çünkü Bedri Bey, çok ahbabı olmasına rağmen isim hatırlamıyor. E insanlar alınıyor. Bu ‘reis’ kelimesini icat etti. “Ooo reisler hoş geldiniz!” ya da “Ooo reis nasılsın?” diyor. Aşağı yukarı herkese ‘reis’ diyor. Oğlu Mehmet Bey de bunu kullandı.

 

 

Seçkileri yaparken otosansür yaptınız mı?
Zannediyorum ki ona hakkım vardı. Çünkü her ailede birtakım özel mevzular vardır. Mesela onun çocukluk arkadaşı, Rüknettin Resuloğlu. Ona ‘Rüknü’ derdi. Onunla çok mektupları var fakat yayımlamak uygun değildi. 1961 Anayasası’nı yazan Bahri Savcı’nın bir bavul dolusu mektubu var. Çok yakınlardı, çok güzel mektuplar ama ortam ona hazır değil.

 

Peki hiç yazılmış ama gönderilmemiş yahut gelmiş ama açılmamış mektup var mı?
Bizim gibi merak eden çok olduğu için hiç öyle açılmamış mektup falan bulamadım.

 

NARMANLI HAN'DAKİ ATÖLYEYİ GARSONİYER OLARAK KULLANDI 

 

 

Bedri Rahmi’nin Beyoğlu’ndaki Narmanlı Han’da uzun yıllar atölyesi oluyor. Şimdi restorasyonu tartışılan bina. Hanın sahibi burayı sanatçılara çok ucuza kiralarmış. 
Çok meşhur bir han bu. Ahmet Hamdi Tanpınar vardı ondan önce mesela.

 

Neden orada ucuza atölye tutuyor? Zengin değil miydi Eyüboğlu Ailesi?
E resim sergilemek istiyorsunuz, evde imkansız. Talebelerle de orada çalışıyordu. Ve anladığım kadarıyla orası, ufak tefek çapta garsoniyer görevi de gördü.

 

Bildiğiniz, “Galiba şunla, galiba bunla” diyebileceğiniz isimler var mı atölyeye girip çıkan? 
Ailede bir tek o değil ki, birkaç amca da var. Yani kimse söylemez, açıklamaz bunları ama size bu kadarını çıtlatıyorum. (Gülüyor)

 

BEDRİ RAHMİ ZENGİN DEĞİLDİ, KAZANIRDI AMA KAZANDIĞINI HARCARDI

 

 

Peki biz yine para meselesine dönelim. Bedri Rahmi zengin değil miydi?
Tabii ki değildi.

 

Ama bugün 2 milyon liralara tablolar satılabiliyor. Ayrıca fuar pavyonundan tutun, bina yüzeyi tasarlamaya bir sürü iş yapmış... 
Kazandı, kazandı ama harcadı. O evi yapmak için bütün kazandıklarını yatırdı. Araba aldı mesela. 60’larda Türkiye’de araba almak esaslı bir işti.

 


Hughette Eyüboğlu, yıllar önce eşinin kendisini çizdiği eskizle tasarlanan sergi afişinin önünde. 

 

BU İKİ ŞAİR DOSTTU, SONRA ARALARINDA POLEMİK OLDU 

Sergideki mektuplardan sizi en çok etkileyen hangisi?
Mektupların türleri var. Ahmet Hamdi Tanpınar ve Elif Naci’yle D grubu (dönemin resim akımı) üzerine yazdıkları mektuplar önemli. Çünkü bu önemli eleştirmenlerin yazdıkları daha önce hiç yayımlanmamıştı. Ondan başka Necip Fazıl’ın bir kağıt üzerinde bir notu var. Ona bayıldım. Bu iki şair bir zamanlar dosttu. Sonra aralarında bir polemik oldu. Fakat buna rağmen Necip Fazıl bir talebe için bir şey rica ediyor ve Bedri Rahmi’ye yazıyor. Çok hoş! O zaman insanların arasında saygı ve dostluğun ne kadar derinlerde olduğunu ortaya koyuyor. Bir başka hissiyat.

 

Böyle başka neler var?
Bedri Bey’in Yukule-le’ye mektuplarını biliyor musunuz? Güya Çinli bir talebe. Güya Paris’te tanışmışlar. Güya onunla sanat hakkında mektuplaşıyor. Bu durum böylece epey sürdü. Biz ona kaç kere sormuştuk bunu. “Öyle bir kişi var” derdi, fotoğrafını bile gösterirdi. Günün birinde Abidin Dino’ya bir mektup yazdı. Abidin Dino o zaman Çankırı’da sürgünde. Ona söylüyor, “Yukule-le var ya” diyor; “İşte onu ben yarattım.”

 

En sevdiğiniz şiiri hangisidir? ‘Karadut’ mu?
Değil. ‘Karadut’ çok seviliyor ama en iyi şiiri değil bence. Ezbere söyleyemiyorum ama ‘Çakıl’ tam bir aşk şiiri.

 

 

‘Çakıl’ da ‘Karadut’ gibi Mari Gerekmezyan için mi yazıldı?
Valla onu bilemiyorum, kimin için yazıldığını Allah bilir...

 

En sevdiğiniz tablosu?
Bedri Bey’in Suadiye’de bir dönemi var: 1945-46. Orada bir yazlık ev tutuyorlar; o dönemdeki resimleri renk cümbüşü ve son derece hoş geliyor göze. O dönem yaptıklarını çok seviyorum. Ve anladığım kadarıyla müthiş bir yaz olmuş. Eren Hanım, parti vermeyi çok severdi. Yalılardan deniz kenarına piyanolar getiriliyor. Müthiş yemekler, türküler...

 

Resimdeki dönemleri böyle yaşanılan yere falan göre değişiyor mu?
Her dönemde çalıştığı bir konu var. Ben ilk geldiğimde hiçbir şey anlamıyordum tabii. Ama akademi gibi bir yerden bahsediyoruz, sürekli resimden bahsedilen, resim tartışılan. Zamanla size de geçiyor, anlamaya başlıyorsunuz. Zaten anlamasam kötü olurdu herhalde. Kendisi ressam, eşi ressam, “Bizim oğlan bu gelini nereden buldu?” Allah’tan çok sevdim ve evde iki ressam olunca büyük bilgi edinebildim. En azından rezil olmadım.

 

Bugün Bedri Rahmi tabloları kimlerin evinde asılı, bildikleriniz var mı?
Şaşarsınız. Olmayacak evlere gidiyorsunuz, pat duvarda Bedri Rahmi. Çok resim sattılar, çok da hediye ettiler. Biz de hayret ediyoruz. Biz de hep söylüyoruz, “Arşiv için resmini çekin bize gönderin” diye. Her yerden geliyor. Tabii eskiden o kadar pahalı değildi. Dolayısıyla insanlar daha kolay edinebiliyordu. Ve gerçekten çok yarattılar.

 

O EV ALİ BABA'NIN MAĞARASI GİBİ, İSTEDİĞİNİ YUTUYOR, İSTEDİĞİNİ GERİ VERİYOR

 

 

Yaşadığınız ev, Eyüboğlu Ailesi’nin evi. Türk edebiyatı ve sanatı açısından bir sürprizler kutusu gibi. Sadece mektuplar değil. Mesela Nazım Hikmet‘in şiirlerini okuduğu ses kaydını da siz yine  o evde bulup, ortaya çıkardınız yıllar sonra.
O ev hakikaten değişik bir ev. Muazzam pencereleri var, hiç kapı yok. İnsan önce “Ben burada yaşasam, etrafı biraz toparlardım” diye düşünüyor.

 

Şu anda tam bir Türk gelini konuşuyor... 
Olabilir ama toparlanamıyor işte. Her yerinde yüzlerce, binlerce obje var. Her ülkeden, her sanat dalından. Gözünüzü nereye çevirseniz orada değişik bir şey görüyorsunuz. Bakır, seramik, ne ararsanız. Akademi gibi bir yer, bir tapınak. Sanki yaşayan, ruhu olan bir yer.

 

Nasıl yani?
Mesela siz geldiniz diyelim. Kenarda iki resim gördünüz. İki gün sonra geldiğinizde o resimleri görmek istiyorsunuz, yok! Kalkmış. Ama n’olmuş, nereye gitmiş kimse bilemiyor. Allah Allah, satıldı mı? Yoo. Hediye mi verildi, biri mi kaldırdı? Hayır... Başka bir şey gelmiş onun yerine. O ev sanki sihirli, istediğini yutuyor, saklıyor.

 

Ve istediği zaman geri veriyor...
Evet! Aynen söylediğiniz gibi. Tabii bu çok şaşırtıcı bir şey ama yüzlerce kere bunu yaşadık. Ali Baba’nın mağarası gibi. Biraz öyle.

 

74 YAŞINA GELDİM, ANLADIM Kİ AŞK ASİ BİR KUŞ

 

 

Bedri Bey herkes gibi çalışmıyordu. Yere çömeliyordu ve yerde çalışıyordu. Ben çömelsem, 5 dakika sonra ölüyorum. O 4 saat öylece çalışırdı. 15 tane karton koyuyor, hepsinde ayrı bir şey yapıyordu. Ondan sonra seçiyordu. Zaman zaman bize de soruyordu “Hangisini sevdiniz?” diye. Herhalde bizi tartmak için yapıyordu.

