27 Ekim - 2 Kasım 2013
|
BU KÖYDE DEFİNE
ARANIYOR!

Ermenilerden kalan bir
evin altında define olduğu söylentisi üzerine,
Anıtlar Kurulu'ndan izin alınarak kazı başlatıldı.
Bursa’nın Orhangazi
İlçesi'nde Ermenilerden kalma bir evin altında
define olduğu yönündeki söylenti üzerine yasal kazı
çalışması başlatıldı. Yaklaşık bir yıl süren
yazışmalardan sonra Anıtlar Kurulu, Mal Müdürlüğü ve
jandarmanın yer aldığı komisyonun gözetiminde
başlatılan kazıların ilk gününde herhangi bir
bulguya rastlanmadı.
Keramet Köyü’nde Saliha
Şentürk’e ait atıl vaziyetti evde define araması
başlatıldı. Keramet Köyü’ndeki yasal kazı için
Anıtlar Kurulu bir komisyon oluşturdu. Mal Müdürlüğü
Milli Emlak Şefliği’nden bir yetkili ve jandarmanın
da yer aldığı komisyonun başkanlığını Anıtlar
Kurulu’ndan Arkeolog Turhan Kayabey yapıyor.Ev
sahibinin damadı Efkan Arı, köyde yıllardır
süregelen söylenti olduğunu söyledi.
Arı, "Mübadele döneminde
birkaç Ermeni aile Keramet Köyü’ne yerleşmiş.
Kurtuluş savaşından sonra bu ailelerden biri hariç
tamamı köyü terk etmişler. Köyde kalan aile, kaçan
Ermenilerin altın ve eşyalarını geri dönüp almak
üzere bizim evin altına sakladığını anlatırmış. Bu
söylenti yıllarca konuşuldu. Muhtarlık uzun zamandır
kullanılmayan evin yıkılacağından tedirgin olup
‘yıkın’ deyince biz de izin alıp kazı yaptırmak
istedik. Evin altında kazı yaptırmaya karar
verdikten sonra Anıtlar Kurulu ile görüşmeler
yaptık. Bilgi edindikten sonraki yazışmalar
neredeyse bir yıl sürdü" diye konuştu.
Keramet Köyü Muhtarı
Ergün Yenilmez ise, yıkılan evin atıl olduğunu ve
uzunca bir zamandır kullanılmadığını söyledi.
Ermenilerin Kurtuluş Savaşı’ndan önce Keramet
Köyü’nde yaşadığını ifade eden Yenilmez, "Savaştan
sonra köyü terk etmişler. Eskiler Ermenlilerin
giderken o evde altın ve eşyalarını sakladığını
anlatırlardı" dedi.
ESKİ ESER VE ALTIN
ARANIYOR
Kazı Komisyonu Başkanı
Turhan Kayabey, Keramet Köyü’ndeki kazıda eski eser
ve altın arandığını vurgulayarak, "Yasal süresi 1 ay
olan ve en fazla 100 metrekare alanda yapılabilecek
olan kazılarda altın bulunursa yarısı devlete, kalan
yarısı da yer sahibine verilecek. Kazılar sırasında
eski esere rastlanması halinde yer sahibi devre dışı
kalacak ve kazı Anıtlar Kurulu tarafından
sürdürülüp, eski eserlere devlet hazinesine
alınacak" açıklamasını yaptı.
İLK GÜN BOŞ GEÇTİ
Keramet Köyü’ndeki altın
ve eski eser kazısı dün sabah itibari ile başladı.
Köy halkı kazıları merakla izlerken, Jandarma
Komutanlığı ekipleri de bölgede güvenlik tedbiri
aldı. Saat 17:00’ye kadar devam eden kazıda herhangi
bir bulguya rastlanılmadı. Yer sahibi talep ederse
kazılar bir aya kadar devam edecek.
Bursa Kent Haber,
01.11.2013
|
TARİH ESER DİYE
DOKUNULMAYAN YATIK BİNA TEHLİKE YARATIYOR

Edirne’de tarihi eser
diye dokunulamayan yatık bina, mahalle halkının
hayatını tehlike atıyor. Şehir tarihi bölgelerinden
biri olan Kaleiçi’nde çok sayıda yöre mimarisini
yansıtan birbirinden güzel tarihi evler buluyor.
Tarihi evlerden bazıları restore edilerek turizme
kazandırılırken bazıları bakımsızlık nedeniyle
harabeye döndü. Harap durumundaki binalar ise
sarhoşların ve madde bağımlıların mesken tuttuğu
alanlar haline geldi.
Mahalle halkını özellikle gece saatlerinde bezdiren
bu mekanlar fiziki yapılarıyla tehlike saçıyor.
Cumhuriyet ve Maarif Caddesi'nin kesiştiği noktada
yer alan 100 yıllık bir bina da harap ve görünümüyle
son demlerini yaşıyor.
Yayaların ve araçların yoğun olarak kullandığı
caddede bulunan binanın insanların başına
yıkılmasından endişe ediliyor.
Sahibinin Ankara’da yaşadığı öğrenilen tarihi
yapının onarılması veya yıkılması için mahalle
sakinleri imza topladı.Toplanan 125 civarında imza
yetkililere sunuldu. Ancak 5 yıldan bu yana Valilik,
Belediye, Anıtlar Kurulu’na gidip gelen mahalle
sakinleri bir sonuç alamadı.
Mahalle sakinlerinden Zihni Açış, bu binayla 5
yıldan beri uğraştıklarını belirterek şu ana kadar
herhangi bir sonuç alamadıklarını anlattı. Binanın
her an yıkılabileceğini dile getiren Açış,
“Çocuklarımız çekiniyor. Her an yıkılabilir. Önünde
doğalgaz hattı var. Üzerinde düştüğü zaman
patlayacak. Bina gittikçe çöküyor. Buralarda 4-5
tane bina daha var. Sarhoşlar, baliciler, aklına
gelebilecek hepsi geliyor. İnsanları rahatsız
ediyorlar. Gece 22.00’den sonra mahallemiz çok
tehlikeli. Ya yapsınlar ya da yıksınlar.” dedi.
Merhaba Haber,
01.11.2013
|
ATATÜRK ANITI'NA
RESTORASYON

Cumhuriyetimizin
kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün hatırasını
şehrimizde yaşatan eserlerin başında gelen Atatürk
Anıtı’nın restorasyon ihalesinin önümüzdeki günlerde
yapılacağı açıklandı
Geçtiğimiz günlerde gazetemizde yayınlanan “Atatürk
Anıtı İlgi bekliyor” haberimizle ilgili olarak
gazetemize yazılı bir açıklama gönderen Konya İl
Kültür ve Turizm Müdürü Mustafa Çıpan, söz konusu
yazıda Atatürk Anıtı’nın restorasyon çalışmaları ile
ilgili olarak “Atatürk Anıtı’nda oluşan
deformasyonlar Müze Müdürlüğümüzün uzmanları
tarafından incelenmiş ve bronzdan yapılmış olan
Atatürk heykelindeki korozyonla birlikte Ziraat
Anıtı olarak yapılmış ve halen heykelin kaidesi
durumundaki yapının da kapsamlı bir restorasyona
tabi tutulması tespit edilmiştir” denilerek konuyla
ilgili olarak İstanbul Restorasyon ve Konservasyon
Merkez Bölge Müdürlüğünce teknik bir rapor
hazırlandığı ifade edilmiştir.
“İl Özel İdaresince sağlanan ödenek ile yapılması
planlanan Rölöve, Restorasyon ve Resitütasyon
projesinin hazırlanarak Kültür Varlıkları Koruma
Kurulunca” onaylandığı belirtilen yazıda ayrıca
gazetemize gösterdiği ilgiden dolayı teşekkür
edilerek önümüzdeki günlerde Atatürk Anıtı’nın
restorasyonunun ihale edileceğine yer verilmiştir.
Anadolu Manşet Gazetesi olarak hassasiyetlerinden
dolayı Konya İl Kültür ve Turizm Müdürü Mustafa
Çıpan’a teşekkür ederken şehrimiz için önemi büyük
olan Atatürk Anıtı’nın ihalesinin bir an önce
yapılarak restorasyon çalışmalarının başlamasını
bekliyoruz.
Manşet Gazetesi,
01.11.2013
|
AYASOFYA HARİTADA KİLİSE
OLDU

Kültür Bakanlığı’nın 2007’de hazırladığı inanç
haritasında Ayasofya’nın Hıristiyan ibadet merkezi
olarak gösterildiği ortaya çıktı. Tarihi yapı,
kiliselerin tanımlandığı kırmızı renk ile
işaretlenmiş.
Müslümanlar’ın
gözbebeği sayılan
Ayasofya,
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın
hazırladığı “Türkiye’nin İnanç Merkezleri” adlı
haritada
kilise olarak gösterildi. Haritada İslam dinine
ait ibadethaneler yeşil, Musevi ibadethaneleri
mavi, Hıristiyan ibadethaneleri ise kırmızı
renkte kodlandı. İnanç haritasında ‘müze’ olarak
geçen Ayasofya ise renk kodlamasında Hıristiyan
ibadethanelere verilen kırmızı renkle yer aldı.
64
İNANÇ MERKEZİ YER ALDI
Harita, Kültür ve Turizm Bakanlığı Tanıtma Genel
Müdürlüğü tarafından 2007 yılında hazırlandı.
Tüm illerdeki dini mekanların tanıtıldığı
haritada İslam’a, Hıristiyanlık’a ve Yahudilik’e
ait yaklaşık 64 inanç merkezi yer aldı.
Ayasofya, İstanbul’un 1453’te Osmanlı tarafından
fethinden sonra, Fatih Sultan Mehmet tarafından
camiye dönüştürüldü. Tarihi mekan, 1934’te
Bakanlar Kurulu kararıyla müzeye çevrildi.
CAMİ TALEBİ
MECLİS’TE
Fatih Sultan Mehmet Han’ın emaneti olan
Ayasofya’nın tekrar camiye dönüştürülmesi için
geçtiğimiz ocak ayında Meclis Dilekçe
Komisyo-nu’na talepte bulunuldu. Başvuru işleme
alındı.
Sanayi ve Ticaret Komisyonu Başkanı AKP Denizli
Milletvekili Nihat Zeybekçi, Ayasofya’nın tekrar
ibadete açılarak eski hüviyetine döndürülmesi
gerektiğini söyledi. Ayasofya’nın tekrar ibadete
açılarak komplekslerden kurtulunması gerektiğini
ifade eden Zeybekçi, Ayasofya’nın tarihi bir
yapı olduğu için cami olarak açıldığında da müze
fonksiyonunu yerine getirebileceğine dikkat
çekti.
Bugün, Haber: Selvi
Çelik, 01.11.2013
|
DÜZCE'DE ARKEOLOJİK
İNCELEME
Düzce Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji öğretim üyesi Yrd.
Doç.Dr. Nurperi Ayengin Düzce’deki arkeolojik
yerleşim alanlarını tespit etmek için harekete
geçtiklerini açıkladı.
İçerisinde öğrencilerin
de yer aldığı bir ekiple sahada araştırma
yaptıklarını kaydeden Ayengin, Arkeolojik değer
taşıyan, seramik, işlenmiş taş gibi materyaller
bulmayı umduklarının altını çizdi.
Yapılan inceleme çalışması ile ilgili bilgiler veren
Ayengin, Düzce’nin tarihini gün yüzüne çıkartmayı
planladıklarını ifade ederek “Düzce’deki arkeolojik
yerleşim alanlarını belirlemek için bir ekip kurduk.
Hangi noktalarda bu tür yerleşimler var, yamaçta mı
yoksa ovada mı yerleşim yoğun bunu araştırıyoruz.
Öğrenci arkadaşlarımız ve uzmanlardan oluşan bir
ekibimiz var. Arkeolojik özellik taşıyan seramik,
işlenmiş taş yada farklı bir materyal var mı bunları
inceliyoruz” diye konuştu.
Düzce Damla, 01.11.2013
|
İMPARATOR BU KÖPRÜYÜ
NEDEN YAPTIRDI?

Sakarya Beşköprü
mevkiinde bulunan Justinianus Köprüsü, Bizans
İmparatorluğu döneminin Anadolu’daki en görkemli
eserlerinden biri. İmparator Justinianus tarafından
yaptırılmış ve bin 500 yıldır ayakta kalmayı
başarmış.
Ayasofya Camii ile
yaşıt. 429 metre uzunluğunda, 9,85 metre
genişliğinde ve 12 kemer gözünden oluşuyor. Beşköprü
olarak da bilinen tarihi köprü, Marmara depreminde
bazı kemer ayaklarında çatlaklar oluşmasına rağmen
bütün ihtişamıyla zamana direnmeye çalışıyor.
Buraya kadar her şey
tamam, ancak köprünün ne için yaptırıldığı sorusu
bir türlü cevaplanamıyor. Zira yaklaşık yarım
kilometre uzunluktaki bu devasa köprünün altından
geçen herhangi bir akarsu mevcut değil. En yakın
ihtimal, 4 kilometre uzaktaki Sakarya Nehri’nin bir
zamanlar buradan aktığı ve aradan geçen asırlar
içinde yatak değiştirerek bugünkü mecraını bulduğu.
Ancak uzmanlar bu
ihtimalin de mümkün olmadığını söylüyor. Sebebi ise
köprü ile nehir arasındaki yön farkı. Sakarya Nehri
güneyden kuzeye akıyor. Tarihi köprünün ayaklarının
sivri uçları ise kuzeye doğru bakıyor. Yani kuzeyden
gelen bir akarsuyu karşılayacak şekilde yapılmış.
Böyle bir akarsu günümüzde bulunmadığı gibi,
geçmişte var olduğuna dair bir belirti de yok.
Sakarya Üniversitesi
İnşaat Mühendisliği Geoteknik Çalışma Grubu
tarafından yapılan çalışmada ise tarihi köprüden
aktığı varsayılan nehrin, akış yönünün kuzeyden
güneye değil, Sakarya Nehri’nde olduğu gibi güneyden
kuzeye doğru olabileceği yönünde. Buna delil olarak
da uçaklarda kullanılan kanat teknolojisini
gösteriyorlar. Çalışmada şu ifadelere yer veriliyor:
“Köprü ayakları incelenecek olursa aerodinamik
yapıda olduğu görülecektir. Aerodinamik yapıların
sürüklenme etkisini oldukça azalttığı bilinmektedir.
Bu şekilde köprünün ayaklarının altının oyulması
engelleniyor. Bu yapı hepimizin bildiği üzere uçak
kanatlarında da kullanılmaktadır. Uçak kanadının
sivri tarafı önde değil arkadadır. Hava akımını
yuvarlak kısım karşılamaktadır. Bu durum su veya
havanın geliş yönünün aerodinamik yapının keskin
tarafından değil yuvarlak tarafından gelmesi
şeklinde sağlanır ve bu suretle akış şekli aşağıda
türbülans oluşumunu da minimuma indirir.”
Aynı araştırmada
‘Köprünün altından akan nehre ne oldu?’ sorusuyla
ilgili de, bugünkü Sakarya Nehri’nin bir kolunun
buradan aktığı ve zamanla bu kolun kuruduğu ihtimali
üzerinde duruluyor, ancak bu bilgi sadece bir
varsayım.
Köprünün ayakları
dibinde hamam benzeri bir yapı olması ise izah
edilemeyen bir başka mesele. Sakarya Müze Müdür
Vekili Arkeolog Mürşit Yazıcı, köprünün ne amaçla
yapıldığının tespiti için köprü çevresinde
arkeolojik kazı yapılması gerektiğini söylüyor. Kazı
çalışması ile köprünün sırları çözülmüş olacağına
dikkat çeken Yazıcı, “Bu sayede saklı kalmış birçok
şey gün yüzüne çıkabilir. Köprüye genel itibarıyla
baktığımız zaman gömük bir vaziyettedir. Burada
yapılacak bir arkeolojik kazıda neden böyle
yapıldığı belki anlaşılabilir.” diyor.
Dünya Tarihi Kentler
Birliği’ne üye oldular
Köprü sayesinde Dünya
Tarihi Kentler Birliği’ne üye olan Serdivan
Belediyesi de görkemli tarihi köprüyü turizme
kazandırmak için harekete geçti. Arkeolojik kazı
için Kültür ve Turizm Bakanlığı’na başvuran
belediye, köprünün restorasyonunu ve onarımını
yapacak. Serdivan Belediye Başkanı Yusuf Alemdar,
1500 yıllık tarihi köprünün bugüne kadar ihmal
edildiğini dile getirerek “Sanat tarihi hocamız
ekibiyle beraber çalışma yapıyor. Bakanlığa müracaat
ederek kazı için izin istedik. Köprü çevresinde
temizlik çalışmaları yapılıyor. Temizlikten sonra
etrafında hangi düzenlemeler yapılacak, nelerin
ortaya çıkması gerekiyor, bunları sanat tarihçileri
ortaya çıkaracak. Yapılacak kazılarla çevresindeki
saklı kalmış eserler de gün yüzüne çıkacak.” diyor
Zaman, Haber: Duran
Savaş, 01.11.2013
|
 |
TARİHİ ESERLER RESTORE EDİLİYOR
Tarihi yarımada içerisinde imar faaliyetleri ve doğal nedenlerle tahrip olan tarihi eserler birer birer elden geçiriliyor. İstanbul İl Özel İdaresi tarafından başlatılan Topkapı sarayı çevresindeki Sur-i Sultani olarak adlandırılan surların restorasyonu Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından yürütülecek. Büyükşehir Belediyesi, I. Derece Arkeolojik Sit Alanında kalan Topkapı Sarayı Sur-i Sultani çevresindeki tarihi surların restorasyonunu Bakanlığa tahsis edilmesi için çalışma başlattı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin düzenlediği Tarihi Yarımada Kara Surları Çalıştayı, farklı disiplinlerden görüşleri bir araya getirdi. Çalıştay sonucunda ortaya çıkan rapor, kara surları ve yakın çevresi sürdürülebilir koruma ve kullanma modelleri oluşturulmasında Büyükşehir Belediyesi'nin çalışmalarına ışık tutacak. Öte yandan İBB Tarihi Çevre Koruma Müdürlüğü tarafından yürütülen çalışma kapsamında, Haliç'in sanayileşmeye açılması, yoğunluk artırıcı imar planları, cadde, bulvar, park ve sahil yollarının açılması için anıt eserlerin ve sivil mimari dokunun ortadan kaldırılması gibi nedenlerle kaybolan yaklaşık 200 tarihi eser bir kitapta toplanacak.
Sabah, 01.11.2013
|
TARİHİ KALEDE TAŞOCAĞI
TEHDİDİ

