31 Mayıs - 6 Haziran 2015
|
500 YILLIK KALEİÇİ
TURİZME AÇILIYOR

Seferihisar’ın Sığacık
Mahallesi’nin çehresini İzmir Büyükşehir
Belediyesi’nin sağladığı finansmanla değiştiren
Seferihisar Belediyesi, şimdi de Kaleiçi sakinleri
ile işbirliği içinde ev pansiyonculuğunu
geliştirecek.
Seferihisar Belediyesi,
Sığacık Kaleiçi Mahallesi’ni tarihi bir tatil köyü
konseptine kavuşturmak için hayata geçirdiği proje
ile mahallenin sokaklarını ve evlerin dış
cephelerini yenileyerek 500 yıllık Kaleiçi’ni,
200’ün üzerindeki tarihi evden oluşan bir tatil
köyüne dönüştürdü. Dünya Gazetesi'nden Sedat Alp'in
haberine göre, Seferihisar Belediye Başkanı Tunç
Soyer’in yeni hedefi ise tüm evleri kapsayacak ev
pansiyonculuğuyla, 600 yataklı dünyanın en eski
tatil köyünü Kaleiçi’nde oluşturarak, farklı bir
turizm konsepti oluşturmak. Şimdiden bir kaç evde
pansiyonculuk başlamış durumda.
Restorasyon çalışmasının
ardından Yaşar Üniversitesi ile yaptıkları
protokolle, Kaleiçi’nde yaşayanları kapsayan eğitim
programı düzenlediklerini belirten Soyer, mahalle
sakinlerine ev pansiyonculuğu eğitimi programında
kat hizmetleri, yiyecek- içecek yönetimi, iletişim
ve müşteri ilişkileri yönetimi, tanıtım ve
pazarlama, turizm İngilizcesi ve ön muhasebe
eğitimlerinin verildiğini, bu eğitimi tamamlayarak
sertifika alan Kaleiçi sakinlerinin 2015 yaz sezonu
itibariyle ev pansiyonculuğuna başlayacağı bilgisini
verdi.
Sığacık Kaleiçi’nin
dünyada hayatın devam ettiği nadir kalelerden biri
olduğunu belirten Soyer, “Burası Kanuni Sultan
Süleyman döneminde Rodos seferine hazırlık olarak
yaptırılmış. 500 yıldır içerisinde yaşam devam
ediyor. İçerisinde bazıları kale surları üzerine
kurulmuş olan 284 ev var. Biz göreve geldiğimiz
2009’da Kaleiçi restorasyonunu yapmaya karar verdik.
Kaleiçi SİT alanı olması nedeniyle içerisindeki
evlerin yıllardır bakım onarım yapılamıyordu. Bunun
için öncelikle evlerin restorasyonu ile ilgili proje
hazırlayıp, Anıtlar Kurulu’na başvurduk. Onayın
ardından İzmir Büyükşehir Belediyesi ile birlikte
protokol yaptık. Büyükşehir Belediyesi’nin
finansmanıyla da hayalimizi gerçekleştirmeye
başladık” dedi.
Ev sahiplerine
yatırımda rehberlik yapacağız
Restorasyon çalışmasının
tamamlanmasıyla birlikte asıl hayal ettikleri
projeye başlayacaklarını belirten Soyer; “Şimdi
bütün çabamız burayı bir tatil köyü olarak
pazarlamak. Daha önce denenmemiş bir yöntemi
deneyeceğiz. Bu evlerin turizme kazandırılmasına
öncülük edeceğiz. Ev sahiplerine istenen konfor
standartlarına ulaşılması için yapacakları yatırımda
rehberlik yapacağız, turizm hizmeti ile ilgili
eğitim programları uygulayacağız. Bunları da
Kaleiçi’ndeki ev sahipleriyle birlikte belediye
öncülüğünde yapacağız. Yavaş yavaş tüm evleri de
pansiyona dönüştürüp burayı bir tatil köyü haline
getirmeyi hedefliyoruz. 500 yıllık bir evde
uyandığınız, tamamen organik ürünlerden oluşan bir
kahvaltı ile güne başladığınız ve tarih kokan
sokaklarda dolaştığınız bir tatili kim istemez”
dedi. Dünyada insanların “her şey dahil sistemi”nden
uzaklaşmaya başladığına işaret eden Soyer, “Bu
modelle Kaleiçi’ni dünyayla buluşturacağız. Diğer
önemsediğimiz şey ise Kaleiçi’nde yaşayan insanların
ekmeğini büyüterek, para kazandırmak olacak” dedi.
Kaleiçi'nde neler
yapıldı?
Kalede tarihi dokunun
algılanabilirliliğini arttırmak için uygulanan proje
ile konutların cephelerinde niteliğini kaybetmiş
olan sıvalar onarıldı. Bölgede bulunan Teos taşları
cephede korunarak restorasyon ilkeleri doğrultusunda
temizlenerek gün yüzüne çıkarıldı. Cephede bulunan
malzemelerde derin kırılma, kopma, eksilmenin olduğu
yerlerde yenilemeler yapıldı. Proje kapsamında bazı
yerlerde onarım, bazı yerlerde ise değişimlerle
kapı, pencere, çatı ve kepenklere müdahale edildi,
elektrik ve su bağlantıları yenilendi ve elektrik
kabloları yeraltına alınıp sokak aydınlatmaları
direklerden duvar apliklerine aktarıldı.. Özgün
haldeki donanımlar, orijinaline uygun olarak
yenilendi.
Yapı, 05.06.2015
|
68 MİLYON YILLIK DİNOZOR
FOSİLİ BULUNDU

Kanada'da bugüne
kadar bulunanlardan farklı bir tür dinozor fosili
bulundu. Hellboy adı verilen dinozorun, 68 milyon
yıllık olduğu açıklandı.
Alberta eyaletine bağlı
Calgary kentindeki Royal Tyrrell Paleontoloji
Müzesi'nden Caleb Brown, eyaletin güneyindeki
alabalıkları ile ünlü avlanma bölgesi Oldman
Nehri'nde, bir balıkçının farkederek haber verdiği
fosilin, 1,6 metre uzunluğunda olduğunu söyledi.
Fosilin bir kısmının zaten açıkta olduğunu kaydeden
Brown, diğer kısmının bulunduğu kaya parçasınınsa,
bilinenden çok sert çıktığını ifade etti.
Fosile Hellboy ismini,
hem kazı çalışmalarının çok zor gerçekleşmesi hem de
fosilin çok boynuzlu görüntüsü nedeniyle
verdiklerini anlatan Caleb Brown, "fosilin boyun ve
omuzunda koruyucu olduğunu düşündüğümüz irili ufaklı
boynuzlar ve sert kemik çıkıntıları var. Bu nedenle
simini Hellboy koyduk" dedi.
Boynuzlu dinozorların
chasmosaurs ve centrosaurs isimli iki ayrı türden
geldiğini kaydeden Royal Tyrrell Paleontoloji Müzesi
Paleontoloğu Caleb Brown, bölgede birden fazla
Hellboy olduğunu tahmin ettiklerini açıkladı.
Akşam, 05.06.2015
|
ERZURUM'UN ÖKSÜZ ÇEŞMELERİ

Bir
çeşmeler şehridir Erzurum. Yaz sıcağında gürül gürül
akan sularına doyum olmaz. Ancak bu çeşmelerin
kıymetinin bilinmediği de bir gerçek. Asırlar boyu
susayanların hizmetine koşan tarihi çeşmelerin kimi
ilgisizliğin kurbanı olmuş, kimi definecilerin.
Asırlarca insanların vefasızlığına direnmiş,
savaşlara, zelzelelere rağmen kaynağına sahip
çıkabilmiş Cennet, Boyahane, Dört Güllü ya da
Şebhane (Şabakhane) ile Paşa Pınarı Çeşmesi önünde
iftar saatinden önce ellerinde damacana, desti
bulunan Erzurumlular, uzun kuyruklar oluşturur.
Sıcak, kavurucu Ramazan günlerinin oruç hararetini
bakır maşrapa veya kristal bardakta iftarda içilen
soğuk su yok eder. Gönül yangınlarına saçılan bir
rahmettir kar suyu. Erzurum’a gelen yerli ve yabancı
turistlerin unutamayacağı bir güzelliktir çeşmelerin
lülelerinden gür ve şarıl şarıl akan sular. Hangimiz
bir çeşmenin başında yudumladığımız bir yudum su
için O’nun engin rahmetine şükretmedik ki.
Anadolu’nun her bir köşesinde adeta birer medeniyet
izi taşıyan çeşmeler sevgiliye bir özlem ağıtıyla
akar da; modern zamanların insanları sessiz
çığlıkları duymaz.
Anadolu’nun çeşmeler şehridir Erzurum. Yaz
sıcağında içene serinlik ve huzur veren berrak
sularını içmeye doyamazsınız. Ancak bu su şehrine
gereken değer verilmiyor ne yazık ki... Hemen her
mahallesinde, sokağında bulunan çeşmelerin
kitabeleri yağmalanmış, kırılmış yahut hayrat
çeşmelerin dua kapıları yıkılmış. Bazı kitabelerin
üzeri de kıymet bilmeyen ellerce badanayla örtülmüş.
Çoğu çeşmenin lülelerinden artık su akmıyor.
Erzurum il merkezinde sayıları 200’ü aşan ve çoğu
kesme taştan yapılmış çeşmelerin tamamına yakını
sahipsizlik ve ilgisizlikten yıkıldı. Diğerleriyse
can çekişiyor. Bazı çeşmeler iş makinelerinin vahşi
dişlileri arasında parçalanıyor, bazılarının
lüleleri çalınıp hurda niyetini satılıyor, taşları
dökülüyor, sökülüyor.

Kimi köşede bekliyor, kimi müzede
Sanat harikası kitabeler de çağın vefasızlığından
nasibini alıyor. Kimileri defineciler tarafından
yağmalanıyor, biraz daha şanslı olanlarıysa
arkeoloji müzesinde bir çeşmenin baştacı olacağı
günü özlemle bekliyor.
Erzurum’un en eski çeşmesi Selçuklu dönemine ait.
13. yüzyılda yapılan Çifte Minareli Medresesi’nin ön
duvarındaki bezemeli çeşme zamanla sökülüp, yerine
dolgu yapılmış. Suyu kesilse de, Çifte Minareli
Medrese’ye bakan dikkatli kişiler bir zamanlar
gözlerinden hayat fışkıran sularıyla çeşmenin
izlerini görebiliyor.

Zaman, Haber: Orhan Yıldırım, 05.06.2015
|
JANDARMADAN TARİHİ ESER
OPERASYONLARI

Van’da jandarma
ekipleri, Van ve Ağrı’da tarihi eser kaçakçılığı
yapan şahıslara yönelik operasyon düzenledi.
Ağrı’da ve Patnos’ta üç ayrı evde yapılan
aramalarda çok sayıda tarihi eser ve bir adet
tabanca ele geçirildi.
Van İl Jandarma
Komutanlığı ekipleri, Van ve Ağrı illerinde
tarihi eser kaçakçılığı yapan şahısların tespiti
ve yakalanmasına yönelik çalışmalar kapsamında
Ağrı ve Patnos’ta operasyonlar gerçekleştirdi.
Üç ayrı ev ve eklentilerinde arama yapan
jandarma ekipleri, Orta Çağ’a ait üzerinde Hz.
İsa ve çiçek figürü bulunan bir adet eski haç,
Demir Çağı’na ait bir adet Ağırşak diye
adlandırılan obje, iki adet farklı ebatlarda
çanak, üç adet farklı ebatlarda çömlek, sekiz
adet farklı ebat ve özelliklerde obje, bir adet
eski çömlek, tarihi eser aramada kullanıldığı
düşünülen bir adet dedektör, bir adet ruhsatsız
tabanca ve bu tabancaya ait 29 adet fişek ele
geçirdi. Olayla ilgili 2 kişi gözaltına
alınırken, soruşturmanın devam ettiği
belirtildi.
Merhaba Haber,
04.06.2015
|
HEYBELİADA SANATORYUMU KADERİNE TERK EDİLDİ

Türkiye'nin ilk
verem
hastanesi olan
Heybeliada Sanatoryumu çürümeye terk edildi.
1924 yılında
Atatürk’ün emriyle kurulan ve 81 yıl boyunca
hizmet veren tarihi
Heybeliada
Sanatoryumu kaderine terk edilmiş durumda. 224
dönüm arazinin içinde bulunan, Rumlar döneminden
kalan tarihi bina, ağaçlarla çevrilmiş tepenin tam
ortasında harabe halde duruyor.
Türkiye’nin ilk verem
hastanesi olan Sanatoryum, 1924’te Atatürk’ün
emriyle Heybeliada’nın Çamlimanı Mevkii’nde 16
yataklı olarak açıldı. “İnce hastalık” denen veremli
hastaları tedavi amacıyla kurulan hastane, temiz
havası, binayı çevreleyen çam ağaçları, özel doktor
ve hemşireleri ile kısa sürede veremliler için şifa
yeri oldu.
DEPREMDE HASAR
GÖRDÜ
Hastalar burada et,
süt, bal gibi ürünlerle beslendi. 1940’lı yıllarda
idare ve hemşireler için ayrı binalar inşa edilerek
hastanenin imkanları genişletildi. Sanatoryumun
temiz havası ve güçlü beslenme, dönemin en iyi
tedavi şekli oldu. Yıllarca veremin en iyi tedavi
edildiği merkez olan sanatoryum, ilk darbeyi 1980
yılında aldı. Sağlık Bakanlığı, desteğini azaltınca
sanatoryum eski günlerini arar hale geldi.
Bir darbe de
17 Ağustos 1999 tarihindeki depremle geldi.
Sanatoryum binaları hasar gördü. Duvarlarda oluşan
büyük çatlaklar, yıkılan bazı kısımlar ve dökülen
sıvalar hastalar için risk oluşturdu. Hastalar bir
süre binalara giremedi. Binaların bir kısmı
faaliyete geçti, bazıları da restore edildi.

HASTA YOK,
ULAŞIM ZOR
Hasta sayısının
azalması ve adaya ulaşım zorluğu dikkate alınarak
2005’te kapatıldı. Hastalar ve personel,
Süreyyapaşa Göğüs Hastalıkları Hastanesi’ne
gönderildi. 2009 yılında ise tarihi bina çıkan
yangınla harabeye döndü. 224 dönümlük arazideki
bina, grupları şu anda kullanılamaz halde ve
harabeyi andırıyor. 2013’te “özelleştirileceği”
iddialarıyla gündeme gelen ancak bu iddiaların
yalanlandığı sanatoryum, yıllardır kaderine terk
edilmiş durumda. 2013’te “özelleştirileceği”
iddialarıyla gündeme gelen sanatoryumdan geriye
kalanlar yıkık binalar ve bir bekçiyle korunan yeşil
bir arazi...
ADA HALKI
HASTANE OLSUN İSTİYOR
Ada halkı ise durumdan
hoşnutsuz. Sanatoryumun hastane olarak açılmasını
isteyen ada halkı, daha önce hastane olmadığı için
yaşanan acı olayları hatırlattı.
BİNALAR,
HARABEYİ ANDIRIYOR
Tarihi Heybeliada
Sanatoryum binası, 2009 yılında çıkan yangınla
harabeye döndü. 224 dönümlük arazideki bina grupları
şu anda kullanılamaz halde ve harabeyi andırıyor.

81 YIL HİZMET VERDİ
1924-2005 yılları arasında hizmet veren
sanatoryum, adanın güney tarafındaki Çam
Limanı’na bakan bir tepede, İsviçre’deki bir
sanatoryum model alınarak inşa edildi.
Başlangıçta 16 yatak kapasiteli olan sanatoryum,
ilerleyen yıllarda 100’ü doktor ve hemşire olmak
üzere 250 personeli ve 660 yatak kapasitesiyle
dev bir tesise dönüştü. Burası, İsmet Inönü,
yazar Rıfat Ilgaz ve şair Ece Ayhan gibi
isimlere de hizmet verdi.
Prof.Dr. Siyami Ersek gibi uzman doktorlar
yetiştirdi. “Kelebeğin Rüyası” filmi için
sanatoryum binaları restore edildi.
Habertürk, Haber: Erdem Şahin, 04.06.2015
|
EUROMOS ANTİK KENTİ KAZI EVİNE KAVUŞUYOR

Muğla'nın Milas
İlçesi'nde
Zeus Tapınağı'nın da içerisinde bulunduğu Euromos
Antik Kenti'ne, çalışmaların daha verimli
yürütülebilmesi amacıyla kazı evi yapılacak.
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Euromos
Antik Kenti Kazı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Abuzer Kızıl,
milattan önce 2. yüzyılda kurulan antik
kentteki kazıların 36 yıl aradan sonra 2011'de
yeniden başladığını anımsattı. Kentte son yıllarda
temizlik, sondaj, jeofizik, harita, menfez ve
kazı çalışmaları yaptıklarını anlatan Kızıl, bu
işlemlerin tapınak, agora, tiyatro, nekropol, hamam
ve surlarda yürütüldüğünü belirtti.
Kızıl, antik kentteki çalışmaların daha
verimli yürütülebilmesi için kazı evine ihtiyaç
duyulduğunu ifade ederek, "Kültür Varlıkları ve
Müzeler Genel Müdürü Abdullah Kocapınar'ın
geçtiğimiz günlerde antik kenti ziyareti
sonrası, Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik'in
talimatlarıyla kazı evi için çalışmalar başlatıldı"
dedi. Antik kentteki kazının bu sezonki bölümünün
kısa süre sonra
başlayacağını dile getiren Kızıl, şöyle konuştu:

"Randımanlı çalışma için kazı evi
önemli"
"Arkeolojik kazının başarılı şekilde
yürütülebilmesi için donanımlı bir kazı evi, büyük
önem taşımaktadır. Şimdiye kadar ekibimiz Milas
Milli Eğitim Müdürlüğüne ait yurtta kalıyordu.
Yurtta belli süreler içinde konaklayabildiğimiz için
yaz sezonunda randımanlı olarak ancak bir ay çalışma
şansı bulabiliyorduk. Antik kentin yakınındaki kazı
evimiz tamamlandığında yılda en az 5-6 ay
çalışmaları devam ettirmeyi planlıyoruz. Kazı evinin
sezona yetişmesi için çalışıyoruz."
Yaklaşık maliyeti 300 bin lira olan kazı
evinin 700 metrekare alanda inşa edileceğine dikkati
çeken Kızıl, çalışmaların koordinesinin
buradan gerçekleştirileceğini aktardı. Kızıl,
çalışma grupları, konaklama ve araştırma merkezi
odaları, mutfak ile dinlenme mekanlarının bulunacağı
kazı evinde, 50 kişinin aynı anda kalabileceğini
bildirdi.
Zeus Tapınağı'nın 17 sütunundan
16'sı hala ayakta
Birkaç yıldır özellikle agora (geniş açık
alan) ve nekropol (antik kentlerde mezarlıklara
verilen isim) ile tiyatroda yaptıkları
çalışmalar sayesinde Euromos Antik Kenti'nin tanınır
hale geldiğini vurgulayan Kızıl, şöyle devam etti:
"Nekropol alanı artık ziyaretçiler tarafından
gezilebiliyor. Anadolu'daki en iyi korunmuş
tapınaklardan Zeus Tapınağı, milattan sonra
2.yüzyılda inşa edilmiş. 17 sütundan 16'sı üst
kirişleriyle hala dimdik ayakta. Tapınakla ilgili
çok önemli projeleri hayata geçirmeyi düşünüyoruz.
Buradaki pek çok mimari kalıntı yerinde duruyor.
Bugün özellikle agora ve nekropol ile tiyatroda
yaptığımız çalışmalar sayesinde dikkatler tekrar bu
alanlara yöneldi."

Kent soylularına ait mermer koltuk
Kızıl, geçen yıl yürütülen çalışmalarda
antik tiyatronun sahneye çok yakın bölümünde kentin
soylularından birine ait mermer koltuk
bulunduğunu hatırlatarak, "Tiyatrodaki
çalışmalarımızda 2 metre dolgunun altında
'proedria' olarak adlandırdığımız 2 bin 200 yıllık
çok güzel bir soylu koltuğu ortaya çıktı. Büyük
ihtimalle kentin ileri gelenlerinden birisine aitti.
Bu yıl yine aynı
alanda çalışma yürüteceğiz" ifadelerini kullandı.
Euromos Antik Kenti'nin topoğrafik planını
da çıkardıklarına işaret eden Kızıl, bazı noktalarda
jeofizik taramalar yapıldığını, bu çalışmanın
büyük önem taşıdığını kaydetti.
Cnn Türk, 04.06.2015
|
İKİ BİN YILLIK İNCİ TANESİ BULUNDU

Avustralya'nın
batısında arkeologlar 2000 yıldan da eski bir inci
tanesi buldular.
Araştırmayı yürüten uzmanlardan biri inci
tanesini "eşsiz" olarak tanımladı. İnci tanesi
Avustralya'daki antik alanda bugüne kadar bulunan
ilk ve tek inci.
2011 yılındaki bir kazı esnasında çıkarılan
incinin yaşını belirlemek tam dört yıl sürdü.
Kimberley bölgesinden çıkarılan inci üzerinde
çalışan Wollongong Üniversitesi uzmanları, tanenin
zarar görmemesi için inciye müdahale etmeden
çalıştılar.
İnci tanesinin üzerindeki kabuğa uygulanan karbon
tekniği ile incinin yaşının 2000 yıl kadar olduğu
belirlendi.
Ancak incinin bulunduğu bölgenin Avustralya'nın
suni inci üretim bölgesine yakın olması ve tanenin
tamamen yuvarlak olması, incinin modern zamanlarda
üretilen ve toprağa yanlışlıkla karışan bir tane
olup olmadığı sorusunu gündeme getirdi.
Doğada bulunan doğal incilerin tamamen yuvarlak
şekilli olması oldukça ender rastlanan bir durum.
.
Ancak yardımcı Profesör Kat Szabo ABC haber
sitesine inci tanesinin sunni incilerde görülen
tohuma sahip olmadığını ve doğal incinin tüm klasik
işaretlerini taşıdığını söyledi
İncinin rengi altınımsı pembe. Ancak bunun
tanenin doğal rengi mi yoksa toprak altında bu denli
uzun kalmasının bir sonucu mu olduğu bilinmiyor.
Szabo tanenin yaşına göre oldukça iyi konumda
olduğunu söyledi.
İnci tanesi bu ayın ilerleyen zamanlarında Batı
Avustralya Denizcilik Müzesi'nde sergilenecek.
Bbc Türkçe, 04.06.2015
|
ANDRİAKE ANTİK KENTİ KISMEN ZİYARETE AÇILDI
Antalya'nın Demre İlçesi'nde bulanan Likya
Birliği'nin önemli kentlerinden Myra Antik Kenti'nin
limanı Andriake Antik Kenti kısmen ziyarete açıldı.

Akdeniz Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Klasik
Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Prof.Dr. Nevzat
Çevik tarafından 2009 yılında başlatılan
çalışmalarda Andriake Antik Kenti'nin plakoma
(agora- antik Yunan kentlerinde, şehirle ilgili
politik, dini, ticari her türlü faaliyetin
gerçekleştiği, tüm kamu binalarının etrafında
sıralandığı halka ait geniş açık alan), liman
yapıları, şehir hamamı, doğu ve batı anıtları,
sinagog ve kiliselerinde kazı yapıldı. 4 yıl süren
çalışmalar sonrasında antik kent Kültür ve Turizm
Bakanlığı'nca müze olarak restore edildi.
MS 129 yılında inşa edilen Roma döneminden kalan
Hadrian Granaryumu'nun önce kazısı yapıldı ardından
restore edilerek, 56 metre uzunluğunda, 32 metre
genişliğinde, 7 odadan oluşan Likya Uygarlıkları
Müzesi olarak düzenlendi. Likya Birliği kentlerinde
yapılan kazılardan getirilen eserler müzeye
yerleştirilmeye başladı. Liman Çarşısı'ndaki
yapılar, doğu ve batı anıtları, plakoma, sinagog ve
plakoma önündeki 6 metre derinliğinde, 24 metre
uzunluğunda, 12 metre genişliğindeki sarnıç restore
edildi. Likya Uygarlıkları Müzesi'nin önüne 16 metre
uzunluğunda bir Roma dönemi teknesi, bir vinç ve yük
taşıma arabası yerleştirildi. Yürüyüş yolları, seyir
terasları ve kuş gözleme terası yapıldıktan sonra
restorasyon ve düzenleme çalışmaları tamamlandı.
Ören yeri yerli ve yabancı turist gruplarıyla
bireysel ziyaretlere kısmen açıldı. Ziyaretçilerden
şu an için giriş ücreti alınmazken, eser yerleştirme
ve düzenleme çalışmaları devam eden Likya
Uygarlıkları Müzesi dışında tüm alan gezilebiliyor.
Bizim Antalya, 04.06.2015
|
CEM SULTAN TÜRBESİ'NİN
RESTORASYONU TAMAMLANDI

Bursa
Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, Muradiye
Külliyesi'nde bulunan Cem Sultan Türbesi'nin
restorasyonunun tamamlandığını bildirdi.
Altepe, Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Turizm
Daire Başkanı Aziz Elbas ile Muradiye Külliyesi'nde
devam eden restorasyon çalışmalarını inceledi.
Muradiye'deki çalışmaların, Birleşmiş Milletler
Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) Dünya Mirası
Listesi'ne dahil alanlardaki son restorasyonlar
olduğunu ifade eden Altepe, tarihi eserleri ayağa
kaldırmak ve yeniden işlevlendirmek için titizlikle
çalıştıklarını belirtti.
Bursa'yı tüm külliyeleriyle beraber adeta ayağa
kaldırdıklarını dile getiren Altepe, kentin en
önemli semtlerinden birinde bulunan Muradiye
Külliyesi'ndeki restorasyon çalışmalarına ilişkin
bilgi verdi.
Dönemin Osmanlı saray efradının naaşlarının
12 türbede bulunduğunu anlatan Altepe, "Sultan
2. Murad ve Fatih Sultan Mehmet'in çocuklarından
torunlarına kadar tüm akrabalarının kabirleri
Muradiye'de. Fatih Sultan Mehmet'in iki oğlu,
2. Bayezid'in iki oğlu, Cem Sultan ve Şehzade
Mustafa da Cem Sultan Türbesi'nde. Adına para
bastırmış ve 18 günlük de iktidarı bulunan Cem
Sultan, Rodos'ta vefat etmiş ancak cenazesi Bursa'ya
getirilmiş" diye konuştu.
Altepe, Cem Sultan Türbesi'nin restorasyonunun
tamamlandığını, yapının orijinal işlerinin tamamen
ortaya çıkarıldığını, seramik ve çinilerinin tek tek
elden geçirildiğini söyledi.
Türbenin en kısa zamanda yeniden ziyarete
açılacağını belirten Altepe, "Cem Sultan Türbesi'nin
çatısından duvarlarına, zeminine ve dış mekanlarına
kadar tüm restorasyonları tamamlandı. Cem Sultan
Türbesi, ayrı bir hazine ve ayrı bir güzellik. Bu
türbe, çok özellikli kalem işleri ve tüm işlemelerle
kendine has, özel dizayn edilmiş bir türbe. Altın
varaklarla işlenmiş" ifadelerini kullandı.
Anadolu Ajansı, 04.06.2015
|
TARİHİ BOSTAN YIKILIYOR

İstanbul’da son tarihi cami bostanı İstanbul
Büyükşehir Belediyesi’nin otopark projesi için
yıkılacak. Piyalepaşa Cami’nin hemen bitişiğindeki 6
buçuk dönümlük bostan arazisi, 16. yüzyılda
camilerin giderlerini karşılamak için vakıflara
gelir sağlayan bostanların günümüze ulaşan son
örneği. Mimar Sinan’ın 1573’te inşa ettiği
Piyalepaşa Cami’den daha köklü bir geçmişe sahip
olan bu bostan, temeli geçen günlerde atılan ‘zemin
altı otopark’ inşaatıyla yok olma riskiyle karşı
karşıya. Tarihçiler ise projenin geri çekilmesi
çağrısı yapıyor. Çünkü onlara göre bu arazi cami
yapısı ile bir bütün ve tarihten önemli izler
taşıyor.
VAKFİYELERDE GEÇİYOR
İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Tarihi
Bölümü’nde kent içi toprak kullanımı üzerine doktora
yapan sanat tarihçisi Ayhan Han ve Harvard
Üniversitesi’nde Osmanlı tarım teknolojisi üzerine
çalışan Aleksandar Sopov ile Piyalepaşa Camii’nin
bostanını gezdik. Tarihçi Ayhan Han, vakfiyelerde bu
bostana dair önemli bilgiler yer aldığını söylüyor.
Piyalepaşa Camii’nin dere yatağında bostan üzerine
inşa edildiğini belirten Han, “Cami inşa edildikten
sonra bostan, Piyalepaşa Vakfı’nın mülkiyetine
geçiyor ve bostandan elde edilen kira geliri caminin
tamiratında kullanılıyor. Derenin o dönemki ismi
Kozludere’dir. Kozludere ve Dolapdere, İplikçi
Hamamı civarında birleşip Kasımpaşa Deresi’ni ve
hepsi birlikte Kasımpaşa Vadisi’ni oluşturuyorlardı.
1656 tarihli Zülfükar Ağa’nın Vakfiyesi yol,
Piyalepaşa Tekkesi, bostan ve dereye komşu bir
bahçeden bahsetmektedir. İçerisinde ahır, 4 dolaplı
kuyu, köşk ve ağaçlar varmış. Vakıf kaydı bize
Piyalepaşa Bostanı’nın da yer aldığı alanı tarif
ediyor” diyor.
VADİ'NİN SON BOSTANI
Bostanın Kasımpaşa Vadisi’nden günümüze kalan son
tarım arazisi olma özelliği taşıdığını belirten Han,
caminin yapıldığı dönemde denizden uzaklaştıkça dere
yatağı boyunca kesintisiz bir biçimde bostanların
var olduğunu söylüyor: “Caminin yapıldığı dönem,
vadi içerisinde özellikle denize yakın kesimlerde
Müslüman mahallelerinin yayıldığı dönemlere denk
geliyor. Vadinin tepe noktalarında Santa Marco,
Hüseyin Ağa, Ketehorria ve Tatavla mahalleleri
mevcut. Denizden uzaklaştıkça dere yatağı boyunca
kesintisiz bostanlar yer alıyor. Yağışlı mevsimlerde
tepelerde biriken sular vadide sellere neden oluyor
ve dere yatağındaki bostanlara, bahçelere ve
camilere zarar veriyor. 18. yüzyılda bölge
sakinlerinin arzuhallerinde sık sık tekrarlanan bir
konu bu. Piyalepaşa Camii’nin önündeki şimdiki
bostanlık alan sel sularına bir set olarak
düşünülmüş olmalı. Çünkü bostancıların varlığı, dere
yatağında direnajı ve çevresindeki binaların
korunmasını mümkün kılıyor.”
Han’a göre içinde hala tarihi su kuyusu ve su havuzu
barındıran Piyalepaşa bostanı en az 450 yıllık bir
insan emeğinin ürünü ve vadinin akarsu ortamından ve
Kasımpaşa bostanlarından günümüze ulaşan son iz.

Alman mimar Jasmund'un 1893 tarihli Kasımpaşa Deresi
haritasında Piyalepaşa Camii, bostan arazisiyle
resmedilmiş.
BOSTANLAR DİNİ YAPILARIN UZANTISIYDI
Osmanlı tarihçisi Aleksandar Sopov ise 16. yüzyıl
camilerinin bostanlarıyla bir bütün olduğuna dikkat
çekiyor. Sopov’a göre tıpkı Fatih Cami ve Beyazıt
Camii gibi Piyalepaşa Camii de çevresindeki
bostanlarla bir bütün: “16. yüzyılda inşa edilen
külliye, tekke, medrese ve camilerin bitişiğinde
mutlaka bostanlar ve bahçeler var. Bunlar caminin
avlusu ve haziresinden ayrı olarak düşünülmemiş. Bu
bostanlar çoğu zaman dini yapılara gelir getiren
tarım alanı olarak kullanılıyor. İstanbul’da bunun
tek örneği Piyalepaşa Bostanı’dır. Bu bostanın yok
edilmesi demek elimizde kalan son örneğin yok
edilmesi demektir.”
TEK GEÇİM KAYNAKLARI
Piyalepaşa Bostanı’nda 4 bostancı çalışıyor, 16 kişi
geçimini bu bostandan sağlıyor. Araziyi son 5 yıldır
ekip biçen Mehmet Özan, “Bu araziden çıkarılırsak
tüm geçim kaynağımızı yitireceğiz ” diyor.
Birgün, Haber: Olgu Kundakçı, 04.06.2015
|
"1071 TEZİ ÇÖKTÜ"

Arkeolog Oktay Hacıoğlu
Artvin’in
Arhavi İlçesi'ndeki 2 bin 600 rakımlı Demirkapı
Yaylası’nda bulduğu semboller Türk tarihini
değiştirebilir.
Bulutlarla arkadaş olan Demirkapı Yaylası’nda
araştırmalar yapan Oktay Hacıoğlu bölgedeki 2
sahada yaklaşık 100 kadar petroglif buldu. Daha
da ilginci bu petrogliflerde Şaman inancına
sahip Ön Türklere ait olabilecek bir çok
sembolün bulunmasıydı.
Arkeolog Oktay Hacıoğlu,
VATAN’a yaptığı açıklamada, “Kaya üzerine
yapılan yontma resimler 15 bin yıllık insan
tarihini anlamlandırıyor. Kaya resimlerinde
sağlıklı bir yaş tespiti zor. Ancak yapıldıkları
dövme tekniğinden yola çıkarak en erken 5 bin,
en geç 15 bin yıllık olduğunu tahmin ediyoruz.
Ural-Altay bölgesinden sonra
Anadolu ve Kafkas coğrafyasında bulunan en
eski petrogliflerle karşı karşıyayız. Özellikle
buradaki bir panoda bulunan pagan figürü 9 kollu
güneş ve at üstünde kam (şaman ayinlerini
yöneten din adamı, büyücü) betimlemesinin en
eskisi olduğunu düşünüyoruz. Bölge yılda 1 ya da
2 kez dini ritüellerin yerine getirildiği bir
tapınak alanına benziyor” dedi.
Ön Türkler mi?
Oktay Hacıoğlu bölgede detaylı bir bilimsel
inceleme yapılması gerektiğini belirtiyor:
“Şaman inancını yansıtan bir çok kaya resmi var.
Bu sahanın yaklaşık 3 km. güney yamacında taş ve
moloz yığınlarıyla korunan korugan haline
getirilen iki kurgan (Türk ve
Altay kültüründe kutsal mezar) tespit ettik.
Bulgular Orta Asya’dan Ön Türklerin 1071’den çok
daha önce Anadolu’ya girmiş olabileceğini
gösteriyor.”
Kaya resimleri çok önemli
Dünyanın en önemli Göktürk uzmanlarından olan
Yeditepe Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı
Prof.Dr. Ahmet Taşağıl, “Rahmetli Servet Somuncuoğlu
ile yaptığımız çalışmalarda Türklerin Anadolu’ya
çok daha erken girdiğini ispatladık.
Hakkari Tırşin Yaylası’nda,
Erzincan,
Erzurum,
Burdur,
Denizli,
Ankara Güdül,
Kastamonu’da Türklerin daha önce bulunduğuna
dair pek çok kanıt elde ettik. Bulunan kaya
resimleri çok önemli. Türklerin Anadolu’ya çok
daha önce geldiğini gösteriyor. 1071 tezi
çökmüştür. Tarihin yeniden yazılması gerekir.”
MÖ 14. yüzyılda Çin kaynaklarında geçen
‘Tik’ ve ‘Tikler’in Türkleri işaret ettiği
biliniyor. Türk ismi yazılı olarak ilk kez
MÖ 1328 yılında Çin kaynaklarında ‘Tu-kue’
olarak geçiyor.
Roma kaynaklarında ise
MS 1. yüzyılda
Türkler’den bahsediliyor. Tarihte Türk
ismini ilk olarak 6. yüzyılda Göktürkler
kullandı.
Vatan, 04.06.2015
|
İNSANLIK TARİHNDEN ÖNCEYE DAYANAN TAŞ ALETLERİN
GİZEMİ
Kenya'da çalışan arkeologlar, dünyanın en
eski taş araçlarını buldular. Bu taş araçlar
insanlık tarihiyle ilgili bilinen her şeyin
sorgulanmasına yol açacak nitelikte.

Nedeni ise yaklaşık olarak 3.3 milyon yaşında
olan bu araçların, daha önce bulunan en eski taş
araçlara göre 700 bin yıl daha yaşlı olması. Hatta
bu araçlar bilinen insanlık tarihinden bile daha
yaşlı.

Her ne kadar bu taşlar eğitimsiz bir göze normal
gözükseler de, arkeologlara göre kesinlikle araç
tanımına uyuyorlar.

Araştırmacılar, Kenya'nın kuzeyinde yer alan kazı
alanında bu taşlardan 149 adet bulmuş durumdalar.

Smithsonian'ın açıklamasına göre bu araçlar büyük
ihtimal ile tamamen gelişmemiş teknikler
kullanılarak üretilmişlerdi.

Açıklamada belirtilene göre bu araçların
üretiminde iki yöntemden biri kullanılmaktaydı:
Taşın düz bir taş üzerine yerleştirilerek bir "çekiç
taş" ile şekillendirilmesi ya da üreticinin taşı iki
el ile tutarak yere vurması.

Ancak buradaki en ilginç nokta bu araçların yaşı.
Bölgede yapılan karbon izotop testleri, bu araçları
Homo genus'un 2.8 milyon yıl önce ortaya çıkmasından
daha eski bir döneme yerleştiriyor.

Bu keşif, bilim adamlarının "erken insanların"
beyin gelişimi ve varoluş tarihi hakkındaki
görüşlerini yeniden düşünmelerinin gerektiği
anlamına gelmekte.
Şimdiye kadar bilinen en eski taş aletler
Etiyopya’daki Gona arkeolojik alanında bulunmuş ve
2,6 milyon yıl öncesine ait oldukları tespit
edilmişti.
Cnn Türk, 03.06.2015
|
HAFİF TİCARİ ARAÇTA 2 BİN YILLIK ÇOCUK LAHDİ ELE
GEÇİRİLDİ
İZMR’in Menemen İlçesi’nde, şüphe üzerine jandarma tarafından
durdurulan bir hafif ticari araç içinde, en az 2 bin
yıllık olduğu belirtilen çocuk lahiti ele geçirildi.
Olayla ilgili 2 kişi gözaltına alındı.

Menemen’in Belen Köprüsü yakınlarında dün akşam
uygulama noktası oluşturan İlçe
Jandarma Komutanlığı’na bağlı ekipler, şüphe
üzerine 35 SD 531 plakalı hafif ticari aracı
durdurdu. Araçta yapılan aramada, tarihi çocuk
lahiti bulundu. Araçtaki 43 yaşındaki Ç.V.Ç. ile 33
yaşındaki S.D. gözaltına alındı. Ele geçirilen
lahitle birlikte iki şüpheli, İlçe Jandarma
Komutanlığı’na götürüldü. Konunun
haber verilmesi üzerine; Kültür Varlıklarını
Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü’nden gelen uzman
ekipler, lahitte inceleme yaptı. İlk incelemeye
göre; hiç açılmamış olduğu tespit edilen dört
köşesinde koçbaşı figürü bulunan lahitin,
Roma dönemine ait ve en az 2 bin yıllık
olduğunun belirlendiği kaydedildi. Şüphelilerin
sorgularında konuşmadıkları belirtilirken, lahitin
İzmir Müze Müdürlüğü teslim edileceği
bildirildi.
Milliyet, Haber: Mustafa Hulusi Yıldız,
03.06.2015
|
SAMSUN'DA TEMEL KAZISINDAN
HELLENİSTİK DÖNEM MEZARI
ÇIKTI

Samsun'da bir inşaatın temel kazısı
sırasında Hellenistik döneme ait olduğu tahmin
edilen tarihi mezar ortaya çıktı.
Samsun Etnografya ve
Arkeoloji Müzesi görevlileri bölgeyi koruma
altına aldı.
İlkadım İlçesi Kalkanca Mahallesi
Adalet Caddesi'nde Meryem Mukam'a ait arazide
müteahhit Ahmet
Kırımlı tarafından 8 katlı bina inşaa
edilmesi için yapılan temel kazısı sırasında
tarihi bir mezar bulundu. Kazı çalışması
durdurularak polise haber verildi. Bunun üzerine
Samsun
Arkeoloji ve Etnografya Müzesi görevlileri
bölgeye gitti. Yapılan ilk incelemede mezarın
Hellenistik döneme ait olabileceği belirlendi.
Görevliler tarafından inceleme başlatılırken
alan da koruma altına alındı.
haberler.com, 02.06.2015
|
YOZGAT'TA OSMANLI SİKKELERİ ELE GEÇİRİLDİ

Yozgat Emniyet Müdürlüğü ekipleri tarafından yapılan
operasyonlarda, 108 adet Osmanlı dönemi altın sikke
ile 25 kaçak cep telefonu ele geçirildi.
Kaçakçılık ve
Organize Şube ekiplerinin, tarihi eser kaçakçılığı
ve dolandırıcılık konusunda yaptıkları istihbarat
çalışmaları kapsamında, Yozgat Şehir Merkezi ve
Sorgun İlçesi'nde, 6 adrese yapılan baskınlarda, 10
kişi gözaltına alındı. Yapılan aramalarda, 108 adet
Osmanlı dönemine ait altın sikke, suçtan elde
edildiği değerlendirilen 14 bin lira nakit para,
gümrük kaçağı 25 cep telefonu ile farklı kişiler
adına kayıtlı 26 sim karta el konuldu.
Yapılan araştırmalar neticesinde, ele geçen altın
sikkelerden bir kısmının sahte olduğu ve
dolandırıcılık olaylarında kullanıldığı belirlendi.
Akşam, 02.06.2015
|
MARDİN'DE ERKEN TUNÇ ÇAĞI'NA AİT MEZAR BULUNDU

Mardin'in Nusaybin
İlçesi'nde "Erken Tunç Çağı"na ait mezar bulundu.
Alınan bilgiye göre,
Açıköy Mahallesi'nde, traktörle tarlasını süren bir
vatandaş mezar buldu. Durumun
Jandarma ekipleri aracılığıyla
Mardin Müze Müdürlüğüne iletilmesi üzerine,
aralarında 3 arkeoloğun da yer aldığı 5 kişilik ekip
bölgede incelemede bulundu.
Mardin Müze Müdürü Nihat
Erdoğan, yaptığı açıklamada, mezarın "Erken Tunç
Çağı" dönemine ait olduğunun belirlendiğini ifade
ederek, "Mezarda bulunan küçük kaplar ve bronz
figürleri muhafaza altına aldık. Mezarın etrafında
başka mezar veya tarihi kalıntı olup olmadığını
tespit etmek amacıyla bölgede kazı çalışması
yapılacak" dedi.
Milliyet, 02.06.2015
|
TARİHİ ELEKTRİK BİNASI TİYATRO SALONU OLUYOR

Edirne’de 1930’lu yıllarda İtalyanlar tarafından
elektrik fabrikası olarak inşa edilen ve kenti
yıllarca aydınlatan tarihi bina belediye tarafından
1,5 yılda,1 milyon 2 yüzbin liraya onarılıp tiyatro
solununda bulunacağı kültür merkezi haline
getirilecek.
İtalyanlar tarafından 1930’lu yıllarda inşa
edilen elektrik fabrikası, yıllarca kenti
aydınlatmasının ardından ülke genelinde elektriğin
yaygınlaşmasının ardından devreden çıkarılınca
çatısı ve betonları dökülerek harabeye döndü. Edirne
Belediyesine tahsis edilence Tunca Nehri kenarında
harabeye dönen tarihi binanın onarılarak, kültür
merkezi tiyatro ve nikah salonu olarak kullanılması
kararlaştırıldı.
Gerçek Gündem, Haber: Ali Can Zeray, 02.06.2015
|
IŞİD, TARİHİ ESER KAÇAKÇILIĞI İÇİN BAKANLIK
OLUŞTURDU
Irak ve
Suriye’de çok sayıda tarihi miras alanını ele
geçiren IŞİD örgütü, ‘eserlerin ticaretini’
düzenleyen bir bakanlık oluşturdu. Bakanlık,
kaçakçılara yetki veriyor.

Terör örgütü IŞİD,
Suriye’de ve
Irak’ta yağmaladığı tarihi eserlerden daha
fazla kar elde etmek için ‘Değerli Kaynaklar
Bakanlığı’ adı altında bir birim kurdu. Örgütün
güçlü olduğu kentlerde kurulan ‘tarihi eser
bakanlıkları’, hangi eserlerin satılacağına ve
hangi bölgelerde kazı yapılması gerektiğine
karar veriyor; bakanlık izni olmadan kazı
yapılamıyor. IŞİD’in tarihi eser ticareti ile
meşgul aracılar ekibi kurduğu ve Türkiye
sınırına antika ticareti için seyahat eden
satıcılara silahlı güvenlik eskortu tesis ettiği
düşünülüyor.
Daha önce Suriye Tarihi Eser Bakanlığı’nda
çalışan şimdi ise bir gönüllü ekibi ile birlikte
zarar gören tarihi alanların kaydını tutan Amr
el-Azm, İngiliz gazetesi
Daily Telegraph’a yaptığı açıklamada, “İlk
başta yağmalama ile başlayan süreç daha sonra
çok iyi organize olmuş bir ticaret halini aldı”
dedi. Azm’a göre, örgüt aktif olduğu şehirlerde
kurduğu ‘antika bakanlıklarını’ Değerli
Kaynaklar Bakanlığı’na bağlayan hiyerarşik bir
yapı kurdu.
Telegraph, üzerinde IŞİD’in tarihi eser
bakanlıkları mührünü taşıyan,
Halep ve Deyrizor şehirlerinde yapılacak
arkeolojik kazılar için lisans izni veren
belgelere de ulaştı.
IŞİD’in, yağmaladığı tarihi eseri satan
kişilerden yüzde 20 vergi aldığı aktarılıyor.
Tarihi eser ticaretinin örgüt kasasına
milyonlarca
dolar soktuğu tahmin ediliyor.
Milliyet, 02.06.2015
|
OSMANLI DA BİR RÜYAYLA KURULMUŞTU

Dünyanın en büyük miras davası bu. Varisleri, 2.
Abdülhamit’in mirasını talep ediyor. Bunun için
açılan veraset davası sonuçlanmak üzere. ‘Bilgi
kirliliğinden’ şikayetçi torunlar, Adile Nami
Osmanoğlu Tars, Orhan Osmanoğlu ve Nilhan Osmanoğlu
Vatansever dava sürerken ilk defa basına konuştu.
Karmaşık görünüyor; bu dava süreci nasıl
başladı?
Orhan Osmanoğlu: Bu olayı başlatan benim.
Tam 10 yıl önce bir rüyayla başladı her şey...
Birgün sabah namazından hemen önce dedem 2.
Abdülhamit’i gördüm rüyamda. İki katlı bir köşkün
önündeydim. Çok benzemiyordu ama sanki Yıldız’ın
içinde gibiydim. Köşkün içinde, o meşhur paltosuyla
dedemin gezindiğini fark ettim. Elleri arkasındaydı.
Ben de yaramazlık yapıyorum, orayı burayı
kurcalıyorum derken odasına girmişim. Bir çekmece
görüp açtım. Sonra da durup “Yahu sen ne yapıyorsun,
sana ait olmayan bir yeri kurcalıyorsun” dedim kendi
kendime. Ama sonra da “Yok bir şey olmaz, bana
kızmaz, sonuçta dedemin malı” diye düşündüm. Birden
dedem içeriye girdi. Şöyle bir baktı bana. “Ya fırça
ya da dayak yiyeceğim” diye çok korktum ama o şöyle
hafifçe kafasını salladı; sonra da sırtını döndü ve
çıktı.
Çekmecede bir
şey mi gördünüz?
Tuhaftır; bu rüyadan bir hafta kadar sonra bir
adamla tanıştım. Yaşlı bir adam. Saraydan birinin
torunuymuş. Kendi geçmişine dair araştırma yaparken
bizlerle ilgili tapular bulmuş... Ben bu tür
şeylerle hiç ilgilenmiyordum o zamana dek ama böyle
aklıma düştü.
Sonra hemen
dava mı açtınız?
Hayır, önce Avukat Ayşegül Hanım’la görüştük; olumlu
görüş bildirdi. Esas varis olan babama gittim. Ama
biz de o da yetmez, Abdülhamit soyundan gelen tüm
büyüklerimin kararı lazım. 5 yıl çalıştık Ayşegül
Hanım’la, yurtiçinde, yurtdışında çok seyahat ettik
vekaletleri toplamak için. Sonra bir salı günü
davayı açtık.
Salının bir
önemi mi var?
Çünkü rüyayı o gün görmüştüm. Önemlidir. Unutmayın,
Osmanlı Devleti de bir rüyayla kuruldu.
HAYALET AİLE GİBİ
DAVRANIYORLAR
Siz ne
istiyorsunuz tam olarak?
Tabii ki hakkımızı istiyoruz sadece. Ama çok bilgi
kirliliği var.
Nedir bu?
“Osmanlı’nın torunları şimdi sarayları istiyor”
falan diyorlar.. Hiçbir zaman böyle bir şey
demedik. “Biz sarayı istiyoruz, İstanbul’un
yarısını istiyoruz” diyenler biz değiliz, demeyiz
de. Bizim şu an sadece bir veraset davamız var.
İstanbul’un
yarısı değilse de çok büyük bir mirastan
bahsediyoruz sanırım.
Evet, dava çok büyük. Dünyanın en büyük davası bu.
İnanın çok astronomik rakamlar var. Ama biz Türkiye
Cumhuriyeti’ni zora sokacak şeyler istemiyoruz. Ama
burada bir hakkın yenilmesinden bahsediyorum.
Ne olacak
peki?
Veraset davası sonuçlandığında, devletle bu işi
sulhla çözümlemek istiyoruz.
Sulhla
çözülemezse peki?
İç hukuk yolları da tükenirse AİHM’ye gitmek
düşünülebilir ama yine de ailenin vereceği karara
bağlıyız. Benim kişisel temennim oraya gitmemek.
Türkiye’yi şikayet eder pozisyonda olmak
istemiyorum.
Hükümetin
Osmanlı’ya sempatisi var. Onlarla hiç görüştünüz mü
bu konuyu?
Bu hükümetin tamam bir söylemi var ama ailenin
lehine verdiği bir karar yok. Yapamaz da. Bizim de
zaten AKP’yle, MHP’yle, CHP’yle falan bir bağımız
yok. Bizim sadece bir hukuk davamız var. Hukuktan
başka bir şey de istemiyoruz.
Nilhan Osmanoğlu:
Bu haberden sonra
insanlar “Osmanlı ailesi yine miras peşinde”
yorumları yapacak. Bakın özellikle belirtmek
istiyorum: Biz vatanın milletin bütünlüğünü bozacak
işlerin içinde olmayız. Başta hangi partinin olduğu
fark etmiyor; biz yine aynısını yapardık. Ama
insanlar şunu da bilsin: Hükümetin “Osmanlıyız”
söylemi bize hiçbir yarar sağlamıyor, davalarımızı
kolaylaştırmıyor. Bize hayalet aile gibi
davranıyorlar. İnsanlar sıklıkla soruyor bize,
buradan cevaplamış olayım: Protokol, iade-i itibar
gibi gibi şeyler gündeme gelmiyor. Ama ben kendimizi
mağdur olarak da görmüyorum. Taşıdığım kan bana
yeter.
BİR BAKIŞTA II. ABDÜLHAMİD
VERASET DAVASI
- 2010 Şubatı’nda
açıldı; 5 yıldır devam ediyor. Dosyada şu an ön
bilirkişi raporu verildi.
- Avukatlar Ayşegül Topuz ve Burak Varoğlu’nun 11
varisle açtığı davada temsil ettikleri varis sayısı
30’a ulaşmış.
- Davanın zorluğu sürgün sebebiyle aile yurt dışına
dağıldığından sürecin yavaş ilerlemesi.
- 2. Abdülhamit’in mirasında, Türkiye içinde
yaklaşık 10 bin 200, yurt dışında da 40 bin
civarında gayrimenkul olduğu muhtelif kaynaklarda
geçiyor.
- Türkiye’deki taşınmazların önemli bir kısmı
Trakya, İstanbul, İzmir, Adana ve Konya civarında.
Birçok kaynak, söz konusu mirasın Galatasaray Adası,
Veliefendi Çayırı, hatta Musul-Kerkül petrol
hisselerini de içerdiğine işaret ediyor.
HER TÜRK VATANDAŞI HANGİ
HAKKA SAHİPSE ONU İSTİYORUZ
Adile Nami
Osmanoğlu Tars
Biz sürgünde yaşamış
bir aileyiz. Birçok ülkeye dağılmak zorunda kaldık.
Hep farklı birer hukuk sisteminde yaşadık. Ama buna
rağmen avukatlarımız Ayşegül Topuz ve Burak Varoğlu
büyük bir çalışma yaptı. Hak aramamızı sağladılar.
Ben bu hukuki zeminin aydınlanmasını, herkesin konu
hakkında doğru bilgilendirilmesini ve bizi yanlış
anlamamalarını sağlamak istiyorum. Azınlık
vakıflarının hakları yasal düzenlemelerle nasıl iade
edildiyse bizim miras haklarımızın iadesi için de
yasal düzenleme yapılmasını bekliyorum. Nasıl her
torun dedesinin mirasının hakkına sahip olabiliyorsa
veya bunu talep edebiliyorsa, biz de bütün aile
üyeleri olarak yalnızca bunu talep ediyoruz. Hiçbir
ayrıcalık istemiyoruz. Her Türk vatandaşı hangi
hakka sahipse sadece onu istiyoruz. Biz mağduruz! Bu
mağduriyeti gidermek devletin ve hukukun elindedir.
Veya İnsan Hakları Mahkemesi’ndedir.
“LOZAN'DAKİ TÜRK
HEYETİ DE BU TEZİ SAVUNDU”
Topuz Hukuk
Bürosu’ndan Avukat Ayşegül Topuz ve Burak Varoğlu 10
yıldır bu veraset davası üzerinde çalışıyor. Daha
önce azınlık vakıflarnın haklarına ilişkin davaları
(Mesela Bulgar Vakfı) başarıyla sonuçlandıran
avukatlar için bu dava meslek hayatlarının en uzun
projesi olmuş.
Bugüne dek 2.
Abdülhamit’in mirası davalarında, varislerin
karşısına hep 1924 tarihli 431 nolu yasa
(Halifeliğin Kaldırılmasına ve Osmanlı Hanedanın
Yurtdışına Çıkarılmasına Dair Yasa) çıkmış. O mu
belirliyor her şeyi?
1924 tarihli 431 sayılı yasa, “Osmanlı
İmparatorluğunda padişahlık etmiş kişilerin mülkleri
millete geçmiştir” diyor gibi görünüyor olabilir.
Ama bu yüzeysel bir bakış. 2. Abdülhamit terekesi
(ölen bir kişiden geriye kalan mal mülk), fiilen
onun mirasçılarına intikal ettirilememiş olsa da,
hukuken de el konulamamış bir tereke.
Neden?
Çünkü tereke vefat anında mirasçılara intikal eder.
Zira 2. Abdülhamit 1918 yılında vefat etti. O esnada
yürürlükte bulunan Mecelle Kanunu’na göre de tümüyle
mirasçılarına geçti. 1926’da yürürlüğe giren Medeni
Kanun’a göre de durum aynıdır. Yani 1918’de 2.
Abdülhamit vefat ettiğinde, onun terekesi
mirasçılarına intikal etti. 1924’de yasa çıktığında
ortada zaten el konulacak bir mülk yoktu. Kanunların
‘makable şamil’ yani geriye yönelik uygulanamama
ilkesi tüm hukuk sistemlerinin ortak ilkesidir.
Bu davadaki
tek argüman bu mu?
Hayır, bir ülkeyi en üst düzeyde bağlayacak siyasi
kabul var mesela… Türk heyeti Lozan görüşmelerinde,
bahse konu bu mülklerin (yani padişahın şahsi mülkü
olan Hazine-i Hassa’nın) ‘özel mülk’ olduğunu bu
nedenle uluslararası bir sözleşmeyle
düzenlenemeyeceğini tezini savundu. 1930 ve 1931
tarihli Bakanlar Kurulu kararları da var. Bunlar
ailenin yurtdışındaki haklarını alabilmesi için
terekenin yurtdışındaki kısmının ailenin intikali
gerekliliğine ilişkin olarak düzenlendi. Ama
hepsinden önemlisi Yargıtay’ın 1936 ve 1946’daki
kararları var. Dönemin en yüksek yargı organı
Yargıtay, meseleyi tüm hukuki boyutları ile tartıştı
ve 431 nolu yasanın 2. Abdülhamit’in mirasına
uygulanamayacağına karar verdi.
Peki varisler
niye hak kazanamadı o zaman?
Maalesef dönemin idari yapısının direnci, siyasi
iradenin engelleyici tavrı ve son olarak hukuk
prensiplerini hiçe sayan 1949 tarihli Meclis yorumu
yüzünden…
Nedir bu
yorum?
Hukuka açık bir müdahale olduğunu
söyleyebiliriz. Aynı zamanda terekeye hukuken el
konulamayınca, siyaseten müdahale edilmek zorunda
kalındığının da bir göstergesi. O tarihteki
mevzuatımıza göre ‘bir kanunun yorumunda yargı
makamlarınca tereddüte düşülmesi durumunda’ yine
yargı makamlarınca TBMM’den görüş sorulabiliyordu.
Ama yargı, bu husustaki kararını vermiş ve Meclis
yorumuna gerek duymamıştı.
Ne oldu peki?
431 sayılı yasanın yorumu yargı mensupları
tarafından değil siyasiler tarafından TBMM’ye
getirildi ve bu yasanın sekizinci maddesi uyarınca
2. Abdülhamit’in malvarlığına da el konabileceği
şeklinde bir yorum yapıldı. Bu haliyle hukuk tekniği
açısından bu Meclis yorumu usul ve yasaya aykırıdır.
Oysa ki 1924 Anayasasına göre “mahkemelerin
kararlarını, TBMM ile Bakanlar Kurulu hiçbir türlü
değiştiremezler, başkalayamazlar”. Bu Meclis yorumu
dönemin Anayasasına da aykırıdır.
Hanedan
üyeleri yurtdışındaki malvarlığı için de zamanında
epey mücadele etmiş? Oralarda ne oldu?
Kaynaklarda Türkiye’nin 2. Abdülhamit’in mülklerine
el koyduğu için bu davaların kaybedildiği yönünde
bilgiler mevcut. Siyasetin doğası da bunu
gerektiriyor zaten. Türkiye’nin tanımadığı bir hakkı
başka ülkeler neden tanısın? İnsan haklarının
bugünkü gibi gelişkin olmadığı, dünya savaşlarının
yaşandığı dönemlerden bahsediyoruz…
2.
Abdülhamit’in mirasından bahsediyoruz? Niye
başkaları için gündeme gelmiyor bu? Mesela
Vahdettin’in mirası da gündeme gelecek mi?
En önemli fark 1924’teki 431 sayılı yasa yürürlüğe
girdiğinde Vahdettin’in padişah olması. Yani
Vahdettin’in malvarlığına yasayla el konulmuş
olması. Ancak yasal olan bu el koyma işlemi de
aslında hukuki değil.
Bu ne demek?
Her yasa hukuka uygun değildir. Zira hiç kimsenin
malına karşılık ödenmeden el konulamaz.
2.
Abdülhamit’in terekesinde 40 bin civarında parçanın
da şu an yurtdışında olduğu söyleniyor.
Türkiye’deki dava bunların akıbetini etkiler mi?
Etkilememesi için hiçbir sebep yok. Uluslararası
anlaşmalarla ya da yasalarla bireyleri karşılık
ödemeden mülkiyet hakkından mahrum bırakmanız
Evrensel İnsan Hakları ile bağdaşmaz. Şu an
yurtdışına yönelik çalışmıyoruz çünkü hakkın kaynağı
burası. Ancak burada bir başarı elde edince bu emsal
üzerinden diğer ülkelere de odaklanacağız. Özellikle
de AİHM’nin yargı yetkisini tanıyan ülkelere.
Benzer
kararlar var mı dünyada?
Elbette. AİHM’nin Yunan kralı hakkında lehte emsal
karar var mesela. Yine Habsburg hanedanının, Romanya
kralının, Bulgar kralının mülkleri çeşitli
yöntemlerle ailelerine iade edildi. Evrensel hukuk
kaideleri bakımından karşılıksız olarak herhangi bir
mülke el konulması artık kabul edilmiyor.
NEDEN II. ABDÜLHAMİD'İN
ÜZERİNDE BU KADAR MÜLK VAR?
Bu soruya bugün mirasa
konu edilecek özel mülkler perspektifinden cevap
vermeli. Zira bu kurumların tarihsel ve idari diğer
yönleri konumuzla ilgili değil. Padişahın şahsi
mülklerinin / varlıklarının yönetimi için kurulmuş
bir idari yapı ve bu yapının yönettiği mallar
bütünü var, adı Hazine-i Hassa. Bir nevi özel mülk
yönetim organizasyonu. Yalnızca gayrimenkullerden
müteşekkil değil padişahın kendisine ait maden
işletme hakları, dalyan ve sair her türlü maddi
değerden oluşuyor. 2. Abdülhamit, şehzadeliği
döneminden itibaren, şahsi geliri ile yüzlerce mülk
edinmiş. Kimi uzmanlara göre deha derecesinde
ekonomi bilgisine sahip. 33 yıl padişahlığı
sürecinde de Hazine-i Hassa bu hacme ulaşıyor.
Hürriyet,
Haber: Yenal Bilgici, 01.06.2015
|
STRATONİKEİA ANTİK KENTİNDE KAZI SEZONUNA DOĞRU
Muğla'nın Yatağan
İlçesi'nde bulunan ve geçen
ay UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi'ne alınan
Stratonikeia Antik Kenti'nde bu yılki kazı
çalışmaları kısa süre sonra başlayacak.
Antik Kent Kazı Başkanı ve Pamukkale Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim
Üyesi Prof.Dr. Bilal Söğüt, AA muhabirine yaptığı
açıklamada, bölgede kazıların 2008'de başlatıldığını
söyledi.
Stratonikeia'nın geçen ay UNESCO Dünya Mirası
Geçici Listesi'ne girdiğini hatırlatan Söğüt, 3 bin
yıllık antik kentte, tarihin her döneminden
kalıntılar bulunabildiğine işaret etti.
Bu sezon ödeneğin gelmesiyle, kazı alanındaki
kirliliği ve otları temizlemeye başladıklarını
anlatan Söğüt, çalışmaların 25 kişilik ekiple
yürütüldüğünü dile getirdi.
Kazılar için hava şartlarının iyileşmesini
beklediklerini belirten Söğüt, "Belirli alanlarda
konservasyon ve restorasyon çalışmaları devam
ediyor. Yakın zamanda da kazılara başlayacağız"
dedi.
Önceki yıllarda başlattıkları Roma hamamı ve Batı
Caddesi'ndeki kazıları bu sene de sürdüreceklerini
dile getiren Söğüt, ayrıca beylikler dönemine ait
Selçuklu hamamında çizimlerin tamamlanacağını,
restorasyon projesini de bitirmeyi planladıklarını
kaydetti.
Prof.Dr. Söğüt, "Şaban Ağa Camisi, tiyatro ve
Kuzey Cadde'de yine aynı şekilde çalışmalarımız
devam edecek. Stratonikeia'da antik dönemden
günümüze her türlü kalıntıların olduğu alanda,
şemalar halinde Osmanlı, beylikler, Roma ve
Hellenistik dönemlere ait yapılardaki çalışmaları
sürdüreceğiz" ifadelerini kullandı.
Memleket, 01.06.2015
|
TARİHİ CAMİYE KIRAATHANE

Yasalara göre, ibadethaneler
ile kıraathaneler arasında kapıdan kapıya en az yüz
metre uzaklık bulunması zorunlu. Ancak Çeltik
İlçesi’nin AKP’li Belediye Başkanı Mehmet Ekizoğlu,
bu kanunu hiçe sayıyor. Tarihi yapıya da zarar
vermesine rağmen, 1000 yıllık caminin yanı başına
kıraathane inşa edilmesine izin veriyor.
Konya’nın Çeltik İlçesi’nde 11. yüzyılda
Selçuklular döneminde yapılan Merkez Cami’nin
bitişiğine kahvehane yapılıyor. Çeltik’in AKP’li
Belediye Başkanı Mehmet Ekizoğlu, hem tarihi değere
zarar verildiği, hem de yasaya göre caminin yanına
kahvehane yapılamayacağı hatırlatılarak yapılan
uyarılara aldırış etmiyor.
VATANDAŞ RAHATSIZ
Muhalefet partilerinin ilçedeki temsilcileri de,
hem dini hem de tarihi değerlere yapılan bu
saygısızlığa tepki gösterdi. MHP Çeltik İlçe Başkanı
Mevlüt Kandil, “Camiye ibadete giden vatandaşlarımız
da bu durumdan rahatsız” dedi. CHP İlçe Başkanı İsa
Yalvaç ise, “Tarihi caminin yanında bu yapılaşma
olmamalıydı. Belediye kimsenin fikrini sormadan, tek
taraflı olarak, almış başını gidiyor” diyerek
rahatsızlığını ifade etti.
Sözcü, Haber: Gökmen Ulu, 01.06.2015
|
NAZIM HİKMET VAKFI, AVM OLUYOR

Nazım Hikmet Vakfı’nın da olduğu 116 yıllık
tarihi bina AVM oluyor. İstanbul Beyoğlu'nda bulunan
binanın AVM yapılacağı gerekçesiyle boşaltılması
istendi.
Nazım Hikmet Vakfı yaptığı açıklamayla Nazım'ın
ölüm yıldönümü olan 3 Haziran’da yapacakları eyleme
destek çağrısında bulundu.
Açıklamada, “Nazım Hikmet Vakfı, kiracısı olduğu
116 yıllık tarihi binasından diğer kiracılarla
birlikte çıkarılıyor. 20 yıldır etkinliklerimizi
sürdürdüğümüz 116 yıllık tarihi binamız otel ve AVM
yapılmak istenmektedir. Bu gelişmeleri protesto
etmek için Nazım Hikmet'in 52. ölüm yıldönümü olan 3
Haziran 2015 günü saat 11:00 'de bütün
Nazımseverleri ve demokrat kamuoyunu ellerinde
kırmızı karanfillerle Vakıf binamıza bekliyoruz"
ifadeleri yer aldı.
Haber Sol, 01.06.2015
|
SIRAYA GİRİN!

Üsküdar’da, ismini taşıyan köşkü geçtiğimiz yıl
kül olan Hüseyin Avni Paşa’nın mirası da
mahkemelik oldu.
Hüseyin Avni
Paşa’nın dördüncü kuşak torunu olduğunu iddia
eden Emrullah Serhat Gelendost, iki yıl önce
veraset belgesi alabilmek için dava açtı ve elle
çizilmiş bir soyağacını mahkemeye delil olarak
sundu.
DAVA KİLİTLENDİ
Dava üzerine görüş
istenen Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı,
geçtiğimiz hafta mahkemeye gönderdiği yazıda,
Paşa’nın oğlundan başka bir de kızı bulunduğunu
tespit ettiklerini, ancak nüfus bilgilerine
ulaşamadıklarını bildirdi. Böylece dava
kilitlendi. Mahkeme Hüseyin Avni Paşa’nın kızı
ve kızından doğan çocukların olup olmadığının
araştırılmasına karar verdi. Paşa’nın kızından
gelen soyu da bulunursa, miras paylarının
tespiti mümkün olacak.
Hürriyet, Haber: Özge Eğrikar, 31.05.2015
|
AŞK KİLİTLERİ KALDIRILACAK
Paris’in
sembollerinden Pont des Arts köprüsündeki “aşk
kilitleri” kaldırılıyor.

Çiftlerin asma kilitleri köprüye astıktan sonra
anahtarlarını Seine nehrine atması son yıllarda
gelenek haline geldi. Ancak geçen yıl kilitlerin
ağırlığı nedeniyle köprünün bir bölümü çöktü.

45 TONLUK KİLİT
Paris Belediyesi yetkilileri, Pazartesi günü
güvenlik riski nedeniyle tüm kilitlerin
kaldırılamaya başlanacağını açıkladı. Köprünün
üzerinde bir milyon kilit olduğu tahmin ediliyor. Bu
kilitlerin kesilmesiyle köprünün yükü 45 ton
hafifleyecek. Notre Dame yanındaki Pont de
l’Archeveche köprüsünün katedrale bakan tarafındaki
kilitler de kaldırılacak.
Sözcü, 31.05.2015
|
FRİDA'NIN BAHÇESİ BRONX'TA

Aplikasyonlar en az
1.5 saat yol yapacağımı söylüyor. Bronx’taki
New York Botanik Bahçesi’ne tek bir trenle
ulaşmak biraz zor; bir-iki aktarma, metrodan inince
ya otobüse ya da taksiye atlamak gerek. Metro
çıkışında yolda ilk rastladığım ve “Botanik
bahçesine buradan mı gidilir?” diye sorduğum adam,
“İngilizce bilmiyorum” diyor. Evet anlaşıldı,
sorduğum adam da ben de besbelli evimizden epey
uzaktayız. Botanik bahçesine ulaştığımda gişedeki
yaşlı görevli “Bahçeye ilk gelişiniz mi?” diyor.
Elime tutuşturduğu bahçe haritasında
Frida Kahlo sergisi hariç her şeyi işaretliyor.
“Önce şuraları bir dolaşın, sonra nasılsa ona
bakarsınız”. Zaten bahçede Frida Kahlo gibi
giyinmiş, saçlarını örüp aralarına çiçekler takan
genç kızlar yere atılmış mercimek taneleri gibi,
onları takip eden kendini Casa Azul’da buluyor.
Casa Azul, yani Mavi
Ev, Frida’nın ömrünü geçirdiği yer. 47 yıl aynı ev.
Yürümeyi öğrendiği evde bir daha asla
yürüyemeyeceğini söylediler, yürüdü; başına gelen
kazaları ikiye ayırmıştı: Biri otobüs kazası, diğeri
Diego. Hayatını ameliyatlar, alçılar arasında
geçirirken; alçıların dışındaki hayatında -yaşamaya,
aşık olmaya, kararlar almaya, babasıyla planlar
yapmaya, ablasıyla mısır koçanı ayıklamaya, annesine
direnmeye, Diego’ya ve diğer erkeklere ve kadınlara
direnmemeye- devam ediyordu. Her yeri çiçeklerle
doldurduğu, camlardan dantel perdelerin sarktığı,
bahçesinde papağanlar, köpekler, maymunların
dolaştığı bir evi vardı. Duvarlarını masmavi,
kirişlerini kopkoyu kırmızı boyadığı ev: Casa Azul.
O KADAR
YALNIZDI Kİ
Bundan evvel Claude
Monet, Charles Darwin ve Emily Dickinson bahçeleri
için de aynı şeyi yapan
New York Botanical Garden, bu sene Casa Azul’un
bir kopyasıyla Frida Kahlo’nun hayranlarını
karşılıyor. Büyük kütüphanenin bir katı Frida’nın
birkaç eserine ayrılmış. Duvarda kocaman harflerle,
“O kadar yalnızdım ki, kendimden daha iyi bir şey
bilmediğim için hep kendimi çizdim” yazıyor. Ailesi
tarafından hazırlanan tavanı ayna kaplanmış sütunlu
yatakta, başından aşağı tüm vücudu alçıdan korse
içinde yattığı o günlerde, kendi kendisinin modeli
oluyor, yıllar sonra Picasso “Biz onun gibi insan
yüzleri çizmeyi bilmiyoruz” diyordu. Aradan geçen
yıllar ayna karşısında kendi fotoğrafını çekmeye,
New York Botanical Garden’ın Frida Kahlo sergisi
için hazırlattığı mobil uygulamasında “Frida’yla bir
selfie’ni çek” seçeneğine döndü.

Sergi bölümü Frida
hayranlarını pek kesmese de, bahçe her bahçe gibi
mutluluk verici. Kafasına taktığı çiçekler,
zakkumlar, devetabanları, kadife çiçekleri, aşk
merdivenleri, gardenyalar, begonviller, bir de
sözlüklerin yardım edemeyip de kestirmeden
Meksika’nın tropikal çiçekleri diye çevirip
bıraktığı Jacarandalar. Aynı Mavi Ev’ine yaptığı
gibi kaktüslerle çizilmiş sınırlar, etraf sulu
kaktüslerle (succulent) dolu. Bir de Afrika’dan
gelen Calla lilyumları, Çin’den gelen krizantemler.
Diego’nun eve yaptırdığı ve Frida’nın yattığı yerden
de bahçesini görebildiği ek binanın hikayesini
yazmışlar notlara. Baş edemediği ağrılarından
ömrünün sonlarına doğru artık gezip dolaşamadığı,
tadını çıkaramadığı bahçenin bir kopyasında neşe
içinde dolanamıyor insan da!
BİR EŞARP EN FAZLA
NE KADAR EDER?
Bahçenin sonunda Diego
Rivera’nın Frida için yaptığı 7 basamaklı piramidi
New York için yeniden hazırlayan isim Scott Pask.
Orijinali Meksika’da duruyor, bahçe Frida Kahlo
öldüğünden bu yana bambaşka bir hal almış olsa da.
Bir köşede Frida’nın çalışma masası. Üzerinde bir
köşede muhtemelen hep hayallerinde gezdiği bir
dünya, rengarenk boyalar ve fırçalar duruyor. New
York Botanical Garden, Frida Kahlo’nun etinden
sütünden faydalanacak elbette. Bahçenin dükkanında
Frida Kahlo mıknatısları, Frida Kahlo’lu fırın
tepsisi tutacaklarına kadar her şeyi koymuşlar.
Elbette alıcısı var, var da bugün hayatta olsa Frida
Kahlo bile fırçayı basar! Yani bir Frida Kahlo’lu
eşarp 170 dolara, TL ile 448 liraya satılır mı? Pes.
Elbette satılmaz, alana mani olunmaz
Habertürk, Haber: Elif Key, 31.05.2015
|
TEK TEK YOK OLUYORLAR
Şehrimize yabancılaştırmak mı istiyorlardı bizi?
Başka bir şehir yaratmak mı? Modernlik adı altında
tarihi değerleri olmayan ve içi boşaltılmış bir
şehir mi? Olduk olacağız, az kaldı.
Tarihimiz, toplumsal hafızamız, siliniyor.
Her haber ile biraz daha.
Bu sefer de Lebon Pastanesi’nden geliyor haber.
Gene aynı yasa, Borçlar Kanunu 347. madde.
Kiranın başlangıcından 10 yıl geçtikten sonra
kiracının sebep gösterilmeksizin tahliye
edilebilmesi.
Rakım Ziyaoğlu 21. Yüzyıl Yaklaşırken Beyoğlu
isimli kitabında değişik bölümlerde şöyle anlatır
Lebon’u:
“...Gelelim Lebon Kafesine, Lebon’un resmi ünvanı
(cafetiere, Patisserie, Glacier et Restaurant Lebon)
dur. Bu uğraşıları ile Batı üslubunda İstanbul’da ve
Türkiye’de açılmış ilk kahvehanedir. ...”
“Löbon- Batı Benzeri ilk (Cafe) Kahvehane;
Hidiviyal Palas’ı geçtikten sonra Kumbaracı
–Yokuşunun başında bugünkü ABC Kitabevi’nin yerinde
İstanbul ve Beyoğlu’nun ünlü ve tarihi Löbon (Lebon)
Pasta ve şekerlemecisi açılmıştı. Kahvehane diyoruz
ama, kahve, pasta, şekerleme, dondurma ve özel
yemekler de yapılırdı. İlk sahipleri daha doğrusu
kurucusu Fransız’dı. Osmanlı Hükümeti yanında
Fransız sefirinin aşçısı ve pastacısı idi.”
Liji Pulcu Çizmeciyan’ın İstanbul’da Kayıp
Zamanlar isimli kitabında Lebon’dan şöyle
bahsedilir;
“Asıl namlı Pastaneler Tünel’e doğruydu:
Kumbaracıbaşı Yokuşunun başında Lebon iyi sosyetenin
gittiği bir yerdi. Orada Fransız kahvesi içilir,
pasta yenirdi. Haftanın bir günü şair Yahya Kemal
muhakkak orada bulunurdu, etrafında çömezleriyle,
sohbet edilir, şiir okunurdu.”
Lebon Pastanesi hala pastacı kremasını süt ve
yumurtadan yapan, hakiki limonata servis eden,
etraftaki konsolosluklara, yabancı okullara kendi
bayramlarına göre çörekler pişiren bir mahalle
pastanesi. Uzaklardan onun nisuaz, profiterol,
piramitlerini yemeğe gelenlere hala hizmet veren.
Bir aile işletmesi, çalışanları yıllardır aynı olan.
Diğer ortakları Şakir Bey ise 65 yıldır İstiklal
Caddesi’nde. Eski İnci Pastanesi’nin
bulaşıkçılığından işe başlayıp, müdür olduktan sonra
Lebon’a ortak olan 81 yaşında bir beyefendi, hala
her sabah işine geliyor...
Pastanenin ortağı Abdurrahman Cengiz’in oğlu
Murat Cengiz ile konuştum. Onların da davası ilk
mahkemede sonuçlanmış. Mal sahibi olan vakıf zaten
dört yılda bir kira artışı için dava açarmış ve
sonunda uzlaşmaya bağlanırmış. Ama bu sefer direkt
tahliyesi için açılmış mahkeme ve tek celsede
tahliye kararı verilmiş. Temyize gidiyorlar, umutlu
Murat Bey ama ‘bu yasanın adaletini , mantığını
anlamak mümkün değil’ diyor. Anlaşılacak bir yanı
yok zaten.
Evet yasa bu, Borçlar Kanunu madde 347. Sırf
mülk sahiplerinin sırtını sıvazlayan bir yasa.
Rantın yüksek olduğu bölgelerde bu hikaye
yayılmaya başladı.
10 yılda bir işletme değişirse, ne değeri olur ki
bunun. Ne tarih yazılır ki? Cadde-i Kebir zaten yok,
eskide yaşayalım demiyorum ben de. Ama yüzyılı, elli
yılı, hatta 30 yılı aşan işletmelerin kapanıp
gitmesi, sırf mal sahibi olmadıkları için... Evet bu
ticaret olabilir bazıları için ama benim için, benim
gibi düşünen İstanbul sevenler için böyle değil.
Ticaret idam cezası demek değildir ki. Dükkan sahibi
olmanın bedeli bu kadar yüksekken o işletmeler nasıl
devam edebilir ki bu kanunla? 10 sene doldu hadi
yallah düşüncesi ile ne kazancımız olur ki?
Maneviyattan bahsediyorum. Maddiyata geçersek o
işletme sahibi ne yatırım yapar ki kendine,
markasına, nasılsa çıkartılacağım diyerek, o da günü
kurtarmaz mı...
Peki tarihi değerlerimizi neden koruma altına
alamıyoruz, almıyoruz, bunun neden yasası yok? Neden
her şey iki günlük dünya mantığında, para çarkında,
dünü silerek, yarını umursamayarak, sadece bugünü
düşünenlerin elinde?
Eskiden el sıkışarak yapılan anlaşmalar şimdi
veraset sahiplerinin elinde acımasızca üstü
çizilerek paraya dönüştürülmüyor mu?
Peki ne yapabiliriz? Ben artık bilmiyorum. Konu
pasta da değil, köfte de, kaymak da. Tarihi Filibe
Köftecisi için imza kampanyası bile başlattık, ne
oldu? Hiç! İki elin on parmağını geçemiyoruz.
Umursamıyoruz. Beni en çok üzen bu; duyarsızlık,
bakıp geçmek, görüp kafa çevirmek, başka yöne
bakmak, yol değiştirmek. Benim başıma gelmesin de
demek. Ama bizim şehrimizin başına geliyor,
evimizin, canımızın. Beğenmediğin işletme olabilir,
sırf sen o pastayı beğenmiyorsun, adam bana ters
baktı diye, işletme tarzına burun kıvırıyorsun diye
yok olup gitmesine göz yummak ne demek? Ben
anlamıyorum.
Şehrimize yabancılaştırmak mı istiyorlardı bizi?
Başka bir şehir yaratmak mı? Modernlik adı altında
tarihi değerleri olmayan ve içi boşaltılmış bir
şehir mi? Olduk olacağız, az kaldı. Sadece dedelerin
gençliklerinin geçtiği pastanelere torunlarını alıp
gitsinler, romantik olalım demiyorum ki. Demiyorum
ama bu kadar tarihi işletmenin kapanması süresinde
neden yaygara kopartamadığımızı anlamakta güçlük
çekiyorum.
Bir otele, bir zincir kahveciye, bir zincir
köfteciye, bir şans oyunları bayiine, bir
milyonculara, aynı hediyelik eşyaları süsleyen
vitrinlere, her köşe başındaki dönerciye, zincir
mağazaların bir şubesine daha ihtiyacımız yok!
Beyoğlu’na neden gidelim ki, aynı markaları görmek
için mi?
Konu; İstanbul, şehir kültürü, İstanbul’u
İstanbul yapan işletmelerin varlıklarını devam
ettirmeleri, toplumsal hafızamız, şehir ruhumuz,
kentimizin bütünlüğü.
Omuzlarım çöküyor... Sonra olmaz diyorum, dik
duracağım, dik duralım!
Radikal, Yazı: Tuba Şatana, 31.05.2015
|
RIZA SARRAF, BOĞAZ'DAKİ YALISINA KAT ÇIKTI
17-25
Aralık operasyonlarında gözaltına alınan Rıza
Sarraf,
İstanbul Kanlıca’daki tarihi iki yalıyı 2011’de
40 milyon dolara aldı. Yasa gereği çivi bile
çakılması yasak olan yalısına, kaçak kat çıktı, iki
bina arasına asansör, tüp geçit ve otomatik iskele
yaptırdı.
Sözcü gazetesinden İsmail Şahin'in haberine göre
Rıza Sarraf’ın, Kanlıca’da 40 milyon dolara satın
aldığı iki yalıyı yasalara aykırı olarak restore
ettiği ortaya çıktı. Sarraf, toplam üç yalıdan
oluşan Mehmet Arif Bey Yalıları’ndan ikisini, 2011
yılında eşi Ebru Gündeş’e doğum hediyesi olarak
almıştı. Osmanlı döneminde inşa edilen ve 1970
yılında ikinci derece tarihi eser olarak tescil
edilen yalılardan birine kaçak kat çıkıldığı
belirlendi. Toplam 770 metrekare büyüklüğündeki
yalıların arasına dışarıdan da görünen asansör
yapılırken, yan duvarların kırılarak tüp geçitle
birbirine bağlandığı öğrenildi.