 

Eren Hanım başka türlü, direkt tuvale çalışıyordu. Bedri Bey, eşi Eren Hanım’ın ressamlığını biraz kıskanıyordu. “Eren anadan doğma ressam, ben sonradan olma” derdi. Karısına karşı çok büyük saygısı vardı. Onu belki biraz aldattı ama ressam olarak hiç toz kondurmadı. Aşk böyle bir şey işte. Seviştiler ama başka bir şekilde, işlerinde. O da bir üslup. 74 yaşına geldim, anladım ki bu aşk Carmen’de denildiği gibi ‘asi bir kuş’...   

 

TARİHİ BİLİNMİYOR

 

 

Necip Fazıl’ın Bedri Rahmi’den bu notun hamili gencin, akademideki işine yardımcı olmasını dilediği yazıyı ne zaman yazdığı belli değil. (Üstte solda) Üstteki resimse Bedri Rahmi’nin yıllarca var olduğunu iddia ettiği ama aslında kendi yarattığı Çinli hayali arkadaşına ait.

Hürriyet, Haber: Savaş Özbey, Fotoğraflar: Muhsin Akgün ve Hürriyet Arşivi, 03.05.2015

 

******


"BİZ MEKTUP YAZARDIK" SERGİSİ, GEÇMİŞİ GÜNÜMÜZE TAŞIYOR

 

 

İşte mürekkep bu dizelerdeki gibi damlar Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun kaleminden… Sanatçı, 64 yıllık hayatına sığdırdığı sanat tutkusunu, aşklarını, sevinçlerini, hüzünlerini, dostluklarını çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını geçirdiği Anadolu'nun naifliğiyle yakın dostu Nazım Hikmet'e yazdığı bu dizelerdeki gibi aktarır kağıda ve tuvallere… Onun şiirlerindeki ve tablolarındaki narlar, dutlar, ayvalar kimi zaman sevdiği kadına duyduğu özlemi kimi zamansa amansız bir kara sevdayı anlatır. Babasından Batı Edebiyatı'nı, annesinden Yunus Emre'yi, Karacaoğlan'ı öğrenen sanatçı Anadolu'nun toprak damlı evlerinden, İstanbul'un martılarından, köpüren denizinden, Aşık Veysel'in sazından dem vurur…

 

Bedri Rahmi Eyüboğlu iç dünyasını tuvallere ve şiirlere aktarırken sanat, edebiyat, siyaset ve iş dünyasının önemli isimleriyle gerçekleştirdiği, yaşadığı döneme ışık tutacak mektuplaşmaları da tarih yolculuğundaki yerlerini alıyor. Güzel Sanatlar Akademisi'nde başlayıp Paris'te süren eğitim hayatından, resim tutkusunun peşinden gittiği Anadolu'daki yurt gezilerine kadar sanatçının yaşamından birçok kesiti yansıtan mektuplar, "Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar - Biz Mektup Yazardık" Sergisi ile İş Sanat Kibele Galerisi'nde ilk kez gün yüzüne çıkıyor.

 

Sergi, hem sanatçının kaleme aldığı hem de kendisine gelen yüzlerce mektubun Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından uzun soluklu ve titiz bir çalışma ile kitaplaştırılmasına paralel olarak hayata geçiriliyor. Sanatçının gelini Hughette Eyüboğlu'nun hazırladığı, editörlüğünü Ruken Kızıler'in üstlendiği kitabın ve serginin tasarımı Emre Senan tarafından gerçekleştirildi.

 

Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun Avrupa'da öğrenci olduğu günlerden Akademi'de öğretmen olduğu günlere pek çok anıyı barındıran mektuplar, orijinal olarak sahiplerinin kendi ifadeleriyle ve kendi imzalarıyla ziyaretçilere ulaşıyor. Sadece ressam ve şair olarak değil mozaik, seramik, vitray ve yazma sanatçısı, heykeltıraş, öğretmen ve yazar kimlikleriyle de sanatımıza kalıcı eserler bırakan Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun pek çok isimle sürdürdüğü yazışmaları aynı zamanda sanatçılar arasındaki kuvvetli bağı da gözler önüne seriyor. Her biri tarihi belge niteliğindeki mektuplar; sanatçıların o dönemde yaşadığı ekonomik sıkıntılara dair fikir verirken, yaşanan zorlu koşullara rağmen gerçekleştirdikleri idealleri ile tarihe not düşürebilmeyi başarmış bu insanların umutlarını yitirmediklerini de en iyi şekilde ortaya koyuyor.

 

Sanatçının Nazım Hikmet, Ahmet Hamdi Tanpınar, Fikret Mualla, Aşık Veysel, Adalet Cimcoz, Orhan Veli Kanık, Necip Fazıl Kısakürek, İbrahim Çallı, Andre Lhoté, Fahrünisa Zeid, Abidin Dino, Reşat Nuri Güntekin, Cemal Tollu, Nurullah Berk ve Arif Kaptan ile mektuplaşmalarının her biri ziyaretçilerde ayrı bir tat bırakmayı vaat ediyor. İş dünyasının önde gelen isimleri Vehbi Koç ve Nejat Eczacıbaşı'nın mektupları da Eyüboğlu arşivinin önemli parçaları arasında yer alıyor.

 

Serginin bölümlerinden biri de Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun yaşamını şekillendiren iki kadın, eşi ressam Eren Eyüboğlu ve büyük aşk yaşadığı, "Karadutum" dediği Mari Gerekmezyan ile mektuplaşmalarından oluşuyor. Eren Eyüboğlu, büyük aşk yaşadığı Karadut'u sonsuzluğa uğurladıktan sonra eşinin elini bırakmayarak o zor günleri atlatmasına ve resme odaklanmasına yardımcı olacak kadar güçlü iken, diğer taraftan Mari Gerekmezyan ise ölümünün ardından bile gözlerini yaşartacak kadar sevdalı olduğu bir isim.

 

64 yıllık yaşamına çok şey sığdıran Bedri Rahmi…

İş Sanat Kibele Galerisi'nde çağdaşlarıyla yazışmalarının ilk kez gün yüzüne çıktığı "Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar - Biz Mektup Yazardık" Sergisi ile anılan sanatçının hayat hikayesi Trabzon'da başlar. Takvimler 1911 yılını gösterdiğinde Görele Kaymakamı Mehmet Rahmi Bey ve Lütfiye Hanım'ın ikinci çocuğu olarak hayata merhaba der. Asıl adı olan Ali Bedrettin, zaman içinde önce Bedir'e sonra Bedri'ye dönüşür. Babasının görevi dolayısıyla yerleştikleri Trabzon'daki lise resim öğretmeni ünlü ressam Zeki Kocamemi tarafından keşfedilir. Sanatçı yine bu dönemde edebiyata da merak salar ve ilk şiirlerini yazmaya başlar.

 

1929'da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi'ne giren Bedri Rahmi Eyüboğlu, Nazmi Ziya ve İbrahim Çallı gibi Türk resminin mihenk taşlarının öğrencisi olma şansına erişir. Edebiyata olan ilgisinin üzerine düşer ve Ahmet Haşim'den estetik ve mitoloji dersleri alır. 1930'larda hayat onu bu kez Fransa'ya götürür. Dijon ve Lyon'da bir yandan çalışarak Fransızcasını geliştirmeye çalışırken, bir yandan da Gauguin, El Greco, Cezanne gibi beğendiği ressamların eserlerini kopya eder. Sanatçı, ileride hayatını birleştireceği Ernestine Letoni (Eren Eyüboğlu) ile de Fransa'da tanışır. 1940'lı yıllara gelindiğinde kalbine "kara saplı bir bıçak" gibi saplanan Mari Gerekmezyan girer. Asistanlık yaptığı Güzel Sanatlar Akademisi'nin heykel bölümüne misafir öğrenci olarak gelen Mari Gerekmezyan, Bedri Rahmi'nin bir büstünü yapar, sanatçı bu büste duyduğu minneti Mari'nin çeşit çeşit portrelerini yaparak ve ona şiirler yazarak yanıtlar. Artık bütün İstanbul ve elbette Eren Eyüboğlu bu tutkulu aşktan haberdardır. Bedri Rahmi Eyüboğlu 1975 yılındaki ölümüne kadar geçen çeyrek asrı aşkla, resimle, edebiyatla, dostlarıyla, dönemin önde gelen kültür ve düşünce insanlarıyla bir arada geçirir.

 

Meraklıları için 5 Mayıs - 20 Haziran arasında İş Sanat Kibele Galerisi'nde ziyaret edilebilecek "Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar - Biz Mektup Yazardık" Sergisi, sanat ve kültür tarihimizde eşine az rastlanır bir iz bırakmayı vaat ediyor. Sergide orijinal el yazılı mektuplar ve sanatçının çizimleriyle süslediği desenli zarfların yanı sıra mektuplaşılan isimlerin Bedri Rahmi Eyüboğlu tarafından yapılmış portreleri de yer alıyor. Serginin ziyaretçilerini güzel bir sürpriz de bekliyor. İsteyen katılımcılara, sanatçının desenleriyle hazırlanmış mektup ve zarflarla sevdiklerine yazma imkanı sunuluyor. Şimdi özlemle andığımız eski günlerdeki gibi mektup yazma zamanı!

haberler.com, 04.05.2015

 

******


SANAT TARİHİMİZ AÇISINDAN ÇOK ÖNEMLİ BİR SERGİ

 

İş Bankası'nın Kibele Galerisi'nde sanat tarihimize ışık tutacak bazı mektuplar sergileniyor. Serginin ana adı: "Biz Mektup Yazardık!"


Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar.(*)


Hughette Eyüboğlu hazırlamış sergiyi ve kataloğu. Yine kataloğun editörlüğünü de Ruken Kızıler üstlenmiş. Kitap tasarımı da Emre Senan'dan. Üç kişi emeklerini birleştirmişler, ortaya unutulmaz bir sergi ve katalog çıkarmışlar.


Mektuplara kişisel ilişkiler açısından da bakabilirsiniz, bu sayede dostlukların seyrini öğrenebilirsiniz. Eserleri dışında iç dünyalarını, duygularını bu mektuplardan okuyabilirsiniz. Gelin görün ki sanat dünyasının birçok ustasının mektupları olunca, bu belgelerden sanat tarihindeki izdüşümlerini araştırma çabasına girişirsiniz.


Emre Senan, bugünkü duruma dair sergiyi gezerken ilgi çekici bir saptamada bulundu.


Peki, biz bugün mektup yazmıyoruz, ileride ilişkilerimizin, kişisel düşüncelerimizin belgelenmesi nasıl olacak?


Bunun yanıtını veremedim.


Belki teknoloji ilerlerse, hepimiz sevdiği kağıdın rengini, çeşidini gösteren, sevdiğimiz mürekkeple yazacağımız ekranlar dönemi başlayabilir.


Teknoloji deyince, onun yararından da söz etmeliyiz.


Bütün mektupları dijital ortamdan da okuyabilirsiniz.


Kataloğun kapağında bir yazı da eski kuşaktan olanlara mektuplaşmaları çağrıştırıyor: "Uçak İle - Par Avion"


*


Önsöz'de editör Kızıler, mektup türünün kapsamı konusunda düşüncelerini açıklıyor, kitabın hazırlanış sürecine dair de notlarını okurla, ziyaretçiyle bölüşüyor: "Üç yıllık bir çabanın ürünü 'Biz Mektup Yazardık', 500 sayfalık bir kitap halinde karşınızda.


Belge midir mektup? Sahibi kimdir? Gözden kaçmış bir anlam mıdır? Gerçekle ilgisi çözülebilir mi? Daha da ileri gidersek, mektupları sona ermiş bir yaşamın yeniden kurgusu için kullanmak mümkün müdür?"


Hughette Eyüboğlu'nun Sunuş'u kitabın özelliğini anlatıyor: "Umarım sizler, ressamların hayatlarını sırf resim yaparak geçirmediğini, bir döneme ışık tutan bu mektuplar sayesinde yeniden görerek belki de Bedri Rahmi'yi başka bir bakış açısı ile değerlendireceksiniz."


Hiç kuşkusuz, mektup olunca zarflar da bir o kadar önem kazanır... Eyüboğlu'nun özel baskılı zarflarını mutlaka görün sergide.


Sergi ve kitapta sadece mektupları değil, onları zenginleştiren başka görsel malzeme de kitabı okuyacak olanları satırların ötesine götürüyor.


Tanıdığınız, eserlerini gördüğünüz ressamlar, adını bile duymadığınız sanatçılar burada mektuplarıyla sizin dünyanıza adım atıyor. Varsa eksiklerinizi de tamamlıyor. Resim tarihimizin akımlarını, gruplarını ilk elden mektuplarla tanımak, serginin ve kitabın önemini daha da arttırıyor. Sergiyi gezdikten sonra kitabı mutlaka almalısınız, çünkü teker teker bu mektupları ancak kitaptan okuyabilirsiniz. Kişisel bir sanat tarihinin dönemeçlerini bu sayfalarda göreceksiniz.
İçindekiler bölümünü açtığınızda bunun bir katalog değil, mektuplardan oluşan bir önemli bir kitap olduğunu fark edeceksiniz.


*

 

Sergiyi, 5 Nisan ile 20 Haziran arasında gezebilirsiniz.

 

(*) Türkiye İş Bankası Yayınları

Hürriyet, Yazı: Doğan Hızlan, 05.05.2015

 

******


BEDRİ RAHMİ'NİN ÇOK ÖZEL DÜNYASI İŞ SANAT KİBELE'DE

 

Türkiye sanatının köşetaşlarından Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun Güzel Sanatlar Akademisi'nde başlayıp Paris'te süren eğitim hayatından, resim tutkusunun peşinden gittiği Anadolu'daki yurt gezilerine kadar yaşamından birçok kesiti yansıtan mektupları, İş Sanat Kibele Galerisi'nde açılan 'Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar - Biz Mektup Yazardık' sergisiyle ilk kez gün yüzüne çıkıyor.

 

 

Bursa’nın ufak tefek yolları
Ağrıdan sızıdan tutmaz elleri
Tepeden tırnağa şiir gülleri
Yiğidim aslanım burda yatıyor

 

İşte mürekkep bu dizelerdeki gibi damlar Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun kaleminden… Sanatçı, 64 yıllık hayatına sığdırdığı sanat tutkusunu, aşklarını, sevinçlerini, hüzünlerini, dostluklarını çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını geçirdiği Anadolu’nun naifliğiyle yakın dostu Nazım Hikmet’e yazdığı bu dizelerdeki gibi aktarır kağıda ve tuvallere… Onun şiirlerindeki ve tablolarındaki narlar, dutlar, ayvalar kimi zaman sevdiği kadına duyduğu özlemi kimi zamansa amansız bir kara sevdayı anlatır. Babasından Batı Edebiyatı’nı, annesinden Yunus Emre’yi, Karacaoğlan’ı öğrenen sanatçı Anadolu’nun toprak damlı evlerinden, İstanbul ’un martılarından, köpüren denizinden, Aşık Veysel’in sazından dem vurur…

 

 

Bedri Rahmi Eyüboğlu iç dünyasını tuvallere ve şiirlere aktarırken sanat, edebiyat, siyaset ve iş dünyasının önemli isimleriyle gerçekleştirdiği, yaşadığı döneme ışık tutacak mektuplaşmaları da tarih yolculuğundaki yerlerini alıyor. Güzel Sanatlar Akademisi’nde başlayıp Paris’te süren eğitim hayatından, resim tutkusunun peşinden gittiği Anadolu’daki yurt gezilerine kadar sanatçının yaşamından birçok kesiti yansıtan mektuplar, “Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar - Biz Mektup Yazardık” Sergisi ile İş Sanat Kibele Galerisi’nde ilk kez gün yüzüne çıkıyor.

 

UZUN SOLUKLU ARAŞTIRMANIN ÜRÜNÜ
Sergi, hem sanatçının kaleme aldığı hem de kendisine gelen yüzlerce mektubun Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından uzun soluklu ve titiz bir çalışma ile kitaplaştırılmasına paralel olarak hayata geçiriliyor. Sanatçının gelini Hughette Eyüboğlu’nun hazırladığı, editörlüğünü Ruken Kızıler’in üstlendiği kitabın ve serginin tasarımı Emre Senan tarafından gerçekleştirildi.
 


 

Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Avrupa’da öğrenci olduğu günlerden Akademi’de öğretmen olduğu günlere pek çok anıyı barındıran mektuplar, orijinal olarak sahiplerinin kendi ifadeleriyle ve kendi imzalarıyla ziyaretçilere ulaşıyor. Sadece ressam ve şair olarak değil mozaik, seramik, vitray ve yazma sanatçısı, heykeltıraş, öğretmen ve yazar kimlikleriyle de sanatımıza kalıcı eserler bırakan Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun pek çok isimle sürdürdüğü yazışmaları aynı zamanda sanatçılar arasındaki kuvvetli bağı da gözler önüne seriyor. Her biri tarihi belge niteliğindeki mektuplar; sanatçıların o dönemde yaşadığı ekonomik sıkıntılara dair fikir verirken, yaşanan zorlu koşullara rağmen gerçekleştirdikleri idealleri ile tarihe not düşürebilmeyi başarmış bu insanların umutlarını yitirmediklerini de en iyi şekilde ortaya koyuyor.

 

 

NAZIM’DAN TANPINAR’A ZEİD’DEN DİNO’YA...
Sanatçının Nazım Hikmet, Ahmet Hamdi Tanpınar, Fikret Mualla, Aşık Veysel, Adalet Cimcoz, Orhan Veli Kanık, Necip Fazıl Kısakürek, İbrahim Çallı, Andre Lhoté, Fahrünisa Zeid, Abidin Dino, Reşat Nuri Güntekin, Cemal Tollu, Nurullah Berk ve Arif Kaptan ile mektuplaşmalarının her biri ziyaretçilerde ayrı bir tat bırakmayı vaat ediyor. İş dünyasının önde gelen isimleri Vehbi Koç ve Nejat Eczacıbaşı’nın mektupları da Eyüboğlu arşivinin önemli parçaları arasında yer alıyor.

 

 

“KARADUDUM” DEDİĞİ BÜYÜK AŞKI MARİ
Serginin bölümlerinden biri de Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun yaşamını şekillendiren iki kadın, eşi ressam Eren Eyüboğlu ve büyük aşk yaşadığı, “Karadutum” dediği Mari Gerekmezyan ile mektuplaşmalarından oluşuyor. Eren Eyüboğlu, büyük aşk yaşadığı Karadut’u sonsuzluğa uğurladıktan sonra eşinin elini bırakmayarak o zor günleri atlatmasına ve resme odaklanmasına yardımcı olacak kadar güçlü iken, diğer taraftan Mari Gerekmezyan ise ölümünün ardından bile gözlerini yaşartacak kadar sevdalı olduğu bir isim.