Malatya'ya bağlı Hekimhan’ın Çimenlik Köyü'nde yer
alan ve yöre halkının “Kale” olarak
adlandırdığı tarihi yerleşim
alanının bir firma
tarafından taş ocağı olarak
işletileceğinin
duyulması yöre halkının tedirgin olmasına
neden oldu.
Söz konusu kalede her hangi bir arkeolojik kazı
yapılmadığını ifade eden yöre sakinleri, “Taş Ocağı
Fikrinin” tarih ve çevre
katliamı olacağını ifade ettiler.
Doğal görünümüyle
Kuzey İrlanda’da yer alan
Devler Kaldırımı’na benzeyen
tarihi mekan, ilk anda
doğal bir kale gibi
çevresinden ayrılıyor.
Doğal sütunların basamak basamak yükseldiği
bir yamacın hemen üzerinde yer
alan kale, bu güne
kadar bilimsel olarak
araştırılmadığı gibi resmi makamlar
tarafından da fark
edilmemiş.
Su arkları, merdivenler,
küçük havuzlar,
taş temeller ve daha önce
köylüler tarafında çıkarılan oymalı ve
işlemeli ahşap parçalar,
söz konusu yerleşim yerinin
tarihine ışık
tutacak çok önemli
delillerdir.
Fakat bilimsel kazılardan ve
araştırmalardan önce
taş ocağı fikriyle tarihi
mekanı tehdit eden işletmelerin
bu cüretkar tavrı, tarihi
mekan üzerinde kirli
hesapların yapıldığı endişesinin doğmasına
neden oldu. Büyük
iş makineleriyle
kalenin ve çevresinin
tahrip edilecek olması, yeni
bir define
oyununu akla getirdi. Ana
yollara bir hayli uzak olan ve bu yönüyle
pekte karlı görünmeyen
taş ocağının özellikle
tarihi bir mekanı hedef
alması söz konusu şüphelerin artmasına
neden olmaktadır.
Doğal güzelliği
ile gören de şaşkınlık
yaratan doğal
sütunların, hoyrat ve bir o kadar tehlikeli
hesaplarla yok edilecek olması insanlık
vicdanını sızlatmaktadır.
Tarihin ve tabiatın
iç içe geçtiği
Kalenin, arkeolojik
araştırmalardan önce
taş ocağı olarak işletilecek
olması Yama Dağlarının
bakir çehresini bozacağı gibi, insanlık mirasının
kadim izlerinin
de yok edilmesine neden
olacaktır.
Malatya Güncel, Haber: Cahid Çavdar, 31.10.2013
|
SANATIN 'EN GÜÇLÜ 100'
LİSTESİNDE TEK TÜRK

Dünyada güncel sanatın
etkili yayınlarından Art Review, ‘güncel sanatın en
güçlü 100 ismi’ listesini güncelledi. Geçen yıl
listesinin 86’ıncı sırasında yer alan Salt’ın
programlar direktörü Vasıf Kortun, 68’inci sıraya
yükseldi. Son üç yıldır listede yer alan Kortun’u “
Türkiye
sanat dünyasına
öncülük eden küratör” olarak nitelendiren Art
Review, Kortun’un listede 68’nci sıraya yükselişini
şu sözlerle yorumladı: “Geçen yıl dışarıdan
bakıldığında,
İstanbul ’da,
Kortun’un deyişiyle ‘aşırı azimli’ bir sanat ortamı
vardı. Ve sonra Gezi Parkı protestoları gerçekleşti.
Birden çok yapıda faaliyet gösteren ve kar amacı
gütmeyen bir kurum olan SALT’ın araştırma ve
programlar direktörü, Gezi öncesinde de dünyanın
geri kalanı için, büyümekte olan bu güncel sanat
başkentinin fiili sözcüsüydü. 2012’de New York
Times’ta yayımlanan bir makalede bir sanatçı,
Türkiye sanatının ‘Kortun’dan önce ve ‘Kortun’dan
sonra’ olmak üzere ikiye ayrıldığını ifade etmişti.
BARD Center for Curatorial Studies’in eski direktörü
olan Kortun, İstanbul sokaklarında huzursuzluğun
patladığı günlerde yorum ve analizlerde bulundu.
SALT, son olarak, kentteki değişken siyasi durumun
sıkıntıya soktuğu İstanbul Bienali’ne kapılarını
açtı. Böylelikle bir kez daha belli oldu ki;
Türkiye’de siyaset ile gelişen sanat dünyasını
sürdürülebilir kılma ihtiyacı arasında arabuluculuk
edebilecek biri varsa, o da Kortun’dur.”
‘En güçlü 100’ listesinin ilk sırasında Katar
Emiri’nin kardeşi Sheikha Al-Mayassa bint Hamad bin
Khalifa Al-Thani yer alırken galerici David Zwirner
ikinci oldu. Londra’nın ünlü galerisi Serpentine’in
direktörleri Hans Ulrich Obrist ve Julia
Peyton-Jones beşinci, ünlü Tate Müzesi’nin direktörü
Nicholas Serota altıncı, MoMA’nın direktörü Glenn D.
Lowry ise sekizinci sırada yer aldı.
Türkiye’den sadece Vasıf Kortun’un girebildiği ‘en
güçlü 100’ listesinde sanatçılar da var. Listede yer
alan bazı sanatçılar şöyle:
9. Ai Weiwei
11. Marina Abramovic
13. Cindy Sherman
15. Gerhard Richter
36. Steve McQueen
42. Liam Gillick
44. Wolfgang Tillmans
56. Jeff Koons
62. Takashi Murakami
Radikal, 31.10.2013
|
EFES, UNESCO BİLETİNİ ALDI
Selçuk Belediyesi'nin Efes'in UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne girebilmesi için 5 yıldan uzun bir süredir verdiği mücadele meyvelerini veriyor. Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü tarafından Selçuk Belediyesi'ne iletilen yazıda, belediyenin hazırladığı Efes'in UNESCO Adaylık Dosyasının, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından onaylanarak Dışişleri Bakanlığı'na iletildiği bilgisi verildi. Şimdi dosya Dışişleri Bakanlığı'nca Paris'teki UNESCO Dünya Miras Merkezi'ne iletilecek. Değerlendirme sonrası 2014 yılında Efes antik kentinin UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne girmesi bekleniyor. Selçuk Belediye Başkanı Hüseyin Vefa Ülgür, "UNESCO Türkiye'nin en çok ziyaret edilen ören yerlerinden biri olan Efes antik kentinin sigortası olacaktır" dedi.
Yeni Asır, 31.10.2013
|

|
HÜRREM'İN HASTANESİ AVM
KURBANI OLDU

Kanuni Sultan
Süleyman’ın eşi Hürrem Sultan tarafından yaptırılan
tarihi Haseki Hastanesi’nin yine tarihi bir trampa
ile Hazine’ye devredildiği ortaya çıktı. İstanbul
Büyükşehir Belediyesi ile Maliye Bakanlığı arasında
gerçekleşen trampa işleminde, belediyenin Haseki
Hastanesi’nin arsaları karşılığında, Hazine’den
konut, alışveriş merkezi için yeni arsalar aldığı
belirlendi. Söz konusu trampa ise, ekonomi kurumları
arasında da tartışma konusu oldu.
İstanbul’daki “asrın trampasının” hikayesi şöyle:
TRAMPADA İKİNCİ PERDE
Bazı AKP’li
belediyelerin vergi borçlarını “cami arsaları” ile
kapatmasının ardından, yine bazı AKP’li
belediyelerin, hastane ve sosyal tesis arazileri ile
Hazine arazilerini trampa ederek milyonlarca liralık
arsa rantı sağladığı ortaya çıktı. Bunun en ilginç
örneklerinden birisinin ise Maliye Bakanlığı ile
İstanbul Büyükşehir Belediyesi arasında Haseki
Hastanesi için trampanın olduğu belirlendi.
Taraf’ın ulaştığı belgelere göre, İstanbul
Büyükşehir Belediyesi, Hürrem Sultan tarafından
yaptırılan ve halen de Haseki Hastanesi olarak
kullanılan arsaları ve Bağcılar Hastanesi’nin
arsalarını, Hazine’ye dolayısıyla Maliye Bakanlığı
Milli Emlak Genel Müdürlüğü’ne devretti. Bunun
karşılığında ise İstanbul’un değişik semtlerinde
bulunan, konut, alışveriş merkezi gibi yapılaşmaya
uygun Hazine arsaları belediyeye verildi.
HAZİNE BORÇLU ÇIKTI
Devir teslim işleminden
önce, hastanelerin arazileri ve Hazine’den
belediyeye verilecek arazilerin değer tespitleri
yapıldı. Bunun için Haseki ve Bağcılar Hastanesi’nin
arazileri için 167 milyon liralık değer biçilirken,
Hazine’den belediyeye geçen arsalar için ise 75
milyon liralık değer biçildi. Aradaki farkın ise
yeni arsalar ile kapatılması kararlaştırıldı. Bu
çerçevede, belediye İstanbul’da yeni Hazine arsa
arayışlarına başladı.
MEZARLIK YERİ DE VAR
İstanbul Büyükşehir
Belediyesi tarafından Hazine’ye devredilen arsaların
üzerinde bulunan yapılarla ilgili de bilgiler
verildi. Buna göre, Hazine’ye devredilen arsalar
üzerinde, hastane blokları, dükkanların yanısıra
mezarlık yeri de bulunuyor. Hazine tarafından
belediyeye verilen arsaların bir kısmı boş
bulunurken bir kısmı da, üzerinde değişik amaçlarla
kullanılan yapılar yer aldı. Ancak söz konusu
arsaların tamamı da yapılaşmaya uygun bulunması
dikkat çekti.
Trampa operasyonu
neden yapıldı?
Haseki Hastanesi’nin,
yeni araziler karşılığında Hazine’ye devredilmesi
kafalarda soru işaretlerinin oluşmasına yol açtı.
Buna göre, Haseki Hastanesi’nin Hazine’ye
devredilmesi ile sağlanan avantajlar şöyle:
» İstanbul Büyükşehir Belediyesi, karşılıksız olarak
“imara açılabilecek” araziler elde etme imkanı
sağlıyor.
» Bu yöntemle, belediyenin kasasından para çıkmadığı
için, Hazine arazilerinin alımı da yönetim
organlarında tartışılmamış oluyor.
» Hazine’den alınan araziler üzerinde öncelikle imar
değişikliği yapılıyor ve ardında da satışa sunuluyor
veya yeni projeler için kullanılıyor. Böylece, 100
liraya alınan bir arsa imar değişikliği ile birlikte
iki katı üç katı değere ulaşıyor.
» Hastane, okul ve cami gibi sosyal tesislerin
arsaları daha çok hayırseverler tarafından
bağışlandığı için hiçbir şekilde alınıp satılamıyor.
Söz konusu arsalar, Hazine’ye devredilince bu kez
üzerinde işlem yapmanın yolu da açılıyor.
» Hastanenin veya caminin arsası ile ilgili proje
üretmenin yolu açılıyor.
» Ayrıca hastanelerinin Hazine’ye devredilmesi ile
birlikte, hastanenin arsasının üzerinde yetki
kullanılmasının da yolu açılacak. Örneğin,
hastanenin özelleştirilmesi gibi bazı kararlar
alınabilecek.
Taraf, Haber: Hüseyin
Özay, 31.10.2013
|
ARABİSTANLI LAWRENCE'IN
EVİNDEN MEZOPOTAMYA ÇIKIYOR

Suriye sınırındaki
Gaziantep’in Karkamış İlçesi’nde kazı çalışmaları
süren antik kentte, Kudüs’ü tahrip etmekle suçlanan,
Tevrat ve İncil’de adı geçen Babil Kralı
Nebukadnezzar’ın dünyada örneği bulunmayan steli
bulundu. Kazılarda, Karkamış Kralı Katuva’nın
sarayından heykeller, MÖ 800 yılından ilginç çivi
yazılı tablet, 1911 ile 1914 yılları arasında
Karkamış’ta çalışan Arabistanlı Lawrence’nin
yaşadığı tahmin edilen evinde ise 300’ün üzerinde
heykel ve mozaik ile Luvi Hiyeroglifli yazıt
parçaları gün yüzüne çıkarıldı.
Bologna Üniversitesi’nden Doç.Dr. Nicolo Marchetti
başkanlığında, Türk-İtalyan ekibi tarafından
Türkiye -Suriye
sınırında bulunan Karkamış Höyüğü’nün üçüncü sezon
kazıları tamamlandı. Kazılarda yüzlerce önemli
tarihi eser gün yüzüne çıkarılırken, kalıntılar
arasında Milattan Önce 605 yılında Karkamış’ı ele
geçiren ve Asya’nın bir bölümünde hüküm süren Babil
Kralı Nebukadnezzar’a ait stel bulundu. Büyüklük
oranında dünyada eşi bulunmadığı ifade edilen stelin
Nebukadnezzar tarafından Asur ve Mısırlılara karşı
kazandığı zaferin anısına yaptırdığı tahmin
ediliyor. Kazı ekibi, ayrıca Karkamış Kralı
Katuva’nın sarayından heykeller ile Milattan Önce
800 yılından kalan ilginç çivi yazılı tablete de
ulaştı. 1911 ile 1914 yılları arasında Karkamış’ta
çalışan Arabistanlı Lawrence’nin evinde yapılan
kazılarda da 300’ün üzerinde heykel ve Luvi
Hiyeroglifli yazıt parçası bulundu.
Kazı heyeti, Gaziantep Büyükşehir Belediyesi Meclis
Salonu’nda çalışmalarla ilgili bilgi verdi. Kazı
heyeti başkanı Bologna Üniversitesi’nden Doç.Dr.
Nicolo Marchetti, bulunan stelin, Asur ve
Mısırlılara karşı kazanılan zaferin anısına
yaptırıldığını düşündüklerini söyledi.
Kazı heyeti başkanı Doç.Dr. Nicolo Marchetti’nin
yardımcısı Yrd. Doç.Dr. Hasan Peker ise bulunan
eserlerin tarihe ışık tuttuğunu anlatarak, şunları
kaydetti:
"Nebukadnezzar, yeni Babil döneminin en önemli
kralıydı. Belgelerde sadece kendi yazdıkları yok.
Babil Kralı Nebukadnezzar, Kudüs’ün ve tapınak
bölgesinin tahrip edicisi. Bu, şu bilgiye götürüyor
bizi: Tek tanrılı dinlerden çoğunun kitabında
tanınan birisi. Tevrat ve İncil’de adı geçiyor.
Dönemin iki büyük gücü, koalisyonu olan Asur ve
Mısırlıları alt edecek kadar güçlü bir kralla karşı
karşıyayız. Onlar da dönemin savaş makinesi. Bir
başka savaş makinesi Babil’de bunu sona erdiriyor.
Yani denge haliyle barışı getiriyor."
Toplantıya katılan Gaziantep Büyükşehir Belediye
Başkanı Asım Güzelbey de dünyanın ilk yazılı barış
anlaşmasının burada yazıldığını ifade etti.
Güzelbey, "Aradan geçen 4 bin yıla rağmen hala
insanların birbirini yediği, kardeş kanının aktığı
bölgede Kadeş Antlaşması’nın yapılmış olması
bugün için çok ayrı
bir önem arz etmektedir” dedi.
Heyetin kazı çalışmalarına ilkbaharda devam edeceği
bildirildi.
Radikal, Haber: Mücahit
Yolcu, 31.10.2013
|
İŞTE 9 BİN YILLIK EN ESKİ UYARI LEVHASI!