BOĞAZ’A 3 TON TAŞ BİLE DÖKTÜRDÜ
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın envanterinde
“2’nci derece tarihi Mehmet Arif Bey Yalısı” olarak
kayıtlı bulunan yalının zemin katının dış cephesinin
yıkılarak tamamen camla kaplandığı görüldü.
Yalılardaki ahşap korkulukların sökülerek yerine cam
takıldığı, Boğaz’a açılan bahçelerin ise tamamen
yıkılarak birleştirildiği tespit edildi. Bu alana
deniz araçlarının rahat yanaşabilmesi için otomatik
açılıp kapanan, basamak haline gelen elektrikli
iskele sistemi kurulduğu belirlendi. Sarraf’ın,
yalının aydınlatması için yapılan özel ışıklandırma
nedeniyle denize 3 ton renkli taş döktürüldüğü iddia
edildi.
HAPİS VE PARA CEZASI VAR
2960 sayılı Boğaziçi İmar Kanunu’nda tarihi ve
doğal güzelliklerin yoğunlaştığı kıyı, sahil şeridi
ve öngörünüm bölgesinde doğal yapıyı tahrip eden
veya niteliğini bozanların iki aydan bir yıla kadar
hapis ve 200 bin liradan 500 bin liraya kadar ağır
para cezası ile cezalandırılacağı belirtiliyor.
Kanuna göre, Boğaziçi İmar Müdürlüğü’nün,
masrafların iki katı bedeli mal sahibinden tahsil
ederek tarihi köşkleri aslına uygun hale getirmesi
gerekiyor.
İstanbul’a güzelliğini veren Boğaziçi bölgesini
korumak için 1984 yılında kurulan Boğaziçi İmar
Müdürlüğü’nün denetimi altında olan bölgede her üç
yapıdan biri kaçak. Boğaziçi ön görünümünde toplam
28 bin 873 bina bulunuyor.
Rakamlar Boğaziçi İmar Müdürlüğü’nün kaçak ve
çarpık yapılaşmayı önlemek için etkili denetim
yapamadığını ortaya koyuyor. Söz konusu yapıların 6
bin 612’sinin gecekondu olduğu, geriye kalanların
ise kamu binalarından lüks yalılara, eğlence
merkezlerinden restoranlara kadar farklı tipte
mekanlar olduğu kaydediliyor. TMMOB Şehir Plancıları
Odası İstanbul Şube Başkanı Tayfun Kahraman ise
“Kaçak inşaatı kimin yaptığı önemli. Mülk sahibi
güçlü bir iş adamı veya ünlü biriyse maalesef göz
yumuluyor” dedi.
Radikal, 31.05.2015
******
REZA ZARRAB'IN
KATINI KİMSE GÖRMEMİŞ
Reza Zarrab’ın Ebru Gündeş’e hediye alıp
neredeyse yeniden yaptırdığı Boğaz kıyısındaki
yalı iddiaya göre hiç denetlenmedi; Koruma
Kurulu bile tadilatı Sözcü gazetesinin pazar
günkü haberleriyle fark etti.
İşadamı Reza
Zarrab (Rıza Sarraf) , Kanlıca sahilinde toplam
üç yalıdan oluşan Mehmet Arif Bey Yalıları’ndan
ikisini 2011 yılında eşi
Ebru Gündeş’e doğum hediyesi olarak aldı.
Yalıların tapusu Ebru Gündeş Zarrab adına
çıkarıldı. Zarrab Ailesi, Osmanlı döneminde inşa
edilen ve 1970 yılında ikinci derece tarihi eser
olarak tescil edilen yalılarda geçtiğimiz yıl
tadilat çalışması başlattı.
İstanbul 6 Numaralı Kültür Varlıklarını
Koruma Kurulu, yapının orjinalini inceledikten
sonra tadilat projesine onay verdi. Proje daha
sonra Boğaziçi İmar Müdürlüğü’ne gitti.
3 KATTI, 4 OLDU
Ancak, tadilat tamamlandığında her iki yalının da
silueti tamamen değişmişti. Yalının biri, yüksekliği
değiştirilmeden 3 kattan 4 kata çıkarılmıştı. Diğer
yalıda da önemli değişiklikler vardı.
Yalının eski ve yeni halini gösteren fotoğraflar,
pazar günü Sözcü gazetesinde manşetten yayınlandı.
Haberin ardından Kültür ve Turizm Bakanlığı devreye
girerek tadilat projesine onay veren İstanbul 6
Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu’ndan
bilgi talep etti. Kurul da denetimden sorumlu
Boğaziçi İmar Müdürlüğü’nden projenin dışına çıkılıp
çıkılmadığı konusunda bilgi istedi.
İnceleme yapılacak
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın devreye girmesinin
ardından, Boğaziçi İmar Müdürlüğü ekipleri
önümüzdeki günlerde Ebru Gündeş Zarrab’ın yalısına
giderek inceleme yapacak. Tadilat projesinin dışına
çıkıldığı tespit edilirse, Ebru Gündeş Zarrab
hakkında 2960 sayılı Boğaziçi İmar Kanunu’na
muhalefetten işlem yapılacak. Bu durumda denetimden
sorumlu Boğaziçi İmar Müdürlüğü ekipleri hakkında da
soruşturma açılabilecek.
Hürriyet, Haber: Fırat Alkaç, 01.06.2015
******
ZARRAB'IN KAÇAK YALISINI 14 AY BOYUNCA GİZLEMİŞLER
Zarrab-Gündeş Çifti’nin Boğaz’daki kaçak yalısıyla
ilgili İçişleri Bakanlığı’na 14 ay önce ihbar
geldiği, ihbar üzerine CHP’li Tanal’ın soru önergesi
verdiği ortaya çıktı Bakanlık ise harekete geçmedi.
Türkiye’yi derinden sarsan 17-25 Aralık yolsuzluk
operasyonlarının kilit ismi Reza Zarrab’ın eşi Ebru
Gündeş’e hediye ettiği İstanbul Kanlıca’daki iki
yalıda yapılan restorasyon ve kaçak katı SÖZCÜ
gündeme getirmişti. SÖZCÜ, Zarrab-Gündeş Çifti’nin,
Osmanlı döneminde inşa edilen ve 1970 yılında ikinci
derece tarihi eser olarak tescil edilen Mehmet Arif
Bey yalılarına kaçak kat çıkıp, tünelle birbirine
bağladığını, dış cepheyi de baştan aşağıya
yenileyerek tarihi esere zarar verdiğini duyurmuştu.
Kaçak yalıyla ilgili önemli bir bilgi daha ortaya
çıktı. İşte ayrıntısı:
CHP, yalının peşine düştü
Yalı ile ilgili İçişleri Bakanlığı’na tam 14 ay
önce ihbar geldiği, ancak Bakanlığın olaya duyarsız
kaldığı öğrenildi. CHP Milletvekili Mahmut Tanal
Mart 2014’te, TBMM’ye önerge vererek “Zarrab’a ait
Kanlıca’daki yalıda yapılan tadilat için, Boğaziçi
İmar Müdürlüğü’nden izin alındı mı?” diye sordu.
Ancak dönemin İçişleri Bakanı Efkan Ala, CHP’li
Tanal’ın önergesine cevap vermedi.
TANAL: USULSÜZ TADİLATI KİMSE GERİ
ÇEVİREMEZ
SÖZCÜ olayı gündeme getirince Kültür Turizm
Bakanlığı, 14 ay sonra soruşturma açtı. CHP’li Tanal
da SÖZCÜ’ye şöyle konuştu: “13 Mart günü TBMM’ye
önerge verdim. Tadilat ile yalının tarihi dokusu
bozuluyordu, kaçak kat çıkıyorlardı, bunların
engellenmesini İçişleri Bakanlığı ve Boğaziçi İmar
Müdürlüğü’nün duruma el koymasını istedim. Hiçbir
adım atılmadı. Artık bu yalıdaki usulsüz tadilatı
kimse geri çeviremez. Çünkü ipler Zarrab’ın elinde,
ona dokunamıyorlar. .”
Ala, Tanal’ın sorularını yanıtlamadı
CHP Milletvekili Mahmut Tanal, 13 Mart 2014
tarihinde, dönemin İçişleri Bakanı Efkan Ala’ya,
Reza Zarrab’ın Boğaz’daki yalılarıyla ilgili şu
soruları yöneltti:
Zarrab’a ait olan İstanbul İli Kanlıca Çubuklu Yolu
üzerindeki 2 yalı, Rıza Sarraf tarafından ne zaman
satın alınmıştır?
Boğaziçi imar kapsamında bulunan bu 2 yalıya tadilat
ile yapılan değişiklikler Boğaziçi imara uygun
mudur?
Boğaziçi İmar Müdürlüğü’nden gerekli izinler alınmış
mıdır? Alınmışsa izinlere uygun şekilde yalılarda
restorasyon yapılmış mıdır?
Yapılan değişiklikler hakkında Boğaziçi İmar
Müdürlüğüne yapılan şikayetler olmuş mudur? Olduysa
bu şikayetler hakkında ne tür işlemler yapılmıştır?
Boğaziçi imar yasasına aykırı işlem yapanlar
hakkında hapis cezası verilmesi gerekirken, bu
değişikliği yapanlar hakkında bu yönde bir işlem
yapılmış mıdır?
Yasaya aykırı tadilat yapanlar hakkında işlem
yapılmamasına kim göz yummuştur? Bu kişiler de suç
işlemiş değil midir?

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI, BOĞAZİÇİ İMAR
MÜDÜRLÜĞÜ’NDEN BİLGİ İSTEDİ
Zarrab’ın yalısı için İstanbul 6 Numaralı Kültür
Varlıklarını Koruma Kurulu, tadilata onay verdi. Üç
katlı yalı 4 kata yükseldi. SÖZCÜ yalıyı gündeme
getirince Kültür ve Turizm Bakanlığı devreye girdi.
Sözcü, 03.06.2015
|
BALIKLIGÖL HEYKELİ YENİ YERİNDE ZİYARETÇİLERİNİ
BEKLİYOR
Şanlıurfa'da 20 yıl önce çevre
düzenlemesi çalışmalarında bulunan ve MÖ
9 bin 500'lü yıllara ait Balıklıgöl heykeli, yeni
yerinde ziyaretçilerini bekliyor.
Tarihi Balıklıgöl yerleşkesi yakınlarında 1995'te
belediye ekiplerinin altyapı çalışması sırasında
4 parça halinde bulunan ve Balıklıgöl heykeli adı
verilen kireç taşı yontu, Şanlıurfa Müze
Kompleksinde ayrılan özel bölümde sergilenmeye
başlandı.
Şanlıurfa Müzesi Müdürü Müslüm Ercan, AA
muhabirine yaptığı açıklamada, açılışını
Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan 'ın yaptığı müze kompleksinde
birbirinden değerli eserlerin sergilendiğini
söyledi.
Bunlar arasında milattan önce 9 bin 500'lü
yıllara tarihlenen, "dünyanın gerçek
boyutta yontulmuş ilk eseri" olarak bilinen ve 180
santimetre boyundaki Balıklıgöl heykelinin de yer
aldığını belirten Ercan, "İnsan boyutunda yapılmış
dünyanın en eski heykeli olarak bilinen Balıklıgöl
heykeli için kompleksteki Arkeoloji Müzesinde özel
bir alan tahsis ettik. Müzemizde geniş bir salonu
sadece Balıklıgöl heykeli için ayırdık ve tek
sergiliyoruz. Bu, esere verdiğimiz değeri ve eserin
bizim için ne kadar önemli olduğunu
gösteriyor" şeklinde konuştu.
Derin ve yuvarlak göz yuvalarındaki obsidyen
taşlarla dikkati çeken heykelin burnunun
zaman içerisinde deforme olduğunu ifade eden
Ercan, ağzının betimlenmemesinin
ise araştırmacılarca dini figür şeklinde
yorumladığını anlattı.
- Kabartmaların benzerliği
Ercan, heykelin göğsündeki "V" biçimli kabartma
iki hat ve karnının üzerindeki ellerin,
Göbeklitepe'deki dikili "T" taşlar
üzerindeki kabartma çizgileri anımsattığını dile
getirerek, "Gövdesinin alt kısmını oluşturan
bacaklar ve ayakların belirgin şekilde yontulmadığı
Balıklıgöl heykeli, ulusal ve uluslararası bilim
çevrelerince dünyanın bilinen ilk gerçek boyuttaki
insan heykeli olarak kabul ediliyor" dedi.
Şanlıurfa Müze Kompleksinde Cilalı Taş Devri'ne
ait çok sayıda eser
bulunduğunu vurgulayan Ercan, Neolitik döneme ilgi
duyanların, bilgi edinerek müzeden ayrılacağını
sözlerine ekledi.
Radikal, Haber: Eşber Ayaydın, 30.05.2015
|
ŞEHZADENİN KILICINI YİNE KIRDILAR
Amasya’da Yalıboyu Evleri önünde Yeşilırmak kenarına
belediye tarafından konulan selfie çeken şehzade
heykelinin kılıcı bir kez daha kırıldı.
Daha önce elindeki cep
telefonu ve belindeki kılıcı kırılan, belediye
tarafından yenilendikten sonra yeniden yerli ve
yabancı turistlerin ilgisi haline gelen şehzade
helkeninin kılıcı yine kırıldı.

24 saat mobese
kamerası tarafından gözetim altında olmasına rağmen
bugün kimliği belirsiz kişi veya kişiler tarafından
kırılan kılıç, tepkilere neden oldu.
Vatandaşlar bunu
yapanlara karşı tepkilerini dile getirdi.

Amasya Belediye Başkan Yardımcısı Osman Akbaş,
"Şehzade heykeline 50 defa zarar verseler aynısını
yaptırıp, aynı yerine tekrar koyacağız" dedi. Polis
konuyla ilgili soruşturma başlattı.
Hürriyet, Haber: Sinan Harmancı, 30.05.2015
|
BODRUM SUALTI ARKEOLOJİ MÜZESİ'NDE EKSİK VE SAHTE
ESERLERİN İNCELENMEDİĞİ İDDİASI
Bodrum Sualtı
Arkeoloji Müzesi’nde 16 yıl görev yaptıktan sonra
emekli olan Konservasyon Uzmanı ve Arkeolog Ayşe
Temiz, müzede eksik ve sahte eserler olduğuna dair
inceleme yapılmadığını iddia etti.
Geçtiğimiz günlerde, Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi
Müdürü Emel Özkan’ın, müzedeki tarihi eser niteliği
taşımayan topların ve bazı duvarların
boyatılmasından dolayı hakkında düzenlenen müfettiş
raporu doğrultusunda,
Muğla Müze Müdürü olarak atandığı ortaya
çıkmıştı. Konu hakkında İstanbul Restorasyon ve
Konservasyon Merkez ve Bölge Laboratuvar Müdürlüğüne
bağlı bir ekip toplar üzerinde inceleme başlatırken,
yeni iddialar arasında müzede eksik ve sahte eserler
olduğuna dair inceleme yapılmadığı yer aldı.
16 yıl boyunca Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesinde
görev yaptıktan sonra emekli olan Konservasyon
Uzmanı ve Arkeolog Ayşe Temiz, Bodrum’da yerel bir
televizyona yaptığı açıklamada şunları söyledi:
"Toplar yapıldığı günden beri koruma amaçlı olarak
boyanırlar. Boyadan başka bir şey kurtarmaz çünkü
demirdir. Demir çok çabuk ufalanır. Arkeolojik
kazılardan demir eser çıkması mümkün değildir. Çünkü
toprakta korozyona uğrar ve erir. Saf demir eserin
ele geçmesi mümkün değildir. 2863 sayılı yasa gereği
son 6 padişahın çıkardığı sikkeler bile tarihi eser
sayılmıyor, kaldı ki bu toplar demir dökümdür.
1855’den sonra yapılmıştır. Döküm eser tarihi eser
olmaz. Ben Haziran ayında İngiltere’de ki British
Museum’daydım oradaki toplar da boyalıydı."
"GÖKTEPE BİRİNCİ DERECE ARKEOLOJİK SİT ALANI İLAN
EDİLECEK"
Müzeyle ilgili yapılan spekülasyonların, başka bir
önemli olayı örtbas etmek için bilinçli olarak
çıkarıldığını ve temelinde büyük rantların yattığını
iddia eden Temiz, "Bilinçli olarak başka şeyleri
örtbas etmek için çıkarılmış bir yaygara bu boyalı
top meselesi. Kökeninde rant vardır bu işin. Şuanda
Müze Müdürü olan Emel Hanım, iki tane çok önemli
nekropol alanı bulmuştur. Bir tanesi daha önce izin
verilerek Göktepe’de yapılan inşaat alanının hemen
yanındaki parselde mezarlık alan bulunmuştur ve
birinci derece SİT bölgesi ilan edilecektir. Diğer
yer ise Şalvarağa mevkii dediğimiz yerde nekropol
alanı bulunmuştur. Kesinlikle konu ranta dayanıyor"
diye konuştu.
“MÜZEYE GÖNDERİLEN MÜFETTİŞLERİN ASIL GELİŞ AMAÇLARI
EKSİK ESERLERİ TESPİT ETMEKTİ”
Bakanlık tarafından Bodrum Sualtı Arkeoloji
Müzesi’ne gönderilen müfettişlerin asıl görevlerinin
müzedeki eksik eserlerin tespiti olduğunu söyleyen
Temiz, "Yukarıda eksik eser var. Bir müzede eksik
eser ne demek. Bunu üzerine neden gidilmedi? Aynı
sayı verilmiş eser var. Yani aynı sayı kullanılmış
bu ne demektir? Eksik eser demektir ve sahte
eserdir. Bunlar müfettiş tarafından neden
kovuşturulmadı? Müfettiş bu işler için gelmişti ama
toplarla ilgilendi. 19. yüzyıldaki topun boyasına
döndü olay. Bakanlık bunu iyi bilir. Bir müzede
eksik eser çok önemlidir" ifadelerine yer verdi.
Öte yandan eksik eser, mükerrer kayıtlı eser ve
sahte olan eserlerin bulunması için Bodrum Sualtı
Arkeoloji Müzesi Müdürü tarafından çağrılan, eser
sayım ve tasnifi için gelen müfettişlerin ise bu çok
önemli iddiaları es geçerek, topların ve sur
duvarlarının boyanmasından dolayı soruşturma yapıp,
ceza verilmesinin sağlandığı da iddia edildi. Müzeye
denetim için gelen ve düzenlenen raporda imzası olan
Başmüfettişin de, hakkındaki bazı iddialar
dolayısıyla 8 Mayıs 2015 tarihinde üçlü kararnameyle
görevden alındığı iddia edildi.
Sabah, 30.05.2015
|
BODRUM KALESİ'NDE PLASTİK BOYAYLA BOYANAN 600 YILLIK
TPLARIN TEMİZLİĞİNE BAŞLANDI

Muğla’nın Bodrum
İlçesi'nde Sualtı Arkeoloji
Müzesi’ndeki, plastik boyayla boyanan 600 yıllık
tarihi topların eski haline dönüştürülmesi için
çalışmalar başladı.
Bodrum’da, geçen sene 4-5 Haziran’da düzenlenen,
4’üncü Türk Konseyi Zirvesi öncesinde dünyanın
sayılı müzeleri arasında yer alan Bodrum Sualtı
Arkeoloji Müzesi önündeki Osmanlı topları plastik
boyayla boyanmıştı. Topları boyatarak tarihi dokuya
zarar veren müze müdürü Emel Özkan, geçen hafta
görevinden alınmış, ancak bu sefer de Muğla Müze
Müdürlüğü’ne atanmıştı.
Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesindeki İstanbul
Restorasyon ve Konservasyon Merkez ve Bölge
Laboratuvar Müdürlüğü tarafından başlatılan çalışma
kapsamında üç konservatör ve iki restoratör, müzenin
giriş ve üst avlusunda bulunan tarihi sekiz topu
tekrar orijinal haline getirmek için çalışıyor.
diken.com.tr, Fotoğraf: DHA, 29.05.2015
|
BU TESPİHE PAHA BİÇİLEMİYOR

Ortadoğu’da yaşanan olumsuz gelişmeler tespih
fiyatlarını da vurdu. Mardin’de tespih fiyatları
altın fiyatlarıyla yarışırken, her tanesinde
sinek veya örümcek fosili bulunan kehribar
tespihine ise paha biçilemiyor.
Mardinli tespih
ustası Fatih Oruk, elinde birçok tespihin
bulunduğunu fakat her tanesinde sinek veya
örümcek fosili bulunan kehribar tespihine ise
paha biçemediğini ifade etti.
Bir ton kehribardan bir tespih çıktığını
belirten Oruk, tespihin milyonlarca yıl önce
taşlaştığı tahmin edilen reçineden yapıldığını
ifade etti.
KEHRİBARLAR
UKRAYNA'DAN GETİRİLİYOR
Kehribarın Litvanya ve Ukrayna'dan ham madde
olarak Türkiye'ye getirildiğini ve burada
ustalarca işlendiğini aktaran Oruk, işçiliğinin
yaklaşık 20 gün sürdüğünü söyledi.
''25 BİN, 30 BİN LİRA FİYAT VERENLER
OLDU''
Oruk, "Fosile zarar vermeden delikler açıldı. İçinde
fosil bulunan habbe küçüldükçe değeri artıyor. Tek
tanesinde fosil bulunan bazı tespihleri 8-10 bin
liraya satıyorlar. Bu tespihin tamamında, imamesine
kadar fosilleşmiş böcekler var. Bu yüzden bir fiyat
söyleyemeyeceğim. Satın almak için birçok kişi fiyat
teklifinden bulundu. 25 bin, 30 bin lira fiyat
verenler oldu. Ama ben satmayacağım. Bu teşbihi ben
yaptım, oğluma bırakacağım. Oğlum da kendi oğluna
bırakıyor ve bu şekilde bir hatıra kalır. Bu yüzden
özenle saklıyoruz, her zaman çıkarıp çekmiyoruz"
dedi.
Hürriyet, 29.05.2015
|
TARİHİ BİNA KAMPÜS OLUYOR

Tarabya İngiliz Okulları lisesinden sonra
ilkokulu da Yeniköy’de hizmete açılıyor.
Tarabya İngiliz Okulları Yeniköy'ün simgesi
Yeniköy Panaiya Rum Kilisesi ve Mektebi Vakfı'na ait
bölgede Rum Okulu olarak bilinen tarihi binayı
bünyesine kattı.
Bina 1870’te Hristakis Zoğrafos’un bağışlarıyla
Yeniköy'de Zoğrafyon
Kız Lisesi olarak kurulmuş ve uzun yıllar
Yenikoy Rum İlkoğretim Okulu olarak faaliyet
yürütmüştü.
Eylül 2015 itibariyle de bina Tarabya İngiliz
Okulları İlköğretim binası olarak
hizmet vermeye başlayacak.
Radikal, 29.05.2015
|
O PARA 139 YIL SONRA ORTAYA ÇIKTI

Para koleksiyoncularının yüzyılı aşkın süredir
var olup olmadığını tartıştığı 1876 tarihli, resimli
filigran kullanılan 50 kuruşlukOsmanlı Kaimesi,
Almanya'da yaşayan bir koleksiyoncunun değer
tespiti için gönderdiği paraların arasından çıktı.
Merkezi Londra'da bulunan uluslararası müzayede
şirketi Spink'in danışmanlığını yapan nümismat
(kağıt para koleksiyoncusu) Mehmet S. Tezçakın,
adının saklı tutulmasını isteyen koleksiyoncunun,
satmayı düşündüğü bazı Osmanlı kağıt paralarını
değer tespiti yapması için kendisine gönderdiğini
anlattı.
AA muhabirine değerlendirmeler yapan aynı zamanda
Tarihi Sultanahmet Köftecisi'nin 3. kuşak sahibi de
olan Tezçakın, 1876 tarihli 50 kuruşluk bir kaimeyi
ışığa tutarak incelerken, filigran olarak resim
kullanıldığını gördüğünü belirterek, şunları
söyledi:
"O an duyduğum heyecanı anlatamam. Osmanlı
döneminde resimli filigran kullanılan bir paranın
basıldığı yüzyılı aşkın süredir söylenir ama bugüne
kadar bu para hiç ortaya çıkmamıştı. Dünyadaki tüm
nümismatlar, bu paranın peşindedir. Dini
inançlardan dolayı Osmanlı döneminde basılan kağıt
paraların hiçbirinde resim bulunmaz. Az sayıda
filigranlı para vardır, bunlar da düz çizgi
şeklindedir. Bu parayı ışığa tuttuğunuzda ise
filigran olarak hilal şeklindeki ay içinde burnu
ve kaşları II. Abdülhamid'e benzeyen bir resmin
kullanıldığı görülüyor."
Osmanlı Bankası'nda basılan kaimede, dönemin
Maliye Nazırı Abdullah Galip Bey'in mührü ile 3
aylık padişahken tahttan indirilen V. Murad'ın
tuğrasının bulunduğunu kaydeden Tezçakın,
"Filigrandaki resmin tuğranın sahibi V. Murad'a
değil de kendisinden sonra tahta çıkan II.
Abdülhamid'e benzemesi efsane paranın bir diğer
sırrı. Bu para istenilerek mi basıldı ya da V. Murad
veya II. Abdülhamid'e karşı düzenlenmesi planlanan
bir komplonun parçası mıydı bilemiyoruz. Bunları
nümismatlar ve tarihçiler araştırmalı" diye konuştu.
Almanya'daki koleksiyoncudan aldığı izinle, bu
tarihi olayı kamuoyuyla paylaştığının altını çizen
Tezçakın, "Paha biçilmez bu ünik parça maalesef
yakında yurtdışında satışa çıkarılacak. Bu paraya
özellikle Amerikalı, Arap ve İsrailli
koleksiyoncuların ilgi göstereceğinden eminim. Türk
finans tarihinin en değerli parçası olan bu kaime,
mutlaka Türkiye'ye getirilmeli ve para müzesinde
sergilenmeli" dedi.
Akşam, 29.05.2015
|
24 - 30 Mayıs 2015
|
DRAKULA'NIN TOKAT'TAKİ
HÜCRESİNE İNİLİYOR
“Kont Drakula” ya da
“Kazıklı Voyvoda” lakaplı Eflak Voyvodası III.
Vladimir’in Fatih Sultan Mehmet döneminde esir
tutulduğu rivayet edilen Tokat Kalesi’ndeki gizli
geçidin açılmasına yönelik çalışmalar hızlandı.
İl Kültür ve Turizm
Müdürü Abdurrahman Akyüz,
Roma dönemine ait
ve sarp yapıya sahip kalenin, Osmanlı döneminde
önemli kişiler için hapishane olarak kullanıldığını
hatırlattı.
Akyüz, kaleye çıkan ve “Ceylan Yolu” olarak bilinen
gizli geçidin ihalesini yaptıklarını belirterek, 3
yıl içinde bölgeyi, sosyal tesislerini de
tamamlayarak hizmete açacaklarını kaydetti. Yolun
sonunun nereye çıkacağını bilmediklerini anlatan
Akyüz, “Tarih kitaplarına baktığımız zaman bunun,
Pervane Hamamı’na 360 basamakla geldiğini biliyoruz.
Şu anda 15 metre aşağı indik, 25-30 arasında
merdiven sayısına ulaştık” dedi.
1 milyon turist
Yıllık 310 bin ziyaretçi ağırlayan
Tokat’ın, sahip
olduğu tarihle birkaç yıl içinde yılda 1 milyon
turisti ağırlayacağını kaydeden Akyüz, “Burası
Selçuklu, Osmanlı,
Danişmend ve
Bizans şehri olarak
pek çok kalıntıya sahip. İpek yolu üzerinde
gümrükleme işlemleri yapılmış, bu devletlerin en
büyük şehirlerinden olmuş. Fuarlara da giderek
kendimizi tüm dünyaya anlatacağız” diye konuştu.
Milliyet, 29.05.2015
|
İNŞAAT KAZISINDAN 60
MİLYON YILLIK FOSİLLER ÇIKTI

Kanada'nın Alberta
eyaletine bağlı Calgary kentinde bir inşaat
kazısında 60 milyın yıllık fosiller bulundu. Edgar
Nernberg, ev yaptırmak için kazdırdığı temel
çukurundan çıkan kayalarda bazı şekillere rastladı.
Kazıyı durduran Nernberg, Calgary Üniversitesi'ne
müracaat ederek, kayaların incelenmesini istedi.
Fosillerin bulunduğu kayaları inceleyen Calgary
Üniversitesi paleontolojistlerinden Darla
Zelenitsky, kazıdan 5 balık fosili çıktığını ve
bunların 60 milyon yıllık olduklarını açıkladı.
Zelenitsky, fosillerin Paskapoo Formasyonu olarak
bilinen, kaya katmanlarının birbirinin altına
girerek zemini oluşturdukları dönemden kaldığını
söyledi. Ellerinde o döneme ait çok fazla bütün
fosil örneği olmadığına dikkati çeken Zelenitsky,
her bir balığın cüzdan büyüklüğünde olduğunu
kaydetti.
Vatan, 29.05.2015
|
FATİH'İN İZLERİ
CANÇEKİŞİYOR
Fethin sembollerinden
tarihi yarımadayı çevreleyen surlar, Kazlıçeşme
Hamamı yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Ulubatlı
Hasan’ın ilk sancağı dikip şehit olduğu yerde ise
düğün salonu hizmet veriyor...

İstanbul’un fethinin
562. yılı görkemli bir şekilde kutlanmaya
hazırlanırken, Fatih Sultan Mehmet ve
Bizans
döneminden miras kalan birçok tarihi eser
yıllardır ihya edilmeyi bekliyor. Bu yerlerin
başında fethin sembollerinden sayılan
Rumelihisarı, tarihi yarımadayı çevreleyen
surlar ve
Kazlıçeşme
Hamamı başta geliyor.
İstanbul’da 500 yılı
aşkın süredir ayakta kalmayı başaran tarihi
eserlerin birçoğu artık yok olmak üzere...
İstanbul’da
ortaya çıkan bazı görüntüler ise kahramanların
kemiklerini sızlatacak türden. İstanbul’un
silüetini bozduğu gerekçesiyle büyük tepki
toplayan 16/9 kulelerinin hemen yanı başındaki
Fatih döneminden kalma Kazlıçeşme Hamamı’nın
görüntüsü ise adeta yürekleri sızlatıyor.
Neredeyse yok olmaya yüz tutan Fatih’in
mirasının duvarında “Dikkat yıkılır” tabelası
durumun vehametini anlatmaya yetiyor. Tarihi
hamamın hemen bitişiğinde ise 2013 yılında
Zeytinburnu
Belediyesi tarafından restore ettirilen
Fatih Camii yer
alıyor. Tarihi eserlerin yanı sıra tarihi
şahsiyetler ile bazı şehit mezarlarının durumu
da “Böylesi ancak Türkiye’de olur” dedirtecek
kadar vahim durumda bulunuyor.
İstanbul tarihi
konusunda önemli araştırmalara imza
Mimar Sinan
Genim, tarihi eserlerin durumunu yorumlarken,
“Fatih Camii’nin hemen yanındaki Kazlıçeşme
Hamamı’nın kaderine terk edilen
bugünkü hali,
geçmişin değerlerine verilen önemin bir
yansıması gibi” diyor. Genim, sur içinde kalan
yapıların yok olmaya yüz tuttuğunu da
belirterek, şunları anlatıyor:
“Yaklaşık yirmi yıl
önce İstanbul kara surları için kıyamet
koparanlar bugün neredeler? Zaman zaman
Gündeme gelen
yıkılıyor, yok oluyor, kurtaralım, harekete
geçelim çağrıları kısa sürede unutuluyor. Gündem
çok hızlı değişiyor ve yeni bir konu üzerinde
spekülasyon yapılmaya devam ediliyor. İstanbul
surlarını unuttuk, ne haldeler, neler oluyor,
haberimiz yok.
Fatih Belediyesi
surların bir bölümünün çevresini düzenledi,
gezilip dolaşılabiliyor. Bir de açık havada
yapılan nikah törenleri için düzenleme yapılmış.
Ancak hemen gerisi kaderine terk edilmiş;
burçların bir
bölümü can ve mal güvenliğini tehdit edecek
derece bakımsız, bazı bölümler yer yer dikenli
tellerle girilmesi yasak bölge haline
getirilmiş. Kara surlarının yanı sıra deniz
surlarının, özellikle Ahırkapı, Cankurtaran ve
Kumkapı bölümleri geceleri can emniyeti
açısından birer tehlike, önlerinden geçmek bile
ürkütücü. İstanbul’a daha çok turist gelsin
istiyoruz. Ama nereye gelecek düşünen var mı?
Yürüyecek doğru dürüst kaldırımı olmayan,
soluklanmak için oturacak yeri bulunmayan bir
şehre daha ne kadar turist gelmesini bekliyoruz?
Uluslararası
UNESCO
Toplantısı 2016’da İstanbul’da yapılacak.
Hazırlıklar sözde başladı, hemen her şey kağıt
üzerinde tamam.
Ayasofya-Topkapı
Sarayı ve Sultanahmet Camii arasına sıkışmış bir
turizm rotamız var. Üstelik bu rotanın sokakları
da Türk kültürü dışında her kültürü
yansıtıyor.”
Ulubatlı’nın
sancak diktiği yerde düğün
Ulubatlı
Hasan ve arkadaşlarının ilk sancağı
diktikleri Topkapı’daki burçların bir
bölümünde ise artık düğün ve sünnet
şölenleri düzenleniyor. Ulubatlı
Hasan’ın şehit düştüğü bu alanda gelin
masasının fiyatı 350 liradan, sünnet
koltuğu ise 300 liradan pazarlanıyor.
Mehterli düğün veya sünnet isteyenlerin
ekstra ödemesi gereken ücret ise bin 750
lira.
Fethin 562.
yılında ilginç manzaralardan birine de
Topkapı burçlarında rastlıyoruz.
Ulubatlı Hasan ve arkadaşlarının ilk
sancağı diktikleri Millet Caddesi
girişindeki Topkapı burçlarının bir
bölümü tel örgülerle kapalı halde
bulunurken, bir kısmında ise sünnet ve
düğün organizasyonları yapılıyor.
Topkapı Sosyal Tesisleri bünyesindeki
burçların iç kısımları ise depo gibi
kullanılıyor. Ulubatlı Hasan ve
arkadaşlarının ilk sancağı diktikleri
Topkapı’daki burçlar için hazırlanan
düğün ve sünnet menüsündeki fiyatlar 38
liradan başlayıp, 52 liraya kadar
çıkıyor. Ancak mönü fiyatlarına, davul
zurna ekibi, palyaço, semazen, cibinlik,
uçan balon, mehteran, ses düzeni gibi
ekstralar dahil edilmiyor.
Bizans
döneminden kalma Yedikule surları da
diğer tarihi yapılar gibi içler
acısı bir durumda bulunuyor.
Surların birçoğu yıkılırken, ayakta
kalanlar ise yok olma tehdidiyle
karşı karşıya.
16/9
kulelerinin gölgesindeki tarihi
Kazlıçeşme Hamamı’nın
duvarlarında “Dikkat yıkılır”
tabelası yer alıyor. Viraneyi
andıran Fatih dönemi eseri
fethin sembollerinden
sayılıyor.
‘Kocaman camiler yapmak
yerine...’
Sanat tarihi uzmanı
Prof.Dr. Semavi Eyice
ise İstanbul’da Bizans
ve Fatih döneminden
kalma eserlerin iyi
durumda olmadığını ifade
ederek, “Şikayet
ettiğimiz veya
eleştirdiğimizde ise
yetkililer ‘O kadar çok
yapı var ki, biz ne
yapalım’ diyorlar.
Kocaman, devasa camiler
yapmak yerine asırlık
eserlerimize sahip
çıkmalıyız. Bizans
döneminden kalma birçok
bina içine girilemeyecek
kadar kötü durumda”
diyor.
Benzin istasyonunda
ekmekçibaşı türbesi
İstanbul’un fethi
sırasında
ekmekçibaşı olarak
görev yapan
‘Ekmekçibaşı Hacı
Muhiddin Efendi’nin
kabristanı
Karagümrük
Fevzi Paşa
Caddesi’nin
girişindeki bir
benzin istasyonunun
adeta içerisinde
kalmış durumda.
Kazlıçeşme’ye adını
veren
Çeşmenin
hali
Kazlıçeşme’ye
adını veren
tarihi
Kazlıçeşme’de
16/9 kulelerinin
gölgesinde
kalmış durumda.
Geçtiğimiz
dönemde restore
ettirilen çeşme
ana yolun
ortasında
bulunurken,
musluğu
olmadığından
suyu akmıyor.
Fatih Sultan
Mehmet’in
anısına 1950’li
yıllarda
Zeytinburnu ve
Kasımpaşa
semtlerinde
yaptırılan iki
adet dikilitaş
görenlerin
yüzünde ironik
bir tebessüm
yaratıyor.
Milliyet, Haber: Mert
İnan, 29.05.2015
|
ŞİRİNCE ALTIN
DOKUNUŞLARLA CANLANACAK

İzmir Röleve ve
Anıtlar Müdürlüğü ile Selçuk Belediyesi
arasında imzalan protokol kapsamında
Şirince'de başlatılan Sokak Sağlıklaştırma
Projesi çalışmaları hakkında halka yönelik
bilgilendirme toplantısı yapıldı. Şirince
Mahallesi'nde düzenlenen toplantıya AKPli
Selçuk Belediye Başkanı Zeynel Bakıcı, İzmir
Rölöve ve Anıtlar Müdürü Cemil Karabayram,
belediye başkan yardımcıları, Selçuk Ticaret
Odası Başkanı Koray Yolcu, Selçuk Ziraat
Odası Başkanı İbrahim Erdallı, Selçuk Esnaf
ve Sanatkarlar Odası Başkan Vekili Özgür
Aydoğan, Şirince Mahallesi Muhtarı Levent
Apak ve çok sayıda turizmci ile Şirince
esnafı katıldı.
YAPILAR
ORİJİNALİNE UYGUN HALE GETİRİLİYOR
Sokak
Sağlıklaştırma Projesi için İzmir Valiliği
ve Selçuk Belediyesi'nin 333 bin TL ödenek
verdiğini belirten İzmir Rölöve ve Anıtlar
Müdürü Cemil Karabayram, Selçuk
Belediyesi'nin gerçekleştirdiği ihalenin
ardından proje çalışmalarının başladığını
kaydetti. Şirince esnafının
engellenmeyeceğini söyleyen Karabayram,
"Duvarları kırık, yıkık, çatısı bozuk,
ahşapları çatlamış yapılar
sağlıklaştırılacak. Hepsi bir bütün olacak
ve bunun için sizler herhangi bir harcama
yapmayacaksınız. Bu çalışmaları gerek
Valilik, gerekse Belediye desteği ile
yapacağız. Yolların altından geçen
kanalizasyon sistemini yani alt yapıyı
tamamen yenileyeceğiz. Projenin önümüzdeki
iki buçuk ay içerisinde bitmesi planlanıyor
ve Koruma Bölge Kurulu'ndan onay alındıktan
sonra restorasyon işlemine başlanacak" dedi.
6 MİLYON
LİRALIK YATIRIM
Şirince'ye
yaklaşık 6 milyon civarında bir yatırım
yapılacağına dikkat çeken Selçuk Belediye
Başkanı Zeynel Bakıcı, Ayasuluk Cafe'nin
çevresinde seyir terasları ve yürüme
bantları yapılacağını açıkladı. Proje için
İzmir Valiliği kararı ile fon ve finansman
sağlandığını ifade eden Başkan Bakıcı,
burada yapılacak olan proje bedelinin 3
milyon 250 bin TL olduğunu söyledi. Bakıcı,
ayrıca Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından
420 bin TL kaynak ile Efes Antik Kenti
yakınında bulunan Çukuriçihöyük Mevkisi'nin
kamulaştırılacağını kaydetti.
Yenigün Ege, 28.05.2015
|
TARİHİ BAHÇESİNDE
SERGİLİYOR

Adana’nın Dilekkaya
Köyü'nde yaşayan Hatun Dilci, Roma dönemine ait paha
biçilmez onlarca arkeolojik eseri, müze müdürlüğünün
izniyle evinin bahçesinde sergiliyor.
Anavarza Kalesi
eteklerine kurulan Dilekkaya Köyü'ndeki adeta açık
hava müzesini andıran evin bahçesinde, Roma dönemine
ait lahit, heykel, sütun başlıkları ve
kabartmalardan oluşan çok sayıda arkeolojik eser
bulunuyor.

EVİNİN BAHÇESİNDE ÇOK SAYIDA TARİHİ ESER VAR
Hatun Dilci (72), 8 çocuğu bulunduğunu,
1966’da başladığı Anavarza Antik Kenti’ndeki
bekçilik görevini 2005’te emekli olana kadar
sürdürdüğünü, bu sürede güvenlik amacıyla Adana Müze
Müdürlüğünün izniyle tarihi eserleri evinin
bahçesine getirdiğini söyledi.
Yaşamını 22 yıl önce
yitiren eşi Kanber Dilci’nin de antik kentte
bekçilik yaptığını, bu görevi şimdi büyük oğlunun
devam ettirdiğini belirten Dilci, “Devlet
yetkililerin bizlere güveni, bizim de görevimize
sarılmamız sonucu evimizin bahçesi açık hava
müzesine döndü” dedi.

EVİNİN TEMELİNİ KAZARKEN MOZAİK BULDU
Ev yapmak için temel kazarken tesadüfen
rastladıkları mozaik zeminin, antik kentte bekçilik
görevine başlamalarına vesile olduğunu anlatan
Dilci, şöyle devam etti: “Başımızı sokacak bir ev
yapmaya karar verdik. Köyde bulduğumuz araziyi
temizlerken ‘Balıklı Mozaik’i bulduk. Durumu
yetkililere bildirdik. Bize mükafat olarak 500 lira
verip, evi biraz ileri yapmamızı istediler. İkinci
yere evin temelini kazarken bu kez de başka bir
mozaik zeminle karşılaştık. İki tavuk satıp yol
parası yaparak Adana’ya valiliğe gittik. Valiyle
görüştük. Vali, müze müdürüne telefon edip çağırttı.
Hep beraber valinin pikabıyla mozaiği bulduğumuz
yere geldik. Yetkililer, bir süre inceleme yaptıktan
sonra bize ‘Kral Kızı Mozaiği’ni bulduğumuzu
söyledi. Vali, kocamı alnından öptü, burada bekçilik
teklif etti. Devlet üniforma ve silah verdi, o
günden sonra geçim sıkıntımız azaldı.”

TARİHİ ESER KAÇAKÇILARINA KARŞI AMANSIZ MÜCADELE
Birkaç yıl sonra kendisini de bekçi olarak
işe aldıklarını ifade eden Dilci, göreve başladıktan
sonra tarihi eser kaçakçıları ve definecilere karşı
mücadele ettiklerini vurguladı.”Bir yandan uçsuz
bucaksız antik kenti koruyor bir yandan da ortalıkta
bulunan eserleri, başına bir şey gelmemesi için
birer birer evimizin bahçesine getirmeye
çalışıyorduk” diyen Dilci, kaçakçı ve definecilerle
birçok kez karşı karşıya geldiklerini söyledi.
Dilci, “Vazife kutsal,
devletin bize güvenini sarsmamamız lazım. Aldığımız
maaşın helal olması için hiçbir kaçakçı ve
defineciye göz yummadık. Nerede değerli bir eser
varsa getirdik, kaçakçıdan kazıcıdan aldık,
getirdik, bahçemize koyduk” bilgisini verdi.

İlerlemiş yaşına
rağmen ziyaretçi ve turistlere antik kent konusunda
rehberlik yapan Dilci, şunları kaydetti: “Bu
tarihi kent için hayatımı verdim. Bu kent yüzünden
başıma gelmedik kalmadı. Kaçakçılar ve defineciler
evimi yakmaya çalıştılar, hayvanlarımı zehirlediler,
ineklerim öldü, arı kovanlarıma zehir sıktılar.
Uyarı ve ikazlarımız yüzünden köylüler bizden fazla
hoşlanmazdı. Sit alanında araziyi süren, surlardan
taş söken köylülerimle çok defa karşı karşıya
geldim. Her ne yaptılarsa yılmadım, görevimin
hakkını vermeye gayret ettim. Bu yaşımdayım hala
buraların gönüllü bekçiliğini yapıyorum. Gece sabaha
kadar o pencereden bu pencereye gözetler dururum.
Kendi oğluma bile güvenmem.”

Anavarza Antik
Kenti’nde yeniden başlatılan kazı ve restorasyon
çalışmalarına sevindiğini belirten Dilci, köyünün
sokaklarının yerli ve yabancı turistlerle dolduğu
günleri görmek istediğini ve sonraki nesillerin
tarihi kalıntılara daha iyi sahip çıkacağına
inandığını sözlerine ekledi.
arkeolojihaber.com,
Kaynak: haberler.com, 28.05.2015
|
TESPİT EDİLEN EN ESKİ
CİNAYET 430 BİN YIL ÖNCE İŞLENMİŞ

İspanya'nın kuzeyindeki
Sima de los Huesos arkeolojik kazı bölgesinde bir
mağarada 28 kişiye ait 430 bin yıllık kalıntılar
bulundu.
Paleontologlar
tarafından yürütülen araştırma, kalıntılar
arasındaki 52 parçanın bir araya getirilmesiyle
yeniden oluşturulan bir kafatasındaki neredeyse
aynı iki çatlağın "aynı objeyle" ve "birden fazla
darbe" sonucu oluştuğunu ortaya çıkardı.
Bilim adamları, bunun
"öldürme" amacıyla vurulmuş bir
darbenin sonucu olabileceğini söyledi.
Madrid'deki Health
Carlos III Enstitüsü'nde yürütülen araştırma
ekibinin başkanı Nohemi Sala, "Kafatasının ait
olduğu kişinin uygulanan şiddet sonucu öldüğünü
düşünüyoruz. Kafatasında neredeyse aynı yerde
meydana gelen benzer iki çatlak kazara olamaz" diye
konuştu.
Sala,
ayrıca kafatasındaki iki derin çatlağın etrafında
hiçbir iyileşme izine rastlanmadığını, bunun da
kurbanın darbeyi aldıktan hemen
sonra öldüğünü gösterdiğini belirtti.
Ayrıca, 28 kişiye ait
kalıntıların mağaradaki derin bir kuyunun
içinde dikey bir şekilde bulunması, 430 bin yıl
önceki insanların cenazelerini bir araya toplama
gibi sosyal bir davranış sergilemiş olabileceğini
ortaya koydu.
Araştırmanın sonuçları
"PLOS One" dergisinde yayımlandı.
Anadolu Ajansı, Haber:
Emel Öz Gözellik, 28.05.2015
|
ŞİMDİYE KADAR BİLİNMEYEN BİR TÜR İNSAN...

Etiyopya'da 3,5 milyon yıllık yeni insansı
kalıntılar bulundu. Ülkenin Afar bölgesindeki
Burtele arkeolojik kazı sahasında bulunan kalıntılar
basın toplantısıyla tanıtıldı.
The Woranso-Mille Araştırma Projesi Başkanı
Yohannes Haile-Selassie, Addis Ababa'da yaptığı
basın toplantısında, 3,3-3,5 milyon yıllık olduğu
tahmin edilen dişler ve çene kemiğine ait
kalıntıların, ülkenin Afar bölgesindeki Burtele
arkeolojik kazı sahasında dört yıl önce bulunduğunu
söyledi.
Haile-Selassie, bulunan bu yeni fosiller, daha
önceden yine aynı bölgede bulunan 4 milyon yıllık
insansı iskeletten çok farklı özelliklere sahip
olduğunu kaydetti.
Bulunan kalıntıların insan evrimini daha iyi
anlamamıza yardım edeceğini belirten Haile-Selassie,
"Ne kadar çok fosil bulursak insan evrimi hakkında o
kadar çok bilgiye sahip oluruz" ifadesini kullandı.
Araştırma ekibinde yer alan bilim adamlarından
Stephanie Melillo, aynı bölgede 1974 yılında bulunan
ve "Lucy" ismi verilen insansı fosile göre, bu yeni
fosilin daha küçük dişlere ve daha sağlam bir alt
çeneye sahip olduğunu söyledi. Melillo, bulunan bu
yeni fosilin, insan soy ağacının şimdiye kadar
bilinmeyen bir üyesine ait olabileceğini belirtti.
Dünyanın en ünlü insansı fosili olarak bilinen ve
başkentteki Ulusal Müze'de sergilenen "Lucy",
ziyaretçilerden büyük ilgi görüyor.
Vatan, 28.05.2015
|
TARİHİ AHŞAP BİNA ALEVLERE TESLİM OLDU

Edirne'de Üç Şerefeli Camii'nin arka sokağında
bulunan tarihi ahşap bina alev alev yandı. Ölen ya
da yaralananın olmadığı yangında bina kullanılamaz
hale geldi.
Edinilen bilgiye göre yangın saat 23.30
sıralarında meydana geldi. Metruk durumda etrafında
yıkılma tehlikesi taşıdığına dair uyarı levhaları
bulunan ve çıkış nedeni henüz belirlenemeyen
yangında ahşap bina
alevlere teslim oldu.
Çevredeki vatandaşların durumu bildirmesi üzerine
olay yerine itfaiye ekipleri sevk edildi. Polisin de
çevre güvenliği aldığı sokakta itfaiyeciler yangına
müdahale etti. Ekipler, binanın tamamını sardığı
alevleri kontrol etmede güçlük çekti. Yangının aynı
özellikteki diğer binalara sıçramaması için itfaiye
ekipleri yoğun mücadele gösterdi. Ekiplerin birçok
yönden yaptığı müdahale sonucunda yangın kontrol
altına alındı.
Zaman, Haber: Kadri Kılıç, 28.05.2015
|
II. BAYEZİD HAMAMI ARTIK BİR MÜZE

15. yüzyıldan günümüze
gelen II. Bayezid Hamamı restorasyonunun
tamamlanmasının ardından dün gerçekleştirilen
törenle açıldı.
Hamamın soyunma odaları sergi salonu haline
getirilirken, yıkanma mekanları ise II. Bayezid Türk
Hamam Kültürü Müzesi olarak hazırlandı.
‘Kaçakçı deposuydu’
Müze ve serginin açılış konuşmasında projelerin
oluşumuyla ilgili çok uzun zamandır yapmak istediği
şeyleri yapma fırsatı bulduğunu söyleyen Prof.Dr.
Nurhan Atasoy, “Eski rektörümüz Prof.Dr.
Yunus Söylet’in hamama davetinden önce
Prof.Dr.
Nazım Terzioğlu 1964’lerde ‘Bu hamamı ne yapalım gel
kızım’ diye beni buraya getirdi. Burası bir
mezbelelikti, içi kaçakçıların mallarıyla doluydu.
Daha sonra işte bazı eller dokundu bu hale geldi”
dedi. Hamamın 2010’da restore edilmeye başladığını
söyleyerek müze ve serginin başlangıç noktasından
bahsederken, restorasyonun 4 yıldan az bir zamana
sığdırılmış olmasına dikkat çekti. Yoğun programı
dolayısıyla açılışa katılamadığını telgraf
aracılığıyla ileten Başbakan Ahmet Davutoğlu,
“Hükümet olarak kültürel miras alanlarımızın
korunmasına büyük önem veriyoruz” dedi.
Milliyet, Haber: Derya Ülkar, 28.05.2015
|
"AK SARAY, TARİHİ SİT ALANI İÇİNDE DEĞİL"

Cumhurbaşkanlığı, Ak Saray’ın bulunduğu alanın
‘tarihi sit’ olmadığını, Danıştay’ın ‘tarihi sit
alanlarında, kamu binası yapılamaz’ kararının
Atatürk Orman Çiftliği’yle ilgisinin olmadığını
savundu.
Hizmet binasının
bulunduğu alana ilişkin
Danıştay 14’üncü Dairesi’nin 22 Mayıs
2014’teki kararı hatırlatılarak Beştepe’deki
alanın tarihi sit özelliklerini taşımadığının
ifade edildiği belirtilen açıklamada şöyle
denildi: “Danıştay İdari Dava Daireleri
Kurulu’nun Tarihi Sitler, Koruma ve Kullanma
Koşulları İlke Kararı’nda yer alan kamu hizmet
yapıları ibarelerinin yürütülmesinin
durdurulması hakkında verdiği karar, zaten yargı
kararıyla tarihi sit alanı olmadığı açık olan
hizmet binasını ilgilendirmiyor.” Bu açıklama
üzerine Mimarlar Odası
Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan,
özetle şunları söyledi: “Biz Atatürk Orman
Çiftliği’nden, onlar Beştepe’den bahsediyor. O
yapının kaçak olduğunu hiçbir açıklama
aklayamaz.”
Hürriyet, 28.05.2015
|
BİR TARİH DAHA OTEL
OLUYOR

Beyoğlu’nun bir zamanlar
ünlü olan dükkanları birer birer kepenk indirir veya
eski yerlerini terk ederken, Beyoğlu’nun tarihi
pastahanelerinin son kalesi Lebon da kapatılmak
isteniyor. Yahya Kemal’den Aysel Gürel’e pek çok
ünlü simanın kişiliğin uğrak noktası olan mekan,
Beyoğlu’nun otel furyasından nasibini alacağa
benziyor.
Lebon Pastanesi’nin
müdürü, aynı zamanda sahibi Abdurrahman Bey’in oğlu
olan Murat Cengiz, nisan ayı sonunda, mülk sahibi
Karagözyan Yetimhanesi Ermeni Vakfı’nın Lebon’u
tahliye etmek için açtığı davayı kaybettiklerini
söyledi. Lebon’un bulunduğu binanın otele kiraya
verileceğini duyduğunu belirten Cengiz, verilmiş
kararı temyize taşıyacaklarını belirtti. Cengiz, bir
kiracının bir yerde 10 yıldan fazla kaldıktan sonra
mülk sahibi tarafından gerekçe gösterilmeden
çıkartılmasıyla ilgili yasadan yola çıkarak dava
açıldığını söyledi.
“Lebon Pastanesi
kapanmasın, bir tarih daha yok olmasın” diyen
Cengiz, Lebon’un 1886’da kurulduğunu ve Türkiye’nin
ilk pastahanesi olduğunu vurguluyor. Lebon, ayrıca
Beyoğlu’nun zincir olmayan tek pastahanesi olma
özelliğini taşıyor. Lebon Pastanesi, tarihi
olmasının ötesinde üretimini de kendisi yapıyor.
Lebon’un müdavimleri arasında Yahya Kemal, Ahmet
Haşim, Namık Kemal gibi aydın ve sanatçılar yer
alıyor. Lebon, 50’lerde de Attila İlhan’ın başını
çektiği “Mavi” edebiyat kuşağı yazarlarının gittiği
bir yer oluyor. Son yıllarda da şarkı sözü yazarı,
sanatçı Aysel Gürel’in de hemen hemen her gün bu
pastahaneye gittiği biliniyor.
‘Her şey güzeldir’
Markiz Pastanesinin ilk
yerinde, Lebon Pastanesi yer alıyor. 19 yüzyıl
ortalarında Fransız Büyükelçiliği’nin mutfağından
ayrılan Eduard Lebon tarafından açılmış. Pastaları
okadar meşhurmuş ki Orient expres treni ile
İstanbul’a gelen misafirler öncelikle Lebon’a
uğrayıp pasta yerlermiş. Hatta yurt dışına Lebon’dan
pasta götürenler bile olurmuş. Bugün “Lebon”, Burç
Pastacılık ve Şekercilik Gıda San. ve Tic. Ltd. Şti.
tarafından işletiliyor. Lebon müdavimlerinin ağzında
“Chez Lebon, tout est bon / Lebon’da her şey
güzeldir” slogan olmuş bir zamanlar .
Cumhuriyet, Haber: Ceren
Çıplak, 27.05.2015
|
ESKİ AHLAT ŞEHRİ KAZILARI BAŞLADI

Bitlis'in Ahlat
İlçesi'nde
bulunan ve Anadolu'nun Orhun Abideleri olarak
nitelendirilen Ahlat Selçuklu Mezarlığı'nda kazı
çalışmaları başladı.
Boyları 4,5 metreye varan, üzerindeki yazı ve
motiflerle her biri sanat eseri niteliği taşıyan
mezar taşlarını bünyesinde barındıran İslam
mezarlığında, Yüzüncü Yıl Üniversitesi (YYÜ)
Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Başkanı
Prof.Dr. Recai Karahan başkanlığında
yürütülen "Eski Ahlat Şehri Kazıları", bu yıl da
devam ediyor.
Prof.Dr. Karahan, gazetecilere
yaptığı açıklamada, mezarlıktaki eğri taşların
düzeltilmesi ve likenlerin temizlenmesine büyük
önem verdiklerini belirtti.
Mezarlıktaki otların temizlenmesi ve çevre
düzenlemesine yönelik çalışmaların sürdüğünü
anlatan Karahan, 7-8 taşın liken temizliğini
tamamladıklarını söyledi.
Karahan, ziyaretçilerin çok sık uğradığı bir
yer olması nedeniyle temizliğe önem verdiklerini
bildirerek, "Bu yıl da eğilen taşların
düzeltilmesi, sandukalar dahil
restorasyonlarının yapılması, likenlerin
temizlenmesi, taşların okunması ve çevre
düzenlemesi şeklinde çalışmalarımız devam
edecek. Ayrıca jeofizik ve jeoradar çalışması da
bu dönemde yapılacak" dedi.
Temizlik çalışmasının sadece mezar taşlarının
okunabilmesi için değil, likenin taşa verdiği
zararı da ortadan kaldırmak amacıyla yapıldığına
değinen Karahan, "Likenler taşın her tarafını
kapattığı için taşları da okuyamıyoruz. Çünkü
liken kökleri çok çabuk gelişen ve yayılan bir
bitki. Müdahale edilmediğinde taşı hızla tahrip
ediyor. Biz de bunu önlemeye çalışıyoruz" diye
konuştu.
Ntv, 27.05.2015
|
'SARAYLI' PİYANOLAR
İLGİ ODAĞI

Dolmabahçe Sarayı'nda
yer alan, görkem ve ihtişamın ön planda olduğu
tarihi yapının ahengine ve üslubuna uygun 12 piyano,
ziyaretçilerden ilgi görüyor.
Türkiye Büyük Millet
Meclisi Genel Sekreterliği Milli Saraylar'a bağlı
tarihi saray, köşk ve kasırlar arasında geçen yıl
yaklaşık bir milyon kişiyi ağırlayan Dolmabahçe
Sarayı'ndaki müzik aletleri dikkati çekiyor.
Saraydaki müzik aletleri
ve piyanolara ilişkin AA muhabirine bilgi veren
Milli Saraylar rehberi Osman Nihat Bişgin,
Dolmabahçe Sarayı'nın bir Tanzimat sarayı olduğunu
belirterek, "Tanzimat'ın bütün özellikleri
Dolmabahçe Sarayı'nda bariz biçimde görülüyor.
Avrupalılaşma ve Batılılaşma dediğimiz bu süreç,
Batı müziğinin de Dolmabahçe Sarayı'na girmesine
vesile olmuş" dedi.
Sarayda toplam 12 piyano
olduğunu söyleyen Bişgin, tüm piyanoların, sarayın
ahengine ve üslubuna uygun, süslemeleriyle de
"saraylı" olduğunu kaydetti.
Bişgin, sarayın 1856'da
açıldığını ve piyanoların da bu tarihe yakın bir
zamanda getirildiğini aktararak, sarayda piyano
çalanlara ilişkin, "Kadın efendiler, yani sultan
eşleri, ikbal dediğimiz hanımlar sarayda piyano
eğitimi alırlardı. Bilhassa son dönemlerde, bu da
Dolmabahçe Sarayı dönemine denk geliyor. Çok sayıda
piyano var ve bu piyanoların hiçbiri atıl değil,
hepsi çalınan piyanolardı" diye konuştu.
Sarayda çoğunlukla
Hertz, Pleyel, Gaveau ve Erard marka piyanolar
bulunduğunu dile getiren Bişgin, kuyruklu
piyanoların sayısının daha az olduğunu söyledi.
Üst kattaki Zülvecheyn
Salonu'nda göze çarpan yeşil renkli görkemli
piyanoyu anlatan Bişgin, bunun, Pleyel marka klasik
bir saray piyanosu olduğunu ifade etti.
Sarayda Camlı Köşk
içindeki, benzerine nadir rastlanan kristal piyanoya
ilişkin de bilgi veren Osman Nihat Bişgin, şöyle
konuştu:
"Camlı Köşk adeta
sarayın duvarları içerisinde saklanan, kendi
özelliğini daima bulunduran, dışarıya ara ara açılan
bir büyük mekan. Atatürk de Dolmabahçe Sarayı
kullanımında bu mekanda halkı selamlamış. Bir kış
bahçesi adeta. Dış tarafında camlı olan bir bölge
var. Tamamen her tarafı camlı olmasıyla beraber,
mekana uygun ve tam bir mutabakatta, kristal bir
piyano görmekteyiz."
Sarayın müzik
aletleriyle düzenlenmiş bir odasında bulunan siyah
renkli, sade görünümlü piyanoyu da anlatan Bişgin,
Steinway marka Alman piyanosunun hem sesinin çok
kuvvetli hem de değerinin çok yüksek olduğunu
belirtti.
Akşam, 27.05.2015
|
ALTINOLUK'A 5 METRELİK AENEAS HEYKELİ

Büyük
Roma İmparatorluğu'nun kurucusu Aeneas ile
Aeneas'ın
Altınoluk'tan
İtalya'nın Castro şehrine gittiği antik geminin
5 metre yüksekliğindeki heykeli için proje
hazırlandı. Projeye kapsamında heykelin,
Kaletepe Mevkisi'ndeki Altınoluk-Edremit
Karayolu üzerindeki Antandros Kazı Alanı girişine
dikileceği bildirildi.
Tarihi Antandros Şehrini Kurtarma, Koruma ve
Yaşatma Derneği, yeni bir proje hazırladı.
Avrupa Birliği Bakanlığı ve Pro Loco Castro ile
ortaklaşa hazırlanan 'Altınoluk'tan
Castro'ya Zamanda Yolculuk Projesi'ni
Avrupa Birliği Sivil Toplum Diyaloğu-2
programına 25 Nisan 2011'de onaylatan dernek
yöneticileri şimdi de Aeneas heykeli projesi ile
yeni bir çalışma başlattı. İlk projede, Büyük
Roma İmparatorluğu'nun kurucusu Aeneas'ın
Antandros'tan
İtalya'nın Castro kentine Tempest gemisi ile
yaptığı tarihi yolculuk yeniden canlandırılacaktı.
Şimdiki projede ise Aeneas ve ünlü gemisi Tempest'in
heykelinin yer alacağı bildirildi.
PROJEDE NELER VAR?
Projeler hakkında bilgi veren Tarihi Antandros
Şehrini Kurtarma Koruma ve Yaşatma Derneği Başkanı
Gülçin Cömert, Antandros'un, antik kaynaklarda
adının çok sık geçtiğini, Antandros'u da içinde
barındıran İda Dağı'nın (Kazdağı) pek çok efsanenin
kaynağı olduğunu söyledi.
Bu efsanelerden en önemlilerinden birisi de
Aeneas Efsanesi olduğunu vurgulayan Cömert,
"Efsaneye göre, Aeneas Afrodit'in 'Truva
kahramanı' Ankhises'ten olan oğludur. Tanrılar
Aeneas'tan
Truva kadar güçlü ve büyük bir devlet kurmasını
ister. Aeneas, babası Ankhises ve oğlu Ascanios'u
yanına alarak bir grup Truvalı ile birlikte
Antandros'a gelir. İda Dağı'nın ağaçlarından 20 gemi
yaparak denize açılır ve
İtalya'nın Castro Şehri'nde karaya çıkar. Daha
sonra
Roma İmparatorluğu'nun Başkenti
Roma'yı kurar. Bu efsane Vergilius tarafından
Aenas Destanı olarak yazılır.
Altınoluk'tan Castro'ya Zamanda Yolculuk
projemizde, yelkenli ve kürekli Tempest (Fırtına)
Gemisi'nin benzerinden iki tane yapılacak. Gemiler
Altınoluk'tan yola çıkacak, Aeneas'ın rotasını
izleyerek Castro'ya ulaşacak. Gemilerin biri
İtalya'da kalırken biri
Altınoluk'a dönecek ve turizme açılacak. Ayrıca
Truva'dan
Altınoluk'a gelen bir dağ yolu belirlenecek ve
'Aeneas Yolu' olarak kültür turizmine açılacak. Yol
üzerinde antik döneminin canlandırılacağı küçük
konaklama yerleri, İda'nın doğal güzelliklerinin
tanıtılacağı, burada elde edilen bitkilerden yapılan
yemek ve içeceklerin sunulduğu tesisler inşa
edilecek" dedi.
5 METRELİK AENEAS HEYKELİ DİKİLECEK
Aeneas Heykeli hakında da bilgiler veren Cömert,
"Antandros, Aeneas'ın Anadolu'dan denize açıldığı
son noktadır. Bu nedenle Aeneas'ın yola çıktığı
sahile, Antandros Antik Kent kazı alanının girişine
5 metrelik Aeneas heykeli dikilecek. Heykel,
Aeneas'ın yolculuk yaptığı 'Tempest' adı verilen
geminin arka bölümünde yer alacak. Geminin orta
bölümünden Edremit-Altınoluk karayolu geçtiği için
boş kalacak, devamında karanın denizle birleştiği
yere Tempest'in burun kısmı yapılacak. Heykelin
etrafında Antandros ve İda Dağının, milli parkın
tanıtımının yapılması için gelecek gezi
otobüslerinin park edeceği bir alan oluşturulacak.
Antandros'la ilgili tanıtım kitapları ve hediyelik
eşyalar da bu alanda sergilenip satışı yapılacak.
Projelerimiz, hem Antandros'un hem
Balıkesir'in Hem
Türkiye'nin tanıtımına katkı sağlayacak.
Balıkesir Valisi Mustafa Yaman,
AKPli
Balıkesir Büyükşehir Belediye Başkanı
Edip Uğur ve Kültür ve Turizm Müdürlüğü
yetkililerine projeleri anlattık çok beğendiler.
Şimdi harekete geçmek için destek bekliyoruz" diye
konuştu.
Dernek Başkanı Gülçin Cömert, projenin, bölgedeki
turizmi canlandıracağını, Antandros Antik Kenti'nin
yeni bir
Efes olacağını da söyledi.
haberler.com, 27.05.2015
|
RHODİAPOLİS'TE RESTORASYON ÇALIŞMALARI DEVAM EDİYOR

Antalya’nın Kumluca Belediyesi tarafından
ihalesi yapılan ve harcamaları Antalya Valiliği
Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı tarafından
karşılanacak Rhodiapolis antik kentindeki
restorasyon çalışmaları devam ediyor.
2006 yılında
Akdeniz Üniversitesi tarafından kazı
çalışmalarına başlanan ve aradan geçen sürede büyük
bir bölümü gün yüzüne çıkartılan antik kentteki
tiyatro ve stoanın (Sütunlu galeri) restorasyonu
çalışmaları devam ediyor. Restorasyon çalışmaları
tamamlandığında antik kentin tiyatrosu, tiyatro
sahnesi ve stoası (Sütunlu galerisi) ayağa
kaldırılarak aslına uygun hale getirilmiş olacağı
belirtildi.
Kumluca Belediye Başkanı Hüsamettin
Çetinkaya, restorasyon çalışmaları devam
Rhodiapolis antik kentinde incelemelerde bulunarak,
restorasyon çalışmalarını yürüten yüklenici firma
yetkililerinden çalışmalar hakkında bilgi aldı.
Başkan Çetinkaya, Rhodiapolis antik kenti kazılarına
bugüne kadar Kültür ve
Turizm Bakanlığı başta olmak üzere, Akdeniz
Üniversitesi, Antalya Valiliği, Kültür ve Turizm İl
Müdürlüğü, Antalya Rölöve ve Anıtlar Bölge Müdürlüğü
ile Antalya Valiliği Yatırım İzleme ve Koordinasyon
Başkanlığı’nın destek verdiklerini söyledi.
8 YILDIR KAZI ÇALIŞMALARI SÜRDÜRÜLÜYOR
Yaklaşık iki aydır devam eden restorasyon
çalışmalarının, bir yıla kadar tamamlanmasının
beklendiğini belirten Başkan Çetinkaya, "Rhodiapolis
antik kenti, Kumluca’ya tarih anlamında büyük değer
katıyor. Yaklaşık 8 yıldır sürdürülen kazı
çalışmaları sonunda ortaya çıkan eserler restore
edilecek. Bu restorasyon çalışmaları, hem tarih
anlamında kenti daha anlamlı hale getirecek, hem de
günlük yaşam içerisinde restorasyonu yapılacak olan
tiyatro işlevsel olarak günlük yaşamda aktif halde
kullanmamızı sağlayacak. Restorasyonu
tamamlandığında, antik kent ilçeyle de bütünleşmiş
olacak. Biz bu anlamda bu çalışmayı çok önemsiyoruz.
Antik kentin hem tarih, hem de sosyal hayata
yapacağı katkı Kumluca’ya artı değerdir" diye
konuştu.
Milliyet, 27.05.2015
|
BODRUM SUALTI ARKEOLOJİ MÜZESİ MÜDÜRÜ EMEL ÖZKAN
GÖREVDEN ALINDI
Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi Müdürü Emel
Özkan’ın görevden alınarak Muğla Müze
Müdürlüğü’ne atandı.
Dünyanın sayılı
müzeleri arasında yer alan Bodrum Sualtı
Arkeoloji Müzesi’ne, Bursa İslam Eserleri
Müzesi’nden 31 Mayıs 2013 tarihinde müdür olarak
atan 51 yaşındaki sanat tarihçisi Emel Özkan,
geçen yıl dönemin Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül’ün Bodrum ziyareti sırasında
müzeyi ziyaret edeceğini öğrenince tarihi
topları ve surları plastik boya ile boyatması
tarihçilerin tepkisini çekmişti. Özkan,
Cumhurbaşkanı Gül’ün ev sahipliğinde
gerçekleştirilen 4. Türk Konseyi Zirvesi
kapsamında Bodrum Kalesi’nde tadilat ve bakım
yapıldığını açıklamıştı.
Olayın duyulmasının ardından Kültür ve Turizm
Bakanlığı, Özkan hakkında soruşturma başlatmış,
Isparta Müze Müdürü Mustafa Akaslan ile tarihçi
Nihal Demir müzede 4 gün inceleme yapıp Özkan ve
üç arkeoloğun ifadesini almıştı. Özkan’ın
müfettişlerin hazırladığı raporun ardından
görevinden alındığı bakanlık yetkilileri
tarafından da doğrulandı. İzine ayrılan Özkan’ın
önümüzdeki hafta içerisinde atandığı Muğla
Müzesi’ndeki görevine başlayacağı öğrenildi.
Hürriyet, 27.05.2015
|
SULTAN SURLARI İÇİN İLK HARÇ KONULUYOR
Fatih
Sultan Mehmet'in 1478 yılında Topkapı Sarayı ile
birlikte inşa ettirdiği 4 kilometrelik Sur-u
Sultani, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından
restore ediliyor. Bir yıl sürecek çalışmanın
bitmesinin ardından tarihi surların, Haliç
bölümündeki Kara Surları ve Marmara Surları da,
kademeli olarak restore edilecek.
Sabah, Haber: Zeynel Yaman, 27.05.2015
|
|
27 MAYIS ANITINDAN KİMSENİN HABERİ YOK
İstanbul Üniversitesi Rektörlük Binası önündeki
bahçede üzerinde bir kama ile el işareti olan taşın,
27 Mayıs darbesinden bir gün önce burada toplanarak
yemin eden askerlerin anısına konulduğu ortaya
çıktı.

Prof.Dr. Mete Tunçay, bir tarih çalışması için
gazete taraması yaparken İlber Ortaylı “Tarih
gazeteden yazılmaz arşive gidip arşiv belgesi okumak
gerek” diye takılırmış. S.S.C.B’deki bir araştırma
ziyareti sırasında da Türkçe bilen bir Rus
epigrafist, tarihi kendi bölümü açısından
değerlendirerek şöyle demiş Tunçay’a: “Tarih kağıt
üstünde olabilemez, daş üstünde olar. Daş da gırıg
olacak.”
İpekçi’den öğrendi
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi,
Siyasi Tarih Anabilim dalından Doç.Dr. Mehmet Öznur
Alkan, bu anekdotu Toplumsal Tarih dergisinde
yayımlanan “27 Mayıs darbesi anıtı” ile ilgili
yazısında anlatıyor. “Taş üstünde” tarih araştırması
deyince çok eski tarihler geliyor aklımıza. Ama bu
habere konu olan taş, yakın tarihi aydınlatıyor.
27 Mayıs 1960’da askeri darbe yapan subayların bir
kısmı 26 Mayıs’ta
İstanbul Üniversitesi’nde son kez toplanıp yemin
ederler. Bu toplantıyı kamuoyu, darbeden iki yıl
sonra Milliyet gazetesinde bir yazı dizisi
hazırlayan Abdi İpekçi ve Ömer Sami Coşar’dan duyar.
Toplantının yapıldığı yere, üzerinde bir kama ve el
figürü bulunan bir anıt dikildiğini ise Doç.Dr.
Mehmet Öznur Alkan ortaya çıkardı. Kamuoyunun 53 yıl
önce Milliyet’ten öğrendiği toplantının anıtını
ortaya çıkaran Alkan, darbe anıtını Milliyet’e
anlattı.
El ve kama kabartması
Yaklaşık 20 yıl önce bir
Sabah üniversitenin bahçesinde çay içerken bir
kayanın üzerindeki görüntünün ilgisini çektiğini
belirten Alkan o günü şöyle anlatıyor: “Taşın
üstünde bir el işareti ve altında kama... Benim gibi
siyasi tarih alanında çalışan biri için bunun bir
yemin simgesi olduğunu anlamak güç değil. Yanına
gittiğimde baktım ki bu bilerek ve isteyerek
yapılmış bir taş. Hatta yan tarafına baktığımda 26
Mayıs 1960 yazıyor. Tarih yabancı değil ama
yadırgatıcı. 27 Mayıs olsa bir anlamı var. Neden 26
Mayıs? Bu bir muamma olarak benim kafamda kaldı.”
Alkan’ın taşın peşindeki macerasında Prof.Dr.
Mehmet Beyli önemli bir ipucu sağlar. Beyli’nin
“Bahçede de bir taş varmış, 27 Mayısçılar bir gün
evvel burada toplantı yapmışlar. O yeminin anısına
koymuşlar” dediğini fakat taşın yerini bilmediğini
belirten Alkan gördüğü taşın söz konusu taş
olabileceğini düşünse de elinde bir bilgi yoktur.

28 Nisan 1960’da
İstanbul Üniversitesi’nde Demokrat Parti’nin
icraatlarını protesto etmek için toplanan
öğrencilere ateş açılmış, öğrencilerden Turan
Emeksiz hayatını kaybetmişti. Olayların ardından
sıkıyönetim ilan edildiğinden üniversitenin
kontrolünü asker sağlıyordu. Darbe öncesi son
toplantı da bu nedenle üniversitenin bahçesinde
yapıldı.
Klasik bir
yemin
Anıtın üzerindeki figürlerin klasik bir yemin
tarzı olduğunu belirten Doç.Dr. Alkan
“İttihatçıların da böyle yemin tarzları vardır.
Tabanca veya taştaki gibi kasatura/kama, üzerine
Kuran-ı Kerim, üzerine de ellerini koyup yemin
ederler fırkaya, cemiyete sadık kalacaklarına
dair...” ifadelerini kullandı.
Milliyet’e
teşekkür
Siyasi tarih uzmanı
Doç.Dr. Mehmet Öznur Alkan,
Milliyet’in arşivi için de “Bir dönem Milliyet’te
genel yayın yönetmenliği yapmış
Sedat Ergin’e teşekkür etmek isterim çünkü onun
başlattığı proje sayesinde biz
bugün Milliyet gazetesini internet üzerinden
sözcük taraması dahi yapıp akademik
araştırmalarımızda kullanabiliyoruz” diye konuştu.
Darbe
arifesinde son toplantı
Aradan geçen zamanda bazı yayınlarda taşla ilgili
küçük bilgilere rastlayan Alkan, “27 Mayıs’ın
yıldönümü geliyor.
İlginç bir hikaye olabilir” diyerek o dönemi yaşamış
hocaları ve öğrencilik yıllarında İstanbul
Üniversitesi’nde bulunan dostları ile konuşur. Hiç
kimsenin anıt hakkında bilgisi olmadığını ifade eden
Alkan aradığı bilgiyi bazı hatıralarda bulduğunu
söylüyor: “27 Mayıs darbesini hazırlayanların
anılarına baktım. Şunu teyit edebildim net bir
şekilde; 26 Mayıs’ta
Ankara’da Cemal Madanoğlu öncülüğünde
Kara Harp Okulu’nda, İstanbul’da da İstanbul
Üniversitesi’nin bahçesinde akşam saat 20.30’da son
toplantı yapılmış. Tam röportajı yaptığımız yerde
gizli bir toplantı yapıyorlar.”
Vatan-Namus parolası
Toplantının neden İstanbul Üniversitesi’nde
yapıldığını ise şöyle açıklıyor Alkan: “O sırada
sıkıyönetim var ve İstanbul Üniversitesi’ni tamamen
asker koruyor. Dolayısı ile askerin isteği dışında
buraya kimsenin girmesi mümkün değil. Ayrılırken bir
yemin de ediyorlar. Burada Numan Esin’in teklifi
üzerine ‘Vatan-Namus’ parolası kabul ediliyor.”
Rektörlük anıt istiyor
Alkan’ın anlatımına göre anıtın yapım macerası ise
şöyle: “Milliyet gazetesinden takip edebildiğim
kadarı ile hikaye şöyle devam ediyor: 1960’ın
sonbaharında dönemin İstanbul Üniversitesi Rektörü
Sıddık Sami Onar bir gazeteciye ‘Üniversite her
zaman ordunun yanında oldu.
Burada 26 Mayıs’ta da bir toplantı olduğunu
biliyoruz.
Buraya onların da ismini yazacağımız bir anıt
dikmeye karar verdik’ diyor. Haber bu kadar. Bu
anıtın İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’nün de
isteği üzerine konulduğu besbelli. İsim yazan bir
anıt yok, muhtemelen bu anıt onun yerine konuldu.
Fakat ne zaman yapıldığı konusunda kesin bir bilgi
yok. Umarım bu konuda bilgisi olanlar da paylaşırsa
bu hikayeyi tamamlamış oluruz.”
Milliyet, Haber: Görkem Evci, 27.05.2015
|
KARADENİZ'İN KIRIM KIYILARINDA DEV BİZANS GEMİSİ
BULUNDU

Rusya'nın
Kırım bölgesinde,
Karadeniz'in
Sivastopol kentine yakın sularında 125 metre
uzunluğunda Bizans gemisi bulundu. Rus basınına
göre, "Rostov"
dalgıç kulübü tarafından denizin 82 metre
derinliğinde ortaya çıkarılan gemi, 100 yılın en
büyük
arkeoloji buluşu sayılmakta.
GEMİNİN BATMA NEDENİ BİLİNMİYOR
Rus bilim adamlarına göre, 125 metre
uzunluğunda Bizans gemisi belirlenemeyen bir
nedenle batmış. Gemide çok sayıda anforlar da
bulundu. Rus bilimadamları anforlarla yağ ve
şarap taşındığını anlattı.
BAŞKA KEŞİFLER İÇİN GENİŞ ÇALIŞMA
BAŞLATILACAK
Savunma Bakanlığı ve Coğrafi Derneği'nden
oluşan heyetin bölgede başka gemi ve
arkeoloji eserleri bulmak için daha geniş
çalışmalar yapacağı kaydedildi. Rus heyetin 10
Haziran'da bölgede araştırma yapacağ ifade
edildi.
PUTİN DE SULARIN ALTINDAN TARİHİ
ESERLER BULMUŞTU
11 Ağustos 2011'te dönemin
Rusya Başbakanı
Vladimir Putin de
Kırım'a komşu Azov Denizi'nde dalgıç
kıyafetleri ile denizin dibinden antik eserler
çıkarmıştı.
Putin sular altındaki Rus Atlantisi'ne dalış
yaparak iki anforu sahilde bekleyen gazetecilere
göstererek, "Arkeoloji
gezi başkanı, bunların 6. yüzyıla ait olduğunu
belirtti. O dönemler limanda gemilere yük
taşınırken, anforlar sürekli kırılıyordu. Ve o
yüzden atıyorlardı" dedi.
BAŞBAKAN: ŞARAP VARMIŞ HEPSİNİ
İÇMİŞLER
İki metre derinlikten çıkardığı tarihi
eserlerle basınla konuşan
Rusya Başbakanı, "Çocuklar sağ olsunlar
bulmakta yardımcı oldu… Burada şarap varmış
hepsini içmişler…" diye sunmuştu.
Karadeniz'in hemen yanında bulunan Rus
Atlantisi, bölgedeki tarihi Fanagoriya antik
kentinin bir parçası olarak biliniyor.
haberler.com, 26.05.2015
|
ALMANYA'DA YÜKSELEN KARANLIK PİYASA: NAZİ SANATI

Geçen hafta düzenlenen bir baskında ele geçirilen
Nazi döneminden kalma sanat eserleri, sanat
dünyasının karanlık yüzünü ortaya çıkardı. Bazı
sanat koleksiyoncularının,
Nazi rejimi tarafından sevilen sanatçılarının
eserleri için yüksek meblağlar ödediği belirlendi.
Sanat eseri piyasasından gelen bir ipucu
sonucunda Alman polisi 10 farklı yeri aradı ve son
yılların en şaşırtıcı sanat kaçakçılığı vakalarından
birini gün yüzüne çıkardı.
Almanya'nın Bad Dürkheim şehrinde bir depoda
Nazi sanatçılar tarafından yapılmış en az dokuz
heykel bulundu.
Bu keşif dikkatleri Nazi eserleri, üniformaları
ve silahları alıp satan küçük bir koleksiyoncu
topluluğuna çekti. Nazi geçmişinin ve
propagandalarının tabulaşmış olması bu ticaretin göz
önünde devam sürdürülmemesi anlamına geliyor.
Almanya'da, gamalı haç gibi Nazi simgelerinin ve
bu simgeleri taşıyan objelerin halk içinde
sergilenmesi yasak durumda, ve Nazi döneminden
kalmış üniforma, yazılı eser gibi tarihi nesnelerin
sergilenmesine ise belirli durumlarda izin
veriliyor. Nazi yönetimi tarafından yaptırılmış
sanat eserlerinin alımı ve satımı yasal olsa da,
tarihi çağrışımlar dolayısıyla herkes tarafından
rahatlıkla yapılamıyor.
Araştırmacılar, bulunan sanat eserlerinin İkinci
Dünya Savaşı'ndan bu yana nerede tutulduğunu bulmaya
çalışıyor. Açıklamalara göre yetkililer 64 ile 79
yaşları arasında sekiz Alman'ı çalıntı mallarla
ilgili olarak soruşturmakta, ancak henüz bir gözaltı
olmadı.
Bulunan eserler içinden en önemli kabul edileni
Hitler'in Berlin'deki ofisinin girişini koruyan
Josef Thorak tarafından yapılmış iki at heykeli.
Aynı zamanda heykel en az otuz yıl boyunca Doğu
Almanya'da bulun bir Sovyet üssünde sergilenmiş.
Çalıntı sanat eserlerini bulma ve sahte eserleri
araştırmayı hedefleyen Artiaz şirketinin kurucusu
Arthur Brand, "Özellikle ticaretin açık olarak devam
ettiği Amerika'da [Nazi sanat eserleri ve objeleri
için] çok büyük bir piyasa var," diye konuştu. Alman
polisi isimsiz bir ihbarın ardından, Brand'in
eserlerin bulunmasında yardım ettiğini söyledi.
"Faşist geçmişi dolayısıyla İspanya ve İtalya'da
[Nazi eserleri alıp satmak] çok kolay, ancak
Almanya'da bu çok gizli bir market," diyen Brand,
piyasanın Almanya'da yaklaşık 40 kişiden oluştuğunu
söyledi. Brand'in açıklamalarına göre, Nazi
üniformaları, dergileri ve silahlarının yasadışı
satımı binlerce dolarlık bir piyasa oluşturuyor ve
bu objeler Güney Amerika ve Orta Doğu'dan
koleksiyoncular arasında da popüler.
Brand "Pek çok alıcının Nazi sempatizanı
düşünceleri var ancak herkes böyle değil, çünkü ne
de olsa bu parçaların tarihi önemi de var" diye
yorumda bulundu.
Habertürk, 26.05.2015
|
|
YEREBATAN 'CEHENNEM' İÇİN BUDAPEŞTE'YE TAŞINDI
Dan Brown'un romanından uyarlanan “Cehennem”
filminin çekimleri Tarihi Yarımada’da başladı.
Kitapta geçen Yerebatan Sarnıcı bölümleri yüksek
aksiyon sahneleri olması ve sarnıcın zarar görmemesi
nedeniyle platoda çekilecek. Bu çekimler için
sarnıcın aynısı Budapeşte’ye kuruldu.
Özellikle
yabancı turistlerin İstanbul’da en çok ziyaret
ettiği tarihi mekanların başında gelen Sarnıç,
romanın yayınlanmasından sonra tüm zamanların
ziyaretçi rekorunu kırmıştı. Özellikle yaz aylarında
Sarnıç’ın ziyaretçi sayısı iki kat arttı. Romandaki
gizemin kör düğümü Ayasofya ve Yerebatan’da
çözülüyor.
Yerebatan Sarnıcı’nı ziyarete gelenlerin
hayretler içerisinde seyrettiği iki Medusa başı,
asırlardan bu yana gizemini korumaya devam ediyor.
Roma çağı heykel sanatının şaheser örneklerinden
olan bu başların hangi yapıdan alınarak sarnıca
konulduğu belli olmamakla beraber Medusa’yla ilgili
mitolojieye dayandırılan bir çok söylenti sarnıcı
daha da gizemli kılıyor.
Akşam, 26.05.2015
|
TARİHİ KEMERE ASILAN DEV PANKART KALDIRILDI, KÜÇÜK
PANKARTLAR ASILDI

Unkapanı'ndaki tarihi Bozdoğan Kemeri'ne
geçtiğimiz hafta asılan AKP'nin dev
pankartı kaldırıldı. Bu pankart yerine yine AKP'nin küçük boyutlarda iki pankartı asıldı.
Aksaray-Taksim
yolu üzerindeki tarihi Bozdoğan Kemeri'nin her
iki tarafına geçtiğimiz hafta asılan ve üzerinde
Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun resmi bulunan
"Türkiye'nin kararı büyümenin devamı" ile
"Birlikte daha güçlü" yazılı dev pankart
arkeologların tepkisine yol açmıştı.
Arkeologlar Derneği
İstanbul Şubesi, İstanbul 4 No'lu Koruma Bölge
Kurulu, Fatih İlçe Seçim Kurulu ve Büyükşehir
Belediyesi'ne başvurarak, pankartın fiziksel
tahribata neden olduğu, su kemerini propaganda
aracına dönüştürdüğü ve kentin kültürel mirasının
önemli bir parçasını örterek gizlediği gerekçesiyle,
pankartın kaldırılmasını istemişti.
Dev pankart kaldırıldı. Dev pankartın yerine bu
kez daha küçük boyutlarda pankart asıldı.
AKP amblemi bulunan pankartlarda İstanbul
İl Başkanlığı yazdığı görüldü.

Hürriyet, 26.05.2015
|
KARAMAN'DAKİ KİLİSELER GÜN YÜZÜNE ÇIKIYOR

Karaman’da bulunan Değle ören yerinde devam eden
kazı çalışmalarında 3 kilise gün yüzüne çıkarıldı.
Bölgede, Kasım ayı sonuna kadar 3 kilisenin daha
ziyarete açılması hedefleniyor.
Anadolu Ajansı’nın haberine göre, 4. ve 9.
yüzyıllarda piskoposluk merkezi olan Karaman merkeze
45 kilometre uzaklıktaki Karadağ'da, Değle
bölgesinde 30’a yakın kilise bulunuyor.
Karaman Müze Müdürü Abdülbari Yıldız, kazı
çalışmalarıyla ilgili gazetecilere yaptığı
açıklamada, bölgenin metropolit olma özelliğine
vurgu yaptı, "Bölgede toplamda 30'a yakın kilisemiz,
2 piskoposluk sarayımız, antik dönem mezarlıkları
bulunmaktadır. Çalışmalar kapsamında 3 kilise ile
piskoposluk sarayının eklenti bölümünü gün yüzüne
çıkardık. 2015 yılı kazı çalışmalarını başlattık. 30
Kasım'a kadar çalışmalarımız devam edecek. Bu
çalışma ile 3 kilise, anıt mezar, antik döneme ait
mezarlık kısmını gün yüzüne çıkartacağız. 2016
yılında da kazı çalışmaları devam edecek. Bölge
inanç turizmi açısından Karaman turizmine
kazandırılacak” dedi.
Agos, 26.05.2015
|
TÜRKİYE'NİN EN BÜYÜK MÜZESİ ŞANLIURFA'DA AÇILDI

Şanlıurfa’da Balıklıgöl yakınında 200 dönümlük
alana inşa edilen Haleplibahçe Müze Kompleksi önceki
gün açıldı.
Şanlıurfa Arkeoloji
Müzesi, Arkeopark ve Edessa Mozaik Müzesi’nden
oluşan kompleks, 34 bin metrekare kapalı alanıyla
Türkiye’nin en büyük müzesi olma özelliğini taşıyor.
Sadece Neolitik Dönem’e ait 500 eserin teşhirde
olduğu müzenin tamamı gezildiğinde 4,5 kilometre
mesafe kat edilmiş oluyor. Müzede Paleolitik Çağ’dan
İslamiyet dönemine kadar yaklaşık 10 bin eserin yanı
sıra Göbeklitepe’deki kazılardan çıkan buluntular,
insan boyutlarındaki en eski heykel ile
canlandırmalar da bulunuyor. Müslüm Ercan’ın
müdürlüğünü yaptığı Haleplibahçe Müze Kompleksi’nin
yapımına 2012 Ağustos ayında başlanmıştı. Bir yıl
boyunca giriş ücretinin 5 TL olacağı müze, yazın
08.00 ile 19.00, kışın ise 08.00 ile 17.00 saatleri
arasında ziyaret edilebilir.
Zaman, 26.05.2015
|
MEKSİKA'DA 2700 YILLIK İNSAN ETİ PİŞİRME TARİFİ
ORTAYA ÇIKTI
Meksiko’nun yakınındaki Tlatelcomila şehrinde
MÖ. 700-500 yılına tarihlenen kemikler burada
yaşayanların yamyamlık yaptığını gösteriyor.
Mezoamerika’nın Klasik Öncesi Dönemi’ne
tarihlenen kemiklerde kesik izleri ve yüzlerde
tahrip görüldü, ve yüksek ısıya maruz kaldığı
fark edildi. 18 erkek, kadın ve çocuğun parçalar
halindeki kalıntılarında etlerinin kesildiğine
ve ölüme yakın bir zamanda kemiklerinin
kırıldığına dair kanıtlar var.
Archaeometry (Arkeometri) dergisinde yayınlanan
makalede araştırmacılar, kimyasal ve fiziksel
inceleme yöntemleri kullanarak bu insanların
etlerinin nasıl muamelere maruz kaldığını ve
nasıl pişirildiğini araştırdı.
ÖRNEKLERİN ALINDIĞI İNSAN KEMİKLERİ
Bulunan kemiklerin
çoğunda hafif bir sarı ya da kırmızı renk
görülüyordu. Arkeologlar da kemiklerin düşük bir
ısıda mı pişirildiğini, kasıtlı olarak mı
renklendirildiğini, yoksa rengin belli bir pişirme
yönteminden mi kaynaklandığını merak ediyordu.
Uzmanlar insan kemiği
örneklerini incelemk için X ışını kristalografisi,
taramalı elektron mikroskobu, geçirimli elektron
mikroskobu, atomic kuvvet mikroskobu, ve kızılötesi
spektroskopisi kullandı.
ETİ PİŞİRME YÖNTEMİNE GÖRE FARKLI RENKLER
Bu kimyasal analizler
sonunda araştırma başkanı Trujillo-Mederos ve
meslektaşları bütün kemiklerin pişirildiğini
kanıtlamakla kalmadı, ayrıca kemiklerin bazılarının
kızartıldığını, bazılarının da haşlandığını
gösterdi. Hem haşlamanın hem de kızartmanın
Mezoamerikan ritüel yamyamlık (anthropophagy)
geleneğinde görüldüğünü belirten yazarlar, bu yüzden
böyle iki farklı pişirme yöntemi olmasını çok
şaşırtıcı bulmadı.
Fakat kemiklerin rengi
hala ateşte kızartmak ya da suda haşlamakla
açıklanamıyordu. Bazı örneklerde, ölüm sonrasında
kemiklerin zencefille ovulması kemikte kırmızı ya da
sarı bir renge neden oluyor.