 

 

İLK KEZ GÜN YÜZÜNE ÇIKAN MEKTUPLAR
İş Sanat Kibele Galerisi’nde çağdaşlarıyla yazışmalarının ilk kez gün yüzüne çıktığı “Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar - Biz Mektup Yazardık” Sergisi ile anılan sanatçının hayat hikayesi Trabzon’da başlar. Takvimler 1911 yılını gösterdiğinde Görele Kaymakamı Mehmet Rahmi Bey ve Lütfiye Hanım’ın ikinci çocuğu olarak hayata merhaba der. Asıl adı olan Ali Bedrettin, zaman içinde önce Bedir’e sonra Bedri’ye dönüşür. Babasının görevi dolayısıyla yerleştikleri Trabzon’daki lise resim öğretmeni ünlü ressam Zeki Kocamemi tarafından keşfedilir. Sanatçı yine bu dönemde edebiyata da merak salar ve ilk şiirlerini yazmaya başlar.

 

KALBİNE “KARA SAPLI BİR BIÇAK GİBİ” SAPLANAN...
1929’da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’ne giren Bedri Rahmi Eyüboğlu, Nazmi Ziya ve İbrahim Çallı gibi Türk resminin mihenk taşlarının öğrencisi olma şansına erişir. Edebiyata olan ilgisinin üzerine düşer ve Ahmet Haşim’den estetik ve mitoloji dersleri alır. 1930’larda hayat onu bu kez Fransa’ya götürür. Dijon ve Lyon’da bir yandan çalışarak Fransızcasını geliştirmeye çalışırken, bir yandan da Gauguin, El Greco, Cezanne gibi beğendiği ressamların eserlerini kopya eder. Sanatçı, ileride hayatını birleştireceği Ernestine Letoni (Eren Eyüboğlu) ile de Fransa’da tanışır. 1940’lı yıllara gelindiğinde kalbine “kara saplı bir bıçak” gibi saplanan Mari Gerekmezyan girer. Asistanlık yaptığı Güzel Sanatlar Akademisi’nin heykel bölümüne misafir öğrenci olarak gelen Mari Gerekmezyan, Bedri Rahmi’nin bir büstünü yapar, sanatçı bu büste duyduğu minneti Mari’nin çeşit çeşit portrelerini yaparak ve ona şiirler yazarak yanıtlar. Artık bütün İstanbul ve elbette Eren Eyüboğlu bu tutkulu aşktan haberdardır. Bedri Rahmi Eyüboğlu 1975 yılındaki ölümüne kadar geçen çeyrek asrı aşkla, resimle, edebiyatla, dostlarıyla, dönemin önde gelen kültür ve düşünce insanlarıyla bir arada geçirir.

 

 

Meraklıları için 20 Haziran’a kadar İş Sanat Kibele Galerisi’nde ziyaret edilebilecek “Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar - Biz Mektup Yazardık” Sergisi, sanat ve kültür tarihimizde eşine az rastlanır bir iz bırakmayı vaat ediyor. Sergide orijinal el yazılı mektuplar ve sanatçının çizimleriyle süslediği desenli zarfların yanı sıra mektuplaşılan isimlerin Bedri Rahmi Eyüboğlu tarafından yapılmış portreleri de yer alıyor. Serginin ziyaretçilerini güzel bir sürpriz de bekliyor. İsteyen katılımcılara, sanatçının desenleriyle hazırlanmış mektup ve zarflarla sevdiklerine yazma imkanı sunuluyor. Şimdi özlemle andığımız eski günlerdeki gibi mektup yazma zamanı!

Radikal, 06.05.2015

DEFİNECİ POLİSİN SIR ÖLÜMÜ

 

Bundan üç yıl önce Mersin'in Tarsus İlçesi'nde trafik şubede görev yapan, ama aynı zamanda bölgedeki define kaçakçılığı şebekeleri konusunda Emniyet'e bilgi veren bir polis memuru esrarengiz bir cinayete kurban gitti. Cinayet, 28 Ocak 2012'de define kaçakçılığı ile uğraşan yerel bir organize suç şebekesi tarafından işlendi.

Bu tür küçük ve orta ölçekli lokal mafya işletmelerini, KOBİ kısaltmasından hareketle 'KOMİ' olarak nitelendirmek mümkün. Faaliyet gösterdikleri yerde güvenlik birimlerine rüşvetle sızabiliyorlar. Hatta bazen, bu hafta anlatacağım cinayet öyküsünde olduğu gibi, Emniyet'e nüfuz edip delillerin karartılmasını ve vakaların örtbas edilmesini sağlayabiliyorlar.

Cinayete uzanan süreç, 24 Ekim 2011'de Tarsus Emniyeti Kaçakçılık Büro Amirliği'nin, ilçede kaçak kazı yapan ve Roma dönemine ait kalıntılar içeren bir lahit bulan 10 defineciyi gözaltına almasıyla başladı. Gözaltına alınan zanlılardan 7'si mahkemece tutuklandı. Bu olaydan sonra defineciler, polis memuru Mithat Erdal'ı ihanetle suçlamaya başladılar. Ayrıca bulunan tarihi eserlerin paylaşımında da anlaşmazlıklar çıktı.


Dosyada yer alan belgelerden anlaşıldığı kadarıyla define kaçakçısı sanıklar ile maktul arasındaki yoğun telefon trafiği, maktulün ölümünden sonra bilgisayarında bulunan tarihi eser fotoğrafları ve cinayetin define kaçakçılığı yönünden soruşturulmasını gerektiren diğer deliller soruşturma sürecinde karartıldı.

Cinayet davası, Tarsus 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görüldü. Sanıklar, Mithat Erdal'ı vurduğunu söylenen Hüseyin Yasak ile onu azmettirdiği ileri sürülen Ufuk Orhan, Hakan Orhan ve Özkan Yılmaz'dı. Kasten adam öldürme ve öldürmeye azmettirme suçundan yargılanan sanıklardan Hüseyin Yasak 25 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Diğer sanıklarsa beraat etti.

CİNAYETİN ŞİFRESİ LAHİTTE!
Maktulün eşi Sibel Erdal, savcılıkta cinayeti aydınlatacak bağlantının define kaçakçılığı olduğunu belirten bir ifade verdi. Sibel Erdal'ın ifadesine göre maktul Mithat Erdal, 7 kişinin tutuklandığı define kaçakçılığı operasyonunda, kendisinin gözaltına alınmamış olmasının diğer definecileri kızdırdığını söylüyordu. Defineciler bu yüzden Erdal'ı ihanetle suçluyorlardı. Sibel Erdal, eşinin ölümüyle ilgili önemli bir ayrıntıyı da savcılık ve mahkeme ile paylaştı. Erdal, Tarsus eski İlçe Emniyet Müdürü Sadettin Yaşar Aksoy ile Tarsus İlçe Emniyet Müdürlüğü eski Kaçakçılık Büro Amiri Mustafa Türkmen'in, cinayetin define kaçakçılığı yönüyle soruşturulmasını engellediklerini söyledi. Yeri gelmişken belirtelim: Her iki polis de 17-25 Aralık süreci sonrasında Paralel Yapı ile mücadele kapsamında görev yeri değiştirilmiş isimler.

İddiaya göre Mithat Erdal cinayetinin define kaçakçılığı boyutlarıyla soruşturulması, 7 kişinin tutuklandığı olaydaki Emniyet bağlantılarını da gözler önüne serecekti. Mithat Erdal'ın ölümünden sonra evinde Sadettin Yaşar Aksoy'un talimatı ile tarihi eser araması yapılması bu iddiayı destekler nitelikte. (Aksoy'un adı, Zirve Davası'nın define avcısı gizli tanığı İlker Çınar tarafından da gündeme getirilmişti.) Emniyet'teki amirleri, Erdal'ın lahitten çıkan eserlerden bazılarını sattığını düşünüyordu. Ancak nedense meslekten ihraç ve ayrıca hapis cezası gerektirecek bu suçlamaya dayanarak Mithat Erdal hakkında yasal işlem başlatmadılar.

Mithat Erdal öldürülmeden kısa bir süre önce eşine "Benim başıma bir şey gelirse bundan Emniyet'teki amirlerim, Ufuk Orhan ve define araştırma suçundan tutuklanan 7 kişi sorumludur" dedi. Erdal, bu sözleri söyledikten 11 gün sonra öldürüldü.