Heyecan uyandıran
keşif... Çatalhöyük’teki duvar resmini inceleyen
uluslararası bilim ekibi ‘Hasan Dağ’ın 9 bin yıl
önceki patlaması resmedilmiş. Bu dünyanın ilk uyarı
levhası’ dedi.
Orta Anadolu’da bulunan Neolitik ve Kalkolitik
Çağ yerleşim yeri olan Çatalhöyük’te çarpıcı bir
keşfe imza atıldı. Bölgede çalışma yürüten
uluslararası bilim ekibi, daha önce bulunan ve Hasan
Dağ’ın patlama anının resmedildiği duvar resminin
incelemesini tamamladı.
İLK KEZ DOĞRULANDI
Bir köyün üzerine patlayan yanardağın anlatıldığı
çizime, Carbon 14 sisteminin farklı bir modelini
kullanan uzmanlar, “Yanardağın ilk patlaması 29 bin
yıl önceye daha sonraki patlaması da 9 bin yıl
öncesine dayanıyor” dedi.
Araştırmayı yöneten California Üniversitesi’nden
Axel Schmitt ise, “Duvar resminde Hasan Dağ’ın
patlama anı resmediliyor. Bu çalışmayla ilk kez net
bir biçimde yanardağ patlamasının 29 bin yıl önce
gerçekleştiği doğrulanmış oldu. Diğer bir deyişle
Çatalhöyük’teki duvar resmi dünyanın ilk
uyarı levhası” diye konuştu.
Akşam, 31.10.2013
|
AYASOFYA CAMİ OLARAK KALACAK

Trabzon İdare Mahkemesi, şehirdeki tarihi Ayasofya
Müzesi'nin camiye çevrilmesi ve ibadete açılmasına
ilişkin işlemin iptali talebiyle açılan davayı
reddetti. Geçmişte cami olarak kullanılan ancak
ardından müze olarak hizmet vermeye başlayan
Ayasofya Mahallesi'ndeki tarihi Ayasofya yapısı bir
süre önce yeniden cami olarak hizmet vermeye
başladı. Bazı dernek ve sivil toplum kuruluşlarının
açtığı işlemin iptali davasının ise Ayasofya'nın
camiye çevrilmesine ilişkin tesis edilen bir idari
işlemin mevcut bulunmaması sebebiyle reddedildiği
belirtildi.
Sabah, 31.10.2013
******
MAHKEME: AYASOFYA
CAMİ DEĞİLDİR

Trabzon İdare Mahkemesi, Ayasofya Müzesi’nin
camiye çevrilmesi ve ibadete açılmasına ilişkin
işlemin iptali için açılan davayı, “Müzenin camiye
çevrilmesine ilişkin tesis edilen bir işlemin mevcut
bulunmadığı anlaşılmaktadır” gerekçesi ile reddetti.
Trabzon’daki Ayasofya Kilisesi,
Fatih Sultan Mehmet’in 1461’de Trabzon’u
fethinin ardından camiye dönüştürüldü. Yıllar sonra,
1961’de restorasyon çalışmasının ardından 1961’de
müze olarak hizmet vermeye başladı. “Bu yapı Fatih
Sultan Mehmet Vakfı’na aittir” diyen Vakıflar Genel
Müdürlüğü’nün açtığı dava 2012 yılında sonuçlandı ve
Ayasofya Müzesi geçen yıl Vakıflar Genel
Müdürlüğü’ne devredildi. Devrin ardından ‘Ayasofya
Camisi’ olarak kayıtlara geçen yapı, çeşitli
işlemlerin ardından ibadete hazır hale getirildi.
Freskler perdelerle kapatıldı
Fresklerin asma tavan ve özel perdelerle kapatıldığı
Ayasofya’da geçen 28 Haziran’da ilk kez namaz
kılındı, temmuz başında da ilk cuma namazıyla resmen
ibadete açıldı. Diyanet İşleri’nin de
imam da görevlendirdiği Ayasofya’da namaz
saatleri dışında turistler belirli bölümlerden tavan
fresklerini görme şansı elde edebiliyor. Mimarlar
Odası Trabzon Şubesi, Trabzon
Sanat Evi Derneği, Ayasofyalılar Güzelleştirme,
Koruma ve Yardımlaşma Derneği, Trabzon İli ve
İlçeleri Eğitim, Kültür ve Sosyal Yardımlaşma Vakfı
ile Fethi Yılmaz ve Zeki Batar, Trabzon İdare
Mahkemesi’ne başvurarak, Ayasofya Müzesi’nin camiye
çevrilmesine ilişkin işlemin iptalini istedi.
Trabzon İdare Mahkemesi, 20 Eylül’de davayı karara
bağladı. Kararda “Trabzon Ayasofya Müzesi’nin camiye
çevrilmesine ilişkin tesis edilen bir işlemin mevcut
bulunmadığı anlaşılmakta, kesin ve yürütülmesi
zorunlu bir işlem bulunmadığından davanın reddi
sonuç ve kanaatine ulaşılmıştır. Açıklanan nedenle
davanın incelenmeksizin reddine” ifadesi kullanıldı.
Davayla ilgili son kararı Danıştay verecek.
Radikal, 31.10.2013
|
447 YIL SONRA GüN YÜZÜNE ÇIKAN TARİH

Kanuni Sultan Süleyman'ın Saltanat Kayığı'na ait bir
parça, 447 yıl sonra açığa çıktı. Deniz Müzesi'nin
deposunda bulunan ahşap süslemelerin olduğu parça,
cam çerçeveye alınarak müzedeki Saltanat Kayığı'nın
yanındaki duvara asılarak, sergilenmeye başlandı.
Zamanın acımasızlığına karşı direnen bu küçük
parçanın ne zaman ve nasıl bulunduğuna dair herhangi
bir bilgi yok. Kanuni, 1566'da Zigetvar Seferi'ni
gerçekleştirmiş, ancak kalenin alındığını göremeden
burada kurulan otağında ölmüştü. Kanuni'nin ölümü,
yeniçerilerin moralinin bozulmaması için İstanbul'a
dönene kadar saklanmıştı.
20 BİN MALZEME GÜN IŞIĞINDA
6 yıl süren restorasyonun ardından geçtiğimiz
günlerde açılan müzenin deposunda gün ışığına
çıkmamış binlerce obje daha var. Bu objeler yenileme
çalışmaları devam eden müzenin eski binasında
sergilenecek. Atatürk'ün Savarona'daki yatağı, daha
önce hiç yayınlanmamış orijinal el yazıları ilk kez
müzede yer alacak. İstanbul Deniz Müzesi Müzecilik
Şube Müdürü Öğretmen Albay Ergun Korbek, eski
binanın restorasyonun 2014'te tamamlanacağını,
2015'ten itibaren de halka açılacağını söyledi. Eski
bina bir tünelle yeni binaya bağlanacak.
PADİŞAHA BAKMAK YASAK
Dünyanın en önemli 5 deniz müzesi arasında olan
İstanbul Deniz Müzesi'nin en önemli parçalarından
birini dünyada orijinal olarak korunan tek kadırga
olma özelliği taşıyan Sultan 4'üncü Mehmet
dönemindeki tarihi kadırga oluşturuyor. Restore
edilen kadırgaya gerçekçi bir görünüm vermek için
hamlacı (kayıkçı) mankenler de yerleştirildi.
Mankenlerde en dikkat çekici unsur, hepsinin ayak
uçlarına bakması. Müzecilik Şube Müdürü Alb. Korbek
bu ayrıntıyı tek bir cümleyle açıkladı: "Padişaha
bakmaları yasaktı."
HER GEMİNİN AYRI BİR HİKAYESİ VAR
4 bin 861 parçanın sergilendiği müzede
efsaneleşmiş gemilerin tam modelleri ile bu gemilere
ait bazı parçalar da bulunuyor. Bu gemilerden biri
Kırım Harbi'nde önemli başarılar elde eden Mahmudiye
Kalyonu. 76 metreden fazla boyu ve 128 top
kapasitesiyle o güne kadar inşa edilmiş en büyük
kalyon olan Mahmudiye, Sivastopol Muharebesi'nin
ardından "Gazi" unvanını aldı. Bir diğer
efsaneleşmiş gemi Hamidiye'nin tam modeli de müzede
yer alıyor. Abdülhamid tarafından yaptırılan, 20'nci
yüzyılda da Rauf Orbay'ın emriyle yenilenen Hamidiye
kruvazörü Balkan Savaşı sırasında Yunan Donanması'na
büyük kayıplar verdirdi. Hamidiye, pek çok savaş
yeniliğini de ortaya koydu. Bir sahte baca eklemekle
geminin dış görünüşünü değiştirip "düşmanı gafil
avlamak" savaş hilesi dünyada ilk kez Hamidiye'de
kullanıldı.
Sabah, Haber: Ceyda
Karaaslan, 31.10.2013
|
404 YILLIK TARİH 5 SANTİM YANA KAYDI!

İstanbul'un en önemli
tarihi eserlerinden 404 yıllık
Sultanahmet Camiii'nin 4 numaralı
minaresinin 3-5 santim kaydığı tespit edildi.
Vakıflar Genel Müdürlüğü,
İTÜ öğretim üyelerinin hazırladığı rapor
doğrultusunda acil ihaleye kararı aldı.
Minarenin bir bölümü sökülüp yeniden yapılacak.
SÖKÜLÜP YENİDEN YAPILACAK
Türkiye'nin en önemli tarihi eserlerinden
Sultanahmet Camii'nin bir
minaresinin kaydığı belirlendi. Caminin ön
kapısında, iki şerefeli 4 numaralı
minarenin durumu,
Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 40-45 milyon
liralık kapsamlı restorasyonun hazırlığı yapılırken
ortaya çıktı.
'PARÇA PARÇA DÖKÜLÜYOR'
İTÜ öğretim üyeleri
Prof.Dr. Feridun Çılı, Doç.Dr. Cenk Üstündağ, İnşaat Yüksek Mühendisi Gülseren
Erol'un hazırladığı, "Sultanahmet
Camii Rölöve-Restitüsyon ve Restorasyon Projesi
Taşıyıcı Sistemin Mevcut Durumu Hakkında Teknik
Rapor"da beklenen İstanbul depremine dayanıklı
olduğu saptanan camiinin, Marmara Üniversitesi
Rektörlüğü tarafındaki 2 şerefeli
minaresinin parça parça aşağıya döküldüğü ve 3
ile 5 santim aralığında kaydığı tespit edildi.
NUMARALANDIRARAK SÖKÜLECEK
İTÜ tarafından hazırlanan raporda; "Minarenin
ikinci şerefesinin üstündeki bölüm, altında kalan
bölüme göre yatayda 3-5 santim mertebesinde kaymış
olup, bu bölgedeki
taşların stabilitesi kararlı değildir.
Minarenin ikinci şerefe üstündeki bölümünün,
taşlar numaralandırılıp sökülerek yeniden inşaa
edilmesi uygun olacaktır" denildi. Vakıflar hem
teknik rapor hem de buna uygun hazırlanan
restarasyon-restitüsyon ve röleve raporu
doğrultusundaihale sürecini başlattı.
Minaredeki çalışmanın önümüzdeki hafta başlaması
bekleniyor.
'TURİSTLERİN
BAŞINA
TAŞ DÜŞEBİLİR'
Turistlerin yoğun olarak geçtiği
minarenin
taş düşmeleri nedeniyle hayati riske yol
açmaması için 'acil' olarak en kısa sürede
restorasyona başlanacak.
'TAŞLAR
ÇÜRÜMÜŞ, PARÇA PARÇA AŞAĞI DÖKÜLÜYOR'
Habertürk'e konuşan Vakıflar Genel Müdürü Dr. Adnan
Ertem şöyle konuştu: "Sultanahmet'te kapsamlı bir
restorasyon yapılacak. Özellikle rektörlük
tarafındaki
minarenin durumu kötüydü. Şimdi restorasyununu
yapılacak.
Bölge müdürlüğüne talimat verildi.
Taşlar çürümüştü, parça parça aşağıya düşüyordu.
Zaman ve rüzgarın etkisiyle
taşlar yıpranmış ve dökülüyordu. Şerefenin
üstünden
taşları değiştireceğiz. Ordaki
Hünkar Mahfili'ndeki halı müzemizi de Ayasofya
İmareti'ndeki müze çalışmamız bitti, oraya
taşıyoruz.
Hünkar Mahvili'nde duran, tarihi değeri çok
yüksek olan halıların tamamı da Ayasofya Müzesi'ne
taşınıyor. Hünkar Mahfili'ni de camiye
katacağız. Oradaki drenaj kanallarının nasıl
yapıldığı? Ne kadarlık alanı kapsadığı da ilk kez
tespit edilecek. Bir süredir çalışılıyor bu konuda
da. Su toplanıyor ama nereye gittiğini hala
bilmiyoruz. Restorasyon bittiğinde o da ortaya
çıkacaktır. "
'TAŞLARDA ERİME VE OYUKLAR VAR'
Raporda, "4 numaralı 2 şerefeli minarenin durumu"
başlığı altında şu tespitlere yer veriliyor;
- Minarenin ikinci şerafesinin üstündeki bölüm,
altında kalan bölüme göre yatayda 3-5 santim kaymış.
- Burdaki taşların stabilitesi kararlı değil.
- Taşlarda erime ve oyuklar var.
- Yüzeyi bozulan taşlarda uygun müdahale yapılmalı.
- Nitelikli bir yüzey temizliği yapılacak.
- Minare gövdesi taşlarında derz boşalmaları
gözlendi.
- Bazı taşların arası görülebiliyor.
- Derzler özgün harca benzer özelliklerdeki bir
malzemeyle onarılmalı.
- Düşük basınç altında yerleştirme yapılmalı.
- 2. şerefe üstündeki taşlar numaralandırılıp
yeniden inşa edilmeli.
HÜNKAR MAHFİLİ DE CAMİYE KATILACAK
Sultan 1.Ahmet henüz 14 yaşındayken Osmanlı tahtına
çıktığında İstanbul'un neredeyse tüm önemli tepeleri
hünkar adlarına yapılan camilerle dolmuştu. O da
Ayşe Sultan'a 30 bin altın vererek Sultanahmet
Camii'nin yapılacağı yeri kamulaştırdı. İlk kazmayı
bizzat kendisi 1609'da vururken; "Ya rab Ahmet
kulunun hizmetidir" diye dua etti. 7 yıl 5 ay 6 gün
süren inşaat sonunda 6 minareli ilk cami açıldı.
Habertürk, Haber: Sultan Uçar, 31.10.2013
|
KIYMETİ BİLİNMEYEN 20
DUVAR MOZAİĞİ