Yapılan analizler ise
kemikte renklerin ölümden sonra değil, ölümün
gerçekleştiği dolaylarda ortaya çıktığını
gösteriyordu. Kızartılmış kemiklerde “etin suyu
kemiğin etrafında toplanıp içine az oranda nüfuz
etmiş.” Yani “Isı yükseldikçe etten çıkan kan
kırmızı lekelere neden olmuş” diyor araştırmacılar.
Haşlanmış kemikler ise
sarının farklı tonlarına sahipti. Bu da düşük
ateşte, annatto (renkli bir baharat), pipian (bir
tür balkabaği) ya da şili biberi gibi renkli
malzemelerle pişirildiğini gösteriyor. Bu baharatlar
“karotenoid” adı verilen ve yemekleri, kumaşları,
saç ve hatta kemiği boyamak için kullanılan
biyolojik pigmentlerle doludur.

Solda annatto, ortada şili,
sağda pipian
Bu sonuçları test
etmek için araştırmacılar bir inek kemiğini annatto
çözeltisi içinde haşladılar. Annatto günümüzde de
hala Meksika mutfağında kullanılıyor. Araştırmacılar
bu deneyin sonucuyla ilgili olarak “Haşlama sonucu
inek kemiğinde, arkeolojik kemiklerde görülenle aynı
renk ortaya çıktı. Bu da kemik yüzeyi renginin,
baharatlı yemekler pişirilmesine bağlı olduğunu
gösteriyor” diyor.
Araştırmacılar,
kemiklerin renklerindeki farkların, Mezoamerika’da
kullanılan tariflerdeki farklılıklara bağlanması
gerektiği sonucuna varıyor. Tlatelcomila haşlanmış
kemiklerinin yüzey renginin sıcaklık, pişirme
süresi, ve sudaki diğer malzemelerle
açıklanabileceğini belirtiliyor.
Araştırma Meksika’daki
antik yamyamların insan etini hazırlamak için
kullandıkları tariflerle, mısır ya da diğer normal
yemekler için kullandıkları tariflerin aynı olduğunu
önerdiği için de önemli.

a) Test edilen inek
kemiğinin annatto çözeltisinde pişmiş hali.
b) Kemik
temizlendikten ve yıkandıktan sonra
c) Doğal boyanın
etkisi görülüyor.
MEKSİKA’DA ANTİK ZAMANDA YAMYAMLIK
Tlatelcomila’da
bulunan kemiklerin hangi insan grubu tarafından
hazırlanıp yendiği bilinmese de, bu Meksika’da
bulunan ilk yamyamlık kanıtları değil.
Söylentilere göre
Xiximes isimli bir kabilenin üyeleri, eğer
düşmanlarının ruhunu tüketirlerse, vücutlarını
yerlerse, ve kemiklerini ağaçlardan asarkarsa, o yıl
iyi bir hasat yapacaklarına inanıyordu. 2011’de bir
grup araştırmacının keşfettiği pişirilmiş ve oyulmuş
insan kemikleri bunun sadece bir söylenti ya da
abartı olmadığını kanıtladı. Keşfedilen pişmiş ve
oyulmuş kemikler MS 1425 yılına tarihleniyordu.
Tlatelcomila’da
bulunan kemikler bu tarihten çok daha eskiye, MÖ
700-500 yıllarına tarihleniyor. Bu da bu korkunç
geleneğin çok uzun bir tarihi olduğunu akla
getiriyor.
Hürriyet, Kaynak:
arkeofili.com / Ayşe Bursalı, 25.05.2015
|
500 YILLIK HAMAM ÖLÜYOR
1503 yılında Kapı Ağası Hüseyin Bey tarafından
İstanbul’un Kadırga semtinde yaptırılan tarihi
Çardaklı Hamamı, kayıp hissedarları yüzünden
yıllardır kaderine terk edilmiş halde kurtarılmayı
bekliyorHisselerinin çoğunluğu Fahrettin Kerim
Gökalp Vakfı’na ait hamamın diğer varislerinin ise
kimler olduğu tespit edilemiyor. Varisler olmayınca
tarihi hamamda restorasyon da yapılamıyor.

İstanbul’un Osmanlı döneminden kalma en eski
eserlerinden biri olan 511 yıllık tarihi “Çardaklı
Hamamı”, bakımsızlıktan adeta yok olma tehlikesi
yaşıyor. 1503 yılında Kapı Ağası Hüseyin Bey
tarafından Kadırga semtinde inşa ettirilen tarihi
hamam yıllardır kaderine terk edilmiş bir halde ihya
edileceği günü bekliyor. Çatısında otların bittiği,
duvarlarında çatlakların oluştuğu tarihi eser adeta
bir harabeyi andırıyor. Özel şahıs mülkü olan ve
hisselerinin çoğunluğu
Fahrettin Kerim Gökalp Vakfı’na ait tarihi
hamamın diğer varislerinin ise kimler olduğu tespit
edilemiyor.
Hisselerin yıllar içerisinde kuşaktan kuşağa geçtiği
ancak bu kişilerin bir türlü saptanamadığı
belirtiliyor. Bir türlü bulunamayan varisler
nedeniyle tarihi eserin ne kapısı açılıyor, ne
restore ediliyor, ne de kamuya devri yapılabiliyor.
İçler acısı hali üzüyor
Osmanlı döneminden kalma 511 yıllık tarihi Çardak
Hamamı,
İstanbul’un önemli kültür mirasları arasında
bulunuyor. Kadırga semtindeki tarihi hamamın
yıllardır kapısı açılamazken, ‘Böylesi ancak
Türkiye’de olur’ dedirtecek bir durum yaşanıyor.
Çoğunluk hisselerinin Fahrettin Kerim Gökay Vakfı’na
ait olduğu tarihi yapının diğer hissedarlarının
kimler olduğu hiçkimse tarafından bilinmiyor.
Hissedarların ortada olmaması nedeniyle tarihi
yapının restorasyon ve devri yapılamıyor. Yıllardır
kapısı kilitli bulunan Osmanlı’dan kalma eserin
durumu ise görenleri derinden yaralıyor. Adeta bir
harabeyi andıran tarihi hamamın duvarlarında oluşan
çatlatlar dikkatlerden kaçmıyor. Çatısında otların
yeşerdiği hamamın demir parmaklı kırık penceresinden
bakıldığında ise iç kısmının viraneye döndüğü
anlaşılıyor. Tarihi yapı mevcut haliyle sokak
hayvanlarının meskeni haline gelirken, bahçe
duvarlarının bir bölümü de yıkılmış durumda
bulunuyor. Çardaklı Hamamı’nın içler acısı hali ise
hem Kadırga sakinlerini hem de kültürel mirasa sahip
çıkmak isteyenleri üzüyor. Vakıflar Genel Müdürlüğü
ise özel şahıs mülkü olan tarihi hamama hukuki
açıdan restore etme hakkına sahip bulunmuyor.
Hisse çoğunluğunu elinde bulunduran Fahrettin Kerim
Gökay Vakfı yetkilileri tarihi eserin şu andaki
durumu hakkında şu bilgileri veriyor:
“Eser üzerinde çok ortaklı bir durum söz konusu. 20,
hatta 30 yılı aşkın süredir kapısı kilitli
bulunuyor. Tarihi eseri ne restore ettirebiliyor, ne
de kiraya verebiliyoruz. Yarıya yakın hisse
vakfımıza ait olmakla beraber diğer yarısının kim
veya kimlerde olduğunu bir türlü bulamıyoruz. Bu
konuda bir bilgisi olan varsa bize ulaşıp aktarırsa
çok sevineceğiz. 1974 yılından bu yana hissedarlar
arasındayız. 40 yıldır diğer ortaklardan hiç kimseye
ulaşamadık. Hamamın diğer varislerinin bir an önce
ortaya çıkmasını istiyoruz. Böylelikle restorasyon,
devir veya kiralama söz konusu olabilir.”
Yıllarca
depo olarak kullanıldı
Kapı Ağası Hüseyin Bey tarafından 1503 yılında
inşa ettirilen Çardaklı Hamamı, 1575 yılında Mimar
Ömer Bin Veli ve 1600 yılında da Mehmet Bin Üveys
tarafından restore ettirildi. Ancak tarihi hamam,
1918 yılında şahıs işletmesine devredildikten sonra
1940’lı yıllarda
depoya ve atölye olarak kullanıldı. Tarihi yapının,
30 yılı aşkın süredir kapalı tutulduğu ve
bakımsızlıktan yok olmak üzere olduğu biliniyor.
İstanbul’un
en önemli mirasları arasında
Koruma Uzmanı Mimar Gülsün Tanyeli, şu bilgileri
verdi: “Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi
Türkiye Milli Komitesi (ICOMOS) tarafından
yanılmıyorsam 3-4 ay önce tarihi hamamın durumu
Koruma Kurulu’na bildirildi. Hukuki prosedürleri
bilmiyoruz. Ancak bakanlık ve yetkili merciler
hukuki altyapı düzenleyip 511 yıllık eseri
kurtarabilir. Çardaklı Hamamı, İstanbul’un en önemli
mirasları arasında ve eserin anıtsal statüye sahip.
Vakıflar Genel Müdürlüğü, vakıfları denetleyen bir
kurum olarak harekete geçerek hukuki altyapının
oluşturulmasına öncülük edebilir. Vakıflar; Çardak
Hamamı’nın kurtarılması için gerekirse hissedarların
hissesi bağlamında restorasyonu yaptırıp sonrasında
tahsilatı gerçekleştirebilir.”
Milliyet, Haber: Mert İnan, 25.05.2015
|
|
GEMLİK'TE 2 BİN 200 YILLIK LAHİT BULUNDU
Bursa’nın Gemlik
İlçesi'nde inşaat hafriyatında 2200
yıllık lahit bulundu.
Umurbey’in Hisartepe mevkiinde temel için yapılan
kazıda lahit ortaya çıktı. Durum polise bildirildi.
Müzeden gelen arkeologlar tarafından incelenen
lahitten iskelet, göz yaşı şişesi ve altın taç
çıktı. Bitinya dönemine ait olduğu tahmin edilen
lahdin bulunduğu inşaat alanında polis ve müze
yetkilileri nezaretinde kazılar devam ediyor.
Bursa Hakimiyet, 25.05.2015
|
KADERİNE TERK EDİLEN HATTATLAR MEDRESESİ

20 Mayıs 1915’te açılan Medresetü’l-Hattatin
(Hattatlar Medresesi), kuruluşunun 100. yılında M.
Uğur Derman’ın hazırladığı bir kitapla anılıyor.
Günümüzün hattatlarının hocalarını yetiştiren
medrese acaba şimdi ne durumda? Cağaloğlu Ankara
Caddesi’ndeki bina, boş, bomboş, kaderine terk
edilmiş...
20 Mayıs 1915’te Ca-ğaloğlu’nda açılan
Medresetü’l-Hattatin (Hattatlar Medresesi)
kuruluşunun 100. yılında anılıyor. Bu vesileyle M.
Uğur Derman bir kitap hazırladı. Kubbealtı
Neşriyat’ın yayımladığı ‘Medresetü’l-Hattatin 100
Yaşında’ adlı eser, medresenin kuruluş tarihiyle
aynı günde, geçen hafta perşembe günü
Çemberlitaş’taki Kubbealtı Vakfı’nda tanıtıldı. Uğur
Derman’ın konuşmasından sonra, fiyatı o güne özel
125 TL yerine, 75 TL’ye indirilen kitabın imza
törenine geçildi.
Çiçek Derman, Mehmed Özçay, Irvin Cemil Schick,
Ali Toy, Savaş Çevik, Faruk Taşkale, Alparslan
Babaoğlu, Fuat Başar, Beşir Ayvazoğlu, Roni
Margulies, Gürcan Mavili, Ömer Faruk Şerifoğlu, Ali
Rıza Özcan, Yusuf Çağlar gibi camiadan daha pek çok
ismin katıldığı toplantı ve imza töreninde hocanın
önünde uzun bir kuyruk oluştu, öğrencileri, dostları
kendisini yalnız bırakmadı. Biz de payımıza
düşenleri alıp aklımızda sorularla vakıftan
ayrıldık: Acaba ‘Hattatlar Medresesi’ şimdi ne
halde? 1929 kapandıktan sonra neler yaşadı, neler
gördü, geçirdi? Her toplantıda büyük bir gururla
ifade edilen “Kur’an-ı Kerim Mekke’de nazil oldu,
Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı.” sözüne layık
bir şekilde korunuyor mu, değerlendiriliyor mu?
Daha birçok soruyla birlikte yolumuzu
Çemberlitaş’tan Cağaloğlu’na çevirdik ve mektebin
önüne geldik. Ankara Caddesi’nden Sirkeci’ye
inerken, İran Konsolosluğu’nun bitiminde Babıali
Yokuşu’nun hemen başında sol kolda kalan
Medresetü’l-Hattatin şimdi ne durumda biliyor
musunuz? Boş, bomboş, kaderine terk edilmiş...
Kapatıldıktan sonra 1950’li yıllarda Basma Yazı
ve Resimleri Derleme Müdürlüğü’ne tahsis edilen
bina, uzunca bir süre MEB Devlet Kitapları Müdürlüğü
Cağaloğlu Yayınevi tarafından kullanılmıştı, şimdi
akıbeti meçhul… Artık dünyanın gözü önünde olan ve
sanat merkezi olma yolunda hızla ilerleyen
İstanbul’a doğru dürüst bir hat müzesi
yapılamamışken, depolarda çürüyen hatlar
korunamamışken Medresetü’l-Hattatin binasının fark
edilmesini beklemek gereksiz bir romantizm oluyor bu
durumda. Kuruluşunun 100. yılında böyle bir mektebin
restore edilip tekrar açılması ya da müzeye
dönüştürülmesi ‘ecdadımız’ diye haykıranlara elbette
daha çok yakışırdı.
Üç kez kapatılmak
istendi
M. Uğur Derman kitabı, hocası Süheyl Ünver’in
arşivi ve hafızasının üzerinden, yılların birikimi
ile Ömer Faruk Şerifoğlu, Mehmed Özçay, Muhammed
Yaman, Erdoğan Aldoğan, Talip Mert’in yeni bulduğu
bilgi ve belgelerle kısa sürede hazırlamış. 223
sayfalık eserde, Medresetü’l-Hattatin’in uzun
tarihini bulacaksınız. Biz burada, üç kez kapanma
tehlikesi geçiren, iki icazet töreni yapabilen ve
Ramazan’da açtığı hat sergileriyle çok beğenildiği,
dönemin yayınlarından anlaşılan medreseden kısaca
bahsedeceğiz.
Arif Hikmet Bey’in müdür olarak tayin edildiği
Medresetü’l-Hattatin, 20 Mayıs 1915’te açılıyor.
Sami Efendi, Kamil Akdik, İsmail Hakkı Altunbezer,
Necmeddin Okyay gibi isimlerin hoca olduğu
medreseden, bugünün hattatlarına, üstadlarına
hocalık yapan pek çok isim mezun oluyor. Halim
Özyazıcı, Şevket Efendi, Süheyl Ünver, Hamid Kamil
Bey, Macid Ayral o isimler arasında.
Medreseye 15 yaşından küçük talebe kabul
edilmiyor. Devam zorunluluğu ise yok, öğrencinin
yeteneğine ve hocanın takdirine bırakılmış bu durum.
Medrese Ramazan’da tatil ediliyor, ama boş kalmıyor.
1916’dan itibaren Ramazan ayında, binanın zemin
katında hat sergileri açılıyor.
Medresetü’l-Hattatin ilk mezunlarını 14 Ekim
1918’de veriyor. O on üç kişi arasında medresenin
ebru hocası Necmeddin Okyay ve Mustafa Halim
Özyazıcı ön sırada. 22 öğrencinin mezun olduğu
ikinci mezuniyet töreni 27 Kasım 1923’te
Süleymaniye’deki Evkaf Müzesi’nde yapılıyor.
Süheyl Ünver’in kızı Gülbün Mesara’nın arşivinde
bulunan bu karede kimler yok ki… Oturanlar (soldan
sağa): Reisü’l Hattatin Hacı Kamil Efendi, Ferid
Bey, Hulusi Efendi, Müze Müdürü Ressam Ali Sami Bey,
Tuğrakeş İsmail Hakkı Bey, Tahirzade Hüseyin Bey,
Hacı Nuri Bey, Müzehhib Baha Efendi, Mecmeddin
Efendi, Kemaleddin Bey. Ayaktakilerin hepsi ise yeni
mezunlar. Aralarında Eyüplü Cemal Efendi, Süheyl
Ünver, Müzehhib Hamid Bey, Neyzen Sami Bey, Macid
Bey, Sadık Bey yer alıyor. Okulu birincilikle
bitiren Hamid Bey, Süheyl Bey ve Macid Bey’e altın
saat hediye edilmiş. Bu tarihten sonra da okul mezun
vermiş, fakat bir daha icazet töreni yapılamamış.
Medresetü’l-Hattatin, üç kere kapanma tehlikesi
geçiriyor. İlki 1921’de. Sebebi, devletin bütçesini
zorladığı iddia ediliyor, bu bilginin doğru olmadığı
hocalar tarafından kısa sürede ispatlanıyor. İkinci
kapatılma tehlikesi 3 Mart 1924’te Tevhid-i Tedrisat
Kanunu yürürlüğe girince yaşanıyor. Dönemin müzeler
müdürü Halil Edhem ve hocaların gayretiyle, Türkiye
Büyük Millet Meclisi’ndeki müzakereler sonucunda adı
Hattat Mektebi yapılarak bu girişim de önleniyor.
1928’deki Harf İnkılabı ile ise bu tarihi mektep
tarihe karışıyor.
Uğur Derman kitapta, medreseyle ilgili anılarına
da yer vermiş. 48 yıl önce Süheyl Ünver ile birlikte
medresenin üst katına çıkmışlar. Ünver, bu anlamlı
ziyarette Derman’a medresedeki hocalarının ders
verirken oturduğu yerleri tek tek göstermiş, bir
başka gün de oturma düzeninin krokisini defterine
çizmiş. Kitapta bu krokiye yer veriliyor. Medresenin
tarihini ve hocalarını iki ayrı bölümde anlatan
eserde dikkat çeken belgelerden biri de maaş
bordroları. 1917 tarihli bordroda, Divan-ı
Hümayun’dan selis ve nesih muallimi Hacı Kamil
Efendi’ye 480 kuruş, odacı Şaban Ağa’ya 250 kuruş
takdir edilmiş.
Zaman, Haber: Sevinç Özarslan, 25.05.2015
|
YEDİKULE BOSTANI KORUMASIZ KALDI

Zeytinburnu’nda UNESCO’nun sur koruma bandı olarak
belirlediği alanda yer alan Yedikule Göğüs
Hastalıkları Hastanesi’nin bostanında tarihi su
yapılarının korunması için Tarihi Yedikule
Bostanları Koruma Girişimi’nin yaptığı başvuru
İstanbul 2 No’lu Yenileme Alanları Kültür
Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu tarafından
reddedildi. Yedikule Bostanları Koruma Girişimi,
Zeytinburnu Sur Tecrit Bandı Yenileme Alanı’nda yer
alan bostandaki 18. yüzyıldan kalma su kuyularının
“Osmanlı tarım teknolojisini gösteren korunması
gerekli yapılar” olduğunu belirterek, kültür varlığı
olarak tescillenmesini talep etti. 2 No’lu Yenileme
Kurulu ise aldığı kararda su kuyularının
tescillenmesini uygun bulmadı. Oysa 2011 tarihli
Tarihi Yarımada Yönetim Planı’nda, “doğal niteliğini
korumuş bostan alanları” 2. derece koruma bölgesi
olarak belirlendi. Yedikule Bostanları Koruma
Girişimi, “Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu,
İstanbul’u asırlardır beslemiş, hastanelerin vakfı
olmuş bostanları neden korumaya değer bulmuyor?”
diye sordu.Bostanın yapılaşmayı açılmasını BirGün
“Tarihi bostana AVM planı” başlığıyla duyurmuştu.
Zeytinburnu Belediyesi tarafından sur tecrit bölgesi
için hazırlanan imar planı ile ticaret ve otel alanı
olarak planlanan bostan arazisine, AVM, rezidans,
özel sağlık ve eğitim tesisleriyle yer altı otoparkı
yapılmasının önü açıldı. Arazinin Vadi Sur şirketine
satılmasıyla bostanı 25 yıldır ekip biçen bostancı
aile araziden çıkarıldı.
Birgün, Haber: Olgu Kundakçı, 25.05.2015
|
BİNLERCE YILLIK TAKILAR İLK KEZ GÖRÜCÜYE ÇIKTI
Tunç
Çağı'ndan Urartulara, Hititlerden Romalılara kadar
birçok devre şahitlik eden, yapım yılları MÖ
3000'lere kadar uzanan takılar, Malatya Müzesinde
ilk kez görücüye çıktı.
Kemikten, tunçtan, kıymetli taşlardan ve gümüşten
yapılan yüzük, bilezik, halhal, kolye, broş ve
tokaların yer aldığı sergi, kadınların binlerce
yıllık takı tutkusunu gözler önüne seriyor.
Arslantepe, Caferhöyük, İmamoğlu ve Değirmentepe
kazı alanlarındaki tümülüs ve höyüklerde bulunan
takılar, ziyaretçilerden yoğun ilgi görüyor.
- "
Kadın , süslenirken tapınma şeklini ortaya
koymaktadır"
Müze Müdürü Tevhit Kekeç, AA muhabirine,
insanoğlunun, özellikle de kadınların
yaratılıştan itibaren süse önem verdiklerini
söyledi.
Arkeolojik kazılarda höyük, tümülüs ve klasik
dönem yapı katmanlarında kadınlara ait birçok
süs eşyası bulunduğunu belirten Kekeç,
kazılarda çıkarılan eserlerin müzelere
nakledildiğini, sonrasında tasnif edilerek teşhire
sunulduğunu kaydetti.
Malatya'da 1978 ile 1988 yılları arasında
Karayaka Barajı'nda kurtarma kazıları yapıldığını
anımsatan Kekeç, Caferhöyük, İmamoğlu, Değirmentepe,
Pirot Höyük, Kösger Baba'nın yanı sıra hala devam
eden Arslantepe'deki kazılarda da takı ve süs eşyası
çıkarıldığı bilgisini verdi.
Kekeç, MÖ 3000'lerde de bu takıları gördüklerini
aktararak, "Burnlar çok ince ve güzel işlenmiş kolye, bilezik gibi takılar. Bunun
yanı sıra tapınmaya yönelik birtakım fibulalar (iki
parça kumaşı birbirine tutturmaya yarayan takı) ve
kolyeler yapılmış. Bu, 'idol' dediğimiz kolye
tipidir. Aynı zamanda kadın, süslenirken de
inancını, tapınma şeklini ortaya koymaktadır. Bu da
demek oluyor ki kadın, bir taraftan süslenirken, bir
taraftan da kendince tapınma eylemini ortaya
çıkarıyor" diye konuştu.
- Takılar, figürlerle süslenmiş
Kazılarda haç şeklinde kolyeler de bulunduğu
bilgisini paylaşan Kekeç, erkeklerin de bu takıları
kullandığını söyledi.
Kekeç, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Bilhassa Urartu krallarının kemerlerinin üstleri
figürlü. At ve değişik hayvan figürleriyle süslenmiş
geniş metalden kemerlerini de görüyoruz. Cam
bilezikler görüyoruz, cam kolyeler bulunuyor. Bazen
bronz,
altın yüzüklerin üzeri kaşlı (yüzük taşının
oturtulduğu, kenarları tırnaklı yuva) ve kaşların
üzerine figür işlenmiş. Bu figürlerden bazıları
tanrıça da olabiliyor. Bu tanrıçalar Hera, Athena ve
erkeklerin taktığı yüzüklerin kaşlarında da Zeus,
savaşçı Apollon'u, Ares'i görüyoruz.
Bu tür eserleri bilhassa Roma döneminde
görüyoruz. Bronz heykeller, heykellerin bir
çeşidini yüzük kaşına, kolyesinin üzerine veya
boynuna astığı şeye, Medusa başını da
göğsündeki kolyenin üzerine kabartma olarak
işlediklerini görebiliyoruz."
- Kazılar, geçmişte takı sektörünün varlığını
kanıtlıyor
Malatya dışındaki arkeolojik kazılarda daha eski
dönemlere ait süs eşyası bulunduğuna işaret
eden Kekeç, özellikle
kadınların ilgisiyle takıların çok eski çağlardan
itibaren sektör haline geldiğini vurguladı.
Ustalar tarafından yapılan süs eşyasının
özellikle klasik dönemde tapınakların önünde veya
kent pazarlarında satıldığını anlatan Kekeç,
şunları kaydetti:
"Demek ki sektör, o dönemde başlamış. Takı, süs
eşyası sektörü zaman içinde değişik şekiller
verilerek yapılmıştır. Bazen kendinden önceki döneme
ait figürü, kolye şeklini veya bilezik tipini
uygulamış olabilir. Kazılarda çıkarılan mezarlarda
bunu görüyoruz. Örneğin, yılan başlı Urartu
bileziğinin, Hristiyanlık ve Roma döneminde
camdan yapıldığını görüyoruz.
Bazı heykellerin kollarında, bilhassa Afrodit
heykelinin kollarında yılan şeklinde kıvrılmış
halhalı görüyoruz. Bu heykeli yapan muhakkak
ustaydı. Sektör, sadece takı olayı değil, diğer yan
sektörleri de etkisi altına almıştır."
Müzeye gelen kadınların takılara ilgi
gösterdiğine dikkati çeken Kekeç,
"Bayağı ilgilendiler kolyelerle. Bunların içinden
bakıp 'acaba, şu kolyeden benim de olsa mıydı?'
Yahut o gördüğü şeyi inanıyorum ki
yaptırabileceği yer olursa, aynı motifte süs eşyası
yaptıracağını hissettik" ifadesini kullandı.
Radikal, Haber: Ramazan Kaya - Orhan Yoldaş,
24.05.2015
|
BAYEZİD MEYDANI'NDA GÖZDEN DÜŞEN BİR DARBE HATIRASI

Beyazıt Meydanı’nda yıllar yılı bir hürriyet
heykeli olarak bilinen Turan Emeksiz abidesi, darbe
ile gelen hürriyetin gölgesinde unutulmaya mahkum
edildi.

İstanbul gazeteleri şehrin öğrenci olaylarıyla
çalkalandığı 1960 senesi Nisan’ındaki bir cinayet
haberini duyururken, kimsenin ölenlerden birinin
birkaç hafta sonra “Hürriyet Kahramanı” ilan
edileceğinden haberi yoktu.
28 Nisan günü
Beyazıt Meydanı, İstanbul Üniversitesi
öğrencilerinin protestolarıyla inliyordu. İktidar
tarafından kurulan Tahkikat Komisyonu aleyhinde
tepkiler önlenemez şekilde artmıştı. Derslere
girmeyen üniversiteliler, attıkları sloganlarla
meydanı inletiyordu. Olayları önlemek için örfi
idare polisi devreye girdi. Güvenlik görevlileri,
üniversitenin bahçesine girmiş ve yaşanan olayları
ateş açarak bastırmak istemiş, elim cinayet işte bu
hengamede vuku bulmuştu. Protestoculardan yirmi
yaşındaki Orman Fakültesi talebesi Turan Emeksiz,
açılan ateş sonucu hayatını kaybetti. Yönetime el
konulmasından bir ay sonra Emeksiz’in ismi artık
gazeteci Hasan Tahsin, Kubilay gibilerin arasında
‘Hürriyet Şehidi’ olarak anılıyordu. Milli Birlik
Komitesi baskısı altındaki yurdun dört bir yanında
Turan Emeksiz’in adını taşıyan açılışlar yapıldı.
Önce öldüğü yere bir Türk bayrağı dikildi sonra
memleketi Malatya’ya büstü yapıldı, ismi caddelere,
vapurlara, ormanlara verildi. Öğrenciler hain bir
kurşunla ölen Emeksiz’i öldüğü Marmara Sineması
önünde yere çelenk bırakarak andı. Artık o, yeni
askeri dönemin bir simgesiydi. Ölümünün üçüncü
yıldönümünde heykeltıraş Semahat Acuner tarafından
yapılan soyut bronz heykel tam da vurularak düştüğü
yere dikildi.

Zaman geçer esamesi okunmaz
Ordu, bir hışımla ele aldığı ülke idaresine katı
tedbirlerle yön verdi. Öğrenci olaylarının toplumun
geneline tesir etmesi için sıkıyönetim kadroları
Beyazıt Meydanı’nın ismini Hürriyet Meydanı olarak
değiştirmişti. Aradan yıllar geçti. İdare tekrardan
sivil hükümete devredilmiş ama asker bir gölge gibi
durmaya devam etmişti. Bu sırada Turan Emeksiz’in
hatırası sol fikrin mensupları arasında revaç
bulmuş, adına şarkılar, şiirler söylenir olmuştu.
Heykel, 60lı yıllar boyunca 6. Filo’nun denize
dökülmesi gibi olaylarda sol görüşlü grupların
toplanma noktası oldu. Nazım Hikmet, “Beyazıt
Meydanı’ndaki Ölü” şiirini Turan Emeksiz adına
yazdı. Demir yumruğun hüküm sürdüğü senelerde bu
şiir sık sık okunur oldu. “...İstanbul’da, Beyazıt
Meydanı’nda./ Bir ölü yatıyor/ ders kitabı bir
elinde/ bir elinde başlamadan biten rüyası /bin
dokuz yüz altmış yılı Nisan’ında/ İstanbul’da,
Beyazıt Meydanı’nda. Bir ölü yatıyor.”
Turan Emeksiz hadisesi, seneler sonra Meclis
Araştırma Komisyonu’nda tetkik edilmiş ve onu
öldüren kurşunun polisten değil başka bir yerden
geldiği anlaşılmıştı. Suikasta kurban giden
Emeksiz’in cebinde 2 adet sinema bileti bulunmuştu.
Bir kuytuda Hürriyet
Hürriyet Heykeli, heykeli 1985 senesine
gelindiğinde belediye yönetimince mevcut yerinden
alınarak tramvay yolu ile meydan kotunun arasındaki
çimenliğe taşındı. Beyazıt Meydanı ismi de yıllar
sonra iade edildi. Bir köşede geçenlerin dikkatini
dahi çekmeyen Hürriyet Heykeli zaman zaman renkli
boyaların hücumuna uğruyor.
Zaman, Haber: Erkam Emre, 24.05.2015
|
BİENAL CAMİSİNE KİLİT

Venedik Bienali kapsamında 45 yıldır
kullanılmayan bir kiliseden dönüştürülen ve
sanat için olsa da, yasalar ihlal edilerek
ibadet amaçlı kullanılmaya başlanan caminin
kapatılmasına karar verildi.
Bu yıl 56’ncısı
düzenlenen ve 89 ülkenin katıldığı Venedik
Bienali’nde entegrasyon, din ve kimlik gibi
konulara dikkat çekmek isteyen İzlanda asıllı
İsviçreli sanatçı Christoph Büchel, İzlanda
Pavyonu için, 45 yıldır kullanılmayan Santa
Maria della Misericordia Katolik Kilisesi’ni
camiye dönüştürerek provokatif bir esere imza
attı. Ancak ‘sanat eseri’ olsa da söz konusu
camide ibadete başlanması tepki topladı. Katolik
Kilisesi temsilcileri, kilisenin ibadet mekanı
olarak kullanılmadan önce izin alınması
gerektiğini savunurken, Venedik Valiliği de
“Kamusal risk taşıyor” açıklaması yaptı. Sonunda
Venedik Belediyesi, ‘yasa ihlali’ olduğu
gerekçesiyle, burada ibadete son verilmesi için
20 Mayıs’a kadar süre tanıdı. Süre dolunca da
mekanın bienaldeki sertifikası önceki gün iptal
edildi.
EN SİYASİ ETKİNLİK
Nina
Magnusdottir’in küratörlüğünde ‘Merhamet Camisi’
adı verilen proje, yaklaşık 20 bin Müslüman’ın
yaşadığı Venedik’te bugüne kadarki ‘en siyasi
etkinlik’ olarak tanımlandı ve camiye
dönüştürülen kilise de en çok konuşulan sergi
mekanı oldu. Organizatörler, mekanın bienaldeki
sertifikasının iptal edilmesi kararına 60 gün
içinde itiraz edebilecek. 9 Mayıs’ta açılan
Venedik Bienali, 22 Kasım’da son bulacak.
Hürriyet, Haber: Esma Çakır, 23.05.2015
|
9 BİN 500 YILLIK TANRIÇA HEYKELİ MÜZEDE SERGİLENDİ
Adıyaman'da, 9 bin 500 yıllık olduğu tahmin edilen
tanrıça heykeli müzede sergilenmeye başladı.
Neolitik döneme (Cilalı Taş Devri) ait olduğu
değerlendirilen heykel, Adıyaman Müzesi'nde
düzenlenen törenle sergilendi.
Müze Müdürü Fehmi Eraslan, gazetecilere yaptığı
açıklamada, 1970 yılında Kahta İlçesi'ne bağlı
Çıralık Köyü Kilisik mezrasında bulunan heykelin, o
dönemde şehirde müze olmadığı için
Gaziantep 'e gönderildiğini söyledi.
Kent müzesinin açılmasıyla tanrıça heykelinin
1987'de Adıyaman'a getirildiğini hatırlatan
Eraslan, "Müzedeki incelememizde bu eserin neolitik
döneme ait olduğunu tespit ettik. Bu eser tıpkı
Şanlıurfa Göbeklitepe'deki heykellere
benziyor. Bu da heykelin bulunduğu köyde neolitik
döneme ait böyle bir tapınağın olduğunu gösteriyor"
dedi.
Eserin, 9 bin 500 yıllık olduğunun tahmin
edildiğini belirten Eraslan, bölgede bilimsel kazı
yapılması durumunda benzer eserlerin ortaya
çıkabileceğini dile getirdi.
Heykelin tanrıçaya benzediğini vurgulayan
Eraslan, şu bilgileri verdi:
"Heykelin alt kısımdaki çukur ve figürler
doğurganlığı temsil ediyor. Doğum organı biraz daha
abartı olarak verilmiş. O dönemde tanrılar ve
tanrıçalar büyük olduğu için sanatçısı kafasında
tasarladığı heykele yansıtmış. Abartılı bir baş ve
organlar, doğurganlık figürleri var."
Müzeyi gezen Ahmet Saygı ise bu heykelin çok
müstesna bir tarihi eser olduğunu belirtti.
Radikal, 22.05.2015
|
ANTİK KENT TEDMUR'UN GELECEĞİNDEN ENDİŞE EDİLİYOR

Suriye'de
DAEŞ terör örgütünün ele geçirdiği
antik Tedmur (Palmira) kentinin geleceğiyle ilgili
endişeler giderek artıyor.
Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür
Örgütü (UNESCO) tarafından 1980'de Dünya Mirası
Listesi'ne alınan ve Ortadoğu'nun en önemli
arkeolojik alanlarından biri kabul edilen antik
kentteki tarihi eserlerin,
DAEŞ ile rejim güçleri arasındaki şiddetli
çatışmalarda ağır hasar gördüğü sanılıyor. Kentin
son hali, bölgeden görüntü alınamadığı için şimdilik
bilinmiyor.
Başkent Şam'daki Tarihi Eserler ve Müzeler Genel
Müdürü Mamun Abdulkerim, "Endişeli bekleyişimiz
sürüyor. Antik kent, tamamen silahlı kişilerin
kontrolü altında ve akıbeti bilinmiyor" dedi.
DAEŞ'in kentteki tarihi eserleri yağmalayıp
karaborsada satmasından, daha sonra da Tedmur'u
yerle bir etmesinden endişe ediliyor.
Antik kentin bağlı olduğu Humus Valisi Talal
Barazi de yaklaşık 65 bin nüfusa sahip Tedmur'daki
halkın büyük kısmının evlerini terk ettiğini
söyledi.
DAEŞ'in
Tedmur ve çevresinde 13 Mayıs'ta başlattığı
saldırılarda şimdiye kadar 450'den fazla kişinin
yaşamını yitirdiği sanılıyor.
"Çölün Gelini"
Çölün ortasında, palmiye ağaçlarıyla
çevrili Tedmur, tarihi öneminin yanı sıra başkent
Şam ile diğer kentleri birbirine bağlayan kavşak
noktası olarak da tanınıyor. "Çölün Gelini" olarak
da bilinen ve başkente 215 kilometre uzaklıktaki
kentte sonradan kiliseye çevrilmiş tapınaklar,
mezarlar ve sıra sütunlar yer alıyor. Antik kentte 3
bin kişi kapasiteli bir amfitiyatro da bulunuyor.
İlk kez MÖ 2. binyılda kurulduğu sanılan kent,
Hellenistik çağda gelişmiş, daha sonra Roma
İmparatorluğu'nun bir parçası haline gelmişti.
Kent, Roma İmparatorluğu ile Asya ülkeleri arasında
ipek ve baharat taşıyan kervanların en önemli uğrak
noktalarından biri olmuştu. Kentin asi kraliçesi
Zenobia, Roma'nın otoritesine başkaldırıp Palmira
İmparatorluğunu kurmuş, daha sonra Anadolu'nun
doğusunu, Fırat ve Dicle havzasının bir bölümünü,
Suriye'yi, Sina Yarımadası'nı ve Mısır'ın bir
kısmını ele geçirmişti. MS 272'de Roma İmparatoru
Aurelian, kaybedilen toprakları almak
üzere Palmira'ya sefer düzenlemiş ve Kraliçe Zenobia
ile oğlunu esir alarak İtalya'ya götürmüştü. Sefer
sırasında Romalı askerler tarafından yağmalanan
kent, bir daha toparlanamamıştı.
Roma İmparatorluğu'nun yıkılmasının
ardından Bizans İmparatorluğu'nun eline geçen kent,
askeri üs olarak kullanılmış ve kentteki tapınaklar,
kiliseye çevrilmişti.
Suriye'deki iç savaştan önce Palmira, ülkenin en
önemli turistik merkezlerinden biriydi. Her yıl
binlerce turist, antik kenti görmek için bölgeye
akın ediyordu.
UNESCO Genel Direktörü Irina Bokova da "Palmira,
çölün ortasında olağanüstü bir arkeolojik site. Bu
antik kentin yıkımı, sadece savaş suçu değil,
insanlık için de büyük bir kayıp olacaktır" diyerek
duyduğu endişeyi dile getirmişti.
DAEŞ, mart ayında Irak'taki Nimrud ve Hatra antik
kentlerini yerle bir etmiş, militanlarının
Musul'daki müzede tarihi eserleri balyozlarla yok
etmesini gösteren videolar yayınlamıştı. BM Genel
Sekreteri Ban Ki-mun, saldırıyı "savaş suçu" olarak
nitelemişti.
Anadolu Ajansı, Haber: Umur Koçak Semiz,
22.05.2015
******
IŞİD PALMİRA'YA BAYRAĞINI DİKTİ
Irak ve Suriye'de 300 bin kilometre karelik
alanı elinde bulunduran IŞİD, Tedmur Kalesi'ndeki
hisarlara bayrağını dikti. Militanlar hedeflerinin
Şam ve Bağdat olduğunu söylüyor.
Terör örgütü IŞİD militanları geçtiğimiz çarşamba
günü ele geçirdikleri Suriye'deki antik kent
Palmira'ya bayraklarını dikti. Militanlar tarafından
sosyal medyada paylaşılan fotoğraflarda IŞİD bayrağı
1'inci ve 2'nci yüzyıl ortalarından kalma kentteki
tarihi hisarlarda görüldü. Daha önce Irak'ta ele
geçirdikleri tarihi yapıtlara zarar veren IŞİD'in
UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde yer alan
Palmira'daki eserlere zarar verip vermediği hala
bilinmiyor. Bölgedeki aktivistler, rejime bağlı 200
askeri Palmira'da öldüren militanların, kenti ev ev
aramaya devam ettiğini aktardı. Beşar Esad rejimini
destekleyenleri arayan militanların, ayrıca kentin
zenginlerinin de kaçmalarını engelledikleri
belirtildi. IŞİD, dün 10 kişiyi de infaz etti.
Sabah (Kısaltarak), 24.05.2015
******
"TARİHİ ESERLERİ YIKMAYACAĞIZ"
Suriye'de antik kent Palmira'daki tarihi
eserlerin IŞİD militanlarınca yıkılacağı
endişelerinin ardından örgüt bir açıklama yayımladı.
UNESCO'nun Dünya Mirası listesinde yer alan ve
birçok iyi muhafaza edilmiş yapının, sütunların ve
tiyatronun bulunduğu antik kentin yıkılmayacağı
bildirildi. Daha önce birçok tarihi kenti yerle bir
eden IŞİD'in sosyal medya üzerinden yaydığı video
mesajda, "Kentteki tarihi yapıları, İslam
hükümlerine aykırı olmadığı için yıkmayacağız"
ifadedelerine yer verildi. Suriyeli yetkililer,
Palmira'nın IŞİD'in eline geçmesinden önce kentteki
birçok heykelin güvenli bölgelere taşındığını
açıklamıştı.
Sabah, 25.05.2015
******
SURİYE REJİMİ IŞİD'İ
PALMİRA'DA HAVADAN VURDU
Suriye rejimine ait savaş uçakları, terör örgütü
IŞİD'in elindeki antik kent Palmira'ya hava
saldırıları düzenledi.
AFP'ye konuşan bir
askeri kaynak saldırılarda 160'tan fazla IŞİD
hedefinin vurulduğunu söyledi. Palmira'nın dış
kesimlerini ve Humus'un doğusundaki saldırılarda
öldürülen terörist sayısı konusunda bilgi
vermeyen kaynak, makineli tüfek bulunduran araç
ve silahların imha edildiğini belirtti.
Suriye devlet
televizyonu, saldırılarda "50'den fazla IŞİD
teröristinin" öldürüldüğünü bildirdi. Suriye
İnsan Hakları İzleme Örgütü sivil can kaybının
en az dört olduğunu belirtti.
Suriye İnsan
Hakları Gözlemevi'ne göre, IŞİD geçen hafta ele
geçirdiği Palmira'da şu ana kadar 14'ü çocuk,
67'si sivil en az 217 kişiyi infaz ettiğini
bildirdi.
Hürriyet, 26.05.2015
|
PICASSO'NUN 180 MİLYON $'LIK TABLOSUNU KRALİYET
AİLESİ ALDI
Picasso’nun geçen
hafta satılan ‘Cezayirli Kadınlar’ tablosunu
yaklaşık 180 milyon dolara alan kişinin, Katar
Kraliyet Ailesi’nden Hamad bin Casim el-Tani olduğu
iddia edildi.
Picasso’nun “Les Femmes d’Alger” (Cezayirli
Kadınlar) adlı tablosu, geçen hafta ABD New York’ta
gerçekleşen açık artırmada 179 milyon 365 bin dolara
satılarak müzayede rekoru kırdı. Page 6 internet
sitesinin haberine göre, bir dönem
Katar Başbakanlığı’nı da yapan Hamad bin Casim
el-Tani, açık artırmaya telefonla katılarak değerli
tabloya sahip oldu. Katarlı El Tani Ailesi sanat
koleksiyonculuğu ile biliniyor.
Habertürk, 22.05.2015
|
|
NEVŞEHİR'DE SİLUETİ BOZAN OTELE DANIŞTAY'DAN GEÇİT
YOK

Danıştay, Kapadokya'nın zirve noktası olan
Uçhisar'da silüeti bozan ve yapımına başlanan Arinna
Otelin ruhsatının iptal etmeyen mahkeme kararını
bozdu.
Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Uçhisar'da silüeti
bozan Arinna Otelin ruhsatının iptalini yargıya
taşımıştı. Ancak Kayseri 2. İdare Mahkemesi odanın
iddialarının aksine, otelin silüeti bozmadığına dair
karar vermişti.
Danıştay 6. Dairesi, idari mahkemesinin kararını
yeniden keşif yapılması için bozdu.
Hatırlanacağı gibi 2013 yılı yaz aylarında
Nevşehir Koruma Kurulu üyelerinin tamamı görevden
alınmıştı.
Bakanlık da oteli soruşturuyor
Mimarlar Odası Ankara Şubesi Başkanı Tezcan
Karakuş Candan, kurul görevden alındığı için Kültür
Bakanlığının aynı otelle ilgili soruşturma raporu
hazırladığını ve o rapordaki tespitlerle idare
mahkemesinin tespitlerinin zıt olduğunu söyledi.
"Açtığımız davada 2.İdare mahkemesi aşamasında
yapılan keşifte, bilirkişiler, Uçhisar'da yapılan
Arinna Oteli'nin silüeti bozmadığı, kamu yararına
planlama ilkelerine, mevzuata koruma kurul
kararlarına uygun olduğunu savundu. Mahkeme
bilirkişi raporuna istinaden, açtığımız davayı
reddetti. Biz de temyiz ettik. Bu arada Koruma
kurulunun görevden alınması ile başlayan süreçte,
konunun Kültür Bakanlığı Teftiş Kurulunca
incelendiğini, soruşturma konusu yapıldığını
öğrendik ve davamız olduğunu belirterek soruşturma
raporunu istedik. Bakanlık bize soruşturma
raporlarını gönderdi.
Bilirkişilere suç duyurusu
"Bakanlığın hazırladığı soruşturma raporunda,
davamızın reddedildiği bilirkişi raporunun tam
aksine tespitler vardı.Davamızın temyiz aşamasında,
soruşturma raporunu Danıştay'a sunduk ve kararın
bozulmasını talep ettik. Bilirkişiler hakkında da
suç duyurusunda bulunduk. Danıştay 6. Dairesi İdari
mahkemesinin kararını birbirine zıt tespitler
nedeniyle yeniden keşif yapılması için bozdu."
Kapadokya'nın otellerle başı dertte
Peribacalarıyla ünlü ve UNESCO'nun korunması
gereken dünya miras listesinde hem "doğal" hem de
"kültürel" özelliği ile yer alan Kapadokya son
yıllarda plansız yapılaşma ile boğuşuyor.
Bölgede
geleneksel mimariyi, kentin silüetini bozan,
sayıları hızla artan ve bölgeyi insansızlaştıran
otellerin sayısı gün geçtikçe artıyor.
Bunlardan ikisi de
bianet'in gündeme taşıdığı doğal yapıya zarar
verdiği için halkın tepkisiyle inşaatı durdurulan
Arinna Lodge Otel
ve yanındaki
CCR Hotels. Danıştay, doğal yapıya
zarar verdiği için CCR Hotels'in inşaatının da
yürütmesini durdurmuştu.
Bianet, Haber: Nilay Vardar, 21.05.2015
|
HİTİT ESERLERİ YERİNDE SERGİLENMELİ
Karadeniz Arkeolojisini Uygulama ve Araştırma
Merkezi Müdürü Yrd. Doç.Dr. Esra Keskin, Müzeler
Haftası’nı kutladı.
Kültürel değerlerin korunmasında ve geleceğe
taşınmasında müzelerin önemli bir rolü olduğunu
söyleyen Hitit Üniversitesi, Karadeniz Arkeolojisini
Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü Yrd. Doç.Dr.
Esra Keskin, bir basın açıklaması yaparak Müzeler
Haftası’nı kutladı. Ülkemizde 187'si Kültür ve
Turizm Bakanlığına bağlı, 183’ü özel müze olmak
üzere toplam 370 müze bulunduğunu kaydeden Keskin,
“Sayıları gün geçtikçe artan müzelerimiz, artık
sadece eserlerin sergilendiği ve depolandığı
mekanlar olmaktan çıkmış, halkın eğitimi için ulusal
ve uluslararası konferansların, seminerlerin
düzenlendiği, çeşitli sosyal ve kültürel
faaliyetlerin gerçekleştirildiği, sergilerin
açıldığı, bilimsel yayınların yapıldığı, ülkemizin
tanıtımına katkıda bulunan eğitim ve kültür
kurumları haline gelmiştir. Son yıllarda Kültür ve
Turizm Bakanlığımız sayesinde dünyanın en büyük
mozaik müzesi olan Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi,
Kırşehir Kaman Kalehöyük Arkeoloji Müzesi, Eskişehir
Eti Arkeoloji Müzesi, Aydın Müzesi, Tokat Arkeoloji
ve Etnografya Müzesi gibi yeni müzeler çağdaş
müzecilik anlayışına göre tasarlanmış ve ziyarete
açılmıştır.” dedi.
‘ÇORUM BÜYÜK BİR AÇIKHAVA MÜZESİ’
Çorum’un da Unesco ve Dünya Mirası içinde yer
alan Hitit Uygarlığına ev sahipliği yapmış büyük bir
Açıkhava Müzesi olduğunu söyleyen Keskin,
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘Kadim
Medeniyetler Çorum’dan Sorulmalıdır’ sözünün bu
durumu çok güzel anlattığını ifade etti. Büyük
kültürel değerlere sahip istisnai illerden biri olan
Çorum’un üniversitesine de ‘Hitit’ adını vererek
onunla bütünleştiğini söyledi. Hitit Üniversitesi
Rektörü Prof.Dr. Reha Metin Alkan’ın kültürel
değerlere büyük önem verdiğini söyleyen Keskin,
“Sayın Rektörümüz bu alandaki tüm çalışmaları
desteklemekte olup, gerek Çorum ili gerekse
Karadeniz Bölgesinde yapılan çalışmalara Karadeniz
Arkeolojisini Uygulama ve Araştırma Merkezi aktif
olarak katılıyoruz.” şeklinde konuştu. Ünlü tarihçi
Heredot’un ‘gök kubbenin altındaki en güzel coğrafya
yeryüzünün en güzel iklimine sahip’ olarak
tanımladığı ve tarih boyunca birçok uygarlığa ev
sahipliği yapmış ülkemizde kadim medeniyetlerden
günümüze ulaşan izlerinin korunması ve
sergilenmesine yönelik ilk çalışmalar 1846 yılında
başlamıştır. Ahmet Fethi Paşa tarafından o güne
kadar silah deposu (Harbiye Ambarı) olarak
kullanılan Aya İrini’de bu eserler toplanmıştır.
Daha sonra dönemin Maarif Nazırı Saffet Paşa
tarafından 1869 yılında Müze-i Humayun (İmparatorluk
Müzesi) kurulmuştur. 1881 yılında İlk Türk Müze
Müdürü olan ve İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin de
kurucusuolan Osman Hamdi Bey, Türk Müzeciliğine
büyük katkılar sağlamış büyük bir şahsiyettir. Müdür
Keskin, Bu uğurda hayatını bile feda etmekten
kaçınmayan bu değerli devlet adamını gençlerimiz
tanımalı ve araştırmalıdır. 1889 yılında Alman
İmparatoru II. Wilhelm İstanbul’a geldiğinde
Arkeoloji Müzesi’ni ziyaret eder ve gezisi sırasında
İskender lahdine hayran olur. Padişah Abdülhamid’e
“Lahdi bana verin, Berlin'e götüreyim. Siz bu eseri
burada muhafaza edemezsiniz, biz onu daha iyi
koruruz” der. Bunun üzerine Hamdi Bey Lahdin önüne
yatarak “Lahdi ancak benim cesedimi çiğneyerek,
götürebilirsiniz” der. Bunun üzerine Padişah, Lahdi
II. Wilhelm’e vermez.
‘HİTİT ESERLERİ YERİNDE SERGİLENMELİ’
20. yüzyılın başlarında, İstanbul dışında
Anadolu’daki bazı şehirlerde de müze kurma
çalışmaları başlatılmıştır. 1902’de Konya’da,
1904’de Bursa’da yeni müzeler kurulmuştur.
Cumhuriyet döneminde Müzeler, Milli Eğitim Bakanlığı
bünyesinde bulunan ve sonradan adı Asar-Atika ve
Müzeler Müdürlüğü olan Hars Müdürlüğü’ne bağlanmış,
daha sonra 1944’te Eski Eserler ve Müzeler Genel
Müdürlüğü kurulmuştur. 1924 yılında Bakanlar Kurulu
kararıyla, Topkapı Sarayı’nın mevcut koleksiyonu ile
müze olarak ziyarete açılması kararı alınmıştır.
Atatürk’ün Ankara’da bir Hitit Müzesi’nin açılmasını
istemesi üzerine 1923 yılında Kurşun Han ve Mahmut
Paşa Bedesteni Milli Eğitim Bakanlığı tarafından
onarılarak Ankara Arkeoloji Müzesi olarak açılmış ve
1967 yılında yeniden düzenlenerek müzedeki eserlerin
çeşitliliği de göz önünde bulundurularak adı Anadolu
Medeniyetleri Müzesi olarak değiştirilmiştir. Bugün
Çorum ilinden götürülen Hitit Medeniyetine ait çok
sayıda eser Anadolu Medeniyetler Müzesi’nde
sergilenmektedir. Hatti ve Hitit Dönemi kale
surlarını kaplayan bu ortastlar (üzeri kabartmalı
büyük taş bloklar) üzerindeki kabartmalar döneminin
önemli olaylarını tasvir eden, anlatımlardır.
Geçmişte bu eserlerin korunması ve sergilemesi
amacıyla böyle büyük müzelere götürülmesi yerinde
bir karardı. Ancak şimdi Çorum ili, Boğazkale ve
Alacahöyük olmak üzere üç büyük müzesi
bulunmaktadır. Ayrıca Boğazkale ve Alacahöyük ören
yerleri olarak tescil edilmiştir. Hitit eserlerin en
azından kalıbının alınarak yerinde sergilenmesi
Mısır medeniyeti ile çağdaş olan Hitit uygarlığının
ihtişamını gözler önüne serecektir.” dedi.
Çorum Hakimiyet, 21.05.2015
|
URARTU KEMERLERİ BELÇİKA YOLCUSU

Rezan Has
Müzesi Urartu Takı Koleksiyonu Sergisi'nde yer
alan 2 Urartu kemeri, Belçika'da yapılacak
‘Europalia Uluslararası Sanat Festivali 2015’te
sergilenecek.
Müzeden yapılan açıklamaya göre, Urartu dönemine
ait takı ve kemerlerden oluşan bin 100 parçalı
‘Rezan Has Müzesi Urartu Takı Koleksiyonu
Sergisi’nden kadın ve erkek kemeri olmak üzere
iki metal eser, 6 Ekim-17 Ocak 2016 arasında
Belçika'da gerçekleşecek ve Türkiye'nin konuk
ülke olduğu Europalia Uluslararası Sanat
Festivali için seçildi.
TEMA ‘MİTLER VE RİTÜELLER’
Bu yıl ‘Mitler ve Ritüeller’ başlığı
ile gerçekleşecek festivalde, Rezan Has Müzesi
koleksiyonunun yanı sıra, Topkapı Sarayı Müzesi,
Türk İslam Eserleri ve
İstanbul Arkeoloji Müzeleri ile Halı Müzesi,
Sadberk Hanım Müzesi, Pera Müzesi ve İstanbul
Deniz Müzesi'nden eserler de sergilenecek.
haberler.com, 20.05.2015
|
HIRVATİSTAN'DA İZNİK ÇİNİLERİ SERGİSİ AÇILDI
"Adriyatik'in Derinliklerinden Osmanlı
İznik Çinileri" isimli sergi,
Hırvatistan'ın başkenti Zagreb'de açıldı.
Hırvatistan Kültür Bakanlığı'nın
himayesinde, Yunus Emre Enstitüsü tarafından
düzenlenen serginin açılışına
Hırvatistan
Kültür Bakanı Berislav Şipuş ve Yunus Emre
Enstitüsü Başkanı Prof.Dr.
Hayati Develi de katıldı.
Mimara Müzesi'ndeki serginin açılışında
konuşan Kültür Bakanı Şipuş, sergide dört
asırdan daha uzun bir süredir Adriyatik'in
derinliklerinde duran
İznik çinilerinin sergilendiğini
anımsatarak, bu nedenle serginin "özel" bir
sergi olduğunu söyledi.
Çinilerin
sudan çıkarılmasında ve serginin organize
edilmesinde emeği geçenlere teşekkür eden Şipuş,
iki ülke arasındaki kültürel iş birliğinin
önümüzdeki dönemde gelişerek devam etmesi
temennisinde bulundu.
Yunus Emre Enstitüsü Başkanı
Develi de iki ülke arasındaki ortak kültürel
mirasın sergilendiği bu etkinliğe katılmaktan
duyduğu memnuniyeti dile getirerek, söz konusu
koleksiyonun en değerli
İznik çinisi koleksiyonlarından biri
olduğunu söyledi.
16. yüzyılda,
İstanbul'dan hareket eden ancak
Adriyatik Denizi'nde batan bir
Venedik gemisinin içindeki İznik çinilerinin
sergilendiği "Adriyatik'in Derinliklerinden
Osmanlı
İznik Çinileri" isimli sergi, 13
Eylül'e kadar ziyaret edilebilecek.
Serginin önümüzdeki aylarda,
İstanbul'da da açılması planlanıyor.
haberler.com, 18.05.2015
|
FOSİLLEŞMİŞ DİNOZOR
YUMURTASI BULUNDU

Güney Çin’in
“Dinozorların Evi” olarak da adlandırılan Guangdong
bölgesinde yol onarımı sırasında, düzinelerce
dinozor yumurtası bulundu. Gerçek Bilim’in
haberine göre, fosil halinde günümüze kadar ulaşmış
43 yumurtadan bazıları parçalar halinde olsa da,
19’u şeklini ve bütünlüğünü korumuş. Bölgede ilk
dinozor yumurtasını, 1996 yılında bir inşaat
alanında oynayan çocuklar bulmuştu. O günden sonra
bölgede yapılan pek çok kazıda dinozor yumurtalarına
ait parçalara rastlanılmıştı. Bu sebeple şehir
“Dinozorların Evi” olarak da anılır. Hatta Heyuan
Dinozor Müzesi, 2004 yılında, 10 bin 8 dinozor
yumurtası barındırdığından Guiness Dünya Rekorları
arasında yer almaya hak kazanmıştı.
Evrensel, 13.05.2015
|
HASANKEYF'TE
TAŞINACAK YERLER BELLİ OLDU
Ilısu Barajı suları altında kalacak olan
Hasankeyf’teki tarihi eserlerin taşınmasıyla ilgili
çalışmaların başladığı bildirildi. El-Rızk
Camisi ve minaresi, Orta kapı, Sultan Süleyman
Camisi ve kapısı, İmam Abdullah Türbesi ile çok
sayıda tarihi eserin yeni Hasankeyf’e taşınacağını
açıklayan Rektör Abdüsselam Uluçam hazırlıkların
yapıldığını, çalışmaların da bir süre sonra
başlayacağını ifade etti.
KÜLTÜREL PARKA
TAŞINACAK
Zeynel Bey Türbesi dışındaki tüm eserlerin
taşınabileceğini söyleyen Hasankeyf Kazı Başkanı
Prof.Dr. Abdüsselam Uluçam
“belirlenen tarihi
eserler, yeni Hasankeyf’te oluşturulan Kültürel
parka taşınacak ve burada sergilenecekler. Onun için
Hasankeyf’te bu eserler için yer tahsisi yapıldı”
dedi.
Batman Gazetesi,
12.05.2015
|
HASANKEYF KALESİ'NE
YENİDEN ÇIKILABİLECEK
Hasankeyf Kazı Başkanı
Prof.Dr. Abdüsselam Uluçam, Hasankeyf'le ilgili
çarpıcı açıklamalarda bulundu. Kaledeki büyük
kayalarda çatlaklık olması ve yer yer çöküntülerin
yaşanması nedeniyle kaleye girişlerin Bakanlık
tarafından yasaklandığını belirten Uluçam “Tarihi
eserlerin taşınmasından sonra Kültür ve Turizm
Bakanlığı yıktırılması gereken yerleri yıktırıp
bölgeyi güvenlik açısından sorunsuz hale getirecek.
Bu işlemler sonrasında kale turizme açılacaktır.
Bizde en kısa zamanda burasının yerli ve yabancı
turistlere açılmasını istiyoruz” dedi. Yıktırılması
veya traşlanması gereken alanların uzmanlarca
belirleneceğini ifade eden Kazı Başkanı Prof.Dr.
Abdüsselam Uluçam “bu çalışmaların turizm sezonu
sonrasında gerçekleşeceğini umut ediyorum.
Dolayısıyla 2016 yılında herkes Hasankeyf kalesine
çıkabilecek” açıklamasında bulundu.
Batman Gazetesi,
05.05.2015
|
10 - 23 Mayıs 2015
|
"PAŞA TORUNUYUZ,
HAKKIMIZI İSTERİZ" DEYİP VAKIFLAR GENEL
MÜDÜRLÜĞÜ'NDEN PAY İÇİN DAVA AÇTILAR

Osmanlı Sadrazamı
Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın 9 ve 10’uncu
kuşak torunları olduğunu iddia eden 6 kişi,
Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden pay alabilmek için
dava açtı.
Vakıf evladı
olduklarının tespitini isteyen 6 kişi, dava
dosyasına Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın
soyağacının bulunduğu bir fotoğrafı da delil
olarak dosyaya koydu. Mahkeme, sadrazam soyundan
geldiklerine karar verirse, 6 davacı vakıf
gelirlerinden belirli oranda hak sahibi olacak.
9 VE 10’UNCU
KUŞAK
İstanbul Asliye
Hukuk Mahkemesi’ne dava açan Ahmet Ertan Sümer,
Rıfat Ersin Sümer, Barbaros Göz, Evşen Ulga
Özkan, Ada Özkan ve Demir Özkan, Nevşehirli
Damat İbrahim Paşa’nın oğlu Genç Mehmet Paşa’nın
torunu olan Hüseyin Hilmi’nin kızı Zehra’dan
olma 9 ve 10’uncu kuşak torunları olduklarını
iddia etti.
9 kişi vakıf
evladı
Öte yandan, İstanbul
8’inci Asliye Hukuk Mahkemesi’ne 5 yıl önce
açılan davada Zarife Göz, Necla Sümer, Süheyla
Tümer’in aralarında bulunduğu 9 kişi yine vakıf
evladı olduklarının tespiti için dava açmıştı. 2
yıllık yargılama sonrası mahkeme 9 kişinin de
Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın torunları (8
ve 9’uncu kuşak) olduğuna karar verdi. Davalı
Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bağlı İstanbul
Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nün itirazı da
reddedildi.
3’üncü Ahmet
zekasını beğendi
Soyağacı
fotoğrafının altında ‘Damat İbrahim Paşa’
başlıklı tarihi yazıda, İbrahim Paşa’nın 1668’de
doğduğu ve 20 yaşında hemşerilerini ziyaret için
İstanbul’a geldiği anlatılıyor. İbrahim Paşa,
yüksek zekası ve gayretiyle Sultan 3’üncü
Ahmed’in beğenisini kazanıyor ve kızı Fatma
Sultan’la evleniyor. Daha sonra da vezir oluyor.
Hürriyet, 22.05.2015
|
PHASELİS'TE OTEL TAHSİSİ
İPTAL EDİLDİ

Antalya'nın Kemer İlçesi’nde AKP'ye
yakınlığıyla bilinen işadamı Fettah Tamince'ye ait
Rixos Oteller zincirine tahsis edilen Phaselis Antik
Kenti ve Beydağları Olimpos Milli Parkı etkileşim
sahasında yapılan kazı çalışmalarında tarihi yapı
kalıntılarıyla insan iskeletleri bulunması üzerine,
Orman ve Su İşleri Bakanlığı tahsisin iptaline karar
verdi.
Tamince’nin ‘Dream of Phaselis’ adlı
oteli için iantik kent ve Milli Park etkileşim
sahası içinde 180 dönüm alan Kültür ve Turizm
Bakanlığı, Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından
şirkete tahsis edilmişti. Antalya Valiliği de proje
için ‘Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporu
gerekli değildir’ kararı vermişti. Karar üzerine
ralarında Kemer Esnafı ve Turizmcileri Derneği, Doğa
Dostları Spor Derneği, Çıralıyı Sevenler Derneği
gibi sivil toplum örgütleriyle birlikte 15 isim
projeye karşı hukuki mücadele başlatmıştı. Önce
Antalya 2’nci İdare Mahkemesi, ‘ÇED raporu gerekli
değildir’ kararına ilişkin yürütmeyi durdurma kararı
almıştı. Ardından Antalya 1’inci İdare Mahkemesi,
alanın tahsisine ilişkin yürütmeyi durdurma kararı
vermişti.
DHA'da yer alan habere göre, mahkeme
süreci devam ederken, Antalya Müze Müdürlüğü
tarafından bölgenin belirli noktalarında birkaç gün
önce kazı çalışması başlatıldı. Çalışmalar sonucunda
bölgede birçok tarihi yapı kalıntısına ve insan
iskeletlerine rastlandı. Phaselis İnisiyatifi
kurucusu Melike Vergili başta olmak üzere çevre
esnafı da bölgenin korunmasını talep etti. Bunun
üzerine Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından 11
Mayıs’ta bölgenin otel tahsisinin iptal edildiğini
açıkladı.
Birgün, 21.05.2015
|
MARDİN'DE TARİHİ ESER
ELE GEÇİRİLDİ
Mardin’de bir araçta yapılan aramada
48 adet değişik ebatlarda sikke ele geçirildi.
Mardin Emniyet Müdürlüğü’nden yapılan
açıklamada, Midyat İlçe Emniyet Müdürlüğü önünde
durumundan şüphelenilen aracın durdurulduğu
belirtildi. Araçta yapılan aramada 48 adet değişik
ebatlarda sikke ele geçirildiği, olayla ilgili Ç.C.
isimli şahıs hakkında “Tarihi Eser Kaçakçılığı”
suçundan, A.E. isimli şahıs hakkında ise “Resmi
Belgede Sahtecilik” suçundan yasal işlem yapılarak
haklarında tanzim edilen tahkikat evrakları ile
birlikte adli mercilere sevk edildiği kaydedildi.
Akşam, 21.05.2015
|
|
ÜZERİNDE PORNOGRAFİK FİGÜRLER BULUNAN KASE ELE
GEÇİRİLDİ

Bursa Emniyet Müdürlüğü
Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şube
ekiplerinin yaptığı operasyonda, üzerinde
pornografik figürler bulunan cam kase ve
heykelcikler ele geçirdi.

İhbarı değerlendiren ekipler, otomobil yedek
parçası satan 47 yaşındaki H.T. ve arkadaşı İ.Y.’i
Gençosman semtinde oturdukları bir çay ocağında
gözaltına aldı. H.T.’nin üstünde yapılan aramada
Roma ve Bizans dönemine ait sikke ve yüzükler çıktı.
Bunun üzerine H.T.’nin aracında ve Osmangazi İlçesi
Bağlarbaşı mahallesindeki evinde de arama yapıldı.
Burada yapılan aramada çıkan tarihi eserler
polisleri şaşırttı. 110 parçadan oluşan eserlerden 3
cam kasenin ışığa tutulduğunda içerisinde
pornografik figürler olduğu görüldü. Ayrıca erkek
cinsel organına benzeyen küçük bronz heykeller ele
geçirildi. H.T. ifadesinde, "Tarihi eser
meraklısıyım bunları Bursa’nın köylerinden topladım"
dedi. Roma ve Bizans dönemine ait eserler Müze
Müdürlüğü’ne teslim edilirken, gözaltına alınan iki
H.T ve arkadaşı İ.Y. adliyeye sevk edildi.


Mlliyet, 21.05.2015
|
MÜZEYİ İNŞA EDENLER MOZAİKLERE BAKIP UTANMALI
5 ay
önce açılışı Başbakan Davutoğlu tarafından yapılan
Hatay Arkeoloji Müzesi'ni gezdim... Burası, dünyanın
en büyük mozaik müzesi...
Sergilenen mozaikleri görseniz, aklınız durur, o
kadar güzel...
Halı gibi işlenen, yüzyıllar geçse de renklerinden
bir şey kaybetmeyen, motifleri, desenleri ve
çizimleriyle kendilerine hayran bırakan
metrekarelerce mozaik...
Restorasyonu tartışmalar yaratan mozaiklerin bir
kısmı da yerine konmuş, bir kısmının yerleri
değiştirilmiş...
Yapılan son değişikliklerin de çok düzgün olmadığını
iddia eden uzmanlar var hala...
Neyin ne kadar sağlıklı yapıldığını uzaktan bakarak
çözebilmek mümkün değil elbette.
Benim asıl dikkatimi çeken Hatay Mozaik Müzesi'nin
yeni yapılan binası oldu...
Lök diye kondurulmuş, bir müzeden çok alışveriş
merkezi gibi inşa edilmiş, estetik kaygılardan uzak,
dümdüz bir bina...
Çünkü biz bir tek AVM inşa etmeyi biliyoruz artık;
bir müzeyi mimari açıdan güzelliklerle donatarak
inşa etmekten uzağız ne yazık ki...
Müzeyi inşa edenler, estetik harikası mozaiklere
bakıp utanıyor mudur acaba?
Mozaiklerde olan estetik bakış açısını yüzyıllar
sonra bile yakalayamadık diye...
Yolunuz mutlaka Hatay'a düşsün ve dünyanın en güzel
mozaiklerini görmeye gidin lütfen, müze binasını
görmezden gelmeyi unutmayın ama...
Hürriyet, Yazı: Cengiz Semercioğlu, 21.05.2015
|
TARİHİ KALINTIDA
TAHRİBAT İDDİASI

Muğla'nın Milas
İlçesi'ndeki antik Mylasa kentinin giriş kapısı
olarak bilinen Baltalı
Kapı 'ya sprey
boyayla işaretleme yapıldığı gerekçesiyle inceleme
başlatıldı.
Kalıntının bulunduğu
Hacıapdi Mahallesi'nde Muğla
Büyükşehir
Belediyesince yürütülen altyapı çalışmalarının
tamamlanmasının ardından işçiler, sprey boya ile
Baltalı Kapı'nın sağ ve soldaki iki sütununa su ve
altyapı hattının kodlarını gösteren işaretleme
yaptı. Bunun üzerine Milas Arkeoloji Müzesi
Müdürlüğü ekipleri, konu hakkında
soruşturma
başlattı.
- Baltalı Kapı
MS 2. yüzyılda inşa
edildiği belirlenen Baltalı Kapı, adını kilit taşı
üzerindeki antik çağlarda "Labrys" olarak
adlandırılan çift yüzlü balta kabartmasından alıyor.
Antik dönemde Zeus Labrandos Festivali'nin geçiş
güzergahı olarak kullanıldığı bilinen Baltalı Kapı,
Mylasa kentinin
kuzey kapısı olarak
kullanılıyordu.
Radikal, 20.05.2015
|
KENYA'DA 3.3 MİLYON
YAŞINDA TAŞ ALET BULUNDU

Stony Brook
Üniversitesi’nden bir bilim ekibi, 3,3 milyon
yıl öncesine ait Dünya’nın en eski taş
aletlerini buldu.
Kalıntılar Kuzey
Kenya’da bulunan Turkana Gölü’nün batı
kıyısındaki arkeolojik alanda bulundu.
Keşfedilen taşların kenarları bilinçli bir
şekilde vurularak keskinleştirilmiş.
Bu taşlar
atalarımız hakkında beklenmedik ve daha önce
bilmediğimiz bir döneme ait davranışlarına ışık
tutuyor ve bilinç gelişimine dair fosillerden
elde edemeyeceğimiz bilgiler sunuyor.
1930’lu yıllarda
Louis and Mary Leakey, Tanzanya Olduvai’de çok
eski taş aletler bulmuş ve buna ‘Oldowan Alet
Kültürü’ adını vermişti. 1960’lı yıllarda
buldukları yeni fosillere ise Homo Habilis
ismini vermişlerdi. Ancak yeni bulunan taşlar
Homo Habilis’in ilk aletlerin mucitleri
olmadığını gösteriyor. Dr Jason Lewis’e göre
taşları birbirine vurarak keskin kenarlar
oluşturma becerisinin insan geninin ortaya
çıkması ile bağlantılı olduğu düşünülüyor ve bu
teknolojik atılım iklim değişikliği ve
savanaların yaygınlaşmasına dayanıyor.
Bilim insanlarına
göre yeni bulunan aletler Oldowan aletlerinden
çok daha büyük. İlk insanların alet yapma
yetenekleri bilimsel bir sır. Lomewki’de bulunan
işlenmiş taşlar bu gizemi daha da
derinleştiriyor.
arkeolojihaber.net, Kaynak:
sci-news.com Çeviri: Cüneyt Acar,
20.05.2015
|
ŞİMDİ SIRA MESCİT VE
SARNIÇTA

İzmir'de, Büyük
İskender'in yaptırdığı Kadifekale surlarının
ayakta kalan kısımlarını restore ederek
burçlarını onaran Büyükşehir Belediyesi, şimdi
de kale içindeki mescit ve sarnıç için yeni bir
restorasyon ihalesi açtı. Ayrıca, tarihi
surların aydınlatılması için de bir çalışma
gerçekleştiriliyor.
MÖ 334 yılında
Makedonya Kralı Büyük İskender'in isteği üzerine
Pagos Dağı'nda inşa edilen tarihi Kadifekale
surlarının restorasyonunu gerçekleştiren
İzmir
Büyükşehir Belediyesi, kent tarihini ayağa
kaldırmak için yaptığı çalışmalarını sürdürüyor.
Surların kente yakışır hale getirilmesinden
sonra kale içinde bulunan mescit ve sarnıcı da
ele alan Büyükşehir Belediyesi, bu iki tarihi
değerin gelecek nesillere aktarılabilmesi için
restorasyon ihalesi gerçekleştirdi. İzmir
Büyükşehir Belediyesi'nin, tarihi surların
aydınlatılması için de ayrı bir çalışma daha
gerçekleştirdiği bildirildi.
ÜNLÜ SEYAHATNAME'DE
GEÇİYOR
Kadifekale Mescidi, ünlü seyyah Evliya
Çelebi'nin Seyahatnamesinde de yer alıyor.
Seyahatnamede mescit ile ilgili olarak Miladi 1308
tarihi veriliyor ve mescidin İzmir Kadısı "Ahmed
oğlu İlyas" tarafından yaptırıldığı belirtiliyor.
Tapu Tahrir Defteri, Evkaf Defteri ve Evliya
Çelebi'nin verdiği bilgiler birbirini doğruluyor.
Öte yandan yine İzmir ile ilgili yazılı kaynaklardan
biri olan; M. Kütükoğlu'nun, "XV ve XVI Asırlarda
İzmir Kazasının Sosyal ve İktisadi Yapısı" adlı
eserde, "Yukarı Kale Camii" olarak bu yapıdan
bahsediliyor. Gerçekleştirilen kazı çalışmalarında
ulaşılan temel duvarı izleri ve kısmen duvar izleri
ile kaynakların verdiği bilgiler doğrultusunda,
mescidin Kadifekale'de 14. yüzyıl başlarında inşa
edilmiş ilk cami olduğu ifade ediliyor. İzmir
Büyükşehir Belediyesi tarafından özgün nitelikleri
korunarak restore edilecek olan Kadifekale Mescidi,
fethedilen kalelere inşa edilen ibadethane
geleneğinin bir örneği olarak değerlendiriliyor.

YENİ ÇEKİM MERKEZİ
Kenti ziyaret eden pek çok seyyahın ve
araştırmacının eserlerinde bahsedilen
Kadifekale'deki sarnıç ise antik dönem su
mühendisliği hakkında elde edilecek bilgiler ve
dönemin arkeolojisi açısından ayrı bir önem taşıyor.
20 adet dörtgen planlı fil ayak ve 15 payanda
tarafından taşınan kemerli ve tonozlu üst örtüye
sahip sarnıç, andezit ana kayaya oyularak inşa
edilmiş. Beden duvarlarındaki malzeme, teknik ve
yazılı kaynaklar sarnıcın 1221/1254 yılları arasında
İzmir'de hüküm sürmüş Laskarid Hanedan'ından John
III Doukas Vatatzes döneminde yapıldığını ortaya
koyuyor. Restorasyon çalışmalarının ardından
sergilere evsahipliği yapacak olan Kadifekale
Sarnıcı, İzmir'in tarihine tanıklık eden kültürel
çekim merkezlerinden biri haline gelecek.

Hürriyet, 20.05.2015
|
İSTANBUL BİENALİ 30 MEKANDA OLACAK
Carolyn
Christov-Bakargiev tarafından TUZLU SU: Düşünce
Biçimleri Üzerine Bir Teori başlığıyla bir dizi
işbirliği içerisinde şekillenmeye devam eden 14.
İstanbul Bienali, 5
Eylül –1 Kasım 2015 tarihleri arasında şehre
dalga dalga yayılacak. Bienaldeki
sanat yapıtları ve projeler, 5 Eylül’den
itibaren Boğaz hattı boyunca, Karadeniz’den Marmara
Denizi’ne ve şehrin iki yakasında 30’un üzerinde
farklı mekanda gezilebilecek. Neredeyse İstanbul’un
tüm noktalarına yayılacak olan bienal sergilerinin
yer alacağı mekanlar arasında Büyükada’daki Splendid
Palas ve Troçki Evi’nin, Şişli’deki yeni Hrant Dink
Vakfı binasının yanı sıra ARTER, İstanbul Modern,
Masumiyet Müzesi, SALT Galata ve Depo gibi sanata
ayrılmış alanlar yer alıyor. Bienal'de Orhan
Pamuk'un da bir eseri sergilenecek.
Ücretsiz olarak gezilebilecek 14. İstanbul
Bienali, 30’un üzerinde noktada iki ay boyunca
düşüncenin alabildiği sayısız farklı formun özel bir
yelpazesiyle izleyicilere sunulacak. Bienalde, 60’ın
üzerinde sanatçının yanı sıra aralarında
denizbilimci, hikaye anlatıcısı, matematikçi ve
nörobilimcilerin de bulunduğu diğer katılımcılar,
kolektif ve zamansız bir ortak düşünme deneyinde
buluşacaklar. Bienalde, düşüncenin alabileceği
formlar matematikle, fenle, bitkilerle ve sanatla
içiçe araştırılacak. Bienal kapsamında aynı zamanda
paneller ve okuma günleri gibi etkinliklerin olduğu
kamusal program ile
film programı da düzenlenecek.
Bienal İKSV tarafından Koç Holding
sponsorluğunda düzenleniyor.
Radikal, 20.05.2015
|
55 MİLYON DOLARLIK ÇIPLAK ŞİŞMAN KADIN RESMİ

İngiliz ressam Lucian Freud’un 1994’te yaptığı
“Sosyal Yardım Denetçisi Dinleniyor” adlı tablosu
görülmeye değer bir eser. Kalın bir tabaka halinde
boyanmış resimde çıplak bir kadının bedeni
görülüyor. Ünlü psikanalist Sigmund Freud’un torunu
bu eserde iş ve işçi bulma kurumunda denetçi olarak
çalışan 120 kilo ağırlığındaki Londralı Sue Tilley'i
model olarak kullanmıştı. Resimde kadının
bedenindeki en ufak kıvrımlar, sarkmalar, lekeler
ayrıntılı bir şekilde görülebiliyor.
Bu eserde kadına yargılayıcı, kınayıcı bir
bakıştan ziyade sempatiye dayalı bir yaklaşım
seziliyor.
Şişman Sue resimleri
Freud’un Sue ile başka çalışmaları da olmuş,
bunlardan biri 2008’de Rus milyarderi Roman
Abramovich’e 33,6 milyon dolara satıldığında,
yaşayan bir ressamın en pahalı satılan eseri olarak
rekor kırmıştı.
Freud’un Şişman Sue resimlerinde, kadın
güzelliğinin klasik tanımından ne kadar saptığını
görmek mümkün. Artık büyük beden modellere daha
fazla rastlanıyor ve Kim Kardashian gibi ünlülere
sosyal medyada daha fazla yer veriliyor olsa da çoğu
moda dergisi açısından güzel ve çekici kadın deyince
zayıf kadın geliyor akla.
Fakat sanat tarihi bakımından Freud’un Şişman Sue
resimleri aslında pek de muhalif sayılmaz. Nü resmi
Antik Yunanlıların başlattığı söylenir. Fakat Klasik
dönemden daha eskilere dayanan çıplak kadın ve
tanrıça heykelleri vardır ki bunların çoğuna şişman
kadınlar konu olmuştur.

Antik dönem estetiği
1908’de Avusturya’da bulunan 11 cm büyüklüğündeki
Yontma Taş Devri’ne ait kadın heykelcikteki kadın,
Yunan heykellerindekinden çok daha şişmandır.
Kadının armut şeklindeki vücudunda iki koca göğüs,
şişkin bir karın vardır.
Bazıları bu heykelciğin yapılma amacını kıtlık
döneminde bolluğu simgelemesine bağlamış, bazıları
onu ‘çirkin’ ve ‘korkunç’ bularak ‘ilkel cinsel
zevkin göstergesi’ olarak görmüş. Britanya Müzesi
uzmanları ise onu herhangi bir pornografik veya
erotik özelliği olmayan, “çocuk doğurmuş, orta
yaşlı, obez bir kadın”ın gerçekçi ve açık yürekli
bir tarzda resmedilmesi” olarak görüyor ve Freud’un
Şişman Sue tarzına benzetiliyor.
Bu heykelciğin zamanında güzelliğin simgesi
olarak görülüp görülmediğini bilmiyoruz. Fakat sanat
tarihine baktığımızda güzellik anlayışının mutlak
bir şey olmadığını ve zaman içinde değiştiğini
görürüz.
Farklı güzellik anlayışları
Örneğin Rönesans döneminde kuzey ülkelerindeki
ressamlar çıplak kadınları zarif, küçük göğüslü ve
zayıf olarak resmederken, Akdeniz’e doğru kadınlar
daha yapılı bir hal almıştır.
17. yüzyıl Batılı ressamlarından Rubens’in
modelleri ‘etli butlu’dur ve bu kadınlar güzellik
simgesi olarak görülmüştür. Rubens’in etkisini daha
sonra başka ressamlarda da gözlemek mümkündür.
Freud’un Sue portrelerinde de Rubens’e kadar
giden eğilimler görülebilir. Fakat onun şişman
modeli baştan çıkarıcı bir görünüm
sergilememektedir.
Freud Modernizm sonrasına denk düştüğü için
geçmişin güzellik anlayışını hedef almıştır. Ayrıca
onun Sue resimleri ‘çirkin’ olarak adlandırılan 20.
yüzyıl çıplakları geleneğine uygundur.
Oysa onun Şişman Sue portrelerinde ‘çirkin’
hiçbir şey yoktur. Tersini söyleyenler Sue’yu
sempatik bir şekilde yansıtan Freud’un eserlerinin
gerçek etkisinden ziyade kendi önyargılarını dile
getiriyor demektir.
1990’larda bu resimler ilk yapıldığında klasik
güzellik anlayışının dışında oldukları için
şaşırtıcı bir etkileri olmuştu. Fakat daha geniş
sanat tarihi penceresinden bakıldığına aslında o
kadar da radikal olmadıkları görülecektir.
Belli ki Freud, güzelliğin farklı toplumlarda
farklı biçimlerde algılanan yapay ve değişken bir
konsept olduğunun farkındaydı.
Akşam, 20.05.2015
|
BİN 600 YILLIK BOZDOĞAN SU KEMERİ'NE ÇİVİ İLE SEÇİM
PANKARTI ASILDI

İstanbul’un Fatih
İlçesi'nde bulunan bin 600 yıllık Bozdoğan (Valens)
Su Kemeri üzerine çivi çakılarak afiş asıldı.
İstanbul Fatih
İlçesi'nde, bugün İstanbul Üniversitesi’nin bulunduğu
tepe ile Fatih Camisi’nin bulunduğu tepe arasında
uzanmakta olan Bozdoğan Su Kemeri üzerine afiş
asıldı. Doğu Roma dönemine ait olan su kemeri
üzerine onlarca çivi çakılarak asılan afiş büyük
tepkiye neden oldu. Uzmanlar, üzerinde havalandırma
için bir tek deliği olmayan afişin şiddetli rüzgar
esnasında su kemerine zarar verebileceğini söylüyor.