'EŞİM KAÇAKÇILIĞA BİLGİ VERİYORDU'
Maktul polis memuru Mithat Erdal ardında bir eş ve iki yetim çocuk bıraktı. Hatay Dörtyol'da görüştüğüm Mithat Erdal'ın eşi Sibel Erdal, "Ölümünden önce 7 kişinin tutuklandığı olayla ilgili Kaçakçılık Büro'ya istihbarat verdi. Çıktıktan sonra 'Bunlar da işin içinde. Beni bu işe soktular. Amirler yüzünden düşman sahibi oldum' dedi" diye konuştu. Sibel Erdal şunları söyledi:

"Yedi kişi tutuklanınca Yaşar Müdür, Mithat'ı aradı, dönüşte çocukları okula bırakacağımız için ben de Emniyet'e gittim. Yaşar Müdür, odasında 'Mithat seni niye çağırdığımı biliyorsun, git Kaçakçılık Amiri'ne konuyla ilgili bilgi ver' dedi. Bana da 'Sen çocukları okula bırak, onlar konuşsun' dedi. Mithat çıktıktan sonra 'Bunlar da işin içinde. Kaçakçılık Amiri beni tayinle başka yere göndermek istiyor' dedi. Ben gidelim dedim ama eşim kabul etmedi. Ankara'ya gidip her şeyi anlatacağını söyledi. Kullanıldığını ve bu yüzden düşman sahibi olduğunu söylüyordu. Eğer benim eşim define işiyle amirlerinin bilgisi dışında uğraşıyorduysa onun hakkında yasal işlem yapmaları, gerekirse hapse atmaları gerekirdi. Ama muhbirlik yaptığı için amirlerinin konudan bilgisi vardı. Tarsus Yeşil Mahallesi'nde bulunan lahit mezarından eser çıkmadı dediler ama 32 şamdan ile sikkeler ve altın taslar çıkmış. Mezar boş çıktı diye rapor düzenlediler. Mithat da 'Yiyecekse devlet yesin, onlara yedirmem' diyordu. Bu yüzden öldürüldü, ancak olay bu yönüyle soruşturulmadı."

Define kaçakçıları, kaçakçılık şebekesinin içine sızmış polis ve onun amirlerinin karıştığı ilginç bir cinayet öyküsü bu. Perde arkası hala aydınlatılamadı. Ve daha önce gündeme getirdiğim İlker Çınar'ın adının karıştığı Tarsus'taki define kaçakçılığı olayıyla da paralellik arz ediyor. Sizce de manidar değil mi?

Sabah, Haber: Ferhat Ünlü, 03.05.2015

"BİR SABAH SÜLEYMANİYE'NİN BOMBALANDIĞINI DÜŞÜNÜN"

 

İç savaşın kanlı pençeleri arasındaki Suriye'de tüm insanlığa ait tarihi ve kültürel miras da yok ediliyor. Suriye yönetimiyle savaşan silahlı gruplar tarafından geçen hafta bombalanan Halep'teki Kırk Şehitler Kilisesi de bunlardan biri. Halepli gazeteci Harout Ekmanian kaybın önemini anlatabilmek için "Bir sabah Süleymaniye'nin bombalandığını düşünün" diyor!

 

 

Suriye’nin en büyük şehri Halep bu hafta yine bir patlama haberi ile gündeme geldi. Bu kez hedefte olan yer, Hristiyan inancının önemli olaylarından, Roma döneminde Sebaste / Sivas’ta şehit edilenlerin anısına inşa edilen, bölgenin en önemli Ermeni kültür mirası Karasnits Mangats yani Kırk Şehitler Kilisesi’nin bulunduğu bölgeydi.

 

21 Eylül 2014’te Der Zor’daki Soykırım Anıtı olan kilisenin IŞİD tarafından yok edilmesinin ardından düzenlenen bu saldırı için Ermenistan’da yaşayan Halepli gazeteci Harout Ekmanian şöyle diyor: “Bir İstanbullu sabah uyandığında Süleymaniye Camii’nin bombalandığını düşünsün. Bizim şu anda yaşadığımız bu.”

 

Anne tarafı Antep, babasının kökleri ise Siverekli olan, çocukluğunda Halep’teki evinde izlediği TRT yayınları ile Türkçe öğrenen Ekmanian, Suriye’nin geleceği için umutsuz, “Artık Halep’te hayat yok” diyor. Ankara’nın bölge politikalarını eleştiren Halepli gazeteci, “Erdoğan Halep’i mi almak istiyor?” diye soruyor.

 

Önce sıcak gelişme ile başlayalım. Saldırıya uğrayan Karasnits Mangats Kilisesi’nin önemi neydi?

Sadece Ermeniler için değil, bütün Halepliler, Suriyeliler için önemliydi. Çünkü şehrin simgelerinden biriydi. Çocukluğumdan beri gittiğim bu kiliseyi yurtdışından gelen arkadaşlarıma mutlaka gösterirdim. O kilisenin önemi için dindar olmanıza gerek yok. Zaten değilim de. Ama bir kültür mirasıydı. Gurur duyulacak bir yerdi. Ermenilerin oradaki varlığına, tarihlerine, kültürlerine ayna tutuyordu. 1915’ten kurtulan Ermenilerin çoğu için Halep’teki ilk durak, sığındıkları ilk yerdi. Bahçesinde de bir soykırım anıtı bulunuyordu. 

 

En son ne zaman gitmiştiniz?

Ben 2012 yılının bahar aylarında Ermenistan’a taşındım. O zaman Halep şehrinde henüz silahlı çatışmalar başlamamıştı. O yılın yaz aylarında da 10 günlük bir ziyaretim olmuştu. En son o zaman ziyaret etmiştim. Kiliseye bağlanan daracık sokakları, büyük binalar arasında kalan geniş bahçesi… O ziyaretimin son olacağını nereden bilebilirdim ki?

 

Haberi ilk duyduğunuzda ne hissettiniz?

Önce Twitter üzerinden öğrendim. Fotoğrafları incelemeye başladım. İnanmak istemedim. Ama maalesef haber doğrulandı. Yine de bölgeden farklı bilgiler geliyor. Kilisenin tamamen yok olmadığı, geniş kompleksin bir bölümünün yerle bir olduğuna dair haberler de var. Halep’in eski şehir merkezinin en önemli özelliği yeraltı tünelleridir. Kilisenin altından kaleye kadar gidebilirsiniz. Biz Şam yönetiminin denetimi varken hiçbir zaman o tünelleri görmedik ve girmedik. Güvenlik gerekçeleri ile yasaktı. Ama bugün o tüneller kullanılarak rahatlıkla en büyük binalar bile çökertilebiliyor.

 

“HER PATLAMA HABERİNDE BİR PARÇAMIZI KAYBEDİYORUZ”

Halep İstanbul gibi ülkesinin turizm merkezlerindendi. Bir İstanbullu’ya saldırıya uğrayan kilisenin değerini nasıl anlatabilirsiniz?

Bu kilise çok köklü bir geçmişe sahipti. Hristiyanlığın ilk yayıldığı dönemlerde gizli ibadet merkezleri varmış. Sonra 1200’lü yıllarda Ortodoks kilisesi açılmış. Son olaraksa 15. yüzyılda Ermeni Kilisesi olarak inşa edilmiş. İstanbul’u iyi bildiğim için şöyle bir örnek verebilirim. Bir İstanbullu sabah uyandığında Süleymaniye Camii’nin ya da Sultanahmet Camii’nin bombalandığını düşünsün. Bizim şu anda yaşadığımız, hissettiğimiz tam olarak bu. Her patlama haberinde bir parçamızı kaybediyoruz.

 

Bölgeden gelen sizi en çok etkileyen haber hangisiydi?

Aslında hepsi. 2012’de Halep’te Maraşlı Ermenilerin Surp Kevork Kilisesi’nin ateşe verilmesi ile başlamıştı benim için kötü haberler. Orası benim vaftiz olduğum yerdi. Ancak beni üzen sadece Hristiyan kültür mirasının yok oluşu da değil. Halep Ulu Camii saldırıya uğradığında, tarihi minaresi yıkıldığında da aynı şeyleri hissettim. Ben eskiden Halep’i ziyaret eden arkadaşlarıma muhakkak orayı da gösterirdim. Bugünse dünyanın gözünün önünde bir ülke, bir şehir, bir medeniyet yok oluyor. Hatta oldu bile.

 

Bu yıkımlardan Ermeni dünyası içinde en büyük yankı bulanlardan biri de Der Zor’daki Soykırım Anıtı’ydı değil mi?

Orası sadece bir kilise değil, anıt olduğu için çok daha derin anlamları vardı. Altında soykırım kurbanlarının kemikleri vardı. Toplu mezarlardan buraya getirilmişlerdi. Bir müzesi de bulunuyordu. Anadolu kentlerinde, kasabalarında Ermenilerin kullandığı eşyalar, tarihi dokümanlar vardı. Oranın yok edilmesiyle bütün Ermeniler tarihlerinden, kimliklerinden bir parçayı kaybettiler. 1915’ten bize kalan en önemli mirasımızı, anıtımızı kaybettik.

 

“100. YILDÖNÜMÜNE AUSCHWITZ’İMİZİ KAYBEDEREK GİRDİK”

Soykırımın 100. yıldönümünde bölgenin işgal altında olması ne hissettiriyor?

Biz her yıl 24 Nisan’da Der Zor’a giderdik, oradaki anmalara katılırdık. Çatışmalardan önce de bölgede sıkıntılar başlamıştı. Erdoğan ile Esad’ın arasının iyi olduğu dönemde Ermenilerin kitlesel olarak açık anma yapmaları istenmiyordu. Hatta bu nedenle 25 ya da 26 Nisan’da oraya gidebiliyorduk. Yani Esad o dönem Ankara’nın isteklerine uyuyordu. Bugün geldiğimiz nokta da belli.