Emlak Kredi Bankası
tarafından 1947-1957 yılları arasında 4. Levent’te,
mimarları Kemal Ahmet Aru ve Rebii Gorbon olan bir
toplu konut projesi başlatıldı. Proje 100 hektarlık
alanda 450 konuttan oluşu-yordu. Projeye bağlı
olarak Konaklar Mahallesi’ndeki Akçam Caddesi ve bu
caddeye bağlı sokaklarda bazı cephelerini süslemesi
için birçok sanatçıya teklif götürüldü. Teklif
götürülen sanatçılar ise dönemin usta isimleri olan
Bedri Rahmi Eyüboğlu, Nurullah Berk, Ferruh Başağa,
Sabri Berkel, Ercüment Kalmık ve Eren Eyüboğlu’ydu.
Bu ustaların ellerinden çıkma 20 dev mozaik işlendi
duvarlara. Cumhuriyet sonrası İstanbul’un kamusal
alandaki ilk sanat örneklerini oluşturan bu
mozaikler, Akçam Caddesi ve bu caddeye bağlı
sokakları adeta açık hava müzesine dönüştürmüştü.
Bir zamanlar mimarının
amacının sadece bina yapmak olmadığı, bir çevre
yaratmak gibi bir hedefleri olduğunun kanıtları olan
bu mozaikler ne yazık ki zamanla unutuldu.
Unutulmakla kalmadı 20 eserin 7’si montalama altında
kaldı; altısının üzeri tabela ve reklam panolarıyla
kapatıldı; iki tanesinin ise baca, sundurma, klima
ve ben-zeri unsurlarla tahrip edildi. Nurullah
Berk’in yaptığı bir duvar mozaiğinin ise vitrin açma
amacıyla yıkılarak yok edildiği saptandı. Sadece 4
mozaik iyi durumdaydı.
Beşiktaş Belediyesi,
elli yılı aşkın süredir kimsenin araştırmadığı bu
önemli eserleri gün ışığına çıkarmak için geçen yıl
bir proje başlattı. Proje kapsamında mozaiklerin
cephelerde algılanabilmesi için boya renklerinden,
eserlerin rölövelerinın alınmasına, restorasyon
projelerine kadar ayrıntılı bir çalışma yapıldı.
Belediye, 2012 yılı sonunda yirmi mozaiğin tamamının
koruma altına alınmasın sağladı. İstanbul III.
Numaralı Koruma Bölge Kurulunun aldığı kararın
ardından, mozaiklerin üzerini kapatan ekler söküldü.
İlk olarak Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun reklam panosu
altında kalan iki mozaiği; bir restoranın kış
bahçesinin içinde kaybolmuş Ferruh Başağa’nın
mozaiği ve Eren Eyüboğlu’nun yarısı tabela altında
gizlenmiş mozaiği gün ışığına çıkarıldı. Sabri
Berkel’in üç mozaiği ve Ercüment Kalmık’a ait bir
mozaik daha gün ışığına çıkacak. Projenin hedefi yıl
başında İstanbul’u ‘eski’ sokak müzesine
kavuşturmak.
RÖLÖVE NEDİR?
Rölöve, bir yapının,
kent dokusunun veya arkeolojik kalıntının yakından
incelenmesi, belgelenmesi, mimarlık tarihi açısından
değerlendirilmesi ve restorasyon projeleri
hazırlanabilmesi için binanın iç ve dış mimarisine,
özgün dekorasyonuna ve taşıyıcı sistemi ile yapı
malzemelerine ait mevcut durumunun ölçekli
çizimlerle anlatımıdır.

Tabelanın mozaiği
kapatan bölümü kaldırıldı. (Eren Eyüboğlu)

Bedri Rahmi Eyüboğlu

Sabri Berkel
Evrensel, Haber:
Nazife Yaşar, 31.10.2013
|
SFENKS KOPYALARI GERÇEĞİNİ ARATMIYOR
Hitit Medeniyeti'nin başkenti Hattuşa'da
yürütülen kazı çalışmaları sırasında bulunan ve 1917
yılında restorasyon amacıyla Almanya'ya götürülen,
yoğun diplomatik çalışmaların ardından 94 yıl sonra
ana yurduna getirilebilen Boğazköy
sfenksinin kopyası, Hattuşa'daki sfenksli kapıya
yerleştirildi.





Hitit Medeniyeti'nin başkenti Hattuşa'da
yürütülen kazı çalışmaları sırasında bulunan ve 1917
yılında restorasyon amacıyla Almanya'ya götürülen,
yoğun diplomatik çalışmaların ardından 94 yıl sonra
ana yurduna getirilebilen Boğazköy
sfenksinin kopyası, Hattuşa'daki sfenksli kapıya
yerleştirildi.
Alman Arkeoloji Enstitüsü adına kazı çalışmalarını
yürüten Kazı Başkanı Doç.Dr. Andreas Schachner, AA
muhabirine yaptığı açıklamada, 1917
yılında restorasyon amacıyla Türkiye'den Almanya'ya
götürülen Boğazköy sfenksinin, Kültür ve Turizm
Bakanlığının girişimleri sonucu 94 yıl sonra ana
yurdu Hattuşa'ya getirildiğini anımsattı.
Önceki yıl Türkiye'ye getirilen ve İstanbul'da bakım
çalışmaları yapılan Boğazköy sfenksinin, İstanbul
Arkeoloji Müzesi'nde sergilenen diğer
sfenksle Boğazkale'ye getirildiğini anltana
Schachner, her iki sfenksin de Boğazköy Müzesi'nde
sergilenmeye başlandığını söyledi.
Yıllar sonra anavatanına dönen Boğazköy sfenksinin,
Hattuşa'daki Yer Kapı'nın bulunduğu yığma tepenin
orta noktasından çıkarıldığını dile getiren
Schachner, "Buradan toplam 4 sfenks çıkarıldı.
Bunlardan biri Almanya'dan getirilen, diğeri ise
İstanbul Arkeoloji Müzesinde sergilenirken
Boğazkale'ye getirilen sfenkstir. Biri bir yangın
sonucu tamamen yok olmuş, diğeri ise büyük tahribat
gördüğü halde orijinal yerinde durmaktadır" dedi.
Sfenkslerin orijinallerinin Boğazkale Müzesinde
sergilenmeye başlanmasının ardından Yer Kapı'daki
ait oldukları bölgeye birer kopyalarının
yapılması için çalışmalara başladıklarını ifade eden
Schachner, şöyle konuştu:
"Sfenkslerin, 1907 yılındaki orijinallerinin
bulunduğu bölgeye yerleştirilmeleri, kazı ekibi
olarak bize düştü. Daha önce İstanbul'daki müzede
sergilenen sfenksin kopyasını, çıkarıldığı alana
yerleştirmiştik. İstanbul Arkeoloji Müzesi ile
İstanbul'dan bir firmanın desteğiyle bu yıl da diğer
sfenksin kopyasını yerleştirdik. Böylece her iki
eserimiz de 1907 yılında bulundukları alana
konulmuştur. Bu benim en büyük hayalimdi.
Sfenkslerin ait oldukları noktalara yerleştirilmesi
Hattuşa'ya yeni bir odak noktası kazandırdı."
Hattuşa'ya gelen ziyaretçilerin, sfenkslerin
orijinallerini Boğazköy Müzesinde
inceleyebildiklerini anlatan Schachner, "Buraya
gelerek de bulundukları yerleri görebiliyor,
eserlerin coğrafi çevresi ve şehir ile olan
ilişkisini anlayabiliyorlar. Bu beni ve kazı
ekibimizi çok mutlu ediyor" ifadelerini kullandı.
"Sfenksler, gösteriş için inşa edilmiş"
Schachner, sfenkslerin bulunduğu Yer Kapı'nın,
anıtsal şehir kapılarından olmadığını, sadece
yayaların kullandığı küçük bir kapı olduğunu
söyledi.
Sfenkslerin bulunduğu noktanın şehrin tacı konumunda
bulunduğunu ifade eden Schachner, "Burası adeta
şehrin tacı konumunda. Etrafımızda 28 tapınak
bulunuyor. Burada törenler ve ayinler yapılıyordu.
Bu sfenksler, 15-20 kilometre uzaklıktan
görülebiliyordu. Medeniyetin gücü ve muhteşemliği
etrafa gösteriliyordu. Yani sfenksler, gösteriş için
inşa edilmiş" diye konuştu.
Sabah, 30.10.2013
|
AMASYA'DA 2 BİN YILLIK TANRIÇALI MOZAİK BULUNDU
Amasya'da yapılan kazılarda
Roma dönemine ait belediye veya meclis binasına
ait olduğu tahmin edilen yaklaşık 2 bin yıllık
tanrıça motifli taban
mozaikleri bulundu.
Yaklaşık 80 metrekare genişliğindeki mozaiğin
üzerinde daha önceki kazılarda örneği görülmeyen
'KTICIC' ve 'IIAPE BOAH' yazılı iki figürün
bulunduğunu belirten
Amasya Müzesi Müdürü Celal Özdemir, birbirine
karşılıklı bakar durumda tasvir edilmiş tanrıça
figürlerinin bulunmasının ilginç bir hikayesinin
olduğunu söyledi.
İmam Hatip Lisesi mevkisinde yol kenarında kaçak
kazı yapıldığı bilgisini almaları üzerine işlemlerin
ardından kazının üstünü örtmeye çalıştıkları esnada
iş makinesine
mozaik parçalarının takıldığını anlatan Celal
Özdemir, 'Biz burada yapıların olduğu biliyorduk
zaten. Ama tabanının mozaikli olduğunu bilmiyorduk.
Bizim için sürpriz oldu' dedi.
Yaklaşık3 ay önce Yavru Köyü yakınlarındaki
kazılarda iki mozaik bulunduğunu, yeni bulunan
mozaiğin ise diğerlerinden farklı ve nadir figürlere
sahip olduğunu belirten Özdemir, ''KTICIC' mozaiği
genelde
Roma dönemi, erken Roma dönemi ve Bizans
dönemindeki yapıların, vakıf eserlerinin üzerine
binayı, yapıyı korusun diye yapılmış bir tanrıça.
Diğer mozaikte yuvarlak madalyon içerisinde 'IIAPE
BOAH' yazıyor. Biz bunun belediye meclis binası,
resmi bir yapı olduğu kanaatine vardık' diye
konuştu.
Müze Müdürü Özdemir, Kültür ve Turizm Bakanı
Müsteşarı Özgür Özarslan'ın direktifleriyle devam
eden kazıların Amasya tarihi için önemli olduğunu
kaydetti.
Mozaiğin bulunduğu alanda Kültür ve Turizm İl Müdürü
Ahmet Kaya ve diğer yetkililerle birlikte
incelemelerde bulunan Amasya Valisi İbrahim Halil
Çomaktekin ise, 'Amasya'nın her tarafından tarih
fışkırıyor. Sahip olduğumuz yer altındaki serveti,
insanlığın mirası olan yer altındaki bu değerleri
bulup insanlarımızın hizmetine ve tanıtımına
sunacağız' şeklinde konuştu.
Sabah, 30.10.2013
|
ZEİD'DEN 4.6 MİLYONLUK REKOR

Türk sanatçı Fahrelnisa Zeid’in dün Christie’s
Dubai Müzayede Evi tarafından, Modern ve Çağdaş
Ortadoğu Sanatı Eserleri müzayedesinde satışa
çıkarılan ‘Break of the Atom and Vegetal Life’
(Atomun Parçalanışı ve Bitkisel Hayat) tablosu 2
milyon 300 bin dolara satılarak çağdaş Türk resminde
rekor kırdı.
Zeid’in oğlu ve Ürdün prensi Raad Bin Zeid’in
koleksiyonundan çıkan tablo için tahmini fiyat 3-5
milyon dolardı. Açık arttırma 1 milyon 600 bin
dolarla başladı, sonunda satış 2 milyon 300 bin
dolara (yaklaşık 4 milyon 570 bin lira) vergilerle 2
milyon 700 bin dolara, (yaklaşık 5 milyon 360 bin
lira) gerçekleşti. Böylece Erol Akyavaş’ın 2013’te 2
milyon 300 bin TL’ye satılan ‘Kabe’sinin rekoru
kırıldı. 1962 tarihli eserin yanı sıra müzayedede
yer alan ve Türk sanatçılara ait diğer eserler;
Murat Pulat’ın 32 bin dolara satılan ‘Kesik’i ile
Ramazan Bayrakoğlu’nun alıcı bulamayan
‘Browns’uydu.
Hürriyet, 30.10.2013
******
REKOR KIRAN TABLOYU
ZAFER YILDIRIM ALDI
Dubai’de Christie’s
Müzayede Evi tarafından önceki akşam düzenlenen
müzayedede satılan Fahrünnisa Zeid’in 1962 tarihli
tablosu “Atomun Parçalanışı ve Bitkisel Hayat”ı
Orjin Group ve
İstinye Park
ortaklarından, sanat koleksiyoncusu
Zafer Yıldırım
aldı. Zeid’in tablosu 2 milyon 741 bin dolar
(yaklaşık 5 milyon 450 bin lira) ile en pahalı
çağdaş Türk resmi oldu. Daha önce bu unvan, Erol
Akyavaş’ın bu yıl satılan ve 2 milyon 900 bin lira
fiyatlı “Kabe” adlı eserine aitti. 2009 yılında
Yıldız Holding Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker’in
satın aldığı Burhan Doğançay’a ait “Mavi Senfoni” de
vergileriyle birlikte 2 milyon 800 bin lira fiyatla
üçüncü sırada yer alıyor.
Zafer Yıldırım’ın
koleksiyonerliği 20 yıl öncesine dayanıyor. Hem
dünyada, hem de Türkiye’de sanata yaklaşımın daha
çekingen olduğu dönemlerde resim ve hat eserleri
toplamaya başlayan Yıldırım, şu anda 800 parçalık
bir koleksiyona sahip. Türk hat sanatçısı Emin
Barın’ın yaklaşık 200 parçalık koleksiyonu da
Zafer Yıldırım’ın
koleksiyonunda bulunuyor.
Zafer Yıldırım,
özellikle Zeid’in bu tablosunu Türkiye’ye geri
getirmiş olmaktan dolayı çok mutlu. Dün
görüştüğümüzde de bunu ifade etti ve böyle önemli
bir eseri sanatseverlerle de paylaşmak istediğini
söyledi.
Fahrünnisa Zeid’in tablosu 5.5 metre en, 2.1 metre
boya sahip ve ölçüleri de sergilemek için özel bir
alanı şart koşuyor.
FRANSA’DA
‘FAHRELNİSA’ İMZASINI KULLANDI
Birçok sanatçı yetiştiren Şakir Paşa Ailesi’nin
ortanca kızı olan ve 14 yaşında resim yapmaya
başlayan Fahrünnisa Zeid (1901-1991) bu satış ile
Ortadoğu’da en yüksek fiyata satılan eserin sahibi
olan sanatçı unvanını da kazandı. “Atomun
Parçalanışı ve Bitkisel Hayat” sanatçının olgunluk
dönemine ait bir eser. Fahrünnisa Zeid, soyadını
Kral 1. Faysal’ın kardeşi ve dönemin Irak
büyükelçisi olan Emir Zeid’le evlendikten sonra
aldı. Modern üslupta önemli bir ressam olarak
tanındığı Fransa’da “Fahrelnisa” adını kullandı.
EN PAHALI ÇAĞDAŞ TÜRK
RESİMLERİ
“Atom ve Bitkisel Yaşam Arasında”
Zeid 5 milyon 450 bin
TL
“Kabe” Erol Akyavaş 2
milyon 900 bin TL
“Mavi Senfoni” Burhan Doğançay
2 milyon 800 bin TL
“En-el Hak” Erol Akyavaş
2 milyon 780 bin TL
Habertürk, Haber: Esen
Evran, 31.10.2013
|
TAKSİTLE ÇAĞDAŞ SANAT