Bozdoğan Su Kemeri
Bozdoğan Kemeri,
Romalılar tarafından İstanbul’da yaptırılmıştır.
Roma İmparatoru Valens tarafından 4. yüzyılın
sonlarında tamamlanan yapılar, farklı dönemlerde
Osmanlı Sultanları tarafından da restore
ettirilmiştir. Bozdoğan Kemeri, şehrin önemli tarihi
eserlerinden birisidir. Kemer, Orta Çağ’da, kentin
su ihtiyacını karşılayan kemerlerin en başında
gelir.

arkeolojihaber.net
Fotoğraf: Berkay Dinçer, 20.05.2015
|
GELMEMENİZ ÖNEMLE RİCA OLUNUR

Önümüzdeki hafta sonu Beyoğlu’nda sadece iki gün
sürecek bir sergi açılıyor. Davetiyesinde
‘Gelmemeniz önemle rica olunur!’ yazan sergiyi
görmek isteyen ama güvenlik nedeniyle göremeyecek
olan siz okurlarımızdan şimdiden özür dileriz!
İstiklal Caddesi Deva Çıkmazı’ndaki ‘Casa
Garibaldi’ binası bugünlerde çok hareketli. Bina,
bir yandan restore ediliyor, diğer tarafta birileri
resim asacak uygun duvar arıyor, İstanbul Arkeoloji
Müzeleri de en altta kazı çalışmaları yürütüyor.
1863 yılında inşa edilen bina, tarihinde böyle bir
telaş görmemiştir. Sadede gelirsek, İtalyan
Birliği’nin kurulmasını sağlayan Giuseppe
Garibaldi’ye kadar uzanan bir tarihi bulunan İtalyan
İşçi Derneği‘nin merkez binası, İtalya
Başkonsolosluğu’nun da teşvikiyle 1 Mart 2012’de
restorasyona girmişti. Türkiye Seyahat Acenteleri
Birliği’nin (TÜRSAB) desteğiyle yapılan ve bu yıl
sonunda tamamlanması planlanan çalışmalardan sonra
Beyoğlu, yeni bir kültür merkezi kazanacak.
Önümüzdeki hafta sonu yani 22-23 Mayıs’ta ise tarihi
binada sadece iki gün sürecek bir sergi açılıyor.
Evet, tam restorasyonun, kazının ortasında bir
sergi!.. Şantiyede uyulması gereken güvenlik
kuralları nedeniyle sergi ziyarete açılamıyor ve
süresi iki günle sınırlı tutuluyor. Sadece bazı
basın mensuplarının gezmesine izin veriliyor.
‘Dünyanın ilk ziyaretçisiz sergisi’ unvanını
kapan “Giovanni Paola Pannini’nin İzinde”, geçmişin
unutulmuşluğunu protesto edecek. Serginin
küratörlüğünü, Galeri Diani’nin sahibi ve yöneticisi
Telga Mendi Südor ile Casa Garibaldi’nin restorasyon
çalışmalarının koordinasyonunu yürüten sanat
tarihçisi Dr. Sedat Bornovalı yapıyor. Türkiye ile
İtalya arasında kültürel bir köprü vazifesi de
görecek olan sergide, her iki ülkede sergiler açan
Gülseren ve Teoman Südor ile Giancarlo Caneva’nın
eserlerinin yanı sıra Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun hiç
bilinmeyen ve yeni restore edilen iki tablosu ile
birlikte Eren Eyüboğlu, Gülseren Hale Sontaş, Yusuf
Katipoğlu, Ursula Katipoğlu, Aydın Ayan, Francesco
Borzani, Feyza Alasya ve Kaan Kayımoğlu’nun eserleri
sergilenecek. Sergi alanı, 17. yüzyılda mekan
resimleri yapan ve sergiye adını veren Giovanni
Paolo Pannini’nin resimlerindeki sergileme
tekniğinden yola çıkılarak düzenlenecek.
Davetiyesinde “Gelmemeniz önemle rica olunur!”
yazan sergiyi görmek isteyen ama güvenlik nedeniyle
göremeyecek olan siz okurlarımızdan, bu teknik hata
için şimdiden özür dileriz!
‘Beyoğlu yeni bir
kültür merkezi kazanıyor’
Casa Garibaldi'nin inşaatını Eriş İnşaat
yürütüyor. Restorasyon müellifi İsmail Büyükseçgin,
tasarımda ise Protoype Mimarlık'tan Hakan Aldoğan ve
Burcu Gülmen, iç mimar Jale Kulin'le birlikte
çalışıyor. Pınar Günay, Ömer Arslan ve İlhan Hot'tan
oluşan çekirdek ekibi ile projeyi hayata geçiren Dr.
Sedat Bornovalı, “Binanın restorasyon projesi 1 Mart
2012'de başladı ama uzun süre belgeleme ve planlama
çalışmaları sürdü. Restorasyon fiilen bir senedir
sürüyor. Çalışmaların yıl sonundan önce bitmesini
umuyoruz. Casa Garibaldi'nin, resmi olarak müze
olmasa da hem etkinliklerin düzenleneceği hem de
etkinlik olmadığı zamanlarda bile keyifle gezilecek
ve incelenecek bir kültür merkezi olmasını
istiyoruz. İçeride sergilenecek tarihi
koleksiyonlarla da mekanın ilgi çekmesini
planlıyoruz. Beyoğlu yeni bir kültür merkezi
kazanıyor.” diyor.
Zaman, Haber: Sevinç Özarslan, 20.05.2015
|
İNŞAAT ALANINDAN TARİHİ MEZAR ÇIKTI
Muğla'nın Bodrum İlçesi'ndeki Göktepe
mevkiinde
yapımı devam eden villa inşaatının 20 metre
ilerisinde Hellenistik Dönem'e ait olduğu tespit
edilen kaya mezarları bulundu. Mezarlarla ilgili
Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi'nde görevli
arkeologlar tarafından kurtarma kazısı başlatıldı.

Bodrum'daki Göktepe Mevkii'nde yapımı devam eden
inşaat alanına 20 metre mesafede kaya mezarları
bulundu. Çevresinde Bodrum Sualtı Arkeoloji
Müzesi'nde görevli arkeologlar tarafından yapılan
incelemede 11 Kaya Mezarı tespit edildi. MÖ 1.
yüzyıl, Hellenistik Dönem'e ait olduğu tahmin edilen
mezarlarda, müze tarafından kurtarma kazısı
başlatıldı. 3 arkeolog tarafından açılan mezarlarda
kemik parçaları da bulundu. Antroploglar tarafından
kemiklerin de inceleneceği öğrenildi. İnşaatın
nekropol (mezarlık) alanında bulunduğunu belirten
yetkililer, mezarlar kazıldıktan ve incelendikten
sonra, ilgili kurumlarca değerlendirme yapılacağını
belirtti.
Akşam, 20.05.2015
|
ŞANLIURFA'DAKİ TARİHİ KİLİSE ZAMAN DİRENİYOR

İl merkezinin 10 kilometre kuzeydoğusunda yer
alan Germüş Dağlarının eteğindeki Dağeteği
Mahallesi'nde bulunan kilise zamana direniyor.
19. yüzyılın başlarında kesme taşlardan
yaptırıldığı tahmin edilen kilisenin girişinde
yapı boyunca yükselen üç sivri kemerli cephe
bulunuyor. Değişik zamanlarda yapılan tadilatla
kısmen özelliğinini kaybeden tarihi kilise
dünyanın en eski tapınaklarından Göbeklitepe'ye
de yakın mesafede bulunuyor.
Şanlıurfa Bölgesel Turist Rehberleri Odası
Başkanı Kamil Türkmen, AA muhabirine yaptığı
açıklamada, kentin son dönemlerde turizm
alanında yakaladığı ivmenin memnuniyet verici
olduğunu söyledi.
Özellikle Göbeklitepe sayesinde yabancı
turistlerin bölgeye geldiğini belirten Türkmen,
ziyaretçilerin Germüş Kilisesi'ni de ziyaret
ettiğini ifade etti.
Germüş Köyü'nde Osmanlı Devleti döneminde
Ermenilerin de yaşadığına işaret eden Türkmen,
söz konusu bölgenin sit alan ilan edildiğini
bildirdi.
Kiliseye özellikle yabancı turistlerin ilgi
gösterdiğini vurgulayan Türkmen, "Turistler
geliyor ama kilise tam olarak hazır değil. Onun
için kilisenin kısa sürede restore edilerek
ziyaret edilebilir hale getirilmesi gerekiyor"
dedi.
- "GAP Eylem Planı'na dahil edildi"
Kültür ve Turizm İl Müdür Vekili Aydın Arslan
da kilisenin turizme kazandırılması için gerekli
çalışmaların yapıldığını belirtti.
Germüş Kilisesi'nin GAP Eylem Planı'na da
dahil edildiğini ifade eden Arslan, "Rölöve,
restitasyon ve restorasyon projeleri hazırlandı.
GAP Eylem Planında restorasyonunun yapılması
kararlaştırıldı, önümüzdeki dönem yapılacak.
Ayrıca alanda arkeolojik kazı da
gerçekleştireceğiz" diye konuştu.
Mahallenin 85 yaşındaki eski muhtarı Mansur
Özdemir, yıllardır kilise ve çevredeki diğer
yapıları korumaya çalıştıklarını ancak
definecilerin kazılar yaparak kiliseye zarar
verdiğini söyledi.
Geçmişte bazı Ermeni ailelerinin de bölgede
yaşadığını belirten Özdemir, bunların daha sonra
Suriye'deki yakınlarının yanına gitmeyi tercih
ettiğini ifade etti.
Babasından Birinci Dünya Savaşı'nda
yaşananları anlattığını dile getiren Özdemir,
şöyle devam etti:
"Osmanlı'nın son döneminde civar köylerde
gençler cephelere katılınca evlerde sadece yaşlı
ve kadınlar kalmış. Ermeniler savaşa
alınmadıkları için burada yaşantılarına devam
etmiş. Bunu fırsat bilen Fransız ve Ruslar,
onları kışkırtarak komşu köylerde katliam
yapmalarını sağlamış. Daha sonra bizim
askerlerin geldiğini duyunca evlerini bırakarak
kaçmayı tercih etmişler."
Özdemir, yıllardır kiliseyi korumak için
çalıştıklarını ancak köyün dışında olduğu için
yeterince koruyamadıklarını kaydetti.
Star, 19.05.2015
|
FATİH'İN TOPLARI İNGİLTERE'DE NASIL ÜN SALDI?

III. Osmanlı İstanbulu Sempozyumu, bu yıl da
İstanbul’un bilinmeyen pek çok tarihi yönünü gündeme
taşıyacak.
Fethin en uzman isimlerinden, ''Fetih ve
Kıyamet'' kitabının yazarı Prof.Dr. Feridun Emecen,
III. Osmanlı İstanbulu Sempozyumu’nun başkanlığını
üstleniyor.
''Fetih 1453'' ve ''Diriliş'' filmlerinin de
tarih danışmanlığını yapan Emecen, Osmanlı ve fetih
dönemi İstanbul’u ile ilgili pek çok konuya
sempozyumda açıklık getireceklerini belirterek, bir
zamanlar İngilizler’in üzerinde şok etkisi yaratan
Fatih’in toplarının, bugün Fort Nelson Topçu
Müzesi’nde sergilenmesi gibi ilginç tezatlıklara da
değineceklerini sözlerine ekliyor.
İstanbul fethi konusunda önemli eserleri ile
tanınan, sinema ve televizyon alanında tarihi konu
edinen pek çok projeye de danışmanlık yapan İstanbul
29 Mayıs Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanı
Prof.Dr. Feridun Emecen, İstanbul’un birbirinden
ilginç olaylarının ilk kez III. Uluslararası Osmanlı
İstanbul’u Sempozyumu’nda konuşulacağını belirtti.
Emecen, dünyada çığır açan en önemli olaylardan biri
olan İstanbul’un fethinin ve Osmanlı dönemi
İstanbul’unun sempozyum vesilesi ile tekrar ele
alınacağını ve zihnimizde var olan tüm gerçeklerin
yeniden gözden geçirilmesinin sağlanacağına dikkat
çekiyor.
''55 YERLİ YABANCI ARAŞTIRMACI İSTANBUL'U
KONUŞACAK''
İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi tarafından
İstanbul Büyükşehir Belediyesi işbirliğiyle
düzenlenen III. Uluslararası Osmanlı İstanbul’u
Sempozyumu birbirinden değerli akademisyen ve
araştırmacıyı bir araya getirecek. İstanbul 29 Mayıs
Üniversitesi Altunizade Kampüsünde 25-26 Mayıs 2015
tarihlerinde gerçekleştirilecek sempozyumda
yerli-yabancı 55 araştırmacı dönemin İstanbul’unu
mercek altına alacak. Sempozyum başkanı Prof.Dr.
Feridun Emecen, “ Zengin bir tarihi barındıran
İstanbul’un bilinmeyenlerini konuşmak ve tarihe ışık
tutmak için yerli yabancı 55 önemli ismi bir araya
getiriyoruz. İki gün boyunca dolu dolu İstanbul’u
konuşacağız.” dedi.
“Sempozyum ile İstanbul üzerine yapılan
araştırmaları tartışma ve paylaşma zemini sunuyoruz”
Fetih ve Kıyamet, İlk Osmanlılar, İstanbul’un
Uzun Dört Yılı, Osmanlı Klasik Çağında Hanedan,
Devlet ve Toplum, Yavuz Sultan Selim gibi
eserleriyle dönemin tarihine ışık tutan Prof.Dr.
Feridun Emecen, kitap ve makaleleriyle Osmanlı
tarihinin en yetkin isimlerinden biri. 1995'te Türk
Tarih Kurumu üyesi, 2012'de Türkiye Bilimler
Akademisi asli üyesi olan Prof.Dr. Feridun
Emecen'in Osmanlı Bürokrasisi, Hanedanı, Şehir
Tarihi, Sosyal Yapı, Siyasi Yönelimler,
Osmanlı-Avrupa İlişkileri, Savaş Tarihi Osmanlı
Balkanları ve Ortadoğu Dünyası gibi konuları içine
alan yayımlanmış kitap ve makaleleri bulunuyor.
Emecen, “İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi olarak
amacımız, Osmanlı İstanbul’u Sempozyumu’nu her yıl
gerçekleştirerek, şehrin tarihi, sosyal, kültürel ve
ekonomik gelişmesine ışık tutmak; hangi şartlarda
bir Osmanlı şehrine dönüştüğünü tespit edebilmek ve
bugün bir dünya metropolü haline gelen İstanbul
üzerine çalışan araştırmacıları bir araya getirip,
disiplinler arası bir tartışma ve paylaşım zemini
sunmaktır.” diyor.
Sempozyumda yerli-yabancı 55 araştırmacı ve
akademisyenin yanı sıra edebiyatın güçlü
kalemlerinden Ahmet Ümit, İskender Pala, Mario Levi,
Selim İleri gibi önemli isimler de yer alıyor.
Akşam, 19.05.2015
|
'HİTİTLER KAYSERİ'DE' KONFERANSI

Ankara Üniversitesi Dil ve
Tarih Coğrafya Fakültesi Öğretim Üyesi ve
Kültepe kazı başkanı Prof.Dr. Fikri Kulakoğlu, gün
ışığına çıkardıkları Ur dönemine ait 3 mühür
baskısının,
Anadolu 'daki ilk yazının daha erken örneklerini
de bulabileceklerini gösterdiğini söyledi.
Kulakoğlu, 18 Mayıs Müzeler Günü dolayısıyla İl
Kültür ve Turizm Müdürlüğü salonunda düzenlenen
"Hititler Kayseri'de" konulu konferansta yaptığı
konuşmada, şehirler arasında tarihi bir rekabet
olduğunu, herkesin yaşadığı kentin "dünyanın en eski
şehri" olduğu iddiasıyla ortaya çıktığını belirtti.
Önemli olanın kültür varlıklarına sahip çıkmak ve
yaşanılan bölgeyi tanımak olduğunu vurgulayan
Kulakoğlu, Kayseri'de de yakın döneme kadar Kültepe
Höyüğü ile Gültepe Mahallesi'nin karıştırıldığını
kaydetti.
Kulakoğlu, Hititler denince herkesin aklına ilk
olarak Çorum Boğazköy, Alacahöyük, geç dönemlerde de
Gaziantep ve Şanlıurfa bölgesinin geldiğine işaret
ederek, Kayseri'nin de içinde bulunduğu coğrafyanın
önemli bir Hitit memleketi olduğunu anlattı.
Hitit uygarlığının doğduğu yerin Kültepe olduğuna
dikkati çeken Kulakoğlu, şöyle devam etti:
"Onun ötesinde de Hitit uygarlığının sürdürüldüğü
bir coğrafya burası. Hitit eski kral çağına ait
merkezler var, Hitit imparatorluk döneminin çok
güzel anıtları, barajları var. Şöyle bir yanlış algı
var. Kapadokya dediğimizde aklımıza Ürgüp, Avanos,
Göreme geliyor. Aslında Kapadokya çok geniş bir
bölge. Tuz Gölü'nden başlayarak Malatya'ya kadar
uzanan bir coğrafya. Kayseri bunun tam ortasında.
Kayseri aslında Kapadokya'nın baş şehirlerini içeren
bir bölge. Biz Kayseri'de aslında Kapadokya'nın ve
Hitit yurdunun içerisindeyiz."
Kulakoğlu, Erciyes'in kültürlerin oluşması için
gerekli potansiyele sahip bir yer olduğunu
vurgulayarak, "Bugüne kadarki bilgilerimiz ışığında
Anadolu'da kalayın olmadığını düşünüyorduk. İkinci
binde kalayın dışarıdan ithal edildiğini sanıyorduk
ama yaptığımız araştırmada Erciyes'in eteğindeki
Hisarcık'ta bulunan kalay ocaklarının kullanıldığını
tespit ettik. Dolayısıyla Erciyes çok önemli bir
faktör. Burada başta kalay olmak üzere çok önemli
madenler var" dedi.
- "Anadolu'da yazının daha erken örneklerini
bulabiliriz"
Kültepe Höyüğü'nden bugüne dek yaklaşık 23 bin
500 çivi yazılı tablet çıkarıldığını
belirten Kulakoğlu, şöyle konuştu:
"Kültepe'yi Anadolu'nun yazılı tarihini başlatan
yer olarak tanıyorsunuz ama belki yakın zamanda
yapacağımız çalışmalarla bu da değişecek. Şimdiye
kadar yapılan kazılarda eski tunç çağına kadar
inilmiş, yani günümüzden 5 bin yıl öncesi ama
yapılan çalışmalar çok sınırlı alanlarda. Çünkü
Kültepe Anadolu'nun en büyük höyüklerinden bir
tanesi. Küçük bir höyük olsa sonuçlarını 15 yılda
alırsınız ama büyük bir yer olduğu için sonuca
ulaşamıyorsunuz. Son yıllarda yaptığımız eski tunç
çağına yönelik araştırmalarımızda, anıtsal 3 büyük
yapı elde ettik.
Orada bu döneme ilişkin verileri toplamaya
çalışıyoruz. Elimizdeki verilere göre, Anadolu'da en
eski yazılı belgeler Kültepe'de çıktı, koloni
çağında başladı diye biliyorduk ama şimdi ele geçen
en azından 3 tane çivi yazılı, lejantlı, mühür
baskısından (Üçüncü Ur dönemi mührüdür, milattan
önce 2100'lü yıllara tarihlenir) bize bu bölgede
ciddi bir ticaret ilişkisi olduğunu ve Anadolu'daki
ilk yazının daha erken örneklerini de
bulabileceğimizi gösteriyor."
Prof.Dr. Fikri Kulakoğlu, Kayseri'deki Hitit
eserleriyle ilgili de bilgiler vererek, Hitit
sanatının doğuşunda itibaren Kültepe'de şekil
aldığını, küçük bir aradan sonra, özellikle Hitit
imparatorluk dönemindeki askeri seferler sırasında
yeniden canlandığını sözlerine ekledi.
Radikal, 18.05.2015
|
ZEYREK'TE BİNALARA ROMA DÖNÜŞÜMÜ

965 yıllık geçmişe sahip Zeyrek Camisi'nin
çevresi tarihi yapıya uygun olarak düzenlenecek.
Çarpık yapılaşma makyajlanarak kaldırım ve yol
düzenlemeleri yeniden tasarlanacak.
Doğu Roma İmparatorluğu'nun sembol eserlerinden
biri olan Fatih Zeyrek'teki tarihi Zeyrek Camisi,
eski adıyla Pantokrator Manastırı'nın çevresindeki
kötü görünüme sahip binaların cephesi tarihi yapıya
uygun olarak düzenleniyor. Ayasfoya'dan sonra ayakta
kalan Doğu Roma dönemine ait en önemli ikinci eser
olan tarihi yapının çevresindeki çarpık yapılaşma
makyajlanacak. Ayrıca çevre sokaklardaki kaldırım ve
yollar yeniden tasarlanacak. İstanbul Büyükşehir
Belediyesi Kentsel Tasarım Müdürlüğü tarafından
yapılacak çalışmalar kapsamında, Zeyrek Camisi'nin
mimarisi göz önünde bulundurularak çevre binalara
yönelik uygulama projesi hazırlanacak.
TASARIM MODELİ ÇIKARILACAK
Yenileme projesi için öncelikle tasarım modeli
ortaya çıkarılacak. Ardından ev ve işyerlerinin
cephesinin yenilenmesi için arazi çalışması
yapılacak. Tarihi manastırın ilk kısmı 12. yüzyılda
Doğu Roma İmparatoru II. Yannis Komnenos'un karısı
İmparatoriçe İrene tarafından yaptırıldıktan bir
süre sonra iki kilise daha inşa edildi. Mimari
yapısı ve estetik uygulamalarıyla Ayasofya'dan
sonraki en gözde eser olarak gösterilen manastır,
İstanbul'un fethinden sonra medreseye dönüştürüldü.
Daha sonraki yıllarda camiye dönüştürülen tarihi
yapının bir bölümü günümüzde de cami olarak
kullanılmaya devam ediliyor. Tarihi Yarımada'nın en
önemli iki eserinden biri olan zeyrek Camisi, 1050
yılından beri ayakta kalması nedeniyle turistlerin
de uğrak yerleri arasında yer alıyor.
Sabah, Haber: Zeynel Yaman, 18.05.2015
|
TARİHİ YAPILAR İÇİN PROJE
İstanbul Valiliği İstanbul Proje Koordinasyon Birimi
tarafından tarihi yapılar için yeni bir proje hayata
geçirildi.
1846 yılında ülkemizde başlayan müzecilik
çalışmaları kapsamında ilk müze
İstanbul’da
Aya İrini Kilisesi'nde kuruldu. Daha sonra
Osman Hamdi Bey zamanında
bugünkü İstanbul
arkeoloji Müzesi açıldı. Osman Hamdi Beyin
ölümünden sonra görevi devralan Halit Eldem
döneminde ise Türk
İslam eserlerini içine alan “İslam Müzesi”
kuruldu.
1924 yılında da Topkapı Sarayı müze olarak
hizmete girdi. 1928 yılında Etnografya Müzesi
tamamlandı ve hizmete açıldı. 1934 yılında
Ayasofya müze olarak hizmete
sunuldu.Ülkemizde bugün yüzlerce müze bulunuyor
ve bu müzelerde iki milyonu aşkın eski eser
sergileniyor. Geçmişle bugün arasında kültür
köprüsünü kuran müzeler tarihin derinliklerinden
izler taşıyor.
Türkiye’nin müzecilik tarihi yüzyılı aşkın bir
süredir başarılı çalışmalarla taçlanırken,
kültür mirasımızın korunmasıda ayrı bir önem
taşıyor.
İstanbul Valiliği İstanbul Proje
Koordinasyon Birimi (İPKB), İstanbul’daki bazı
tarihi yapıların güçlendirilmesi kapsamında
projeler hazırladı. İPKB bu bağlamda; Kültür ve
Turizm Bakanlığı himayesi altındaki
İstanbul’daki tarihi yapıların envanterini
çıkarttı ve sismik risk değerlendirmelerini
tamamladı.
Topkapı Sarayı ve Yıldız Sarayı gibi saray
komplekslerini de kapsayan 26 tarihi komplekste
yer alan 176 bina değerlendirilerek elde edilen
veriler özel bir veri tabanına aktarıldı. Ayrıca
Arkeoloji Müzesi ek ve klasik binaların, Topkapı
Sarayının, 4.avlusunda bulunanMecidiye
Köşkününve
Ayasofya Müzesi Müdürlüğüne bağlı olan Aya
İrini Anıtı’nın depremperformansı
değerlendirmesi yapıldı ve depreme karşı
güçlendirme projeleri hazırlandı.
Öncelik verilecek yapılar belirlendi
Çalışmalar kapsamında anıtsal yapılar,
müzeler,kütüphaneler, saray, idari binalar,
hastaneler,
eğitim yapıları vesivil mimari örneklerigibi
tarihi ve kültürel miras kapsamında bulunan
yapılar değerlendirildi. Uzmanlar tarafından
incelenen binalara ilişkin literatür taramaları
ve saha ziyaretleri yapılarak her bir yapı için
risk seviyesi tespit edildi ve öncelik verilmesi
gereken yapılar belirlendi.
İPKB, İstanbul’daki kültürel varlıkların
korunmasına yönelik işbirliği projelerinin
geliştirilmesine de katkıda bulunuyor. Bu
çerçevede geçtiğimiz aylarda İPKB ve
İtalyan Ticaret Merkezi (ITA)’nin
işbirliğiyle, Şeyh Süleyman Mescidi Restorasyonu
ve Med-Art Eğitim Projesi ile“Kültür
Varlıklarında Koruma; Türkiye ve İtalya’dan
Restorasyon Uygulamaları Sempozyumu”
gerçekleştirildi.
Türkiye ve İtalya örnekleri üzerinden kültürel
mirasın korunmasına yönelik projelerin ele
alındığı sempozyumda, kültür varlıklarında
koruma felsefesi ve teorileri, restorasyon
uygulamaları, yapıların güçlendirilmesine
yönelik yenilikçi malzeme ve yöntemler gibi
başlıklar tartışıldı. Sempozyum ayrıca 2012
yılında İPKB, ICOMOS Türkiye,
Yıldız Teknik Üniversitesi ve
İstanbul Teknik Üniversitesi ortaklığında
başlatılan “Koruma ve Restorasyon Alanında Bir
Tüzük” çalışmasını destekleyici rol oynayacak.
Milliyet, 18.05.2015
|
RAMİ KIŞLASI 'ŞEHİR MÜZESİ' OLACAK
Sultan III. Mustafa döneminde yaptırılan 220 bin
metrekare alana sahip tarihi kışla, içinde Tarih ve
Medeniyet ile Eyüp El Ensari Panorama Müzesi’nin de
bulunduğu şehir müzesine dönüştürülecek.

Sultan III. Mustafa döneminde yaptırılan 220 bin
metrekare alana sahip
Rami Kışlası, şehir müzesine dönüştürülecek.
Eyüp Belediye Başkanı
Remzi Aydın,
Rami Kışlası Şehir Müzesi’nin, sadece
İstanbulluların değil tüm Türkiye’nin gözbebeği
olacağını söyledi.
Tarihi
kışlanın müze, kütüphane ve 220 bin metrekarelik
peyzaj düzenlemesiyle İstanbul’un en önemli odak
noktalarından biri olmaya aday olduğunu belirten
Aydın, yapının, çalışmaların ardından hizmete
sunulacağını ifade etti.
Proje kapsamında,
tarihi binanın yeri, boyutları, ulaşılabilirliği,
müze programına uygunluğu göz önünde bulundurularak,
şehir müzesi olmasının kararlaştırıldığını
vurgulayan Aydın, şöyle devam etti:
“Kışlanın
tamamlanmasıyla çevresindeki yapıların da
iyileştirilmesi öngörüldü. Tek bir kapıdan girişin
yapılacağı müzede, ziyaretçilerin gezebileceği büyük
bir avlu ve iç mekanlar da inşa edilecek.
Koridorlarla geçişlerin sağlanacağı avluda, sergi
salonları ve gezi mekanları yapılacak. Ayrıca
ziyaretçiler için kafeteryalar, kitapçı dükkanları,
hediyelik eşya satış birimleri ile geleneksel el
sanatlarının yapımını, tanıtımını ve satışını içeren
atölyeler de yer alacak. Mevcut tarihi binanın
dokusunu bozmamak için bitişiğine kışla yapısına
uygun, çağdaş teknoloji kullanılarak yapılacak
kütüphane 3 milyon kitap kapasitesi ve sınırsız
dijital kayıt imkanı ile 75 bin metrekarelik inşaat
alanına sahip olacak.”
Aydın, içinde Tarih ve
Medeniyet ile
Eyüp El Ensari Panorama Müzesi’nin de bulunacağı
şehir müzesinin, bölgeye ekonomik ve kültürel açıdan
büyük katkı sağlayacağını vurguladı.
Bölgenin zaten
hareketli olduğunu ancak müzeyle Eyüp’ün önemli bir
kazanım elde edeceğini aktaran Aydın, “Sadece
bölgede ikamet edenler için değil tüm İstanbul için
önemli bir değer olacak” ifadesini kullandı.

Kışlanın
tarihçesi
Rami Kışlası (Asakir-i
Mansure-i Muhammediye Kışlası) 1757-1774 arası
inşa edildi. II. Mahmud döneminde, 1828-1829
yıllarında yenilenen kışlaya, Yeniçeri Ocağı’nı
ortadan kaldıran II. Mahmud’un yeni kurduğu orduya
“Asakir-i Mansure-i Muhammediye” adını vermesi
nedeniyle Asakir-i Mansure-i Muhammediye Kışlası
denildi. Cumhuriyet döneminde de orduya hizmet veren
Rami Kışlası, 1980’li yıllarda Genelkurmay
tarafından dinlenme ve istirahat alanı yapılma
şartıyla İstanbul Belediyesi’ne devredildi. Kışla,
1986’da, dönemin İstanbul Belediye Başkanı
Bedrettin Dalan tarafından geçici olarak gıda
toptancılarına tahsis edildi.
Habertürk, 18.05.2015
|
BURSA'DA TARİHİ ESER OPERASYONU

Bursa'da Roma dönemine ait 492 sikke, 29
metal ve 43 mermer obje ele geçirildi. İl
Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize
Suçlarla Mücadele Şubesi ekipleri, boya ustası
N.A'nın (41) Bağlarbaşı Mahallesi 5. Çiçek
Sokak'taki deposunda
tarihi eserler bulunduğu bilgisi üzerine
harekete geçti.
Ekipler, adreste yaptıkları aramada Roma
dönemine ait 492 sikke, 29 metal ve 43 mermer
obje ele geçirdi.
Gözaltına alınan N.A'nın sigara kaçakçılığından
sabıkalı olduğu öğrenildi.

Habertürk,
17.05.2015
|
BİTLİS'TEKİ DEPODAN 5 BİN YILLIK ESERLER ÇIKTI
Bitlis'te önceden depoda tutulan yaklaşık 5 bin
yıllık eserler, restorasyon ve konservasyon
çalışmalarına tabi tutuluyor.

En eskisi, MÖ
2900 ile 2700'lü yıllara ait olan eserler, uzman
restoratörler tarafından yürütülen titiz
çalışmalarla restore ediliyor.
Ahlat Müzesi Müdürü Ziya Kılınç, yaptığı
açıklamada, yeni müze binasının bitmesiyle depoda
bulunan eserleri, yeni binaya taşıdıklarını söyledi.
Eserleri kirli ve paslı
halleriyle teşhire koymak istemediklerini belirten
Kılınç, şunları kaydetti:
"Erzurum
ve Diyarbakır merkez laboratuvarlarından gelen
uzmanlar eser temizliği yapıyor. Gerek restorasyon
gerekse konservasyon çalışmaları yapılıyor. Teşhire
koyacağımız korozyonlu, kondisyonu düşük eserlerin
tamamını onarıp, bunların bazılarını depoda koruma
altına alacağız. Bazılarını ise teşhire koyup
halkımızın kültürel bilincini oluşturmak için
sergileyeceğiz."
Ahlat Müzesi'ndeki
eserlerin çoğunun 1960'lı yıllarda Adilcevaz
İlçesi'nde bulunan Kef Kalesi'nde yapılan kazılarda
elde edildiğini ifade eden Kılınç, bunların yanı
sıra Selçuklu Meydan Mezarlığı'nda yapılan
kazılardan çıkartılan eserlerin de müzede
sergileneceğini söyledi.
Kılınç, müzede satın
alınan eserlerin de bulunduğuna dikkati çekerek,
"Karaz kültürüne ait eserlerin yanı sıra Urartu,
Hellenistik, Roma, Bizans ve Selçuklu döneminden
kalma özellikle mavi turkuaz seramiklerimize müzede
yoğun şekilde var ayrıca müzede, Osmanlı dönemine
ait eserler de mevcut" diye konuştu.
haber7.cm, 17.05.2015
|
KAYIP UYGARLIĞIN İZİNDE
İsviçreli jeoarkeolog
Zangger, Troya kalıntılarının altındaki Luvi
Uygarlığı’nı ortaya çıkarmaya çalışıyor. Zangger’e
göre çok başlı yönetim biçimiyle Avrupa Birliği’ni
hatırlatan uygarlık Batı tarafından görmezden
geliniyor.

Zangger’e göre Troya’nın altındaki uygarlık Luviler
gün ışığına çıkarılmayı bekliyor. (İLLÜSTRASYON:
CHRISTOPH HAUSSNER)
Eberhard Zangger, Stanford Üniversitesi’nde
doktorasını yapan bir jeoarkeolog. Zangger, son
aylarda “Avrupa Birliği” aslında Türkiye
sınırlarının zaten içindeydi” düşüncesine de
dayanan, hayli ilginç bir jeo-arkeolojik keşfe
hayatını adamış. Bilim adamının meslektaşı Serdal
Mutlu ile kaleme aldığı ve Mersin Üniversitesi
Kilikia Arkeolojisi Araştırma Merkezi Yıllık Dergisi
Olba’da yayımlanacak bir makaleye göre, Batı
Türkiye’deki Luvi Uygarlığı, arkeolojik
araştırmalarda “tamamıyla görmezden gelinmiş”.
Cumhuriyet’i ziyaret eden Zangger, başta Güneş olmak
üzere, yıldız-tanrılara tapan, Venüs’ü dişi bir
tanrı olarak gören ve taşıdıkları bölgesel özerklik
/ krallık haliyle bugünkü Avrupa Birliği’ni alenen
çağrıştıran Luvi Uygarlığı’nın, MÖ ikinci bin
yılın büyük kısmında iskan edilmiş 340 yerleşim
yerini, sistematik olarak ilk defa kayıt altına
aldığını ileri sürüyor.
Bizim hikayemiz
Zangger, antikçağdan Shakespeare dönemine kadar
var olan Troya efsanesinin, antikçağa ve ortaçağa
ait metinler yoluyla günümüze kadar aktarılmış Bronz
Çağı’na ait hakiki anıları temel aldığını söylüyor.
Bunun anlamı şu: Hikaye aslında çok daha eskiye
dayanıyor. Ve bu ‘Avrupai’ hikaye de aslen yine
bizim hikayemiz.
Zangger, şöyle ilginç bir fikir daha ortaya
koyuyor: “Arkeoloji, Avrupa’nın Osmanlı’yla mücadele
ettiği dönemde ortaya çıktı. 20. yüzyıla kadarki
paradigmalar Avrupa uygarlıklarını büyük gösterip
Türkiye topraklarındakileri küçük göstermek amacıyla
geliştirilirdi.”
Radarlarla aradı
Bölgedeki olası buluntuların tümünü müzelere
bırakacağını vaat eden Zangger, çoktan çalışmaya
başlamış. Bir fon bulması halinde reel kazılarla da
besleyeceği bu tezi belgelemek üzere Almanya’nın
Hannover kentindeki Federal Jeoloji Bilimi ve Doğal
Kaynaklar Enstitüsü’nün işbirliği ile radar
tekniklerini kullanmış. Böylece, yerleşim
katmanlarını ve birer medeniyet unsuru sayılabilecek
sulama kanalları, ekin bölgeleri ve yapay limanları
bulmak için, bugünkü ‘Troya’ düzlüğünde, ondan da
eskiyi keşif için, helikopterli bir jeofiziksel
keşif çalışması hazırlamış. İşte, Zangger’in kazı
için destek bekleyen ilginç ve ‘radikal’
saptamalarından birkaçı:
Kimse Luvileri
anlatmadı
MÖ 2. binyıl boyunca Anadolu’nun büyük bölümünde
anadili Luvice olan halklar yaşardı. Bu halklar
Yunanistan ve Anadolu’nun en iyi tanınan
halklarından olan Minoslar, Mikenler ve Hititlerin
çağdaşı, ticari ortakları ve bazen de
rakipleriydiler. Gerçekte Luviler yazıyı,
Yunanistan’daki saraylarda kullanımından en az 300
sene önce kullanmaya başlamıştı. Luvilere ait bu
yazılar Avrupalılar tarafından 19. yüzyılda, Miken,
Minos ve Hitit belgelerinden çok daha önce
keşfedildi.
Hititlerin beş katı
Luvice konuşan halk gruplarının yerleşim alanları
Mikenlerin yerleşim alanlarından yaklaşık üç kat,
Hititlerden ise beş kat büyüktü. Miken, Minos ve
Hitit yerleşimlerinden çok daha fazla Luvi yerleşim
alanının varlığından haberdarız. Dünyada büyük bir
alanda kazısı yapılan ilk protohistorik buluntu yeri
ve aynı zamanda dünyanın en önemli arkeolojik sit
alanı olarak kabul edilen Hisarlık tepesi de, gene
bir Luvi krallığı olan Troya’nın kraliyet sarayıdır.
Haritalarda yoklar
Buna rağmen, arkeoloji dünyasına Luviler konusuna
hep bir belirsizlik hakim oldu. Bronz Çağı’nın
siyasi haritalarında gözükmedikleri gibi, bugüne
kadar hiçbir protohistoryacı, Luvilerin bir zamanlar
Ege’de önemli bir güç olduğunu söylemedi.
NATO misali Luvi donanması
Luviler bir araya gelerek askeri bir birlik
oluşturdular ve kısa zamanda saldırı amaçlı, hızlı
ve kullanışlı gemilerden oluşan bir donanma
kurdular. Luviler Hititlere karadan doğrudan
saldırmak yerine, deniz yoluyla Hititlerin Kıbrıs ve
Suriye’deki topraklarına ulaştılar.
Anadolu’ya dağıldılar
Anadolu’daki potansiyel Luvi yerleşimleri bugün
yaptığımız coğrafi tespitlere göre, Akın Höyük,
İskele Höyük, Çaltılar Höyük, Karapazar, Büyük
Höyük, Doğancı Höyük, Kozluca Höyük, Soğulcak,
Kolossai ve Keskin gibi yörelerde bulunmaktadır. Bu
topraklar aynı zamanda dönemin altın, bakır, kurşun
ve gümüş yatakları olarak Luvi’yi zenginleştirdi.
520 işaretli Luvi yazısı
Hititlerin başkenti Hattuşa’da bulunmuş ve Akatça
çivi yazısında yazılmış belgelerde, Luvi dilini
konuşan halkların yaşadığı bölgeye Luwiya deniyordu.
En az 900 yıl boyunca kullanımda kaldığı belgelenen
Luvice, hiyeroglif işaretleriyle yazılırdı. Güney ve
Batı Anadolu’nun tamamında konuşulurdu. İsviçreli
Asurolog ve Hititolog Emil Forrer 1919 yılında ilk
kez çivi yazılı arşivlerdeki Luvi dilini okumayı
başardı. 1953’ten sonra Hattuşa’daki Luvi
metinlerinin yayımlanmasıyla beraber Luvi çivi
yazısı, Luvi hiyeroglifleri ile ilişkilendirildi ve
520 işaretten oluşan Luvi hiyeroglif yazısı
anlaşılmaya başlandı.
Troya’yı parlatan destan
Birçok bilim insanına göre Troya’nın önemi,
Homeros’uneserlerinden ileri gelir. Oldukça
gösterişsiz bir yerleşim alanı olmasına rağmen
Troya’nın binlerce yıl boyunca bu kadar
önemsenmesinin tek nedeni İlyada’dır. Ancak
Troya’nın şöhretinin Homeros’tan kaynaklandığı
tezine karşı birçok şey ileri sürülebilir.
Her şeyden önce Homeros, Grek kökenli bir yazar
olarak, Grek kahramanları üzerine Grek dilinde bir
destan yazar ve bu destan Grek savaşçılarının
zaferiyle son bulur. Bu durumda neden sonraki
nesiller galip gelen Grekler yerine bu küçük yeri
önemseyip yüceltmişlerdir? Eğer Troya savaşlarına
Homeros’un destanları ün kazandırdıysa, o zaman
Romalı aristokratların ve Avrupa halklarının
soylarını Troya Savaşı’nı kaybedenlere değil,
muzaffer Agamemnon’a ve doğum yeri olan Miken’e
dayandırmaları gerekmez miydi?
Başka kaynak yok
İkinci olarak, Troya’nın en parlak dönemi ile
ilgili aktarılan birçok detayı Homeros’un eserinde
görmek mümkün değildir. Dolayısıyla Homeros’un yanı
sıra başka kaynaklar da söz konusu olmalıydı. Üçüncü
olarak Troya konusu, özellikle ortaçağda, yani
Homeros’un eserine erişimin mümkün olmadığı ve
eserin kayıp olduğunun sanıldığı bir dönemde çok
rağbet görmüştür.
Harikalar diyarı
Hititlerin büyük kralı II. Murşili’nin Luvi
Seferi sırasında 66 bin kişiyi esir aldığı iddia
edilir. Döneminin en zengin ve en güçlü firavunu
III. Amenophis de ısrarla bir Luvi Prensesi ile
evlenebilmeyi dilemiştir. Bunun yanında kendi mezar
tapınağında, Grek kolonicilerinin bu coğrafyayı
tanımalarından beş yüz yıl önce, Luviler ve
İyonyalılar resmedilmiştir. Dünyanın yedi
harikasından üçü eskiden Luvilere ait olan
topraklarda yer aldığı gibi, Sokrates öncesi Ege
filozoflarının hemen hepsi Luvilere ait devletlerde
ortaya çıkmıştır.
Cumhuriyet,
Haber: Evrim Altuğ, 16.05.2015
******
LUVİLER,İSVİÇRELİ
ARAŞTIRMACI İÇİN BİR TRUVA ATI MI?
sviçreli araştırmacı Eberhard Zangger, bir kez daha
Troia dönemine dair iddialarıyla gündemde. 'Luvi
Uygarlığı ihmal edildi ve Troia tekrar kazılmalı'
diyen Zangger'in görüşleri Türkiye bilim
çevrelerinde pek bir heyecan uyandırmıyor. İşin
ilginci Zannger'in 15 yıl önce de 'Atlantis aslında
Troia'dır' diye ortaya çıkmış olması...

“Troia antik kenti aslında şu anda görünenin 100
katı daha büyük bir alana yayılıyor. Çünkü bu kent,
bundan dört bin yıl önce Anadolu’da yaşayan ve
haklarında çok az şey bilinen Luvi Uygarlığı’nın
etkisi altındaydı. Luviler hakkında bir şey bilmiyor
olmamız, tamamen politik. Yunan hayranı Batılı
tarihçilerin işine böyle geldi. Anadolu’da hala
kazılmayı bekleyen ama kimsenin ilgilenmediği pek
çok Luvi kenti var. Eğer Troia ve bu kentler
kazılırsa tarih değişecek…”
***
Bu sözler İsviçreli bir arkeoloji uzmanı olan
Eberhard Zannger’e ait. Hafta sonu çeşitli yayın
organlarında Luwian Studies, yani Luvi Araştırmaları
Vakfı’nın kurucusu olarak bir dizi söyleşisi
yayımlandı. Söylediğine göre vakfın tek finansörü
kendisi ve hayatının amacı, MÖ iki binli yıllarda
Türkiye’nin batısında Luvi Uygarlığı’nın yaşadığını
kabul ettirmek… Konuyla ilgili Türk arkeolog Serdar
Mutlu ile birlikte yazdığı bir makalesi de Mersin
Üniversitesi’nin arkeoloji dergisi Olba’da
yayımlanacak.
Zannger aslında bir jeolog. Yıllarca arkeolojik
kazılarda jeolog olarak çalışmış. Bundan 20 yıl önce
Yunanistan’daki kazılarda çalışıyormuş. İşin ilginci
Türkiye onun adını ilk kez 90’larda duymuştu. “Troia
aslında kayıp şehir Atlantis’tir” iddiasıyla
gündemdeydi. O zaman da Troia’nın havadan radarlarla
araştırılıp farklı yerde yeniden kazılması
gerektiğini savunmuştu. Türkiye’de iş dünyasından ve
Kültür Bakanlığı’ndan da ilgi gören bu iddiaya karşı
Troia kazılarının efsane başkanı Prof.Dr. Manfred
Korfmann, uzunca bir makale yazmak zorunluluğu
duymuştu.

PEKİ ZANGGER NE DİYOR?
Zangger bu kez Luviler hakkında ilgi çekecek
iddialar dile getiriyor. Diyor ki Luvi Uygarlığı
hakkında pek bir şey bilinmiyor. Luviler hiçbir
zaman merkezi bir devlet kurmadı ama küçük
krallıklardan oluşa bir uygarlıktı. Tipik bir Bronz
Çağı haritasında doğuda Hititler’in, batıda ise
Miken, Minoa gibi Yunan kökenli uygarlıklarının
arasında bomboş bir alan olması mümkün değil. Bu
küçük krallıklar bir dönem Hititler’e tabi olsa da
aslında bir uygarlık olarak tanımlanmaları
gekeriyor. Zaten 1192’de Hititler’i yıkan büyük
saldırıyı yapan, antik Mısır kaynaklarında geçen
saldırgan ‘Deniz İnsanları’ da aslında Luvilerden
başkası değil. Eski çağların en büyük anlatısı, yani
Troia Savaşı ise Luviler’in güçlenmesine karşı
saldırıya geçen Yunan kentlerinin bir saldırısı.
Türkiye daha önce de Luviler ve Troia arasında
bağlantı kuran yaklaşımları duymuş, Troia’nın
Anadolulu olduğu yönündeki tezleri tartışmış iş
“Troialılar Türk mü?” noktasına kadar gelmişti.
Zangger benzer bir tarih tezi dile getirmekten bir
adım daha ileriye gidiyor ve kazılar yapılırsa
kendisini destekleyecek buluntuların çıkacağını
savunuyor. Hem yerini hem derinliğini belirtiyor:
“Troia’da Kara Menderes nehrinin taşkın ovasında 5-6
metre derinlikte. Anadolu’da ise 10 metre derinde.”
Zangger’in iddialarındaki Türkiye için kışkırtıcı
bir yan da var. Diyor ki bugüne kadar tarihi antik
Yunan hayranı Batılı tarihçilerin yazdığı.
Anadolu’nun ve hatta Troia’nın hakkının yeterince
teslim edilmediği…
BİLİM İNSANLARI: CİDDİYE ALINACAK GİBİ DEĞİL!
Bilim çevreleri ise Zangger’i fazla ciddiye almıyor.
Söylediklerinin bilindik şeyler olduğu ve neticede
bilimsel bir yanı olmadığı konusunda hemfikir
vaziyetteler. Özellikle 15 yıl önceki Atlantis
macerası, Zangger’in ‘Atlantis tutmadı, Luvi
verelim’ diye anılmasına neden oluyor…
Troia ile ilgili olarak yıllardır kazıları
yürüten Prof.Dr. Rüstem Aslan ile görüştüm.
Zangger’i daha önceki Atlantis tartışmalarından
hatırlayan Aslan, ciddiye alınacak bir yanı
olmadığını söylemekle yetindi.
Aslan’ın da hocası olan Prof. Manfred Korfmann’ın
ölümünden iki yıl önce, 2003’de Zangger’e karşı
yazdığı makalesi ise epey ilginç. “Düşüncelerinin
medyadaki ilgisine muhtaç olan E. Zangger bilim
adamlarının onu hiç dikkate almamasını bilmezlikten
geliyor.” Troia’da Atlantis’i aramayı, Almanya’da
Hansel ve Gratel’in evini aramaya benzeten Korfmann
“12 yılda Troia’da çeşitli ülkelerden gelen 80 kadar
bilim adamı çalıştı. Ama hiçbiri Zangger gibi bir
Atlantis araştırması yapmak istemedi” diyor. Troia
ve çevresindeki ovaların 20 yıldır araştırıldığını,
hatta Troia’nın dünyada en iyi araştırılmış bölge
olduğunu söylüyor. Korfmann’a göre Zangger’in inatla
bu fikri savunuyor olması sonuçta bir ‘inanma
meselesi’… Ve diyor Korfmann, ‘inanmak, bilmek
değildir’.

Luvi Uygarlığı konusunda uzman bir isim, İstanbul
Üniversitesi’nden Hititolog, Yard. Doç.Dr. Meltem
Doğan Alparslan ile görüştüm. Meltem Doğan, “Luviler
hiç de ihmal edilmiş değil. Daha bugün sabahtan
akşama kadar öğrencilere Luvileri anlattım” diye
söze başladı… Sonra Luviler’in iddialarda dile
getirildiği gibi sadece Batı’da olmadığını, bütün
Anadolu’ya yayılmış olduklarını anlattı. Hitit
uygarlığı içinde çok önemliler. Hitit kralları
Luvice isim taşıyor, Hititçe yanı sıra Luvice yazı
da kullanılıyor. Luviler ve Hititler iç içe geçmiş
gibi. Ama merkezi krallığın kuranlar Hititler.
Hititler’in bir saldırıyla yıkıldığı ise daha önce
çok söylenmiş ama kabul görmemiş bir görüş. Çünkü
böyle bir yıkımın ve istilacıların hiçbir izi
bulunamamış.
Meltem Doğan, Wilusa denilen kentin Troas’da yani
Gelibolu yarımadası civarında bir yerde olduğunu ama
bulunamadığını dolayısıyla Troia’nın Wilusa olduğunu
söylemenin doğru olmayacağını söylüyor: “Orada
bugüne kadar Hitit döneminden sadece bir tek mühür
bulunması, bir Hitit ya da Luvi kenti olduğunu
kanıtlamak için yeterli değil.” Dil ve isimler
konusu açıldığında “İsviçreli beyefendi son derece
cahil” demekten kendini alamıyor.
“Ören yerlerinde pek çok katman olduğu biliniyor.
Ama bunların Hitit, Luvi ya da Bizans olup
olmadığını anlamak için zamanla, itinayla kazmak
geniş alanları açıp görmek gerek. Yani beş metre
kazmayla somut sonuçlara ulaşmak diye bir şey yok…”
Meltem Doğan’a göre “Arkeoloji zaman iste, sabır
ister. Öyle kolay değil…”
1990’ların başından itibaren Atlantis’ten söz
eden, kitaplar yazan Zangger’in 15 yıllık bir
sessezlikten sonra Luviler’i anlatarak dönmesi
gerçekten ilginç. Bu kez ne Kültür Bakanlığı’nın ne
de bilim çevrelerinin ilgisini çekememiş görünüyor.
Gerçi kendisiyle yaptığım görüşmede, önce medya ile
kamu oyunun ilgisini çekmek daha sonra da bir
sponsor bulmak istediğini anlattı.

Neticede insan sormadan edemiyor, “Acaba Atlantis ya
da Luvi Uygarlığı, Zangger için Troia’yı fethetmeye
yarayacak birer tahta at mı?” Eğer öyleyse Troia’da
onu bu kadar cezbeden ne? Bilmiyoruz ama belli ki
İlyada’nın büyüsüne kapılan ilk Alman Schilemann
değildi, galiba sonuncusu da Zannger olmayacak…
Radikal, Haber: Cem Erciyes, 20.05.2015
|
BEYOĞLU'NDA 'KAÇAK SARAY YAVRUSU' İDDİASI
"Beyoğlu Kent Savunması" üyesi bir grup,
tarihi Beyoğlu Belediyesi binasına kaçak kat
çıkıldığını öne sürerek protesto eylemi yaptı.
Taksim Tünel Meydanı'nda toplanan Beyoğlu Kent
Savunması üyeleri, ellerinde pankartlarla
Beyoğlu Belediyesi ve Hükümet aleyhinde
sloganlar attı. Burada yapılan basın
açıklamasında, "Bir belediye düşünün ki, 158
yıllık bir binayı restore edeceğim diye üstüne
bir kat çıkarak saray yavrusu bir bina yapsın.
Bir belediye düşünün ki, kendisine uygulatmadığı
hukuku, sorumluluğu altındaki küçük esnafa zor
kullanarak uygulatsın. Kendi belediye binasına
bunu yapan, Beyoğlu'na ne yapmaz?" denildi.
DHA, Mehmet Aktaran, 16.05.2015
|
|
NAZİ YAĞMASI MATISSE İADE EDİLİYOR
Nazilerin 1930 ve 1940’lı yıllarda Nazilerin Yahudi
koleksiyoner Paul Rosenberg’in koleksiyonundan
yağmaladığı sanat eserlerinden biri olan Matisse
tablosu, koleksiyonerin torunlarına iade edilecek.
‘Woman Sitting in an Armchair’ ismini taşıyan ve
1920 yılında yaptığı düşünülen tablonun mirasçıları
arasında, IMF eski başkanı Dominique Strauss Khan’ın
eski karısı, Fransız gazeteci Anne Sinclair de
bulunuyor. Geçtiğimiz yıl mart ayında hayatını
kaybeden Cornelius Gurlitt’in Münih’teki dairesinde
bulunan bin 500 tablo arasında yer alan eser,
Hitler’in ‘dejenere’ sanat eserleri için kurmayı
planladığı Führermuseum’da sergilenmek üzere
Gurlitt’in babası Hildebrand Gurlitt tarafından
kaçırılmıştı.
Milliyet, 16.05.2015
|
CUMHURİYET GÖRÜNTÜLEDİ... İŞTE EMEK SİNEMASI'NIN SON
HALİ
Yıkılıp yeniden yapılan Emek Sineması’nın son
halini gezdik. Adı önce Melek sonra Emek olan sinema
için “O eski halinden eser yok şimdi...” diyebiliriz
çünkü her şeyden önce o eski ruhu yok!
Kamuoyunun verdiği mücadeleye karşın yıkıp
yeniden yapılan Emek Sineması’nın son halini
gözlemlemek üzere önceki gün yeni Emek Sineması’nı
gezdik.
Bir kentin kültürel ve tarihi değerlerini koruma
mücadelesinin simgesine dönüşen Emek Sineması
mücadelesi yıllardır devam ediyor. “Emek Bizim
İstanbul Bizim” diyen eylemciler, sanatçılar Emek’in
yerinde korunması için yıllardır mücadele verse de
yıkımını engelleyemedi. Kamu vicdanı, sermayeye
yenik düştü...
Cercle d’Orient, İskentinj Apartmanı, Melek
Apartmanı, Emek Sineması, İpek ve Rüya sinemalarını
kapsayan yapı adası eylül ayında Grand Pera adıyla
yeni bir pasaj kompleksi olarak açılacak. Grand Pera
projesinin sahibi Levent Eyüboğlu ile Emek
Sineması’nı “yaşatmak” adına kurdukları Emek Sanat
ve Kültür Vakfı’ndan (ESKV) Remzi Buharalı ile yeni
Emek Sineması ile Grand Pera kompleksini gezdik.
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
Adı önce Melek sonra Emek olan sinema için “O
eski halinden eser yok şimdi...” diyebiliriz çünkü
her şeyden önce o eski ruhu yok!
“Yıkmıyoruz, taşıyoruz” deseler de Mayıs 2013’te
iş makineleriyle tamamen yıkılan Emek, aynı alanda
yeni yapılan 5 katlı binanın en üst katına monte
edilmiş... 550 koltuklu yeni Emek, bildiğimiz son
Emek’in aynı ölçülerini taşıyor. Yaklaşık 600
metrekarelik bir salon, bin metre karelikte fuaye
alanı var.
Alt kata 8 salon
Barok ve Rokoko bezeli yaldızlı tavan ve
duvarları Emek’in en önemli özelliklerinden biriydi.
İnşaat sırasında yaklaşık bin parçaya bölerek küçük
parçalar halinde kesilen tavan akıllı vidalarla
monte edilmiş. Daha önceki 4 metrelik sahne yerine
de 8 metrelik bir platform yapılacak, bu değişikliği
de Emek’in salonunu sinema dışında sahne sanatları
için de kullanmak üzere yaptıklarını söylüyorlar.
Emek’in koltuklarını çok eski olduğu için çöpe
attıklarını, ancak yeni yapılacak koltukların eski
koltukların kalıbında olacağını da belirttiler.
Koltuklar, sahne ve sistemi de yerleştirildikten
sonra Yeni Emek’in eylül ayında açılması
planlanıyor. Emek’in bulunduğu katta küçük bir çok
amaçlı salon, alt katında ise 8 sinema salonu daha
var.
Eyüboğlu, Emek Sineması’nın tarihi bir yapı
olmadığını bu nedenle koruma kurulundan izin
çıktığını vurguluyor, Emek’in tarihi bir bina
olmadığı için bu şekilde müdahale edilebildiği
söylüyor ancak şunu unutmamak lazım, bir yapının
tarihi bir yapı olması için yüzyıllar geçmesi
gerekmez. Yapının ruhu, simgesi de o yapıya kültürel
ve tarihi bir değer katar. Emek Sineması sinema
dünyasının, daha doğrusu kültür sanat dünyasının
anıtsal bir mekanıydı. Bu nedenle “Emek Bizim
İstanbul Bizim” diyenlerin karşı çıkışına ve
mücadelesini görmezden gelmeyip Emek’i toplum adına
korumak ve kollamak gerekiyordu.
3 soruda ‘yeni’ Emek
* Yeni Emek’te hangi tür filmler
gösterilecek?
Hem gişe hem de festival filmleri göstereceğiz.
Emek’te film izlemek isteyen biri sadece sanat
filmini beklemek zorunda kalmayacak.
* Patlamış mısır satılacak mı?
Mısır da sinemanın bir parçası, elbette o da
olacak.
* Emek’in eşyaları nerede?
Sanayi sitesinde bir depoda tutuyoruz. Emek’in
eski makine dairesindeki sinema makineleri bugünkü
fuaye alanında sergilenecek.
‘Yapılan düpedüz taklit’
Doğan Hasol (Mimar)
Bu yapılan, Emek Sineması değil. Yapılan yalnızca
onun replikası yani düpedüz taklidi. Biliriz ki
hiçbir taklit, gerçeğin, özgün olanın yerini tutmaz.
Günümüzde, spekülatif kazanç uğruna mimarlık
değerlerinin taklitlerini üretilmekte. Emek
serüveni, eskidiği, değerini yitirdiği varsayılan
dedeyi öldürüp yerine, üretilen sahte dedeyi
yutturma çabasıyla eşdeğer... Ne diyelim?
‘Tek salonlu
sinemalar kapanıyor’
Mimarlar Odası, Emek’in projesine yürütmeyi
durdurma kararı çıkmasına karşın inşaatın devam
ettiğini vurgulamış ve bugünkü inşaatını hukuksuz
olduğunu açıklamıştı.
Eyüboğlu buna karşılık “Kanunlara ya da alınmış
herhangi bir karara aykırı davranmıyoruz. İnşaat
yasaldır” dedi. Eyüboğlu “Emek’i festivalere,
galalara ev sahipliği yapacak bir karaktere
dönüştürdük. Eskiden sokakta gala yapılıyordu, şimdi
galalar için alan yarattık, fuayeler Haliç
manzaralı... “
Peki, Emek neden yerinde korunmadı? Eyüboğlu
şöyle yanıtlıyor: “Emek, binalar arasında avluya
yapıldığı için kaçak inşaat gibi duruyordu.
Emek’i yerinde korumak teknik ve maddi olarak
mümkün değildi. Tek salonlu sinemalar da yaşamıyor,
hepsi kapanıyor. ”
Grand Pera’dan
notlar...
Toplam 30 bin metre kare
Mağazalar, restoranlar,
dükkanlar
Bütçe 50 milyon euro
Yapı kompleksine İstiklal’den
Yeşilçam’dan ve küçük Beyoğlu’ndan giriş var.
Kompleks içindeki Cercle
d’Orient binası aynen korunarak onarılıyor
Cumhuriyet, Haber: Ceren Çıplak, 15.05.2015
|
AZERBAYCAN'DA MÖ 2. YÜZYILA AİT KÜP MEZAR BULUNDU
Azerbaycan’ın kuzey batısındaki Şeki şehrinde
MÖ
2. yüzyıla ait olduğu bildirilen küp şeklinde çocuk
mezarı bulundu. Tarihi mezar, Şeki’nin Fazıl
Köyü'nde
gün yüzüne çıkartıldı. Bir bahçedeki kazı sırasında
ortaya çıkartılan mezarın küp şeklinde dikkat
çekiyor. Küp içinde bulunan iskeletin bir çocuğa ait
olduğunu dile getiren arkeologlar, mezardan ev
eşyaları ve hayvan kemiklerinin de çıktığını
bildirdi. Mezardan çıkan küplerin sadece sağ ele
alınacak şekilde tasarlanması ise dikkat çekiyor.
Tapınak kalıntılarının da tespit edildiği arazide
arkeolojik çalışmalar devam ediyor.
haberler.com, 15.05.2015
|
|
TARİHİ KARAR: ÜSKÜDAR YIKILACAK
Üsküdar'da kentsel dönüşümün başlamasına ilişkin
imar planı değişikliği teklifi, İstanbul Büyükşehir
Belediye Meclisi'nde oy çokluğuyla kabul edildi.

Büyükşehir Belediye Meclisi'nin mayıs ayı
toplantısının dördüncü birleşimi
Saraçhane'deki belediye binasında
gerçekleştirildi.
Meclis'te,
Üsküdarr- Mehmet Akif Ersoy Mahallesi'nde
kentsel dönüşüm yapılmasına ilişkin 1/5000 ölçekli
Nazım İmar Planı tadilatı teklifi oylamaya sunuldu.
Teklifi içeren komisyon raporunun oylanması
sırasında tartışma yaşandı. CHP Grubu, rapora "ret"
oyu vereceğini açıkladı.
İmar Komisyonu Başkan Vekili Timur Soysal, raporun
teknik boyutuyla ilgili bilgi verdi.
Kanunda ticaret
konut alanlarıyla ilgili yapılmış herhangi bir
kısıtlama olmadığını belirten Soysal, şöyle konuştu:
"Ticaret artı konut planı var.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından kabul
edilmiş ve onaylanmış plan. Geçen ay kabul ettiğimiz
dosya da mevzuat açısından bir sorun taşımıyor.
Geçen ay konuştuğumuz raporda ise dönüşüm olacak
yerdeki insanlar depo alanına taşınacak. Daha sonra
eski yerlerine geçecekler. Depo alanına mümkün
olduğu kadar fazla konut üretilsin istedik. Çünkü
dönüşüm çalışmaları yürürken insanların geçici
ikamet edeceği alanlar hazır olsun istiyoruz.
Üsküdar Belediyesi ile
TOKİ'nin imzalayacağı protokolle konutlar hak
sahibine verilecek." Konuşmaların ardından yapılan
oylamada rapor, CHP'li meclis üyelerinin "ret" oyuna
rağmen AK Partili üyelerin "evet" oyuyla kabul
edildi.
Üsküdar Belediye Başkanı Hilmi Türkmen, bu kararın
Üsküdar için hayati önem taşıdığını söyledi.
Türkmen, şunları kaydetti: "Üsküdar'da kentsel
dönüşümün ilk kazması bu kararla vurulmuş oldu.
İnşallah yakında TOKİ ile yapacağımız protokolle
yerinde dönüşüm mantığıyla ilerleyeceğiz. Şu anda
orada vatandaşlarımız bulunmakta. Vatandaşlarımızı
mağdur etmeden, onları hak sahibi yapacak şekilde
dönüşümü başlatıyoruz. Şu andaki
Kaçak projeleri yıkıp, yerine Üsküdar estetiğini
bozmayacak ve koruyacak şekilde güzel binalar inşa
edeceğiz. Bizim uygulamamız sadece Üsküdar'da değil,
İstanbul'da önemli ve örnek bir uygulama olacak.
Toplam alanımız 45 dönüm ve mülkiyetin tamamı kamu
mülkiyetindedir. Yoğunluğu artırmadan Boğaz'daki
estetiği daha da güzelleştirecek örnek bir proje
olacak. Hayırlı olsun."
Milliyet, 15.05.2015
|
46.5 MİLYON DOLARLIK TABLO

Soyut ekspresyonizm akımının önemli
temsilcilerinden
Mark Rothko'nun bir tablosu,
New York'ta düzenlenen açık artırmada 46,4
milyon dolara satıldı.
Sotheby's Müzayede
Evi'ndeki açık artırmada, 1970'de yaşamını yitiren
Rus asıllı Amerikalı ressam Rothko'nun "Adsız (Sarı
ve Mavi)" adlı eseri 46,5 milyon dolara alıcı buldu.
Yaklaşık 2,5 metrelik tablo, yalnızca parlak sarı ve
mavi renklerden oluşuyor.
Rothko'nun 1954'te
tamamladığı eser, koleksiyoncu ve hayırsever Rachel
"Bunny" Mellon'a aitti. Mellon'un koleksiyonundaki
eserler, mart ayında 103 yaşında ölmesinin ardından
varisleri tarafından satışa çıkarılmıştı.
Rothko'nun 1961 yılında yaptığı "Turuncu, Kırmızı,
Sarı" adlı eseri, 2012'de Christie's müzayede evinde
yapılan açık artırmada 86,9 milyon dolara alıcı
bularak sanatçının şimdiye kadar en yüksek fiyata
satılan eseri olmuştu.

LICHTENSTEIN'IN ESERİNE 41.7 MİLYON DOLAR
Açık artırmada
eserlerinde popüler reklam ve çizgi roman ögeleri
kullanarak ün kazanan Amerikalı ressam Roy
Lichtenstein'ın "Yüzük (Nişan)" adlı eseri de 41,7
milyon dolara satıldı. Lichtenstein'ın 1962'de
tamamladığı eser, hayırsever Stefan Edlis'e aitti.
2013'te 56 milyon dolara alıcı bulan "Çiçekli
Şapkalı Kadın", Lichtenstein'ın en yüksek fiyata
satılan eseri olarak biliniyor.
Müzayede Evi, iki eseri de açık artırmaya telefonla
katılan ve adlarının açıklanmasını istemeyen
koleksiyoncuların aldığını açıkladı.

Habertürk, 14.05.2015
|
EDİRNE DARÜŞŞİFA'SI ÇAĞDAŞ MÜZE OLDU

Osmanlı döneminde
Hastane olarak şifa dağıtan Sultan II. Bayezid
Edirne Darüşşifası’nın müze olarak yenilendikten
sonra yapılan açılış törenine; Edirne Valisi
Dursun Ali Şahin, Edirne Belediye Başkanı Recep
Gürkan,
Trakya Üniversitesi Rektörü
Prof.Dr. Yener
Yörük katıldı. Abdi İbrahim Başkanı Nezih Barut,
törende şunları söyledi:
“Doğup büyüdüğümüz toprakların tarihine,
kültürüne ve geleceğine sahip çıkmak en büyük
görevimiz. Yüzyıllar boyunca hastaları tedavi eden
Edirne Darüşşifası’nı iyileştirmek bizim için bu
nedenle ayrı bir anlam ve değer taşıyor.”
Milliyet, 14.05.2015
******
II. BAYEZİD
KÜLLİYESİ, YENİ ÇEHRESİYLE ZİYARETE AÇILDI
Trakya Üniversitesi’nin Avrupa müze ödüllü II.
Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi, Abdi İbrahim ilaç
firması tarafından yaklaşık 2 milyon liraya restore
edildi. 1,5 yıl süren çalışmalar sonucunda tarihi
şifahanenin 26 odası o dönemin uygulamalarını
yansıtabilmek amacıyla büyük bir titizlik içinde
orijinaline uygun olarak yenilendi.
Edirne’deki II. Bayezid Sağlık Külliyesi, özel
bir ilaç firması tarafından yenilendi. Külliye,
Sultan II. Bayezid tarafından 1484 yılında
yaptırıldı. Külliyede 1878 yılına kadar bütün
hastalara açık olan Darüşşifa, bu tarihten sonra
sadece akıl hastalarına hizmet vermeye başladı.
Darüşşifa’da, su sesi ve müzikle tedavi de
uygulanıyordu. Savaşlar ve işgaller sonucunda tarihi
merkez, 1915 yılında kapılarını kapattı. Harabeye
dönen Darüşşifa, 1984 yılında Trakya Üniversitesi’ne
devredildi ve restorasyon çalışması başlatıldı. 1996
yılında tamamlanan restorasyondan sonra ise sağlık
müzesine dönüştürüldü. 2000 yılında içi düzenlenen
müze, 15 yıl boyunca hizmet verdi. Zaman içinde
yıpranan II. Bayezid Sağlık Müzesi’nin yenilenmesi
için 21 Aralık 2013 tarihinde, Abdi İbrahim firması
ile Trakya Üniversitesi arasında protokol imzalandı.
Hazırlanan proje, yaklaşık bir buçuk yılda
uygulandı. Müze, yeni yüzüyle hizmete açıldı.
Törene, Edirne Valisi Dursun Ali Şahin, Belediye
Başkanı Recep Gürkan, Trakya Üniversitesi Rektörü
Prof.Dr. Yener Yörük, Abdi İbrahim Yönetim Kurulu
Başkanı Nezih Barut ve çok sayıda davetli katıldı.
Törende konuşan Vali Şahin, insanların akıl
hastalarını zincire vurduğu bir dönemde onları
tedavi etmeye çalışan bir milletin torunları
olmaktan gurur duyduklarını söyledi.
400 YILA
UZANAN BİR ŞİFA GELENEĞİ
Külliye ve müzenin, 400 yıl yaşayan bir eseri ve
dönemin tedavi tekniklerini bugüne ışık tutacak
şekilde sunduğunu ifade eden Şahin, Darüşşifa’yı
restore eden Abdi İbrahim firmasına teşekkür etti.
Rektör Yörük ise yüzyıllarca psikiyatri hastalarına
en önemli sağlık hizmetini veren Darüşşifa’nın,
dünyada birçok ilke imza attığını; dönemindeki işgal
ve savaşlar sonucunda yıkık ve perişan bir halde
1915 yılında kapatıldığını kaydetti. Müzenin 2000
yılında yenilenerek yıllarca ilgi merkezi olduğunu
vurgulayan Yörük, “Edirne’ye gelen herkes,
Selimiye’den sonra müzemizi de gezdi.” diye konuştu.
Nezih Barut da 21 Aralık 2013 tarihinde
imzaladıkları ön protokolle başlayan projenin
bilimsel ön çalışmasının yaklaşık bir yıl sürdüğünü
belirtti. Barut, külleyinin 26 odasında bire bir, o
dönemin uygulamalarını yansıtmak amacıyla titiz bir
çalışma yaptıklarını söyledi. Mekan, 2004 yılında
Avrupa Müze ödülü kazanmıştı.
Zaman, Haber: Kadri Kılıç, 15.05.2015
|
VENEDİK BİENALİ'NDE TÜRKİYELİ 10 İMZA
Bu yıl Venedik Bienali'ne Türkiye'den görülmemiş bir
katılım yaşandı. Türkiye kökenli çok sayıda sanatçı
çeşitli sergilerle yer alıyordu. Ana sergide,
paralel sergilerde ve farklı ulusal pavyonlarda 10
sanatçı ve küratör, dünya sanatına kendini gösterme
fırsatını gayet iyi kullandı.

1999’da Venedik Bienali’ne ilk gittiğimde,
uluslararası sergide ve muhtemelen bütün Venedik’te
Türkiye’den tek bir sanatçı vardı. Kutluğ Ataman’ın
Peruk Takan Kadınlar adlı etkileyici işini izlerken,
salondaki tek Türk ziyaretçi de bendim. Yıllar sonra
çember tamamlandı, bu bienalde de Kutluğ Ataman’ın
bir işi vardı. Ama bu kez ne sanatçı olarak Ataman
ne de izleyici olarak ben, yalnız değildik.
Venedik Bienali uzunca bir süredir Türkiye sanat
dünyasının mutlaka görmeye çalıştığı bir etkinlik.
Küratörler, sanatçılar, koleksiyoncu, müzeci ve
gazetecilerden oluşan hatırı sayılır bir Türkiyeli
kalabalığı bulunuyor bienalde. Bunun Türkiye
sanatının daha fazla dünyalı olmasıyla da, Türkiyeli
sanat meraklılarının dünyayı umursamasıyla da,
zenginleşmeyle de alakası var. Ama en önemlisi,
Türkiye’de çağdaş sanatın çok daha dinamik ve çok
daha iddialı olması. Türkiye bienalin sadece
izleyicisi değil, katılımcısı. Türkiye’nin uzun
süreli bir sabit pavyonu olması işin sadece bir
yanı. Daha da önemlisi kendiliğinden buradaki ana
sergiye, paralel sergilere katılan, olmadı
kendilerine en iyi yerde kişisel sergi açan
sanatçıların varlığı.
56. Venedik Bienali’ne Türkiye’den görülmemiş bir
katılım yaşandı. Türkiye Pavyonu ve Sarkis’in
sergisinden söz etmiştik. Şimdi sıra diğer
sanatçılarda.
KUTLUĞ ATAMAN, SAKIP SABANCI’NIN PORTRESİ
Kutluğ Ataman 2000’li yıllarla birlikte
parlayan Türkiye’nin en önemi uluslararası yıldızı.
Sinemacı ve güncel sanatçı. Geride kalan 15 yıl
içinde dünyanın neredeyse bütün önemli sanat
ödüllerini ya aldı ya aday oldu desem pek abartmış
sayılmam. Türkiye’de yakın bir zaman önce sergilenen
bu işiyle ilgili epey yazıldı çizildi. Bu devasa
teknolojik heykel, Arsenale’de geniş bir salonda
sergileniyor. Binlerce küçük ekranda belirip
kaybolan vesikalık fotoğraflara Türkiye dışında
bakmanın daha başka bir yanı var. Sanki işin
Türkiyeli yanı burada daha da görünür oluyor. Hele
Ataman’la aynı salonda sergilenen bir başka ünlü
sanatçı, Chris Martin’in ‘Passengers’ adlı fotoğraf
serisine baktığınızda bu daha da belirginleşiyor.
Sakıp Sabancı’nın Portresi, sahip olduğu teknoloji,
yerleştirmesi, boyutları ve tabii ki içeriğiyle
bienalin hemen izleyiciyi yakalayıp kendine bağlayan
işlerinden biri oldu.

MERİÇ ALGÜN RINGBORG: EN GENÇ YILDIZ
Venedik’te Okwui Enwezor’un küratörlüğünü
üstlendiği Dünyanın Bütün Gelecekleri sergisine
Kutluğ Ataman ile birlikte katılan ikinci Türkiyeli
sanatçı. 32 yaşındaki Ringborg. Sergiye ‘Souvenirs
From The Landlocked’ adlı işiyle katılıyor. Sanat
alanında yüksek lisans yapmak için gittiği
Stockholm’de kalmış, orada yaşıyor. Gemici olan
dedesinin, dünyanın dört bir yanından getirdiği
eşyalardan bir oda oluşturmuş. Hem gemi hem ev, hem
kişisel hem küresel, kara ile deniz, taşınabilir
olanla olmayan arasında gidip gelen ilgi çekici bir
iş. Devasa limanlar, gemiler, konteynerler arasından
sıyrılıp deniz taşımacılığı ve küresel kapitalizm
hakkında böyle kişisel ve kırılgan bir dünya kurarak
sözünü söyleyebildiği için dikkat çekici. Belli ki
kendisi geleceğin büyük yıldızı olacak. Bienal
sırasında buluşup işi hakkında konuştuk. ‘Bana en
büyük katkıyı İstanbul Bienali’nde geçirdiğim altı
ay yaptı’ diye anlattı.
AHMET GÜNEŞTEKİN: MİLİON TAŞI
Sanat dünyamızın en çok konuşulan ismi
Ahmet Güneştekin, Venedik Bienali’ne kelimenin tam
anlamıyla bir çıkartma yaptı. Geçen Bienal’de
Arsenale yakınlarında bir yapıda, Kürt meselesine,
farklı dillere ve baskıcı devlete dair video ve
farklı işlerini sergilemişti. Bu kez de yeni işlerle
Venedik’te. Erkek egemen söylemi eleştiren, bunu
yaparken İstanbul’un kimliğinden ve çağrışımlarından
da güç alan bir sergi. Dolayısıyla politik olarak
doğru, küresel olarak cazip. Güneştekin’in kendine
özgü bir resmi olduğu muhakkak. Ve bu resmi seven,
ona değer verenlerin olduğu da öyle…
Sultanahmet’teki Milion Taşı’ndan esinlenerek
yaptığı taş heykel, sanıyorum bu tür bir malzemeyle
ilk çalışması. Kostantiniye adlı enstelasyonu ise
resimlerinde sıklıkla kullandığı malzemenin heykele
dönüşmüş hali. Yenilik ve şaşırtıcılık arayışı
taşıyan, Güneştekin’in kendi resmini gösterme
olanağını da kullandığı bir sergi bu. Yani,
Güneştekin resmini seviyorsanız beğenirsiniz. Ben
Emre Arolat çapında bir mimarın, ismini vermek
dışında bu sergiye nasıl bir katkıda bulunduğunu
anlamadım, bunu da not düşmeliyim…
Güneştekin sergisiyle ilgili söylenmesi gereken esas şey,
sanatçının eşi benzeri görülmemiş bir tanıtım ustası
olduğunu bir kez daha kanıtlaması. Venedik’in en
işlek yerinde görkemli bir yer tutması, Türkiye’nin
en etkili köşe yazarları ve magazin gazetecilerinden
bir ekiple Bienal’e katılması, ABD’den Türkiye’ye
işinin uzmanı galeri ve dealer’lar ile çalışması,
güçlü sponsorları olması, işe Kültür Bakanlığı’nı
yani devleti de dahil edebilmesi onun kendini
göstermek için hep ‘büyük’ oynamayı sevmesiyle
alakalı. Neticede hakikaten ‘görünür’ durumda.
Venedik’teki sergisi onun dünya sanat çevrelerinin
dikkatini çekmesini ne kadar sağladı bilmiyorum, ama
Türkiye gündemindeki yerini korumasını sağladı.
Hatta Türkiye medyasında Sarkis’ten bile daha fazla
haber olduğunu söyleyebiliriz...
YAŞAM ŞAŞMAZER VE ERDAĞ AKSEL CAM
DÜNYASINDA
İki farklı kuşaktan çok iyi sanatçı aynı
sergide buluşmuş. Yaşam Şaşmazer’in, Berlin’den
Venedik’e, bir sergiye katılmak için geldiğinden
kendisiyle karşılaşınca haberdar olduk. Gerçi Murano
adasındaki sergiye gitmek mümkün olmadı. Ama
Glastress 2015 adlı sergiye Erdağ Aksel’in de
katıldığını öğrendik. St. Petersburg’daki Hermitage
müzesi tarafından Gotik sanat ile güncel sanat
arasında ilişki kuran ve bunu da yıllardır cam
üretiminde kullanılan bir alanda gerçekleştiren
ilginç bir sergi…

BEDRİ BAYKAM VE DENİZHAN ÖZER
Sanatçı ve küratör Denizhan Özer’in parçası
olduğu Nine Dragon Heads adlı insiyatifin
düzenlediği bir sergi bu. 1995 yılında Güney Kore’de
kurulan Nine Dragon Heads, bu ülke hükümetinin
desteklediği bir oluşum. Jump into the Unknown adlı
sergiye Bedri Baykam, bizde epey fırtınalar kopartan
Boşçerçeve çalışmasıyla katılıyor. Baykam ünlü
çerçevenin, bir yüzü klasik sanata, diğer yüzü
bugüne dönük “EmptyFrame/Fast Forward
History” başlıklı yeni bir yorumunu yapmış. Denizhan
Özer ise mülteci meselesine dokunuyor. İngiltere’de
yaşayan sanatçı burada kaçak göçmenlere verilen bir
belgeyi alimünyum levhalar haline getirerek
sergiliyor. Söz konusu sergi, İstanbul Bienali’nin
tanıtım toplantısının da düzenlendiği tarihi bir
yapı olan Palazzo Loredan dell’Ambasciatore’un giriş
katında izleyiciyle buluşuyor. Bu sayede toplantıya
gelen pek çok Türkiyeli sergiyi gezmiş oldu ve Bedri
Baykam’ın boş çerçevesiyle bol bol fotoğraf
çektirdi.

HERA BÜYÜKTAŞÇIYAN ERMENİ PAVYONUNDA
St Lazzaro adasındaki Ermenistan Pavyonu,
benim için bu Venedik seferinin en unutulmaz
tecrübesi oldu. Sarkis’in de çok güzel işlerle
katıldığı sergiye diyasporadan sanatçılar davet
edilmiş. Adı ‘Armenity’ (Ermenilik). Burada yeni
işlerini gördüğüm Hera Büyüktaşçıyan kesinlikle
takip edilmesi gereken önemli bir sanatçı. Letters
From Lost Paradise (Kayıp Cennetten Mektuplar) ve
The Keepers (Muhafızlar) adlı iki yeni işle sergiye
katılmış. St Lazzaro adasındaki manastıra yayılan
sergide Büyüktaşçıyan’ın ‘dil’ ile ilgili bu işine
bir zamanlar Lord Byron’ın Ermenice çalıştığı oda
ayrılmış. Ermenice yazıp okumayı hatırlamaya çalışan
sanatçı, harfleri birer simgeye dönüştürüyor,
görünür kılıyor. Gıcırtılarla inip çıkan harflerin
bulunduğu masa, daktilo ya da baskı makinesini
çağrıştırıyor. Ama bu harflerin havaya, yani boşluğa
doğru çaresiz bir basım hali içinde olduğunu da
söylemek mümkün... Biraz da çaba göstererek fark
edebileceğiniz ‘The Keepers’ ise ürpertici. Odadaki
bir eski Mısır mumyasından esinleniyor. (Evet bu
manastırda böyle şeyler de var.) Mumyanın eli,
avucunda sımsıkı tuttuğu Ermenice harflerle
kitapların arasına gizlenmiş duruyor. Bütün duvarı
kaplayan kütüphanedeki eski ciltlerin arasında çok
sayıda el ve Ermenice harfler var…

Sanatçı Yane Calovski...
MAKEDONYA BAŞAK ŞENOVA’YA EMANET
Türkiye Pavyonu’nun bulunduğu binadaki
küçük bir alanda da Makedonya Pavyonu var. Mekan
düzenlemekte ne kadar usta olduğunu bildiğimiz Başak
Şenova, bu serginin küratörü. Daha önce başka bir
mekandaki Türkiye Pavyonu’nun da küratörlüğünü
üstlenmişti. Şenova, sanatçılar Hristina Ivanovska
ve Yane Calovski’nin inanç meselesiyle ilgilenen
işlerini 12. Asırdan kalma St. Gjorgi adlı küçük bir
kiliseden esinlenen bir mekan inşa ederek
sergiliyor. İki sanatçı, günümüzde inancın sosyo
politik yanını tartışan çeşitli işlerle sergide yer
alıyor.
Radikal, Haber: Cem Erciyes, 14.05.2015
|
SURİYE'DEKİ ANTİK PALMYRA TEHDİT ALTINDA

Antik dünyanın
en önemli kültür merkezlerinden biri olan Palmyra,
Suriye'deki çatışmalar nedeniyle tehdit altında.
Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) militanlarının
Palmyra kalıntılarının bulunduğu Tadmur kentine
saldırdıkları yolunda haberler alınıyor.
IŞİD'in bu bölgede ilerlemesi, kenti ele
geçirmeleri halinde Palmyra'daki tapınakların ve
sütunlu yolların başına gelebilecekler konusunda
kaygılara yol açıyor.
Suriye İnsan Hakları Gözlemevi adındaki kuruluş,
çölden ani bir atak yapan IŞİD militanlarının, antik
kentin 2 kilometre yakınlarına kadar ilerlediklerini
bildirdi.
Kuruluşun başkanı Rani Abdülrahman, 'IŞİD, Sukne
kenti ile Palmyra arasındaki tüm askeri mevzileri
ele geçirdi" diye konuştu.
Abdülrahman, Palmyra'nın tehlikede olduğunu
söyledi.
Suriye eski eserler müdürü Mamun Abdülkerim de,
eğer IŞİD Palmyra'ya girerse, kentin akıbetinin
Irak'taki Hatra ve Nimrud'da olduğu gibi yıkım
olacağını kaydetti.
Palmyra kalıntıları yakınındaki Tadmur kentine
ise IŞİD'den kaçan 1800 ailenin sığındığı
bildiriliyor.
Dünya mirası
IŞİD daha önce de Irak'ta insanlık tarihinin paha
biçilmez eserlerini yağmalamış ve yıkmıştı.
Suriye hükümet güçleri bu bölgede üslendiği için
Palmyra da daha önce zarar gördü.
UNESCO tarafından dünya kültür mirası ilan edilen
Palmyra'nın geçmişi neolitik çağa kadar uzanıyor.
Çöl ortasında kervanların uğrak yeri olan kent,
en görkemli çağını ise Roma döneminde yaşadı.
Ayrıcalıklı bir statüsü olan Palmyra, bu dönemde
ulaştığı refah sayesinde, bir kısmı hala görülebilen
anıtsal yapılar dikti.
Palmyra'da 1. ve 2. yüzyıldan kalma tapınaklar ve
sütunlu yol, o dönemlerin en iyi korunmuş eserleri
arasında yer alıyor.
BBC Türkçe, 14.05.2015
******
ÇÖLÜN ANTİK GELİNİ IŞİD'İN YOLUNA ÇIKTI
Ortadoğu’yu kana boğan, Irak’ta tarihi eserleri
balyozlarla kıran IŞİD terör örgütü, Suriye’nin
‘Çölün Gelini’ denen 2 bin yıllık tarihi antik
kenti Palmyra’ya 2 kilometre kadar yaklaştı.
Irak’ta Ninova antik müzesini, Nimrud, Hatra
ve Horsabad kentlerindeki arkeolojik mirası
yerle bir eden terör örgütü IŞİD, şimdi de
Suriye’nin Humus vilayetindeki Palmyra antik
kentini tehdit ediyor.
IŞİD, BM’nin Dünya
Kültür Mirası Listesi’nde yer alan 2 bin yıllık
tarihi kente yaklaştı. İngiltere merkezli Suriye
İnsan Hakları Gözlemevi, çölden ani bir
saldırıya geçen IŞİD teröristlerinin, antik
bölgenin 2 kilometre yakınlarına kadar
ilerlediğini bildirdi.
Palmyra’nın tehlikede olduğunu söyleyen gözlemevi
Başkanı Rani Abdülrahman, “IŞİD, Sukne kenti ile
Palmyra arasındaki tüm askeri mevzileri ele geçirdi”
diye konuştu.
Suriye Tarihi Eser ve Müzeler Genel Müdürü Mamun
Abdülkerim de, IŞİD ile Suriye askerleri arasında
Palmyra’ya iki kilometre uzaklıkta şiddetli
çatışmalar yaşandığını ifade etti.
BM: LÜTFEN DOKUNMAYIN
BM Eğitim Bilim ve
Kültür Örgütü’nün (UNESCO) Başkanı Irina Bokova da,
önceki gün Mısır’da katıldığı bir konferansta Suriye
ordusuna ve radikallere çağrıda bulunarak,
Palmyra’ya dokunmamalarını istedi.
Bokova, “Palmyra,
Suriye halkı ve dünya için yeri doldurulamaz bir
hazine. Palmyra kurtarılmalı” ifadelerini kullandı.
Suriye Müze Müdürü Abdülkerim, Palmyra müzesindeki
heykelleri ve taşınabilir eserleri
kurtarabileceklerini ancak yapı ve tapınakları
korumalarının mümkün olmadığını belirtti.