 

Ermeniler soykırımın 100. yıldönümüne Auschwitz’lerini kaybederek girdi. Dünyanın dört bir yanından Ermenilerin bir araya geldiği, atalarını andıkları, acılarını paylaştıkları yer artık yok. Sadece birkaç duvar kaldı. Radikal güçlerin kontrolü de sürüyor. Artık hiç umut kalmadı.

 

“AY IŞIĞINDA KEMİKLERİN FOSFORLARI PARLIYORDU”

Sadece anıt değil, bölgenin de büyük anlamı vardı değil mi?

Tabi. En az anıt kadar çevresindeki toplu mezarlar da bizim için değerli. Mergade ve Şeddade bölgelerinde ay ışığında toprak kemiklerin fosforları nedeniyle parlıyordu. Gözün alabildiği kadar kemikler yığılıydı. Bugün o manzaradan ne kaldığını bilmiyoruz. 2011’den sonra bir daha göremedim.

 

Ermeni Soykırımı Türkiye’nin gündeminde yer alsa da, bu konular sizce yeterince konuşuluyor mu?

Ben Türkiye’nin soykırımı da kapsamlı bir şekilde konuştuğuna inanmıyorum. Bugün İstanbul, Ankara ve İzmir’den çıkın, herhangi bir Anadolu şehrine gidin. Kim bizimle empati kuruyor? Hafızalarda sadece dedelerinden kalan hatıralar var. Birkaç anlatıyı dile getiriyor sonra susuyorlar. Hayatlarına devam ediyorlar. Neden kurcalasınlar ki? Oturdukları evlerin, sürdükleri tarlaların, yerleştikleri arsaların geçmişteki sahiplerinin nasıl yok edildiğini neden okusunlar? Ayrıca Türkiye’de hala “kötü Ermeni” imajı yaygın.

 

“İyi şeyler de olmuyor mu” diyenler çıkacaktır muhakkak…

Ben Ermeni Soykırımı için “yetmez ama evet” diyemiyorum. Bu öyle bir konu değil. Doğrudur, kitaplar basılıyor, konferanslar düzenleniyor ama bunlar hep sınırlı. Hep aynı iki bin, üç bin kişi tarafından konuşuluyor. Ben bunlara katıldığımda her zaman aynı insanlarla karşılaşıyorum. Üstelik bazıları sadece siyasi duruşları gereği soykırımdan söz ediyor. Samimiyetlerinden, bildiklerinden, okuduklarından, ilgilendiklerinden değil.

 

“1915’TEKİ GİBİ TARİHTEN SİLİNMEK İSTENİYORUZ”

Bu durum Suriye’deki Müslümanlar için nasıl?

Ben artık Suriyeli Müslüman arkadaşlarımdan da umudu kestim. Ben bugün azınlıkların yok edildiğini söyledikçe bana çatışmada herkesin öldüğünü söylüyorlar, Avrupa’nın sadece azınlıklarla ilgilendiğini savunuyorlar. Batı o kadar ilgileniyorsa bugün hala neden öldürülüyoruz? Neden yok ediliyoruz? Elbette ölen herkes benim için değerli, kıymetli. Ölen bir Müslümana bir Hristiyan kadar üzülüyorum. Ama şöyle bir tarihsel gerçek de var. Artık bölgede Hristiyanlar o kadar az ki, her Hristiyan’ın ölümüyle, bölgedeki çokkültürlülük de sona eriyor. Nasıl ki Osmanlı’da Ermeniler bazı bölgelerde çoğunluk olsalar da bugün “azınlık” haline dönüştürüldülerse Suriye’de de benzeri bir durum var. Üstelik bu sadece Ermeniler için de geçerli değil. Süryaniler, Maruniler, Keldaniler için de geçerli. 1915’teki gibi tarihten silinmek isteniyoruz.

 

“HALEP ARTIK ÖLÜ BİR ŞEHİR, İÇİNDEKİLER DE YAŞAYAN ÖLÜ GİBİ”

Bugün Halep’teki Ermeniler için durum ne?

Devlet artık kimseyi koruyamıyor. Kendini azınlıkların koruyucusu olarak Batı’ya tanıtan Esad da harekete geçmiyor. Halep artık ölü bir şehir. Yaşanacak bir yer değil. İçindekiler de yaşayan ölüler gibi. Kimseyi aramaya cesaret edemiyorum. Ben bir Halepli’ye “nasılsın” diyemem ki?! Bu soruyu nasıl sorayım? Saçma! Bir cehennemin ortasında yaşıyorlar. Ben onlarla konuşmaya utanıyorum. Elektrikleri de yok, suları da. Paranız varsa, hükümetten aracılılarla elektrik ve su satın alabilirsiniz. Tam bir savaş ticareti sürüyor.

 

Bu süreçte Ankara’nın tavrını nasıl buluyorsunuz? 24 Nisan öncesi iki yıldır taziye mesajı yayınlayan Türkiye’nin bugün yaşanan acılara yaklaşımı nasıl?

Ankara, özellikle de Başbakan Ahmet Davutoğlu “Ermeni diasporası bizim diasporamızdır” diyor. En yakın diaspora Suriye’dekilerdir. Biz Anadolu topraklarındanız. Bizi hatırlayan var mı? Suriye politikalarında hiç akıllarına geldik mi? “Diaspora ile diyaloga başlayacağız” deniliyor. Davutoğlu’nun diaspora teorisi Halep’ten başlamalı. Halep’tekiler yanı başlarında değil mi? Bu insanlar yok edilirken “Türkiye diasporası” hakkında konuşmak alay etmek gibi.

 

“ERDOĞAN HALEP’İ Mİ ALMAK İSTİYOR?”

Halep Türkiye’nin gündemine Kobani eylemleri sırasında gelmişti. Erdoğan, “Kobani değil, Halep stratejik bölgedir” demişti.

Bugün Halep’te savaşan örgütlerin isimlerini biliyor musunuz? Sultan Murad, Sultan Beyazıt, Sultan Fatih Mehmed diyorlar kendilerine. Neden kendilerine Osmanlı sultanlarının isimlerini koyuyorlar? Bunların hepsi bizim için soru işareti olarak duruyor. Hepimizin aklında “Sultan Erdoğan Halep’i mi almak istiyor?” sorusu var. Örgütlerin hakim olduğu bölgelerde Türk lirasının yaygın olarak kullanıldığı konuşuluyor. Bu önemli bir ölçüt değil mi?

 

Babası Kobani’de büyümüş bir Halepli olarak bu politika atalarınızın geçmişini hatırlatıyor mu?

Tabi ki. Herkes 1915’in yeniden yaşandığını düşünüyor. Benim büyükbabam Siverekli. 1915’te bölgedeki bütün erkekleri bir gün içinde toplamışlar, “Orduya alıyoruz” demişler. Sadece çocuklar kalmış. Bir gün sonra kesik başları getirilmiş. “Yarın sizin sıranız geliyor” demişler. Kadınlar, çocuklar ve yaşlılardan kaçabilenler kaçmış. Üç yaşındaki dedem, büyük kız kardeşi ve annesi ile önce Halep’e gelmiş. Ardından geçim sıkıntısı çekince Kobani’ye geçmişler. Durumları düzelince yıllar sonra yine Halep’e dönmüşler. Bugün dedemin memleketi Siverek’te hiçbir Ermeni yok. Ufacık bir iz de. Yarın Halep’in de böyle olmasından korkuyoruz.

 

Ülkenin geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Suriye hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak. Artık orası herkes için karanlık ve hüzün dolu topraklar. Tıpkı şimdi Anadolu’da çoğu bölgede olduğu gibi Suriye de gelecekte tek rengin hakim olduğu, farklılıkların yer bulmadığı bir yer olacak.

Radikal, Haber: Serdar Korucu, 03.05.2015

HİSAR'DA CAMİDE SONA DOĞRU

 

 

Fatih döneminde Rumelihisarı’yla birlikte inşa edilen ve 18’inci yüzyılda yıkılan Boğazkesen Camisi’nin yapım çalışmaları devam ediyor. 7 yıl öncesine kadar konserler verilen alanda inşa edilen caminin Ağustos’ta tamamlanması planlanıyor.

 

2008 yılına kadar konser alanı olarak kullanılan Rumelihisarı’nda 18’inci yüzyılda yıkılmış Boğazkesen Camisi’nin yeniden yapım inşaat çalışmaları devam ediyor. Mülkiyeti İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde (İBB) olan alanda Haziran ayında başlayan inşaat çalışmalarının sponsoru İstanbul Kubbe Derneği. Fatih Sultan Mehmet döneminde hisardaki muhafızların ibadet ihtiyaçlarının karşılanması için yapılan camiden günümüze sadece minaresinin bir kısmının kaldığını söyleyen Mimar Barış Han şunları anlattı:

CAMİNİN TAM ŞEKLİ BİLİNMİYOR
“Çalışmalara başlamadan önce yapının alt kısmında bulunan sarnıç bölümündeki kalıntılar incelendi. Bu kalıntılarda caminin duvarlarının izleri belirlendi. Bunun üzerine bir plan çıkarıldı. Caminin tam şekli konusunda günümüze ulaşan bir çizim bulunmamaktadır. Sadece minarenin bir kısmı ayakta kalmış. Minarenin kenarlarında cami duvarlarının kalıntıları bulunuyor. Bu kalıntılar bizim için bir göstergedir. Caminin yapımında kullanılan kireç taşları Çatalca’da hazırlandı. Tuğlalar ise Çorum’daki ocaklarda döktürüldü. Fatih döneminde sadelik ön planda olduğu için iç kısmın da sade olmasına dikkat edilecek.”