Fiyatlar, artık çağdaş sanata merakı olan ve
koleksiyonerliğe ilk adımı atmayı amaçlayanların
gözünü korkutmayacak. Bu sene Contemporary
Istanbul’da taksitle alışveriş mümkün.
BU yıl 7-10 Kasım tarihleri arasında
İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve
Sergi Sarayı’nda düzenlenecek olan 8’inci
Contemporary Istanbul’da sanatseverler taksitle eser
alma fırsatı bulacak. Contemporary Istanbul’un ana
sponsorluğunu üstlenen Akbank Private Banking, sanat
koleksiyonerliğinin üst gelir grubunun altına da
hitap etmesini destekleyecek. Akbank Private
Banking’den Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Saltık
Galatalı, Akbank’ın bir yandan fuarın düzenlenmesine
destek olurken, bir yandan da fuarda yer alan
galeriler için POS hizmeti vereceklerini söyledi.
Galatalı, “Bu hizmetimizle yalnızca üst gelir grubu
değil, çağdaş sanata merakı olan ve koleksiyonerliğe
ilk adımını atmayı amaçlayan müşterilerimiz de
kredi kartlarıyla taksitle sanat eseri
alabilecekler” dedi.
FİKİR VE KÜLTÜR ALIŞVERİŞİ
Yedi yıldır fuarın ana sponsorluğunu üstlenen
Akbank Private Banking ayrıca şubesi olan illerde
çağdaş sanat sohbetleri düzenleyecek. Galatalı,
Contemporary Istanbul’un hızlı büyümesinden mutlu
olduklarını belirterek şunları söyledi: “Art Basel
ve Art Dubai’de ortak resepsiyonlar düzenleyerek
yabancı koleksiyoner ve galerilerle iletişim ve
karşılıklı fikir ve kültür alışverişi sağlıyoruz.
Türkiye’de de fuar süresince VIP Lounge’a davet
edilen müşterilerimiz ve VIP programlarla
Contemporary İstanbul Uluslararası Çağdaş Sanat
Fuarı’nın mümkün olduğunca çok kişiye ulaşmasına
destek oluyoruz.”
92 galeri katılacak
8. Contemporary Istanbul bu sene 650 sanatçı,
3000 eser, 21 ülkeden 92 çağdaş sanat galerisi ile
beraber 70 binden fazla ziyaretçiyi ağırlayacak.
Dünyanın en önemli galerileri arasında yer alan
Marlborough Gallery/New York; Galerie Lelong/Paris;
Andipa Gallery/London; Opera Gallery/ Cenova;
Galeria Filomena Soares/Lizbon; Galeria Javier
Lopez/Madrid; Senda Gallery/İspanya; Michael
Schultz/Almanya; Klaus Steinmetz/Kosta Rika ve
Türkiye’den Dirimart, Galerist, Galeri Mana, Galeri
Nev, Pi Artworks, Rampa, x-ist katılımcı galeriler
arasında olacak. Contemporary Istanbul 8’inci
senesinde yurtdışından birçok koleksiyoner grubunun
da uğrak noktası olacak.
Hürriyet, 30.10.2013
|
RAKAMLARLA ÇAĞDAŞ SANAT
Artprice.com bu yılki
çağdaş
sanat pazarı raporunu yayınladı. Her yıl ekim
ayında yayınlanan
rapor tamamen dünyanın
farklı kıtalarında yaşanan
müzayede satışları sonuçlarından yola çıkarak
hazırlanıyor. Yani rakamlarla çağdaş sanat
ekonomisinin haritasını çiziyor. Çağdaştan
kastedilen de rakamsal. 1945 yılı sonrası doğanlar
çağdaş
sanatçı sayılıyor. Sitenin
kurucusu heykeltıraş Fransız Thierry Ehrmann,
rapora yazdığı
giriş metninde çağdaş teriminin artık iki aktif
kuşağa işaret ettiğine dikkat çekiyor. Bilinenler,
hali hazırda tanınanlar ve yükselenler... Özellikle
Avrupa’nın yaşadığı
ekonomik krizin, satışları geçtiğimiz yıla
oranla düşürdüğünü ifade eden rapor, bu anlamda en
çok
İspanya’nın çektiğine dikkat çekiyor. İspanya’da
2013 yılı itibariyle satışa çıkan eserlerin
yüzde yetmişi satılmamış. Pazar geçen yıla oranla
yüzde altmış iki küçülmüş. Bu da şu anlama geliyor.
Modern eserlerini elden çıkaran pek çok
koleksiyoner olmasına, çağdaş genç sanatçı ve
galericilerin hayatının giderek daha zorlaştığına...
Londra ve
Paris, uluslararası alıcının 2013 yılında da
gözdesi olmaya devam ederken İtalya’da da durumlar
doğrusu hiç iç açıcı geçmemiş.
Amerika mı
Çin mi?
Dünyanın müzayedelerde en çok satılan sanatçısı bir
ressam... Ne yazık ki 27 gibi erken yaşta ölen,
bir
Rock
star gibi yaşadığı hayatıyla çağdaş sanatın bize
yaşattığı paradokslarına örnek bir
isim...
Geçen yıl da olduğu gibi bu yılın da
en çok satan ressamı
Jean Michel Basquiat. 162 milyon Euro’luk
satışıyla... Onu, Basquiat’nın aksine yaşarken ünün
ve paranın tadını çıkaran Jeff Koons
takip ediyor. Laleleri bugün bronz bir
Giacometti’den çok daha pahalı. Üçüncü
sıradaki Peter Doig’in 2.7
milyon Euro’luk
satışta Dali’ye geçmesi o yüzden şaşırtmamalı!
Amerika’da en çok satan
sanatçılar listesinde sekizinci sırada şu
sıralar SSM’de
konuk olan Anish Kapoor bulunuyor. Dokuzda
Rudolf Stingel ve onda George Condo var. Geçtiğimiz
yıl Amerika’da çağdaş sanat adına bir
zafer yaşanmış. Modern alımlarıyla tanınan
Amerika,
bu yıl çağdaş sanat satışıyla dünya pazarının
yüzde 21.7’sini oluşturuyor. Dünyanın en çok satan
ilk 100 sanatçısının Amerikalı, 42’sinin de
Çinli olduğunu hemen belirtelim.
Asya pazarının çoğuna, tam yüzde doksanına ise
Çin sahip.
Hong Kong ise dördüncü sırada. Beijing’den hemen
sonra Paris’ten önce geliyor... 97.2 milyon Euro’luk
pazara sahip.
İstanbul mu
Dubai mi?
Raporda
şehirler müzayedelerinde yaptıkları
toplam satışlar üzerinden de listelenmiş.
Elbette ilk sırada
New York var. Onu Londra ve Beijing takip
ediyor. New York ilk sırayı 344.475.704 Euro’luk
satışıyla alabilmiş.
Stockholm,
Singapur ve
Doha’yı geride bırakan İstanbul’da, 2013 yılında
müzayedelerde çağdaş sanat toplamda
6 milyon 781 bin Euro etmiş. On beşinci sırada
Dubai var. 4 milyon 339 bin Euro’yla... Yine
müzayedelerde en çok paraya satılan sanatçılara ve
onların arasındaki Türkiyelilere gelince... Dünyanın
en çok satan 500 sanatçısı listesinde Ai Weiwei
mesela 150. sırada. Thomas Ruff 144,
Francis Alys 133, Kemal Önsoy 124,
Enki
Bilal 96,
Banksy 58,
Taner Ceylan 230, Canan Tolon 250, Azade Köker
338, Ahmet Oran 345. sırada yer alıyorlar.
Rakamlarla çağdaş sanat yazmak da
konuşmak da açıkçası hiç keyifli değil. Lakin bu
rakamsal haritanın karşısına geçip derinlikli bir
kültürel
analiz yapmak da zaruri. Bunu, yani sanat
dünyasının rakamlarından yola çıkarak rakamsız
analizini önümüzdeki günlerde yapacağız, siz hiç
merak etmeyin!
Milliyet, Yazı: Ayşegül Sönmez, 30.10.2013
|
İLLER BANKASI'NDAN
KÜLLİYE RESTORASYONUNA 6 MİLYON TL KREDİ

İller Bankası,
Hatay'ın
Payas İlçesi'ndeki
Sokollu
Mehmet Paşa Menzil
Külliyesi'nin restorasyonu için 6 milyon TL kredi
sağladı. Külliyenin restorasyon çalışması önümüzdeki
ay tamamlanarak hizmete girecek.
Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı'nın ilgili kuruluşu olan
İller Bankası,
tarihi eserlere sahip çıkıyor.
Hatay'ın
Payas İlçesi'nde
yıllardır bakımsızlık ve ilgisizlikten kaderine terk
edilmiş olan Sokollu
Mehmet Paşa Menzil
Külliyesi,
İller Bankası'nın
desteği ile yeniden hayata dönüyor.
Osmanlı Padişahı II.
Selim zamanında döneminin ünlü sadrazamı Sokollu
Mehmet Paşa
tarafından
Mimar Sinan'a
yaptırılan ve 1571 yılında tamamlanan, bünyesinde 48
dükkan, hamam, han, cami ve sübyan mektebi, tabhane
gibi mekanların yer aldığı külliye yıllardır
bakımsızlıktan kaderine terk edilmiş durumdaydı.
Payas Belediyesi
tarafından Vakıflar Genel Müdürlüğü'nden 49
yıllığına kiralanarak rölöve, restitüsyon
çalışmaları ve restorasyon projeleri hazırlanan
külliye için
İller Bankası 6
milyon TL kredi sağladı. İlbank
Adana Bölge
Müdürlüğü, ayrıca restorasyon uygulamasının
projesine uygun olarak yapılması için
Payas Belediye ile
birlikte teknik kontrollüğünü de üstlendi.
İller Bankası Genel
Müdürü
Tuncay Karaman,
İlbank olarak tarihi eserlere sahip çıktıklarını
vurgulayarak, "Bu önemli projenin her adımında olmak
bizleri mutlu ediyor. Böyle bir projenin
Hatay ve ülkemiz
turizmine kazandırılması ayrıca önemli. Daha önce de
Zeugma gibi büyük projelerde yer almıştık.
Dolayısıyla yerel yönetimlerimizin bu yöndeki
projelerini önemsiyor, bundan sonra da destek
sağlamaya devam edeceğimizi ifade etmek istiyorum"
diye konuştu.
Projede sona
yaklaşıldığını kaydeden Karaman, önümüzdeki aylarda
çalışması tamamlanacak olan külliyede tabhane
odalarının otel, han bölümünün restoran ve arastanın
ise çarşı olarak değerlendirileceğini ve çeşitli
sergi alanları oluşturacağını bildirdi.
haberler.com, 30.10.2013
|
'HURRİLERİN' İZLERİ İSTANBUL'DA

Küçükçekmece Gölü havzası içindeki Bathonea
antik kent kazılarında bulunan erken Hitit,
diğer adıyla ‘Hurri izleri’, yılın en büyük
keşfi olarak nitelendiriliyor. Kültür ve Turizm
Bakanlığı izniyle devam eden kazılardaki bu
keşifle,
Avrupa kıtasında ilk defa Hitit izlerine
rastlandı. Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik, “
İstanbul ’un aydınlanmayı bekleyen bir
dönemini ortaya çıkarıyoruz” dedi. Tanrı ve
tanrıça olarak iki ayrı yerde ele geçen demir
heykelcikler, Kazı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Şengül
Aydıngün’ü heyecanlandırdı: “Mezopotamya
orijinli eserler İstanbul’un karanlık dönemi
olarak bilinen MÖ 17 ve 15. yüzyıllarına
tarihlenmektedir. MÖ 2000’e tarihlenen yine
Mezopotamya kaynaklı bitümen (zift), kalay ve
seramik parçaları da ele geçti.”
Mezopotamya orijinli
İstanbul’daki arkeolojik kazılar şaşırtmaya
devam ediyor. Yenikapı ve Pendik’teki neolitik
dönem bulgularından sonra Küçükçekmece Gölü
havzasında devam eden ‘Bathonea’ kazısında
Hurrilerin İstanbul’da izlerine rastlandı.
Avrupa kıtasında Hurri yani erken Hitit izlerine
ilk defa rastlanıyor. Son yılların en önemli
keşfi olarak nitelendirilen buluntular,
arkeoloji dünyasını ayağa kaldıracak nitelikte.
İki Hurri figürini, bitümen (zift, petrolün ham
hali), kalay buluntuları ve seramik parçaları
MÖ 1800’lü yıllara yani erken Hitit dönemine
tarihleniyor. Bitümen sadece Mezopotamya’da
çıkıyor ve gemilerin su geçirgenliğini
engelliyor. Uzak deniz ticareti bu sayede
gelişiyor. Petrol sadece bu bölgede çıktığı için
bitümenin başka bölgelere taş kalıp halinde
ticareti yapılıyor. Kalay, Tunç Çağı
başlangıcında altından bile çok değerli.
Kazılarda küp içinde rastlanan kalay,
figürinlerin çıktığı yerde bulundu. Kalayın da
Asurlular tarafından ticaretinin yapıldığı
biliniyor. Ayrıca bu yılki kazılarda aynı yerde
301 tane de ‘Unguanterium’ denilen kutsal su,
merhem ya da parfüm için imal edilmiş küçük
pişmiş toprak şişeler ele geçirildi. MS 5-6.
yüzyıllar arasında üretilen bu küçük şişeler ilk
defa bir kazıda bu kadar çok bir arada bulundu.
Tanrıça ve tanrı
Küçükçekmece Gölü etrafında kazılar 2007 yılında
yüzey araştırmasıyla başladı. Çalışma, Kültür ve
Turizm Bakanlığı’nın izni ve İstanbul
Valiliği’nin maddi desteğiyle 2009’da Bakanlar
Kurulu kararıyla Yrd. Doç. Şengül Aydıngün
başkanlığında bilimsel kazılara çevrildi. Dört
yılda İstanbul’un bilinmeyen pek çok önemli
yapısı ile aydınlanmayı bekleyen konular gün
ışığına çıkarıldı.
Ancak bu yılki buluntular kazı ekibini bile çok
şaşırttı. Bazilikal tipte bir dini yapının
temelleri kazılırken bulunan Hurri tipi tanrıça
heykelciği, 5.4 cm boyunda ve 14 gram. Demirden
ve özel kalıpla üretildiği sanılan heykelcik
yüzyıllar içinde korozyona uğramış. İkinci
heykelcik ise 6.1 cm boyunda, 11 gram. Erkek
tanrı heykeli de döküm tekniğiyle üretilmiş.
Kapı eşiklerinde, yapı temellerinde, ocak
altlarında ele geçen bu tür eserler yapı adak
heykelciği olarak adlandırılıyor. İçlerinde
nikel olmadığı belirlendiğinden meteor demiri
değil, cevherden kazanılan demirden üretildiği
anlaşılıyor. En erken örnekleri Güney
Mezopotamya’da MÖ 3000 yıllarında Erhanedanlar
döneminde ortaya çıktı. Bu gelenek MÖ 18.
yüzyıl başına kadar devam etti.
Türkiye ’deki kazılarda benzer örnekleri
Güneydoğu
Anadolu ’da Alalah, Tilmen Höyük ve Zincirli
Oylum Höyük’te bulundu.
Bakan Çelik: Yeni bir sayfa açıldı
Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik: Ülkemiz
pek çok medeniyete ev sahipliği yapmıştır.
Üzerinde yaşadığımız topraklar tarih açısından
oldukça bereketlidir. İstanbul’da Hitit
izlerinin bulunması ve bunun ilk defa ortaya
çıkması da bu açıdan bizi çok memnun etti.
Kazılarda bulunan iki figürin Hitit ve Hurri
dönemine ait. Bu izler bizi 4 bin yıl öncesine
götürüyor. İstanbul’un aydınlanmayı bekleyen bir
dönemini ortaya çıkarıyoruz. Gelecek yılki
kazılar için daha da heyecanlanıyor ve
umutlanıyoruz. Bu arkeolojik kazıların turizme
de olumlu katkı sağlayacağından hiç kuşkum yok.
Kazılara büyük önem ve destek veriyoruz. Bu yıl
30 milyon liranın üzerinde destek sağladık.
Tarihi aydınlatan bu önemli çalışmalara
desteklerimiz artarak devam edecek. Elde edilen
yeni verilerle İstanbul’un ve Anadolu’nun
kültürel derinliğinde yeni bir sayfa açılmış
oldu. Bu heyecanı herkesle paylaşıyoruz.
Her yer çalılık ve ağaçlıktı
İstanbul İl Kültür Turizm
Müdürü Prof.Dr. Ahmet Emre Bilgili: 2007
yılında yüzey araştırması için geldiğimizde her
yer çalılık ve ağaçlıktı. Bu günleri
göreceğimizi açıkçası ummuyordum. Ancak hocamıza
güvendik, destekledik. Sayın Bakanımız ve Sayın
Valimize teşekkür ediyoruz. Onların desteği ile
İstanbul yeni bir tarihi yarımadaya kavuştu.
Hurrilerin İstanbul’da izlerinin bulunması ve
bunun bilim dünyasında ilk defa ortaya çıkması
bu kazının ne denli önemli olduğunu ortaya
çıkarıyor. Hititlerin Avrupa’da bulunan ilk
izlerine ulaşmak büyük bir keşif. Gelecek yılki
kazılar için daha da heyecanlanıyor ve
umutlanıyoruz.
Kronolojik olarak karanlık bir dönem
Kazı Başkanı Yrd.
Doç.Dr. Şengül
Aydıngün:
Biz 2007 yılında İstanbul’un tarihöncesi çağlar
araştırmasına başladık. Çünkü Pendik’ten,
Fikirtepe’den, Yarımburgaz’dan ve Marmaray
kazılarından, ilk neolitik toplulukların
yaşadıklarını biliyoruz. Bu toplulukların
1000-1500 yıl kadar izleri kalmış. Onların
izleri kaybolduktan sonra ise MÖ 7. yüzyılda
Yunanistan’dan gelen Megaralıların kurduğu
Kalkedon (Kadıköy) ve İstanbul’un merkezindeki
Bizantiyon kentlerini biliyoruz. Arada büyük bir
kronolojik boşluk var. Yunanistan’da Mikenler,
Akalar, Batı Anadolu’da Arzava, Orta Anadolu’da
Hititler, Güneydoğu’ya doğru Hurriler, Asurlar,
Mısır devletlerinin bulunduğu bir dönem MÖ
2000 ve bu döneme ait İstanbul’da hiçbir iz yok.
Kronolojik olarak karanlık bir dönem var.
Bulduğumuz iki figürin çok tipik erken Hitit ve
Hurri dönemine ait diyebildiğimiz heykelcikler.
İstanbul’da ilk defa bu döneme ait heykelcikler
bulundu. Hitit izleri en batıda İzmir ve
Troya’da ele geçmişti, Trakya’da ilk defa
bulundu. İki figürinin yanında Mezopotamya
kaynaklı MÖ 2000’li başka izler de görüyoruz.
Özellikle bitümen topluluğu ele geçti, bazı
kaplarda kalay bulundu. Butimen ham zifttir,
Mezopotamya kökenli. Kalay da Asurlular
tarafından Uzakdoğu’dan getirildi ve Anadolu’ya
ihraç ettiler.
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 30.10.2013
|
 |
TARİHİ YALI KÜL OLUYORDU
Koceli'nin Gölcük İlçesi'nde bulunan tarihi bir ahşap yalıda çıkan yangın, itfaiye erleri tarafından söndürüldü.
Gölcük İlçesi Değirmendere'de bulunan ve kullanılmayan tarihi bir yalıda yangın çıktı. Alınan bilgiye göre, Değirmendere Yalı Mahallesi'nde bulunan ve kullanılmayan 2 katlı tarihi ahşap yalıdan dumanlar çıktığını gören çevredeki vatandaşlar, durumu hemen itfaiye erlerine haber verdi. Kısa sürede olay yerine gelen itfaiye ekipleri yangına müdahale ederek alevleri büyümeden söndürdü. Yangının tarihi evin alt katında başladığı ve aniden yükseldiği belirtildi. Yangına çevrede bulunan madde bağımlılarının yol açmış olabilecekleri iddia edildi. Tarihi yalının Gölcük Belediyesi tarafından yapılacak olan Turizm Koridoru projesi içinde yer aldığı ve restorasyonları için Anıtlar Yüksek Kurulu'ndan onay bekledikleri öğrenildi. Yangın nedeniyle tarihi yalıda maddi hasar meydana gelirken, polis ekipleri olayla ilgili soruşturma başlattı.
Kocaeli Kent Haber, 29.10.2013
|
3 BİN YILLIK KÖY
KALINTILARI BULUNDU