YA YIKAR YA YAĞMALAR
IŞİD girdiği takdirde
Palmyra, terör örgütünün Suriye’de eline geçen ilk
önemli arkeolojik bölge olacak. IŞİD’in Irak’ta
benzer alanları İslamiyete aykırı olduğunu iddia
ederek patlayıcılarla, buldozerlerle ve matkaplarla
yok ettiğini hatırlatan Suriyeli yetkililer, örgütün
eline düşerse Palmyra’nın da kaderinin farklı
olmayacağını ifade ediyor. IŞİD, tarihi kentleri
yıkmakla beraber çetelere para ödemeleri karşılığı
yağma izni de veriyor. Bu kentlerden kaçırılan
tarihi eserler çeşitli ülkelerde satılıyor.
DÜNYA KÜLTÜR MİRASI
Orta Suriye’de antik
zamanların önemli dini ve ticari merkezi olan
Palmyra, UNESCO tarafından 1980 yılında Dünya Kültür
Mirası Listesi’ne alındı. Şam’ın 215 km
kuzeydoğusunda, Humus’un 155 km doğusunda ve
Fırat’ın 120 km güneybatısında bir vaha üzerinde
kurulu. Suriye çölünün ticari kervanlarının geçiş
noktasında olması sebebiyle “Çölün Gelini” de
denilen şehrin isminin, Tedmur, Tedmür, Tadmur veya
Tudmur olduğu, Babil tabletlerindeki kayıtlardan
anlaşıldı. Fransız arkeologların 1933’ten beri Antik
Mari şehrinden çıkarılan 25 bin tabletten
anlaşıldığına göre, Palmyra’nın tarihi MÖ 19’uncu
yüzyıla kadar gerilye gitmektedir.
Hürriyet, 16.05.2015
******
"IŞİD, PALMYRA'DA
PÜSKÜRTÜLDÜ"
Suriye’de
antik Palmyra şehrine ev sahipliği yapan Tedmur
kentinin kuzeyini ele geçiren IŞİD militanları
Suriye ordusu tarafından püskürtüldü.
Fransız
haber ajansı AFP’ye konuşan vali Talal
Barazi ordunun önceki gün kentin kuzeyini ele
geçiren IŞİD militanlarını bu bölgeden
çıkardığını söyledi.
Barazi, “IŞİD
saldırısı engellendi” dedi. Suriye’deki antik
bölgeler sorumlusu Mamoun Abdülkerim de AFP’ye
yaptığı açıklamada, “Bugün (dün) iyi
haberlerimiz var. Kendimizi daha iyi
hissediyoruz. Antik kentteki kalıntılarda hasar
yok” diye konuştu.
Hürriyet, 18.05.2015
******
IŞİD, TEDMUR'U ELE GEÇİRDİ
Terör
örgütü IŞİD'in, Humus'un doğusunda yer alan
tarihi Tedmur (Palmaira) antik kentinin
kontrolünü tamamıyla ele geçirdiği belirtildi.
Tedmur'daki yerel aktivistlerden Ömer Hamza, AA
muhabirine yaptığı açıklamada,
IŞİD militanlarının birkaç günden bu yana
saldırılarını sürdürdüğü Humus'un doğusundaki
tarihi Temdur kentinde denetimi sağladığını
söyledi.
Rejim güçlerinin kentten kaçtığını vurgulayan
Hamza, "IŞİD kentte kontrolü sağladıktan sonra
meşhur Tedmur Hapishanesi'ndeki tüm tutukluları
serbest bıraktı. Cezaevinden kaç kişi çıktığını
bilmiyoruz ama tüm tutuklular bırakıldı.
IŞİD'in, Tedmur çevresinde rejim güçlerinin
olduğu yerlere saldırısı devam ediyor" dedi.
Rejim Tedmur'dan çekilirken tarih
eserleri çaldı
Esed güçlerinin Tedmur'dan çekilirken kentteki
müze ve tarihi eserleri yağmaladığını öne süren
Hamza, "Esad güçleri, IŞİD'in kentte saldırısını
fırsata dönüştürerek kentteki müzeleri
yağmaladı. Rejim güçleri çok sayıda tarihi eseri
çaldı. Rejim şimdi, müzelerde kaybolan eşyaları
IŞİD'in çaldığını iddia edecek" yorumunu
yaptı.Orduya ait savaş uçaklarının, tarihi kenti
yoğun bir şekilde bombaladığına aktaran Hamza,
kentteki halkın, rejimin hava saldırılarından
dolayı ve IŞİD korkusunda dışarı çıkmadığını
dile getirdi..Bu arada, Suriye Genel Devrim
Konseyi (SRGC) de Tedmur'un IŞİD'in kontrolüne
girdiğini duyurdu.
Hürriyet, 21.05.2015
******
AA KENDİNDEN
GEÇTİ: SURİYE DEVLETİ PALMYRA'DAN TARİHİ ESER ÇALMIŞ
Suriye'ye dönük uluslararası müdahale sürecinden bu
yana Türkiye destekli cihatçıların ajansı gibi
çalışan Anadolu Ajansı, dezenformasyon içeren
haberlerine bir yenisini daha ekledi.
Palmyra Antik Kenti'ni günlerdir IŞİD'den korumak
için kanlı çarpışmalara giren Suriye devletini bu
kez "tarihi eser" kaçakçılığıyla suçladı!
Haberinde "aktivist" adı altında konuşturduğu
cihatçılardan birinin, "Rejim Tedmur'dan çekilirken
tarih eserleri çaldı" sözlerine yer veren AA, "Rejim
şimdi, müzelerde kaybolan eşyaları DAEŞ'in çaldığını
iddia edecek" cümlesini de sunarak sınırları
zorladı.
YAĞMACI IŞİD'İ KOLLADI
Ele geçirdiği bölgelerdeki binlerce yıllık tarihi
eserleri dünyaya göstere göstere yakıp yağmalayan,
çalıp çırpan IŞİD'i kollayıp Suriye'yi tarihi eser
kaçakçılığıyla suçlayan AA, "habercilik" adı altında
yaptığı tetikçiliğe bir yenisini daha eklemiş oldu.
"DAEŞ, Tedmur'u ele geçirdiği"
başlığıyla duyurulmuş bir haberde, yalnızca
"aktivist" diye tanıtılan şahsın iftiralarına yer
verilirken konuya ilişkin Suriyeli yetkililerin
açıklamalarına hiçbir şekilde yer verilmemesi
dezenformasyon maksadını gözler önüne seriyor.
AA'nın kendinden geçtiği haberi şu şekilde:

Bilindiği üzere, Suriye Tarihi Eser ve Müzeler
Genel Müdürü Mamun Abdülkerim, Suriye'de kanlı
çarpışmalar sürerken yüzlerce tarihi eserin IŞİD'den
korumak için Palmyra Antik Kenti'nden taşındığını
aktarmıştı.
IŞİD eBay'DE SATIYORDU
Öte yandan IŞİD'in Irak ve Suriye'de yağmaladığı
tarihi eserleri eBay adlı internet sitesinde bile
sattığı ortaya çıkmıştı.
Sol haber, 21.05.2015
******
DÜNYA PALMYRA'DAN GELECEK
HABERİ BEKLİYOR
Dünya'nın gözü IŞİD'in ele
geçirdiği Suriye'deki Palmyra'da... Reuters haber
ajansının yayınladığı bu fotoğrafta, UNESCO Dünya Mirası
Listesi'nde yer alan Palmyra antik kentinin bulunduğu
alandan dumanlar yükseliyor. Bölgedeki aktivistler,
dumanların IŞİD tarafından atılan havan toplarından
kaynaklandığını belirtti. Fakat tarihi eserlerin tahrip
edildiğine ilişkin henüz net bir bilgi yok. Suriyeli
yetkililer, IŞİD kenti ele geçirmeden önce paha
biçilemez birçok tarihi eserin Şam'a götürüldüğünü
açıklamıştı. Fakat dünya kamuoyu, taşınamayacak denli
büyük kalıntıların akıbeti hakkında endişe duyuyor.
UNESCO Başkanı Irina Bokova,
"Palmyra, uygarlığın doğum yeri. Orası, tüm insalığa
ait. Bu yüzden herkesin Palmyra'da olup bitenlerden
endişe duyması gerektiğini düşünüyorum" dedi.
BM, son birkaç gün içinde, 200 bin nüfuslu Palmyra'da
yaşayan insanların üçte birinin kaçtığını açıklarken; ev
ev dolaşıp rejimle bağlantılı kişileri arayan IŞİD'in en
az 14 infaz gerçekleştirdiğini duyurdu.
Şam'dan bildiren Hediye Levent, BBC Türkçe için kaleme
aldığı yazıda antik kent Palmyra'yı şu ifadelerle
anlattı: Suriyeliler Irak Şam İslam Devleti (IŞID)
örgütünün ele geçirdiği Palmyra'ya, diğer adıyla
Tedmur'e "Çölün Gelini" diyor.
Palmyra, Romalılar ile
Persleri birbirine kırdıran, ordunun başında savaşa
çıkan Kraliçe Zenobia ile meşhur.
Halen Suriye'nin başkenti
olan Şam'dan gidenler, önce griye çalan kıraç araziden
geçerek sapsarı çölün içinde yükselen Palmyra'ya ulaşır.
Çölün içinde vaha olan
Palmyra tarihte de su kaynakları ile bilinen ve zamanla
ticaret kervanlarının yolu üzerindeki en önemli
merkezlerden biri haline gelmiş. Üst üste birçok
medeniyetten kalıntıların olduğu Palmyra'da tek tanrılı
dinler öncesi pagan inançlarından kalma yapılar da
bulunuyor.
Ancak Palmyra'nın altın
çağına Kraliçe Zenobia döneminde ulaştığı söylenir.
Suriye'de birçok efsaneye
konu olan Zenobia, refahın ve mücadelenin sembolü.
Mısır kraliçelerinin
soyundan geldiği anlatılan Zenobia, iyi yetişmiş ve
kocasının bir suikastla öldürülmesinden sonra tahta
geçmiş.
Palmyra'da konaklayan
kervanlara Akdeniz kıyısına kadar refakat ve güvenlik de
sağlanan Zenobia döneminde, kentin kapılarına ticarette
ve şehir içinde uyulması gereken kuralların olduğu
yazılar asılırmış.
Palmyra Krallığı ile
yetinmeyen Zenobia topraklarını genişletmek için
ordusuyla fetihlere çıkmış ve dönemin en güçlüsü olan
Roma İmparatorluğu için tehdit olacak kadar ilerlemiş.
Zenobia, Romalılar ile de
savaşmış ve yenmiş ancak güçlü ordusuna ve diplomasi
yeteneğine rağmen, kendisinin de krallığının da sonunu
getiren büyük bir yenilgi yaşamış.
Ancak Suriye'de anlatılan
efsaneler ve ayaklanma öncesi yılda birkaç kez
sahnelenen Zenobia müzikallerinde, dans gösterilerinde
kraliçenin yenilgisinden çok ülkesine getirdiği refah,
ordusuyla sefere gidecek kadar iyi olan savaşçı yönü ve
diplomasi yeteneği konu alınır.
Palmyra'ya daha sonra birçok
kral, kraliçe hükmetse de Palmyra Zenobia'nın kenti
olarak bilinir.
Romalılar, Kraliçe
Zenobia'yı yenmekle yetinmez sarayını da yerle bir eder.
Savaştan önce sarayın nerede
olduğunu bulmak için araştırmalar yapılıyordu.
Kent, Romalılar döneminde
daha da gelişir. Antik tiyatro, yüksek sütunlu yollar,
akademi, hamam, aile mezarlığı olarak kullanılan birkaç
katlı kuleler Romalılar döneminde inşa edilir.
Kentteki antik kalıntılar
birkaç kilometrekarelik bir alana yayılmış durumda.
Yer üstündeki kalıntıların
çöl kumuna batmadan ayakta durabilen kısım olduğu ancak
kumun altında kalan ve yine kum nedeniyle arkeolojik
kazıların çok zor olduğu söylenir.
Antik kent ile yerleşimin
olduğu Tedmur kent merkezi iç içe.
Antik kentin devamındaki
müzede mumyalar ve tarihin ilk dokuma örnekleri olan
kumaş parçaları, heykeller, lahitler sergileniyordu.
IŞİD'in bir süre önce kente
saldırmaya başlaması ile birlikte müzedeki eserlerin
tahliye edildiği belirtiliyor ancak çok büyük bir alana
yayılmış kalıntılar hala büyük tehdit altında.
Antik kalıntılar kadar şehre
tepeden bakan ve Eyyubi hanedanının kurucusu olup
1187'de Hıttin Muharebesi ile Kudüs'ü Haçlı
kuvvetlerinden alan Selahaddin Eyyübi'nin de bir süre
kaldığı rivayet edilen Selahaddin kalesi de, Palmyra'nın
sembollerinden.
UNESCO dünya mirası
listesindeki kentin Suriye ordusu ile IŞİD arasındaki
çatışmalarda ne kadar zarar gördüğü bilinmiyor.
Ancak IŞİD Suriye ve Irak'ta
denetimi altına aldığı yerlerdeki tarihi eserleri ve
kalıntıları tamamen yok etti.
Çatışmalarda hasar görmemiş
olsa da IŞİD'in elinde olan kent hala büyük tehdit
altında.
Medeniyet tarihi açısından
kalıntıları ve geçmişi ile çok önemli olan Palmyra
Suriye'nin en önemli turistik bölgelerinden biriydi.
Bunun yanı sıra doğalgaz
yataklarına açılan Palmyra'nın IŞİD'in elinde olması
Humus kentini de baskı altına alan bir tehdit yaratıyor.
Ayaklanmadan önce geceyi
çöldeki bedevi çadırlarında geçirmek isteyenlere
rehberlik yapan çok yaşlı bir Palmyralı antik tiyatronun
duvarlarındaki kurşun deliklerini göstermiş, "Fransız
işgalinden kalma bu delikler. Palmyra işgali de gördü"
demişti.
Umalım ki, Palmyra'da
yaşanan çatışmalar ve IŞİD, antik kentte ağır tahribata
neden olmaz ve sadece Palmyra'nın hafızasına "Bu kurşun
delikleri IŞİD saldırısından kalma. Palmyra onu da
gördü" diye kaydolur.



Hürriyet, 21.05.2015
|
BEYOĞLU BELEDİYESİ'NİN TARİHİ BİNASINDA RESTORASYON
TAMAMLANDI
2012 yılında
Şişhane'deki Beyoğlu Belediye Başkanlığı binasında
başlatılan restorasyon tamamlandı.
1879-1883 yılları arasında İtalyan mimar
Giovanni Battista Barborini tarafından inşa
edilen, Osmanlı'nın ilk belediye binası Altıncı
Daire-i Belediye'de süren restorasyon
tamamlandı. Beyoğlu Belediye Başkanlığı olarak
hizmet veren binada belediye tarafından 2012
yılında başlatılan restorasyon büyük
tartışmaları beraberinde getirmişti. Mimarlık
tarihi profesörleri "çağdaş koruma ve
restorasyon ilkeleriyle bağdaşmayarak tarihi
yapısına zarar verilmiş" diyerek projeyi
eleştirmişti.
Beyoğlu Belediyesi tarafından tamamlandığı
duyurulan restorasyon kapsamında 2.400 metrekarelik
kapalı alan ek binalar ile 7.000 metrekareye
çıkarılmış ve belediye hizmetlerinin
sürdürülebileceği fonksiyonlar eklenmiş. Yenilenen
Beyoğlu Belediye binasında; meclis salonu, fuaye
alanı, başkanlık, toplantı odası, konuk ağırlama
salonu, başkan yardımcısı odaları, müdürlükler,
hizmet birimleri, dış ilişkiler ofisi, meclis grup
odaları, sanat galerisi, resepsiyon, kafeterya ve
restaurant gibi birimler bulunuyor. Binada aynı
zamanda sempozyumlar, sergiler, uluslararası
ağırlamalar ve resepsiyonlar gibi organizasyon ve
etkinliklerin de gerçekleştirilebileceği
belirtiliyor.
Restorasyon projesi hakkında konuşan Beyoğlu
Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan, Beyoğlu
Belediye Binası'nın yeni Türkiye vizyonunun eseri
olduğunu söylerken kentsel dönüşüm kapsamında
binalarını yenileyecek mülk sahipleri için de örnek
teşkil ettiklerini dile etirerek “Tarlabaşı,
Okmeydanı, Sütlüce ve Kasımpaşa’da on binlerce
insanı ilgilendiren dönüşüm projelerimiz ilerliyor.
Bu semtlerin dönüşümünün hangi standartlarda
yapılacağı sonuçta vatandaşlarımızın nasıl binalarda
ve nasıl bir çevrede yaşayacağına da yine bu bina
ile bir örnek oluşturmak istedik” dedi.
Restorasyonu tamamlanan 158 yıllık tarihi binanın
açılışı cumartesi günü Cumhurbaşkanı Recep Tayyip
Erdoğan tarafından yapılacak.
Arkitera, Haber: Bahar Bayhan, 14.05.2015
|
MİMARLAR HASANKEYF İÇİN SİCİL VERMEYECEK

Hükümetin yüklenici firma bulamadığı
Hasankeyf’teki Zeynel Bey Türbesi’nin taşınması
ihalesine karşı Mimarlar Odası, taşınması için
gerekli olan “Sicil Durum Belgesi”ni vermeme kararı
aldı.
AKP, Türkiye halklarının tüm tepkilerine rağmen
Ilısu Barajı’nı yaparak 12 bin yıllık tarihi geçmişe
sahip olan Hasankeyf’i sular altında bırakmakta
ısrar ediyor. Bu nedenle ihale üstüne ihale açarak
antik kent girişinde bulunan ve bin 100 ton
ağırlığında olan Zeynel Bey Türbesi’ni taşıtmak
isteyen AKP, yüklenici firma bulamıyor. 28 Mayıs
tarihinde türbenin taşınması için 3. kez ihale
açılacak. Mimarlar Odası Batman Temsilcisi Muharrem
Tüzün, Hasankeyf’i sular altında bırakacak olan
Ilısu Barajı projesine karşı olduklarını belirtti.
Barajın tamamlanma aşamasında olduğunu ve türbenin
raylı sistemle taşınmak istendiği bilgisini veren
Tüzün, bunun teknik anlamda mümkün olmadığını
belirterek, bunu raporlarla da belgelediklerini
söyledi. Tüzün, “Bu raporlar neticesinde Mimarlar
Odası olarak aldığımız karar; ihale kanunu gereği
yerli istekli olarak başvuran mimar üyemizin
anayasal zorunluluk kapsamında odamızdan Sicil Durum
Belgesi alma zorunluluğu var. Ancak biz, Türkiye’de
bulunan bütün mimar odalarına, genel merkez ve
şubeler düzeyinde sicil durum belgesi vermeme kararı
aldık” dedi.
Evrensel, Haber: Hasan Yoldaş, 14.05.2015
|
IŞİD TALANI ÖRTBAS EDİLİYOR

IŞİD militanlarının tarihi eserleri ve binlerce
yıllık tapınakları yok ettiği videoların, daha da
ciddi bir suçun örtbas edilmesi için hazırlandığı
düşünülüyor. Irak’ın kültürel mirasının
korunmasından sorumlu bir devlet kuruluşu olan
Tarihi Eser ve Kültürel Miras Kurulu başkanı Hüseyin
Raşit’e göre, IŞİD’in yayınladığı videolar aslında
tarihi eserlerin sistematik biçimde yağmalanmasını
ört bas etmek için dolaşıma sokuluyor.
Raşit’in atıfta bulunduğu, nisan ayında
yayınlanan bir videoda IŞİD militanlarının Irak’ta
bulunan antik Asur kenti Nimrud’da Asur medeniyetine
ait kanatlı boğa heykellerini balyozla
parçaladıkları ve Aşurnasirpal’in sarayını havaya
uçurdukları görülüyor.
Ancak Associated Press’e konuşan Raşit,
militanların bölgeyi havaya uçurmadan günler önce
özellikle sarayın civarında kazılar yaptığını öne
sürdü. Raşit, “bu bölgedeki tarihi eserlere ulaşmak
için önce kazı yaptıklarını, daha sonra bu olayın
üstünü örtmek için sarayı yıktıklarını düşünüyoruz”,
sözlerini kullandı.
'VERGİ' GELİRİ
IŞİD’in tarihi eser yağmacılığından ne kadar gelir
ettiği bilinmese de, gerek müzelerden çaldığı
nesnelerin doğrudan satışı üzerinden, gerekse
bulundukları bölgelerdeki alanları kazan yağmacı
çeteleri vergilendirerek muazzam bir gelir elde
ettiği düşünülüyor.
Ancak bazı uydu görüntüleri ve bölgeden aktarılan
tanıklıklar IŞİD’in kontrolü altındaki bölgelerdeki
arkeolojik alanlarda yağmacılık yaptığı kanısını
güçlendiriyor.
Irak tarihinin en önemli keşiflerinden sayılan
kraliyet ailesine ait bir tabuta ait altın mücevher
de Nimrud’da 1989 yılında bulunmuştu. Bölgede bunun
gibi başka mücevherlerin de olduğunu tahmin eden
Raşit, bu tür kalıntıların getirisinin milyonlarca
dolar değerinde olacağını öne sürüyor.
İLK ADRES TÜRKİYE
Uzmanlar IŞİD’in taşınamayacak kadar büyük olan
tarihi eserleri yok ederken, figürler, masklar,
çiviyazısı tabletleri ve çömlek gibi nesneleri
Türkiye üzerinden kaçırdıklarını düşünüyor.
Sanata Karşı İşlenen Suçları Araştırma Derneği
Başkanı Lynda Albertson’a göre, Türkiye’ye sokulan
kaçak tarihi eserler Bulgaristan ve diğer Balkan
ülkeleri üzerinden Batı Avrupa’ya taşınıyor.
İngiltere ve ABD antik eserler için en büyük Pazar
konumundayken, Çin ve Körfez ülkelerinde de zengin
koleksiyoncular ortaya çıkmaya başlamış durumda.
Sol Haber, 13.05.2015
|
"EŞSİZ MOZAİKLER" DAHA GÜZEL GÖRÜNECEK
Gaziantep
Zeugma Mozaik Müzesi'nde, eserlerin görselliğinin
artırılması amacıyla teşhir tanzim çalışması
yapılıyor.
Resmi açılışı 9
Eylül 2011'de gerçekleştirilen, 2012'de
Cumhurbaşkanlığı
Kültür ve Sanat Büyük Ödülü'ne layık görülen
müzede, ''Çingene Kızı'' ile Fırat Nehri kenarındaki
villalardan mozaikler, Mars heykeli, duvar resmi
ve Roma dönemine ait çeşmeler sergileniyor.
Yapısal kompleksi ve teknolojik yenilikleriyle de
dikkati çeken müzede, Nizip İlçesi'ndeki Zeugma Antik
Kenti'nden çıkarılan yaklaşık 2 bin
yıllık, 13 rengin uyumundan oluşan 2 bin 400
metrekare mozaik yer alıyor.
Geçen yıl 206 bin 256 kişinin ziyaret ettiği
müzede, teşhir alanının genişletilmesi ve
mozaiklerin yeni anlayışla sergilenmesi amacıyla
çalışma başlatıldı.
- ''Mozaiklerin görselliği artırılacak''
Gaziantep Müze Müdürü Tenzile Uysal, AA
muhabirine yaptığı açıklamada, Zeugma Mozaik
Müzesi'nin ziyaretçi sayısının her geçen yıl
yükseldiğini söyledi.
Mozaiklerin görselliğinin artırılması amacıyla
müzede teşhir tanzim işi başlatıldığını belirten
Uysal, ''Mozaiklerin canlandırılması,
kronolojik temanın oluşturulması ve bölgenin zengin
mozaik potansiyelinin öne çıkarılması
için çalışıyoruz'' dedi.
Arşiv odası ve restorasyon laboratuvarı da
oluşturacaklarını ifade eden Uysal, daha fazla
ziyaretçi ağırlamayı hedeflediklerini dile getirdi.
Çalışmanın, Restorasyon ve Konservasyon Bölge
Müdürlüğü ekiplerinin kontrolünde yürütüldüğünü
bildiren Uysal, ''Mozaikler restorasyon ekibince
temizlenirken, Bizans dönemi mozaikleri bölümünün
teşhiri için de kurgu çalışmaları devam ediyor''
diye konuştu.
Müzenin özellikle ''Çingene Kızı'' mozaiğiyle
ünlendiğine dikkati çeken Uysal, şunları kaydetti:
''Şehrin hatta Güneydoğu'nun simgesi haline gelen
müzemiz, 25 bini kapalı olmak üzere 30 bin
metrekarelik alanda hizmet veriyor.
Türkiye 'nin yanı sıra dünyanın dört bir
tarafından ziyaretçi ağırlayan müzeyi, açıldığı
2011'den bu yana 646 bin 797 kişi ziyaret etti.
Hedefimiz, bu sayıyı daha yukarılara taşımak.''
Radikal, Haber: Orhan Çiçek, 13.05.2015
|
KANALİZASYON ÇALIŞMASINDA LAHİT BULUNDU
Bursa'nın İnegöl
İlçesi'nde belediye ekiplerince
yapılan kanalizasyon çalışması sırasında lahit
bulundu.
Alınan bilgiye göre, Huzur Mahallesi'nde iş
makinesiyle kanalizasyon çalışması yapan
Bursa Büyükşehir Belediyesi ekipleri, toprağın
altında, üzerinde insan, tarak ve orak figürü yer
alan lahite rastladı.
Belediye çalışanlarının durumu bildirmesinin
ardından olay yerine gelen jandarma ekipleri, kepçe
yardımıyla toprak altından çıkarılan eseri Bursa
Müze Müdürlüğü yetkililerine teslim etti.
Sabah, 13.05.2015
|
|
RESTORASYONU SONA ERDİ

Antalya’nın Serik İlçesi’ndeki tarihi Aspendos
antik tiyatrosunda 2013’te başlayan restorasyon
sona erdi. Kültür ve
Turizm Bakanlığı’nın 6 milyon TL bütçe ile
başlattığı çalışmalarının ardından antik tiyatronun
kapasitesi arttı.
Antalya İl Kültür ve Turizm Müdürü İbrahim Acar,
basamakların elden geçirilerek, kırık ve tahrip
olmuş parçaların yenilendiğini, özellikle kış
aylarında tiyatronun bazı bölümlerinin sular altında
kalmasına neden olan sorunun da çözüldüğünü
açıkladı. Acar, “Güçlendirme çalışması yapılmadan
önce tiyatroya maksimum 2 bin 500 kişi
alınabiliyordu. Şimdi tüm yapı güçlendirildi.Tiyatro
tam kapasite ile kullanılabilecek. Bir rakam
veremiyorum fakat iznin ardından tiyatroya binlerce
insan alınabilecek” dedi.
Vatan, 13.05.2015
******
ASPENDOS ANTİK KENTİ
KALICI LİSTEYE HAZIRLANIYOR
UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi'ne alınan Aspendos
antik kentinin kalıcı listeye girmesi için çeşitli
çalışmalar yürütülüyor - Aspendos Antik Kenti Kazı
Başkanı Doç.Dr. Köse: - "Aspendos'un sadece
tiyatrosu bulunmuyor, özellikle bilim insanlarının
ilgisini cezbeden bir diğer yapısı su kemerleridir"
- "Bu iki yapısı ile Dünya Mirası Geçici Listesi'ne
giren Aspendos'un gerekli çalışmaların
tamamlanmasının ardından kalıcı listeye girebilmesi
için yine Bakanlık kanalıyla yeni bir başvuru daha
yapılacaktır".

Bu yıl UNESCO
Dünya Mirası Geçici Listesi'ne alınan Aspendos
antik kentinin kalıcı listeye girmesi hedefleniyor.
Antalya'nın Serik İlçesi yakınlarındaki Aspendos
antik kentinin UNESCO Dünya
Kültür Mirası Geçici Listesi'ne alınması, antik
kentin kalıcı listeye girmesi için yürütülen
çalışmalara hız verilmesini sağladı.
Aspendos Antik Kenti Kazı Başkanı ve Hacettepe
Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr.
Veli Köse başkanlığında Türk ve yabancı bilim
adamları ile öğrenciler, 2008 yılından bu yana
bölgede yüzey araştırması ve kazı
çalışmalarını sürdürüyor.
Doç.Dr. Köse, AA muhabirine yaptığı açıklamada,
kazı başkanlıkları tarafından hazırlanan, Kültür ve
Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel
Müdürlüğünce UNESCO'ya gönderilen başvuru sonucunda
Aspendos antik kentinin Dünya Mirası Geçici
Listesi'ne girdiğini söyledi.
Kentin en göze çarpan yapısı durumundaki Aspendos
Antik Tiyatrosu'nun
Türkiye 'de en iyi korunmuş antik tiyatro
olduğunu vurgulayan Köse, dünyanın da iyi korunmuş
sayılı tiyatroları arasında bulunduğunu kaydetti.
- Önemli yapıları, antik tiyatro ile su kemerleri
Antik tiyatronun dünyada caveası (oturma yerleri)
ve sahne binası bütün olarak yapılmış ender Roma
tiyatroları arasında yer aldığını dile getiren Köse,
şunları söyledi:
"Aspendos'un sadece tiyatrosu bulunmuyor,
özellikle bilim insanlarının ilgisini cezbeden bir
diğer yapısı su kemerleridir. Su kemerlerinin iyi
korunmuş vaziyetinin yanında halen ayakta duran,
suyun debisini ayarlayan iki sifonuyla son derece
önemlidir. Bu iki yapısı ile Dünya Mirası Geçici
Listesi'ne giren Aspendos'un, gerekli çalışmaların
kazı başkanlığımızca tamamlanmasının ardından kalıcı
listeye girebilmesi için yine Bakanlık
kanalıyla yeni bir başvuru daha yapılacaktır."
- "Kalıcı listeye girmek için alan yönetim planı
oluşturulmalı"
Listeye kalıcı olarak alınmak için arkeolojik
sitlerin alan yönetim planının hazırlanmasının
UNESCO'nun önemli koşulları arasında bulunduğuna
işaret eden Köse, bu kapsamda Aspendos için alan
yönetim planı hazırlandığını söyledi.
Alan yönetimini de içine alan çalışmalara 2013
yılında başlandığını, "Aspendos Sürdürülebilir
Gelişim ve Alan Yönetimi Projesi" kapsamında
önerilen çalışmaların iki aşamada hayata
geçirilmesinin planlandığını bildiren Köse, ilk
aşamada çevre düzenleme projesi kapsamında yeni bir
karşılama merkezi tasarımı ve otopark alanı
oluşturulacağını belirtti.
Yönlendirme ve bilgi tabelalarının yenilenmesi,
gezi güzergah ve yürüme yollarının yapımı, kazı,
bekçi evi ile laboratuvar ve kazı depoları
tasarımlarının da hazırlandığına dikkati çeken Köse,
şöyle konuştu:
"Projelerin Antalya Koruma Kurulunca
onaylanmasının ardından önümüzdeki aylarda hayata
geçirilmesi planlanıyor. Tasarım ve planları yine
Aspendos Kazı Başkanlığı tarafından hazırlanan
projenin uygulaması ise Kültür ve Turizm
Bakanlığınca yapılacak. İlerleyen aşamalarda
ziyaretçilerin Aspendos'u daha iyi tanımaları, daha
bilinçli ziyaretlerini değerlendirmeleri
amacıyla kent için antik dönemde büyük önemi olan
Köprüçay (Eurymedon) Nehri'ni de içine alacak
şekilde yeni düzenlemeler yapılmasını amaçlıyoruz.
Kent etrafında yaşayan yerel halkın sosyoekonomik
getirilerden faydalanması ve ziyaretçilerin daha iyi
tanımaları hedeflerimiz arasında bulunuyor."
Köse, UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne kalıcı
üyelik sağlanmasının projenin temel amaçları
arasında olduğunu ifade ederek, "
Bugün dünya genelinde bin 7 kültürel ve doğal
varlık listede yer alıyor. Son yıllarda başvurularda
kazanılan ivme sonucunda Türkiye, 13 kültürel ve
doğal mirasıyla temsil edilmektedir. Hazırladığımız
projelerin ardından Aspendos da listedeki kalıcı
yerini en yakın zamanda alacaktır" dedi.
- Aspendos Antik Kenti
Milattan önce 10. yüzyılda Akalar tarafından
kurulan Aspendos kenti, biri büyük, biri küçük iki
tepe üzerine kurulu. Milattan sonra 2. yüzyılda Romalılar tarafından
inşa edilen Aspendos antik tiyatrosu,
günümüzde konserler ve etkinliklerde kullanılıyor.
Radikal, Haber: Hüseyin Kanber, 16.05.2015
|
PERA, 10. YILINI İKİ SERGİYLE KUTLUYOR

'Portreler’ Sergisinde, Frank Sinatra, Dean Martin,
Sammy Devis’in fotoğraflarıyla birlikte Grayson
Perry'nin "Varoluşsal Boşluk" isimli vazosu da var.
Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi, kuruluşunun
10. yılını bugün açılan iki sergiyle kutluyor.
Çağdaş sanatın sıra dışı isimlerinden Grayson Perry
ile Winston Churchill’den Marilyn Monroe’ya kadar
pek çok ünlü ismi fotoğraflayan Cecil Beaton’ın
kareleri Türkiye’de ilk kez sergileniyor.
Suna ve İnan Kıraç
Vakfı
Pera Müzesi, kuruluşunun 10. yılını bugün açılan
iki sergiyle kutluyor. Sergilerle ilgili Pera
Müzesi’nde dün bir basın toplantısı düzenlendi. Suna
ve İnan Kıraç Vakfı Genel Müdürü Özalp Birol,
British Council Görsel
Sanatlar Direktörü Emma Dexter, Sotheby
İstanbul Ofisi Direktörü Oya Delahaye, Londra
National Portrait Gallery Fotoğraf Danışmanı Terence
Pepper’in katıldığı toplantıda, günümüz çağdaş
sanatının yaşayan sıra dışı isimlerinden Grayson
Perry’nin “Küçük Farklılıklar” sergisi ile ünlü
portre fotoğrafçısı ve Oscar ödüllü kostüm
tasarımcısı Cecil Beaton’ın “Portreler” sergisi
hakkında bilgi verildi.
Pera Müzesi ve British Council işbirliğiyle
düzenlenen “Küçük Farklılıklar” sergisinde Turner ve
BAFTA ödüllü sanatçı Grayson Perry’nin seramik, halı
ve baskı işlerinin yanı sıra British Council
Koleksiyonu’ndaki 6 halıdan oluşan eser serisi
“Küçük Farklılıkların Kibri” de yer alıyor. Sergi,
Perry’nin, modern insanın açmazlarını anlattığı
Hiçbir Yerin Haritası, Kafeste Kavga Edenlerin
Secdesi, Numaralı Cennet Sokağı’ndan Kovulma,
Otoparkta Istırap, Varoluşsal Boşluk gibi
eserleriyle ve sanatçının yanından ayırmadığı
oyuncak ayısı Alan Measles ile izleyiciyi
buluşturuyor.
Sotheby’s işbirliği ile düzenlenen “Portreler”
sergisi ise Terence Pepper küratörlüğünde
gerçekleştiriliyor. Cecil Beaton’ın 1920’lerden
1970’lere kadar fotoğrafladığı film yıldızı, yazar,
sanatçı, kraliyet mensupları ve entelektüellerin
portrelerine odaklanan sergi, 100 binden fazla
negatif, 9 bin vintage baskı ve 42 küpür albümü
içeriyor.
Beaton, özellikle 1927-1956 tarihleri arasında
Vogue dergisi için hazırladığı kapaklarıyla
hatırlanıyor. Barbra Streisand, Audrey Hepburn,
Frank Sinatra, Dean Martin, Marilyn Monroe
fotoğrafladığı isimler arasında. II. Dünya Savaşı
sırasında Winston Churchill’i ofisinde gösteren
fotoğrafı ve yine aynı tarihlerde Life dergisine
kapak olan, üç yaşında bombayla yaralanmış Eileen
Dunne’in portresi de çalışmaları arasında yer
alıyor. Sergiler 26 Tem-muz’a kadar görülebilir.
Zaman, 13.05.2015
|
|
ŞEHZADEDEN SONRA ŞİMDİ DE VEYSEL
Amasya’daki şehzade heykeline yapılan saldırının
ardından, bu kez de Avcılar’daki Aşık Veysel
heykelindeki sazı kırdılar.
Avcılar Belediyesi, otopark olarak kullanılan
alanı ‘Kültürpark’ olarak yeniden düzenledi ve her
biri alanlarında önemli 10 ismi genç nesillere
tanıtmak için için heykellerini yaptırdı. Dün
Sabah parktan geçenler
Aşık Veysel’in elindeki sazın sapının
kırıldığını görünce şaşırdı. Belediye, heykelin en
kısa sürede onarılacağını açıkladı.
Milliyet, 13.05.2015
|
GALATAPORT İTİRAZI

Galataport projesinin imar planlarını 2012’de
onaylayan Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun kararına
açılan davada bilirkişiden projenin iptaline yol
açabilecek bir rapor geldi. Mimarlar Odası, Şehir
Plancıları Odası ve İnşaat Mühendisleri Odası’nın
Danıştay 6. Dairesi’nde açtığı davada bilirkişi,
planları kamu yararına aykırı buldu.
Raporda kıyının kamuya kapatıldığı, Beyoğlu kentsel
sit alanında yer alan projenin planlarının ‘koruma’
vasfı taşımadığı, Tarihi Tophane Meydanı ve tescilli
Karaköy rıhtımında Koruma Kurulu kararlarının
çiğnendiği; planın İstanbul’un anayasası kabul
edilen Çevre Düzeni Planı hükümleriyle uyumsuz
olduğu vurgulandı. İnşaat Mühendisleri Odası Avukatı
Taner Savaş, bilirkişi raporunun ardından davanın
planların iptaliyle sonuçlanması gerektiğini
belirtti. İşte bilirkişinin Galataport projesine
ilişkin itirazları:
1. ÇEVRE DÜZENİ PLANI'NDA 'ÖZELLEŞTİRME'
HEDEFİ YOK:
Bilirkişi, Salıpazarı Kruvaziyer Limanı hakkında
Çevre Düzeni Planı’nda doğrudan bir plan hedefi
bulunmadığına dikkat çekti. Çevre Düzeni Planı’nda
liman yatırımlarının bütünlüklü olarak ele alınması
vurgusu yapıldığını ve bir kitle turizmi olan
kruvaziyer turizmin ön plana çıkarılmadığını
belirtti. Çevre Düzeni Planı’nda yer alan “kentin
turizm potansiyelinin çevreye, topluma ve kültürel
varlıklara zarar vermeden geliştirilmesi” vurgusuna
dikkat çeken bilirkişi, bu kriterlere uyulması
uyarısı yaptı. Özelleştirmenin plan hedeflerinde yer
almadığı belirtildi.
2. TOPHANE 'MEYDAN' OLARAK DÜZENLENMEDİ:
Galataport projesi 1993’te İstanbul 1 No’lu Koruma
Kurulu tarafından ilan edilen Beyoğlu kentsel sit
alanında yer alıyor. Ancak bilirkişi, proje için
hazırlanan planların 2863 sayılı Koruma Kanunu’na
göre ‘koruma amaçlı imar planı’ koşullarına aykırı
olduğunu tespit etti. İstanbul 2 No’lu Koruma
Kurulu’nun projeyle ilgili 2012’de aldığı kararda,
Tarihi Tophane Meydanı’na özgün karakterinin yeniden
kazandırılması gerektiği vurgusu vardı. Kurul
kararında Tophane Meydanı için “Osmanlı anıtları ile
bezenmiş ‘denize açık meydan’ özelliği ile Osmanlı
mimarlığının bir açık müzesi niteliğindedir”
deniyordu. Galataport planlarında ise kurulun bu
vurgusu dikkate alınmayarak bu alana kamusal, açık
alan kullanımı olarak belirlenmiş ‘meydan’ işlevi
değil; ‘rekreasyon alanı’ işlevi verildi. Bilirkişi
planların kurul kararına aykırı olduğunu
belirtirken, ‘koruma amaçlı plan’ vasfını
taşımadığını vurguladı.
3. KIYIYA 'KRUVAZİYER LİMAN' KAMU YARARINA
AYKIRI:
Raporda, kıyı şeridinin 1 km boyunca kruvaziyer
liman alanı olarak planlanmasıyla kıyının tümüyle
kamuya kapalı hale getirileceği belirtildi.
Özelleştirmeye konu edilen alanlarda kamu yararının
sağlanmasının titizlikle değerlendirilmesi
gerektiği, ancak kamu yararının sağlanmasına yönelik
karar alınmadığı belirtildi.
4. DOLGU TESCİLLİ RIHTIMI KAPATACAK:
Galataport proje alanında kültür varlığı olarak
tescillenmiş Karaköy yolcu salonu, Çinili Han, Paket
Postanesi, TDİ Genel Müdürlüğü yapılarının toplam
inşaat alanlarının planda belirlenmediği
belirtildi. Bilirkişi, Karaköy rıhtımına yapılacak
dolgunun tescilli rıhtımı kapatacağını ve 2 No’lu
Koruma Kurulu kararına aykırı olduğuna da dikkat
çekti.
Birgün, Haber: Olgu Kundakçı, 13.05.2015
|
AŞIK VEYSEL'DEN BEDRİ RAHMİ'YE: BU ARZUMU
YAPARSANIZ...
İş Sanat
Kibele Galerisi'nde açılan 'Bedri Rahmi Eyüboğlu ve
Çağdaşlarından Mektuplar-Biz Mektup Yazardık'
sergisi ve İş Bankası Kültür Yayınları'ndan çıkan
kitap, ünlü ressam ve şairin özel arşivinden
mektupları ilk kez gün yüzüne çıkarıyor. Bedri
Rahmi'yle dostluğu hiç kopmayan sanatçılardan biri
de Aşık Veysel. 1952'de Bedri Rahmi'ye yazdığı
mektupta Aşık Veysel'in bir isteği var... İşte o
mektup...
Sivrialan, 08 Ekim 1952
Sayın Bedri Bey,
Parayı aldım. Mektup yazamadığımın sebebi elimden
gelmeyişidir. Filmciler köyden kırgın ayrılmışlar
diye yazıyorsunuz. Ben elimden geleni yaptım. Sonra
bir
para meselesiyle Ali İzzet’in filmde yer alma
meselesi oldu. Tabii ben buna razı olmadım.
Arkadaşlar benden memnun olarak ayrıldılar
sanıyorum. Tabii size niçin kırıldıklarının sebebini
anlatmışlardır. Sebahattin Bey İsviçre’den geldi mi?
Geldiyse selamlarımı söyleyin. Yaşar Kemal Bahri
muhite mi karıştı. Eğer meydana sağ olarak çıkmış
ise selamlarımı söyleyin. Beybabamın ve annemin
ellerinden öperim. Eren Hanım’a ve size sonsuz
selamlar yollar, şu arzumun yerine getirilmesini
candan arzu ederim.
Köyümüzde başöğretmen olan Mustafa Kamil Doğanay da
benim bir parçamdır. Filmciler geldiğinde izinde
bulunuyordu. Şimdi ise 3 adet resim yolluyorum,
mümkünse filmin münasip bir yerine konulması...
sonra, kendisini çok severim. Birinci resim yalnız
kendine ait, ikinci resim öğrencileri ve
öğretmenleri, üçüncü resim de Mustafa Bey;
ortadadır. Bu arzumu yaparsanız beni çok memnun
edersiniz. Tekrar selam ederim. Küçük Veysel de
bütün tanıdıklara selamlar yollar. Bu resimlerin
kabul edilip edilmeyeceğine dair cevap beklerim.
Aşık Veysel Şatıroğlu

AŞIK VEYSEL 1894-1973
Veysel Şatıroğlu Sivas Şarkışla’da bir çiftçinin
çocuğu olarak doğdu. Yedi yaşında geçirdiği çiçek
hastalığının etkisiyle gözlerini kaybetti. Babasının
oyalanması için aldığı saza tutkuyla bağlandı ve
köylerine gelen aşıkları dinleyerek bu duyarlıkla
yetişti. 1920’de anne-babasını kaybedince ağabeyi ve
onun ailesiyle kalakaldı. 1931’de aşık olarak
tanınmaya başladı ve 1933 yılının 29 Ekim’inde
yürüyerek gittiği Ankara’da ilk şiirlerini halka
okudu. Yurdu dolaşmaya ve gittiği yerlerde sazıyla
sözünü aktarmaya başladı. Arifiye, Hasanoğlan
(1943-1944) ile Çiftçiler Köy Enstitüleri’nde Türk
halk müziği öğretmenliği yaptı. Hasanoğlan’da
tanıştığı Sabahattin Eyüboğlu ile olan dostluğu hiç
kopmadı. Sık sık Eyüboğluların meclisine davet
edildi. Bütün şiirleri Ümit Yaşar Oğuzcan tarafından
derlenip yayınlandı.
Radikal, 12.05.2015
|
"HATAY MÜZESİ'Nİ GÖZBEBEĞİMİZ GİBİ KORUYORUZ"

Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşarı
Prof.Dr.
Ahmet Haluk Dursun, Atatürk Üniversitesi'nin
düzenlediği sempozyumda yaptığı konuşmada, Hatay
Mozaik Müzesi'nde restorasyonu yapılan İsis Mozaiği
konusunda, "Hatay Mozaik Müzesi'nde son derece
önemli bir üzüntü yaşadık. Birisi o mozaiklere bir
taş attı, biz 40 akıllı o taşı çıkarmaya
çalışıyoruz. Yani bir bilimsel çalışma, bir bilimsel
merkez, bu kadar çabuk, bu kadar politik ve bu kadar
ön yargılı yıpratılmamalı. Şu anda dünyanın en
önemli mozaik müzelerinden biri olan Hatay müzesini
göz bebeğimiz gibi koruyoruz" dedi.
Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri
Merkezi'nde 15 Mayıs gününe kadar devam edecek
37'nci Uluslararası Kazı, Araştırma ve Arkeometri
Sempozyumu'nda konuşan Kültür ve Turizm Bakanlığı
Müsteşarı Prof.Dr. Ahmet Haluk Dursun, son günlerde
tartışılan Hatay Müzesi'nde restorasyonu yapılan İsis
Mozaiği ile ilgili olarak bizzat yerinde incelemede
bulunduğunu kaydetti. Mozaiklerde tahribat
oluşmadığına vurgu yapan Müsteşar Prof.Dr. Dursun,
fotoğrafların üzerinde oynama yapıldığına işaret
ederek, şunları söyledi:
"Hatay Mozaik Müzesi'nde son dönemde son derece
önemli bir üzüntü yaşadık. Birisi o mozaiklere bir
taş attı, kuyu yerine. Bir taş attı biz 40 akıllı
kişi o taşı çıkarmaya çalışıyoruz. Bir bilimsel
çalışma, bir bilimsel merkez bu kadar çabuk bu kadar
politik ve bu kadar ön yargılı yıpratılmamalı. Şu
anda dünyanın en önemli mozaik müzesinden biri Hatay
müzesi. Bizim göz bebeğimiz gibi koruduğumuz
müzedir. Şu grup kaç günden beri oradayız.
Mozaiklerin restorasyonu konusunda elimizden gelen
her türlü gayreti gösteriyoruz. Türkiye'de bazı
şeyleri görmezlikten gelmek yahut politik
eğilimlerle küçümsemek bizim bilimsel buradaki
platformumuza büyük bir zarardır. Antakya Hatay
müzesi de bu bakımdan özenle, ihtimamla, bilimsel
hususiyetini ve oradaki zenginliğini korumaktadır.
Hiçbir şekilde bir zarar görmemiştir, bundan sonra
da görmeyecek. Bütün bu Anadolu coğrafyasını, bizim
geçmişten emanet aldığımız ve geleceğe aktarmak
zorunda olduğumuz bir potansiyel olarak görüyoruz.
Aidiyetiyle ilgili herhangi bir ön yargımız,
herhangi bir kompleksimiz yoktur. Biz büyük bir
milletiz, büyük bir medeniyet kuran devletiz. Bu
açıdan bu şekilde değerlendiriyoruz. O kadar ki
geçmiş yıllardan beri en büyük ödeneklerimiz Ani
(Kars) araştırmalarına verildi. Ve Ani'den çıkacak
olan kazılarda Selçuklu'ymuş yani Türk kökenliymiş
yahut Ermeni asıllıymış bu bizi hiçbir şekilde
gocundurmadı ve ilgilendirmedi. Bunlar bize
emanettir ve aynı şekilde biz bunlara sahip çıktık."
Başta Akdamar olmak üzere 11 Ermeni kilisesini bu
yıl restore edeceklerini ifade eden Müsteşar
Prof.Dr. Dursun, Ermenistan'a da Osmanlı'ya ait kitabeli
bir çeşmeyi restore etmek istediklerini
ilettiklerini, ancak yanıt alamadıklarını söyledi.
Avrupa'daki başkentler içinde sadece Atina'da açık
cami olmadığını işaret eden Müsteşar Prof.Dr.
Dursun, "Yüzlerce yıl bizim egemenliğimizde kalan
Atina başkent olmasına rağmen açık tek cami yoktur.
Birçoğu ortadan kaldırılmıştır. Ayakta olan 2 cami
vardır ama ikisi de depodur" diye konuştu.
Gerçek Gündem, Haber: Kerim Burucu/DHA,
12.05.2015
******
RESTORASYONDA SÖZ
SAVUNMANIN: MİLİM ŞAŞMADI!
Hatay Müzesi'nde mozaiklerin restorasyonu
tartışılmaya devam ediyor. Restorasyonu yapan ekibin
başındaki Dr. Celal Küçük, 'Bu mozaikte yaklaşık 10
bin tessera (küçük taş) var. Tesseraları bir milim
oynatsanız mozaiğin bütünü de büyür. Restorasyon
sonrasında da bu ölçüler aynı. Eğer yüz basına
yansıyan fotoğraf gibi yayılmış olsa bu ölçüleri
tutturmanız mümkün değil" dedi.

Hatay Arkeoloji Müzesi’nde bulunan Roma dönemine
ait mozaiklerin restorasyon sırasında değişeme
uğradığı öne sürülmüş, basına yansıyan olay geçen
hafta büyük tartışmalara neden olmuştu.
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın izniyle müze
kapılarını açtı. Restorasyonu yapan ekibin başındaki
Dr. Celal Küçük ile mozaiklerin yanında iddiaları
konuştuk.
İsis Mozaiğine her açıdan baktık.
Mozaiğin yüzünde bir deformasyon görünmüyor. Arşiv
görüntüleri ve restorasyonun tüm aşamalarını
kaydedildiği dosyaları inceledik. Kamuoyuna yansıyan
fotoğrafta yüzdeki büyümenin nasıl olabileceğini
Celal Küçük’e sorduk. Küçük, basına yansıyan
fotoğraftaki gibi figürün yayılması halinde mozaiğin
bütününün de büyümüş olması gerekeceğini belirterek
şöyle konuştu; ‘’Bu mozaikte yaklaşık 10 bin tessera
(Küçük taş) var. Tesseraları bir milim oynatsanız
mozaiğin bütünü de büyür. Biz restorasyon öncesinde
ölçülerini ve fotoğraflarını çekiyoruz. Bakın İsis
mozaiğinin eni 2.30 metre boyu 1.36 metre.
Restorasyon sonrasında da bu ölçüler aynı. Eğer yüz
basına yansıyan fotoğraf gibi yayılmış olsa bu
ölçüleri tutturmanız mümkün değil.’’
Yine en çok tartışılan mozaiklerden biri de Talasa
Moziği üzerindeki çocuk figürüydü. Onun üzerinde de
deformasyon olduğu yönünde iddialar vardı. Celal
Küçük, ‘’Talasa Mozaiğindeki çocuk figürünün ilk
kaldırıldığı 1932 ve 1939 arasındaki yıllarda mozaik
kesilirken dönemin yöntemi ile bazı tesseralar
kırılmış. Eksikleri eski görüntülerden tespit ettik.
Restorasyon sırasında orjinaline sadık kalarak o
tesseraları tamamladık. Renk değişikliği ise
üzerindeki verniği temizlememizden kaynaklı’’ dedi.
Mozaiklerin restorasyon şekli de basında tartışma
yaratmıştı.
Dünya da mozaiklerin masa üzerinde restore
edildiği, biz de ise yerde yapıldığı gündeme
gelmişti. Küçük bu iddiaları da şöyle cevapladı:
‘’Basına yansıyan Louvre Müzesi’nde masa üzerinde
restorasyon fotoğrafı öncelikle restorasyon değil,
eksik olan bölümlerde renklendirme, rötuş çalışması.
Mozaik restorasyonu tüm dünyada yerde yapılır. 400
metrekare mozik nasıl masa üzerine çıkarılsın.
Üstelik masa üzerinde titreşimden kaynaklı
bozulmalar meydana gelir. Mozaik restorasyonu yerde
yapılır ve biz bilimsel tüm toplantılarda bu
fotoğrafları göstererek alkış alıyoruz.’’
Celal
Küçük'ün cevaplamak istemediği tek soru kim
restorasyonu kötü göstermek istiyor sorusu. Bunu
kendisi de bilmiyor. Ancak tartışmanın olmasını
arkeolojiye ve eski esere olan ilgini olması
yönünden sevinçle karşılıyor. Ancak Kültür ve Turizm
Bakanlığı bu sorunun cevabını bulmalı. Çünkü ben
yerinde incelediğim ve restorayon için her aşamasını
gördüğüm mozaikler üzerinde bir deformasyon yok. O
halde basına yansıyan fotoğraf üzerinde oynama var.
Birilerinin bu müzede bir çıkarı var ama bakalım
kim çıkacak? Asla bunu kamuoyuna yansıtan taş ustası
ve yerel
gazeteci meslektaşım bu sorunun cevabı değil.
Çünkü belli ki onlar mozaiklerin bozulmasına canı
yandığı için bu tavrı gösterdiler. Onları da bu
konuda yanıltan birileri var.
Radikal, Haber:
Ömer Erbil, 14.05.2015
|
HIFZI TOPUZ'UN MÜZELİK BİRİKİMİ SATILIYOR

Afrika ve Dünya maskları koleksiyonuna göz bebeği
gibi bakan duayen gazeteci, araştırmacı ve yazar
Hıfzı Topuz’un yıllarca, adeta kültürel bir şarap
mahzenini andıran evinde demlediği büyük tablo
koleksiyonu, Alif Art Müzayede’nin 24 Mayıs’ta
yapacağı mezat ile, yeni sahipleriyle buluşacak.
Aralarında Fahr’el Nissa Zeid, Bedri Rahmi Eyüboğlu,
Fikret Mualla ve Abidin Dino gibi bir çok sanatçı
dostundan zaman içerisinde edindiği nice eşsiz
yapıtın satışı üzerine Cumhuriyet’e değerlendirme
yapan Topuz, “resimlerin bir çoğunun kendisine
hediye olmakla birlikte, evindeki yoğunluk nedeniyle
yaptığı bir tasfiye ile bu kararı almak durumunda
olduğunu aktarıyor. Topuz ayrıca müzayede sırasında,
satıştan ötürü duyduğu üzüntü sebebiyle acı duyduğu
için İstanbul’da bulunmayacağını söylüyor. Yazar
Topuz’a göre ayrıca, müzayedede, sanatçı Fikret
Mualla’nın kendisine ‘iki şişe şarap’ karşılığında
verdiği bir resim ile, ressamlar Eyüboğlu ve Zeid’in
ilk dönemini yansıtan nadide resimler de bulunuyor.”
Katalogda bunun dışında, Nejad Melih Devrim, Avni
Arbaş, Utku Varlık, Erol Akyavaş, Avni Arbaş, Orhan
Peker, Burhan Uygur ve Cihat Burak’ın da orijinal
çalışmaları bulunuyor.
Cumhuriyet, 12.05.2015
|
KLİMT TABLOSUNUN ARDINDAKİ SIR

Dünyaca ünlü ressam
Gustav Klimt'in "Portrait of Adele Bloch-Bauer
I" isimli tablosunun ardında yatan hikaye
beyazperdeye uyarlandı.
Tablonun bir filme
konu olması, yapılışı ya da Klimt'in çalışma süreci
değil, tablonun gerçek sahibinin, yıllar sonra aile
mirasını korumak adına girdiği mücadele...
Maria Altmann 80 yaşındayken
Avusturya Hükümeti ile yasal bir mücadeleye
girdi, amacı
Holokost zamanında Naziler tarafından yağmalanan
eşyalar arasında ailesine ait eşyalardan biri olan
Klimt tablosunu geri almaktı.

Altmann, o dönem
yaşanan kaosun mağdurlarından biri olarak aile
üyelerinin pek çoğunu, vedalaşamadan kaybeden
binlerce insandan biri. Terk etmek zorunda
kaldıkları evlerindeki eşyalara Naziler tarafından
el koyulmuş, Altmann da yıllar sonra aile yadigarı
eşyaları saklayabilmek için kolları sıvamıştı.
Altmann'ın amcası
Ferdinand Bloch-Bauer'e ait olan Klimt tablosu,
Avusturya'nın Alman işgalinden sonra devlet
hazinesine aktarılmış ve Viyana'da bulunan Belvedere
Galerisi'nda sergilenmeye başlamıştı. Bu galeride
eser 'Altın Kadın' adını almış ve Altman'ın
amcasının eşi Adele'in portresi Yahudi miraslarından
biri olarak sergilenmeye başlamıştı.
Yaşamını Los
Angeles'ta sürdürmekte olan Maria Altmann, 1990'lı
yılların sonuna doğru yasal sürece başvurmaya karar
verdi. Öncelikle kendisine bir avukat bulması
gerekiyordu; Avusturyalı besteci Arnold Schoenberg
arkadaşıydı ve Schoenberg'in torunu E. Randol
Schoenberg avukatlık yapmaktaydı. Kendisini temsil
etmesi için onunla konuştu.
Altmann'ın yasal süreç
başlatmasının ardından Viyana'da bulunan ve 'Altın
Kadın' adını almış olan Klimt tablosu, Avusturya'nın
Mona Lisa'sı olarak anılmaya başlamıştı bile...
Altmann'ın bu sürece girme sebebi ise ne maddi çıkar
ne de intikamdı, yalnızca ailesine ait olan bir
tabloyu geri alabilmek istiyordu, bunu, kaybettiği
ailesinden kalan tek yadigar olarak gördüğü için de
davaya hırsla sarılmıştı.
Sonunda dava
kazanıldı, 2006 yılında tablo ait olduğu kişiye
verildi. 2006 yılında gerçekleşen zaferin ardından
Altmann tabloyu New York'ta bulunan bir sanat
galerisine 135 milyon dolar karşılığında sattı, bu
satış, bir tabloya ödenen en yüksek bedel olarak da
tarihe geçti.
Ancak Altmann satıştan
kazandığı para ile birşey yapmayı düşünmüyordu, çok
yaşlandığı için kendisine evde rahat bakım
sağlayabilecek hizmet almış ve yeni bir bulaşık
makinesi satın almıştı. Altmann 2011'in Şubat ayında
hayata veda etti.
Tablo için verdiği
mücadele daha önce belgesel haline getirilen kadın,
beyazperdeye de ilham oldu. Simon Curtis, Altmann'In
mücadelesi ile beraber Holokost mağdurlarının
hikayesini 'Woman in Gold' (Altın Kadın) isimli bir
filme dönüştürdü.

Filmde Maria Altmann'ı
deneyimli oyuncu
Helen Mirren canlandırırken, avukatı rolünde
Ryan Reynolds'ı izliyoruz. Kadroda Katie Holmes,
Frances Fisher, Charles Dance gibi deneyimli isimler
de var.
Film, 10 Nisan 2015'te
Amerika'da gösterime girdiğinde büyük ilgi topladı.
Habertürk Haber: Gözde S. Kadıoğlu, 12.05.2015
|
TELEFONDAN SONRA KILIÇ DA GİTTİ
Osmanlı
İmparatorluğu döneminde birçok padişah
yetiştirdiği için ‘Şehzadeler Şehri’ olarak
anılan Amasya Belediyesi’nce Yeşilırmak kenarına
önceki gün yerleştirilen, bir elinde kılıç,
diğerinde cep telefonu ile ‘selfie’ (özçekim)
çeken Osmanlı şehzadesi heykeline, ikinci bir
saldırı yapıldı.
Konulduğu önceki
gün heykelin telefon kısmının saldırı sonucu
kırılmasının ardından, dün de kimliği belirsiz
saldırgan ya da saldırganlar, kılıcı kırdı.
Amasya Belediyesi olayla ilgili savcılığa suç
duyurusunda bulundu.
Hürriyet, 12.05.2015
|
|
VAN GOGH'UN 'ÇİÇEKLER'İ 125 YIL SONRA BİR ARADA
Ünlü Hollandalı ressam Van Gogh'un güller ve
zambakları konu alan çiçekler serisinden 4 eseri,
125 yıl sonra ilk defa New York'taki Metropolitan
Müzesi'nde düzenlenen sergide bir araya geldi.

Metropolitan Müzesi'ndeki "Van Gogh: Zambaklar ve
Güller" adlı sergide ünlü ressamın
Fransa'da 1890 yılında ölümünden bir kaç ay önce
yaptığı tuval üzerine yağlı boya eserler
sergileniyor.
Serginin en önemli özelliğini, Van Gogh'un bahar
çiçeklerine olan tutkusunu tuvale döktüğü 4 eserinin
125 yıl sonra ilk defa bir arada yer alması
oluşturuyor. Sergide yer alan eserlerden ikisi
müzenin kendi koleksiyonunda bulunurken, diğer iki
eserden biri
Washington'daki National Gallery of Art
Müzesi'nden ve diğeri de Hollanda'daki Van Gogh
Müzesi'nden getirildi.
Sergi, Van Gogh'un Fransa'nın güneyindeki Arles'den
Saint-Remy kasabasındaki akıl hastanesine geçtiği
dönemde yaptığı 4 yağlı boya resimden oluşuyor.

Sergiyle ilgili açıklamada bulunan Metropolitan
Müzesi Avrupa Resmi bölümü küratörlerinden Susan
Alyson Stein, tam 125 yıl önce bugün Van Gogh'un 11
Mayıs 1890 yılında akıl hastanesinde kaldığı sürede
kardeşi Theo'ya gönderdiği iyileşmekte olduğuna dair
mesajında, iki zambak eserinden bahsettiğini ve 13
Mayıs'ta ise kardeşi Theo'ya ikinci eserini de
bitirdiğini yazdığını kaydetti.
Resimleri dünyanın en tanınmış ve pahalı eserleri
arasında bulunan ve izlenimci sonrası dönemin en
önemli ressamı olarak kabul edilen Van Gogh, 1890
yılında Fransa'nın Auvers-sur-Oise kentinde
yoksulluk içinde hayata veda etmişti.
Sergi, 16 Ağustos tarihine kadar görülebilecek.
Hürriyet, 12.05.2015
|
PICASSO'NUN 'CEZAYİRLİ KADINLAR' TABLOSU REKOR
FİYATA SATILDI

İspanyol
ressam Pablo Picasso'nun "Les femmes d'Alger,
Version O" (Cezayirli Kadınlar, Versiyon O)
tablosu, 179.3 milyon dolara (yaklaşık 483
milyon TL) satılarak müzayede rekoru kırdı.
Müzayedede Giacometti'nin heykeli de 141.3
milyon dolara (380 milyon TL) satılarak rekor
kırdı. İki eser için verilen toplam rakam ise
yaklaşık 860 milyon TL...
1955 tarihli
tablo, New York'taki Christie's Müzayede
Evi'nden adının gizli kalmasını isteyen bir
alıcıya telefonla satıldı.
Çıplak cariyelerin kübist bir bakış açısıyla
tasviri olan tablo, İspanyol ressamın 1954-1955
yılları arasında A'dan O'ya kadar sıraladığı
15'lik bir serinin parçası.
Picasso bu satışla İngiliz ressam Francis
Bacon'ın "Three Studies of Lucian Freud" (Lucian
Freud'un Üç Taslağı) adlı eserininin rekorunu
kırdı. Bacon'ın eseri 2013 yılında 142.4 milyon
dolara (383 milyon TL) alıcı bulmuştu.
Müzayede heykel alanında da bir rekora imza
atıldı. İsviçreli heykeltıraş Alberto Giacometti'nin
"Pointing Man" adlı gerçek boyutlu eseri, 141.3
milyon dolara (360 milyon TL) satılarak en pahalı
heykel oldu.
Hürriyet, 12.05.2015
|
"MYRLEİA" KATİLİ AVM'CİLERE KÖTÜ HABER

Bursa’nın Mudanya İlçesi’nde bulunan Myrleia
antik kentin 1503 ada 19. Parseli üzerine Tesco Kipa
Kitle Pazarlama Ticaret ve Gıda sanayi A.Ş.’nin
yapmak istediği alışveriş merkezi projesine ilk kez
5 Eylül 2012 tarihinde Bursa Kültür Varlıklarını
Koruma Bölge Kurulu tarafından onay verildi. Ancak
Mudanya Belediyesinin talebi üzerine proje revize
edilerek bir kez daha Kurula sunuldu. Koruma Kurulu
Antik kentin AVM’nin alt katında sergilenmesini ön
gören revize edilmiş projeye 19 Ekim 2012 tarihinde
bir daha onay verdi. Bu duruma itiraz eden bölge
halkı Kurul üyeleri hakkında suç duyurusunda
bulununca Kültür ve Turizm Bakanlığı Personel Daire
Başkanlığı’na bağlı bir müfettiş antik kent üzeri
AVM ile ilgili inceleme başlattı.
BAKANLIK MÜFETTİŞLERİ: KURUL GÖREVİNİ
KÖTÜYE KULLANDI
İnceleme sonucunda müfettiş tarafından bir
rapor hazırlanarak Kültür ve Turizm Bakanlığı’na
iletildi. Koruma Kurulu’nun 5 Eylül 2012 tarihi ile
19 Ekim 2012 tarihinde aldığı kararlarda yetkisini
aştığı belirtilen raporda, Koruma Kurulu’nun antik
kent üstü AVM projesine onay vererek görevini kötüye
kullandığı ifade edildi. Raporu dikkate alan Kültür
ve Turizm Bakanlığı Müsteşarlığı ‘4483 sayılı
Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması
Hakkında Kanun’un 3/d, 6 ve 9. Maddesi’ uyarınca
Kurul üyeleri hakkında soruşturma izni verdi.
Ardından Bursa 1. Asliye
Ceza Mahkemesi’nde 9 Kurul üyesi hakkında
‘görevi kötüye kullanma’ suçundan dava açıldı.
KURUL ÜYELERİ BERAATİNİ İSTEDİ
İlk duruşması 24 Nisan’da görülen davada
Kurul üyeleri beraatini istedi. Kurul
Başkan Yardımcısı Doçent Doktor Murat Taş
ifadesinde AVM yapılması planlanan 19. Parselin
kamulaştırılması için Kültür Varlıkları Müzeler
Genel Müdürlüğü’ne yazı yazdıklarını, ancak
kamulaştırma için olumsuz cevap aldıklarını söyledi.
Kurul başkanı mimar Halil Nur Çapa ifadesinde 37
No’lu ilke kararına uygun hareket ettiklerini
söyledi. Dönemin Mustafakemalpaşa İlçesi kaymakamı
Kazım Karabulut ise savunmasında, ‘Kurul olarak
bizim kamulaştırma ile ilgili
Ankara Müze Müdürlüğü’nün kararını beklemeksizin
37. No’lu ilke kararına göre hareket etmemizden
dolayı görevi kötüye kullandığımız
iddia olunuyor. Oysa 37 Nol’u ilke kararı
okunduğunda görülecektir kamulaştırma ilgili
muğlaklık taşıyor, kurumların görevleri açıkça
belirtilmiyor. Oysa olayımızda vatandaş define arama
saiki ile hareket edip o duvarları yıkabilirdi.
Ayrıca yağmur ve kar gibi sebeplerle de zarar
görebilirdi. Biz kanun dairesinde 37. No’lu İlke
kararı gereğince hareket ettik. Zarar da
doğmamıştır. Yazılı olarak savunmamı istiyorum’’
ifadesini kullandı. Duruşma 4 Haziran 2015 tarihine
ertelendi.
NE OLMUŞTU?
Bursa’nın Mudanya İlçesine bağlı Ömerbey
Mahallesi’ndeki Myrleia antik kenti ilk kez 1992
yılında sit alanı ilan edildi. 2010 yılında sit
alanı dışında kalan 1503 ada 18. ve 19. Parsellerde
yüzey araştırmasında bulunan Uludağ
Üniversite’sinden Prof.Dr. Mustafa Şahin Bursa
Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na bölgenin
1. derece arkeolojik sit alanı ilan edilmesini
önerdi. Ancak öneri 13 Aralık 2010 tarihinde
reddedilince, Şahin 2011 yılında Kültür ve Turizm
Bakanlığı’na bir dilekçe göndererek 18. ve 19.
Parsellerin imara açılma riskiyle karşı karşıya
olduğunu bildirdi. Bunun üzerine 18. ve 19.
Parseller 27 Nisan 2012 Tarihinde 3. derece
arkeolojik sit alanı ilan edildi. Bölge sit alanı
ilan edilmeden önce 19. Parselde AVM yapmak için
Mudanya Belediyesi’nden ruhsat alan Tesco Kipa Kitle
Pazarlama Ticaret ve Gıda sanayi A.Ş. Koruma
Kurulu’nun kararıyla antik kent üstü AVM inşaatına
başladı. Proje gereği inşaat sırasında ortaya çıkan
tarihi eserler AVM’nin alt bodrum katında cam
çerçeve içerisinde sergilendi. Antik kenti üzeri AVM
inşaatı Bursa 1. İdare Mahkemesi tarafından
durdurulmuştu.
Radikal, 12.05.2015
|
ATATÜRK'ÜN AOÇ İÇİN KAYIP VASİYETİ BULUNDU
Atatürk’ün, Atatürk Orman Çiftliği’ni “yeşil alanın
korunması ve tarım yapılması” şartıyla 1937’de
Hazine’ye bağışladığını belirten meslek odalarının,
AOÇ arazisinde inşaa edilen Cumhurbaşkanlığı Sarayı,
Ankapark Projesi ve ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’ne
AOÇ’den yer tahsisine ilişkin açtıkları “vasiyeti
ihlal” davasında önemli bir gelişme yaşandı.
Ankara Mimarlar Odası Başkanı Tezcan Karakuş
Candan,
İstanbul
Beyoğlu 6. Noterliği ve
Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel
Müdürlüğü’nün, arşivlerde olmadığı söylenen 11
Haziran 1937 tarihli şartlı bağış vasiyeti ve 1938
tarihli vasiyeti mahkemeye gönderdiğini bildirdi.
Milliyet, 12.05.2015
|
37. ULUSLARARASI KAZI, ARAŞTIRMA VE ARKEOMETRİ
SEMPOZYUMU
Kültür ve
Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler
Genel Müdürlüğü ve
Atatürk Üniversitesi tarafından düzenlenen, 37.
Uluslararası Kazı, Araştırma ve Arkeometri
Sempozyumu, Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri
Merkezi’nde başladı.
Topraklarımızdan Götürülen Kültür Varlıklarımız,
Avrupa Ve
Amerika Müzelerinin Temelini Oluşturuyor
Sempozyumun açılış konuşmaları bölümünde, Bilim
Kurulu adına konuşan Atatürk Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi
arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi,
Prof.Dr. Mehmet
Karaosmanoğlu, Uluslararası Kazı, Araştırma ve
Arkeometri Sempozyumu’nu uzun zamandır, Atatürk
Üniversitesi’nde yapmak istediklerini, ancak bu yıl
nasip olduğunu belirterek, uluslararası toplantının
yapılmasını Rektör Prof.Dr. Hikmet Koçak’a teklif
ettiklerinde, Rektör Koçak’ın tereddütsüz bir
şekilde kabul ettiğini vurguladı. Karaosmanoğlu,
binlerce yılın biriktirdiği kültür varlıklarının
yerlerinden sökülerek Avrupa ve Amerika’daki
müzelere götürülüp sergilendiğini söyleyerek
konuşmasına şöyle devam etti: “Topraklarımızdan
götürülen kültür varlıklarımız, Avrupa ve Amerika
müzelerinin temelini oluşturuyor. Bu yağmanın ve
eser toplamanın ardından, Avrupa’da arkeolojinin
önem kazanmasıyla bir bilim olarak
eğitim ve öğrenime başlanır. Osmanlı
İmparatorluğu’nun en güçsüz olduğu yıllara rağmen
yetersiz de olsa ilk koruma ve ilk kazılar, 19.
Yüzyılın ortalarından itibaren gerçekleştirilmeye
başlanır. Bu konuda, Hamdi Bey’in katkıları
unutulmaz. Cumhuriyetin ilanından sonra ise
ülkemizde bilimin gelişmesi için kurulan
üniversitelerde fen bilimlerinin yanı sıra,
Atatürk’ün önerisiyle sosyal bilimler alanında
tarihe, dile ve kültüre önem verilmiştir” dedi.
Tarihi Eserlerin Üzerine İmar, Ticaret ve Rant Adına
Yapılacak Olan Her Şeye Karşıyız
Erzurum Büyükşehir Belediyesi bünyesinde,
Koruma, Uygulama ve Denetim Birimi’ni kurduklarını
anımsatan Erzurum Büyükşehir Belediyesi Genel
Sekreter Yardımcısı Selami Keskin, 100’e yakın proje
çalışmasının bu birim tarafından yürütülmekte
olduğunu söyledi. Erzurum’da tarihi eserlerin
üzerine imar, ticaret ve rant adına yapılacak olan
her şeye karşıyız diyen Keskin, ayrıca Koruma,
Uygulama ve Denetim Birimi’ni bir koordinasyon
merkezi olarak kurduklarını aktardı.
Tüm İnsanlığın Ortak Mirası Olan Kültür Mirasımızın
Aydınlatılmasına Yönelik Çalışmaları Hızla Devam
Ediyor
Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürü Abdullah
Kocapınar, Ülkemizin tarihin her döneminde sahip
olduğu özel, coğrafi ve jeopolitik konumu nedeniyle
pek çok uygarlığa ev sahipliği yaptığı ve zamanla bu
uygarlıkların bıraktığı izlerle adeta açık hava
müzesine dönüştüğünü belirterek, şöyle devam etti:
“Gururla belirtmek isterim ki, tüm insanlığın ortak
mirası olan kültür mirasımızın aydınlatılmasına
yönelik çalışmalar,
Anadolu’da iki asra yakın bir zamandır yerli ve
yabancı pek çok bilim insanı tarafından büyük bir
titizlik ve özveriyle devam etmektedir.
bugün Anadolu’dan büyük bir özveriyle başlayan
çalışmalar, 21. Yüzyıl Türkiye’sinde çok uluslu ve
kurumsallaşmış kazı ve araştırmalara dönüşmüştür. Bu
bakımdan bakanlığımızca izin verilen kazı ve yüzey
araştırması çalışmaları ile arkeolojik bilimsel
çalışmaların sonuçlarının değerlendirildiği, kendi
dalında tek olma özelliği taşıyan sempozyum, ulusal
ve uluslararası bilim çevreleri tarafından yakından
takip edilmektedir. Ülkemiz coğrafyasındaki
geçmişten günümüze hayat bulmuş tüm uygarlıkların
varisi ve hamisi olarak bakanlığımız, devraldığı
kültürel birikimin zenginliğiyle kazı ve yüzey
araştırmalarının bilimsel açıdan kurumsallaşmasına
yönelik çalışmalarına yoğu bir şekilde devam
etmektedir” şeklinde konuştu.
Çeşitli Bilim Dallarında, Üniversitemizden Mezun
Olan 300 Bine Yakın Kişi, Üniversitemizin Guru
Kaynağıdır
“Erzurum, tarihi İpek Yolu üzerinde kurulmuş, Asya
ile Avrupa’yı birbirine bağlayan köprü vazifesi
gören bir şehir. Kültür vazifesi görürken de kültür,
eğitim ve ticaret merkezi olmuş bir şehirdir”
sözleriyle, konuşmasına başlayan Atatürk
Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Hikmet Koçak,
Erzurum’un tarihin bu kadar eski olduğunu ve
Cumhuriyet döneminde de önemini kaybetmeyerek daha
da artırdığını söyledi. Koçak, “Atatürk, 1937
yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılış
konuşmasında, Doğu’da bir üniversite kurulması
arzusunu dile getiriyor. Ancak Atatürk’ün 1938
yılında vefat etmesi ve sonraki yıllarda II. Dünya
Savaşı’nın başlamasıyla bu durum askıya alınıyor.
1950’lerde üniversite kurulması tekrar gündeme
geliyor ve o dönemki siyasilerin de kararıyla,
yerinin Erzurum, isminin de Atatürk olmasına karar
veriliyor. Erzurum tarihi geçmişiyle de önemli
olduğu için kurulduğu günden itibaren Atatürk
Üniversitesi, her bölümde çalışmalar yapmaya
başlamış ve fen,
sağlık,
spor, kültür ve diğer alanlarda da öncülük
yapmıştır. Bugünde geldiğimiz noktaya baktığımızda
sadece arkeoloji açısından değil, bu güne kadar
örgün ve açıköğretimle birlikte 300 bine yakın bir
mezun vermiş bir üniversiteyiz. Buradan yetişip
diğer üniversitelerde hizmet eden çok sayıda mezun
ve öğretim üyemiz var. Daireyi biraz daha
daraltırsak, hemen hemen her müzede, üniversitelerin
arkeoloji ve sanat tarihi bölümlerinde yine Atatürk
Üniversite’nden yetişmiş elemanlarımız
bulunmaktadır. Bu da bize üniversite kuran
üniversite olarak gurur veriyor. Her alanda olduğu
gibi arkeoloji alanında da bölgemize, ülkemize ve
insanlığa hizmet etmek bizi sevindiriyor” dedi.
“Doğudan Yükeselen Işık” tabiri, Erzurum ve Atatürk
Üniversitesi’ni Tarif Ediyor
Açılış konuşmalarının son bölümünde söz alan Kültür
ve Turizm Bakanlığı Müsteşarı Prof.Dr. Ahmet Haluk
Dursun ise öncelikle Atatürk Üniversitesi
yayınlarından olan “Doğudan Yükselen Işık” isimli
kitabın isminden çok etkilendiğini söyleyerek, bu
ismin Erzurum’u ve Atatürk Üniversitesi için çok
güzel bir tabir olduğunu vurguladı. Müsteşar
Prof.Dr. Ahmet Haluk Dursun, Arkeoloji ve Sanat Tarihi
mezunlarını Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde
istihdam etmek için çalıştıklarını belirterek şöyle
konuştu: “2015 yılı bizim için Arkeoloji ve Sanat
Tarihi bölümlerinden yetişen öğrencilere kadro bulma
arayış yılıydı. 234 kadro
Maliye Bakanlığı’ndan ilan edildi. Ayrıca
Çanakkale’de görevlendirilmek üzere sadece o
bölgeye has
arkeolog ve Sanat Tarihçi almak üzere ayrı bir
kadro ilan ettik. Bu bölümlerden mezun olan
öğrencilerin iş bulma derdi var. Biz bu dertle
dertlenmek ve bu soruna çözüm bulma durumundayız.
Yerel yönetimlerin istihdamlarında, kadro
politikalarında, hizmet alanlarında, mimar ve
mühendis gibi teknik elemanların yanında, mutlaka
Arkeolog ve Sanat Tarihçi istihdam etmeleri lazım.
Bu durumu Türkiye genelinde ısrarla talep ediyoruz.
Böylelikle halkta bilinçlenmiş olacaktır. Ayrıca
Erzurum’un bu konuda çok bilinçli olduğunu gördüm ve
çok sevindim” dedi.
Açılış konuşmalarının ardından sempozyumun ilk
oturumunda, Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi, Prof.Dr. Mehmet Karaosmanoğlu, Türkiye’de tamamlanmış ve
devam eden arkeolojik kazılardan hakkında bilgi
verdi.
Milliyet, 11.05.2015
|
KAZILAR GAZİANTEP TARİHİNE IŞIK TUTUYOR
Zeugma,
Karkamış ve Dülük antik kentleri ile Zincirli
Höyük'te başlatılan kazı çalışmaları sürdürülüyor.
Gaziantep Kültür ve Turizm Müdürü Özuslu, "Başarılı
giden kazı çalışmaları, bölge tarihinin ortaya
çıkarılması açısından büyük katkı sağlıyor"
açıklamasında bulundu.

İtalyan Dr. Nicolo Marchetti'nin başkanlığında
Karkamış, Alman Dr. Engelbert Winter'in öncülüğünde
Dülük, ABD'den Prof.Dr. David Scholen ve ekibiyle
Zincirli Höyük, Ankara Üniversitesi Öğretim
Görevlisi Prof.Dr. Kutalmış Görkay'ın liderliğinde
de Zeugma antik kentlerindeki kazılar, Bakanlar
Kurulu kararıyla sürdürülüyor.
Kazılarda milattan önce 300'lerde kurulduğu
belirtilen Zeugma'da "Çingene Kız" mozaiği, milattan
önce 3 bin 300'lere tarihlenen Karkamış'da Babil
Kralı Nebukadnezar'ın büyüklük olarak dünyada örneği
olmadığı vurgulanan steli öne çıkan eserler oldu.
Dünyanın en eski yerleşim yerlerinden biri olarak
gösterilen ve milattan önce 6 binli yıllara
tarihlenen Dülük Antik Kenti'nde stel ve tapınak
kalıntıları çıkarıldı. 5 bin yıl yıllık Zincirli
Höyük'te de tarihi bina kalıntıları, saray temeli ve
duvarlarına ulaşıldı.
"Bölge tarihi ortaya çıkarılıyor"
İl Kültür ve Turizm Müdürü Ergün Özuslu yaptığı
açıklamada, Gaziantep'in arkeolojik yönden son
derece zengin bir bölge olduğunu söyledi.
Geç Hitit dönemine ait Karkamış ve Zincirli Höyük
gibi tarihi ören yerlerinde de kazı çalışmalarının
devam ettiğini belirten Özuslu, şunları belirtti:
"Tarihi yerleri turizmin hizmetine sunmak için çevre
düzenlemesi başta olmak üzere çeşitli çalışmalar
yapıyoruz. Karkamış'ta sürdürdüğümüz arkeopark
çalışması bu yıl içinde gerçekleştirilecek. Dülük'te
bulunan tapınak alanında da kazı çalışması yoğun
şekilde devam ediyor. Başarılı giden kazı
çalışmaları, bölge tarihinin ortaya çıkarılması
açısından büyük katkı sağlıyor."
Tarihi alanları, turistlere daha iyi hizmet veren
yerler haline getirmek için çaba gösterdiklerini
ifade eden Özuslu, bu amaçla turistlerin
ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri alanlar
oluşturmaya çalıştıklarını vurguladı.
Tanıtım çalışmalarına da ağırlık verdiklerine işaret
eden Özuslu, "Tarihi zenginliklerimizle ilgili
hazırladığımız çeşitli broşür ve internet sitesi ile
ulusal ve uluslararası fuarlarda kentimizin
zenginliklerini tanıtmaya gayret gösteriyoruz" dedi.
Turist sayısı artıyor
Özuslu, Gaziantep'e gelen yerli ve yabancı turist
sayısında da her geçen yıl artış yaşandığını
belirtti.
Geçen yıl şehri 442 bin 558 kişinin ziyaret ettiğini
dile getiren Özuslu, "Gaziantep Mozaik Müzesini ise
206 bin 256 kişi gezdi. Müzede bir önceki yıla göre
ziyaretçi sayısında 30 bin kişilik artış var. Bu
rakamın 250 binlere ulaşmasını bekliyoruz. Amacımız
şehrimizdeki zenginlikleri daha fazla kişiye
tanıtmak" diye konuştu.
Gaziantep Arkeoloji Müzesinde sürdürülen tadilat,
teşhir ve tanzim çalışmalarının yıl sonunda
tamamlanacağını söyleyen Özuslu, müzenin yeni ve
modern yüzüyle yerli ve yabancı turistlere yeniden
hizmet vereceğini sözlerine ekledi.
Yeni Şafak, 11.05.2015
|
İNGİLİZ AÇIK ARTIRMA SİTESİNDEN SATMAK İSTEDİLER

Tokat İl Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize
Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri, A.B.
isimli şahsın elinde Roma dönemine ait ikonlar
olduğu bilgisini alarak harekete geçti. Cumhuriyet
Başsavcılığı’ndan alınan arama ve el koyma kararına
istinaden şahsın iş yerinde yapılan aramada 2863
sayılı kanun kapsamına girdiği değerlendirilen “Roma
dönemine ait 2 adet ikon” ele geçirildi. Cumhuriyet
savcısının talimatına istinaden şahsın ifadesi
alındıktan sonra serbest bırakıldı.
İNTERNETTEN TARİHİ KİTAP SATIŞI
İngiliz açık artırma sitesinden Mesnevi olduğu
tahmin edilen Tokat menşeli el yazması eserlerin
satışının yapıldığını tespit eden polis, yaptığı
detaylı araştırma sonucu M.N.S. isimli şahsın
ikametinde el yazması tarihi eser niteliğindeki
kitapları internet üzerinden sattığı tespit edildi.
Tokat Sulh Ceza Mahkemesi’nden alınan arama ve el
koyma kararına istinaden şüpheli M.N.S. isimli şahsa
ait depoda yapılan aramada, 2 cüz halinde, birinci
cüz 14 sayfa, ikinci cüz de 14 sayfa olmak üzere
toplam 28 sayfa, cilt ve sayfaları tahrip olmuş el
yazmalı Kur’an-ı Kerim ve konu ile ilgili yapılan
detaylı çalışmalar sonucunda ise, aynı şahsa ait
olduğu tespit edilen 132 adet el yazması eser ele
geçirildi. Operasyon anında ikametinde bulunamayan
M.N.S. isimli şahsın aranmasına ve yakalanmasına
yönelik çalışmaların çok yönlü olarak devam ettiği
kaydedildi.
Akşam, 11.05.2015
|
İSTANBUL'UN KALELERİ DÜŞTÜ!