 

Hisar konserlerinin mekanıydı
Fatih Sultan Mehmet’in 1452’de Boğaz’ı kontrol etmek amacıyla inşa ettirdiği Rumelihisarı’nın içinde ilerleyen yıllarda bir mahalle kuruldu. 1953’te dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın talimatıyla evler kamulaştırıldı, hisar restore edildi. Tiyatro sanatçısı Muhsin Ertuğrul, 1958’de caminin bulunduğu alana açıkhava tiyatrosu yaptırdı. Daha sonra alanda 1980’li yıllardan itibaren konserler verilmeye başlandı.

 

Maliyeti 1 milyon 500 bin lira
Rumelihisarı’nın içerisindeki caminin restorasyon çalışmalarının Ağustos ayında bitirilmesi planlanıyor. Projenin mimarı Barış Han, caminin maliyeti konusunda “Caminin alt kısmındaki sarnıç ve duvarlar yenilendi. Şu ana kadar 700 bin lira harcandı. Minarenin yapımı, cami duvarlarının tamamlanması ve iç tasarımının bitirilmesiyle maliyetin 1 milyon 500 bin liraya ulaşmasını bekliyoruz” dedi.

Hürriyet, Haber: Fırat Alkaç, 03.05.2015

ÇİPRAS TARAFINDAN KURTARILDI

 

 

Yunanistan’da 2012 yılındaki ekonomik krizden çıkmak için yurt dışında sahip olduğu 30 gayrimenkulün satılacağı haberleri çıktı. Yunan medyasındaki satılacaklar listesinde yayımlanan, İzmir 1’inci Kordon’da, Atatürk Caddesi üzerinde bulunan tarihi konsolosluk binasına, Aleksis Çipras’ın başında olduğu Yunan Hükümeti maddi kaynağı sağladı ve restorasyona başlandı.

 

400 GÜNDE BİTECEK

Restorasyonunu üstlenen ’Birlik İnşaat’ın sahibi yüksek mimar Turgay Bakır, tarihi konsolusluk binasının 19’uncu yüzyılın sonunda yapıldığını hatırlattı. Bakır, "Binanın içinde temelden güçlendirme, aslına uygun restorasyon çalışmalarına başladık. Bu bina Kordon’daki önemli yapılardan biri. 400 günde bitirmeyi hedefledik" dedi. Yunanistan Başkonsolosluğu binasına komşu, şu an kullanılmayan Alman Başkonsolusluğu binası ve bir diğer tarihi yapı da kurtarılmayı bekliyor.

 

 

İzmirler beton yığınına dönen Birinci Kordon’da tarihi yapıların parmakla sayılacak kadar az olduğuna dikkat çekip, "Yunan Başbakanın Çipras’ın değerine sahip çıkıp bu ekonomik krizde tarihi konsolusluk binasına bütçe ayırıp yeniden kente kazandırması çok sevindirici. Hemen yanıbaşında yer alan Alman konsolosluk binası ile diğer tarafındaki tarihi yapının da kurtulması için harekete geçilmeli" dedi.

Milliyet, 03.05.2015

POMPEİ DUVAR RESİMLERİ TEMİZLENİYOR

 

 

Gizemler Villası’nda (Villa of Mysteries) bulunan fresklerdeki bakteriler restorasyon çalışması sırasında temizlendi.

 

Pompei antik kentinde bulunan ve antik Roma’nın en çok ünlenen fresklerinden bazıları antibiyotikler kullanılarak eski sağlıklarına kavuştu. Konservatörler,  Gizemler Villası’nın yemek odasını süslediğini düşündükleri Dionysus duvar süsünde bulunan canlı bakterileri temizlemek için amoksisilin denilen ve bir çeşit penisilin olan maddeyi kullandılar. Streptokok bakterilerin boyanın doğal pigmentlerinin içine yerleştiği ve onları toza dönüştüğü biliniyor. Villa, iki yıllık bir restorasyon projesinin ardından geçtiğimiz Mart ayında tekrar ziyarete açıldı.

 

Pompei restorasyon laboratuvarının yönetici olan Stefano Vanacore önderliğindeki 20 kişilik ekip villaya yeni bir görünüş kazandırdılar. Ekip aynı zamanda 1900’lerdeki kazılar sırasında boyaların üzerinde kalan toprak kalıntılarını da temizlediler. 2013’te mozaik tabanların stabil hale getirilmesiyle başlayan çalışmalar yüzlerce metre kare iç dekorasyon alanının temizlenmesiyle devam etti.

 

Analizler duvarlarda ısı ile boya sabitleme  (boyanın eritilmiş bal mumu ile karıştırılması) ve su bazlı pigmentlerin kullanılmasından “Mısır mavisi” gibi az rastlanır tekniğe kadar birçok değişik boyama tekniğinin kullanıldığını gösterdi.

 

Duvar resminde kullanılan koyu kırmızıya özel bir dikkat gösterildi. Konservatörler kırmızı boyanın pigmentlerinde oluşan siyah lekeleri çıkarmak için lazer yöntemini kullandılar. Bu siyah lekelerin içinde siyah magnezyum minerali bulunan toprak kalıntılarının yağmur suyuyla reaksiyona girdiklerinde zamanla çözülmeleri sonucu oluştuğu biliniyor.

 

2008’de başlayan ve aralıklarla devam eden Gizemler Villası’nın ikinci tabakasındaki fresklerin restorasyon çalışmaları çatının da restorasyonunun yapılmasıyla tamamlandı. Daha fazla çalışmanın 2012 Eylül’de meydana gelen fırtınada çatıyı tutan bir sütunun yıkılması sonucu oluşan hasarın giderilmesi için yapılması planlanıyor.

arkeolojihaber.net, Kaynak: theartnewspaper.com, 01.05.2015

KARAHÜYÜK VE KEÇEMAĞARA'DA KAZI YAPILACAK

 

Kahramanmaraş Kültür ve Turizm Müdürü Seydihan Küçükdağlı, Karahüyük’te kazı çalışmalarının izninin alındığını, Keçemağra Mahallesinde bulunan mağaralar ve kazı çalışmaları için de ödeneğin ayrıldığını bildirdi.

 

 

Kahramanmaraş Kültür ve Turizm Müdürü Seydihan Küçükdağlı, Karahüyük’te kazı çalışmalarının izninin alındığını, Keçemağra Mahallesinde bulunan mağaralar ve kazı çalışmaları için de ödeneğin ayrıldığını bildirdi.


Kahramanmaraş Kültür ve Turizm Müdürü Seydihan Küçükdağlı Elbistan sınırları içerisinde yapılan tarihi ve kültürel çalışmalarla ilgili gazetemize bir değerlendirme yaptı. Küçükdağlı, Karahüyük ile Keçemağara için ödenek tahsisinin yapıldığını çalışmalarına kısa süre içerisinde başlanacağını aktardı.


Küçükdağlı, “2015 yılı çalışmaları kapsamında öncelikli olarak Karahüyük kazısının 2015 yılı kazı iznini aldık, hem de ödeneği tahsis edildi. Sivas Cumhuriyet Üniversitesi’nden Yar. Doç. Boran Uysal ile arkeoloji Müzesi başkanlığında bu sene kazılara başlayacağız.” dedi.






205 yılı kazı çalışmaları kapsamında Elbistan bölgesinde ikinci bir kazımız var diyen diyen Küçükdağlı, “2015 yılı içerisinde Keçemağara kazısı olacak. 2014 Yılı araştırmalarında tespit edildi. Öncelikle oranın tescilini bitirdik. Sonra kazı iznini aldık. Yine müzemiz başkanlığında Gazi Üniversitesi’nden Yar. Doç.Dr. Cevdet Merih Derek hocamızla işbirliği içerisinde kazı çalışmalarına başlanacak. İzni alındı. Aynı zamanda ödeneğin tahsisi de yapıldı” ifadesini kullandı.


Eski Elbistan olarak tabir edilen Ulucami, Çarşı Camisi, Ceyhan Camisi, Himmetbaba Camisi ile Selçuk Hamamı arasındaki alan ile ilgili Elbistan’a bir heyet geleceğini anlatan İl Müdürü Seydihan Küçükdağlı, “Elbistan Dulkadiroğlu Beyliği Sarayı için tescile sunduk. Orada bir höyük mevcut. Onun da tescil çalışmaları için kurul kararını bekliyoruz.


Derecelendirme hususunda bir heyet gelecek Elbistan’a. Bir çalışma yapacaklar. Onunda çalışmalarını takip ediyoruz. İnşallah önümüzdeki dönemlerde yoğun şekilde çalışacağız. Bu çalışmalarımızda en büyük katkıyı AKP Grup Başkanvekilimiz Mahir Ünal Bey ve İlçe Kaymakamımız Tuncay Akkoyun Bey yaptılar. Kendilerine teşekkür ediyorum” şeklinde konuştu.