Ilısu Barajı HES
kurtarma kazıları kapsamında Beşiri’ye bağlı
Işıkveren Köyü'nde 5. sezonuna giren Grê Emer Höyüğü
kazılarında MÖ bin yıllık dönemde aynı alanda
kurulmuş 4 köy veya kasaba bulundu. Kazıda ayrıca 3
bin yıl öncesine ait korunmuş taş evler, teraslar
ile dokuma atölyelerine rastlandı. Grê Emer Höyüğü
Kazıları Bilimsel Danışmanı, Koç Üniversitesi
Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Yard.
Doç.Dr. Gül Pulhan, kazılara ilişkin yaptığı
açıklamada, bu yıl 5'inci sezona girilen Greamer
Höyüğü kazılarında MÖ bin yıllık dönemde üst üste
yerleşmiş 4 köy ya da kasaba bulduklarını söyledi.
Garzan Çayı'nın doğu yamacındaki yerleşim biriminde
bu günden 3 bin yıl öncesine ait büyük bir yerleşim
alanını kazdıklarını ifade eden Pulhan, o dönemde
çok iyi korunmuş taş evleri muhafaza edilmiş şekilde
bulduklarını belirterek "Burada adeta bir erken
demir çağı mahallesi var" dedi. Pulhan, bu
mahallelerin hepsinin höyüğün doğu yamacında Garzan
manzaralı olduğunu ifade ederek “Kendi aramızda buna
Garzan konakları diyoruz. Bu bizim için çok önemli.
Çünkü bu dönemde arkeologlar olarak özellikle Dicle
bölgesinde bu tarz yerleşik bir hayatın olmadığını
düşünüyorduk. Halbuki biz burada tarım ve başka
faaliyetlerle uğraşan çok yerleşik bir hayatın
izlerini bulduk. Şu ana kadar 6 tane yan yana büyük
kil tekneye rastladık. Aşağı yukarı her yerden
dokumacılıkla ilgili arkeolojik bulgulara
rastlıyoruz. Belki kumaş belki de derileri
boyadıkları bir yerdir. Kazılarda elde ettiğimiz
bulgular o dönemlerde insanların dokumacılıkla
ilgilendiklerini ortaya koyuyor" dedi.
Batman Gazetesi,
29.10.2013
|
UNESCO MARDİN'İ İNCELEDİ

2014
yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne alınmak için
başvuru yapak olan Mardin’de incelemelerde bulunmak
üzere tarihi kentte gelen UNESCO heyeti Vali Dr.
Ahmet Cengiz ile bir araya geldi.
Mardin'de yapılan Tarihi Dönüşüm Projesini
yerinde inceleyen UNESCO heyeti daha sonra Mardin
Valisi Dr. Ahmet Cengiz'i makamında ziyaret etti. Aralarında
UNESCO Dünya Kültür Mirası Merkez
Başkanı Prof.Dr. Bernd Van Droste, ve UNESCO
üyelerinin bulunduğu yaklaşık 20 kişilik ekip Mardin
Valiliği toplantı salonunda Mardin Valisi Dr. Ahmet
Cengiz, ve kamu kurum müdürleri ile Mardin'in
UNESCO'ya başvurusu konusunda toplantı düzenlendi.
Mardin'de yapılan Tarihi Dönüşüm Projesi hakkında
Vali Ahmet Cengiz'den bilgi alan heyet daha sonra
Mardin'in UNESCO'ya başvurusu hakkında genel bir
değerlendirme yaptı.
Mardin'in kültürel farklılıkları ile tarihi
değerleri ile bir dünya kenti olduğunu belirten
UNESCO Dünya Kültür Mirası Merkez Başkanı Prof.Dr.
Bernd Van Droste, geçmişte Mardin'de yapılan
betonarmenin kentin tarihi dokusunu bozduğunu
söyledi. 2009 yılında başlatılan Tarihi dönüşüm
Projesi ile Mardin'de beton binaların yıkıldığını
gördüğünü ifade eden Droste ," Bu da çok olumlu bir
gelişmedir. Mardin'in UNESCO'ya adaylık başvurursu
süresince kendisine verilen ödevi yerine
getireceğine inanıyorum." dedi.
7 bin yıllık tarihi geçmişi ile 30 medeniyete ev
sahipliği yapan Mardin'i dünya kenti yapmak için
Tarihi Dönüşüm Projesine büyük önem verdiklerini
belirten Mardin Valisi Dr. Ahmet Cengiz ise, 2014
yılında UNESCO'ya başvurmak için elimizdeki olan
ciddi projeleri tamamlamak için hızlı bir döneme
girdiklerini ifade etti. Tarihi Dönüşüm Projesi ile
Mardin sit alanında ilk etapta yaklaşık 560 beton
bina yıkılacağını kaydeden Vali Cengiz, " Proje
kapsamında şu ana kadar 150'nin üzerinde beton bina
yıktık. Geri kalan binaları 2014 yılına kadar
yıkmayı hedefliyoruz. Şehrin alt yapı çalışması
yüzde 90'nı tamamlandı. Sokak ıslahı ve restorasyon
çalışmaları büyük bir hızla devam ediyor. Birinci
cadde boyunca yer alan bütün esnafların iş yerleri
Avrupa Projesi kapsamında yaklaşık 9 milyon EURO ile
tek tip olacak şekilde çalışmalar başladı. Bir yılda
tamamlamayı hedefliyoruz."
UNESCO'ya başvuru için bize verilen görevleri
yerine getirmek için ciddi bir çalışma temposuna
girdiklerini anlatan Vali Cengiz, konuşmasına şöyle
devam etti." UNESCO Dünya Mirası Listesine girmek
uzun bir süreci kapsıyor. Bunun için bazı
kriterlerin yerine getirilmesi gerekiyor. Yaklaşık 9
yıl önce Dünya Mirası Listesine girmek için bir
başvuru yapılmıştı.
Ancak eksiklikler nedeniyle
talebin reddedilme ihtimali olması nedeniyle daha
sonra bu başvuru geri çekildi. Şu anda o eksiklerin
giderilmesi için büyük çaba gösteriyoruz. Amacımız
Mardin'i UNESCO'nun Dünya Miras Listesine
taşıyabilmektir. Bunu başaracağız. Mardin yakın bir
tarihte bu listede yer alacaktır. Bundan kimsenin
şüphesi olmasın. " şeklinde konuştu.
2014 yılında adaylık başvurusunda bulunacak olan
Mardin kendisine verilen bütün ödevleri yerinde
incelemek için UNESCO heyeti sürekli Mardin'e gelip
incelemelerde bulunacağı belirtildi.
Zaman, Haber: Şeyhmus Edis, 29.10.2013
|
ÇALINMASIN DİYE İÇİNE BETON DÖKTÜLER

Heykeller karşı vandalizm sadece
Türkiye ’ye has bir mesele değil. ‘Medeniyetin
beşiği’
İngiltere ’de, kamusal alandaki paha biçilmez
heykeller sırf metal oldukları için çalınıyor. Geçen
ay İskoçya’da Glenklin Heykel Parkı’ndan Henry
Moore’un 3 milyon sterlin değerinde bir heykeli
çalındı. Dünyanın en ünlü heykel sanatçılarından
biri olan Moore’un daha önce de bir heykeli çalınmış
ve eritilip elektrik malzemesine dönüştürüldüğü
tespit edilmişti.
Londra ’daki Dulwich Park’tan da ‘pek sevilen
bir heykel’, Barbara Hepworth’un ‘Two Forms’
(Divided Circle) adlı bronz çalışması 2011 yılında
çalınmıştı. Polis yine milyonluk
sanat eserini bulamadı. Birkaç bin sterlin
kazanmak için hırsızlar tarafından eritildiği
düşünülüyor. Parkta boş kalan yeri doldurmak isteyen
kent yönetimi ise kamusal alana heykel dikmek için
ne yapılması gerektiğine dair örnek alınacak bir yol
benimsedi. Yeni heykele karar vermek için çağdaş
sanat derneği Contemporary Art Society’i
görevlendirdi. Dernek bir yarışma açtı, finale
kalanları sergiledi, binlerce kişi bu sergiyi gezdi
ve halkın da görüşlerini alarak Conrad Showcross’un,
heykeline karar verildi.
İşin ilginci yarışmanın koşullarından biri ‘metal
kullanılmaması’ydı. Ne de olsa Londra, milyonlar
ödediği heykellerin çalınıp durmasından artık
bıkmıştı. Ne var ki sanatçı Showcross amaca yönelik
başka bir çözüm üretti. Heykel demir boru formundan
oluşuyor, ama bütün boşlukları çimentoyla
dolduruluyor. Böylece hem yerinden taşınamayacak
kadar ağırlaşıyor hem de kolayca eritilip demiri
ayıklanamayacak bir hale getiriliyor…
Royal Academy ödüllü 1976 doğumlu sanatçının eseri
hakkında bir güzel detay da şu: Dulwich Park
sakinlerinin arzu ettiği gibi insanların üzerine
oturacağı, hatta tırmanacağı yani dokunup hemhal
olacağı bir heykel olarak tasarlandı.
Radikal, 29.10.2013
|
GÜNAY'DAN AKM SİTEMİ
Bugün Türkiye'nin gündemi
Marmaray... Sosyal medyadan, sokaktaki vatandaşa;
gazetelerin manşetlerinden haber kanallarına herkes
'asrın projesi'ne kilitlendi.
Marmaray'ın 29 Ekim 2013'te açılacağı çok önceden
duyurulmuştu. Ancak yine bu tarihte açılacağı
duyurulan bir başka proje daha vardı. O da yıllardır
çözüm bulunamayan Taksim'deki Atatürk Kültür
Merkezi...
Önce yıkılması istendi, ardından 'restorasyon'da
taraflar uzlaştı. AKM’nin restore edilmesi için
Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Sabancı Vakfı
arasında da sponsorluk protokolü imzalanmıştı. Bu
doğrultuda restorasyon sürecinde Sabancı Vakfı, 30
milyon lira katkıda bulunacaktı. Geçen yılın Mayıs
ayında Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay,
AKM'nin açılışının 29 Ekim 2013'e yetiştirileceğini
açıkladı.
ÇALIŞMALAR DURMUŞTU
Çalışmaların devam ettiği sanılırken, Gezi olayları
sırasında direnişçilerin AKM'ye girmesiyle
restorasyonun sürmediği anlaşıldı.
Ardından Başbakan Erdoğan, bir televizyon
programında "AKM'nin yıkılabileceğini, yerine yeni
bir opera salonu projesinin geliştirilebileceğini"
söyledi.
Kültür ve Turizm Eski Bakanı Ertuğrul Günay,
gazetevatan.com'a konuştu. Günay, "Keşke AKM de
bugün açılsaydı da çifte bayram olsaydı" dedi.
POLİS KARAKOLU GİBİ KULLANILIYOR
Eski Bakan, sözlerini şöyle sürdürdü: "Orası
restorasyon için ihale edildi. Ancak Mayıs'ta
durduruldu restorasyon. Nasıl ve hangi hukuki
gerekçelerle durdurulduğunu bilmiyoruz. Ama şu an ki
hali içler acısı... Polis karakolu gibi kullanıldığı
söyleniyor ve bu beni gerçekten çok üzüyor.
Başbakan'ın sözünü ettiği 'yeni proje' konusunda da
bir gelişme yok ve AKM şu anda eskisinden daha kötü
bir halde..."
2008'in haziran ayında boşaltılan AKM'nin akıbeti
henüz belli değil.
Vatan, 29.10.2013
|
TARİHİ YARIMADA YAŞAYAN BİR HÖYÜKTÜR