Rumeli Feneri Kalesi
İstanbul’un en önemli tarihi eserleri arasında
yeralan Boğaziçi’ndeki kale ve hisarlar
bakımsızlıktan perişan halde.
Bizans ve Osmanlı döneminden kalma tarihi
yapıların bir kısmı çökmek üzere, bir kısmı çöplüğe
dönmüş durumda. Tarihi duvarlara havalandırma
sistemi ve klima bile monte edilmiş.
Yüzyıllardır savaş ve doğal felaketlere karşı ayakta
kalmayı başaran Boğaziçi’ndeki tarihi kale ve
hisarlar, artık eski ihtişamlarından çok uzakta.
Duvarlarında çatlaklar oluşan ve bir kısmı çöplüğe
dönen tarihi yapılar bakımsızlık nedeniyle zor
ayakta duruyor. Bizans ve Osmanlı döneminden kalma
yapıların son durumunu yerinde incelerken
karşılaştığımız manzara, bizi de hayretlere düşürdü.
Birçok yapı ziyarete kapalı tutulurken, açık olanlar
ise yıkık-dökük vaziyette.
Çöplüğe dönen Garipçe
İlk durağımız Garipçe Kalesi. Yapımı devam eden
3.Köprü’ye komşu bu yapı, Boğaziçi Kaleleri arasında
en vahim durumda olanı. Osmanlı Padişahı Sultan III.
Murad tarafından 1757-1774 yılları arasında
yaptırılan kalenin içi adeta çöplüğe dönmüş durumda.
Kullanılmayan birçok malzeme, hurda kalenin avlu
kısmına bırakılmış. Garipçe koyuna doğru uzanan
duvarların dibine inşa edilen gecekondular, tarihi
mirasın nasıl hoyratça tahrip edildiğini gözler
önüne seriyor. Garipçe kalesinin içerisinde zaman
zaman köylülere ait büyükbaş hayvanlar otluyor.
Duvarları çöküyor
İkinci durağımız Rumeli Feneri Kalesi. 17. yüzyıldan
kalma yapı Boğaz’ın
Karadeniz’e açılan kapısı durumunda. Kalenin
giriş kısmında derin çatlak ve çökmeler dikkatimizi
çekiyor. Cumhuriyet döneminde askeri karakol olarak
kullanılan avlu kısmı da tıpkı duvarlar gibi oldukça
kötü durumda. Öyle ki duvarlar sprey boyalarla
tahrip edilmiş, çatlaklar oluşmuş.
Kalenin müdavimleri ise araçlarıyla Karadeniz
manzarası seyretmeye gelenlerden ibaret. Bir anlamda
aşıkların kaçamak yerleri arasında Rumeli Feneri
Kalesi. Tarihi eserin içerisinde mangal yapanlara
da, sokak hayvanlarına da rastlamak mümkün.
Yoros’a
giriş yok
Boğaz’ın
Anadolu Yakası’ndaki kalelerde de durum farksız.
Anadolu Kavağı sırtlarındaki Doğu
Roma döneminden kalma Yoros Kalesi’nin kapıları
kilitli vaziyette. Yoros’u gezmek isteyenler kilitli
demir kapıları görmekle yetiniyor. Duvarlarında
otların fışkırdığı kalenin restore edilmesi
gerektiği anlaşılıyor. Yoros’un giriş kısmına
yürüRken toprak patikadan geçmek gerekiyor. Kış
aylarında çamur deryasına dönen patika tarihi
eserlere verilen değerin göstergesi niteliğinde!
Kaderine
terk edildi
Poyrazköy sırtlarındaki Poyraz Kalesi ise ayakta
kalabilen son kısmıyla varlığını sürdürmeye
çalışıyor. Çevresini otların kapladığı kale adeta
kaderine terk edilmiş durumda. 1778 yılında Hasan
Paşa tarafından yaptırılan ve kalenin giriş yolu
kapalı durumda. Diğer tarihi kalelerden tek farkı
ise ziyarete gelenlerin yok denecek kadar az olması.
Rumeli Hisarı
klima tarlası
Fethin simgelerinden Rumeli Hisarı’ndaki durumun
vehameti geçtiğimiz aylarda
İstanbul Büyükşehir Belediyesi İmar ve
Şehircilik Daire Başkanlığı Koruma Uygulama ve
Denetim Müdürlüğü (KUDEM) tarafından hazırlanan
rapor ile belgelenmişti.
Çökme riski olduğu belirtilen hisarın burçları
vatandaşların girişine kapalı tutuluyor. Gezinti
yerlerine çıkan merdivenlerdeki aşınma ve çatlaklar
da gözle görülebiliyor. Hisar duvarlarından fışkıran
otlar ise ihmalin delili niteliğinde. Tiyatro alanı
olarak bilinen bölümde mescit inşaatı devam ederken,
kapsamlı restorasyonun ne zaman yapılacağı
belirsizliğini koruyor.
1395’te Yıldırım Beyazıt tarafından inşa edilen
Anadolu Hisarı da ziyaretçiye kapalı. Girişi adeta
demir ağlarla örülen hisara asılan tabeleda
“yaklaşmayınız, park etmeyiniz” uyarısı var. Tarihi
yapının duvarları neredeyse botanik bahçesine dönmüş
durumda! Göksu deresinin olduğu bölümde yeralan bazı
lokantaların havalandırma sistemleri ise kale
duvarlarına monte edilmiş.
Milliyet, Haber: Mert İnan, 11.05.2015
|
OTEL TAHSİSİ YAPILAN PHASELİS'TE TARİH YAPI VE İNSAN
İSKELETİ BULUNDU

Antalya’nın Kemer
İlçesi’nde Rixos Oteller zincirine tahsis edilen ve
mahkemenin yürütmeyi durdurma kararı verdiği
Phaselis Antik Kenti ve Beydağları Olimpos Milli
Parkı etkileşim sahasında yapılan kazı
çalışmalarında, tarihi yapı kalıntılarıyla, insan
iskeletleri bulundu.
Turizmci Fettah
Tamince’ye ait Rixos zincirinin en özgün halkası
olarak projelendirilen ‘Dream of Phaselis’ için
Antalya’da her yıl binlerce turistin ziyaret ettiği
Phaselis Antik Kenti ve Beydağları Milli Parkı
etkileşim sahası içinde 180 dönüm alan Kültür ve
Turizm Bakanlığı, Orman ve Su İşleri Bakanlığı
tarafından tahsis edildi. Antalya Valiliği de antik
kent ve milli park sınırları içindeki proje için
‘Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporu gerekli
değildir’ kararı verdi.

Aralarında Kemer
Esnafı ve Turizmcileri Derneği, Doğa Dostları Spor
Derneği, Çıralıyı Sevenler Derneği gibi sivil toplum
örgütleriyle birlikte 15 isim projeye karşı hukuki
mücadele başlattı. Önce Antalya 2’nci İdare
Mahkemesi, ‘ÇED raporu gerekli değildir’ kararına
ilişkin yürütmeyi durdurma kararı aldı. Ardından
Antalya 1’inci İdare Mahkemesi, alanın tahsisine
ilişkin yürütmeyi durdurma kararı verdi.
TARİHİ YAPI VE
İSKELETLER BULUNDU
Mahkeme süreci
devam ederken, Antalya Müze Müdürlüğü tarafından
bölgenin belirli noktalarında birkaç gün önce kazı
çalışması başlatıldığı belirtildi. Çalışmalar
sonucunda bölgede birçok tarihi yapı kalıtısına ve
insan iskeletlerine rastlandığı ortaya çıktı.
Phaselis İnisiyatifi kurucusu Melike Vergili,
bölgenin korumaya alınmasını talep etti. Vergili,
şöyle dedi:
“Burayı otel
tahsisiyle ilgili korumaya çalışıyoruz. 180 dönümlük
arazi Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından tahsis
edildi. Bunun üzerine de Koruma Kurulu, yüzde 10’luk
kısmın haricinde alanın kullanımına geçen yıl Aralık
ayında karar vermişti. Sonrasında, Akdeniz
Üniversitesi’nden Murat Arslan tarafından bir
dilekçeyle burada bir araştırma yapılması gerektiği
ve burada tarihi bir durum olabileceği söylendi.
‘Tabula Peutingeriana: Antik çağ gezi haritası’nda
olduğu için mansio yapı kalıntıları olacağı
söylendi. Bunun üzerine de müze burada jeomanyetik
araştırmalar yaptı. Araştırmalar sonucunda hiçbir
şey çıkmadı. Son tahlilde ise kendi yüzey
araştırmalarının gösterdiği kanıtlardan sonra da
buralarda yapılar olabileceğini düşündükleri için
tekrar dilekçe verdiler. Şu anda da müze tarafından
kazılar devam ediyor. Şu anda bir sürü de yapıları
görebilirsiniz alanda.”
‘SORUMLU DAVRANMAYA
ÇALIŞIYORUZ’
Phaselis’e otel
yapılmasına karşı açılan davanın müdahillerinden
bölge esnafından Sami Adaletli de “Davaya halk
olarak müdahiliz. Bölgenin tarihsel önemi, milli
park olması, orman olması dolayısıyla üzerinde 3- 4
koruma kararı var. Buraların korunması
gerekmektedir. Çünkü tarihsel öneme sahip yerler.
Kazdığınız yerden görüldüğü üzere tarih fışkırmakta.
Buraların gelecek nesillere olduğu şekliyle
iletilmesi bizler için görev. Dolayısıyla bizler bu
konuda sorumlu davranmaya çalışıyoruz. Yani davalı
olduğumuz firmanın da bir artniyet taşıdığını
zannetmiyoruz. Yörenin önemine vakıf oldukları
takdirde ısrarcı olmayacaklarına inanıyoruz.
Çalışmalar ve mahkeme sürecimiz şu anda devam
ediyor” diye konuştu.
Antalya Müze
Müdürlüğü yetkilileri ise konuya ilişkin herhangi
bir açıklamada bulunmadı.
Mynet Haber, 11.05.2015
|
İSKENDERİYE FENERİ YENİDEN İNŞA EDİLECEK

Fener, antik zamanlarda geçirdiği depremler
sonrası hasar gördü ve günümüzde halen ayakta değil.
Arkeofili'nin haberine göre, geçen hafta yapılan
bir toplantıda, Mısır Eski Eserler Kalıcı Komitesi
feneri yeniden canlandırma projesini kabul etti.
Genel Sekreter Mostafa Amin, yeni fenerin orijinal
yerin birkaç metre güneybatısındaki bir kara parçası
üzerine yapılacağını söyledi.
Greko-Romen arkeolojisi profesörü Fathy
Khourshid, Pharos olarak da bilinen İskenderiye
Feneri’nin, 3. yüzyıl ile 12. yüzyıl arasında
Akdeniz’i ve İskenderiye’yi etkileyen bir dizi
deprem nedeniyle büyük hasar gördüğünü bildirdi.
Sol Haber, 10.05.2015
|
İNŞAAT HAFRİYATINDA ANTİK NEKROPOL İZLERİNE
RASTLANDI

Sinop'ta yapılan
Kültür Merkezi inşaatı çalışmaları kapsamında
temel hafriyatında antik nekropol izlerine
rastlandı.
Merkeze bağlı Gelincik Mahallesi'nde, Kültür ve
Turizm Bakanlığınca yapılması planlanan kültür
merkezi inşaatı temel hafriyatının, Sinop Müze
Müdürlüğü uzmanlarınca denetimi sırasında antik
nekropol izlerine rastlandı.
Bunun üzerine hafriyat çalışmaları durdurularak,
alanda Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel
Müdürlüğünün izniyle Müze Müdürlüğü başkanlığında
kurtarma kazısı başlatıldı. Kazı alanını ziyaret
eden Vali Yasemin Özata Çetinkaya, Müze Müdürü
Hüseyin Vural'dan çalışmalar hakkında bilgi aldı.
Vural, yapı alanının doğu sınırı boyunca MÖ 4.
yüzyıla kadar uzanan çok sayıda gömünün yer aldığı
antik nekropol ortaya çıkarıldığını belirterek,
"Gömüler moloz taş örgülü, kiremit çatılı, Amphora
dizisi örtülü mezarlar ve toprak gömü olarak
çeşitlilik arzetmektedir. Gömü içinde ve
çevresinde Lekythos, Kantharos, Amphroa, koku
şisesi, Alabastron, sikke gibi mezar hediyeleri
bulunmuştur. Nekropol alanının batısında Musevi
inancına ait buluntulara rastlanılmış
olup çalışmalar halen devam etmektedir" dedi.
Vali Çetinkaya, Sinop'ta gerek
kamu yatırımı, gerekse özel sektör kuruluşları
ve mülk sahipleri tarafından yapılan pek çok
hafriyat çalışmasında bu tür kültür varlığı
kalıntılarına rastlanıldığını ve kurtarma kazıları
yapıldığını ifade ederek, Sinop'un gerçekten çok
önemli bir tarihi mekan üzerine kurulduğunu söyledi.
Ortaya çıkarılan kalıntıların ilgisini çektiğini
dile getiren Vali Çetinkaya, "6 bin yıldır toprağın
altında duran bu değerlerin, bu şekilde çalışmayla
insanlığa kazandırılması beni çok heyecanlandırdı.
Kazıların tamamlanmasına müteakip kalıntılar
taşınacak, buradaki kültür merkezi inşaatı devam
edecek ve Sinop Kültür Merkezine kavuşacak. Bu
kalıntılar ise müzede sergilenecek" diye konuştu.
Vali Çetinkaya, böyle bir kalıntının Kültür ve
Turizm Bakanlığının yatırımı olan kültür merkezi
inşaatı hafriyatında çıkmasının bir şans olduğuna
dikkati çekerek, şunları kaydetti:
"Sinop olarak bunu 'değerlendirilebiliriz' diye
düşünüyorum. Eğer uygun görülürse şu anda yapılacak
proje revizyonuyla kültür merkezi inşaatı
tamamlandıktan sonra merkez içerisinde oluşturulacak
alanda bu kalıntıların aynı şekilde sergilenmesi
imkanı da bulunabilir. Kültür merkezimizin işleyişi
açısından da çok uygun olur. Merkezimiz aynı zamanda
doğal müze işlevi görür. Ülkemizde ve dünyada bunun
çok örneği var. Bu tür önemli kalıntıların mekanın
uygun olması halinde yerinde sergilenmesi her zaman
en tercih edilen yöntemdir."
Radikal, 08.05.2015
******
2 BİN 500 YILLIK ANTİK MEZARLIK ORTAYA ÇIKTI

Sinop’ta geçen Mart ayında kent
merkezi Gelincik Mahallesi’nde Kültür ve Turizm
Bakanlığınca yapılması planlanan Kültür Merkezi
inşaatı temel hafriyatının
Sinop Müze Müdürlüğü uzmanlarınca denetimi
sırasında Antik nekropol (mezarlık) izlerine
rastlandı. Bunun üzerine geçen 27 Nisan’da bölgede
Sinop Müze Müdürlüğü tarafından kurtarma kazısı
başlatıldı. Kazı sonrasında Milattan Önce 4’ncü
yüzyıla tarihlenen günümüzden 2 bin 500 yıl öncesine
ait bir antik mezarlık gün yüzüne çıkarıldı. Alanda
moloz taş örgülü mezarlar, kiremit çatılı mezarlar,
amphora dizisi örtülü mezarlar bulundu. Ayrıca
mezarların yanında ölenlere ait eşyalar, koku
şisesi, sikke, mezar hediyeleri de ortaya çıkarıldı.
Nekropol alanının batısında ise
Musevi inancına ait buluntulara da rastlandığı
belirtildi.



Milliyet, 13.05.2015
|
3 - 9 Mayıs 2015
|
"TARİH, SİYASETİN ORTA
MALI HALİNE GELDİ"
“Tarih siyasetin orta
malı haline geldi. İşte bunun ahfadıyız, ecdadımız
şöyleydi... Maksat birilerine tarih öğretmek değil,
tarih, istenen siyasi ortama taraftar bulmak üzere
kullanılıyor. Cumhuriyet de bunu yaptı yıllarca...”
Prof. Edhem Eldem, Osmanlı’da fotoğraf ve
moderniteyi inceleyen yeni sergisini anlatırken,
meydanlardaki tarihi söylemleri ve ‘saray’a taşınan
tarih toplantılarını böyle değerlendiriyor.
Gündelik tarihe, Osmanlı
İmparatorluğu’na, yayıncılığa ve fotoğrafa en ufak
bir merakınız varsa İstiklal Caddesi’ne çıkın ve Koç
Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma
Merkezi’ndeki (ANAMED) “Camera Ottomana: Osmanlı
İmparatorluğu’nda Fotoğraf ve Modernite, 1840-1914”
sergisini görün! İmparatorlukta çekilen ilk
daguerrotype’lardan cam negatiflere, arşiv için
çekilen suçlu fotoğraflarından ilk resimli basın
örneklerine mesela Servet-i Fünun’a… Kapsamlı bir
seçki ve sergi. Ömer M. Koç Koleksiyonu’nun yanı
sıra farklı arşiv ve koleksiyonlardan oluşturulan
sergi, Osmanlı İmparatorluğu’nda fotoğraf ve
moderniteyi incelemekle kalmıyor; insanı 1840 ile
1914 arasında bir güzel dolaştırıyor. 19 Ağustos’a
kadar açık kalacak serginin küratörlüğünü Zeynep
Çelik, Edhem Eldem ve Bahattin Öztuncay yapıyor.
Moderniteyi, sergiyi ve daha bir sürü şeyi Prof.Dr.
Edhem Eldem’le konuştuk.
En son 2010’da
görüşmüştük. Bir Osman Hamdi Sözlüğü
hazırlıyordunuz. Ne oldu ona?
Onu Kültür Bakanlığı
için yaptım. Yayımlandı ama haberdar olunsun, okusun
diye değil. Dev gibi istediler; 30’a 32,5. Felaket!
Onlarla çalışmak bir kabustu. Kültür Bakanlığı’nın
kafasında neler olduğunu açıkçası bilemiyorum. Osman
Hamdi’nin ölümünün yüzüncü yılı için bir şeyler
yapmış olmak istediler, yapıldı. Ondan sonra zaten
ilgilenmediler. Peşlerindeydim, dedim ki bunu
küçültelim, ulaşılabilir bir şey yapalım. Cevap bile
vermediler.
Gerçekten mi? Sadece
bize cevap vermiyorlar sanıyordum…
Yok canım, kimseye! Çok
eşitlikçi davranıyorlar. Hiç kimseyi ayırmıyorlar
ama size tabii cevap vermezler. Siz şimdi terör
örgütünü (!) temsil ediyorsunuz değil mi? Bir alem.
Türkiye’nin hep tekrarlanan şeyleri. Bir gıdım
ilerliyoruz gibi geliyor ama sonra geri… 7
Haziran’da ne olacak bakalım!

Umutlu musunuz?
Umut ne demek? Ben
HDP’nin geçmesini istiyorum. Tek umudum o. Yüzde
10’u geçip temsil edilmeli artık. Rüyamdaki
koalisyonsa AKP–MHP. Hepsi mümkün. Nasılsa bunların
bugün söylediği ertesi gün değişiyor.
Şimdi böyle
konuşunca… Türkiye’nin hiç mi iyi dönemi olmadı?
Hayır, hayır, yani…
Herkesin kendine göre bir altın çağı var. Herkes
kendine göre haklı. Kemalistler 1930’ları beğenir,
ama bu, o dönemin iyi olduğu manasına gelmez. Eninde
sonunda oyunun kuralları belli. 1930’lar otoriter
zamanlar. Kemalizm de diktatörlüklerden biri.
Başkalarıyla karşılaştırılınca nispeten daha az
zarar vermiştir, o ayrı. Gerçi Kürdistan’a, Dersim’e
bakarsanız bu zararın az olduğunu da hiç
söyleyemezsiniz. Bakış açısına göre değişir. Hiçbir
zaman mükemmel yok. Ama hani 1990’ların sonuyla
2000’lerin ilk 10 yılı Türkiye’de bir şeylerin ciddi
olarak kabuk değiştirdiği ve iyiye doğru gittiği bir
dönem gibiydi. Güzel bir şeyler olabilirmiş gibiydi.
Olmadı, o ayrı.
Biraz önce ne kadar
rahat söylediniz; Kürdistan diye…
Osmanlılar diyordu, biz
mi diyemeyeceğiz? Kürdistan Osmanlıların gözünde bir
devlet değil bir bölge ismi. Lazistan da öyle. Ama
Ermenistan demiyor tabii ki, din farkından dolayı.
Bu ulus devletin en büyük derdi. Türkiye’de bütün
bölgeler ya deniz ya yön ismiyle anılıyor; suya
sabuna dokunmuyor. Bir tek Trakya… Ama Traklar
herhalde MÖ bilmem kaçtan geri gelmeyecekler.
İmparatorluklar farklı. Onlar Kürt’e Kürt der,
bölgeye Kürdistan; Kürt ayaklanırsa gider ezer ya da
ezemezse pazarlık eder. Kürdistan bir devleti
simgelemek zorunda değil. Siyasi karşılığı da var
tabii ama bence Türkiye’de Kürtlerin kopmak gibi bir
fikri yok. Ülke inşa etmek kolay bir şey değil, çok
karlı bir şey de değil. Kopma söylentisi kopmak
isteyenlerden çok kopulmasından korkanların lafı.
(Bu arada Koç camiası bunlar neler konuşuyor, sergi
bir paravan mı diye düşünecek artık…)

Evet, konu konuyu
açıyor. Sergiye geçelim ama göreceksiniz yine
buralara geleceğiz. Sergi neden 1789’dan, III.
Selim’in tahta geçmesinden itibaren başlamıyor?
Hayır; o Batılılaşma.
Biz hala modernite denilince Batılılaşmayı
anlıyoruz… Değil. Modernite eninde sonunda muhtelif
şekillerde toplumun hızla değişmesi ve üç aşağı beş
yukarı, geleneksel toplumlarda tabiata bırakılan
şeylerin büyük bir kısmının kontrol altına alınması.
Daha önce hiç sorgulanmayan veya tamamen Allah’a
havale edilen şeylerin sorgulanmaya başlanması…
Osmanlı’da modernitenin çok erken tezahürleri var.
Katip Çelebi mesela; rasyonel bir şekilde olay ve
olguları sınıflandırmaya çalışmış, üstelik Batı’dan
esinlenmeden. Modernite dediğimiz; akılcılığın ön
plana çıktığı ve uzun vadede insanın çevresine hakim
olmasına yol açan türden bir zihniyet değişimi.
Batı’yla doğrudan ilgili değil.
Günümüzde modernite
nasıl?
Şimdi modernitenin dili
değişti. Modernite artık çevreci. Biz biraz geriden
geliyoruz. Bizim kültürümüz hala 20. yüzyıla ait,
siyasetimiz de. Teknolojimiz 21. yüzyılda ama biz
20. yüzyıldayız. Dünyada da 21. yüzyılın kendine
göre garip bir muhafazakarlığı, geriye dönüşü,
tepkiselliği var gerçi; Avrupa’da milliyetçilik ve
ayrımcılık yükseliyor mesela. 68’i yapan Avrupa
şimdi bunun tersine döndü. Soğuk Savaş sonrasında
kurgulanan o demokratikleşme, özgürleşme yaşanmadı.
Modernlik bir taraftan çok hantal, ağır, saldırgan.
Bugün dünyada yaşanan eşitsizliğin,
tahammülsüzlüğün, çevre sorunlarının, bir sürü şeyin
sorumlusu. Ama diğer taraftan birey özgürleştiyse bu
da modernlik sayesinde. Her zaman bıçak sırtında bir
şey. Modernite bir taraftan küçük topluluklardaki
bireyi öne çıkarırken bir taraftan da büyük bir
topluluk oluşturdu: Ulus. O ulus da bütün bireylerin
aynı şablonda olmasını istedi. Yani faşizm aslında
barbarlığın geri dönmesi filan değil, düpedüz
modernizm.

Tüm bunların
arasında, biz neredeyiz?
Biz… İki arada bir
deredeyiz. Çok moderniz, özellikle teknoloji
konusunda… Ama teknoloji sadece bir zarf. Onun içine
ne koyduğunuz ya da onu ne için kullandığınız her
şeyi değiştirebilir. Bir taraftan zarf çok modern ve
herkesin elinde ama ona bakışımız bir önceki
yüzyıldan. Sergiden örnek verirsek… Değişmeyen
şeyler var. Mesela resimli basın, haftalık
mecmualar… Özellikle Abdülhamit döneminde ya suya
sabuna dokunmayan şeylerden ya da padişahın açıp
kapattıklarından bahsediyorlar. Sansürlü dönemde
padişahımız bunu açtı, bunu yaptı; sansür kalktığı
anda da vay Allah kahretsin! Şimdi de öyle.
Türkiye’de basın, ya muhalefet odağı ya da iktidarın
şakşakçısı. Ortası çok zor. Çünkü toplum da bunu
istiyor. Toplum kutuplaşma seviyor. Sergide de şimdi
herkes ne görmek istiyorsa onu görecek. O yüzden
cevap vermektense soru sormak daha iyi.
Bütün sergilerde aynı
cümle: Cevap vermek yerine soru sormayı tercih
ettik. Peki, biz cevabı kimden alacağız?
Hiç cevabım yok
demiyorum ama bu önemli bir şey. Cevabını rahatlıkla
verebiliyorsanız ilginç değildir ki! Bizim
tarihçilik anlayışımız sadece cevaba dayalı; çünkü
tarih siyasetin orta malı haline geldi. İşte biz
bunun ahfadıyız, ecdadımız şöyleydi, Çanakkale’de
bunu yaptık… Hiç kimse hiçbir soru sormuyor. Maksat
birilerine tarih öğretmek değil; tarih, istenen
siyasi ortama taraftar bulmak üzere kullanılıyor.
Nasıl bir vatandaş istiyorsunuz? Milliyetçi,
muhafazakar, dindar ya da solcu… Ona göre. Burada
soru sormak en tehlikeli şey. İktidar tarih yoluyla
iletişim kuruyor; Cumhuriyet de bunu yaptı yıllarca.
Daha az zararı dokundu, çünkü kimse inanmadı ama
mantık aynı. Eninde sonunda siz, ‘ben böyle bir
Türkiye kurgulamak istiyorum ve bu Türkiye’de
insanlar bu tarihi gerçekleri kabul edecekler’
dedikten sonra birinin öbüründen farkı yok. Bizde
tarih anlayışı tamamen siyasi; milliyetçilik ve
kutuplaşma üzerine kurulu. Tarihi kutuplaşmaya alet
ediyoruz; sözüm ona birleşmeye… Herkesin aynı şeyi
düşünmesini istiyoruz, olmayınca da ipler kopuyor
işte.
Zaman, Haber: Jülide
Güngör, 11.05.2015
|
TARİHİ KAPILAR ŞİMDİ
HIRSIZLARIN GÖZDESİ
İzmir’de tarihe
tanıklık etmiş, sanat tarihi açısından değerli olan
eski evlerin oymalı ay yıldızlı kapıları yerinden
sökülüp hurda fiyatına satılıyor.
Bunun en çarpıcı
örnekleri, eski eserlerin yoğun olduğu
İzmir’in en eski
semtlerinden Basmane’de yaşanıyor. Hurdacıların son
kurbanı Basmane Altınordu mahallesinde yaşandı. 962
sokakta kullanılmayan tarihi eski İzmir evinin
kapısı çalınınca sahipleri tarafından kapının olduğu
yere duvar örüldü.
Yıkılıp otopark
yapılıyor
Semt sakinleri hırsızlık olayının, içinde yaşam
olmayan eski İzmir evlerinin kapısından başlayıp,
ardından pencere ve çatıdaki bakır parçalara kadar
uzanıp ev yıkılana kadar sürdüğünü söyledi. Yağma
burada da bitmezken, ev yıkıldıktan sonra da yeri
birtakım kişiler tarafından otopark olarak
sahipleniliyor.
Milliyet, Haber: Mustafa
Oğuz, 10.05.2015
|
SÜRDÜĞÜ TARLADA TARİHİ ESER BULDU
EDİRNE’nin Keşan İlçesi’nde 40 yaşındaki Y.A.
sürdüğü tarlada bulduğu ve Roma Dönemine ait olduğu
belirlenen taş kafa figürünü jandarmaya teslim etti.

Köydeki tarlasını süren Y.A., traktöre bağlı
makineye taşın çarptığını fark ederek kontrol etti.
Makinenin taş bir figüre çarptığını gören Y.A.
durumu
Jandarmaya
haber verdi.
Olay yerine giden Keşan İlçe Jandarma Merkez
Karakol Komutanlığı ekipleri, yaptıkları incelemenin
ardından durumu
Edirne Müze Müdürlüğü’ne bildirdi.
Keşan’a gelen müze yetkilileri, yaptıkları
incelemede bulunan taşın,
Roma Dönemine ait yaklaşık bin 200 yıllık tarihi
bir taş kafa figürü olduğunu tespit etti.
Tarihi taş figür, müze müdürlüğü ekiplerince
koruma altına alınarak, Edirne Müze Müdürlüğü’ne
götürüldü.
Milliyet, 10.05.2015
|
"MÜZAYEDELERDE EGOLAR
YARIŞIR"
2006’da kurulan Beyaz
Müzayede’nin yarınki müzayedesinde 4 özel koleksiyon
satılacak. Şirketin sahibi Aziz Karadeniz’e göre son
on yılda müzayede sektörü büyüdü ve ‘müzayede’nin
anlamı da farklılaştı. En önemlisi, müzayedelerin
sanatçılar nezdindeki itibarı arttı, fakat durum
koleksiyonerler cehpesinde farklı.
Çok uzak değil, on yıl
önce
Müzayedeler bir
ilkbaharda, bir de sonbaharda yapılırdı. Artık her
hafta ikişer müzayede var. Biri bitiyor, diğeri
başlıyor. Dudak uçuklatan, iştah kabartan fiyatlar
konuşuluyor, paralar havada uçuyor. Türkiye’de
düzenli olarak müzayede yapan 10-15 firmadan söz
edilebilir. Toplam satışın yüzde 60’tan fazlası ise
iki şirketin elinde: Beyaz Müzayede (Aziz
Karadeniz), Antik AŞ (Turgay Artam). Çağdaş ve
klasik resimler, antikalar, Osmanlı’dan kalan
tombaklar, seramikler ve kitapların yanı sıra hat,
ferman, hilye-i şerif, tarihi Kur’an-ı Kerim’ler bu
müzayedelerin en gözde eserleri. Buna rağmen
Türkiye’deki sanat piyasasının büyüklüğü, dünya
ortalamasının çok gerisinde. Hatta Türkiye
ekonomisinde sanatın yeri çok küçük. Beyaz
Müzayede’nin sahibi Aziz Karadeniz’in ifadesiyle
“Boğaz’da iki yalı fiyatı anca eder.”
Türkiye’deki sanat
piyasasının toplam büyüklüğü 100 milyon doların
altında. Dünyada önde gelen sanat fuarı Art Basel’de
sadece dört günde 3-5 milyar dolar satış oluyor.
Dünyadaki müzayede cirosu 25 milyar dolar,
Türkiye’deki müzayede cirosu ise 40 milyon dolar
civarında. Böylesine hareketli ve sıcak paranın
döndüğü sektör, aynı zamanda çok eleştiriliyor.
Eserlere bu kadar parayı kim, niye veriyor, sanat
dünyası ve sanatçının bu işte karı ne? Sanat sadece
bir yatırım aracı mı? Sanatın kendisi kimsenin
umurunda değil mi? Bu ve benzeri konular epeydir
tartışılıyor.
2006 yılında kurulan
Beyaz Müzayede, piyasayı hareketlendiren birkaç
şirketten biri. Her müzayedesinde 7 bin müşterisine
katalog gönderiyor. Müzayede günü, salondaki
müşteriler hariç, 10 kişi de telefon başında uzaktan
katılan müşterilere cevap veriyor. Aziz Karadeniz’e
göre son on yılda Türkiye’de müzayede sektörü büyüdü
ve anlamı farklılaştı. En önemlisi, müzayedelerin
sanatçılar nezdindeki itibarı arttı. Eskiden
‘müzayedeye düşmek’ deyimi vardı, artık ‘müzayedeye
çıkmak’ deniyor. ‘Osmanlı ve İslam eserleri’,
‘çağdaş sanat’ ve ‘klasik eserler’ gibi temalı
müzayedeler 2005’ten sonra yapılmaya başlanmış.
Müzayedede ‘yeni eser’ satma fikri yine son yıllarda
yerleşmiş. Karadeniz, “Her çağdaş sanat müzayedemize
ortalama 2 bin 500 eser başvurur. Biz maksimum 250
eseri satışa koyarız. Seçim yaparız. Dünyada
gelişmiş piyasalarda müzayedeye girebilmek kariyer
açısından önemlidir. Sadece bunun için özel eser
yapan sanatçılar vardır. Bizde de artık bu olay
kanıksandı. Müzayedelerimize koleksiyonerlerden
olduğu gibi galerilerden ve sanatçılarından da eser
geliyor.” diyor.
‘İSVİÇRE BANKALARININ
SANAT BÖLÜMÜ VAR’
Beyaz Müzayede’nin
yarınki müzayedesinde dört özel koleksiyon
satılacak. Onca para ve emek harcanarak oluşturulan
koleksiyonlar birdenbire gözden çıkarılabiliyor.
Eser al, eser sat, fuar gez, sanatçı takip et,
koleksiyon yap, sonra hepsini birden sat… Bu ve
benzeri durumlar, koleksiyonerlerin yatırımcı yönünü
ön plana çıkarıyor. Aziz Karadeniz, eserlerin
yatırım aracı olarak pazarlanmasına karşı. Fakat
İsviçre bankalarının sanat departmanlarının olduğunu
hatırlatmayı da unutmuyor.
Sanatla ilgilenmeye
koleksiyonerlikle başlayan Karadeniz, ‘sanatın
kendisi kimsenin umurunda değil’ eleştirisine doğal
olarak katılmıyor. Tutkuyla resim alan çok
koleksiyoner var ona göre. Eskiden, galeriler, resim
satın alma ve izleme merkeziydi. Galeri duvarlarında
saatlerce resim seyreden koleksiyoner görmüşlüğümüz
vardır. Şimdi müzayede şirketleri öne geçmiş
durumda. Fakat müzayedelerin modern insanın ruhunu
okşayan başka bir yönü daha var. “Müzayedelerde
sahip olma tutkusu ve egolar yarışır. Ama bu,
koleksiyonerin sanatla ilgisi olmadığı anlamına
gelmez.” diyor, Karadeniz.
IV. Mustafa’nın
fermanı satılacak

Beyaz Müzayede yarın
Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde saat 14.30’da
ve 12 Mayıs Salı akşamı 18.30’da 4 özel koleksiyonu
satışa çıkaracak. İki gün sürecek bu müzayede
sezonun son müzayedesi sayılır. Koleksiyonlardan
biri tamamen hat, hilye-i şerif ve fermanlardan
oluşuyor. Çok kısa bir süre tahtta kalan Osmanlı
Padişahı IV. Mustafa’nın fermanı müzayedenin en
nadide eserleri arasında. Açılış fiyatı 45 bin TL.
Müzayedede satışa sunulacak diğer eserler arasında
Halil Paşa, Nazmi Ziya, Namık İsmail, Hikmet Onat,
Avni Lifij, Sami Yetik, Feyhaman Duran, Lepold Levy,
Üsküdarlı Cevat, Şefik Bursalı, Şeref Akdik, Cemal
Tollu, Mehmet Ali Laga, İbrahim Safi gibi Osmanlı ve
Cumhuriyet resminin önemli ressamlarının eserlerinin
yanı sıra Leonardo De Mango, Fausto Zonaro ve Fabius
Brest gibi oryantalist ressamların resimleri yer
alıyor.
Zaman, Haber: Sevinç
Özarslan, 09.05.2015
|
AMASYA'DA SELFİE ÇEKEN
ŞEHZADE HEYKELİ ŞAŞKINLIK YARATTI
Amasya Belediyesi,
Yeşilırmak kenarına bir elinde kılıç, diğerinde cep
telefonu ile 'Selfie' yapan şehzade heykeli dikti.
Belediye Başkan Yardımcısı Osman Akbaş, büyük ilgi
gören heykelin herhangi bir şehzadeye ait olmadığını
söyledi. Görüntünün sosyal medyada yayılmasıyla,
vatandaşlar ve gazeteciler, olay yerine akın etti.

Osmanlı İmparatorluğu
döneminde birçok padişah yetiştiren ve 'Şehzadeler
Şehri' olarak anılan Amasya'da Yalıboyu Evleri
önünde Yeşilırmak kenarına belediye tarafından bugün
bir şehzade heykeli konuldu. Herkesin dikkatini
çeken, sol eli kılıcında, havaya kaldırdığı diğer
elinde cep telefonu ile selfie çeken şehzade, ilgi
odağı oldu. Olayı duyan vatandaşlar ve gazeteciler
olay yerine akın ederken, şehre gelen turistler,
heykelin dikildiği ilk saatlerden itibaren gün
boyunca etrafında toplanıp, sırayla selfie yaptı.
Arkadaşlarıyla birlikte
Çorum’dan gelen Dilek Tuna, “Çok güzel kesinlikle.
Değişik olmuş” dedi. Amasya’nın Osmanlı
İmparatorluğu döneminde Şehzadeler Şehri olduğunu
anlatan Amasya Üniversitesi öğrencisi Ali Torun da,
“Kötü bir düşünce olduğunu düşünmüyorum. Espri
mahiyetinde. Güzel olmuş. Farklı bir düşünce. Buraya
gelen turistlerin ilgisini çekmek adına bence güzel
olmuş” diye konuştu. Torun, “Daha önce yoktu. Yeni
koyulmuş. Sabahtan beri çok fazla ilgi görüyor.
Sabahtan beri fotoğraf çeken çekene” şeklinde
konuştu.
BELEDİYE TÖREN
YAPACAK
Amasya Belediye Başkan
Yardımcısı Osman Akbaş ise heykelle ilgili daha
sonra bir tören yapılacağını belirterek, "Bu heykel
herhangi bir şehzadeye ait değil. Tamamen görsel
amaçla yaptırdık. İnsanların ilgisini çekeceğini
düşündük. Çelik konstrüksiyon ile yapılan bu heykel,
Yeşilırmak kenarına da renk kattı" dedi.
CHP Amasya
Milletvekili Ramis Topal,
Twitter hesabından
"Hükümetimizin Amasya'ya yaptığı yeni yatırım;
selfie yapan şehzade. Şaka değil. İlber Hoca'nın
yorumlarını duyar gibiyim" tweet'ini yazdı.
Hürriyet, 09.05.2015
******
SELFİE ÇEKEN ŞEHZADE
HEYKELİNİN TELEFONU KIRILDI

Amasya Belediyesi
tarafından yaptırılarak Yeşilırmak kenarındaki
gezi yoluna konulan ‘Selfie çeken şehzade'
heykelinin telefonu kırıldı.
Amasya
Belediyesi’nin dün konuşlandırdığı betondan
yapılan heykel, kamuoyunda ve sosyal medyada
tartışmaya yol açtı.
Bugün sabah
saatlerinde heykelin önünde fotoğraf çektirmek
isteyen vatandaşlar kırık cep telefonuyla
karşılaştı.
Heykelin elindeki
telefonun kırılmasına tepki gösteren Ertuğrul Gürbüz
adlı vatandaş, “Yazık yani. Güvenlik kameralarından
kimin kırdığı görülür” derken, heykeli çok güzel
bulan Mahmut Soysal da, telefonun kırılmasına “Bizde
insanlık yok’ diye değerlendirdi.
Kızı Didem ile heykelin
yapılmasını eleştiren Yusuf Erdemli ise “Biz
yapılmasını saçmalık olarak görüyoruz. Tarihle bu
kadar da dalga geçmenin bir manası yok yani. Artık
kim kırmış ona bakmak lazım” diye konuştu.
Hürriyet, 10.05.2015
|
ALTIN MADENİ TALANI ANTİK KENTE DAYANDI

Kaz Dağları'ndaki Neandreia antik kenti altın
madencileri tarafından kuşatıldı. Hellen dilinde
“Genç adamın yurdu” anlamına gelen antik kent,
madenci şirketin hazırladığı ÇED dosyasında yok
sayıldı.
DAĞI, TARİHİ YARIYORLAR
Altın madencileri Kaz Dağlarında kazmaya devam
ediyor. Dağlar yüzlerce maden arama ruhsatı ile
karış karış satılırken, dağın eteklerindeki ovalarda
ise termik santral ve demir çelik fabrikaları pıtrak
gibi çoğalıyor. Altıncıların dağlarda son talan
girişimlerinin adresi Ezine oldu. Kanadalı Teck
Madencilik Yaylacık Köyü yakınlarında yarma usulüyle
altın arama çalışmalarına başladı. Şirketin altın
aradığı alanın ruhsat sınırı Neandreia kentine
yaklaşık bir kilometre uzaklıkta. Yine aynı şirketin
Ezine Üsküfçü yakınındaki maden ruhsatı ise
Neandreia sit sınırında. Buradaki maden aramaları
için Çanakkale Valiliği 09 şubat 2015’te “ÇED
Gerekli değildir” kararı verdi.
ANTİK KENT YOK SAYILDI
Aioller tarafından MÖ 5. yüzyılda kurulduğu
sanılan Neandreia koruma altına alınmak bir yana,
madenin ÇED başvuru dosyalarında yok sayıldı.
Madenci şirket şu anda antik kentin varoşları olması
gereken alanda yarma usulüyle altın aramaya devam
ediyor.
Maden sahası Üsküfçü Köyü merkezine, yaklaşık 600
metre. Yarma çalışmalarına en yakın yerleşim ise 7
numaralı yarmanın kuzeyinde 50 metre uzaklıkta
bulunan bir ev. Diğer taraftan yöre tarım ve
hayvancılık ile geçimini sağlanan yörede Ayvacık
Barajı’nın yanı sıra tarımsal sulamada kullanılan 6
adet de gölet bulunuyor.
GENÇ ADAMIN YURDU
Neandreia antik kenti Ezine
İlçesi sınırlarındaki
Çığrı Dağı’nın yamaçlarında, Kyknos önderliğindeki
Aioller tarafından kuruluyor. Neandreia, Hellen
dilinde “delikanlı” veya “genç adamın yurdu”
anlamına geliyor. Ege Denizi ve Bozcaada manzaralı
antik kent yaklaşık 40 hektarlık bir alana yayılmış
durumda. Antik kentin 3 bin 200 metrelik sur
duvarlarının bir bölümü aradan geçen yüzyıllara
rağmen hala ayakta. Neandreia’da bugüne kadar
herhangi bir kazı çalışması yapılmazken, 1889
yılında başlayan Neandreia araştırmaları ile kent
suru, sur içinde yer alan iki yüz otuz ev ve Aiol
stilindeki Apollon tapınağı üzerine yoğunlaşmış.
Çıkarılan eserlerden bir kısmı İstanbul Arkeoloji
müzesinde yer alıyor. Troas’ın önemli liman kenti
Alexandria Troas’ın bölgedeki egemenliği sonrasında
yaklaşık 2 bin 500 Neandrialı bu liman kentine göç
etmesi kent için sonun başlangıcı oluyor. Aradan
geçen bunca yıldan sonra altın madencisi şirket
tarafından tehdit edilen antik kentin yakınlarındaki
Yaylacık, Üsküfçü gibi köyleri de Neandreia’nın
kaderi mi bekliyor?
Evrensel, Haber: Özer Akdeniz, 08.05.2015
|
KENDİ ÜLKESİNDE
TURİZM KARA LİSTESİNE ALINDI
Çin'de bir genç turistik mekanlardaki hatıralara
saygısızlık ettiği gerekçesiyle ülke sınırları
içerisinde 10 yıl boyunca gideceği her turistik
mekanda polis veya güvenlik görevlileri tarafından
gözlem altında tutulacak.

18 yaşındaki Çinli Li
Wenchun, Çin’in tarihi ‘
Kırmızı Ordu’
olarak adlandırılan ordusunun heykellerinin üzerine
çıkıp resim çektirdi ve
sosyal medyada bunu
paylaştı. Bu hareketiyle birçok insan tarafından
tepki toplayan
genç , Çin Ulusal
Turizm Otoritesi’nin gündemine girdi. Ardından genç
adamın turizm kara listesine alınması
kararlaştırıldı. Ancak ülkenin kendi vatandaşı
olduğu için turistik yerlere giriş yasağı yerine
cezası biraz hafifletilip 10 yıl boyunca turistik
yerlerde
güvenlik güçleri
tarafından gözlem altında tutulması kararı verildi.
Bu şekilde Çin'de ilk kez bir kişi kendi ülkesinde
turizm kara listesine girmiş oldu.
Radikal, Haber: Enis
Aksu, 08.05.2015
|
HAPİSHANEDEN MÜZEYE ALKATRAZ

İspanyol gezgin Juan de Ayala 1775'de, ilk kez
bir insan ayağının değdiği küçük adaya çıktığında,
yıllar sonra buranın filmlere konu olacağını, on
binlerce turist tarafından ziyaret edileceğini
bilemezdi.
Alkatraz, San Francisco açıklarındaki üç adadan
biri ve en bilineni. San Francisco Körfezi'ne 2,5
kilometre uzaklıkta ve 9 hektarlık bir alanı
kaplıyor.
Şöhreti, "Alkatraz Kuşçusu" ve "Alkatraz'tan
Kaçış" filmleriyle yakalayan küçük adayı görmek
isteyenler bir yandan bilet kuyruğunda beklerken bir
yandan da maket üzerinde müzeye dönüştürülen ünlü
hapishaneyi tanımaya çalışıyor. Yirmi kadar filme
konu olan hapishaneyi ziyaretin bedeli 30 dolar.
Ziyaretçiler, "Rock" yani "Kaya" olarak da
adlandırılan Alkatraz'ı keşfe, mahkumların topluca
banyo yaptıkları ve yıllarca giymek zorunda
kaldıkları lacivert üniformaların dağıtıldığı
bölümden başlıyor.
Ziyaretçilerin taktıklar kulaklıklar onları,
Alkatraz'ın "tehlikeli" sakinlerinin acı dolu
yıllarına götürüyor. Turistler adada, mahkumların
"23 saatlerini" geçirdikleri, parmaklıklarla çevrili
birkaç metrekarelik dünyalarında yaşadıklarını,
hissettiklerini, hayatta kalanların 11 dile çevrilen
"seslerinden" öğreniyor.
Farklı ülkelerden gelip de yolu Amerika'nın en
ünlü hapishanesinde kesişenler, su deposunu,
gözetleme kulesini, hastane ve yemekhaneyi, tecrit
odalarını ve morgu, "içleri ürpererek" dolaşıyor.
Adanın ünlü suçluları
Soğuk körfez suları, bolca köpekbalığı ve
akıntılar nedeniyle "kaçılamaz" denilen ve koşulları
nedeniyle esir kampına benzetilen ada, yaklaşık yüz
yıllık hapishane döneminde ünlü suçluları da
"ağırladı".
Al Capone, "Doktor" Arthur Barker, "Makineli
Tüfek" George Kelly, daha sonra hikayesi filme
dönüştürülen "Kuş adam" ya da "Alkatraz Kuşçusu"
olarak bilinen Robert Franklin Stroud bunlardan
bazıları. 8 mahkumun kavgada, 5'inin intihar ederek,
15'inin de farklı nedenlerle hayatını kaybettiği
adadan, 34 mahkumun firar girişiminde bulunduğu
ancak bunlardan beşi hariç diğerlerinin yakalandığı
biliniyor.
Lavabonun altındaki duvarı bir kaşık ile delerek
firar eden ve 11 Haziran 1962′de Clint Eastwood’un
'Escape from Alcatraz' yani 'Alkatraz'dan Kaçış'
filmiyle şöhreti yakalayan Frank Morris, John ve
Clarence Anglin kardeşlerin kaçış hikayesi de cansız
manken ve krokilerle anlatılıyor.
‘Prison Break’ isimli popüler dizideki gibi
burada da hücre duvarını delen mahkumlar, koridordan
havalandırmaya tırmanıyor. Demir çubukları büküp,
çatıya çıkıyor ve su borularından aşağıya indikten
sonra da kayıplara karışıyor. Onlardan geriye ise
gerçek saçlarını kullanarak yaptıkları ve
yataklarına yatırdıkları mankenler kalıyor.
Bugün bile Morris ve Anglin kardeşlere ne olduğu
bilinmiyor. İsimleri "kayıp ve kaçarken boğulmuş'
diye nitelendirilen 5 mahkum arasında sayılıyor.
Bu firarın ardından "bir asırlık" hapishane
döneminde, bin 578 mahkumun kaldığı "yüksek
güvenlikli" cezaevi, binalarının eskimesi ve
restorasyonunun yüksek maliyeti nedeniyle 1963'de
kapatıldı.
Yapı, 08.05.2015
|
TÜRKİYE PAVYONU'NDAN
VENEDİK BİENALİ'NE İLK NEFES

Venedik Bienali 56. Uluslararası Sanat Sergisi
Türkiye Pavyonu'nda yer alan, nefes temalı 'Respiro'
projesi, sanatçı Sarkis ve küratör Defne Ayas'ın
katılımıyla uluslararası sanat dünyasına tanıtıldı.
Venedik Bienali 56.
Uluslararası Sanat Sergisi
Türkiye Pavyonu’nda
yer alan Respiro projesi, sanatçı Sarkis ve küratör
Defne Ayas’ın katılımıyla bienalin ön izleme
günleri kapsamında
bugün uluslararası
sanat dünyasına tanıtıldı. Türkiye Pavyonu, 9
Mayıs-22 Kasım 2015 tarihleri arasında Venedik
Bienali’nde izlenebilecek.
İstanbul Kültür
Sanat Vakfı koordinasyonunda gerçekleştirilen
Türkiye Pavyonu sergisi, bienalin ana mekanlarından
Arsenale’deki Sale d’Armi binasında yer alıyor.
Türkiye Pavyonu’nun
resmi açılışına,
İKSV Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı ve
Türkiye Pavyonu sponsoru Fiat adına Tofaş Kurumsal
İletişim Direktörü Arzu Çolakoğlu da katıldı.
Açılışta ayrıca, Venedik Bienali Başkanı Paolo
Baratta, TC Roma Büyükelçisi Aydın Adnan Sezgin,
Venedik Bienali 56. Uluslararası Sanat Sergisi
Türkiye Pavyonu Danışma Kurulu üyeleri, Türkiye
Pavyonu’nun 21 destekçisiyle uluslararası sanat
profesyonelleri ve küratörler de bulundu.

KSV Yönetim Kurulu
Başkanı Bülent Eczacıbaşı, “Bu yıl Türkiye
Pavyonu’nda, farklı formlardaki çalışmalarıyla
günümüzün en önemli sanatçıları arasında sayılan,
yapıtları önemli sanat merkezlerinde, müzelerinde
sergilenen Sarkis’i ağırlıyoruz. Türkiye’nin sanat
tarihinde de önemli bir yeri olan Sarkis’in
‘Respiro’ adlı yeni eserini tüm sanat dünyasıyla
paylaşmaktan gurur duyuyoruz. Respiro, İtalyancada
‘nefes’ anlamına geliyor. Türkiye Pavyonu sergisi de
sanatçımız Sarkis’in dediği gibi nefes alıp veren,
içerisinde birçok farklı öğe barındıran, tarihin
içinde yolculuk eden ve mekanlar arasında diyalog
kuran bir sergi oldu. Kendisine, küratörümüz Defne
Ayas’a ve emeği geçenlere bu heyecan verici proje
için teşekkür ediyorum,” dedi.
BİR İNSANLIK
ELEŞTİRİSİ
Sarkis, İtalyanca’da nefes anlamına
gelen Respiro ile zamanların başlangıcına, kendi
deyişiyle ‘ilk gökkuşağına, ışığın ilk kırılma
anına’ götürüyor. Sarkis eserini şöyle
anlatıyor: “Türkiye Pavyonu’nda bir nefes dünyası
oluşturdum, Respiro sürekli nefes alıp veren bir
yerleştirme. Yerleştirmedeki iki gökkuşağı
devamlı nefes alıyor, aralarındaki farklı nefes
ritimleri aynaya vuruyor ve aynadaki çocukların
parmak izleri de kendi içinde sürekli nefesler
doğuruyor.”

Sarkis, bir tiyatro
sahnesi gibi düzenlediği mekanı çift taraflı büyük
bir ayna ile ikiye bölüyor. Aynanın iki tarafında
Abay, Anna, Aren, Helin, Karla, Claudia ve Linda
isimli yedi çocuğun yedi renkle yaptığı parmak
izleri yer alıyor. Mekanın iki ucundaki pencerelerin
önünde ise sanatçının neondan oluşturduğu
gökkuşakları bulunuyor.
Ortaçağa özgü tekniklerle yapılmış ve ortak bellek
görüntülerinden oluşan 36 parça vitray
pano, Sarkis’in deyimiyle ‘elmas küpeler gibi’
mekanın tavanından sarkarak enstalasyonu bütünlüyor.
Sarkis, bu vitraylarla imgeyi çerçeveliyor, imgenin
hatlarını belirliyor, yakalayıp hapsediyor.
Aydınlatılmış cam panoların resimlerle oluşturduğu
bu orkestrasyon, acı, savaş, eros ve otobiyografik
anlatılar resmederken ustalıklı bir insanlık
eleştirisi sunuyor. Birçok farklı imgeden oluşan
vitray panolar arasında ateş avuçlayan el, Aya
Sofya’nın yüksek duvarlarından aşağı bakan mozaik
melek tasviri, nar tezgahının önünde gülümseyen
Hrant Dink, hazırlıksız yakalanan uykulu bir Sergei
Parajanov, Büyük Mimar Sinan’ın Mihrimah Sultan’ı
kucaklayışı ve Sarkis’in anne ile babasının
mezarları da yer alıyor.
ALTI ŞEHİRDE, ALTI
MEKANDA AYNI ANDA...
Sarkis’in Respiro’suna ‘sinyal’ gönderecek altı
farklı yerleştirmesi, bugünden itibaren eş zamanlı
olarak Chateau d’Angers (Angers, Fransa), Chateau
des ducs de Wurtemberg Müzesi (Montbéliard, Fransa),
Domaine de Chaumont-sur-Loire (Chaumont-sur-Loire,
Fransa), Boijmans Van Beuningen Müzesi (Rotterdam,
Hollanda), Mamco, Modern ve Çağdaş Sanat Müzesi
(Cenevre, İsviçre) ve Hrant Dink Vakfı’nda
(İstanbul, Türkiye) yer alıyor. Böylelikle, Türkiye
Pavyonu’nda yer alan eserlerle bu yerleştirmeler
arasında devam eden bir diyalog da yaratılacak.
Sarkis’in ‘haberci’ niteliğindeki ilk sinyali Altın
İkona ise Hrant Dink Vakfı’nın Mart ayında açılan
yeni binasının sergi alanında yer alıyor. Üzerinde
bir el izi olan altın bir dörtgenden oluşan Altın
İkona, Sarkis’in Respiro için yaptığı yeni vitrayla
aynı ölçekte üretildi. Altın İkona, Respiro’da
olduğu gibi, Jacopo Baboni-Schilingi’nin bestesiyle
tamamlanacak. Altın İkona ile birlikte sanatçı Ali
Kazma'nın yeni video işi Atölye (2015) de 7 Mayıs’ta
Türkiye’de ilk defa Hrant Dink Vakfı’nda
gösterilecek. 2013 yılında Venedik Bienali Türkiye
Pavyonu’nda yer alan Rezistans serisine ait olan bu
videoda Ali Kazma kamerasını Sarkis’in elli yılı
aşkın süredir sanatsal üretimini sürdürdüğü
atölyesine çevirdi.
Radikal, 07.05.2015
******
ATAMAN'IN SABANCI
PORTRESİ VENEDİK BİENALİ'NDE İLK 5'TE
Kutluğ Ataman'ın 56. Venedik Bienali'nin ana
sergisine davet edilen 'Sakıp Sabancı'nın Portresi'
adlı eseri, The Guardian, ARTnews gibi prestijli
yayınlar tarafından bienalin öne çıkan eserleri
arasında gösterilirken Artslife eleştirmenleri
tarafından da bienaldeki en iyi 5 eserden biri
olarak seçildi.

Sanatçı Kutluğ
Ataman’ın, küratör Okwui Enwezor tarafından 56.
Venedik Bienali’ne davet edilen “Sakıp Sabancı’nın
Portresi” adlı eseri; bienalin önizlemesi kapsamında
özel davetlilerle buluştu! Önizlemede The Guardian,
ARTnews gibi prestijli yayınlar tarafından bienalin
öne çıkan eserleri arasında gösterilen eser,
Artslife eleştirmenleri tarafından ise bienaldeki en
iyi 5 eserden biri olarak seçildi. 7 Mayıs Perşembe
günü Arsenale’nin Artiglierie binasında sergilenen
eser altında gerçekleşen buluşmada; Sevil Sabancı,
Güler Sabancı, Suzan Sabancı, Melisa Tapan ve Sakıp
Sabancı Müzesi Müdürü Dr. Nazan Ölçer, uluslararası
sanat dünyasından ve basından seçkin isimlerle bir
araya geldi.
Dünyanın en köklü,
prestijli ve etkin sanat organizasyonlarından biri
olan Venedik Bienali; müzik, sinema ve tiyatro
alanlarını da kapsayarak çağdaş sanat trendlerinin
öncülüğünü yapıyor. Bu yıl 56. kez düzenlenen ve
başkanlığı Paolo Baratta tarafından yürütülen
bienalin küratörlüğünü ise bu sene; Nijeryalı
küratör, yazar, sanat eleştirmeni Okwui Enwezor
üstleniyor. 2011’den beri Münih’teki Haus der Kunst
müzesinin direktörlüğünü yürüten ve başarılı
kariyeri boyunca daha önce Güney Afrika, İspanya,
Güney Kore ve Fransa’da çeşitli bienallerin
direktörlüğünü üstlenen Okwui Enwezor; uluslararası
sergiler, müzeler, akademik ve yayıncılık
alanlarında da faaliyet gösteriyor. Bienal başlığını
“All The World’s Futures – Dünyanın Tüm Gelecekleri”
olarak belirleyen küratör Enwezor’un seçtiği 136
sanatçı arasında; Kutluğ Ataman imzalı “Sakıp
Sabancı’nın Portresi” adlı video enstalasyon
çalışması da yer alıyor. Eser; 56. Venedik Bienali
kapsamında ilk kez uluslararası bir platformda
sanatseverlerle buluşuyor.
Kutluğ Ataman’ın “Sakıp
Sabancı’nın Portresi” eseri; Sakıp Sabancı’nın
aramızdan ayrılışının 10. yıldönümü için Sakıp
Sabancı Ailesi tarafından 2011 yılında sanatçıya
sipariş edildi. Konumu, yaşı, mevkisi ne olursa
olsun “insan”a değer veren Sakıp Sabancı’nın her
konuya “Önce insan” felsefesiyle yaklaşmasını,
insanlara olan sevgisini ve saygısını yansıtan eser;
keskin zekası, ince esprileri ve candan tavırlarıyla
halkla özdeşleşen Sakıp Sabancı’nın, yaşamı boyunca
insanlara ve hayata açtığı pencereleri görünür
kılıyor.
Filmleri ve video
eserleri dünya çapında izleyicilerle buluşan Kutluğ
Ataman’ın Sakıp Sabancı’ya bir saygı duruşu
niteliğindeki çalışması; Sabancı’nın Türkiye’de
teknolojiye yaptığı katkılara da atıfta bulunuyor.
Görsel sanatlarda en ileri teknolojiyi kullanan
eserin hammaddesini insanlar oluşturuyor. Çeşitli
nedenlerle Sakıp Sabancı’yla yolu kesişen binlerce
kişinin portre fotoğrafından meydana gelen eser;
ünlü işadamına yakışan, “zamanının ötesinde” sıra
dışı bir sanatsal fikri hayata geçiriyor.
Geçtiğimiz yıl S.Ü.
Sakıp Sabancı Müzesi’nde sergilenen eser; 9 Mayıs –
22 Kasım 2015 tarihleri arasında 56. Venedik Bienali
kapsamında, Arsenale’nin Artiglierie binasında
sanatseverlerle buluşacak.
Radikal, 07.05.2015
******
ÖLÜME KARŞI YAŞAM:
TÜRKİYE PAVYONU SOLUK ALIP VERİYOR
Sarkis'in Venedik
Bienali'ndeki sergisi Respiro (Nefes), hüznünü
saklamıyor. Ama Türkiye Pavyonu bu sergiyle ölüme
karşı yaşamı geçmişe karşı geleceği öne çıkartan,
soluk alıp veren canlı bir mekana dönüşüyor.
Venedik'teki bienal
alanında nadir rastlanan yürüyen merdivenlerden
biri, sizi Türkiye Pavyonu'na çıkartıyor. Kırmızı
tuğlaları, kemerli pencereleri ve ağır ahşap çatısı
yüzlerce yılın hafızasını taşıyan bu eski silahhane
binasında Sarkis'in nefesi sergi alanına görünür
oluyor. Türkiye sergisinin olduğu salona ilerlerken
üzerinde 'Sarkis, Respiro' yazan perdenin,
kendiliğinden inip kalktığını farkediyorsunuz.
Perdeyi şişiren, mekanın doğal esintisi. Daha en
başta anlıyoruz ki Sarkis, mekanın ışığını,
rüzgarını, duygusunu ince ince hesaplayarak kurmuş
kendi evrenini.
Geçen yıl, ismi ilk
açıklandığında “2015'te Türkiye Pavyonu'nu Sarkis'e
emanet etmek çok doğru bir karar” diye yazmıştım. (link)
“Hem efsane bir isim olduğu, hem mekanı en iyi onun
kullanacağını bildiğimiz hem de 1915 tartışmalarına
Venedik'ten insani bir katkı yapacağını tahmin
ettiğimiz için..” O günden bu yana merakla
beklediğim sergiyi 7 Mayıs'taki açılışta gördüm ve
tahminlerimizde yanılmadığımızı anladım. Gerçi
merakım zamanla azalmıştı. Çünkü Sarkis, alışılmadık
biçimde sergiyi önceden detaylı biçimde anlattı.
Mekana girdiğimde ne göreceğimi çok iyi biliyordum.
Vitraylar, neonlar, ayna anlatıldığı yerdeydi.
Anlatılmayan ve belli ki her ziyaretçi için
etkileyici olan şeyse mekanın duygusu ve havada
uçuşan düşüncelerdi...
Sarkis, Arsenale'deki
Saled'Armi binasında (Türkiye pavyonunun bulunduğu
binanın adı bu) bir tür kutsal mekan yaratmış. Bu
genel kabul gören yargının tek sebebi duvarlardaki
36 vitray pano değil. Müzik, ışık, gökkuşağı
neonlar, cam sunak ve tümünün bir araya
gelişi...Vitraylar binlerce yıllık insanlık
kültürünü, ama en çok günümüz hayatını simgeleyen
fotoğraflardan oluşuyor. İçlerinde cami kubbeleri de
var, ikonalar da, Sarkis'in anne ve babasının mezarı
da, renkli Gezi merdivenleri de, bir evsiz de,
Ermeni sinemacı Parajanov da var... narlarla neşe
içinde poz veren Hrant Dink de...
Salonu ortadan ikiye
bölen büyük ayna ise üçü Venedik'ten dördü
Türkiye'den gelen 7 çocuğun parmak izleriyle bir
kozmosa dönüşmüş. Aynanın bir tarafı gündüz bir
tarafı gece. Çünkü buradaki neon gökkuşaklarından
biri gündüzün sert ışık kırılmalarına diğeri gecenin
yumuşaklığına göre tasarlanmış. Sarkis'in İstanbul
Modern'de de sergilenen bu ünlü işi, Venedik'te yeni
bir boyut kazanmış. Bizzat sanatçının nefesini
taklit eden bir mekanızmayla soluk alıp veriyorlar.
Evet ışıklar, bir nefes ritmiyle alçalıp yükseliyor.
Tıpkı bütün mekanı kuşatan ve belki de burada
hissettiğimiz kutsallığı mutlaklaştıran müzik gibi.
Jacobo Baboni-Schilingi'ye ait beste alçalıp
yükselerek 7 gün 24 saat, yani sergi kapalıyken bile
çalıyor... Sergi mekanında Sarkis'in daha önce
Louvre Müzesi'nde sergilenen bir işi ve Roma'da bir
kiliseye gönderme yapan kırmızı camdan 'sunak'ı da
yer alıyor. Üzerleri altın varakla kaplanmış, hantal
gemi paletleri tıpkı bu ağır cam sunak ve içi eski
ses bantları ve neon parçalarıyla dolu ve altın
varak kaplı sandık gibi mekana Sarkis'in belleğini
dahil ediyor. Sarkis, bütün işlerini tasarladığı
Paris'teki atölyesinden bu sergiye de önemli bir hat
çekiyor. Dolayısıyla onun sanatını oluşturan bellek,
eğitim, ganimet, çocuklar, yazılı olan ve olmayan
sanat tarihi gibi pek çok şey bu sergide de yerini
alıyor.
Tabii ki bu serginin en
önemli yanı, Türkiyeli olması. 1915'le, soykırım ya
da tehcirle ilgili bir sergi değil bu. Türk, Ermeni
ve insan olmakla ilgili bir sergi. İki kimliğin
biraya geldiği, ortak hafızanın çağrışımlarını
barındıran, ortak bir aşinalık duygusu yaratan bir
sergi. Hüznünü de saklamayan, büyük bir acıyla
ortaya çıktığını hissettiren, ölçülü bir yas da
barındıran bir atmosferi var. Yine de içerdiği barış
ve umutla akılda kalıyor. Kolektif hafızaya, etnik
kimliklerden çok insanlık birikimine işaret eden
yanıyla izleyicisini etkiliyor. Hatıralara olduğu
kadar çocuklara ve geleceğe de inanan bir sanatçının
düşünceleri uçuşuyor havada. Fırtınayı değil,
gökkuşağını gösteriyor bize. Başkalarına değil dev
aynada kendimize bakmayı öneriyor. Orada çocukların
izlerini ve geleceği görmemizi fısıldıyor
kulağımıza. Tıkanıp kalmış, iki toplumu kilitlemiş
bir meseleye can katıp nefes aldırmak istiyor. Ölüme
değil, hayata olan inancını, 24 saat yaşayan
ışıklarıyla, müziğiyle, soluk alıp veren canlı bir
organizma kurarak gösteriyor.
Sarkis sergiyi Venedik'le de sınırlamamış, 4 farklı
ülkede kendi tabiriyle Venedik'e 'sinyal gönderen'
yerleştirmeler kurmuştu.
Venedik'teki Nefes'i
göremeyecekseniz bile, oradaki duyguyu ve aklı biraz
daha iyi hissedebileceğiniz İstanbul'daki sinyal
istasyonuna bir uğramanızı öneririm. Üzerinde bir
kadının el izini taşıyan Altın İkona'yı, Ali
Kazma'nın Sarkis'in atölyesini gösteren videosunu
hem de Venedik'te 24 saat çalan müziği duyarak
görebileceğiniz bu yer, Hrant Dink Vakfı'nın
Harbiye'deki binası...
Radikal, Yazı: Cem
Erciyes,11.05.2015
|
VENEDİK DUKASIYLA YAKALANDILAR

Bursa İl
Jandarma Komutanlığınca Manisa’dan Bursa’ya 43
…. plakalı araç ile tarihi eser getirileceği
belirlendi. Mustafakemalpaşa İlçe Jandarma
Komutanlığı ekiplerince şüpheli araç takibe
başlandı. Jandarma ekiplerini fark edip kaçmaya
başlayan şüpheli şahıslardan H.A. (45) araç
yakınında, A.D. (35) Tatkavaklı civarında ve
F.K. (52) ise Devlet Hastanesi girişinde
yakalandı.
Şüphelilere ait araçta yapılan aramada herhangi
bir suç unsuruna rastlanılmazken, A.D’nin spor
çantasında 563 adet Venedik dukası olarak
bilinen sikkeler ele geçirildi. Sikkeler müzeye
teslim edilirken, şüpheliler ifadelerinin
alınmasını müteakip serbest bırakıldı.
Milliyet, 07.05.2015
|
TARİHİ HASANPAŞA GAZHANESİ, ENERJİ MÜZESİ VE KÜLTÜR
MERKEZİ OLUYOR

Yıllardır atıl vaziyette bulunan tarihi Hasanpaşa
Gazhanesi’ni enerji müzesi ve kültür merkezine
dönüştürmek için başlatılan restorasyon çalışmasını
yerinde inceleyen
İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı
Kadir Topbaş, “Burası odak noktası, çekim
merkezi olacak. Burada yaşayan insanlarımıza keyif
verecek ve çevresini de olumlu yönde etkileyecek”
dedi.
Geçmişte İstanbul’un yakıt ihtiyacının karşılandığı
3 önemli tesisten biri olan tarihi Hasanpaşa
Gazhanesi,
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) tarafından
başlatılan restorasyon çalışmasıyla, enerji müzesi
ve kültür merkezi haline getirilecek.
Çalışmaları yerinde incelemek için
Kadıköy’de bulunan tarihi Hasanpaşa Gazhane’sine
gelen İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı
Kadir Topbaş vatandaşların yoğun ilgisiyle
karşılaştı. Gazhane restorasyon çalışmalarının takip
edildiği programa
AKP 1’inci Bölge Milletvekili Adaylarından
Hurşit Yıldırım, Faik Işık, Ahmet Berat Çonkar ve
AKP Kadıköy İlçe Başkanı İsa Mesih Şahin katıldı.
Tarihi Gazhane hakkında basın mensuplarını
bilgilendiren Topbaş, çekiç ve murç yardımıyla
temsili olarak restorasyon çalışmalarını başlattı.
“ATIL DURUMDAKİ TARİHİ GAZHANE MÜZE VE KÜLTÜR
MERKEZİ OLACAK”
Tarihi Hasanpaşa Gazhanesi’nin ihtiyaç kalmadığı
için 1993 yılından bu yana atıl vaziyette olduğunun
altını çizen İBB Başkanı Kadir Topbaş, “Bu kadar
yoğun yaşamın olduğu Kadıköy’ün ciddi bir kültür
merkezine ve müzeye ihtiyacı var. Restorasyon
yapılacak olan bu alan, insanların gelip kültür
sanat faaliyetlerini yürütebileceği bir yer olacak.
Var olan fonksiyonların korunacağı projeyle burası
yaşayan aktif bir mekan olmasını istediğimiz için
sinema, tiyatro, kafeterya gibi fonksiyonlar
yüklüyoruz. Yakın bir tarihte tamamlanacak olan bu
mekan gıpta edilecek, heyecanla gezilecek görülecek
bir yer olacak” dedi.
”PROJE, SİYASETE KURBAN EDİLDİ”
Ciddi bedeller ödeyerek kentsel dönüşüm ve
restorasyon çalışmalarını İstanbul genelinde
sürdürdüklerini ifade eden Topbaş, “Kadıköy’e
yaklaşık 2 milyar lira yatırım yaparak siyasi
mülahazaların ötesinde vatandaşlarımızın
ihtiyaçlarını giderecek önemli işler yaptığımızın
göstergesidir. Kadıköy başka partiden, bırakalım
demeden İstanbulluların ihtiyaçlarını gideriyoruz.
Kartal’da hazırladığımız dünya çapındaki dönüşüm
alanı siyasete kurban edildi, mundar edildi. Biz AKP belediyesi olarak çevre, ulaşım ve kültür
sanat yatırımlarımızla kendimizi ispatlamışız.
İstanbul’a her alanda en iyi şeyleri getirmeye
çalıştık. Ama Kartal’da şimdi de seçim dönemi diye
vatandaş tedirgin edildi ve o iş orada kaldı. İlçe
belediyeleriyle farklı düşündüğümüz için o proje
orada kaldı. Dünyanın parmakla göstereceği, dünyanın
hayranlıkla izleyeceği İstanbul’un yeni bir odak
merkezi yapmak istiyorduk. Maalesef siyasete kurban
edildi” diye konuştu.
FİKİRTEPE'DE TEK YEKİLİ İBB OLMADIĞI İÇİN İŞLER
UZADI
Fikirtepe’de hiçbir yere verilmeyen ölçekte imar
düzenlemesi yaptıklarını belirten Topbaş, “Muhalefet
insanları korkutamasın ve kazancı milletimizin olsun
istedik. Hatta, ‘Sakın ha çantacılara kulak açıp
geleceğinizi karartmayın’ dedim. Maalesef bazı
vatandaşlarız daha fazla mal mülk sahibi olacağız
diye düşündüler. Proje bugüne kadar tamamlanmalıydı.
Örnek gösterebilmeliydik. Burada hazırlıkları
tamamlayan birkaç inşaata başlandı. Fikirtepe’de
bilgilendirme ofisi kuruldu ama kapandı,
kapanmamalıydı. Tekrar kurulması için talimat
veriyorum. Fikirtepe’de hiç kimseye vermeyeceğimiz 4
emsale kadar verdik. Bakanlıktaki plan onaylarındaki
gecikmeler için genel sekreter yardımcımızla
toplantı yapın. Bakanlıkla da görüşelim. Tek yetkili
İBB olmadığı için çok geç kalındı. Arzu ettiğimiz
namuslu, işini bilen müteahhitlerle
vatandaşlarımızın bir araya gelerek bu sorunu
bitirmesiydi. Vatandaşlarımız attıkları imzalara
dikkat etmelidir. Karınca duası gibi yazılmış
yazılara, ballandırarak aktarılan sözlere bakılıp
imza atılmaz ki. Belediyelere gidin bilgi alın,
hukukçularla görüşün. Yönetimler sizin sorunlarınızı
çözmek için var. Maalesef Fikirtepe yüzde 60’ı 200
metrekarenin altında araziler. Birleştirilsin, güzel
büyük binalar yapılsın istedik. Prosedürler uzadı”
şeklinde konuştu.
“EL SALLAYARAK CUMHURBAŞKANINA SELAM SÖYLEDİ”
Tören sonrası Topbaş, tarihi Hasanpaşa Gazhanesi’nin
restorasyon çalışmalarından sonra gezerek basın
mensuplarına bilgi verdi. Gezi sırasında dedesi ile
birlikte Topbaş’ın yanına gelişim bozukluğu hastası
5 yaşındaki Tuğba Ceylan Sağlam geldi. Sağlam’ı
kucağına alan Topbaş, dedesiyle ve çocukla sohbet
etti. Sohbet sırasında Kadir Topbaş’ın ismini ve
Cumhurbaşkanı’nın ismini söyleyen Sağlam’ın el
sallayarak selam söylemesi renkli görüntüler
oluşturdu.
Restorasyon çalışmaları kapsamında kültür merkezine
dönüştürülecek Hasanpaşa Gazhanesi’nde enerji
sistemleri müzesi ve bilgi tüneli, uluslararası
sergi salonu, açık pazar yeri, atölye, 375 kişilik
çok amaçlı gösteri salonu, çocuk bilgilendirme evi,
3 adet cep sineması, 40 kişilik 3D sinema ve fuaye
alanı, kütüphane, seyir terası, restoran ve
kafeterya ile 310 araç kapasiteli otopark yer
alacak.
Milliyet, 06.05.2015
|
VAN GOGH'UN ESERİ 66
MİLYON DOLARA SATILDI
Sotheby's Müzayede
Evi'nin düzenlediği, modern ve izlenimci
sanatçıların eserlerinin satışa çıkarıldığı açık
artırmada toplam 368 milyon 300 bin dolarlık satış
yapıldı.
Müzayedede satılan en pahalı eser
Vincent van Gogh'un
"L'Allee des Alyscamps" adlı resmi oldu. Van Gogh'un
1888 yılında Fransa'nın Arles şehrinde yaptığı yağlı
boya resimde sonbahar tasvir ediliyor.
Van Gogh'un en yüksek fiyata alıcı bulan eseri 1990
yılında "Portrait of Dr. Gachet" adlı resim olmuştu.
Bu resim 82 milyon 500 bin dolara satılmıştı.

New York'taki müzayedede
ayrıca Fransız ressam Claude Monet'nin 1905 yılında
yaptığı yağlı boyabir eseri ise 45 milyon dolarlık
tahmini değerin üzerinde 54 milyon dolara alıcı
buldu. Nilüferlerin resmedildiği eser gecenin en
yüksek fiyata satılan ikinci parçası oldu.
Müzayedede ayrıca İsviçreli sanatçı Alberto
Giacometti'nin 1956 yılında Paris'te yaptığı kardeşi
Diego'nun küçük bronz heykeli de 12 milyon 800 bin
dolara satıldı.
Asyalı alıcıların müzayededeki yoğunluğu dikkat
çekti.
Habertürk, 06.05.2015
|
HELLENİSTİK DÖNEME AİT TARİHİ ESER ELE GEÇİRİLDİ

Afyonkarahisar’da jandarma tarafından yapılan
operasyonda, Hellenistik ve Roma dönemine ait 25
parça tarihi eser ele geçirildiği bildirildi.
Operasyonla
ilgili Afyonkarahisar İl Jandarma Komutanlığından
alınan bilgilerde, yapılan istihbari çalışmalar
neticesinde M.D. isimli bir şahsın elinde
bulundurduğu eski eserleri satacağı yönünde bilgiler
elde edildiği ve bunun üzerine operasyon için
harekete geçildiği kaydedildi. Yapılan operasyonla
ilgili şu ifadelere yer verildi:
“İcra edilen operasyon neticesinde, şahıs suçüstü
yakalanmış 1 adet altın alın bağı, 1 adet altın
kolye, 2 adet altın küpe, 1 adet altın yüzük, 2 adet
altın obje, 1 adet cam koku kabı, 1 adet metal ayna,
16 adet toprak ve cam testi olmak üzere toplam 25
parça Hellenistik ve Roma dönemine ait tarihi eser
ele geçirilmiştir. Anılan olayla ilgili olarak 1
şahıs hakkında gerekli işlemler yapılarak adli
makamlara sevk edilmiştir.”
Akşam, 05.05.2015
|
"BATI KARADENİZ'İN EN
ZENGİNİ BİZİZ"

Vitrinhaber'e
konuşan Boyabat İl Kültür ve Turizm Müdürü aynı
zamanda Sinop Alan Yönetimi Danışma Kurulu
Başkanlığı'nı yürüten Hikmet Tosun, Sinop'taki
kaya mezarlarının tarihi önemine değindi.
Sinop'ta ki Pafhlagonia Kaya Mezarlarının Batı
Karadeniz'in en önemli tarihi miraslarından
olduğuna dikkat çeken Tosun; "Paphlagonia
kültürünün günümüze en güzel yansımaları kaya
mezarlarıdır" dedi. En büyük tarihi miraslardan
Sinop'ta ki kaya mezarlarının ilk olarak
Avrupa'dan Karadeniz'e gelen gezginler
tarafından keşfedildiğini ve böylece bilim
dünyasına tanıtıldığını dile getiren Tosun;
"Durağan Ambarkaya Kaya Mezarı Hiershfeld
tarafından 1885 yılında, Durağan Terelek Kaya
Mezarı Kannenberg tarafından 1895 yılında,
Boyabat Salarköy Kaya Mezarı ise, Leonhard
tarafından 1902 yılında keşfedilmiş ve bilim
dünyasına tanıtıldı" diye konuştu. Hazreti
İsa'dan 500 yıl önce yapılmış Durağan Ambarkaya
Kaya Mezarı, Durağan Terelek Kayası Kaya Mezarı
ve Boyabat Salar Kaya Mezarı'nın bu mirasın en
önemli kalıntıları oyduğunu söyleyen Tosun, bu
kaya mezarlarıyla ilgili arkeolojik bilgi de
verdi. Hikmet Tosun sözlerini şöyle sürdürdü;
"Kaya mezarlarının gösterdiği stilistik
özelliklerine göre Salarköy Kaya Mezarı M.O 5.
yüzyıla, Ambarkaya Kaya Mezarı ve Terelek Kayası
Kaya Mezarı ise MÖ 4. yüzyıla tarihlenmektedir.
Sinop'ta bulunan Paphlagonia kaya mezarlarındaki
ortak özelliği hepsinin üçsütunlu tapınak
cepheli olmasıdır. Mezarlarda pers etkisi,
sütunlarda ve aslan biçimli sütun başlıklarında
kendisini göstermektedir. Sadece bu mezarlarda
pers etkisi olmayıp yerel özelliklerde görmek
mümkündür. Salarköy Kaya Mezarında yer alan
kanatlı boğa sütun başlıkları ve kartal figürü
Sinop'a özgü bir figür olup dünyanın başka
hiçbir kaya mezarında görülmez. Salarköy Kaya
Mezarı'nın tavanında ahşap taklidi tavan
kasetleri ve hatıllar bölgede görülen, birbirine
geçme olarak ahşaptan yapılan kır evlerindeki
mimarinin taşa yansımasıdır. Bu örnekler ve
kültürel miras Sinop için ve bölge turizm
destinasyonu için çok önemli ünik eserlerdir. Bu
eserlerin turizme kazandırılması Sinop turizmine
önemli bir en kazandırır. Kuzey Anadolu Kalkınma
Ajansı'nın (KUZKA) verdiği turizm altyapı ve
restorasyon desteği yöre yerel yönetimlerinin
değerlendirmesi gereken en önemli avantaj"
Vitrin Haber, Haber: Ali Yılmaz, 05.05.2015
|
GUARDIAN: TARİHİ İSTANBUL, EĞLENCE PARKINA MI
DÖNÜŞTÜRÜLÜYOR?