KEÇEMAĞRA’DA ARAŞTIRMALAR YAPILMIŞTI

Mağaralarda araştırma ve inceleme çalışması yapan Gazi Üniversitesi’nde görevli Yrd. Doç.Dr. Cevdet Merih Erek, mağaraların dini ayin için kullanılmış olabileceğine dikkat çekmişti. Erek, "Avlanmada günlük hayatını, işlerini halletmede bıçak, delgi, ok uçları gibi bütün malzemesini çakmaktaşından üretiyor. Öncelikli olarak mağaralar ve mağaraların yakınlarındaki çakmaktaşı yataklarının araştırmasını yapıyoruz. Şu ana kadar yaptığımız araştırmalarda Elbistan İlçesinin oturduğu coğrafya üzerinde çok verimli çakmaktaşı yataklarına rastlamadık. Bulunan çakmaktaşı yatakları da boyut olarak küçük ham maddelerden kaynaklandığı için yontmaya çok elverişli değiller. Coğrafya üzerinde mağaraların masif kayaların içine oyulmuş, doğal olarak oyulmuş mağaraların çok fazla olmadığını da gördük. Çünkü bölge çoğunlukla su altında kaldığı delilleriyle dolu. Ancak bulunduğumuz Keçemağarası Köyünde eski bir kaya mezarı ya da dini bir alan olarak kullanılmış olabileceğini gördüğümüz bir takım duvar resimlerine rastladık.” Bilgisini paylaşmıştı.

Milliyet, 01.05.2015

MARANGOZ ATÖLYESİNDEN TARİHİ ESERLER ÇIKTI

 

 

Bursa’nın merkez Yıldırım İlçesi’ndeki bir marangoz atölyesine yapılan baskında Roma dönemine ait olduğu belirlenen çok sayıda tarihi eser ele geçirildi. Atölye sahibi K.M. eserleri satma niyeti olmadığını, tarihi eserlere meraklı olduğu için topladığını söyledi.

 

Yıldırım İlçe Emniyet Müdürlüğü Asayiş Bürosu ekipleri, Yeşilyayla Mahallesi’nde K.M.'nin marangoz atölyesinde çok sayıda tarihi eser sakladığı bilgisine ulaştı.

Polis, Cumhuriyet Savcılığı’ndan aldığı arama izni ile önceki gün K.M.'nin iş yerine baskın düzenledi. Yapılan aramada atölyenin çeşitli yerlerine saklanmış Roma dönemine ait 1 adet haç şeklinde taç, 2 adet kılıç, 1 adet demir tartı aleti, 1 adet bardak, küçük bir kadın heykeli, 50 tane sikke, 3 adet kadın yüzüğü ele geçirdi. Gözaltına alınan K.M.'nin ifadesinde, "Tarihi eser merakım var. Bunları topluyordum. Satmak gibi bir niyetim yok" dediği öğrenildi.

Adliyeye sevk edilen K.M. tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.

Bursa Hakimiyet, 01.05.2015

2500 YIL SONRA YENİDEN 'PERDE' DİYECEK

 

 

Magarsus antik kenti tiyatrosu, 2 bin 500 yıl sonra yeniden kültür ve sanat faaliyetlerine ev sahipliği yapmaya hazırlanıyor.

 

Karataş'taki Magarsus antik kentinde 2 yıl önce başlatılan kazı çalışmaları devam ediyor.

 

Tarihi MÖ 5'inci yüzyıla dayanan antik kentin yaklaşık 2 bin 500 yıllık tiyatrosunda yapılan kazı çalışmaları sonucu, tipik bir Helen tiyatrosu özelliği taşıyan yapının büyük bölümü ortaya çıkartıldı.

 

Deniz manzaralı, 150 metre uzunluğunda, 30 metre genişliğinde ve yaklaşık 3 bin kişilik olduğu tahmin edilen antik tiyatro, kazı sonrası yapılacak çalışmalarla tekrar kültür ve sanat hayatına kazandırılacak. Antik tiyatro 2 bin 500 yıl sonra yeniden "perde" diyerek, sanatseverlere ev sahipliği yapacak.

 

''Sayılı günler kaldı''

Adana Kültür ve Turizm Müdürü Sabri Tari, son yıllarda Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik ve Vali Mustafa Büyük'ün destekleriyle Adana'daki bir çok tarihi mekanda yapılan kazı çalışmalarının büyük bir hızla devam ettiğini belirtti.

 

İki yıl önce Magarsus antik kentinde başlatılan kazı çalışmalarında, antik tiyatronun büyük bir kısmının ortaya çıkartıldığını vurgulayan Tari, konuşmasına şöyle devam etti:

''Bu yıl tekrar başlatılan kazı çalışmalarıyla tiyatronun sahne kısmı da dahil tamamı açığa çıkarılarak turizme kazandırılacak. Magarsus Antik Kenti döneminde kendi adına para bastıracak kadar ihtişamlı ve önemli bir kent olmasına karşın, bugün kent surları ve tiyatrosu dışında ayakta kalan bölümü yok. Ancak ilçenin sokaklarında gezdiğinizde, her evin bahçesinde, duvarında Magarsus Kenti'ne ait izleri bulmak mümkün.

 

Kazılarla ortaya çıkarılan tiyatro en az Efes, Side ve Aspendos tiyatroları kadar büyük ve görkemli. Döneminde nice oyunlara ev sahipliği yapan, basamaklarında izleyiciyi ağırlayan, alkış sesleriyle inleyen tiyatronun kazısı tamamlandığında o günler tekrar yaşatılacak. Basamaklarında gözünüzü kapatıp, sahnede bir oyun veya bir orkestranın müziğini duymanız için sayılı günler kaldı. Önümüzdeki aylarda antik tiyatroda bir etkinlik yapılması ve Magarsus'un dünyaya tanıtılması amaçlanıyor.''

 

Tari, antik kentin eski şaşalı günlerine kavuşmasıyla Türkiye ve Adana turizmine de katkı sağlayacağını ifade etti.

Trt Haber, 30.04.2015

ÇANAKKALE'DE TEMEL ÇUKURUNDAN TARİH ÇIKTI

 

 

Çanakkale'nin Bayramiç İlçesi'ne bağlı Kuşçayır Köyü'nde muhtarlık tarafından köy odası yaptırılması için başlatılan inşaatın temel kazısında, eski döneme ait olduğu sanılan kuyu bulundu.

 

İnşaat çalışmaları durdurulurken, tarihi değerinin bulunup bulunmadığının belirlenmesi için arkeologların inceleme yapacağı belirtildi.

Bayramiç'e 12 kilometre mesafedeki Kuşçayır Köyü Meydanı'nda, 100 metrekare alanda, muhtarlık tarafından inşaat çalışması başlatıldı. Köy odası ve berber dükkanı için yapılan inşaatın kazılan temel çukurunda eski döneme ait olduğu sanılan bir kuyuya rastlandı. Kuyunun içindeki toprak ve taşlar, içindeki suyla birlikte temele yayıldı.

Haber verilmesiyle köye gelen jandarma çalışmayı durdurup, alanı güvenlik şeridiyle çevirdi. Konu, Çanakkale Müze Müdürlüğü'ne bildirildi. Arkeologların inceleme ve araştırma yapacağı belirtildi. Bulunan kuyunun tarihi değerinin olup olmadığının belirlenmesi sonrası inşaata devam edilip edilemeyeceğine karar verileceği kaydedildi.

Köy Muhtarı 42 yaşındaki Niyazi Sezgin, "Temel sırasında kuyuya rastlandık. Su bir türlü kesilemedi. Jandarma gelerek inşaatı mühürledi. Arkeologların gelip kuyuyu incelemesini bekliyoruz" dedi.

Sabah, 30.04.2015

HALEP'İN EN ESKİ ERMENİ KİLİSESİ BOMBALANDI

 

Halep’in en eski Ermeni Kilisesi olan Ermeni Apostolik Karasnits Mangants Kilisesi bombalandı.

 

 

26 Nisan'da saldırıya uğrayan kilise saldırısının nasıl gerçekleştiği henüz bilinmezken, bazı kaynaklarda yeraltına tünel kazılarak kilisenin altına bomba yerleştirildiği, bazı kaynaklardaysa topçu atışlarıyla kilisenin bombalandığı belirtiliyor.
 

Armenpress’te yer alan habere göre, kilisenin bombalandığı bilgisini Suriye Ermenileri Apostolik Kilisesi Psikoposu Zirair Reisyan doğruladı.

 

Geçmişi 15. yüzyıla uzanan Karasnits Mangats Kilisesi, şehrin en eski Ermeni kilisesiydi. İranlı Ermeniler tarafından kurulduğu tahmin edilen kilisenin 500. yılı, 2000 yılında kutlanmış; kilisenin yıkıldığı gün olan 26 Nisan’a denk gelen tören Katolikos Aram I’in riyasetinde gerçekleşmişti. Kilise, Suriye’deki Ermeni toplumu için önemli bir dini merkezdi.

 

 

Karasnits Mangats Kilisesi’nin bombalanmasından yaklaşık 4 ay önce St. Rita Ermeni Katolik Kilisesi, ondan önce de Der Zor’da soykırım kurbanları anısına yapılan Ermeni Soykırımı Kilisesi bombalanmıştı. 

Agos, 29.04.2015




.. TAY Projesi . Kuruçeşme Cad. 67/B
34345 Kuruçeşme İstanbul
Tel: 0 (212) 265 7858 - Faks: 0 (212) 287 1298
e.posta: info@tayproject.org

Copyright©1998 TAY Projesi