Günümüz dünyasının birçok büyük kentinin geçmişi
çok eskilere uzanır ve bu kentlerin varlığı, kimliği
uzun geçmişleri ile şekillenir. İstanbul’da bu
yerlerden biridir, tarihi yarımada yaşayan bir
höyüktür. Kuşkusuz Marmaray ile sadece bir ulaşım
projesine şahitlik etmedik, bu sayede kentin uzak
geçmişine açılan bir kapıdan da içeri girme fırsatı
bulduk. Marmaray ile yerleşik yaşamın başlangıç
aşamasına, başka bir deyişle Marmara Bölgesi’ndeki
Neolitik dönem topluluklarına ait eşsiz bilgiler
elde edildi. Deniz seviyesinin altında, oksijensiz
ortam sayesinde organik malzemelerden yapılmış
eşyalar dahi oldukça iyi korunmuş halde günümüze
ulaştı. Sadece Neolitik dönem için değil, Erken
Bizans Dönemi Theodosius Limanı’nda kimileri
kargosuyla birlikte 37 batık açığa çıkarıldı. 4.-11.
yüzyıllar arasına tarihlenen, aralarında 30 yelkenli
ticaret gemisi ile beş kürekli kadırga bulunan
batıklar eski dünyanın bu büyük limanında
yaşananların, ticaretin kayıtlarını bize ulaştırdı.
1990’lı yıllarda Yarımburgaz Mağarası
İstanbul’daki yaşamın izlerini 800 bin yıl kadar
öncesine taşımış; 60’lı yıllarda Fikirtepe ve
Pendik’teki kazılarda yine Neolitik topluluklar ile
karşılaşılmışken bunların hiçbiri Yenikapı’nın keşfi
kadar etkili olmamıştı. Yenikapı sayesinde
İstanbul’daki yerleşik yaşamın en azından 8500 yıl
kadar önce başladığı kabul edilir oldu,
farkındalığımız arttı.
Marmaray sayesinde kent arkeolojisi ya da
‘serbest arkeoloji’ gibi kavramlar ile de tanıştık.
Büyük bir metropolün içinde, defalarca hedef
gösterilmelerine rağmen arkeologların, İstanbul
Arkeoloji Müzelerinin başarı ile yürüttüğü kurtarma
kazıları gerçekleştirildi. 20. yy başından itibaren
Avrupa kentleri, arkeolojik, kültürel ve doğal
miraslarıyla bütünleşik planlamalar dahilinde
büyürken, İstanbul bununla Marmaray kazıları
sayesinde tanışmış oldu.
Bugün modernizm ne yazık ki ülkemizde özellikle
teknolojik gelişmişlikle ölçülürken, Marmaray
Projesinin iki ayağından biri olan arkeolojinin
bugün olmasa da gelecekte keyfini çıkaran bir toplum
oluruz belki de.
Evrensel, Yazı: Necmi Karul, Doç.Dr. İst. Üniv.,
Arkeologlar Derneği İstanbul Şubesi Başkanı,
29.10.2013
|

Gerede’nin doğu yönünde yer alan ve Gerede’ye 20
km uzaklığı bulunan Ortaca Köyü’nde, önceki günlerde
su kazı çalışması gerçekleştirildi. Su kazı
çalışmaları sırasında, köyde bir antik kentin
varlığına şahit olundu.
Kazı çalışmalarını sürdüren
ekiplerin, durumu Gerede İlçe Jandarma
Komutanlığı’na bildirmesi üzerine, jandarma ekipleri
bölgeyi çevreleyerek, geniş çaplı bir araştırma
başlattı.
Jandarma ekiplerinin durumu
incelemesiyle kamuoyuna antik kent konusunda
bilgiler paylaşılacağı aktarılırken, çalışmalar adım
adım sürdürülüyor. Kazı çalışmalarının devam ettiği
köyde, köy halkı da antik kente bir hayli merak
saldı.
Geçtiğimiz yıllarda, Marmara
Üniversitesi Öğretim Üyesi Doçent Doktor Halil
Aydınalp, tez araştırmalarında Ortaca Köyü’nde antik
kent olduğunu savunmuştu.
Bilimsel araştırmalar ışığında
bölgeyi inceleyerek, gözlemlediği bulgularını satır
satır kaleme alan Aydınalp, bölge tarihinin antik
dönemlere kadar uzandığı düşüncesiyle, “Gerede,
antik Bitinya (Bithynia) ile Paflagonya
(Pahplagonia) bölgeleri arasında bir sınır kentidir.
Bölgede, Selçuklu ve Osmanlı hakimiyetlerinden önce,
sırasıyla Paflagon MÖ 300, Bitinya MÖ 260-228,
Pontus MÖ 89, Roma MÖ 70-71 ve Roma’nın MS
395’de ikiye ayrılmasıyla da Doğu Roma, yani Bizans
hakimiyetleri görülmüştür. Kesin kuruluş tarihi
bilinmemekle birlikte, Bitinyalılar tarafından diğer
kentlerle aynı zamanda kolonize edilmiş eski bir
Paflagonya kasabası olduğu anlaşılan Gerede’nin, MÖ 3. Yüzyıl’a kadar uzanan çok eski bir tarihe
sahip olduğu düşünülmektedir. Gerede’nin ismi de bu
antik dönemlerden kalmadır. Bölgenin ilk ismi
Paflagonyalılara ait eski bir yerleşim alanı olan
Cressa’dır. Bitinyalılar tarafından işgal edilip,
bölgenin bir Bitinya kolonisi haline gelmesinden
sonra, ismi “Kratia” olmuştur. Kratia ismi zaman
içersinde, özellikle bölgenin Müslüman Türkler
tarafından kontrol edilmesi sonrası, kuvvetle
muhtemel söylenişi daha kolay olduğu için, Gerede’ye
dönüşmüş olmalıdır” şeklinde tez bildiriminde
bulundu.
İnceleme çalışmaları jandarma
denetiminde sürdürülürken, uzman arkeologların
araştırmayı derinleştireceği tahmin ediliyor.
Bolu Ekspres, 29.10.2013
|
OSMANLI ARŞİVLERİ DİJİTAL ORTAMDA
Osmanlı dönemine ait milyonlarca arşiv belgesinin tamamı gelecek yıldan itibaren dijital ortamda olacak. Osmanlı fermanları ve defterlerinin bulunduğu arşive Amerika’daki bir araştırmacı tek tıkla ulaşabilecek.
İstanbul Sultanahmet’teki 167 yıllık binasından geçtiğimiz haziran ayında Kağıthane’deki yeni binasına taşınan Osmanlı Arşivleri, internet ortamına taşınıyor. Belgelerin gelecek nesillere sağlıklı şekilde aktarılması için yoğun çalışma yürütülüyor. Bu amaçla 522 bin belgenin restarosyonu yapılırken, 13 milyon 300 bin belge de dijitalleştirildi.
Osmanlı arşivlerinde 96 milyon belge, 370 bin defter bulunuyor. Yetkililer, önümüzdeki yıldan itibaren dijitalleştirme projesinin tamamlanacağını belirtiyor. Belgelerin yıl sonuna kadar on-line olarak tarih araştırmacılarının erişimine açılacağını belirten yetkililer, belgelerin Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nün internet sitesi üzerinden yayına sunulacağını ifade etti. 2013’ün 9 aylık döneminde 2072 yerli, 358 yabancı araştırmacı devlet arşivlerine inceleme izni için başvuruda bulundu. Dijitalleştirme projesi çerçevesinde araştırmacılar bürokratik süreçleri beklemeden, arşiv salonlarına gelmeden dünyanın herhangi bir yerinden web üzerinden Osmanlı belgesinin görüntüsünü elde edebilecek.
Bugün, Haber: Metin Arslan, 29.10.2013
|
 |
|
3 BİN 800 YILLIK
KÖLE SATIŞ BELGESİ
Sivas'ın Yıldızeli İlçesi'ne bağlı Hitit Şehri Kayalıpınar Harabe Ören Yeri'nde yürütülen kazı çalışmalarında yaklaşık 3 bin 800 yıllık esir satış belgesine ulaşıldı.
Kazının danışmanı Doç.Dr. Vuslat Müller Karpe, Asur ticaret koloni çağına ait Asurca yazılan tablette Tamura adlı kişinin esir satın almasından bahsedildiğini söyledi.
Sabah, 29.10.2013
|
İSTANBUL'A YENİ HALI MÜZESİ GELİYOR
İstanbul’a yeni bir halı müzesi yapılıyor. Ayasofya
Müzesi’nin arkasında açılacak halı müzesi hakkında
bilgi veren Vakıflar Genel Müdürü Adnan Ertem,
müzede 1200’lü yıllardan başlayan ve günümüze kadar
devam eden birçok halı örneğinin bulunacağını
söyledi.
Ertem, müzede Selçuklu ve Osmanlı dönemine ait
2000-2500 civarında halının sergileneceğini
açıkladı. Selçuklu ve Osmanlı’dan intikal eden
camilerdeki halı ve kilimleri yıpranma, kirlenme ve
çalınmaya karşı topladıklarını anlatan Ertem, şu
anda Sultanahmet’te bir halı ve kilim müzesinin
olduğunu, ancak bu müzenin yetersiz ve kullanışsız
olmasından dolayı yeni bir müze açmaya karar
verdiklerini anlattı. Ertem, “Sultanahmet’teki ilk
müze ziyaret edilmeye uygun değildi. Müze olma
noktasında sıkıntıları vardı. Hem alan küçüktü.
Şimdi Ayasofya Müzesi’nin arkasında, imaret açıldı.
Müze olarak tanzimi tamamlandı.”
dedi.
Zaman, 28.10.2013
|
MISIR RESTORASYON ANLAŞMASINI ASKIYA ALDI

Mısır'ın Tarihi Eserlerden Sorumlu Devlet Bakanı
Muhammed İbrahim, ülkesinde bulunan İslami
ve Osmanlı dönemine ait tarihi eserlerin restore
edilmesi amacıyla
Türkiye ile daha önce yapılan özel anlaşmaların
askıya alındığını belirtti.
Mısır'ın başkenti Kahire’nin kuzeyindeki
İskenderiye kentinde bulunan bazı tarihi
eserleri gezerken gazetecilere açıklamalarda bulunan
İbrahim, “Mısır'daki İslami ve Osmanlı dönemine ait
tarihi eserlerin restore edilmesi için
Türkiye ile daha önce yaptığımız özel
anlaşmaları askıya aldık” dedi.
İbrahim, karara gerekçe olarak Türkiye’nin,
Mısır'ın seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı Muhammed
Mursi’nin görevinden alınmasıyla sonuçlanan askeri
darbe karşıtı tutumunu gösterdi.
Öte yandan İbrahim, bakanlık olarak Mısır'a ait
tarihi eserlerin ABD’deki müzayedelerde satılmasını
engellemek için gereken önlemlerin alındığını, bu
konuda Mısır'ın Washington Büyükelçiliğine talimat
verildiğini söyledi.
Anadolu Ajansı, 28.10.2013
|
BAŞKA BİR KÖPRÜ MÜMKÜNDÜ!
Mimar
Hakan Kıran bu sistemin seçilme nedenini Haliç'in
zemin sorununa bağlıyorsa da, günümüzde mühendislik
çözümlerinin ulaştığı aşamayı anlamak için bir
National Geographic belgeselini izlemek yeterli.

Özellikle 2011 ve 2012’de sıkça tartışılan Haliç
Metro Köprüsü’nde 29 Ekim’de deneme seferlerine
başlanması planlanıyor. Proje şimdiye kadar iki
temel eksende tartışıldı. Birincisi, daha ziyade
kentsel politikalar alanıyla ilgilenenlerin
gündeme getirdiği projenin şeffaf olmayan
tasarım ve yönetim süreci, ikincisi ise toplumun
çok çeşitli kesimlerinin katıldığı, yapının
Haliç’in derinliğine ve Süleymaniye Camisi
silüetine etkisi.
Proje süreci
İstanbul metrosuna ait ilk çalışmalar
1950’li yıllara, ilk etütler 1980’lerin başına,
güzergahın koruma kurulu tarafından onaylanması
ve Haliç’i geçecek bir metro köprüsünün ilk
tasarımları ise 1990’ların başına kadar
uzanıyor. 90’ların başından 2004’e kadar koruma
kuruluna çeşitli alternatifler sunuldu, ancak bu
alternatifler onaylanmadı.
Haliç’e bir metro geçişinin tasarlanması, metro
güzergahının planlanmasıyla eşzamanlı olsa da,
Haliç’e nasıl bir köprü yapılacağı kamuoyunun
gündemine, 2004’te Kadir Topbaş’ın yaptığı, 100
metre civarında yüksekliğe sahip, eğrisel formlu
iki ayak (altın rengindeki boynuzlar) tarafından
taşınan “ikonik” köprü tasarımıyla girdi.
1985’ten bu yana UNESCO
Dünya Miras Listesi’nde bulunan İstanbul
Tarihi Yarımada’da yapılacak veya bu alanları
etkileyecek projelerin UNESCO Dünya Miras
Merkezi’ne (DMM) bildirilmesi ve istişarelerde
bulunulması gerekiyor. Tarihi Yarımada’yı ciddi
şekilde etkileme potansiyeli olan bu projenin
DMM’ye en başında bildirilmesi gerekirken,
muhtemelen projenin alacağı tepkileri tahmin
eden İBB yetkilileri, bu gerekliliği “ihmal
etti”. 2006’da DMM’ye proje hakkında bilgi
verildikten sonra bu, UNESCO nezdinde
İstanbul’un en çok başını ağrıtan konulardan
biri oldu.
Bu nasıl bir köprü?
Köprüler, mühendislik çözümünün mimari
tasarımı en çok etkilediği yapı türlerinden
biridir. Haliç Metro Köprüsü dünyada yaygın
olarak kullanılan ve büyük açıklıkları geçmek
için tercih edilen eğik kablolu köprü
(cable-stayed bridge) teknolojisine sahip.
Dünyada uygulanmış eğik kablolu köprülere
baktığımızda, neredeyse tamamının şehir dışında
bulunan, çok büyük açıklıkları geçmek için
kullanıldıklarını görüyoruz. Son on yıl içinde
bu teknolojiyle inşa edilmiş iki önemli köprü
Millau (
Fransa ) ve Rio-Antirrio (Yunanistan)
köprüleridir. Her ikisi de şehir dışında olan bu
yapılardan Rio-Antirrio Köprüsü’nde toplam 2880
metrelik bir açıklık geçiliyor. Haliç Metro
Köprüsü’nde ise bu ölçü yaklaşık 400 metre. Eğik
kablolu köprü teknolojisinin sınırları
düşünüldüğünde, böyle bir açıklığı geçmek için
bu kadar büyük strüktürler inşa etmeye gerek
yok.
Her ne kadar mimar Hakan Kıran bu sistemin
seçilme nedenini Haliç’in zemin sorununa
bağlıyorsa da, günümüzde mühendislik
çözümlerinin ulaştığı aşamayı anlamak ve nelerin
mümkün olabildiğini görmek için bir National
Geographic belgeselini izlemek dahi yeterli.
Ayrıca, UNESCO adına bağımsız bir değerlendirme
hazırlamış olan dünyaca tanınan mühendis Jörg
Schlaich raporunda, “verilmiş açıklık bilgileri
ışığında değişik köprü alternatifleri üzerinde
çalışılmış ve eğik kablolu köprü alternatifinin
diğer birçok alternatiften sadece biri olduğu
Hakan Kıran Mimarlık ile müzakere edilmiştir”
diyor.
Sırf mimar olduğu için böyle bir köprüyü
tasarlama hakkını kendinde gören Kadir Topbaş’ın
ortaya attığı “boynuzlu köprü” fikrinin ardına
takılan Hakan Kıran, bu teknoloji tercihini
savunmak durumunda kaldı. Sonuç ürün, bu
tercihin gerek silüet gerek mühendislik
açısından ne kadar yanlış olduğunu gözler önüne
seriyor.
Godzilla ayakları
İstanbul’un en önemli iki tarihi bölgesi
arasına inşa edilecek bir köprünün uluslararası
bir yarışmayla, olmadı ulusal bir yarışmayla,
hiç olmadı köprü tasarımı alanında deneyimli bir
mimara yaptırılmasını istemek, İstanbulluların
en doğal hakkı. Ancak İstanbul’un, mimarlık
kariyerlerinde böyle bir deneyimi olmayan iki
mimarın yaratıcılığına ve tecrübesine mahkum
bırakılması büyük haksızlık. Birçok sivil toplum
kuruluşu, akademisyen, sanatçı ve İstanbullu
çeşitli platformlarda bu haksızlığa karşı çıktı.
İstanbul SOS Girişimi’nin başlattığı imza
kampanyasına 4000’den fazla kişi destek oldu ve
bu imzalar Cumhurbaşkanlığı’na, Başbakanlık’a,
Kültür ve Turizm Bakanlığı’na ve İBB’ye
gönderildi, ancak bu kurumların hiçbirinden
cevap alınamadı.
Mimarlığın zor yanlarından biri de tasarımın
uygulanabilmesi. Çeşitli sebeplerden ötürü
Türkiye ’de bunu başarmak daha da zor. Haliç
Metro Köprüsü gibi büyük bir kamusal projede,
kamuoyuna sunulan projenin uygulanmasını
beklemek çok doğal. Fakat bu projede yapının en
temel öğelerinin bile tasarlandığı gibi
uygulan(a)madığını görüyoruz. Taşıyıcı
ayakların, köprü tabliyesinin altında kalan
bölümleri projeye ait 3 boyutlu çizimlerde
eğrisel hatlı ve görece küçük kesitli olarak
görülüyor. Ancak bu elemanların uygulanmış
hallerinin, tarihçi Prof.Dr. Cemal Kafadar’ın
deyimiyle, “Godzilla ayakları”na benzemesi kabul
edilebilir değil. “Başka türlü bir köprü
olamayacağını anlatmak için kendimi köprüde
yakacağım” diyecek kadar tasarımını savunan
Hakan Kıran’ın, asıl tasarladığının
uygulan(a)madığını gördüğünde bir şeyler yapması
daha yerinde olacaktır.
Durağın yeri
İstanbul’un önemli çağdaş mimarlık
örneklerinden biri olabilecekken, tasarım ve
yönetim süreci açısından bir dayatmaya dönüşen
bu köprünün tasarım kalitesinin de çok
tartışılması gerektiği açık. Özellikle de
silüete olan etkisi çeşitli bakış noktalarından
değerlendirilmeli. Tepebaşı’ndan Unkapanı
Köprüsü’ne doğru inerken karşınıza çıkacak olan
görüntüyle karşılaşmanız çok daha olası. Ama
üşenmeyin bir gün Unkapanı ve Haliç Köprülerini
yürüyerek geçin veya Tersane Caddesi’ne Azapkapı
tarafından girin ve viyadüğün bir Sinan yapısı
olan Yeşildirek Hamamı’nın üzerinden nasıl
geçtiğini görün.
Köprünün üzerinde yer alan durak gerek teknik,
gerek görsel gerekse işlevsel açıdan çokça
tartışıldı. Bitirirken, Gezi Direnişi
sonrasında, “bir otobüs durağının yeri bile
değişse halka sorulacak” açıklamasını yapan
Topbaş’a, metro köprüsünün üzerinde durağın ne
işi var diye sormak istiyorum. Sanırım biçok
İstanbullu bu sorunun cevabını merak ediyordur.
Radikal, Yazı: Barış Kalkan, Mimar,
İstanbul SOS Girişimi, 27.10.2013
|
2000 YILLIK TAPINAK 3D TEKNOLOJİSİ İLE AYAĞA
KALKACAK