İngiliz
Guardian gazetesi İstanbul Kapalıçarşı'da
gerçekleştirilen yenileme projesi kapsamında çok
sayıda esnafın tahliye edilmesi üzerine şehrin
geleceğine dair bir haber yer alıyor.
Kapalıçarşı'yı "Dünyanın en büyük üstü kapalı
pazar yerlerinden birisi. İçinde 3 binden fazla
dükkan bulunuyor ve günde yarım milyon insan
tarafından ziyaret ediliyor" sözleriyle tanımlayan
gazete, "Fatih Belediyesi'nin 550 yıllık
Kapalıçarşı'nın çehresini daha fazla kar elde
edebilmek için değiştirmeye çalıştığından endişe
ediliyor" deniyor.
Guardian gazetesine konuşan 34 yaşındaki Kapalıçarşı
esnafı İlyas Öztürk, "Tüm paramı bu dükkana
harcadım. Yaz sezonu da daha yeni başlamış
vaziyette" diyor.
Öztürk, Kapalıçarşı esnafının tahliyeleri protesto
ederek bedestene giriş çıkışların engellendiği
gösterilere de katılmış.
Guardian'a konuşan bir diğer dükkanı kapatılan esnaf
ise "Bir sürü borcum var. Binlerce dolarlık malı
daha yeni almıştım. Şimdi ne yapacağım?" diye
soruyor.
250 milyon liralık Kapalıçarşı projesi kapsamında
toplam 1700 dükkanın kapatılıp yerlerine tarihi han
görünümünde otellerin yapılması öngörülüyor.
'Dar görüşlü proje'
Haberde, Kapalıçarşı projesi gibi yaklaşımların
gelen turist sayısını artırma amaçlı olabileceği
belirtilse de uzmanların şehrin tarihi dokusunun
zarar gördüğü konusunda uyarılarda bulunduğu
vurgulanıyor.
Gazeteye konuşan
İstanbul Mimarlar Odası'ndan Mücella Yapıcı
Kapalıçarşı projesini "Çok dar görüşlü bir proje.
Tamamen kar odaklı" sözleriyle eleştiriyor.
Kapalıçarşıda uzun yıllardır iş yapan geleneksel
esnafın bölgeden çıkarıldığını belirten Yapıcı,
"Turistler lüks oteller görmeye gelmez. Bu gidişle
turizm kendi kendisini öldürecek" diye ekliyor.
Mimarlık Tarihçisi Uğur Tanyeli ise bu projelerden
hükümeti sorumlu tutarak "Bu gidişle İstanbul'u
ruhsuzbir
eğlence parkına dönüştürecekler" diyor.
Hürriyet, 05.05.2015
|
TARİHİ ESERLER AKÇAKALE'DE ELE GEÇİRİLDİ
Şanlıurfa'nın Akçakale İlçesi'nde, jandarma
tarafından bir eve yapılan baskında, 36 parça tarihi
eser ele geçirilirken, Suriye uyruklu 5 kişi
gözaltına alındı.
İl Jandarma Komutanlığı ekipleri, Suriyeliler'in
ülkelerinden Türkiye'ye tarihi eser getirdikleri
bilgisi üzerine harekete geçti. Ekipler, Fevziçakmak
Mahallesi'ndeki bir eve yaptıkları baskında
Suriye'den getirildiği saptanan kupa, hayvan
figürleri, şamdam, sikke ve erkek heykellerinden
oluşan 36 parça tarihi eser ele geçirdi. Eserlere el
koyan ekipler, evde barınan Suriye uyruklu M.E.H.,
H.E.F., A.E.A., H.E. F., ve A.E.A.'yı gözaltına
aldı.
Akşam, 05.05.2015
|
|
RICHARD KURIN: YAĞMA İNSANLIK ONURUNA YÖNELİK BİR
SUÇ

Geçen hafta
Ankara ’nın önemli bir
ABD ’li konuğu vardı. Richard Kurin,
Washington’daki Smithsonian Enstitüsü’nda ‘Tarih
Sanat Kültür Başkan Yardımcısı’. Daha önce
Haiti’deki depremin ardından kültürel mirasın
korunması için önemli bir program yürütmüş. Şu
sıralarda da IŞİD’in Irak ve Suriye’deki eski eser
yağmasını önlemek için çalışkan ABD’lilerden biri.
Bu konuda işbirliği arayışıyla
Türkiye ’ye geldi. Kısa ziyaretini vesile bilip
yazılı bir söyleşi yaptık. ABD’li uzmanların konuya
bakışını da görebilmek için…
Suriye ve Irak’taki kültürel yıkımın
boyutları nedir? Bu konuda güvenilir bir araştırma
var mı?
Her iki ülkedeki kültürel alanlar ve
koleksiyonlar tahrip oldu. Bunlar birinci elden
tanıklıklar, videolar, fotoğraflar ve uydu
görüntülerinin analizleriyle belgelenmiş durumda.
Suriye’de, içinde eski Halep’in de bulunduğu pek çok
UNESCO kültürel miras alanı çatışmalar sırasında
büyük zarar gördü. Irak’ta IŞİD bilinçli olarak
Musul Müzesi’ndeki gibi hazine değerindeki objeleri
parçaladı, kütüphanedeki tarihi kitapları ve el
yazmalarını yaktı ve tarihi camileri, tübeleri,
kiliseleri, antik kentleri havaya uçurdu. Kültürel
yıkım aynı zamanda ‘somut olmayan’ ya da başka bir
deyişle yaşayan kültürel mirasa da zarar veriyor.
IŞİD farklı topluluklardan farklı dinsel ve etnik
gruplardan insanları sadece kültürel değerleri
nedeniyle öldürüyor, dolayısıyla bu insanların kendi
geleneklerini sürdürmelerini engellemiş oluyor.
Bütün bunlar insanlık için ne anlama
geliyor?
Kültürel miras konusunda pek çok uluslararası
yasanın açıkça çiğnendiğini görüyoruz. Bu korkunç,
hedef gözeten ve geniş çaplı kültürel yıkım insanlık
onuruyla ilgili bir mesele. İster çok eskiden gelsin
ister bugünün gelenekleri olsun, IŞİD başka
insanların mirasını yok ederek çok açıkça bu
insanların kim olduklarına ve varlıklarına dair
hiçbir saygısı olmadığını ortaya koyuyor. Hiçbir
tolerans, anlayış, saygı göstermiyor. Batılı,
Müslüman, Hristiyan, Yahudi, Hindu, Budist, yerel ya
da evrensel demeden tüm medeniyetleri aşağılıyor.
Kültürel mirası yok etmek aynı zamanda geçmişin
somut delillerini yok etmek demektir. Bu aynı
zamanda araştırmacılar için bir kayıptır. Eski
eserler olmadan önceki medeniyetler, onların neler
yaptığı nasıl yaşadığı hakkında bilgi sahibi
olamayız.
Bu yasa dışı eski eser kaçakçılığı ne kadar
büyük? Eski eserleri kimler alıp satıyor, nasıl bir
güzergah izliyor? Bunu durdurmak mümkün mü?
Ele geçirilen bazı tarihi eserlerden, uydu
fotoğraflarından anladığımız kadarıyla ciddi
miktarda yağma olduğunu biliyoruz. Ne kadar olduğunu
hesaplamak çok güç ama milyonlarca dolar civarında
olduğunu söyleyebiliriz. Kimileri yüzlerce milyon
hatta milyar dolar gibi çok yüksek rakamlar telafuz
ediyor ama ben bunların abartılı olduğunu
düşünüyorum. Miktarı ne olursa olsun ‘yağma’ yasa
dışıdır ve IŞİD gibi grupları, pek çok insanın
kurban gittiği terörizmi destekler.
Yağmalanan eserler Suriye dışına daha çok
aracılar vasıtasıyla ve kara yoluyla çıkartılıyor.
Avrupa’da, Ortadoğu’da hatta Uzakdoğu’da
satılıyorlar. Suriye ve Irak’ın içine kapalı,
ulaşılmaz bölgelerinde bu çatışma devam ettiği
sürece eski eser ticaretini tamamen durdurmak mümkün
olmaz.
IŞİD’I besleyen bu trafiği engellemek
için ABD’nin bir stratejisi var mı?
ABD yasaları, Irak’ta yasa dışı yollardan el
edilmiş eserlerin ülkeye girişine izin vermiyor.
Şimdilerde Kongre benzer bir yasayı Suriye için
çıkartmaya hazırlanıyor. ABD hükümeti yasa dışı
yollardan elde edilmiş eski eserlere izin vermiyor,
daha geçen hafta Irak hükümetine 60’a yakın eseri
iade etti. Hükümet, müzeler ve UNESCO gibi
kurumlarbu sorunun çözümü, insanları bu tür eserleri
edinmekten caydırmaya uğraşıyor. The Smithsonian,
Penn Müzesi ve diğer paydaşlar Suriye’ye eski
eserleri yok edilmeden ya da yağmalanmadan önce
onları korumaları için eğitim ve malzeme yardımı
yapıyor. Erbil yakınlarındaki bir merkezde Iraklı
uzmanlar yağma ve yıkım durumunda neler yapmaları
gerektiği hakkında eğitim alıyor. ABD de buna destek
veriyor.
Sizce bu meselede Türkiye’nin rolü nedir?
Türk yetkililer neler yapmalı? Ankara seyahatiniz de
Türk yetkililerle işbirliği için görüştünüz mü?
Bana göre Türkiye, ABD ya da dünyadaki pek çok diğer
ulus, kültürel mirasın uğradığı bu yıkım karşısında
dehşete düşmüş durumda. Ankara’daki Anadolu
Medeniyetleri Müzesi’ni gezdim. IŞİD’in Suriye ve
Irak’ta yok ettiğine çok benzer hazineler
barındırıyor. Fakat bu müze, o hazinelerin bilimsel
ve eğitsel değerinin farkında ve her biri gururla,
çok Güzel biçimde sergileniyor. Okul çocukları için
bu eserlerin değerini, kendileri ve komşuları için
anlamını öğrenebilecekleri eğitim programları
düzenleniyor. Müzede ABD’li koleksiyoncuların iade
ettiği eserler de var. Aralarında Penn Müzesi’nin
gönüllü olarak iade ettikleri de var, hükümetin el
koyup iade ettiği yasa dışı yollardan ülkeye girmiş
eserler de var. Türkiye kültürel mirası korumakta
uzun bir tarihe sahip ve ulusların önemini tanıyor
ve uluslararası hukuka saygılı. Ben ve biri
Smithsonian’dan diğeri Penn Müzesi’nden iki
meslektaşım Türkiye Kültür Bakanlığı’ndan
yetkililerle buluştuk. Gördük ki Türkiye ile
Suriyeli ve Iraklılara yardım etmekte iyi bir
işbirliğine gidebiliriz. Hedefimiz onlara
ülkelerindeki kültürel mirası korumaları, yağmayı
engellemeleri ve müzelerle koleksiyoncuları yasadışı
eser edinmekten caydırmalarını sağlamak.

Radikal, Haber: Cem Erciyes, 05.05.2015
|
EFES ANTİK KENTİNE UNESCO MÜJDESİ

Selçuk Belediyesi'nin mayıs ayı meclisi UNESCO
müjdesiyle toplandı.
Başkan Bakıcı, bugün ellerine ulaşan
ICOMOS ön raporuyla ilgili meclis üyelerine
verdiği bilgide, 1994 yılında başlayan UNESCO
sürecinde mutlu sona ulaşıldığına dikkati çekti.
Yirmi yıllık bir rüyanın iyi bir şekilde
sonuçlandığını dile getiren Bakıcı, "Bize bugün
gelen ön rapora göre artık Efes, UNESCO Dünya Kültür
Mirası Asıl Listesi'ne girmiştir diyebiliriz.
Efes'in bu listeye girmesiyle ilgili artık önünde
bir engel yok. ICOMOS'un verdiği rapor bu yönde. Ben
öncelikle bu konuda emeği geçen herkese teşekkür
ediyorum. Ayrıca alan yönetim başkanı, sekretaryası,
daha önceki belediye başkanımız ve yönetim başta
olmak kaydıyla, bugünkü yönetime, danışma kuruluna,
eşgüdüm ve denetleme kurumuna teşekkür ediyorum"
ifadelerini kullandı.
Bakıcı, sonucun 28 Haziran-3 Temmuz tarihlerinde
yapılacak toplantıda ilan edileceğini, artık Selçuk
için önemli bir sürecin başladığını kaydetti.
Efes Müzesi Müdürü ve aynı zamanda Efes Alan
Yönetimi Başkanı Cengiz Topal da Efes'in UNESCO'da
olması gerektiğinin bilinen bir durum olduğunu, en
uzun süre aday olan yerlerden biri olduklarını, uzun
soluklu bir çalışma sonrasında 6 ay öncesinden
olumlu haberler almaya başladıklarını anlattı.
Konuşmaların ardından Başkan Bakıcı ve meclis
üyeleri, üzerinde UNESCO yazan pastayı kesti.
Habertürk, 04.05.2015
|
MİMAR SİNAN SERGİSİ TAM BİR FİYASKO
Mimar Sinan
sergisini ilk duyduğumda çok heyecanlanmıştım. Nasıl
heyecanlanmayayım? Düşünsenize: Tophane-i Amire gibi
bir mekanda Mimar Sinan sergisi düzenlenmiş; sergi
tasarımı için Tamirhane Mimarlık'a özenli bir
çalışma yaptırılmış; sergiye Mimar Sinan
Üniversitesi öncülük etmiş. Danışma kurulu ise
Ocean's Eleven gibi tam bir yıldızlar geçidi: Gülru
Necipoğlu, Cemal Kafadar, Doğan Kuban, Bülent Özer,
Reha Günay, Selçuk Mülayim, Zeynep Ahunbay, Cengiz
Bektaş ve daha niceleri. Sergi sponsorları da hiç
yabana atılır gibi değil: THY, National Geographic,
Çekül, Yapı Merkezi, NTV ve daha birçok hatırı
sayılır kurum. Peki, bütün bu sıralanan isimler, adı
geçen kurumlar bir araya gelip ortaya nasıl bir
sergi çıkarmış dersiniz? Bu sergi, mimarlık 2. sınıf
öğrencilerinin mimarlık tarihi ödevi için okulun
ozalitçisinde grup olarak isteksizce
hazırlayacakları bir sunumdan daha ileri düzeyde
olmamış. İşte nedenlerim:
1- GİRİŞTEKİ ÇADIR
Sergiye girmek üzere Tophane binasına
yaklaşıyoruz. O da ne? Tophane binasının girişinde
bilet gişesi olarak derme çatma bir çadır kurulmuş.
Halbuki Tamirhane Mimarlık'ın Arkitera'da yayınlanan
projesinde bilet gişesi ve karşılama bölümü
Tophane-i Amire binasının içinde düzenlenmiş olarak
görülüyordu (Aynı projeye göre giriş binanın diğer
ucundan, tek kubbeli bina ile beş kubbeli binanın
arasından verilmişken sonradan karar
değiştirildiğini görüyoruz). Birazdan göreceğimiz
üzere binanın içi zaten tam manasıyla
doldurulamamışken neden dışarı taşıp da çadır
kurulmuş anlayamadım. Mimar Sinan'ın dehasını bize
sunacak serginin girişi böyle mi olmalıydı?

Çadırın dışarıdan görünüşü

Mimar
Sinan sergisine girerken karşılaştığımız manzara

Sergi
bizi böyle karşılıyor
2- GÖRSEL MALZEMELERDEKİ ÖZENSİZLİK
Sergideki görsellerin tamamına yakınında bilgi
sorunu var. Gravür ve minyatürlerin hangi eserden
alındıkları, tarihleri, sanatçıları altlarında
yazmıyor. Şansımız varsa görseldeki eserin adını
bulabiliyoruz. Bazı durumlarda ise görselde yer alan
mimari eserin adı dahi yazmıyor.

Bu
minyatür hangi eseri gösteriyor, tarihi nedir,
kaynağı nedir?

Bu çizim hangi eseri gösteriyor, sanatçısı kim,
tarihi nedir?
3- PLASTİK SPİRALLİ FOTOKOPİ KİTAPÇIKLAR,
KARIŞIK KASET TADINDA FOTOĞRAF ALBÜMLERİ
Sergi mekanı boyunca ortada uzanan bir masa var
ki üzerindeki "sergi malzemesi" açısından ibretlik.
Masa boyunca bazı başlıklar yer alıyor: "Su Yapıları
ve Köprüleri" "Fermanlarda Mimari" "Külliyeleri" vb.
Bu başlıklarla ilgili sergi ziyaretçisine sunulan
içerikler ise her bir başlığın altında masanın
üzerine konulmuş, asetat kapaklı, plastik spiralli,
ozalitçide hazırlanmış birer kitapçıktan ibaret!
İçerilerinde resim bulunmayan kitapçıklar akademik
yayınlardan yapılmış alıntılardan oluşuyor. Sergi
ziyaretçisi oturup neye göre derlendiği belli
olmayan ve metinde bahsedilen eserlerle ilgili
hiçbir görselin yer almadığı plastik spiralli
patchwork metinleri okuyarak mı Mimar Sinan'ı
tanıyacak? Yayınlanmamış doktora tezlerini içerik
olarak ziyaretçiye sunmak nasıl bir sergicilik
anlayışıdır?

80'lerden kalma ders notları mı bunlar? Ne yapacağız
bunları?

Sergileme anlayışında çağdaş yaklaşım: masa üstünde
doktora tezi.
Yine aynı masa üzerinde bazı başka spiralli
derlemeler var ki, çıtayı daha da yükseltiyor. Bu
"karışık kaset" tadındaki derlemelerin kapağında ne
oldukları dahi yazmıyor. İçlerinde yüzlerce resim
karışık olarak sıralanmış. Resimlerin hangi eserlere
ait olduklarına dair en ufak bir yazı bulunmuyor.
Bir sayfada bir minare resmi, ardından bir medrese
kapısı, sonra da fotokopide büyütülürken netliğini
yitirmiş geometrik bir motif vb. devam ediyor! Şaka
mı bu? Gerçekten?

Kapağında ne olduğu dahi yazmayan karışık kaset
tadında fotoğraf albümü

Sürprizlerle dolu bir deneyim. Bir sayfada bir
minare, diğerinde bir kubbe! Eser adları ise tabii
ki yok...

Aynı
resimden iki tane ardarda... Sinan'ın dehasını
vurgulamak için olacak...
4- MAKET MASASI: BU MASADA ÜRÜN YERLEŞTİRME
BULUNMAKTADIR!
Ortadaki masa boyunca yan yana sıralanmış
maketlere yaklaştığınızda maketlerin üzerinde
"MAKETLER: ÖLÇEK 1/500" yazısını görüyorsunuz.
Halbuki 3 farklı ölçekte maket kullanılmış.
Hangisinin hangi ölçekte olduğu hepten belirsiz.
Farklı ölçekler karışık sıralandıkları için insanın
ölçek algısı hepten yokoluyor; mukayese yapmak
imkansız hale geliyor. Ayrıca maketlerin bir
kısmında eser adı yazarken bir kısmında yazmıyor?
Serginin organizatörleri herhalde adam başı
aldıkları parayı az bulmuş olacaklar ki, maket
bölümüne ürün yerleştirme yaparak bütçenin belini
doğrultmaya çalışmışlar. Maketlerin yanı başında
uzaydan ışınlanmışçasına alakasız bir şekilde
yerleştirilmiş bir 3D yazıcı bizi bekliyor! Yanında
da ithalatçı firmanın tanıtım broşürleri ve yetkili
kişinin kartvizitleri konulmuş!

Hepsi
de 1/500 olan 3 farklı ölçekte maketler!

Bu da
maket kısmının ürün yerleştirmesi! 3d yazıcı,
ithalatçı firmanın tanıtım broşürü karvizitleri.
Sizce de harika değil mi?
5- FOTOĞRAFLARLA MİMAR
SİNAN BÖLÜMÜ: VIEWER DISCRETION IS ADVISED!
Geldik en heyecan
verici kısma! Mimar Sinan Üniversitesi'nin marka
değerini ve bu serginin danışma kurulunda yer alan
isimleri gözünüzün önüne getirin. Sonra da bu ekibin
düzenlediği Mimar Sinan Sergisi'nde "Fotoğraflarla
Mimar Sinan" adlı bölümün nasıl olabileceğini hayal
edin. Acaba başarılı bir fotoğrafçıya çektirilmiş
yüzlerce yeni kare mi göreceğiz? Dronelar
kullanılarak daha önce hiç çekilmemiş açılardan
Sinan eserlerinin hava fotoğraflarını, çatı
örtülerini ve kentle ilişkilerini mi izleyeceğiz
acaba? Ya da Vakıfların, Encümen'in ve Avrupa
kütüphanelerinin arşivlerinde yapılan titiz bir
tarama ile 19.yy'dan karelerle İstanbul'un imar
faaliyetleri kapsamında yıkılıp günümüze ulaşmamış
Sinan yapılarının resimleri mi karşılayacak bizi?
Veya günümüze ulaşmış bütün eserlerinden sadece 1'er
seçme karenin oluşturduğu eksiksiz bir "Günümüze
ulaşan Sinan" çalışması mı göreceğiz, bir harita
eşliğinde? Bunun yerine serginin küratörleri (!)
hepimizin hayal gücünü aşacak bir yöntem izlemiş ve
bize Mimar Sinan'ı 10 eser ve 19 adet resimle
anlatmayı seçmişler. İşte bu rafine seçmenin
içeriği:
1- Su kemerleri : 2
eser, 3 fotoğraf.
2- Köprüler : 2 eser, 4 fotoğraf.
3- 4 Dayanaklı Yapılar : 2 eser, 4 fotoğraf
4- 6 Dayanaklı Yapılar : 2 eser, 4 fotoğraf
5- 8 Dayanaklı Yapılar : 2 eser, 4 fotoğraf
Bu arada, sergi formatı
gereği her bölümün adı, bölümün başlık panosunda 3
kere yazıyor. Birinci olarak dev puntolarla panonun
ön yüzünde en üstte; ikinci olarak panonun yine ön
yüzünde altta lejant üzerinde; üçüncü olarak ise
panonun arka yüzeyinde, panoyu niteleyen bir görsel
eşliğinde. Bu bölüme baktığımızda, başlıkta
FOTOĞRAFLARLA MİMAR SİNAN olan bölüm adının pano ön
yüzünde alt lejantta KÜLTÜREL ETKİLEŞİMLER, panonun
arka yüzünde ise MİMAR SİNAN SÖZLÜĞÜ olarak
yazıldığını görüyoruz. Anlaşılan birilerinin kafası
fena halde karışmış! Zaten gerek Tamirhane
Mimarlık'ın yayınlanan projesinde, gerekse de
serginin kendi web sitesinde FOTOĞRAFLARLA MİMAR
SİNAN diye bir bölüm bulunmuyor. Bütün bu
absürtlükler bu bölümün sergi açılışına bir gün kala
boş kalan bu köşenin yeni bir başlık uydurularak
elde kalan fotoğraflarla kes yapıştır usulü
hazırlandığını düşündürüyor. Sergiyi düzenleyenlerin
başka bir açıklamaları varsa duymak isterim!

İşte
bütün Sinan eserlerini 19 adet fotoğrafla anlatmayı
deneyen cüretkar proje!

Sinan'ın köprüleri daha sade anlatılamazdı...

Standın arka yüzünde adı yanlış yazılmış. "Mimar
Sinan sözlüğü" diyor...

Standın İngilizce rehberi: tek sayfa ve başlıktan
ibaret!

Bu da
rehberin arkası. "Yeterince baktıysanız yerine
koyun, başkaları da baksın" diyor...
6- "BURASI BOŞ KALDI
AMA BİZ ÇAKTIRMADIK!"
Serginin kurgusu gereği, Tophane-i Amire
binasının her yan tonozunun tanımladığı alana bir
sergi adacığı yerleştirilmiş. Ne var ki bu
adacıklardan, girişte verilen sergi broşüründe G-
HARİTALARDA VE SİLÜETLERDE MİMAR SİNAN olarak
adlandırılan bölüm belli ki yetişmemiş ve iki adet
yansıtma perdesi kullanılarak bu boşluk perdelenmeye
çalışılmış. Önden yapılan perdeleme yanlarda ihmal
edilince ortaya bu manzara çıkmış:

Ev
tipi hoparlörlerden yükselen boğuk sesi anlamak
imkansız ama olsun fonda klasik türk müziği var.
Sinan'la ilgili bir şeyler olsa gerek...

Perdelerin önden görünüşü. Sağdaki görüntünün
aynısını zoom yapıp sola vermişler. Çok sanatsal
duruyor!
7- İLGİNÇ BİLGİLER!
Serginin "Hassa Mimarlar Ocağı Düzeni" isimli
standında boş kalan bir panoyu doldurmak üzere,
standın konusuyla hiçbir alakası olmayan böyle bir
içerikle karşılaşıyoruz. "Ya sabır" deyip okumaya
başlıyoruz neymiş bu ilginç bilgiler diye:
-Le Corbusier Selimiye'yi çok beğenmiş...
-Bir romanda Mimar Sinan'ın Mihrimah Sultan'a aşık
olduğu yazıyormuş.
-Lütfi Paşa bir hayat kadınına sünnet cezası verdiği
için vezirlikten azledilmiş. Sinan da bu olayın
şahitlerindenmiş...
Şimdi de favorim geliyor:
-Selimiye Cami, Avrupa'dan gelenlerin İstanbul'a
gelirken gördükleri ilk, dönerken gördükleri son
Selatin camisi imiş!
Hmm... Gerçekten ilginç... Burası Mimar Sinan
Sergisi mi yoksa ben Hürriyet Pazar ekini okurken
uyuyakaldım da rüya mı görüyorum?

Birbirinden ilginç bilgiler bizi hayretin
doruklarına ulaştıracak
8- MİMAR SİNAN İMZALI FAKAT ONA AİT OLMAYAN SÖZ
Sergide Mimar Sinan'dan tek bir alıntı yapılmış.
O da gerçekte Sinan'a ait olmayan bir söz! İfade şu
şekilde: "Kalfalığımızı İstanbul'daki Şehzade
Camii'nde icra ettim. Amma cümle makdurumu bu Selim
Han Camii'ne sarf idüb, yeditulamı ayan ve beyan
eyledim." Bu sözün esasında Sinan'a ait olmadığını
serginin danışmanlarından Gülru Necipoğlu verdiği
bir röportajda kendisi de söylemişti zamanında:
"(...) Evet, böyle bir şey yok. Bu kanı Evliya
Çelebi'nin Edirne Selimiye Camii tarifinden
kaynaklanıyor; sözde bunu babasından duymuş.
Sinan'ın kendi dilinden şair-nakkaş Mustafa Sai'ye
yazdırdığı otobiyografilerinde böyle bir düşünceye
rastlanmıyor. Olamaz da. Baş mimar olarak atanan
biri yaptığı esere bu benim çıraklık ve kalfalık
eserim demez, zaten usta bir mimar olmuştur o. Ama
bu söylem bir kere kitaplara yazıldığı için
sorgulanmadan tekrarlanagelmiş."*
Kısacası bilenler bilir. Bu söz Sinan'a ait
birincil hiçbir kaynakta geçmez, Evliya Çelebi'nin
yakıştırmasıdır. Bunu serginin danışmanlarından
Gülru Necipoğlu da biliyor, söylüyor. Bu durumda
Mimar Sinan sergisinde ondan yapılan tek alıntıyı
yanlış seçme başarısı nasıl gösterilebiliyor?

Sergideki tek Mimar Sinan alıntısı ona ait değil!
9- DİJİTAL ARAYÜZLERİN İÇERİK SORUNU
Sergide teknolojik imkanlar kullanılmaya
çalışılmış. Bu iyi niyetli çaba tabii ki takdire
şayan. Ne var ki, cihazlara özel içerik
hazırlamadıktan sonra masalara dokunmatik ekranlar
ve Ipad'ler serpiştirmekle, kubbeye projeksiyon
yapacak özel ekipmanları getirip kurmakla iş
çözülmüyor. Ipad'ler var, fakat içlerine yüklenmiş
olan sunumların bir kısmı spiral ciltler halinde de
masalarda bulunuyor. Mesela bir doktora tezi hem
spiralli olarak masaya konulmuş, hem de taratılıp
Ipad'lere sunum olarak yüklenmiş. Tezkiret'ül Bünyan
adlı eser de aynı şekilde spiralli ve dokunmatik
ekran versiyonları ile ziyaretçiye sunulmuş!
Sinan'ın camilerini İstanbul haritası üzerinde
gösteren bir diğer Ipad uygulaması ise demo versiyon
gibi. Birçok esere tıklandığında, eserle ilgili
bilgilerde adı ya da tarihi karşısında X işareti yer
alıyor. Kısacası çağdaş sergileme yöntemlerini
sonuna kadar kullanmış gibi görünen bu serginin
büyüsü içeriklere bakmaya kalktığınız anda
kayboluyor.
Bir televizyon ekranında art arda röportajlar
dönüyor. Mimar Sinan ve eserleri hakkında
konuşanların bir kısmını tanıyorum; ama bir kısmını
da tanımıyorum. Hiçbirisinin ismi röportajın ne
başında ne de sonunda ekranda çıkmıyor. İyi de kim
bu konuşanlar, ünvanları nedir diye sormak
ziyaretçilerin hakkı değil mi? Kaldı ki çok ünlü
kişiler bile olsalar, onlara saygının gereği değil
midir ismini, ünvanını yazmak?

Keşke
değerli hocalarımızın isimleri ve ünvanları da
yazılsaydı...
Tek kubbeli yapının kubbesine yapılan yansıtma
akıllardan çıkmayacak bir gösteri olabilecekken,
yine prodüksiyon sorunu neticesinde hayal kırıklığı
uyandıran bir girişim olmuş. Kubbeye yansıtılan
animasyon 3 dakika 40 saniye sürüyor. 40 saniyesinde
Selimiye'nin kubbe tezyinatını görüyoruz. Geri kalan
3 dakika boyunca kubbede dönen noktalar ve çizgiler
hiçbir sanatsal değer içermiyor. 3 dakika noktalar
dans ediyor, 40 saniye Selimiye kubbesi görünüyor.
Bu mudur?
10- GÖZÜMÜZE SOKULAN SPONSORLUKLAR
Bu muhteşem sergiyi borçlu olduğumuz sevgili
sponsorlarımız şirin köşelerden el sallamaya devam
ediyorlar! Bu köşede "5 Centuries Later 4 Seasons in
Istanbul from Sinan's Minarets" adlı gerçekten de
kaliteli bir yapım var. Sinan'ın minarelerinden 4
mevsim İstanbul'u 16 dakika boyunca
seyredebiliyoruz. Ne var ki sponsorların kendilerini
ortaya koyuş biçimleri rahatsız edici. Bu güzel
yapıma sponsor olan firmalar, bunu ifade etmenin
daha görgülü bir yolunu bulsalarmış keşke. Burası
bir tekno marketin TV teşhir kısmı değil; bir sergi
alanı...

Sergi
boyunca reklama doyamadık!
YURT DIŞINA GİDECEKMİŞ!
www.mimarsinansergi.com'da bir ifade var ki
tüylerimi diken diken etti: "Mimar Sinan ve Mimari
Dehanın Şaheserleri" sergisi İstanbul'dan sonra
dünyanın başka önemli kentlerinde de sergilenmek
üzere yola çıkacaktır. Serginin bu seyahati kuşkusuz
uzun bir süre Türkiye ve değerlerinin konuşulmasına
sebebiyet verecek, uluslararası alanda birçok mimar
ve mimar adayına esin kaynağı olacaktır."
Sergiyi düzenleyen kurumlara, kişilere buradan
rica ediyorum: Bu sergiyi bu haliyle yurt dışına
yollamak sadece kötü bir fikir olabilir. Böyle bir
niyetiniz varsa lütfen vazgeçin. Lütfen!
NETİCE
Bu sergi saygıdeğer kurumları ve insanları bir
araya getiren iyi niyetli bir çabanın ürünü
olabilir. Ama ne yazık ki iyi niyet her zaman
yeterli olmuyor. Serginin künyesine ve yapılmak
istenen şeye bakılınca ortaya neden böyle kötü bir
netice çıktığını anlamak mümkün değil. Bir yerlerde
bir şeyler yanlış gitmiş belli ki... Tamirhane
Mimarlık'ın Arkitera'da yayınlanan planını,
www.mimarsinansergi.com'da "sergi bölümleri" olarak
halen yayında olan başlıkları, sergi girişinde
verilen krokiyi ve serginin mevcut içeriğini
karşılaştırınca 4 defa tepetaklak olmuş bir içerikle
karşı karşıya olduğumuz çok net ortaya çıkıyor. Bazı
başlıklar değişmiş, bir kısmı iptal olmuş, daha önce
planlanmamış bazı bölümler adeta yetişmeyen
içeriklerin yerini çaktırmadan doldurmak üzere
alelacele hazırlanmış gibi duruyor.
Mekan çok uygun, künye adeta yıldızlar geçidi,
serginin iç mimari tasarımı kaliteli, ayrılan bütçe
belli ki az değil, sponsorlar şahane... Ne var ki bu
bir sergi ve içerik bu denli özensiz ve yetersiz
olduktan sonra bunların hiçbirisi durumu kurtarmaya
yetmiyor.
Netice hem Mimar Sinan'ın kendisine, hem Mimar
Sinan Üniversitesi'ne, hem künyede yer alan değerli
hocaların isimlerine, hem de bütün ziyaretçilere
büyük bir haksızlık olmuş.
Arkitera, Yazı:
Mehmet Berksan, 04.05.2015
|
VAN GOGH'UN KAYIP TABLOSU MU?

Tokat'ta geçen Mart ayında, polis tarafından ele
geçirilen Hollandalı ünlü ressam Vincent
Van Gogh'un kayıp olduğu sanılan tablosu
Sulusokak'ta bulunan müzede üst düzey güvenlikle
korunuyor.
Vincent Van Gogh'un kayıp olduğu sanılan 'yetim
adam' adlı eserleri arasında yer alan 'Van Gogh
ihtiyar bir sopayla' adlı eserden görüntü
çekilmesine ve bulunduğu depoya girilmesine izin
verilmiyor.
Tokat Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından
yürütülen soruşturma kapsamında, müzeye teslim
edilen tablo depo içerisinde yer alan özel bir dolap
içerisinde korunuyor. Mühürlü dolap, 24 saat
güvenlik kamerasıyla izleniyor.
"ORİJİNAL ÇIKSIN' DİYE DUA EDİYORUZ"
İl Kültür ve Turizm Müdürü Abdurrahman Akyüz,
Bakanlıktan gelecek olan bilirkişi heyetinin gelerek
tabloyu inceleyeceğini söyledi. Tablonun
güvenliğinin önemli olduğunu belirten Akyüz, "Biz de
7-24 üst düzey bir güvenlik var. Tablo emin ellerde,
orijinal çıksın diye dua ediyoruz. Tokat'ın tanımı
için önemli" dedi.
Tablonun gerçek olup olmadığı ile ilgili ise Akyüz,
"Mona Lisa dahil tüm eserlerin orijinaline yakın
kopyaları vardır. Ama hiç bir eser orijinali kadar
kıymetli değildir. Yani birebir yapılmış bir tablo
da olabilir ama Van Gogh'un yapmış olduğu tablo gibi
görünüyor görüntü olarak" diye konuştu.
Milliyet, 04.05.2015
|
PİŞMİŞ TOPRAKTAN OLUŞAN TERRACOTTA ORDUSU GENİŞLİYOR

Çin’in ünlü pişmiş
topraktan oluşan ve ‘Terracotta Savaşcıları’ olarak
adlandırılan ordusu genişliyor. Antik başkentte
bulunan gömü alanında yapılan yeni kazılarda, 1500
tane daha gerçek ölçekli kil figürün ortaya çıkacağı
tahmin ediliyor.
Geçtiğimiz günlerde
yeniden başlayan kazılar MÖ 221 yılında yönetime
gelen Çin’in ilk imparatoru olan Qinshihuang’ a ait
yeraltı mezarında 200 metre derinlikte
gerçekleşiyor. Çukurda 1400 adet kil figür, atlar ve
89 adet at arabasının çıkacağı tahmin edildiğini
söyleyen Arkeolog Yuan Zhongyi, eserler
üstlerindeki boyamaların da nispeten iyi korunmuş
vaziyette olduğunu belirtti.

2 numaralı olarak
adlandırılan çukur, yüzü yeşile boyanmış nadir bir
örneğin de içinde bulunduğu, renkli boyalarla
boyanmış birçok savaşçı ile ünlenmişti. Buradan yola
çıkarak savaşçıların yüzlerini boyadığı görüşü
ağırlık kazanmıştı.
Kuzeybatı Çin’de
Shaanxi şehrinde bulunan ve 56 kilometrekarelik bir
alan kaplayan Qinshihuang’ın anıt mezarı, dünyada
bilinen en büyük yer altı mezarı olma özelliğini
taşıyor. 1974 yılında burada yapılan kazılarda
gerçek boyutlarında 7.000’den fazla terrakota
savaşçıdan ve atlardan oluşan ordu bulundu.
arkeolojihaber.net, Kaynak:
news.com.au, 04.05.2015
|
BAŞKAN ÖZDEMİR "TARİHİ SEPTİMUS SEVERUS KÖPRÜSÜ
TURİZME KAZANDIRILIYOR"

Tarihi Septimius Severus Köprüsü'nde incelemelerde
bulunan Araban Belediye Başkanı Mehmet Özdemir,
tarihi köprüde restorasyon çalışması başlatılarak
tarih turizmine kazandırılacağı açıklamasını yaptı.
Araban Belediye Başkanı Mehmet Özdemir tarihi
Septimius Severus köprüsünün bulunduğu bölgede
gazetecilere açıklamalarda bulundu. Özdemir,
Karayolları Genel Müdürlüğü tarafından
restorasyon ve çevre düzenlemesi yapılacak olan
tarihi Septimius Severus Köprüsünün yıkılan
gözlerinin yeniden yapılması için ayak yerlerinin
proje aşamasında olduğunu ve sağlam olan tek gözünde
de restorasyon çalışması başlatılması için
Gaziantep Valiliği Kültür ve Tabiat Varlıklarını
Koruma Bölge Kurulu kararının çıktığını en kısa
zamanda restorasyon çalışması başlatılacağını
söyledi.
Başkanı Özdemir bölgenin ve köprünün tarihi hakkında
şu bilgileri verdi, ’’Hitit, Kilikia, Urartu, Memluk
ve Osmanlı’nın yanı sıra daha pek çok kültürden
izler taşıyan Gaziantep bölgesi, zengin tarihi
eserleriyle önemli bir turizm merkezidir. Dünyanın
en eski yerleşim yerlerinden olan Gaziantep,
özellikle Araban İlçesinin sınırlarında yer alan
Raban (Kale-i Zerrin) Kalesi, Çiftekoz kırsal
mahallesi sınırları içerisinde geçen Fırat Nehri
kıyısındaki Kaya Mezarları, Elif, Hisar ve Hasanoğlu
kırsal mahallelerindeki
Roma dönemine ait görkemli Anıt Mezarlarının
yanı sıra ilçeye bağlı Gümüşpınar sınırları
içerisinde geçen
Karasu Çayı üzerine kurulu olan Roma dönemine
ait bölge halkı tarafından kırık köprü olarak
bilinen Septimius Severus Köprüsü’yle de tanınıyor.
Araban Ovası’nın ortasında yer alan Araban İlçesinin
doğusundaki Gümüşpınar kırsal mahallesi sınırlarında
geçen Karasu, Sıtma Pınar çayı üzerinde konumlanan
köprünün günümüzde sadece bir gözü ve 3 kemeri
ayakta kalan yapı, 4. Scythica Lejyonu tarafından
inşa edilen tarihi Septimius Severus Köprüsü Roma
dönemine tarihlendiriliyor.
Bizans İmparatorluğu’nun
Ortadoğu’ya ulaşımını sağlayan güzergah
üzerindeki önemli geçitlerden biri olan köprünün bir
kısmı zamanın ve doğanın meydana getirdiği yıpratıcı
etkileri sonucu yıkılmış. Kesme ve moloz taş
kullanılarak inşa edilen tarihi Septimius Severus
Köprüsü, Roma döneminin mimari özelliklerini ön
plana çıkartan bir yapıdır.
Bakımsızlıktan güçlükle ayakta durabilen köprünün
koruma altına alınıp restorasyon ve çevre
düzenlemesi çalışması yapılarak çökme tehlikesi ile
karşı karşıya olan köprünün kurtarılması için
AKP Gaziantep Milletvekili Mehmet
Erdoğan’ın 6 yıldan beri gösterdiği yoğun çabalar
sonunda koruma altına alınarak proje çalışması da
tamamlanan tarihi köprüde en kısa zamanda
başlatılacak olan restorasyon ve çevre düzenlemesi
çalışmalarının tamamlanmasıyla bölgedeki çökme
tehlikesiyle karşı karşıya olan önemli bir tarihi
eserin deha kurtarılarak tarih turizmine
kazandırılacağını belirten Başkan Özdemir AKP
Gaziantep Milletvekili Mehmet Erdoğan’ın Araban
İlçesi'ndeki yok olma tehlikesi ile karşı karşıya
olan tüm tarihi eserlerde restorasyon ve çevre
düzenlemesi çalışması yaptırılıp çökme tehlikesinden
kurtarılması için gösterdiği yoğun çaba ve ilgi için
şahsım ve bölge halkı adına sayın milletvekilimiz
Mehmet Erdoğan’a teşekkür ederim’’dedi.
Başkan Özdemir, tarihi Septimius Severus Köprüsü’nün
tarihini şöyle açıkladı; Roma İmparatoru Septimius
Severus zamanında Samsat’ta karargah kuran 4.
Scythica Lejyonu tarafından yaptırılan köprüde yer
alan sütunlardan biri İmparator Septimius Severus’a,
biri karısı julia Domna’ya ve diğeri oğulları Geta
ve Caracalla’ya adanmıştı. Geta’nın adına dikilen
sütun kendisini öldüren kardeşi Caracalla tarafından
kaldırılmıştır.
Elif, Hisar ve Hasanoğlu kırsal mahallelerindeki
tarihi Anıt Mezarlara 8-9 kilometre mesafede bulunan
tarihi köprüye kuzey yönünde ilerleyerek
ulaşabilinir. Köprü, Gümüşpınar kırsal mahallesinin
5 kilometre güneyindeki Karasu, Sıtma Pınar Çayı’nın
üzerinde kurulmuştur.
4. Scythica Lejyonu tarafından inşa edilen köprü,
antik dönemlerde Dülük ve Zeugma’dan Samsat’a uzanan
yol üzerinde önemli bir geçittir. Kesme taş
bloklardan inşa edilen köprünün uzunluğu 30 metre,
yüksekliği 8 metredir’’ diye konuştu.
Milliyet, 04.05.2015
|
MERSİN'İN 'AYASOFYA'SI ZİYARETE HAZIR

UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi'nde yer alan
Alahan Manastırı, iki yıl süren restorasyon
çalışmalarının ardından turizme hazır
duruma getirildi.
Milattan sonra 440-442'de yapıldığı sanılan
manastır, biri yıkılmış iki kilise, kayalara oyulmuş
keşiş odaları ve mezarlardan oluşuyor. Günümüze
kadar gelen kilisesi, Ayasofya
Müzesiyle benzer mimarisi, taş işçiliği ve
süslemeleriyle de dikkati çekiyor.
Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi'nde, ''Ustasının
elinden yeni çıkmış gibi duruyor'' sözleriyle
tanımladığı manastırda başlatılan
restorasyon çalışmaları tamamlandı.
İl Kültür ve Turizm Müdürü Bahaettin
Kabahasanoğlu, AA muhabirine, titizlikle yürütülen
çalışmalarda 1 milyon 497 bin 296 lira
harcandığını vurguladı. Kabahasanoğlu, manastırın
yenileme ve çevre düzenlemesi kapsamında, doğu ve
batı kilise duvarlarının
güçlendirildiğini, derzlerin ve duvar resimlerinin
onarımının yapıldığını söyledi.
Doğu kiliseye koruyucu çatı takıldığını
ve turistlerin rahat gezebilmesi için ahşap yürüyüş
yolları ve çelik merdivenler eklendiğini belirten
Kabahasanoğlu, Alahan Manastırı'nın,
Hıristiyanların hacı" olduğu merkezler arasında yer
aldığına dikkati çekti. Kabahasanoğlu, "Burası hem
mimari açıdan hem de Hıristiyanlığın geçiş yolu
olarak önem taşıyor. Burada yetiştirilen rahipler ve
papazlar, Anadolu'ya ve diğer ülkelere gönderilmiş"
dedi.
Restorasyon çalışmalarının ardından manastıra
gelen yerli ve yabancı turist sayısında artış
beklediklerini ifade eden Kabahasanoğlu, "Buraya
daha önce yılda 10 bin ziyaretçi gelirken bundan
sonra bu sayının 50 binin üzerine çıkmasını
bekliyoruz. Ziyarete gelenler burayı daha rahat
gezebilecek ve detaylı bilgi sahibi
olacak. Tarsus'taki St. Paul Müzesi ve Kilisesi
ile Silifke'deki Ayatekla Kilisesi'ne ek olarak
Alahan Manastırı'nın ziyarete açılması, kentin inanç
turizmi potansiyelini artıracak" şeklinde konuştu.
Anadolu Ajansı, Haber: Derviş Çözmez, 04.05.2015
|
HATAY ARKEOLOJİ MÜZESİ'NDE RESTORASYON SKANDALI
Dünya’nın ikinci büyük mozaik sergileme alanı olan
yeni Hatay Arkeoloji Müzesi’ndeki mozaiklerin, yeni
müzeye taşınma sırasında bir restorasyon skandalına
kurban gittiği ortaya çıktı. Bakanlık devam eden
restorasyonları durdurarak, bir kurul kurarak
inceleme başlattı.

arkeofili.com’un haberine göre; Yerel mozaik
ustası Mehmet Daşkapan’ın 16 Nisan'da Antakya
Gazetesi’ne yaptığı açıklamalardan sonra mozaiklerin
eski müzedeki ve yeni müzedeki halleri arasında
ciddi farklılıklar olduğunu ortaya çıkardı. Birçok
eserin yanlış restore edildiği fark edildi.

Solda eski orijinal hali,
sağda yeni hali görülüyor. Fotoğraf: Ayhan Kara
TURİZM
BAKANLIĞI İNCELEME BAŞLATTI
Daşkapan’ın açıklamaları üzerine Turizm Bakanlığı
bir komisyon kurdu ve araştırma başlattı. Yapılan
ilk incelemelerin ardından da, müzede devam eden
restorasyonlar tamamen iptal edildi.
Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve
Müzeler Genel Müdür Yardımcısı Mustafa Bozdemir’in
yazılı açıklaması şöyle:
“Hatay Yeni Arkeoloji Müzesi’nde yer alan bazı Roma
Dönemi mozaiklerinde yaşanan restorasyon hataları
olduğunu iddia edilen gazete haberleri üzerine, söz
konusu Müzede restorasyon yapılarak sergilenen
mozaik çalışmalarını incelemek üzere, Bakanlığımız
Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nce,
mozaik konusunda uzmanlardan oluşan bir Komisyon
kurulmuştur. Kamuoyunca herhangi bir yanlış
algılamaya mahal verilmemek açısından, Komisyon
tarafından gerekli araştırma ve inceleme çalışmaları
tamamlandıktan sonra, konuyla ilgili bilgilendirme
ayrıca yapılacaktır.”

Solda eski orijinal hali,
sağda yeni hali görülüyor. fotoğraf: Ayhan Kara
KARİKATÜR HALİNE GETİRMİŞLER
Daşkapan: “Roma Dönemi’nin görkemli zamanlarını
resmeden mozaikleri resmen karikatür haline
getirmişler, hele ki bazıları orijinal halinden çok
şey kaybetmiş, değerinden çok şey yitirmiş”
açıklamalarını yapmıştı.
1700 ESER SERGİLENECEKTİ
Eşsiz Roma dönemi mozaiklerinin sergilendiği müze,
Başbakan Davutoğlu’nın da katıldığı bir törenle
açılmıştı. 55.000 metrekare alan üzerine kurulu, 52
milyon TL maliyetli müzede 1700 eserin sergileneceği
bildirilmişti. Müzenin en gözde eseri olarak ise
Tell Tayinat’ta bulunan Şuppiluliuma heykeli kabul
ediliyor.
Hürriyet, 04.05.2015
******
HATAY'DA
'BOTOKSLU MOZAİK' SORUŞTURMASI BAŞLATILDI
Hatay Valisi Ercan Topaca, Hatay Arkeoloji
Müzesi'ndeki bazı mozaik eserlerin yanlış
restorasyonuyla ilgili sorumluluğu olan ve işin bu
noktaya gelmesinde ihmali olan kişilerle ilgili
soruşturma başlatıldığını söyledi. Topaca,
açıklamada, 31 Mart'ta, eserlerin yeni Hatay
Arkeoloji Müzesi'ne taşınması sırasında, mozaik
eserlerin yanlış montajlandığını tespit ettiklerini
ve durumu Kültür ve Turizm Bakanlığı'na
bildirdiklerini kaydetti. Mozaiklerin olduğu bölüm
ziyaretçilere kapatıldı.
MONTAJ
DURDURULDU
Bakanlıktan gelen uzmanların, bir firma
tarafından yapılan montaj işlemini durdurduğunu
ifade eden Topaca, şunları söyledi:''Burada önemli
olan, bu eserlerin aslına uygun bir şekilde yeni
müzede montajının yapılmasıdır. Bu işi üstelenen
firma, daha önce Gaziantep'te Zeugma Müzesi de dahil
olmak üzere restorasyon yapan tecrübeli bir firma.
Ancak, buradaki montaj sırasında bazı hataların
yapıldığını gördük ve çalışmayı aslında 31 Mart'tan
önce durdurmuştuk. 31 Mart itibariyle de resmen
durduruldu. Şimdi bu 'hatalı montaj nasıl
düzeltilir' öncelikle onun arayışı içerisindeyiz.
Daha yapılacak çok sayıda nakil ve montaj işlemimiz
var. Onların da düzgün bir şekilde yapılması önemli.
Bu çerçevede bakanlıkla görüşerek, tedbir aldık."
'UZMAN SIKINTISI VAR'
Sorunların yaşandığı dönemde bu işin
kontrolörlüğünü üstlenen Kültür ve Turizm Bakanlığı
Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü Rölöve
ve Anıtlar Müdürülüğü'nde, bu işin düzgün bir
şekilde yapılmasını kontrol edecek eleman konusunda
bazı sıkıntılar olduğunu gördüklerini de ifade eden
Vali Topaca, şöyle devam etti:"Kültür ve Turizm
Bakanlığımıza bu konu intikal ettirildi. Başka
illerden bu işin kontrolörlüğünü yapabilecek yeterli
deneyime sahip teknik elemanların
görevlendirilmesinden sonra hem tam olarak aslına
uygun şekilde montajı yapılmamış eserlerin
düzeltilmesi hem de yeni taşıma işlemi veya sergi
salonlarında montaj işleminin yapılması üzerinde
çalışmalar devam edecek. Burada sorumluluğu olan, bu
işin bu noktaya gelmesinde ihmali olan kişiler var
mıdır yok mudur? Şu an itibariyle böyle bir şeyi
söylemek için çok erken ama ben bu konuda bir
soruşturma başlattım.''

Vali Ercan Topaca, yapılacak soruşturmada kontrol
fonksiyonunun tam olarak yapılıp yapılmadığını,
görevlilerin ihmali olup olmadığı hakkında hukuki
anlamda tespitler yapılarak, sorumluluğu olanlarla
ilgili yasal süreci başlattıklarını kaydetti.
ZİYARETE KAPATILDI
Dünya’nın ikinci büyük mozaik sergileme alanı
olan yeni Hatay Arkeoloji Müzesi’ndeki mozaiklerin,
yeni müzeye taşınma sırasında restorasyon skandalına
kurban gitmesi sonucu soruşturma başlatıldı ve
mozaiklerin olduğu bölüm ziyaretçilere kapatıldı.
Yaklaşık 35 bin tarihi esere sahip mevcut müze
binasının yetersiz olması nedeniyle Hatay-Reyhanlı
Karayolu üzerinde 2011 yılında 53 bin 500
metrekarelik bir alana temeli atılan Hatayarkeoloji
Müzesi, geçen yıl tamamlandı ve eski müzedeki
eserler yeni binaya taşınmaya başladı.
Bodrum+zemin+1 kat, 4 kısım ve 16 bloktan oluşan
müzenin ilk etabı ise 28 Aralık 2014'te Başbakan
Ahmet Davutoğlu tarafından açıldı. Roma dönemine ait
mozaikler tüm olarak taşınamayacağı için parçalara
ayrılarak taşındığı yeni binada uzman bir firma
tarafından yapılan restorasyonla tekrar
birleştirildi, ancak henüz tamamlanmayan restorasyon
sırasında birçok eserde ciddi hatalar yapıldığı
iddia edilince sosyal medyada da 'botokslu
mozaikler' diye espriler yapılmaya başlandı.
Restorasyonu yapan firma yetkilileri ise,
çalışmaların henüz bitmediğini, ayrıca basına
yansıtılan fotoğraflarda foto-montaj ile tahrifat
yapıldığını öne sürdü. İddiaların basına
yansımasının ardından Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca
inceleme başlatıldı.
ZİYARETÇİ ALINMIYOR
6 bin metrekare mozaik sergi alanına sahip olması
nedeniyle 5 bin metrekare taban mozaiğine sahip
Tunus Bardo Müzesi'nin elinden dünyanın en büyük
müzesi unvanını alan ve aynı anda 800 kişinin
ziyaret edebildiği Hatay Arkeoloji Müzesi'ni bugün
ziyarete gidenler, hatalı olduğu iddia edilen
mozaiklerin sergilendiği bölüme 'Ziyaretçilere
kapatıldı' denilerek alınmadı.
İDDİA SAHİBİ KONUŞTU
Mozaiklerin restorasyonundaki hataları bir
internet sitesinde gündeme getiren taş ustası Mehmet
Daşkapan, dünyanın en büyük mozaik müzesinin nasıl
olduğunu görmek için açıldıktan sonra büyük bir
heyecanla Hatay Arkeoloji Müzesi'ne gittiğini
söyledi. İçeri girdiğinde karşılaştığı manzara
karşısında şoke olduğunu belirten Daşkapan şunları
söyledi: "Restorasyonu yapılan mozaikler sanki
yanlış estetik ameliyat yaptıran ve yüzü değişen bir
şey gibiydi. İnanılmaz bir restorasyon hatası var ve
bu olay şu anda gündeme oturdu. Benden bu
fotoğraflar istendi ve müzede çekim yapıldı.
Gösterdiğim en az 10-15 tane mozaik, ciddi bir
hatalı restorasyondan geçmiş ve mozaiklerin yüz
kısımları maalesef karikatüre dönüştürülmüş durumda.
Burada yapılan çok üzücü bir olay ve inşallah gereği
yapılır."

ESKİ FOTOĞRAFLARA BAKMADILAR MI?
Restorasyonun bir tarihi eseri olduğu gibi
korumak açısından dünyanın en önemli işlerinden biri
olduğunu ve herkesin restorasyonu yapamayacağını
ifade eden Daşkapan, şöyle devam etti: "Bu çok
önemli bir şey ama gelin görün ki Hatay Arkeoloji
Müzesi'nde hatalı restorasyon olmuş. Bire bir yapmak
lazım bunu. Kaldı ki yüksek çözünürlüklü
fotoğraflar, videolar eski müzede var ve her şey
ortada. Bu restorasyonu yapan arkadaşlar bunlara hiç
bakmadılar mı? Bunları denetleyen yok mu? Bu işin
asıl acı kısmı bu. İnşallah düzeltilecek. Bakanlık
olaya el koydu.Antakya mozaikleri Avrupa ve
Amerika'da 17 müzede sergileniyor. Fransa'da bulunan
dünyanın en önemli müzesinde Antakya'dan çıkartılan
ve dünyanın en güzel 5 mozaiğinden biri sayılan
'Paris'in yargısı' mozaiği orada sergileniyor. Bu
mozaikler her 5-10 yılda bir restorasyon görüyor. O
restorasyonlar bir ince damar ameliyatı yapan doktor
hassasiyeti ile yapılıyor. Nasıl hastayı yatırır
ameliyat edersiniz o şekilde yapıyorlar
restorasyonu. Ama bizde öyle değil. Bir taş yerinden
kopsa, onun yerine şunu da koysak olur mantığı var.
Bu olmaz işte. Bizdeki hata bu. Ama inşallah
düzeltilecek."
'TAŞ USTASI DAHA İYİ YAPAR'
Hatay'ın İskenderun İlçesi'nde gelişmelerle
ilgili açıklama yapan MHP Hatay Milletvekili Adnan
Şefik Çirkin de, mozaiklerin restorasyonunda hata
yapılmasına çok sert tepki gösterdi. Olayı
arkeolojik facia olarak değerlendiren Çirkin, "Kör
müsünüz, görmüyor musunuz? Yani bunu Antakyalı taş
ustalarına verseniz bundan iyi yapar. Zaten bu
kusuru da ortaya çıkaran Antakyalı bir taş ustası
kardeşimizdir. Hiç mi bakmadınız? Bu arkeoloji
müdürü ne iş yapar? Kültür ve Turizm Bakanı ne iş
yapar? Bu bizim taş ustaları daha iyi yapardı" diye
konuştu.
BİLİMSEL OLMALI
Bu arada, mozaiklerle ilgili daha
önceki restorasyonlarda vernik kullanıldığı ve
parlaklık sağlandığı, bunun bilimsel olmadığı, son
restorasyonda bunlar silindiği için önceki montaj
ile arasında farklılık doğduğu da belirtildi.
Radikal, 05.05.2015
******
TARİHİ MOZAİKLER
YANLIŞ RESTORE EDİLDİ İDDİASI
Hatay Valisi Ercan Topaca,
Hatay Arkeoloji Müzesi'ndeki
bazı
mozaik eserlerin
yanlış restorasyonuyla ilgili sorumluluğu olan ve
işin bu noktaya gelmesinde ihmali olan kişilerle
ilgili soruşturma başlatıldığını söyledi.
Topaca, AA muhabirine yaptığı açıklamada, 31
Mart'ta, eserlerin yeni Hatay Arkeoloji Müzesi'ne
taşınması sırasında, mozaik eserlerin yanlış
montajlandığını tespit ettiklerini ve durumu Kültür
ve Turizm Bakanlığı'na bildirdiklerini kaydetti.
Bakanlıktan gelen uzmanların, bir firma tarafından
yapılan montaj işlemini durdurduğunu ifade eden
Topaca, şunları söyledi:
''Burada önemli olan, bu eserlerin aslına uygun bir
şekilde yeni müzede montajının yapılmasıdır. Bu işi
üstelenen firma, daha önce Gaziantep'te Zeugma
Müzesi de dahil olmak üzere restorasyon yapan
tecrübeli bir firma. Ancak, buradaki montaj
sırasında bazı hataların yapıldığını gördük ve
çalışmayı aslında 31 Mart'tan önce durdurmuştuk. 31
Mart itibariyle de resmen durduruldu. Şimdi bu
'hatalı montaj nasıl düzeltilir' öncelikle onun
arayışı içerisindeyiz. Daha yapılacak çok sayıda
nakil ve montaj işlemimiz var. Onların da düzgün bir
şekilde yapılması önemli. Bu çerçevede bakanlıkla
görüşerek, tedbir aldık."
Sorunların yaşandığı dönemde bu işin kontrolörlüğünü
üstlenen Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür
Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü Rölöve ve
Anıtlar Müdürülüğü'nde, bu işin düzgün bir şekilde
yapılmasını kontrol edecek eleman konusunda bazı
sıkıntılar olduğunu gördüklerini de ifade eden Vali
Topaca, şöyle devam etti:
"Kültür ve Turizm Bakanlığımıza bu konu intikal
ettirildi. Başka illerden bu işin kontrolörlüğünü
yapabilecek yeterli deneyime sahip teknik
elemanların görevlendirilmesinden sonra hem tam
olarak aslına uygun şekilde montajı yapılmamış
eserlerin düzeltilmesi hem de yeni taşıma işlemi
veya sergi salonlarında montaj işleminin yapılması
üzerinde çalışmalar devam edecek. Burada sorumluluğu
olan, bu işin bu noktaya gelmesinde ihmali olan
kişiler var mıdır yok mudur? Şu an itibariyle böyle
bir şeyi söylemek için çok erken ama ben bu konuda
bir soruşturma başlattım.''
Vali Ercan Topaca, yapılacak soruşturmada kontrol
fonksiyonunun tam olarak yapılıp yapılmadığını,
görevlilerin ihmali olup olmadığı hakkında hukuki
anlamda tespitler yapılarak, sorumluluğu olanlarla
ilgili yasal süreci başlattıklarını kaydetti.
Hatay Arkeoloji Müzesi'nin kentin önemli
değerlerinden birisi olduğunu vurgulayan Topaca,
''Bunların korunması, teşhiri, insanların bunları
gelip görmesi, burada yaşamış olan medeniyetleri,
kültürleri tanıması anlamında önemlidir. Tabi bundan
sonraki süreçte çok sayıda mozaiğimizin, tarihi
eserin aslına uygun bir şekilde müzemizde
sergilenmesi ve eski müzeden yeni müzeye naklinin
yapılması birinci derece öncelikli konudur'' diye
konuştu.
Vali Topaca, 8-9 mozaik eserde hatalı montaj işlemi
yapıldığını ve teknolojik imkanlar ve uzmanların bir
araya gelmesiyle bu eserlerin hatalı montajlarının
düzeltilebileceğini de belirtti.
Eski Hatay Arkeoloji Müzesi'nin 1930'larda
yapıldığını dile getiren Topaca, o dönemde mozaik
eserlerin beton yüzeye yapıştırıldığını ve bunun da
taşınma işlemi esnasında mozaik eserlere zarar
verebildiğini ifade etti.
Topaca, bu süreçten sonra hatalı montaj yapılan
mozaiklerin düzeltilmesi ve çok sayıdaki tarihi
eserin aslına uygun şekilde yeni müzeye taşınmasının
kendileri için öncelikli konu olduğunu da sözlerine
ekledi.
Habertürk, 05.05.2015
******
RESTORASYON KOMPLE
Mİ, KOMPLO MU?
Hatay Müzesi'ne taşınan mozaiklerin
ağzının yüzünün birbirine girdiği yeni "restore
edilmiş" hallerini gördünüz muhakkak. Şimdi yukarıda
Allah var. Mozaiklerin eski ve yeni halleri
birbirine hiç benzemiyor değil. Meali diyebiliriz.
"Üç aşağı beş yukarı aynı" bile diyebiliriz hatta.
Fakat ahali nankör anacım. İlla "Niye adam gibi
restore etmediniz, niye Romalı kadının ağzı Şam'a
burnu Bağdat'a bakar oldu, niye tombul bebeğin kaşı
gözü oynuyor" diye eleştirecekler.
Kimisi de "Eski mozaikler çalınmış, yerlerine
yenileri konmuş" teorisini ortaya attı. Bunu test
etmekten kolay şey var mı? Mozaiklerdeki Romalı
kadın yüzünü şu "Kaç yaşında gösteriyorum"
programına koyacaksın. Öncesiyle, restorasyon
sonrası aynı yaşta çıkarsa çalınmamıştır! Benim gece
üçte evde makyajsız çektiğim "otoportreme" 19
yaşında dedi o program! Elimde kanıtı var. Ama bu
belge ancak "postmortem" halka sunulabilir. Şu an
yayınlansa sanırım bir daha televizyona çıkarmazlar,
o kadar eşsiz göründüğüm bir fotoğraf. Yine de 19
dedi işte. Makyajlı ve dinlenmiş olsam belki 12
diyecekti. O bakımdan, bence mükemmel bir program.
Mozaiklerde ve çamaşırlarda kullanılabilir. Bunların
teknolojiyi hiç takip etmemeleri beni üzüyor.
Teknoloji bir, telekinezi iki. Bunlara dikkat! Niye?
Davutoğlu başbakanlığa girişirken ilk ne dedi? Geniş
çapta, komple bir "restorasyon"!
Şimdi, mozaik skandalında "restorasyon" adı altında
şekil bozulması, eciş bücüşlük, flulaşma gören
vatandaş ne yapacak? İster istemez, restorasyonu
duyunca bilinçaltında, Türkiye'nin son dönemiyle, o
mozaiklerin başına gelen arasında sembolik bir
benzetme bulacak!
O mozaikleri bu hale getiren kimse, hükümete sinsi
bir tuzak kurdu bence. Tabii olay süper yeteneksiz,
beceriksiz ve birinin yakını diye işin teslim
edildiği kimselerin eseri değilse. Ama bu hükümetin
de yandaş kayıran, kadrolaşan bir hükümet olmadığı
malum. (Gülecek bir şey yok, mizahçıyız diye her
yazdığıma gülmeyin!)
O halde geriye tek ihtimal, benim teorim kalıyor:
Maksat "restorasyon" kelimesine negatif algı
yönetimi yapmak. Çarpıklaşma, bozulma kavramlarıyla
özdeşleştirerek hükümeti yıpratmak! Ah Reis, gör
bunları hocam. Aşırı tarafsızlık da bir yere kadar.
Yazık oluyor bu partiye!
Bence mozaik operasyonuyla vatandaşa bilinçaltı
mesaj veriliyor! Telekinezi bu muydu, neydi?
İllüminati miydi bu? Bir şeydi. Kimsiniz oğlum siz?
Bitiririz sizi!
(Son dakika notu: Az önce bir haber düştü.
Mozaiklerin restore edilirken esasen çok da
değişmediği, yeni fotoğrafların photoshop
kullanılarak üretildiği, bir komplo yapıldığı iddia
ediliyor. Canım memleketimde, komplonun şakasını
yapamadan, gerçeğinden şüpheleniliyor! Ha biz işsiz
kalalım, aç kalalım, tamam ya.)
Hürriyet, Yazı: Gülse Bilsel, 06.05.2015
******
DÜNYA GÖZÜ GİBİ
BAKARKEN BİZ...
Hatay’da restorasyon yapanların, mozaiklerin
yerleştirildiği alana ayaklarıyla basarak ve
oturarak çalıştığının yer aldığı fotoğrafla,
Fransa’daki bir müzede mozaiklerin
restorasyonunu yapanların bilimsel aletlerle
çalıştığının yer aldığı fotoğrafı gösteren
Daşkapan, şu açıklamayı yaptı...
Yani aramızdaki fark bu, bakın Fransızlar
nasıl restore ediyor, biz nasıl yapıyoruz?
İkisi de Harbiye’den çıkan mozaik ama resim
aradaki tüm farkı anlatıyor.
Habertürk,06.05.2015
******
KÜLTÜR BAKANLIĞI: BOTOKSLU MOZAİK İDDİASI GERÇEKDIŞI
Hatay Müzesi'ndeki mozaiklerin restorasyon sırasında
tahrip edildiği ve değişime uğradığı iddiaları
üzerine açıklama yapan Kültür Bakanlığı, basında yer
alan fotoğrafların gerçeği yansıtmadığını bildirdi.
Mozaiklerin kesinlikle değişime uğramadığını
belirten Bakanlık, basın mensuplarının müzedeki söz
konusu mozaikleri görüntüleyebileceğini de açıkladı.
Hatay Müzesindeki mozaiklerin restorasyonuyla
ilgili iddialar üzerine konuyu araştıran
Kültür Bakanlığı, şu açıklamada bulundu:
“Bakanlığımıza yapılan başvuru üzerine 16/02/2015
tarihinde bir ön inceleme komisyonu oluşturulmuş, ön
inceleme ile bazı mozaiklerin restorasyonunda
eksikliklerin tespit edilmesi üzerine 13/04/2015
tarihinde idari ve teknik inceleme başlatılmış ve
teknik inceleme 27/04/2015 tarihinde tamamlanmıştır.
Yapılan çalışma sonucunda mozaiklerde tahribatın
oluşmadığı, konservasyonun devam ettiği, basında
kullanılan fotoğrafların konservasyonun ilk
aşamasında çekilmiş fotoğraflar olduğu ve art
niyetli kişiler tarafından fotoğrafların üzerinde
oynama yapılarak kullanıldığı tespit edilmiştir.

Mozaiğin şu an müzede sergilenen hali
Hatay Mozaik Müzesinde bulunan ve restorasyonu
yapılan İsis Mozaiğinde önceki dönemlerde uygulanmış
olan vernik tabakası alınmış ve renklerde vernikten
kaynaklanan sararma giderilmiştir. Dolayısıyla eski
ve yeni fotoğraflar arasında renk farkı varmış gibi
görülmektedir. Ancak işlemler tamamlandığında mozaik
eski rengine tekrar kavuşacaktır.
Konu ile ilgili gerekli incelemeler yapılmış,
Teftiş Kurulu Başkanlığına iletilmiş ve Kültür ve
Turizm Bakanlığı Müsteşarı Prof.Dr. A. Haluk Dursun
tarafından bizzat yerinde incelemeler yapılmıştır.”
‘DOĞRUSUNU RADİKAL YAZDI’
Açıklamada, “Botokslu mozaik’ başlıklı haberlerin
gerçeği yansıtmadığı öne sürülerek,
“radikal.com.tr’den yapılan haberde, mozaiklerin
değişime uğramadığı, fotoğrafların değiştirilerek
servis edilmiş olduğu ifade edilerek haber
yalanlanmıştır” denildi.
Radikal,
06.05.2015
******
RESTORASYONDA BOZULAN
MOZAİKLERİN SON HALİ BASINA GÖSTERİLDİ
Hatay Arkeoloji
Müzesi’nde yer alan başta “İsis Mozaiği” ve “Talassa
Mozaiği” olmak üzere birçok eserde yanlış
restorasyon çalışması yapıldığı haberleri üzerine
basın mensuplarına mozaiklerin son hali gösterildi.
Müze yetkilileri, basına
yansıyan fotoğrafların restorasyon çalışmasının
başlarında çekildiğini açıkladı. Müzede haber konusu
olan mozaiklerin eskisiyle aynı renk ve şekilde
oldukları görüldü.
“MÜZE KAPALI DEĞİL”
Hatay Arkeoloji
Müzesi’nde “İsis Mozaiği” ve “Talassa Mozaiği” olmak
üzere birçok eserde yanlış restorasyon çalışması
yapıldığı haberleri üzerine basın mensuplarına
mozaiklerin son hali gösterildi.
Kötü niyetli kişilerin
bilinçli olarak basına yanlış fotoğraf verdiğini
savunan müze yetkilileri, müzenin hiçbir bölümünün
ziyarete kapalı olmadığını, isteyen herkesin müzeyi
ziyaret edebileceğini belirttiler.
KÜLTÜR VARLIKLARI VE
MÜZELER GENEL MÜDÜRÜ KOCAPINAR DA İNCELEDİ
Bu arada Hatay Arkeoloji
Müzesi’nin haberlere konu olması ve müzedeki
restorasyonlarla ilgili olarak bakanlığın araştırma
yapmak için müfettişler görevlendirmesinin ardından,
Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürü Abdullah
Kocapınar’da müzeye gelerek söz konusu eserlerin
olduğu bölümü inceledi. Genel Müdür Kocapınar ve
beraberindeki heyetin, müze içindeki birçok eserin
yeniden gözden geçirilmesi talimatı verdiği
öğrenildi.

ESERLERDE SORUN YOK
Mozaiklerde restorasyon
hatası olduğu yönündeki iddiaları yalanlayan müze
yetkilileri, basına yansıyan fotoğrafların kişisel
bir hesaplaşma sonucu, mozaiklerin ilk hallerinin
fotoğraflarının paylaşılmasından kaynaklandığını
ileri sürdü. Haberlerde ‘botokslu’ olarak lanse
edilen İsis Mozaiği’nin son haliyle müzede
sergilendiği ve iddia edildiği gibi bir şekil
bozukluğu olmadığı, Talassa Mozaiği’nde de hiçbir
sorun olmadığı ve eski müzedekiyle aynı renk ve
şekilde sergilendiği görüldü.
FOTOĞRAFLAR GERÇEK Mİ,
PHOTOSHOPLU MU
Ayrıca yetkililer,
mozaik yerleştirme işleminin 7-8 evreden oluştuğunu
belirterek, basına yansıyan fotoğrafların birkaçında
oynama tespit edildiğini, diğerlerinin ise mozaik
yerleştirme evrelerinin ilk aşamasında çekilen
fotoğraflardan oluştuğunu, hiçbir fotoğrafın müzede
sergilenen mozaikleri tam olarak yansıtmadığını
söylediler.
Haberlerde “Rengiyle
oynandı”, “Orijinal taşlar kullanılmadı” şeklindeki
iddiaları da cevaplayan yetkililer, bu durumun
yıllardır müzede sergilenen eserlerin tozlardan
etkilenerek renklerinin solmasına, yeniden
yerleştirildiğinde ise bu tozlardan arındırılmasına
bağlı olduğunu kaydettiler.
BİRÇOK ESER
YERLEŞTİRİLMEYİ BEKLİYOR
Eski müzeden getirilen
birçok mozaik eserin yerleştirilmek üzere
beklediğini aktaran müze yetkilileri, bu eserlerin
de eski ve yeni hallerinin, yerleştirme işlemi
tamamlandığında yeni müzede yer alacağını
kaydettiler.

KÜLTÜR VE TURİZM
BAKANLIĞI AÇIKLAMA YAPTI
Tüm bunlar yaşanırken
Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından yapılan
açıklamayla da fotoğrafların restorasyon aşamasının
başında çekildiği vurgulanarak, “Yapılan çalışma
sonucunda, mozaiklerde tahribatın oluşmadığı,
basında kullanılan fotoğrafların, konservasyonun ilk
aşamasında çekilmiş fotoğraflar olduğu tespit
edilmiştir” denildi.
Restorasyonu yapılan
İsis Mozaiği’nin de, önceki dönemlerde uygulanan
vernik tabakasının alınarak, sararmanın giderildiği
ifade edilen açıklamada şu görüşlere yer verildi:
“Dolayısıyla, eski ve
yeni fotoğraflar arasında renk farkı varmış gibi
görülmektedir. Ancak işlemler tamamlandığında mozaik
eski rengine tekrar kavuşacaktır. Yapılan çalışma
sonucunda mozaiklerde tahribatın oluşmadığı,
konservasyonun devam ettiği, basında kullanılan
fotoğrafların, konservasyonun ilk aşamasında
çekilmiş fotoğraflar olduğu ve art niyetli kişiler
tarafından fotoğrafların üzerinde oynama yapılarak
kullanıldığı tespit edilmiştir.”
zete.com, 07.05.2015
******
"BÖYLESİNE BÜYÜK BİR PROJENİN
KÜÇÜK AYAK OYUNLARINA KURBAN EDİLMESİ ÜZÜCÜ"
Hatay Arkeoloji Müzesi'ndeki mozaiklerin
restorasyonunu yapan Celalettin Küçük: Böylesine
büyük bir projenin, belki siyasi amaçla yapılan
küçük ayak oyunlarına kurban edilmesi çok üzücü.
Restorasyon yapılmadan ara aşamalardan birinde,
nasıl elde edildiği bilinmeyen bir fotoğraf var.
Üzerinde de oynanmış.
Hatay Arkeoloji Müzesi'ndeki mozaiklerin
restorasyonunu yapan Reskon Restorasyon ve Mimarlık
Şirketi Konservatörü Celalettin Küçük, müzedeki bazı
mozaiklerin yanlış restore edildiği iddialarına
ilişkin, "Bunu kabul etmekte zorlanıyorum. Böylesine
büyük bir projenin belki siyasi amaçla yapılan küçük
ayak oyunlarına kurban edilmesi çok üzücü" dedi.
Küçük, mozaikleri 2 grup olarak ele aldıklarını
belirterek, birinci grubun, 1932-1939'da Fransızlar
tarafından restorasyonu yapılan ve eski müzede
sergilenen mozaikleri, ikinci grubun da sonraki
yıllarda müze müdürlüğü tarafından tespit edilen ve
yerinde korumaya alınan mozaiklerin taşınması ve
restorasyonunun yapılmasını kapsadığını anlattı.
Proje kapsamında 3 bin 500 metrekarelik bir alanda
mozaik teşhiri yapmayı hedeflediklerini aktaran
Küçük, bugüne kadar 2 bin metrekarelik mozaiğin
restorasyonunun yapıldığını kaydetti. Proje
tamamlandığında Hatay Müzesi'nin en büyük mozaik
sergileyen müze olacağına dikkati çeken Küçük, "Bu
müze, arkeoloji müzesidir. Her zaman Zeugma ile
kıyaslama yapılıyor. Orası sadece mozaik müzesi.
Burası ise MÖ 4 binle başlayan ve günümüze kadar
gelen bir sürecin anlatıldığı müze. Seramikler,
heykeller, taş eserler ve mozaikler var" diye
konuştu.
Celalettin Küçük, restorasyon konusunda deneyimli
olduklarını aktararak, bu tartışmanın akademik
düzeyde yapılması gerektiğini vurguladı.
Küçük, "Bizim 25 yıllık geçmişimiz var. Bundan önce
Yemen'de bir caminin restorasyonunu yaptım.
İsrail'de de restorasyonlar yaptık. Bunun dışında
İtalya'da bir müzenin restorasyonunu
gerçekleştirdik. Filibe'de de Cuma Camisi'nin
düzenlemelerini yaptık. Bizim çalışan sayımız
100'dür ve insanlar burada sürekli çalışırlar.
Herkes kadroludur çünkü işimiz uzmanlık gerektirir"
ifadelerini kullandı.
"Fotoğrafın üzerinde oynama yapılmış"
Restorasyon çalışmasının ameliyatlarla benzeştiğini
dile getiren Küçük, şu değerlendirmelerde bulundu:
"Bizim mesleğimiz tıpla çok fazla kıyaslanır.
Eserler de bizde hasta muamelesi görür.
Restorasyonun çeşitli aşamaları vardır. Çeşitli
aşamalar içerisinde eserler, ameliyat edilir gibi
işlemden geçirilir. Restorasyon yapılmadan ara
aşamalardan birinde, nasıl elde edildiği bilinmeyen
bir fotoğraf var. Üzerinde de oynanmış fotoğrafın.
Yukarıdan biraz çekip, alttan biraz ittiğiniz zaman
yamuk bir şey çıkıyor. Maalesef bununla haber
yaptılar. Bunu anlamakta zorluk çekiyorum. Basın
kuruluşlarından biri bize dönüp sorma ihtiyacı
duymadan bunu manşetine taşıdı. En azından bana
telefon edip, bir şeyler sorabilirlerdi. Bize
yargısız infaz yapıyorlar. Bakanlık çok ağır
suçlanıyor. Firmamızın itibarı zedelendi."
Küçük, UNESCO bünyesinde büyük işler yaptıklarını
aktararak, söz konusu haberlerin kendilerine zarar
verdiğini söyledi. Yapılan haberin basın etiğiyle
uyuşmadığını ifade eden Küçük, gereken
değerlendirmeyi halka bıraktıklarını aktardı.
Celalettin Küçük, haberin yayınlanmasının ardından
uzmanların kendisini arayarak fotoğrafla neden
oynandığını sorduğunu belirterek, "Bunu, bakmayı
bilenler söyledi. Hürriyet gazetesinde çıkan bu
haber için 'Art niyetliydiler ya da yanıltıldılar'
diyeceğim. Çünkü değerlendirme yapanlar da bu işin
uzmanı değil. Bizden, Bakanlıktan ve Hataylılardan
özür dilemeliler" dedi.
Restorasyonlarda dünyada örnek gösterilen yöntemler
kullandıklarına dikkati çeken Küçük, eserlerin
korunmasının birinci öncelikleri olduğunu söyledi.
Küçük, mozaik restorasyonunu yapan ekibin
uluslararası bir ekip olduğunu belirterek, her ay
toplantılar yaparak uygulamaların tartışıldığını
ifade etti.
"Türkiye ve Hatay'ın itibarı zedelendi"
Hatay Arkeoloji Müzesi'ndeki mozaiklerin
restorasyonunu yapan Reskon Restorasyon ve Mimarlık
Şirketi Konservatörü Celalettin Küçük, saygınlığı
olan bir projenin, yanlış bir fotoğrafla Hatay'ın ve
Türkiye'nin itibarının zedelediğini anlatarak, şöyle
devam etti:
"Bunu kabul etmekte zorlanıyorum. Böylesine büyük
bir projenin belki siyasi amaçla yapılan küçük ayak
oyunlarına kurban edilmesi çok üzücü. Basın
kuruluşlarının buna dikkat etmiyor olması çok üzücü.
Yeterliliğimiz sürekli sorgulanıyor. Bizim kimseyle
bağımız yoktur. Bizi uluslararası camiada sormaları
gerekir. Bizim kullandığımız yöntemler dünyanın
birçok yerinde yenilik olarak değerlendiriliyor.
2000'den önce mozaikten bahsedilmiyordu. Bunun
kamuoyunun gündemine oturması, her ne kadar karalama
kampanyasına da dönüşmüş olsa da bizi mutlu ediyor.
Çünkü ülkemizde insanlar kültür varlıklarına değer
veriyor."
Yapı, 09.05.2015
|
|
MISIR'DA THARU KALESİ'NİN KAPISI BULUNDU
Mısır Antik Eserler Bakanı Mamdouh El Damaty, Yeni Krallık dönemindeki Mısır ordusunun kumanda merkezi olan Tharu Kalesi’nin doğu kapısının keşfedildiğini açıkladı.
Luxor Times’da yayınlanan habere göre dev kapının parçaları olan ve üzerinde Kral 2. Ramses’in adının yazılı olduğu 3 parça kireçtaşı bloğu bulundu.
Kale Horus Askeri Rotası üzerinde bulunan ve Mısır’ın doğusunu koruyan bir dizi hisardan bir tanesi. Mısırlı ekip ayrıca III. Thutmosis’e ve II. Ramses’e ait kerpiçten yapılmış kraliyet depolarını ve III. Thutmosis adına yapılmış mühürleri de gün ışığına çıkardı.
Ayrıca bulunan 26. Hanedana ait mezarlıkta ise savaş yaraları olan cesetler bulunuyor.
arkeolojihaber.net, Kaynak: archaeology.org Çeviri:
Cüneyt Acar, 04.05.2015
|
PARTİLER SEÇİM BEYANNAMELERİNDE KÜLTÜR SANATI EN
SONA ATTI

Siyasi partiler seçim beyannamelerini hazırladı,
vaatlerini açıkladı. Kültür-sanat programları yine
her zamanki gibi kitapçıkların en sonunda kaldı. 13
yıldır ülkeyi yöneten muhafazakar parti; geleneksel
sanatların yüceltilmesini öne çıkarırken muhalefet
partisi CHP, AKM’yi hızla onarmayı vaat etti.
Türkiye’yi dört yıllığına yönetmeye talip olan
siyasi
Partiler
seçim beyannamelerini hazırlayarak vaatlerini
açıkladı. Daha çok ekonomik vaatlerin öne çıktığı bu
beyannamelerde kültür-sanat programları
kitapçıkların en sonuna atıldı. Partilerin
kültür-sanat alanında ne vaat ettiğini ilgilisi
dışında neredeyse kimse duymadı. Bir skandal ya da
büyük bir hırsızlık olayı olmadığı sürece
kültür-sanat haberlerinin hiçbir zaman gazetelerin
manşetlerinde kendine yer bulamadığı Türkiye’de, bu
çok da şaşılacak bir durum değil aslında.
13 yıldır ülkeyi yöneten muhafazakar parti,
kültürel anlamda vasatın altında kalarak büyük bir
hayal kırıklığı yaşattı. Ebru, tezhip ve hat gibi
geleneksel sanatların belediyelerin insafına terk
edilmesi, kuru ve içi boş bir ‘ecdat’ söyleminin
kültürün her alanında yer edinmesi, sinemada yaşanan
sansürler, Devlet Tiyatroları’nın yapısıyla oynayan
değişiklikler, engellenen veya sansüre uğrayan
oyunlar, yayıncılıkta yaşanan bandrol krizleri akla
ilk gelen uygulamalardan bazıları. İktidarın
kültür-sanat politikaları, kurumların önünü açmak ve
çok sesli bir ortam oluşturmaktan uzak kaldı. Aksine
iktidar; sanat kurumlarıyla çatıştı, sanat camiasını
küstürdü.
Emek Sineması, AKM’nin durumu, Devlet Tiyatroları
ile Şehir Tiyatroları’nda yaşanan sansür/engelleme
çabaları, televizyon dizilerine ve sinema filmlerine
yapılan müdahalelerle sanat üretiminin önü
kapatıldı.
Meclis’te grubu bulunan dört partinin gelecek
dört yıl için kültür-sanat alanında neler vaat
ettiğini derledik. İktidar partisi AKP’nin
beyannamesinde yapılanlar öne çıkarılmış. Bunlar da
daha çok belediyeler eliyle yürütülen programlar...
Anamuhalefet partisi CHP’nin beyannamesinde
kültür-sanat ortamının sorunları tespit edilip ona
göre vaatlerde bulunulmuş. HDP’nin beyannamesi ‘daha
devrimci’ ve ‘radikal’. MHP’ninki ise şaşırtmıyor:
“Bir milli kültür endüstrisi oluşturulacak.” İşte
dört partinin seçim beyannamelerine koyduğu ve
dikkat çeken kültür-sanat vaatleri…
AKP’NİN VAATLERİ
-2023 ve ötesini hedeflerken dünyayı tanımış,
Türkiye’nin meselelerine vakıf, kendi toplumu ve
tarihiyle barışık kültür ve sanat insanlarının
yetişmesi sağlanacak.
-Osmanlıcanın etkin bir şekilde öğretilmesi,
tarihimizle ve kültürümüzle olan bağlantının
güçlendirilmesi sağlanacak.
-Başta kamu binaları olmak üzere kültürümüze
uygun mimari sentezin yapılması ve bir kentsel
mimarlık stratejisi ile tasarım ve uygulama
esaslarının oluşturulması sağlanacak.
-Şehirlerin, kültür ve sanat varlıklarının ve
toplum kesimlerinin zaman içindeki değişimlerini
izleyecek şekilde Dijital Fotoğraf Arşivleri
oluşturulacak.
-Ebru, hat, tezhip, minyatür, ahşap oymacılığı,
çini, halıcılık, bakırcılık, telkari gibi süsleme ve
el sanatlarının farklı sunum ve kompozisyonlarda
birer ticari ürüne dönüştürülmesi sağlanacak.
-Cami, kütüphane, medrese, saray, tarihi kamu
binaları gibi bütün kültür varlıklarının mimari
çizimleri ve projeleri oluşturulacak, eserlerin
hasar görmesi durumunda tekrar inşa edilecek şekilde
bu tasarım ve projelerin arşivlenmesi sağlanacak.
CHP’NİN VAATLERİ
-Edebiyatımızın yurtdışında gelişmesi amacıyla
yazarlara ücretsiz çeviri ve tanıtım desteği
verilecek.
-Telif kakları korunacak, korsan ürünlerle etkin
bir mücadele için gerekli yasal düzenlemeler
yapılacak.
-Kültür Bakanlığı, Kültür ve Turizm
Bakanlı-ğı’ndan ayrı bir bakanlık haline
getirilecek.
-Sanat kurumlarının yönetimi ağırlıklı olarak
sanatçılara bırakılacak.
-Yaşanmış acı olayların unutulmaması için Madımak
Oteli Hoşgörü Müzesi’ne, Diyarbakır Cezaevi de İnsan
Hakları ve Demokrasi Müzesi’ne dönüştürülecek.
-Kapalı tutulan İstanbul Atatürk Kültür Merkezi
(AKM) hızla onarılarak sanatın hizmetine sunulacak.
-Gerekli durumlarda sanat emekçilerinin sigorta
primlerinin Kültür Bakanlığı tarafından ödenmesi
sağlanacak.
-Sanat tarihi dersleri öğrencilerin pedagojik
düzeylerine uygun olarak müfredata dahil edilecek.
-Keyfi yasak ve sansüre karşı Sanat Yasası
çıkarılacak.
-TÜSAK kanun tasarısı taslağı iptal edilerek
sanat kurumlarının özerkliği korunacak.
MHP’NİN VAATLERİ
-...Türkçenin yozlaşmasına ve tahribine yol açan
uygulamalara fırsat verilmeyecek.
-Türk kültürü ve sanatının yaşatılması,
geliştirilmesi, tanıtılması ve yaygınlaştırılması
amacıyla “milli kültür endüstrisi” oluşturulacak.
-Yurtdışındaki vatandaşlarımızın milli kültür
değerlerimizden kopmalarını önleyici ve benliklerini
koruyucu tedbirler alınacak.
-Çocukların kişiliklerinin oluşumu ve kültürel
değerlerin özümsenmesi açısından “milli çizgi film
endüstrisi” geliştirilecek.
HDP’NİN VAATLERİ
-Sanata yönelik destek programları rant kapısı
olmaktan çıkarılıp yaratıcılık teşvikine
dönüştürülecek.
-Ülkemizde yaşayan ve kaybolan dillerdeki sanat
eserlerinin üretilmesi ve sergilenmesine destek
verilecek.
-Mevcut yasalar, sansürü güçlendiren
mekanizmalardan arındırılacak, sanat eserinin ve
geçmişten günümüze sanat emekçilerinin haklarının
korunmasına ilişkin düzenlemeler yapılacak.
Zaman, Haber: Yavuz Hakengin, 04.05.2015
|
NEŞ'E ERDOK'UN DESENLERİ İÇİN SON GÜNLER
Türk
resminin ustalarından Neş’e Erdok’un desenleri 12
Mayıs’a kadar Evin Sanat Galerisi’nde. “1953-2014
Desenler” başlıklı sergide;
Erdok’un 1953 yılında kağıt üzerine yaptığı ilk resimlerden başlayarak bugüne kadar ürettiği desenler yer alıyor.
Kronolojik sıralama çerçevesinde düzenlenen sergi; ana hatlarıyla sanatçının akademide aldığı eğitim öncesi, akademi yılları ve mezuniyetinden günümüze uzanan yıllarını bir araya getiriyor.
Zaman, 04.05.2015
|
|
AYASOFYA CAMİ OLUYOR

İznik ve Trabzon’da müzeden
camiye çevrilen
Ayasofya’ların ardından sıra Edirne’nin
Enez İlçesi'ndekine geldi. Vakıflar Genel
Müdürlüğü, müze olması ihtimali konuşulan
Enez’deki Ayasofya’nın cami olacağını
duyurdu.
Türkiye'nin Yunanistan sınırında bulunan
Edirne'nin Enez İlçesi'nde yer alan, bölgenin
simgesi
Ayasofya 2007 yılından bu yana
restorasyon haberleri ile gündemde.
Radikal'in haberine göre, Enez Kaymakamı
Fatih Baysal, restorasyonun 5. yılında,
2012'deki "Onarılmasının ardından
cami olarak kullanılıp kullanılmaması
sonra düşünülecek bir durum. Ama müze de
olsa cami olarak da kullanılsa buranın
gerçekten ayağa kaldırılması gerekiyor"
sözleri ile ilçedeki Ayasofya'nın müze
olarak açılabileceğini gündeme getirdi. Enez
Belediye Başkanı Abdullah Bostancı'nın da bu
ay içinde medyaya yansıyan açıklamalarında
"yapının işlev, fonksiyon ve mimari olarak
İstanbul 'daki Ayasofya'ya benzer özellikler
taşıyacağını" söylediği yer aldı.
Vakıflar Genel Müdürü Adnan Ertem, 2013
yılında da "Bir yer vakfiyesinde nasıl
belirtilmişse o şekilde kullanılması veya
fonksiyon verilmesi bizim birinci vazifemiz"
demiş, sözü İstanbul'daki Ayasofya'ya
getirerek şöyle demişti: "İstanbul'daki
Ayasofya Camisi vakfiyesine göre camidir ve
cami olarak ilelebet yaşayacaktır. Bizim
Vakıflar Genel Müdürlüğü olarak amacımız
vakfiyesine uygun hayatiyet vermek. Ama
burada karar merci biz değiliz."
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'ta aynı yıl
İstanbul'da Ayasofya yakınındaki bir törende
benzeri yönde imalı bir mesaj vermişti:
"Bence kulaklarınız duymasa bile gönlünüzden
geçen bir şeyler olduğuna inanıyorum.
Ayasofya, bize birşeyler söylüyor. Acaba
Ayasofya bize neler söylüyor? Bu mahsun
Ayasofya'ya bakıyoruz, inşallah güleceği
günlerin yakın olmasını Allah'tan diliyoruz"
Ayasofya'da bu yıl ise "Doğumunun 1444.
Yılında Hz. Peygamber" temalı Aşk-ı Nebi
Sergisi ile 85 yıl aradan sonra ilk kez
Kuran okunmuştu. Papa'nın Ermeni Soykırımı
ile ilgili sözlerine karşıysa Ankara Müftüsü
Prof.Dr. Mefail Hızlı ise sözü Ayasofya'ya
getirmiş, "Doğrusu bu açıklama, sadece
Ayasofya'nın yeniden ibadete açılmasını
hızlandıracaktır" demişti.
Hristiyan dünyasında "ekümenik" unvanına
sahip olan İstanbul Rum Patriği Bartholomeos
ise 2014 yılında tartışmalarla ilgili net
tavrını ortaya koymuştu: "Son dönemde Türk
kamuoyunun bir kesiminde Ayasofya'nın camiye
çevrilmesi yönünde bir meyil gözlemleniyor.
Kilise olarak biz buna karşı
durmaktayız. Bizimle beraber böyle bir
olasılık karşısında tüm Hıristiyan dünyası
mezhep farkı tanımaksızın yekvücut olup
tepkisini ortaya koyacaktır."
Sabah, 04.05.2015
|
ARALARI BOZUKKEN NECİP FAZIL'DAN BEDRİ RAHMİ'YE
MEKTUP: BENİ UNUTMUŞ, HATTA SEVİMSİZ KABUL ETMİŞ
OLMANA RAĞMEN...
Daha önce o evden Nazım Hikmet’in şiirlerini okuduğu
ses kaydını bulup çıkarmıştı. Hughette Eyüboğlu’na
göre 50 yıl önce Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun gelini
olarak girdiği o ev sihirli. İstediği şeyi yutuyor,
saklıyor; istediğini istediği zaman geri veriyor.
Ev, bu kez ona büyük şair ve ressam Eyüboğlu’nun
Yahya Kemal, Ahmet Hamdi, Melih Cevdet, Orhan Veli,
Necip Fazıl gibi çağdaşlarıyla mektuplarını çıkardı,
verdi. Mektuplar hem kitap hem de sergi oldu: ‘Biz
Mektup Yazardık’... Salı günü İş Kuleleri Kibele
Sanat Galerisi’nde açılacak sergi 20 Haziran’a kadar
Türk edebiyat ve sanat tarihinin yakın geçmişine
zarf atacak. En samimi satırlar eşliğinde. İadeli,
taahhütlü...

Eyüboğlu
Ailesi’yle tanışmanız bir mektup arkadaşlığıyla
başlıyor.
Ben Kanadalıyım. 14 yaşımdayken bir Fransız
mecmuasına pul koleksiyonculuğu yapan mektup
arkadaşı aradığıma dair bir ilan koydum. Birkaç
hafta içinde 35 ülkeden, 700 mektup geldi.
Aralarında Türkiye yoktu.
Aaa niye?
Bilmez misin, Türkler her şeye geç kalır... 5 ay
sonra Türkiye’den tek mektup geldi: Mehmet Bey’den
(Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun oğlu; ileride evleneceği
kişi). Ve stili, her şeyi çok ilginçti hakikaten.
Böyle başladı. Birkaç sene devam etti. Üniversiteye
başlayınca vaktim bu kadar bol değildi, bıraktım
yazmayı. Mehmet Bey anneme yazdı bu sefer.
“Hughette’e ne oldu, niye bana yazmıyor?” diye. Ve
yeniden başladık.
O sırada
sadece pul koleksiyonu mu konuşuyorsunuz yoksa pul,
mektup arkadaşlığı derken ufak ufak da ‘yazıyor’ mu
size?
Ufak tefek değişiklikler başlamıştı ama bir gün...
Mektuplardan birinin içinden bir alyans çıktı.

Bedri Rahmi
Eyüboğlu ve Eren Eyüboğlu
E süper
hareketmiş! Aile ne tepki verdi ‘Ortadoğu’dan gelen
bu alyansa?
Kız kardeşim ailede herkese anlattı tabii...
“Hughette’in mektubundan yüzük çıktı” diye.
Kanada’da küçücük bir şehirde bir Türk’le
mektuplaşıp Türkiye’ye gitmek isteyen bir kız için
herkes “Deli mi ne?” diye düşünüyordu. Sonunda babam
da duydu. Ve böylece iş ciddileşti.
Mehmet
Bey’inkiler, Bedri-Eren Eyüboğlu?
O sırada bütün aile Avrupa seyahatinde. Mehmet de
“Kanada’ya gideceğim” diye tutturunca, babası
yolladı. Bir Noel günü geldi, ilk kez yüz yüze
tanıştık. Birkaç ay sonra çoktan evlenmiştik.
Türkiye’ye geldim. Bu, o zamanlar birçok tabuyu
kırmak demekti.
Sizle
evlendikten sonra Mehmet Bey askere gidiyor. Subay
olarak Erzurum’da yapıyor askerliğini ama subaylara
yabancılarla evlenmek yasak olduğundan o sırada iki
seneliğine boşanıyorsunuz. Türkiye’de asker
mektupları da okunur askeriyede. Nasıl aşıyordunuz o
zorluğu?
Fransızca ve İngilizce yazarak! Zaten
Erzurum’daki NATO üssüne tercüman olarak gitmişti.
Ben gidip görmek istedim ama istemedi. “Trene
binersin, konuşursun herkesle, birisi kaçırır seni,
seni Anadolu’da arayamam” derdi. O zaman
öğrenmemiştim Türk kadınları gibi toplum içinde
surat asmayı. Kadınlar burada yürürken veya seyahat
ederken çok dikkat ediyorlar. Çünkü hemen başına iş
açılır. Onu öğrendik günün birinde ama zaman aldı.
İSTANBUL'U İLK ARADIĞIMDA
BAĞLANTI KURMAM ÜÇ GÜN SÜRDÜ

Nazım Hikmet ve Bedri Rahmi Eyüboğlu
Sadece sizin
değil, kayınpederiniz Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun da
mektupla dolu bir hayatı olmuş. Hatta ilk şiir
kitabının ismi bile ‘Yaradan’a Mektuplar’...
Evet mektup aile tarihinde mihenktaşları gibi.
Bu kadar
mektuplaşmasında, uzun süreler yurtdışında
kalmasının, Türkiye’de olduğunda da sürekli Anadolu
seyahatlerine çıkmasının etkisi büyük herhalde...
Sabahattin Bey’le (babası), Eren Hanım’la
mektuplaşmalarına bakıyorum da mektup yazmak için
uzak olmaları hiç gerekmiyormuş. Bazen aynı
şehirdeyken de mektuplar yazmışlar birbirlerine.
Samimi duygularını anlatmak için. O zaman telefon
yok... Ben Türkiye’yi ilk aradığımda üç gün sürdü
İstanbul’la bağlantı kurmam. Türkiye’ye geldikten
sonra da 10 sene telefon yoktu evlerde.
Mektup
yazmanın başka bir sihri mi var yani?
Mektup bir disiplin. Duygularımızı, düşüncelerimizi
anlatmak için o mektupları süslerdik; çiçekler,
desenler koyardık.
Bugün bizim
kullandığımız emojiler gibi mi?
Tabii. Bunların hepsi, kendini karşı tarafa ifade
etmenin bir parçasıydı. Kağıtlar seçerdik. Sonra
mürekkepler! Yeşil, kırmızı mürekkepler... Anlatamam
size, nasıl özen gösterilirdi o mektuplara. Mektup
beklemek, postaneye gidip sormak, eve gelip yeni bir
şey var mı diye masanın üzerine bakmak... O heyecan,
çok güzel bir şeydi.
MEKTUPLARDA AŞK VE
CİNSELLİK, 'TREN' KELİMESİNİN ARDINDA GİZLİ

Bedri Rahmi Eyüboğlu atölyesinde çalışırken
Bedri
Rahmi’nin mektuplaşmaları Fransa’da eğitime giden
abisiyle başlıyor.
Evet ilk mektupları abisiyle.
Mektuplarından
birinde, sonradan ilk müzesinin yapılacağı İskilip
hakkında şöyle yazıyor: “Ağabey, dün İskilip’ten
kaçtım ama nasıl, çok sevdiğim bir kadından kaçar
gibi...” Mektuplarda aşk ne kadar yer alıyor?
Eren Hanım’la mektupları meslek ve mesleğe
sevgi ve saygı üzerinde. Aradaki aşk çok arka
planda. Birtakım özel kelimelerin arkasında
saklanıyordu. Cinsellik konusunda pek konuşmazlardı,
mektuplarda da pek geçmez. Eren Hanım’la
mektuplarından dört cilt yaptık. Bu ‘tren’
kelimesinden başka cinsellik çağrıştıran bir şey
yok.
Tren?
Onların arasından ‘tren’ geçiyor. Onu keşfettik en
sonunda.
‘Tren’in o tür
bir manası var yani...
Evet aralarında öyle bir manası var.
İSİMLERİ HATIRLAMADIĞI İÇİN
HERKESE 'REİS' DİYOR

Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Eren Eyüboğlu, ilk
yıllarında
Peki Eren
Hanım’la evliyken aşık olduğu Mari Gerekmezyan? Hani
şu meşhur ‘Karadut’ şiirini yazdığı... Onunla var
mı?
Daha çok Karadut’un yani Mari’nin bıraktığı notlar
var. Bedri Bey şiirlerde her şeyi yazıyordu. Bu tür
aşklarda çok kapalı değildi. Karısıyla daha
dikkatli. Fakat Karadut’a o kadar tutkun ki orada
açıkça ifade ediyor.
Karadut ölmüş.
Bir gece Büyük Kulüp’te yüksek sesle o şiiri okuyor
ve gözlerinden yaş süzülüyor.
Bunu gören Eren Hanım üç sene geçmesine rağmen
Karadut’a aşkının bitmediğini anlıyor ve Paris’e
yerleşiyor...
Oradan
“Canuşkam” diye başlayan bir mektubu var.
Birbirlerine yazarlarken hep böyle hitaplar
kullanırlar mıymış?
Bu çok enteresan. Bizim ailede hepimizin böyle küçük
adları var. Mesela Eren Hanım’ın adı Buciş,
Bucişkam... Mehmet bana ‘Cübi’ diyordu. Ben de ona
‘Memiş’. Sonra fark ettim ki torunlar da haberimiz
olmadan birbirlerine ‘Dubi’ ismini takmışlar. Allah
Allah, herhalde genetik bir şey.
Peki aile
dışından olan insanlara hitaplarda dikkat çeken bir
şey var mı?
‘Reis’ ve ‘Koca Reis’... İlhan Koman mesela, Koca
Reis. Niçin ‘reis’? Çünkü Bedri Bey, çok ahbabı
olmasına rağmen isim hatırlamıyor. E insanlar
alınıyor. Bu ‘reis’ kelimesini icat etti. “Ooo
reisler hoş geldiniz!” ya da “Ooo reis nasılsın?”
diyor. Aşağı yukarı herkese ‘reis’ diyor. Oğlu
Mehmet Bey de bunu kullandı.

Seçkileri
yaparken otosansür yaptınız mı?
Zannediyorum ki ona hakkım vardı. Çünkü her ailede
birtakım özel mevzular vardır. Mesela onun çocukluk
arkadaşı, Rüknettin Resuloğlu. Ona ‘Rüknü’ derdi.
Onunla çok mektupları var fakat yayımlamak uygun
değildi. 1961 Anayasası’nı yazan Bahri Savcı’nın bir
bavul dolusu mektubu var. Çok yakınlardı, çok güzel
mektuplar ama ortam ona hazır değil.
Peki hiç
yazılmış ama gönderilmemiş yahut gelmiş ama
açılmamış mektup var mı?
Bizim gibi merak eden çok olduğu için hiç öyle
açılmamış mektup falan bulamadım.
NARMANLI HAN'DAKİ ATÖLYEYİ
GARSONİYER OLARAK KULLANDI

Bedri
Rahmi’nin Beyoğlu’ndaki Narmanlı Han’da uzun yıllar
atölyesi oluyor. Şimdi restorasyonu tartışılan bina.
Hanın sahibi burayı sanatçılara çok ucuza
kiralarmış.
Çok meşhur bir han bu. Ahmet Hamdi Tanpınar vardı
ondan önce mesela.
Neden orada
ucuza atölye tutuyor? Zengin değil miydi Eyüboğlu
Ailesi?
E resim sergilemek istiyorsunuz, evde imkansız.
Talebelerle de orada çalışıyordu. Ve anladığım
kadarıyla orası, ufak tefek çapta garsoniyer görevi
de gördü.
Bildiğiniz,
“Galiba şunla, galiba bunla” diyebileceğiniz isimler
var mı atölyeye girip çıkan?
Ailede bir tek o değil ki, birkaç amca da var. Yani
kimse söylemez, açıklamaz bunları ama size bu
kadarını çıtlatıyorum. (Gülüyor)
BEDRİ RAHMİ ZENGİN DEĞİLDİ,
KAZANIRDI AMA KAZANDIĞINI HARCARDI

Peki biz yine
para meselesine dönelim. Bedri Rahmi zengin değil
miydi?
Tabii ki değildi.
Ama bugün 2
milyon liralara tablolar satılabiliyor. Ayrıca fuar
pavyonundan tutun, bina yüzeyi tasarlamaya bir sürü
iş yapmış...
Kazandı, kazandı ama harcadı. O evi yapmak için
bütün kazandıklarını yatırdı. Araba aldı mesela.
60’larda Türkiye’de araba almak esaslı bir işti.

Hughette
Eyüboğlu, yıllar önce eşinin kendisini çizdiği
eskizle tasarlanan sergi afişinin önünde.
BU İKİ ŞAİR DOSTTU, SONRA
ARALARINDA POLEMİK OLDU
Sergideki
mektuplardan sizi en çok etkileyen hangisi?
Mektupların türleri var. Ahmet Hamdi Tanpınar ve
Elif Naci’yle D grubu (dönemin resim akımı) üzerine
yazdıkları mektuplar önemli. Çünkü bu önemli
eleştirmenlerin yazdıkları daha önce hiç
yayımlanmamıştı. Ondan başka Necip Fazıl’ın bir
kağıt üzerinde bir notu var. Ona bayıldım. Bu iki
şair bir zamanlar dosttu. Sonra aralarında bir
polemik oldu. Fakat buna rağmen Necip Fazıl bir
talebe için bir şey rica ediyor ve Bedri Rahmi’ye
yazıyor. Çok hoş! O zaman insanların arasında saygı
ve dostluğun ne kadar derinlerde olduğunu ortaya
koyuyor. Bir başka hissiyat.
Böyle başka
neler var?
Bedri Bey’in Yukule-le’ye mektuplarını biliyor
musunuz? Güya Çinli bir talebe. Güya Paris’te
tanışmışlar. Güya onunla sanat hakkında
mektuplaşıyor. Bu durum böylece epey sürdü. Biz ona
kaç kere sormuştuk bunu. “Öyle bir kişi var” derdi,
fotoğrafını bile gösterirdi. Günün birinde Abidin
Dino’ya bir mektup yazdı. Abidin Dino o zaman
Çankırı’da sürgünde. Ona söylüyor, “Yukule-le var
ya” diyor; “İşte onu ben yarattım.”
En sevdiğiniz
şiiri hangisidir? ‘Karadut’ mu?
Değil. ‘Karadut’ çok seviliyor ama en iyi şiiri
değil bence. Ezbere söyleyemiyorum ama ‘Çakıl’ tam
bir aşk şiiri.

‘Çakıl’ da
‘Karadut’ gibi Mari Gerekmezyan için mi yazıldı?
Valla onu bilemiyorum, kimin için yazıldığını Allah
bilir...
En sevdiğiniz
tablosu?
Bedri Bey’in Suadiye’de bir dönemi var: 1945-46.
Orada bir yazlık ev tutuyorlar; o dönemdeki
resimleri renk cümbüşü ve son derece hoş geliyor
göze. O dönem yaptıklarını çok seviyorum. Ve
anladığım kadarıyla müthiş bir yaz olmuş. Eren
Hanım, parti vermeyi çok severdi. Yalılardan deniz
kenarına piyanolar getiriliyor. Müthiş yemekler,
türküler...
Resimdeki
dönemleri böyle yaşanılan yere falan göre değişiyor
mu?
Her dönemde çalıştığı bir konu var. Ben ilk
geldiğimde hiçbir şey anlamıyordum tabii. Ama
akademi gibi bir yerden bahsediyoruz, sürekli
resimden bahsedilen, resim tartışılan. Zamanla size
de geçiyor, anlamaya başlıyorsunuz. Zaten anlamasam
kötü olurdu herhalde. Kendisi ressam, eşi ressam,
“Bizim oğlan bu gelini nereden buldu?” Allah’tan çok
sevdim ve evde iki ressam olunca büyük bilgi
edinebildim. En azından rezil olmadım.
Bugün Bedri
Rahmi tabloları kimlerin evinde asılı, bildikleriniz
var mı?
Şaşarsınız. Olmayacak evlere gidiyorsunuz, pat
duvarda Bedri Rahmi. Çok resim sattılar, çok da
hediye ettiler. Biz de hayret ediyoruz. Biz de hep
söylüyoruz, “Arşiv için resmini çekin bize gönderin”
diye. Her yerden geliyor. Tabii eskiden o kadar
pahalı değildi. Dolayısıyla insanlar daha kolay
edinebiliyordu. Ve gerçekten çok yarattılar.
O EV ALİ BABA'NIN MAĞARASI
GİBİ,
İSTEDİĞİNİ YUTUYOR, İSTEDİĞİNİ GERİ VERİYOR

Yaşadığınız
ev, Eyüboğlu Ailesi’nin evi. Türk edebiyatı ve
sanatı açısından bir sürprizler kutusu gibi. Sadece
mektuplar değil. Mesela Nazım Hikmet‘in şiirlerini
okuduğu ses kaydını da siz yine o evde bulup,
ortaya çıkardınız yıllar sonra.
O ev hakikaten değişik bir ev. Muazzam pencereleri
var, hiç kapı yok. İnsan önce “Ben burada yaşasam,
etrafı biraz toparlardım” diye düşünüyor.
Şu anda tam
bir Türk gelini konuşuyor...
Olabilir ama toparlanamıyor işte. Her yerinde
yüzlerce, binlerce obje var. Her ülkeden, her sanat
dalından. Gözünüzü nereye çevirseniz orada değişik
bir şey görüyorsunuz. Bakır, seramik, ne ararsanız.
Akademi gibi bir yer, bir tapınak. Sanki yaşayan,
ruhu olan bir yer.
Nasıl yani?
Mesela siz geldiniz diyelim. Kenarda iki resim
gördünüz. İki gün sonra geldiğinizde o resimleri
görmek istiyorsunuz, yok! Kalkmış. Ama n’olmuş,
nereye gitmiş kimse bilemiyor. Allah Allah, satıldı
mı? Yoo. Hediye mi verildi, biri mi kaldırdı?
Hayır... Başka bir şey gelmiş onun yerine. O ev
sanki sihirli, istediğini yutuyor, saklıyor.
Ve istediği
zaman geri veriyor...
Evet! Aynen söylediğiniz gibi. Tabii bu çok
şaşırtıcı bir şey ama yüzlerce kere bunu yaşadık.
Ali Baba’nın mağarası gibi. Biraz öyle.
74 YAŞINA GELDİM, ANLADIM
Kİ AŞK ASİ BİR KUŞ

Bedri Bey herkes gibi
çalışmıyordu. Yere çömeliyordu ve yerde çalışıyordu.
Ben çömelsem, 5 dakika sonra ölüyorum. O 4 saat
öylece çalışırdı. 15 tane karton koyuyor, hepsinde
ayrı bir şey yapıyordu. Ondan sonra seçiyordu. Zaman
zaman bize de soruyordu “Hangisini
sevdiniz?” diye. Herhalde bizi tartmak için
yapıyordu.
Eren Hanım başka
türlü, direkt tuvale çalışıyordu. Bedri Bey, eşi
Eren Hanım’ın ressamlığını biraz kıskanıyordu.
“Eren anadan doğma ressam, ben sonradan olma”
derdi. Karısına karşı çok büyük saygısı vardı. Onu
belki biraz aldattı ama ressam olarak hiç toz
kondurmadı. Aşk böyle bir şey işte. Seviştiler ama
başka bir şekilde, işlerinde. O da bir üslup. 74
yaşına geldim, anladım ki bu aşk Carmen’de denildiği
gibi ‘asi bir kuş’...
TARİHİ BİLİNMİYOR

Necip Fazıl’ın Bedri Rahmi’den bu notun hamili
gencin, akademideki işine yardımcı olmasını dilediği
yazıyı ne zaman yazdığı belli değil. (Üstte solda)
Üstteki resimse Bedri Rahmi’nin yıllarca var
olduğunu iddia ettiği ama aslında kendi yarattığı
Çinli hayali arkadaşına ait.
Hürriyet, Haber: Savaş Özbey, Fotoğraflar: Muhsin
Akgün ve Hürriyet Arşivi, 03.05.2015
******
"BİZ MEKTUP YAZARDIK" SERGİSİ, GEÇMİŞİ GÜNÜMÜZE
TAŞIYOR

İşte mürekkep bu
dizelerdeki gibi damlar Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun
kaleminden… Sanatçı, 64 yıllık hayatına sığdırdığı
sanat tutkusunu, aşklarını, sevinçlerini,
hüzünlerini, dostluklarını çocukluğunu ve ilk
gençlik yıllarını geçirdiği Anadolu'nun naifliğiyle
yakın dostu Nazım Hikmet'e yazdığı bu dizelerdeki
gibi aktarır kağıda ve tuvallere… Onun şiirlerindeki
ve tablolarındaki narlar, dutlar, ayvalar kimi zaman
sevdiği kadına duyduğu özlemi kimi zamansa amansız
bir kara sevdayı anlatır. Babasından Batı
Edebiyatı'nı, annesinden Yunus Emre'yi,
Karacaoğlan'ı öğrenen sanatçı Anadolu'nun toprak
damlı evlerinden, İstanbul'un martılarından, köpüren
denizinden, Aşık Veysel'in sazından dem vurur…
Bedri Rahmi Eyüboğlu iç
dünyasını tuvallere ve şiirlere aktarırken sanat,
edebiyat, siyaset ve iş dünyasının önemli
isimleriyle gerçekleştirdiği, yaşadığı döneme ışık
tutacak mektuplaşmaları da tarih yolculuğundaki
yerlerini alıyor. Güzel Sanatlar Akademisi'nde
başlayıp Paris'te süren eğitim hayatından, resim
tutkusunun peşinden gittiği Anadolu'daki yurt
gezilerine kadar sanatçının yaşamından birçok kesiti
yansıtan mektuplar, "Bedri Rahmi Eyüboğlu ve
Çağdaşlarından Mektuplar - Biz Mektup Yazardık"
Sergisi ile İş Sanat Kibele Galerisi'nde ilk kez gün
yüzüne çıkıyor.
Sergi, hem sanatçının
kaleme aldığı hem de kendisine gelen yüzlerce
mektubun Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
tarafından uzun soluklu ve titiz bir çalışma ile
kitaplaştırılmasına paralel olarak hayata
geçiriliyor. Sanatçının gelini Hughette Eyüboğlu'nun
hazırladığı, editörlüğünü Ruken Kızıler'in
üstlendiği kitabın ve serginin tasarımı Emre Senan
tarafından gerçekleştirildi.
Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun
Avrupa'da öğrenci olduğu günlerden Akademi'de
öğretmen olduğu günlere pek çok anıyı barındıran
mektuplar, orijinal olarak sahiplerinin kendi
ifadeleriyle ve kendi imzalarıyla ziyaretçilere
ulaşıyor. Sadece ressam ve şair olarak değil mozaik,
seramik, vitray ve yazma sanatçısı, heykeltıraş,
öğretmen ve yazar kimlikleriyle de sanatımıza kalıcı
eserler bırakan Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun pek çok
isimle sürdürdüğü yazışmaları aynı zamanda
sanatçılar arasındaki kuvvetli bağı da gözler önüne
seriyor. Her biri tarihi belge niteliğindeki
mektuplar; sanatçıların o dönemde yaşadığı ekonomik
sıkıntılara dair fikir verirken, yaşanan zorlu
koşullara rağmen gerçekleştirdikleri idealleri ile
tarihe not düşürebilmeyi başarmış bu insanların
umutlarını yitirmediklerini de en iyi şekilde ortaya
koyuyor.
Sanatçının Nazım Hikmet,
Ahmet Hamdi Tanpınar, Fikret Mualla, Aşık Veysel,
Adalet Cimcoz, Orhan Veli Kanık, Necip Fazıl
Kısakürek, İbrahim Çallı, Andre Lhoté, Fahrünisa
Zeid, Abidin Dino, Reşat Nuri Güntekin, Cemal Tollu,
Nurullah Berk ve Arif Kaptan ile mektuplaşmalarının
her biri ziyaretçilerde ayrı bir tat bırakmayı vaat
ediyor. İş dünyasının önde gelen isimleri Vehbi Koç
ve Nejat Eczacıbaşı'nın mektupları da Eyüboğlu
arşivinin önemli parçaları arasında yer alıyor.
Serginin bölümlerinden
biri de Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun yaşamını
şekillendiren iki kadın, eşi ressam Eren Eyüboğlu ve
büyük aşk yaşadığı, "Karadutum" dediği Mari
Gerekmezyan ile mektuplaşmalarından oluşuyor. Eren
Eyüboğlu, büyük aşk yaşadığı Karadut'u sonsuzluğa
uğurladıktan sonra eşinin elini bırakmayarak o zor
günleri atlatmasına ve resme odaklanmasına yardımcı
olacak kadar güçlü iken, diğer taraftan Mari
Gerekmezyan ise ölümünün ardından bile gözlerini
yaşartacak kadar sevdalı olduğu bir isim.
64 yıllık yaşamına çok şey
sığdıran Bedri Rahmi…
İş Sanat Kibele
Galerisi'nde çağdaşlarıyla yazışmalarının ilk kez
gün yüzüne çıktığı "Bedri Rahmi Eyüboğlu ve
Çağdaşlarından Mektuplar - Biz Mektup Yazardık"
Sergisi ile anılan sanatçının hayat hikayesi
Trabzon'da başlar. Takvimler 1911 yılını
gösterdiğinde Görele Kaymakamı Mehmet Rahmi Bey ve
Lütfiye Hanım'ın ikinci çocuğu olarak hayata merhaba
der. Asıl adı olan Ali Bedrettin, zaman içinde önce
Bedir'e sonra Bedri'ye dönüşür. Babasının görevi
dolayısıyla yerleştikleri Trabzon'daki lise resim
öğretmeni ünlü ressam Zeki Kocamemi tarafından
keşfedilir. Sanatçı yine bu dönemde edebiyata da
merak salar ve ilk şiirlerini yazmaya başlar.
1929'da İstanbul Güzel
Sanatlar Akademisi'ne giren Bedri Rahmi Eyüboğlu,
Nazmi Ziya ve İbrahim Çallı gibi Türk resminin
mihenk taşlarının öğrencisi olma şansına erişir.
Edebiyata olan ilgisinin üzerine düşer ve Ahmet
Haşim'den estetik ve mitoloji dersleri alır.
1930'larda hayat onu bu kez Fransa'ya götürür. Dijon
ve Lyon'da bir yandan çalışarak Fransızcasını
geliştirmeye çalışırken, bir yandan da Gauguin, El
Greco, Cezanne gibi beğendiği ressamların eserlerini
kopya eder. Sanatçı, ileride hayatını birleştireceği
Ernestine Letoni (Eren Eyüboğlu) ile de Fransa'da
tanışır. 1940'lı yıllara gelindiğinde kalbine "kara
saplı bir bıçak" gibi saplanan Mari Gerekmezyan
girer. Asistanlık yaptığı Güzel Sanatlar
Akademisi'nin heykel bölümüne misafir öğrenci olarak
gelen Mari Gerekmezyan, Bedri Rahmi'nin bir büstünü
yapar, sanatçı bu büste duyduğu minneti Mari'nin
çeşit çeşit portrelerini yaparak ve ona şiirler
yazarak yanıtlar. Artık bütün İstanbul ve elbette
Eren Eyüboğlu bu tutkulu aşktan haberdardır. Bedri
Rahmi Eyüboğlu 1975 yılındaki ölümüne kadar geçen
çeyrek asrı aşkla, resimle, edebiyatla, dostlarıyla,
dönemin önde gelen kültür ve düşünce insanlarıyla
bir arada geçirir.
Meraklıları için 5 Mayıs -
20 Haziran arasında İş Sanat Kibele Galerisi'nde
ziyaret edilebilecek "Bedri Rahmi Eyüboğlu ve
Çağdaşlarından Mektuplar - Biz Mektup Yazardık"
Sergisi, sanat ve kültür tarihimizde eşine az
rastlanır bir iz bırakmayı vaat ediyor. Sergide
orijinal el yazılı mektuplar ve sanatçının
çizimleriyle süslediği desenli zarfların yanı sıra
mektuplaşılan isimlerin Bedri Rahmi Eyüboğlu
tarafından yapılmış portreleri de yer alıyor.
Serginin ziyaretçilerini güzel bir sürpriz de
bekliyor. İsteyen katılımcılara, sanatçının
desenleriyle hazırlanmış mektup ve zarflarla
sevdiklerine yazma imkanı sunuluyor. Şimdi özlemle
andığımız eski günlerdeki gibi mektup yazma zamanı!
haberler.com, 04.05.2015
******
SANAT TARİHİMİZ AÇISINDAN ÇOK ÖNEMLİ BİR SERGİ
İş Bankası'nın Kibele Galerisi'nde sanat tarihimize
ışık tutacak bazı mektuplar sergileniyor. Serginin
ana adı: "Biz Mektup Yazardık!"
Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar.(*)
Hughette Eyüboğlu hazırlamış sergiyi ve kataloğu.
Yine kataloğun editörlüğünü de Ruken Kızıler
üstlenmiş. Kitap tasarımı da Emre Senan'dan. Üç kişi
emeklerini birleştirmişler, ortaya unutulmaz bir
sergi ve katalog çıkarmışlar.
Mektuplara kişisel ilişkiler açısından da
bakabilirsiniz, bu sayede dostlukların seyrini
öğrenebilirsiniz. Eserleri dışında iç dünyalarını,
duygularını bu mektuplardan okuyabilirsiniz. Gelin
görün ki sanat dünyasının birçok ustasının
mektupları olunca, bu belgelerden sanat tarihindeki
izdüşümlerini araştırma çabasına girişirsiniz.
Emre Senan, bugünkü duruma dair sergiyi gezerken
ilgi çekici bir saptamada bulundu.
Peki, biz bugün mektup yazmıyoruz, ileride
ilişkilerimizin, kişisel düşüncelerimizin
belgelenmesi nasıl olacak?
Bunun yanıtını veremedim.
Belki teknoloji ilerlerse, hepimiz sevdiği kağıdın
rengini, çeşidini gösteren, sevdiğimiz mürekkeple
yazacağımız ekranlar dönemi başlayabilir.
Teknoloji deyince, onun yararından da söz etmeliyiz.
Bütün mektupları dijital ortamdan da
okuyabilirsiniz.
Kataloğun kapağında bir yazı da eski kuşaktan
olanlara mektuplaşmaları çağrıştırıyor: "Uçak İle -
Par Avion"
*
Önsöz'de editör Kızıler, mektup türünün kapsamı
konusunda düşüncelerini açıklıyor, kitabın
hazırlanış sürecine dair de notlarını okurla,
ziyaretçiyle bölüşüyor: "Üç yıllık bir çabanın ürünü
'Biz Mektup Yazardık', 500 sayfalık bir kitap
halinde karşınızda.
Belge midir mektup? Sahibi kimdir? Gözden kaçmış bir
anlam mıdır? Gerçekle ilgisi çözülebilir mi? Daha da
ileri gidersek, mektupları sona ermiş bir yaşamın
yeniden kurgusu için kullanmak mümkün müdür?"
Hughette Eyüboğlu'nun Sunuş'u kitabın özelliğini
anlatıyor: "Umarım sizler, ressamların hayatlarını
sırf resim yaparak geçirmediğini, bir döneme ışık
tutan bu mektuplar sayesinde yeniden görerek belki
de Bedri Rahmi'yi başka bir bakış açısı ile
değerlendireceksiniz."
Hiç kuşkusuz, mektup olunca zarflar da bir o kadar
önem kazanır... Eyüboğlu'nun özel baskılı zarflarını
mutlaka görün sergide.
Sergi ve kitapta sadece mektupları değil, onları
zenginleştiren başka görsel malzeme de kitabı
okuyacak olanları satırların ötesine götürüyor.
Tanıdığınız, eserlerini gördüğünüz ressamlar, adını
bile duymadığınız sanatçılar burada mektuplarıyla
sizin dünyanıza adım atıyor. Varsa eksiklerinizi de
tamamlıyor. Resim tarihimizin akımlarını, gruplarını
ilk elden mektuplarla tanımak, serginin ve kitabın
önemini daha da arttırıyor. Sergiyi gezdikten sonra
kitabı mutlaka almalısınız, çünkü teker teker bu
mektupları ancak kitaptan okuyabilirsiniz. Kişisel
bir sanat tarihinin dönemeçlerini bu sayfalarda
göreceksiniz.
İçindekiler bölümünü açtığınızda bunun bir katalog
değil, mektuplardan oluşan bir önemli bir kitap
olduğunu fark edeceksiniz.
*
Sergiyi, 5 Nisan ile 20 Haziran arasında
gezebilirsiniz.
(*) Türkiye İş Bankası Yayınları
Hürriyet, Yazı: Doğan Hızlan, 05.05.2015
******
BEDRİ RAHMİ'NİN ÇOK ÖZEL DÜNYASI İŞ SANAT KİBELE'DE
Türkiye sanatının köşetaşlarından Bedri Rahmi
Eyüboğlu'nun Güzel Sanatlar Akademisi'nde başlayıp
Paris'te süren eğitim hayatından, resim tutkusunun
peşinden gittiği Anadolu'daki yurt gezilerine kadar
yaşamından birçok kesiti yansıtan mektupları, İş
Sanat Kibele Galerisi'nde açılan 'Bedri Rahmi
Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar - Biz Mektup
Yazardık' sergisiyle ilk kez gün yüzüne çıkıyor.

Bursa’nın ufak tefek yolları
Ağrıdan sızıdan tutmaz elleri
Tepeden tırnağa şiir gülleri
Yiğidim aslanım burda yatıyor
İşte mürekkep bu dizelerdeki gibi damlar Bedri
Rahmi Eyüboğlu’nun kaleminden… Sanatçı, 64 yıllık
hayatına sığdırdığı sanat tutkusunu, aşklarını,
sevinçlerini, hüzünlerini, dostluklarını çocukluğunu
ve ilk gençlik yıllarını geçirdiği Anadolu’nun
naifliğiyle yakın dostu Nazım Hikmet’e yazdığı bu
dizelerdeki gibi aktarır kağıda ve tuvallere… Onun
şiirlerindeki ve tablolarındaki narlar, dutlar,
ayvalar kimi
zaman sevdiği kadına duyduğu özlemi kimi zamansa
amansız bir kara sevdayı anlatır. Babasından Batı
Edebiyatı’nı, annesinden Yunus Emre’yi,
Karacaoğlan’ı öğrenen sanatçı Anadolu’nun toprak
damlı evlerinden,
İstanbul ’un martılarından, köpüren denizinden,
Aşık Veysel’in sazından dem vurur…

Bedri Rahmi Eyüboğlu iç dünyasını tuvallere ve
şiirlere aktarırken sanat, edebiyat, siyaset ve iş
dünyasının önemli isimleriyle gerçekleştirdiği,
yaşadığı döneme ışık tutacak mektuplaşmaları da
tarih yolculuğundaki yerlerini alıyor. Güzel
Sanatlar Akademisi’nde başlayıp Paris’te süren
eğitim hayatından, resim tutkusunun peşinden gittiği
Anadolu’daki yurt gezilerine kadar sanatçının
yaşamından birçok kesiti yansıtan mektuplar, “Bedri
Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar - Biz
Mektup Yazardık” Sergisi ile İş Sanat Kibele
Galerisi’nde ilk kez gün yüzüne çıkıyor.
UZUN SOLUKLU ARAŞTIRMANIN ÜRÜNÜ
Sergi, hem sanatçının kaleme aldığı hem de kendisine
gelen yüzlerce mektubun Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları tarafından uzun soluklu ve titiz bir
çalışma ile kitaplaştırılmasına paralel olarak
hayata geçiriliyor. Sanatçının gelini Hughette
Eyüboğlu’nun hazırladığı, editörlüğünü Ruken
Kızıler’in üstlendiği kitabın ve serginin tasarımı
Emre Senan tarafından gerçekleştirildi.

Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Avrupa’da öğrenci olduğu
günlerden Akademi’de öğretmen olduğu günlere pek çok
anıyı barındıran mektuplar, orijinal olarak
sahiplerinin kendi ifadeleriyle ve kendi imzalarıyla
ziyaretçilere ulaşıyor. Sadece ressam ve şair olarak
değil mozaik, seramik, vitray ve yazma sanatçısı,
heykeltıraş, öğretmen ve yazar kimlikleriyle de
sanatımıza kalıcı eserler bırakan Bedri Rahmi
Eyüboğlu’nun pek çok isimle sürdürdüğü yazışmaları
aynı zamanda sanatçılar arasındaki kuvvetli bağı da
gözler önüne seriyor. Her biri tarihi belge
niteliğindeki mektuplar; sanatçıların o dönemde
yaşadığı ekonomik sıkıntılara dair fikir verirken,
yaşanan zorlu koşullara rağmen gerçekleştirdikleri
idealleri ile tarihe not düşürebilmeyi başarmış bu
insanların umutlarını yitirmediklerini de en iyi
şekilde ortaya koyuyor.
NAZIM’DAN TANPINAR’A ZEİD’DEN DİNO’YA...
Sanatçının Nazım Hikmet, Ahmet Hamdi Tanpınar,
Fikret Mualla, Aşık Veysel, Adalet Cimcoz, Orhan
Veli Kanık, Necip Fazıl Kısakürek, İbrahim Çallı,
Andre Lhoté, Fahrünisa Zeid, Abidin Dino, Reşat Nuri
Güntekin, Cemal Tollu, Nurullah Berk ve Arif Kaptan
ile mektuplaşmalarının her biri ziyaretçilerde ayrı
bir tat bırakmayı vaat ediyor. İş dünyasının önde
gelen isimleri Vehbi Koç ve Nejat Eczacıbaşı’nın
mektupları da Eyüboğlu arşivinin önemli parçaları
arasında yer alıyor.
“KARADUDUM” DEDİĞİ BÜYÜK AŞKI MARİ
Serginin bölümlerinden biri de Bedri Rahmi
Eyüboğlu’nun yaşamını şekillendiren iki kadın, eşi
ressam Eren Eyüboğlu ve büyük aşk yaşadığı,
“Karadutum” dediği Mari Gerekmezyan ile
mektuplaşmalarından oluşuyor. Eren Eyüboğlu, büyük
aşk yaşadığı Karadut’u sonsuzluğa uğurladıktan sonra
eşinin elini bırakmayarak o zor günleri atlatmasına
ve resme odaklanmasına yardımcı olacak kadar güçlü
iken, diğer taraftan Mari Gerekmezyan ise ölümünün
ardından bile gözlerini yaşartacak kadar sevdalı
olduğu bir isim.
İLK KEZ GÜN YÜZÜNE ÇIKAN MEKTUPLAR
İş Sanat Kibele Galerisi’nde çağdaşlarıyla
yazışmalarının ilk kez gün yüzüne çıktığı “Bedri
Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar - Biz
Mektup Yazardık” Sergisi ile anılan sanatçının hayat
hikayesi Trabzon’da başlar. Takvimler 1911 yılını
gösterdiğinde Görele Kaymakamı Mehmet Rahmi Bey ve
Lütfiye Hanım’ın ikinci çocuğu olarak hayata merhaba
der. Asıl adı olan Ali Bedrettin, zaman içinde önce
Bedir’e sonra Bedri’ye dönüşür. Babasının görevi
dolayısıyla yerleştikleri Trabzon’daki lise resim
öğretmeni ünlü ressam Zeki Kocamemi tarafından
keşfedilir. Sanatçı yine bu dönemde edebiyata da
merak salar ve ilk şiirlerini yazmaya başlar.
KALBİNE “KARA SAPLI BİR BIÇAK GİBİ”
SAPLANAN...
1929’da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’ne giren
Bedri Rahmi Eyüboğlu, Nazmi Ziya ve İbrahim Çallı
gibi Türk resminin mihenk taşlarının öğrencisi olma
şansına erişir. Edebiyata olan ilgisinin üzerine
düşer ve Ahmet Haşim’den estetik ve mitoloji
dersleri alır. 1930’larda hayat onu bu kez Fransa’ya
götürür. Dijon ve Lyon’da bir yandan çalışarak
Fransızcasını geliştirmeye çalışırken, bir yandan da
Gauguin, El Greco, Cezanne gibi beğendiği
ressamların eserlerini kopya eder. Sanatçı, ileride
hayatını birleştireceği Ernestine Letoni (Eren
Eyüboğlu) ile de Fransa’da tanışır. 1940’lı yıllara
gelindiğinde kalbine “kara saplı bir bıçak” gibi
saplanan Mari Gerekmezyan girer. Asistanlık yaptığı
Güzel Sanatlar Akademisi’nin heykel bölümüne misafir
öğrenci olarak gelen Mari Gerekmezyan, Bedri
Rahmi’nin bir büstünü yapar, sanatçı bu büste
duyduğu minneti Mari’nin çeşit çeşit portrelerini
yaparak ve ona şiirler yazarak yanıtlar. Artık bütün
İstanbul ve elbette Eren Eyüboğlu bu tutkulu aşktan
haberdardır. Bedri Rahmi Eyüboğlu 1975 yılındaki
ölümüne kadar geçen çeyrek asrı aşkla, resimle,
edebiyatla, dostlarıyla, dönemin önde gelen kültür
ve düşünce insanlarıyla bir arada geçirir.
Meraklıları için 20 Haziran’a kadar İş Sanat Kibele
Galerisi’nde ziyaret edilebilecek “Bedri Rahmi
Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar - Biz Mektup
Yazardık” Sergisi, sanat ve kültür tarihimizde eşine
az rastlanır bir iz bırakmayı vaat ediyor. Sergide
orijinal el yazılı mektuplar ve sanatçının
çizimleriyle süslediği desenli zarfların yanı sıra
mektuplaşılan isimlerin Bedri Rahmi Eyüboğlu
tarafından yapılmış portreleri de yer alıyor.
Serginin ziyaretçilerini güzel bir sürpriz de
bekliyor. İsteyen katılımcılara, sanatçının
desenleriyle hazırlanmış mektup ve zarflarla
sevdiklerine yazma imkanı sunuluyor. Şimdi özlemle
andığımız eski günlerdeki gibi mektup yazma zamanı!
Radikal, 06.05.2015
|
DEFİNECİ POLİSİN SIR ÖLÜMÜ
Bundan üç yıl önce
Mersin'in Tarsus İlçesi'nde trafik şubede görev
yapan, ama aynı zamanda bölgedeki define kaçakçılığı
şebekeleri konusunda Emniyet'e bilgi veren bir polis
memuru esrarengiz bir cinayete kurban gitti.
Cinayet, 28 Ocak 2012'de define kaçakçılığı ile
uğraşan yerel bir organize suç şebekesi tarafından
işlendi.
Bu tür küçük ve orta ölçekli lokal mafya
işletmelerini, KOBİ kısaltmasından hareketle 'KOMİ'
olarak nitelendirmek mümkün. Faaliyet gösterdikleri
yerde güvenlik birimlerine rüşvetle sızabiliyorlar.
Hatta bazen, bu hafta anlatacağım cinayet öyküsünde
olduğu gibi, Emniyet'e nüfuz edip delillerin
karartılmasını ve vakaların örtbas edilmesini
sağlayabiliyorlar.
Cinayete uzanan süreç, 24 Ekim 2011'de Tarsus
Emniyeti Kaçakçılık Büro Amirliği'nin, ilçede kaçak
kazı yapan ve Roma dönemine ait kalıntılar içeren
bir lahit bulan 10 defineciyi gözaltına almasıyla
başladı. Gözaltına alınan zanlılardan 7'si mahkemece
tutuklandı. Bu olaydan sonra defineciler, polis
memuru Mithat Erdal'ı ihanetle suçlamaya başladılar.
Ayrıca bulunan tarihi eserlerin paylaşımında da
anlaşmazlıklar çıktı.
Dosyada yer alan belgelerden anlaşıldığı kadarıyla
define kaçakçısı sanıklar ile maktul arasındaki
yoğun telefon trafiği, maktulün ölümünden sonra
bilgisayarında bulunan tarihi eser fotoğrafları ve
cinayetin define kaçakçılığı yönünden
soruşturulmasını gerektiren diğer deliller
soruşturma sürecinde karartıldı.
Cinayet davası, Tarsus 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nde
görüldü. Sanıklar, Mithat Erdal'ı vurduğunu söylenen
Hüseyin Yasak ile onu azmettirdiği ileri sürülen
Ufuk Orhan, Hakan Orhan ve Özkan Yılmaz'dı. Kasten
adam öldürme ve öldürmeye azmettirme suçundan
yargılanan sanıklardan Hüseyin Yasak 25 yıl hapis
cezasına çarptırıldı. Diğer sanıklarsa beraat etti.
CİNAYETİN ŞİFRESİ LAHİTTE!
Maktulün eşi Sibel Erdal, savcılıkta cinayeti
aydınlatacak bağlantının define kaçakçılığı olduğunu
belirten bir ifade verdi. Sibel Erdal'ın ifadesine
göre maktul Mithat Erdal, 7 kişinin tutuklandığı
define kaçakçılığı operasyonunda, kendisinin
gözaltına alınmamış olmasının diğer definecileri
kızdırdığını söylüyordu. Defineciler bu yüzden
Erdal'ı ihanetle suçluyorlardı. Sibel Erdal, eşinin
ölümüyle ilgili önemli bir ayrıntıyı da savcılık ve
mahkeme ile paylaştı. Erdal, Tarsus eski İlçe
Emniyet Müdürü Sadettin Yaşar Aksoy ile Tarsus İlçe
Emniyet Müdürlüğü eski Kaçakçılık Büro Amiri Mustafa
Türkmen'in, cinayetin define kaçakçılığı yönüyle
soruşturulmasını engellediklerini söyledi. Yeri
gelmişken belirtelim: Her iki polis de 17-25 Aralık
süreci sonrasında Paralel Yapı ile mücadele
kapsamında görev yeri değiştirilmiş isimler.
İddiaya göre Mithat Erdal cinayetinin define
kaçakçılığı boyutlarıyla soruşturulması, 7 kişinin
tutuklandığı olaydaki Emniyet bağlantılarını da
gözler önüne serecekti. Mithat Erdal'ın ölümünden
sonra evinde Sadettin Yaşar Aksoy'un talimatı ile
tarihi eser araması yapılması bu iddiayı destekler
nitelikte. (Aksoy'un adı, Zirve Davası'nın define
avcısı gizli tanığı İlker Çınar tarafından da
gündeme getirilmişti.) Emniyet'teki amirleri,
Erdal'ın lahitten çıkan eserlerden bazılarını
sattığını düşünüyordu. Ancak nedense meslekten ihraç
ve ayrıca hapis cezası gerektirecek bu suçlamaya
dayanarak Mithat Erdal hakkında yasal işlem
başlatmadılar.
Mithat Erdal öldürülmeden kısa bir süre önce eşine
"Benim başıma bir şey gelirse bundan Emniyet'teki
amirlerim, Ufuk Orhan ve define araştırma suçundan
tutuklanan 7 kişi sorumludur" dedi. Erdal, bu
sözleri söyledikten 11 gün sonra öldürüldü.
'EŞİM KAÇAKÇILIĞA BİLGİ VERİYORDU'
Maktul polis memuru Mithat Erdal ardında bir eş ve
iki yetim çocuk bıraktı. Hatay Dörtyol'da görüştüğüm
Mithat Erdal'ın eşi Sibel Erdal, "Ölümünden önce 7
kişinin tutuklandığı olayla ilgili Kaçakçılık
Büro'ya istihbarat verdi. Çıktıktan sonra 'Bunlar da
işin içinde. Beni bu işe soktular. Amirler yüzünden
düşman sahibi oldum' dedi" diye konuştu. Sibel Erdal
şunları söyledi:
"Yedi kişi tutuklanınca Yaşar Müdür, Mithat'ı aradı,
dönüşte çocukları okula bırakacağımız için ben de
Emniyet'e gittim. Yaşar Müdür, odasında 'Mithat seni
niye çağırdığımı biliyorsun, git Kaçakçılık Amiri'ne
konuyla ilgili bilgi ver' dedi. Bana da 'Sen
çocukları okula bırak, onlar konuşsun' dedi. Mithat
çıktıktan sonra 'Bunlar da işin içinde. Kaçakçılık
Amiri beni tayinle başka yere göndermek istiyor'
dedi. Ben gidelim dedim ama eşim kabul etmedi.
Ankara'ya gidip her şeyi anlatacağını söyledi.
Kullanıldığını ve bu yüzden düşman sahibi olduğunu
söylüyordu. Eğer benim eşim define işiyle
amirlerinin bilgisi dışında uğraşıyorduysa onun
hakkında yasal işlem yapmaları, gerekirse hapse
atmaları gerekirdi. Ama muhbirlik yaptığı için
amirlerinin konudan bilgisi vardı. Tarsus Yeşil
Mahallesi'nde bulunan lahit mezarından eser çıkmadı
dediler ama 32 şamdan ile sikkeler ve altın taslar
çıkmış. Mezar boş çıktı diye rapor düzenlediler.
Mithat da 'Yiyecekse devlet yesin, onlara yedirmem'
diyordu. Bu yüzden öldürüldü, ancak olay bu yönüyle
soruşturulmadı."
Define kaçakçıları, kaçakçılık şebekesinin içine
sızmış polis ve onun amirlerinin karıştığı ilginç
bir cinayet öyküsü bu. Perde arkası hala
aydınlatılamadı. Ve daha önce gündeme getirdiğim
İlker Çınar'ın adının karıştığı Tarsus'taki define
kaçakçılığı olayıyla da paralellik arz ediyor. Sizce
de manidar değil mi?
Sabah, Haber: Ferhat Ünlü, 03.05.2015
|
"BİR SABAH SÜLEYMANİYE'NİN BOMBALANDIĞINI DÜŞÜNÜN"
İç savaşın kanlı pençeleri arasındaki Suriye'de tüm
insanlığa ait tarihi ve kültürel miras da yok
ediliyor. Suriye yönetimiyle savaşan silahlı gruplar
tarafından geçen hafta bombalanan Halep'teki Kırk
Şehitler Kilisesi de bunlardan biri. Halepli
gazeteci Harout Ekmanian kaybın önemini anlatabilmek
için "Bir sabah Süleymaniye'nin bombalandığını
düşünün" diyor!

Suriye’nin en büyük şehri Halep bu hafta yine bir
patlama haberi ile gündeme geldi. Bu kez hedefte
olan yer, Hristiyan inancının önemli olaylarından,
Roma döneminde Sebaste / Sivas’ta şehit edilenlerin
anısına inşa edilen, bölgenin en önemli Ermeni
kültür mirası Karasnits Mangats yani Kırk Şehitler
Kilisesi’nin bulunduğu bölgeydi.
21 Eylül 2014’te Der Zor’daki Soykırım Anıtı olan
kilisenin IŞİD tarafından yok edilmesinin ardından
düzenlenen bu saldırı için Ermenistan’da yaşayan
Halepli gazeteci Harout Ekmanian şöyle diyor: “Bir
İstanbullu sabah uyandığında Süleymaniye Camii’nin
bombalandığını düşünsün. Bizim şu anda yaşadığımız
bu.”
Anne tarafı Antep, babasının kökleri ise
Siverekli olan, çocukluğunda Halep’teki evinde
izlediği TRT yayınları ile Türkçe öğrenen Ekmanian,
Suriye’nin geleceği için umutsuz, “Artık Halep’te
hayat yok” diyor. Ankara’nın bölge
politikalarını eleştiren Halepli gazeteci, “Erdoğan
Halep’i mi almak istiyor?” diye soruyor.
Önce sıcak gelişme ile başlayalım.
Saldırıya uğrayan Karasnits Mangats Kilisesi’nin
önemi neydi?
Sadece Ermeniler için değil, bütün Halepliler,
Suriyeliler için önemliydi. Çünkü şehrin
simgelerinden biriydi. Çocukluğumdan beri gittiğim
bu kiliseyi yurtdışından gelen arkadaşlarıma mutlaka
gösterirdim. O kilisenin önemi için dindar olmanıza
gerek yok. Zaten değilim de. Ama bir kültür
mirasıydı. Gurur duyulacak bir yerdi. Ermenilerin
oradaki varlığına, tarihlerine, kültürlerine ayna
tutuyordu. 1915’ten kurtulan Ermenilerin çoğu için
Halep’teki ilk durak, sığındıkları ilk yerdi.
Bahçesinde de bir soykırım anıtı bulunuyordu.
En son ne zaman gitmiştiniz?
Ben 2012 yılının bahar aylarında Ermenistan’a
taşındım. O zaman Halep şehrinde henüz silahlı
çatışmalar başlamamıştı. O yılın yaz aylarında da 10
günlük bir ziyaretim olmuştu. En son o zaman ziyaret
etmiştim. Kiliseye bağlanan daracık sokakları, büyük
binalar arasında kalan geniş bahçesi… O ziyaretimin
son olacağını nereden bilebilirdim ki?
Haberi ilk duyduğunuzda ne hissettiniz?
Önce Twitter üzerinden öğrendim. Fotoğrafları
incelemeye başladım. İnanmak istemedim. Ama maalesef
haber doğrulandı. Yine de bölgeden farklı bilgiler
geliyor. Kilisenin tamamen yok olmadığı, geniş
kompleksin bir bölümünün yerle bir olduğuna dair
haberler de var. Halep’in eski şehir merkezinin
en önemli özelliği yeraltı tünelleridir. Kilisenin
altından kaleye kadar gidebilirsiniz. Biz Şam
yönetiminin denetimi varken hiçbir zaman o tünelleri
görmedik ve girmedik. Güvenlik gerekçeleri ile
yasaktı. Ama bugün o tüneller kullanılarak
rahatlıkla en büyük binalar bile çökertilebiliyor.
“HER
PATLAMA HABERİNDE BİR PARÇAMIZI KAYBEDİYORUZ”
Halep İstanbul gibi ülkesinin turizm
merkezlerindendi. Bir İstanbullu’ya saldırıya
uğrayan kilisenin değerini nasıl anlatabilirsiniz?
Bu kilise çok köklü bir geçmişe sahipti.
Hristiyanlığın ilk yayıldığı dönemlerde gizli ibadet
merkezleri varmış. Sonra 1200’lü yıllarda Ortodoks
kilisesi açılmış. Son olaraksa 15. yüzyılda Ermeni
Kilisesi olarak inşa edilmiş. İstanbul’u iyi
bildiğim için şöyle bir örnek verebilirim. Bir
İstanbullu sabah uyandığında Süleymaniye Camii’nin
ya da Sultanahmet Camii’nin bombalandığını düşünsün.
Bizim şu anda yaşadığımız, hissettiğimiz tam olarak
bu. Her patlama haberinde bir parçamızı
kaybediyoruz.
Bölgeden gelen sizi en çok etkileyen
haber hangisiydi?
Aslında hepsi. 2012’de Halep’te Maraşlı
Ermenilerin Surp Kevork Kilisesi’nin ateşe verilmesi
ile başlamıştı benim için kötü haberler. Orası benim
vaftiz olduğum yerdi. Ancak beni üzen sadece
Hristiyan kültür mirasının yok oluşu da değil. Halep
Ulu Camii saldırıya uğradığında, tarihi minaresi
yıkıldığında da aynı şeyleri hissettim. Ben eskiden
Halep’i ziyaret eden arkadaşlarıma muhakkak orayı da
gösterirdim. Bugünse dünyanın gözünün önünde bir
ülke, bir şehir, bir medeniyet yok oluyor. Hatta
oldu bile.
Bu yıkımlardan Ermeni dünyası içinde en
büyük yankı bulanlardan biri de Der Zor’daki
Soykırım Anıtı’ydı değil mi?
Orası sadece bir kilise değil, anıt olduğu için
çok daha derin anlamları vardı. Altında soykırım
kurbanlarının kemikleri vardı. Toplu mezarlardan
buraya getirilmişlerdi. Bir müzesi de bulunuyordu.
Anadolu kentlerinde, kasabalarında Ermenilerin
kullandığı eşyalar, tarihi dokümanlar vardı. Oranın
yok edilmesiyle bütün Ermeniler tarihlerinden,
kimliklerinden bir parçayı kaybettiler. 1915’ten
bize kalan en önemli mirasımızı, anıtımızı
kaybettik.
“100.
YILDÖNÜMÜNE AUSCHWITZ’İMİZİ KAYBEDEREK GİRDİK”
Soykırımın 100. yıldönümünde bölgenin
işgal altında olması ne hissettiriyor?
Biz her yıl 24 Nisan’da Der Zor’a giderdik,
oradaki anmalara katılırdık. Çatışmalardan önce de
bölgede sıkıntılar başlamıştı. Erdoğan ile Esad’ın
arasının iyi olduğu dönemde Ermenilerin kitlesel
olarak açık anma yapmaları istenmiyordu. Hatta bu
nedenle 25 ya da 26 Nisan’da oraya gidebiliyorduk.
Yani Esad o dönem Ankara’nın isteklerine uyuyordu.
Bugün geldiğimiz nokta da belli.
Ermeniler soykırımın 100. yıldönümüne
Auschwitz’lerini kaybederek girdi. Dünyanın dört bir
yanından Ermenilerin bir araya geldiği, atalarını
andıkları, acılarını paylaştıkları yer artık yok.
Sadece birkaç duvar kaldı. Radikal güçlerin kontrolü
de sürüyor. Artık hiç umut kalmadı.
“AY
IŞIĞINDA KEMİKLERİN FOSFORLARI PARLIYORDU”
Sadece anıt değil, bölgenin de büyük
anlamı vardı değil mi?
Tabi. En az anıt kadar çevresindeki toplu
mezarlar da bizim için değerli. Mergade ve Şeddade
bölgelerinde ay ışığında toprak kemiklerin
fosforları nedeniyle parlıyordu. Gözün alabildiği
kadar kemikler yığılıydı. Bugün o manzaradan ne
kaldığını bilmiyoruz. 2011’den sonra bir daha
göremedim.
Ermeni Soykırımı Türkiye’nin gündeminde
yer alsa da, bu konular sizce yeterince konuşuluyor
mu?
Ben Türkiye’nin soykırımı da kapsamlı bir şekilde
konuştuğuna inanmıyorum. Bugün İstanbul, Ankara ve
İzmir’den çıkın, herhangi bir Anadolu şehrine gidin.
Kim bizimle empati kuruyor? Hafızalarda sadece
dedelerinden kalan hatıralar var. Birkaç anlatıyı
dile getiriyor sonra susuyorlar. Hayatlarına devam
ediyorlar. Neden kurcalasınlar ki? Oturdukları
evlerin, sürdükleri tarlaların, yerleştikleri
arsaların geçmişteki sahiplerinin nasıl yok
edildiğini neden okusunlar? Ayrıca Türkiye’de hala
“kötü Ermeni” imajı yaygın.
“İyi şeyler de olmuyor mu” diyenler
çıkacaktır muhakkak…
Ben Ermeni Soykırımı için “yetmez ama evet”
diyemiyorum. Bu öyle bir konu değil. Doğrudur,
kitaplar basılıyor, konferanslar düzenleniyor ama
bunlar hep sınırlı. Hep aynı iki bin, üç bin kişi
tarafından konuşuluyor. Ben bunlara katıldığımda her
zaman aynı insanlarla karşılaşıyorum. Üstelik
bazıları sadece siyasi duruşları gereği soykırımdan
söz ediyor. Samimiyetlerinden, bildiklerinden,
okuduklarından, ilgilendiklerinden değil.
“1915’TEKİ
GİBİ TARİHTEN SİLİNMEK İSTENİYORUZ”
Bu durum Suriye’deki Müslümanlar için
nasıl?
Ben artık Suriyeli Müslüman arkadaşlarımdan da
umudu kestim. Ben bugün azınlıkların yok edildiğini
söyledikçe bana çatışmada herkesin öldüğünü
söylüyorlar, Avrupa’nın sadece azınlıklarla
ilgilendiğini savunuyorlar. Batı o kadar
ilgileniyorsa bugün hala neden öldürülüyoruz? Neden
yok ediliyoruz? Elbette ölen herkes benim için
değerli, kıymetli. Ölen bir Müslümana bir Hristiyan
kadar üzülüyorum. Ama şöyle bir tarihsel gerçek de
var. Artık bölgede Hristiyanlar o kadar az ki, her
Hristiyan’ın ölümüyle, bölgedeki çokkültürlülük de
sona eriyor. Nasıl ki Osmanlı’da Ermeniler bazı
bölgelerde çoğunluk olsalar da bugün “azınlık”
haline dönüştürüldülerse Suriye’de de benzeri bir
durum var. Üstelik bu sadece Ermeniler için de
geçerli değil. Süryaniler, Maruniler, Keldaniler
için de geçerli. 1915’teki gibi tarihten silinmek
isteniyoruz.
“HALEP
ARTIK ÖLÜ BİR ŞEHİR, İÇİNDEKİLER DE YAŞAYAN ÖLÜ
GİBİ”
Bugün Halep’teki Ermeniler için durum ne?
Devlet artık kimseyi koruyamıyor. Kendini
azınlıkların koruyucusu olarak Batı’ya tanıtan Esad
da harekete geçmiyor. Halep artık ölü bir şehir.
Yaşanacak bir yer değil. İçindekiler de yaşayan
ölüler gibi. Kimseyi aramaya cesaret edemiyorum. Ben
bir Halepli’ye “nasılsın” diyemem ki?! Bu soruyu
nasıl sorayım? Saçma! Bir cehennemin ortasında
yaşıyorlar. Ben onlarla konuşmaya utanıyorum.
Elektrikleri de yok, suları da. Paranız varsa,
hükümetten aracılılarla elektrik ve su satın
alabilirsiniz. Tam bir savaş ticareti sürüyor.
Bu süreçte Ankara’nın tavrını nasıl
buluyorsunuz? 24 Nisan öncesi iki yıldır taziye
mesajı yayınlayan Türkiye’nin bugün yaşanan acılara
yaklaşımı nasıl?
Ankara, özellikle de Başbakan Ahmet Davutoğlu
“Ermeni diasporası bizim diasporamızdır” diyor. En
yakın diaspora Suriye’dekilerdir. Biz Anadolu
topraklarındanız. Bizi hatırlayan var mı? Suriye
politikalarında hiç akıllarına geldik mi? “Diaspora
ile diyaloga başlayacağız” deniliyor. Davutoğlu’nun
diaspora teorisi Halep’ten başlamalı. Halep’tekiler
yanı başlarında değil mi? Bu insanlar yok edilirken
“Türkiye diasporası” hakkında konuşmak alay etmek
gibi.
“ERDOĞAN
HALEP’İ Mİ ALMAK İSTİYOR?”
Halep Türkiye’nin gündemine Kobani
eylemleri sırasında gelmişti. Erdoğan, “Kobani
değil, Halep stratejik bölgedir” demişti.
Bugün Halep’te savaşan örgütlerin isimlerini
biliyor musunuz? Sultan Murad, Sultan Beyazıt,
Sultan Fatih Mehmed diyorlar kendilerine. Neden
kendilerine Osmanlı sultanlarının isimlerini
koyuyorlar? Bunların hepsi bizim için soru işareti
olarak duruyor. Hepimizin aklında “Sultan Erdoğan
Halep’i mi almak istiyor?” sorusu var. Örgütlerin
hakim olduğu bölgelerde Türk lirasının yaygın olarak
kullanıldığı konuşuluyor. Bu önemli bir ölçüt değil
mi?
Babası Kobani’de büyümüş bir Halepli
olarak bu politika atalarınızın geçmişini
hatırlatıyor mu?
Tabi ki. Herkes 1915’in yeniden yaşandığını
düşünüyor. Benim büyükbabam Siverekli. 1915’te
bölgedeki bütün erkekleri bir gün içinde
toplamışlar, “Orduya alıyoruz” demişler. Sadece
çocuklar kalmış. Bir gün sonra kesik başları
getirilmiş. “Yarın sizin sıranız geliyor” demişler.
Kadınlar, çocuklar ve yaşlılardan kaçabilenler
kaçmış. Üç yaşındaki dedem, büyük kız kardeşi ve
annesi ile önce Halep’e gelmiş. Ardından geçim
sıkıntısı çekince Kobani’ye geçmişler. Durumları
düzelince yıllar sonra yine Halep’e dönmüşler. Bugün
dedemin memleketi Siverek’te hiçbir Ermeni yok.
Ufacık bir iz de. Yarın Halep’in de böyle olmasından
korkuyoruz.
Ülkenin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Suriye hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak. Artık
orası herkes için karanlık ve hüzün dolu topraklar.
Tıpkı şimdi Anadolu’da çoğu bölgede olduğu gibi
Suriye de gelecekte tek rengin hakim olduğu,
farklılıkların yer bulmadığı bir yer olacak.
Radikal, Haber: Serdar Korucu, 03.05.2015
|
HİSAR'DA CAMİDE SONA DOĞRU

Fatih
döneminde Rumelihisarı’yla birlikte inşa edilen
ve 18’inci yüzyılda yıkılan Boğazkesen
Camisi’nin yapım çalışmaları devam ediyor. 7 yıl
öncesine kadar konserler verilen alanda inşa
edilen caminin Ağustos’ta tamamlanması
planlanıyor.
2008 yılına kadar konser alanı olarak kullanılan
Rumelihisarı’nda 18’inci yüzyılda yıkılmış
Boğazkesen Camisi’nin yeniden yapım inşaat
çalışmaları devam ediyor. Mülkiyeti
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde (İBB)
olan alanda Haziran ayında başlayan inşaat
çalışmalarının sponsoru İstanbul Kubbe Derneği.
Fatih Sultan Mehmet döneminde hisardaki
muhafızların ibadet ihtiyaçlarının karşılanması
için yapılan camiden günümüze sadece minaresinin
bir kısmının kaldığını söyleyen Mimar Barış Han
şunları anlattı:
CAMİNİN TAM ŞEKLİ BİLİNMİYOR
“Çalışmalara başlamadan önce yapının
alt kısmında bulunan sarnıç bölümündeki
kalıntılar incelendi. Bu kalıntılarda caminin
duvarlarının izleri belirlendi. Bunun üzerine
bir plan çıkarıldı. Caminin tam şekli konusunda
günümüze ulaşan bir çizim bulunmamaktadır.
Sadece minarenin bir kısmı ayakta kalmış.
Minarenin kenarlarında cami duvarlarının
kalıntıları bulunuyor. Bu kalıntılar bizim için
bir göstergedir. Caminin yapımında kullanılan
kireç taşları Çatalca’da hazırlandı. Tuğlalar
ise Çorum’daki ocaklarda döktürüldü. Fatih
döneminde sadelik ön planda olduğu için iç
kısmın da sade olmasına dikkat edilecek.”
Hisar konserlerinin mekanıydı
Fatih Sultan Mehmet’in 1452’de Boğaz’ı
kontrol etmek amacıyla inşa ettirdiği
Rumelihisarı’nın içinde ilerleyen yıllarda bir
mahalle kuruldu. 1953’te dönemin Cumhurbaşkanı
Celal Bayar’ın talimatıyla evler kamulaştırıldı,
hisar restore edildi. Tiyatro sanatçısı Muhsin
Ertuğrul, 1958’de caminin bulunduğu alana
açıkhava tiyatrosu yaptırdı. Daha sonra alanda
1980’li yıllardan itibaren konserler verilmeye
başlandı.
Maliyeti 1 milyon 500 bin lira
Rumelihisarı’nın içerisindeki caminin
restorasyon çalışmalarının Ağustos ayında
bitirilmesi planlanıyor. Projenin mimarı Barış
Han, caminin maliyeti konusunda “Caminin alt
kısmındaki sarnıç ve duvarlar yenilendi. Şu ana
kadar 700 bin lira harcandı. Minarenin yapımı,
cami duvarlarının tamamlanması ve iç tasarımının
bitirilmesiyle maliyetin 1 milyon 500 bin liraya
ulaşmasını bekliyoruz” dedi.
Hürriyet, Haber: Fırat Alkaç, 03.05.2015
|
ÇİPRAS TARAFINDAN KURTARILDI

Yunanistan’da 2012 yılındaki ekonomik krizden
çıkmak için yurt dışında sahip olduğu 30
gayrimenkulün satılacağı haberleri çıktı. Yunan
medyasındaki satılacaklar listesinde yayımlanan,
İzmir 1’inci
Kordon’da,
Atatürk Caddesi üzerinde bulunan tarihi
konsolosluk binasına, Aleksis Çipras’ın başında
olduğu Yunan Hükümeti maddi kaynağı sağladı ve
restorasyona başlandı.
400 GÜNDE BİTECEK
Restorasyonunu üstlenen ’Birlik İnşaat’ın sahibi
yüksek mimar Turgay Bakır, tarihi konsolusluk
binasının 19’uncu yüzyılın sonunda yapıldığını
hatırlattı. Bakır, "Binanın içinde temelden
güçlendirme, aslına uygun restorasyon çalışmalarına
başladık. Bu bina Kordon’daki önemli yapılardan
biri. 400 günde bitirmeyi hedefledik" dedi.
Yunanistan Başkonsolosluğu binasına komşu, şu an
kullanılmayan Alman Başkonsolusluğu binası ve bir
diğer tarihi yapı da kurtarılmayı bekliyor.

İzmirler beton yığınına dönen Birinci Kordon’da
tarihi yapıların parmakla sayılacak kadar az
olduğuna dikkat çekip, "Yunan Başbakanın Çipras’ın
değerine sahip çıkıp bu ekonomik krizde tarihi
konsolusluk binasına bütçe ayırıp yeniden kente
kazandırması çok sevindirici. Hemen yanıbaşında yer
alan Alman konsolosluk binası ile diğer tarafındaki
tarihi yapının da kurtulması için harekete
geçilmeli" dedi.
Milliyet, 03.05.2015
|
POMPEİ DUVAR RESİMLERİ TEMİZLENİYOR

Gizemler
Villası’nda (Villa of Mysteries) bulunan
fresklerdeki bakteriler restorasyon çalışması
sırasında temizlendi.
Pompei antik
kentinde bulunan ve antik Roma’nın en çok ünlenen
fresklerinden bazıları antibiyotikler kullanılarak
eski sağlıklarına kavuştu. Konservatörler, Gizemler
Villası’nın yemek odasını süslediğini düşündükleri
Dionysus duvar süsünde bulunan canlı bakterileri
temizlemek için amoksisilin denilen ve bir çeşit
penisilin olan maddeyi kullandılar. Streptokok
bakterilerin boyanın doğal pigmentlerinin içine
yerleştiği ve onları toza dönüştüğü biliniyor.
Villa, iki yıllık bir restorasyon projesinin
ardından geçtiğimiz Mart ayında tekrar ziyarete
açıldı.
Pompei restorasyon
laboratuvarının yönetici olan Stefano Vanacore
önderliğindeki 20 kişilik ekip villaya yeni bir
görünüş kazandırdılar. Ekip aynı zamanda
1900’lerdeki kazılar sırasında boyaların üzerinde
kalan toprak kalıntılarını da temizlediler. 2013’te
mozaik tabanların stabil hale getirilmesiyle
başlayan çalışmalar yüzlerce metre kare iç
dekorasyon alanının temizlenmesiyle devam etti.
Analizler
duvarlarda ısı ile boya sabitleme (boyanın
eritilmiş bal mumu ile karıştırılması) ve su bazlı
pigmentlerin kullanılmasından “Mısır mavisi” gibi az
rastlanır tekniğe kadar birçok değişik boyama
tekniğinin kullanıldığını gösterdi.
Duvar resminde
kullanılan koyu kırmızıya özel bir dikkat
gösterildi. Konservatörler kırmızı boyanın
pigmentlerinde oluşan siyah lekeleri çıkarmak için
lazer yöntemini kullandılar. Bu siyah lekelerin
içinde siyah magnezyum minerali bulunan toprak
kalıntılarının yağmur suyuyla reaksiyona
girdiklerinde zamanla çözülmeleri sonucu oluştuğu
biliniyor.
2008’de başlayan ve
aralıklarla devam eden Gizemler Villası’nın ikinci
tabakasındaki fresklerin restorasyon çalışmaları
çatının da restorasyonunun yapılmasıyla tamamlandı.
Daha fazla çalışmanın 2012 Eylül’de meydana gelen
fırtınada çatıyı tutan bir sütunun yıkılması sonucu
oluşan hasarın giderilmesi için yapılması
planlanıyor.
arkeolojihaber.net, Kaynak:
theartnewspaper.com, 01.05.2015
|
KARAHÜYÜK VE KEÇEMAĞARA'DA KAZI YAPILACAK
Kahramanmaraş Kültür ve Turizm Müdürü Seydihan
Küçükdağlı, Karahüyük’te kazı çalışmalarının izninin
alındığını, Keçemağra Mahallesinde bulunan mağaralar
ve kazı çalışmaları için de ödeneğin ayrıldığını
bildirdi.

Kahramanmaraş Kültür ve Turizm Müdürü Seydihan
Küçükdağlı, Karahüyük’te kazı çalışmalarının izninin
alındığını, Keçemağra Mahallesinde bulunan mağaralar
ve kazı çalışmaları için de ödeneğin ayrıldığını
bildirdi.
Kahramanmaraş Kültür ve Turizm Müdürü Seydihan
Küçükdağlı Elbistan sınırları içerisinde yapılan
tarihi ve kültürel çalışmalarla ilgili gazetemize
bir değerlendirme yaptı. Küçükdağlı, Karahüyük ile
Keçemağara için ödenek tahsisinin yapıldığını
çalışmalarına kısa süre içerisinde başlanacağını
aktardı.
Küçükdağlı, “2015 yılı çalışmaları kapsamında
öncelikli olarak Karahüyük kazısının 2015 yılı kazı
iznini aldık, hem de ödeneği tahsis edildi.
Sivas Cumhuriyet Üniversitesi’nden Yar. Doç.
Boran Uysal ile
arkeoloji Müzesi başkanlığında bu sene kazılara
başlayacağız.” dedi.

205 yılı kazı çalışmaları kapsamında Elbistan
bölgesinde ikinci bir kazımız var diyen diyen
Küçükdağlı, “2015 yılı içerisinde Keçemağara kazısı
olacak. 2014 Yılı araştırmalarında tespit edildi.
Öncelikle oranın tescilini bitirdik. Sonra kazı
iznini aldık. Yine müzemiz başkanlığında Gazi
Üniversitesi’nden Yar. Doç.Dr. Cevdet Merih Derek
hocamızla işbirliği içerisinde kazı çalışmalarına
başlanacak. İzni alındı. Aynı zamanda ödeneğin
tahsisi de yapıldı” ifadesini kullandı.
Eski Elbistan olarak tabir edilen Ulucami, Çarşı
Camisi, Ceyhan Camisi, Himmetbaba Camisi ile Selçuk
Hamamı arasındaki alan ile ilgili Elbistan’a bir
heyet geleceğini anlatan İl Müdürü Seydihan
Küçükdağlı, “Elbistan Dulkadiroğlu Beyliği Sarayı
için tescile sunduk. Orada bir höyük mevcut. Onun da
tescil çalışmaları için kurul kararını bekliyoruz.
Derecelendirme hususunda bir heyet gelecek
Elbistan’a. Bir çalışma yapacaklar. Onunda
çalışmalarını takip ediyoruz. İnşallah önümüzdeki
dönemlerde yoğun şekilde çalışacağız. Bu
çalışmalarımızda en büyük katkıyı
AKP Grup Başkanvekilimiz Mahir Ünal Bey ve
İlçe Kaymakamımız Tuncay Akkoyun Bey yaptılar.
Kendilerine teşekkür ediyorum” şeklinde konuştu.
KEÇEMAĞRA’DA ARAŞTIRMALAR YAPILMIŞTI
Mağaralarda araştırma ve inceleme çalışması yapan
Gazi Üniversitesi’nde görevli Yrd. Doç.Dr. Cevdet
Merih Erek, mağaraların dini ayin için kullanılmış
olabileceğine dikkat çekmişti. Erek, "Avlanmada
günlük hayatını, işlerini halletmede bıçak, delgi,
ok uçları gibi bütün malzemesini çakmaktaşından
üretiyor. Öncelikli olarak mağaralar ve mağaraların
yakınlarındaki çakmaktaşı yataklarının araştırmasını
yapıyoruz. Şu ana kadar yaptığımız araştırmalarda
Elbistan İlçesinin oturduğu coğrafya üzerinde çok
verimli çakmaktaşı yataklarına rastlamadık. Bulunan
çakmaktaşı yatakları da boyut olarak küçük ham
maddelerden kaynaklandığı için yontmaya çok
elverişli değiller. Coğrafya üzerinde mağaraların
masif kayaların içine oyulmuş, doğal olarak oyulmuş
mağaraların çok fazla olmadığını da gördük. Çünkü
bölge çoğunlukla su altında kaldığı delilleriyle
dolu. Ancak bulunduğumuz Keçemağarası Köyünde eski
bir kaya mezarı ya da dini bir alan olarak
kullanılmış olabileceğini gördüğümüz bir takım duvar
resimlerine rastladık.” Bilgisini paylaşmıştı.
Milliyet, 01.05.2015
|
MARANGOZ ATÖLYESİNDEN TARİHİ ESERLER ÇIKTI

Bursa’nın merkez Yıldırım
İlçesi’ndeki bir marangoz atölyesine yapılan
baskında Roma dönemine ait olduğu belirlenen çok
sayıda tarihi eser ele geçirildi. Atölye sahibi K.M.
eserleri satma niyeti olmadığını, tarihi eserlere
meraklı olduğu için topladığını söyledi.
Yıldırım İlçe Emniyet Müdürlüğü Asayiş Bürosu
ekipleri, Yeşilyayla Mahallesi’nde K.M.'nin marangoz
atölyesinde çok sayıda tarihi eser sakladığı
bilgisine ulaştı.
Polis, Cumhuriyet Savcılığı’ndan aldığı arama izni
ile önceki gün K.M.'nin iş yerine baskın düzenledi.
Yapılan aramada atölyenin çeşitli yerlerine
saklanmış Roma dönemine ait 1 adet haç şeklinde taç,
2 adet kılıç, 1 adet demir tartı aleti, 1 adet
bardak, küçük bir kadın heykeli, 50 tane sikke, 3
adet kadın yüzüğü ele geçirdi. Gözaltına alınan
K.M.'nin ifadesinde, "Tarihi eser merakım var.
Bunları topluyordum. Satmak gibi bir niyetim yok"
dediği öğrenildi.
Adliyeye sevk edilen K.M. tutuksuz yargılanmak üzere
serbest bırakıldı.
Bursa Hakimiyet, 01.05.2015
|
2500 YIL SONRA YENİDEN 'PERDE' DİYECEK

Magarsus antik kenti tiyatrosu, 2 bin 500 yıl sonra
yeniden kültür ve sanat faaliyetlerine ev sahipliği
yapmaya hazırlanıyor.
Karataş'taki Magarsus antik kentinde 2 yıl önce
başlatılan kazı çalışmaları devam ediyor.
Tarihi MÖ 5'inci yüzyıla dayanan antik kentin
yaklaşık 2 bin 500 yıllık tiyatrosunda yapılan kazı
çalışmaları sonucu, tipik bir Helen tiyatrosu
özelliği taşıyan yapının büyük bölümü ortaya
çıkartıldı.
Deniz manzaralı, 150 metre uzunluğunda, 30 metre
genişliğinde ve yaklaşık 3 bin kişilik olduğu tahmin
edilen antik tiyatro, kazı sonrası yapılacak
çalışmalarla tekrar kültür ve sanat hayatına
kazandırılacak. Antik tiyatro 2 bin 500 yıl sonra
yeniden "perde" diyerek, sanatseverlere ev sahipliği
yapacak.
''Sayılı günler kaldı''
Adana Kültür ve Turizm Müdürü Sabri Tari, son
yıllarda Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik ve Vali
Mustafa Büyük'ün destekleriyle Adana'daki bir çok
tarihi mekanda yapılan kazı çalışmalarının büyük bir
hızla devam ettiğini belirtti.
İki yıl önce Magarsus antik kentinde başlatılan
kazı çalışmalarında, antik tiyatronun büyük bir
kısmının ortaya çıkartıldığını vurgulayan Tari,
konuşmasına şöyle devam etti:
''Bu yıl tekrar başlatılan kazı çalışmalarıyla
tiyatronun sahne kısmı da dahil tamamı açığa
çıkarılarak turizme kazandırılacak. Magarsus Antik
Kenti döneminde kendi adına para bastıracak kadar
ihtişamlı ve önemli bir kent olmasına karşın, bugün
kent surları ve tiyatrosu dışında ayakta kalan
bölümü yok. Ancak ilçenin sokaklarında gezdiğinizde,
her evin bahçesinde, duvarında Magarsus Kenti'ne ait
izleri bulmak mümkün.
Kazılarla ortaya çıkarılan tiyatro en az Efes, Side
ve Aspendos tiyatroları kadar büyük ve görkemli.
Döneminde nice oyunlara ev sahipliği yapan,
basamaklarında izleyiciyi ağırlayan, alkış
sesleriyle inleyen tiyatronun kazısı tamamlandığında
o günler tekrar yaşatılacak. Basamaklarında gözünüzü
kapatıp, sahnede bir oyun veya bir orkestranın
müziğini duymanız için sayılı günler kaldı.
Önümüzdeki aylarda antik tiyatroda bir etkinlik
yapılması ve Magarsus'un dünyaya tanıtılması
amaçlanıyor.''
Tari, antik kentin eski şaşalı günlerine
kavuşmasıyla Türkiye ve Adana turizmine de katkı
sağlayacağını ifade etti.
Trt Haber, 30.04.2015
|
ÇANAKKALE'DE TEMEL ÇUKURUNDAN TARİH ÇIKTI

Çanakkale'nin Bayramiç İlçesi'ne bağlı
Kuşçayır Köyü'nde muhtarlık tarafından köy
odası yaptırılması için başlatılan inşaatın
temel kazısında, eski döneme ait olduğu
sanılan kuyu bulundu.
İnşaat çalışmaları durdurulurken, tarihi
değerinin bulunup bulunmadığının
belirlenmesi için arkeologların inceleme
yapacağı belirtildi.
Bayramiç'e 12 kilometre mesafedeki Kuşçayır
Köyü Meydanı'nda, 100 metrekare alanda,
muhtarlık tarafından inşaat çalışması
başlatıldı. Köy odası ve berber dükkanı için
yapılan inşaatın kazılan temel çukurunda
eski döneme ait olduğu sanılan bir kuyuya
rastlandı. Kuyunun içindeki toprak ve
taşlar, içindeki suyla birlikte temele
yayıldı.
Haber verilmesiyle köye gelen jandarma
çalışmayı durdurup, alanı güvenlik şeridiyle
çevirdi. Konu, Çanakkale Müze Müdürlüğü'ne
bildirildi. Arkeologların inceleme ve
araştırma yapacağı belirtildi. Bulunan
kuyunun tarihi değerinin olup olmadığının
belirlenmesi sonrası inşaata devam edilip
edilemeyeceğine karar verileceği kaydedildi.
Köy Muhtarı 42 yaşındaki Niyazi Sezgin,
"Temel sırasında kuyuya rastlandık. Su bir
türlü kesilemedi. Jandarma gelerek inşaatı
mühürledi. Arkeologların gelip kuyuyu
incelemesini bekliyoruz" dedi.
Sabah, 30.04.2015
|
HALEP'İN EN ESKİ ERMENİ KİLİSESİ BOMBALANDI
Halep’in en eski Ermeni Kilisesi olan Ermeni
Apostolik Karasnits Mangants Kilisesi bombalandı.

26 Nisan'da saldırıya uğrayan kilise saldırısının
nasıl gerçekleştiği henüz bilinmezken, bazı
kaynaklarda yeraltına tünel kazılarak kilisenin
altına bomba yerleştirildiği, bazı kaynaklardaysa
topçu atışlarıyla kilisenin bombalandığı
belirtiliyor.
Armenpress’te yer alan habere göre, kilisenin
bombalandığı bilgisini Suriye Ermenileri Apostolik
Kilisesi Psikoposu Zirair Reisyan doğruladı.
Geçmişi 15. yüzyıla uzanan Karasnits Mangats
Kilisesi, şehrin en eski Ermeni kilisesiydi. İranlı
Ermeniler tarafından kurulduğu tahmin edilen
kilisenin 500. yılı, 2000 yılında kutlanmış;
kilisenin yıkıldığı gün olan 26 Nisan’a denk gelen
tören Katolikos Aram I’in riyasetinde
gerçekleşmişti. Kilise, Suriye’deki Ermeni toplumu
için önemli bir dini merkezdi.

Karasnits Mangats Kilisesi’nin bombalanmasından
yaklaşık 4 ay önce St. Rita Ermeni Katolik Kilisesi,
ondan önce de Der Zor’da soykırım kurbanları anısına
yapılan Ermeni Soykırımı Kilisesi bombalanmıştı.
Agos, 29.04.2015
|