Muğla'nın
Yatağan İlçesi'ne bağlı Eskihisar
Köyü'nde bulunan
ve Hellenistik çağdan Osmanlı dönemine kadar gelmiş
geçmiş tüm medeniyetlerin izlerini taşıyan
Stratonikeia antik kentindeki İmparator Tapınağı,
3D teknolojisi ile gün yüzüne çıkarılıyor.
Mimari öğelerde bulunan bezemelerden yaklaşık
2000 yıllık olduğu anlaşılan ve İlk
Roma İmparatoru Augustus'un adını taşıyan
tapınak, çalışmaların sonuçlandırılmasının ardından
parçaları birleştirilerek eski görüntüsüne
kavuşacak. Kazıların sürdüğü kentte tapınağın önemli
bir dini merkez olduğunu ifade eden Kazı Alan
Sorumlusu
Pamukkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Koray Alper, 2 bin
yıl önce insanların
Ege ve
Adalar bölgesinden dahi tapınmak için buraya
gelip adaklar sunduğunu ifade etti.
haberler.com, 27.10.2013
******
BİN 850 YILLIK KANALİZASYON
Pamukkale Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim
Üyesi ve Sratonikeia Antik Kenti Kazı Başkanı
Prof.Dr. Bilal Söğüt, Stratonikeia antik
kentindeki
tarihi Roma hamamların ayağa kaldırılması için kazı
çalışması yürüttüklerini söyledi.
Antik kentte 3 hamamın varlığını tespit
ettiklerini, 2'sinin yerini tespit ederek kazı
çalışmaları yürüttüklerini anlatan Söğüt, "Hamamın
yaklaşık 7 metre yüksekliğe sahip olduğunu kazı
çalışmalarında tespit ettik. 3,5 metrelik kısmı
toprak dolgu. Etrafındaki düzenlemeleri yaptık,
hatta avlu bölümünde de toprak dolguyu temizleyerek
zemin seviyesine kadar inerek mermer döşemeleri
ortaya çıkardık" dedi.
Yapının tamamını ortaya çıkarmayı
planladıklarını, toprak dolguların temizlenmesi ile
en son kullanılan dönemle ilgili kaide ve sütunları
bulduklarını ifade eden Söğüt, hamamdaki kazıları
bir dönümlük alanda sürdürdüklerini dile getirdi.
Kaideleri, sütunları ve diğer yapıları oldukları
şekliyle ortaya çıkardıklarını vurgulayan Söğüt,
şöyle konuştu:
"Burada bizim için en önemli gelişme, son
zamanlarda kente çok aşırı yağmur yağdı. Yağmur
dolayısıyla ciddi bir su birikintisi olabileceğini
düşünüyorduk fakat gördük ki hamamda bin 850 yıl
önce yapılan kanalizasyon sistemi çalışıyor ve
yağmur yağdığı andan itibaren hiçbir şekilde su
birikintisi olmadı. Antik dönemde yapılan
kanalizasyonların tamamı çalışıyor. Kentteki su, bu
kanalizasyon sistemlerinden akıp gidiyor. Bu olay
bizi çok mutlu etti, çalışmalarımızı da
kolaylaştırdı."
"Kanalizasyonun içerisinde bir kişi
rahatça yürüyebilir"
Söğüt, 2011 yılı kazı çalışmalarında da kuzey
şehir giriş kapısında 2 bin 300 yıllık kanalizasyon
sistemi ortaya çıkardıklarını hatırlatarak, "Şehrin
ana arterlerinde ve caddelerinde sistem çalışıyor.
Kanalizasyon sistemi tamamen mermerden yapılmış.
Kanalizasyon şebekesi, içerisinde bir kişinin
rahatça yürüyebileceği şekilde düzenlenmiş. Tüm
ayrıntılar en küçük detayına kadar düşünülmüş.
Sistem şehrin ve arazinin yapısına göre hazırlanmış
ve tıkanmalar olmayacak şekilde yapılmış. Yani
şehrin belirli yerlerinde kot yüksekliği bile farklı
şekillendirilmiş" diye konuştu.
Roma hamamları eski ihtişamına kavuşacak
Antik dönemdeki hamamların sadece yıkanılan yer
değil, insanların gezdikleri, vakit geçirdikleri,
dinlendikleri alanlar olduğunu vurgulayan Söğüt,
hamamın önce giriş, daha sonra soyunmalık, ılık su,
sıcak su bölümlerini ortaya çıkaracaklarını
kaydetti.
Isıtma sistemiyle ilgili odunların yakıldığı
alanlara varıncaya kadar tüm bölümleri bildiklerini
anlatan Söğüt, belirli bir plan dahilinde bunları
gün yüzüne çıkaracaklarını söyledi. Söğüt, yapıyı 3D
ile ayağa kaldırdıklarını, kazı çalışmaları ile
yapının iç detaylarının neler olduğunu tespit
ettiklerini bildirdi.
Söğüt, arkeolojinin sürprizlerle dolu olduğuna
dikkati çekti.
Bursa'da Bugün, 28.10.2013
|
MEZOPOTAMYA BÜYÜSÜ
Tarihi 3000 yıl önceye dayanan Sümer, Asur ve Babil
gibi toplulukların büyüsü, İngiliz Müzesi'nde
sergilenen 170 eser ile yeniden diriltildi. Çoğu Ur,
Ninova, Babil gibi eski yerleşim yerlerinde
keşfedilen eserlere başka müzelerden getirilen
önemli eserler de eşlik etti. Royal Ontario
Müzesi'nde ise konuyla ilgili seminer ve atölyelerin
de dahil olduğu 6 haftalık program ile Mezopotamya
atmosferi, Kuzey Amerika'yı sardı.
Sabah, 27.10.2013
|
TÜRK RESSAMLAR YENİDEN PARİS'TE
Paris’in sanat sokağı Saint Germain de Pres’teki ‘Petit Galery’de, Fikret Mualla, Atilla Bayraktar, Erdal Alantar ve Remzi’nin eserlerini içeren bir sergi açıldı.
Jacqueline Quillere-Üstünel öncülüğünde açılan sergi, 31 Ekim’e kadar gezilebilecek. Galeri sahibi ve Fikret Mualla uzmanı Quillere-Üstünel, “Hepsi de birbirinden önemli 4 ressamın da ortak yanı 1940’larda Paris’te Beaux-Arts yapan ilk ressamlar olması” diye konuştu.
Hürriyet, Haber: Arzu Çakır Morin, 27.10.2013
|

|
İŞTE YOL İÇİN YIKILAN CAMİLER

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Yol için cami
bile yıkarız.” sözleri bu hafta çok konuşuldu. Bugün
tarihi bir cami yıkmak ne derece abes görülse de,
karnemiz bu konuda hiç de temiz değil. Bugüne kadar
farklı ideolojilerin birbirlerini suçladığı noktada
tarihi belgelerden anlaşılıyor ki, Milli Şef’in
CHP’si de Adnan Menderes’in Demokrat Parti’si de
aynı suçu işlemiş! İşte yok olmuş onlarca cami
arasından yol için feda edilenler...
İstanbul, yüzyıllardan beridir çeşitli
vesilelerle yıkılıp yeniden inşa edildi. Doğu Roma
ve Osmanlı İmparatorluğu izlerinin derin bir şekilde
görülebildiği medeniyet başkenti, tarih boyunca
onlarca kez doğal afet, yangın ve yağma atlattı.
Fakat hiçbir zaman son yüzyıldaki kadar tahribata
maruz kalmadı. İmparatorluğun bakiyesi olan şehri
devralan başta cumhuriyet kadroları, toplumun manevi
sütunlarını çatlatacak hamlelerde bulunurken,
akabinde gelecek Demokrat Parti ise moderniteye ayak
uydurabilmek bahanesiyle geniş yıkımlar
gerçekleştirdi. Lastik tekerlekli otomobilleri
tarihi yarımadanın her yerine ulaştırmakla övünen
devrin yönetimi, arkalarında bugün bile derinden
hissedilen yaralar bıraktı.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz salı
günü partisinin grup toplantısında kesilen ağaçlarla
ilgili tepkilere cevap verirken, ezber bozan
ifadeler kullandı. “Yol medeniyettir… Medeni
olmayanlar yolun kıymetini bilmezler. Bizim
değerlerimizde yol engel tanımaz. Önünde cami bile
olsa o camiyi yıkarız, gideriz, camiyi başka yerde
inşa ederiz.” cümleleri, gündemde yoğunlukla yer
tuttu. Zira bu sözler, Milli Şefli yılları ve
1950’li yıllardaki imar faaliyetlerini hatırlattı.
Bu devrin iktidar sahipleri farklı gerekçelerle,
kimi zaman keyfi uygulamalarla cami, medrese,
imarethane, sebil ve mezarlıkları ortadan kadırdı. O
tarihlerde devrin hükümeti, medenileşiyoruz
sloganıyla Suriçi, Karaköy ve Beşiktaş’ta geniş
yollar, bulvarlar yapmak üzere büyük bir istimlak
hareketine girişmişti. Ne var ki bu geniş faaliyet
planı, yeni yolları öngörüyorken bir yandan da
tarihi yapıları talan hareketini içeriyordu.
Aralarında Mimar Sinan’ın eserlerinin de olduğu
Osmanlı yadigarları, kısa sürede moloz ve hafriyat
yığınına dönüştü.
Yıkımlar Cumhuriyet ile başlıyor
Her ne kadar İstanbul’da ve yurdun dört bir
köşesindeki tarihi yapılarla övünsek de bunlara
saygı hususunda temiz bir karneye sahip değiliz. Bu
bağlamda, Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren göz
dikilen yapıların başında ne yazık ki camiler
geliyor. Uzun süren savaşlar sonunda bitap düşen ve
moderniteye kurban edilen eski yapılar, hep manevi
yapılar olmuştu. Bu noktada atılacak ilk adım 1925
yılında Evkaf Umum Bütçesi Kanunu’na eklenen iki
madde oldu. Buna göre, harap halde bulunan vakıf
binaları ve arsaları para karşılığında elden
çıkarılacaktı. Kanunun çıkmasıyla birlikte özellikle
sabık Osmanlı devrinde kullanılan eğitim kurumları
ve medreseler bir bir satıldı. Fakat halktan gelen
tepkiler üzerine bu karar geçici bir süre tehir
edilecekti. Uygulamalar gerekli zemin
oluşturulduktan sonra 1927 yılında hayata geçirildi.
Vakıflar tarafından sataşa çıkarılan medrese,
imaret, han, hamam gibi yapıların fiyatları
gazetelerde yayınlanmaya başlamış, hatta
kullanılabilir durumdaki camiler, imam ve
müezzinlerinin tasfiyesiyle birlikte depoya
çevrilmişti.
Harap durumdaki eserlerin yerinde kısa sürede
yeni yapılar yükseldi. Özellikle Türk mimarisinin
ayrı bir güzelliğini yansıtan küçük mahalle
mescitleri, çeşmeler, mezar taşları kısa sürede
talan hareketine kurban verildi. 15 Kasım 1935
tarihli, cami ve mescit hademesine verilecek ek
ödenek hakkındaki kanun, meselenin hangi boyutlara
ulaştığını açıkça gösteriyor. 2845 numaralı kanunun
ilk maddesi “Evkaf Umum Müdürlüğü’nce, cami ve
mescidler hakiki ihtiyaca göre tadilen tasnif ve
zaman ve mekan itibarile birleştirilmesi kabil olan
vazifeler birleştirilmek ve hizmetlerin icablarına
göre lazım gelen nakiller yapılmak suretile hademe
kadroları tesbit olunur. Tasnif harici kalacak cami
ve mescidler usul ve mevzuata göre kendilerinden
başkaca istifade edilmek üzere kapatılır.”
ifadelerini içeriyordu. Tüm bu girişimler, aynı
zamanda büyük bir projenin de parçasını
oluşturuyordu. Fransa’dan devrin meşhur mimarı Henri
Prost özel bir davetle çağrılmıştı. Fransız mimar,
İstanbul’da geniş tasarruflarda bulunacak ve Haliç’i
sanayiye açmak gibi bugün dahi etkisi sürecek
projelere imza atacaktı. Planların amacı şehre
Avrupai hava katmaktı.
Bugünün muadili 50’li yıllar
Bu konuda sabıkalı tek parti dönemi geride kaldı
derken, yıkım harekatı Demokrat Parti iktidarıyla
adeta kılık değiştirip devam etti. Adnan Menderes
başbakanlığındaki yeni hükümet, ekonomik yönden
düzlüğe çıkan ülkede medeniyet adına yeni bir
tahribat furyasına girişti. Gaye; toplumu, Batılı
görünüme ve modern standartlara kavuşturmak ve
dönemin medeniyet sembolü arabayı İstanbul’un her
yerine götürmekti. Bu amaçlarla açılan başta Vatan,
Millet caddeleri bir yandan medeniyet getirirken,
eski medeniyeti yok edecek büyük kıyımlara sebebiyet
verdi. Şehrin halihazırdaki ana arterlerini
oluşturan yollar ve geniş bulvarlar, Başbakan Adnan
Menderes’in İstanbul’da bizzat nezaret ettiği planla
yapıldı. Ancak iyi niyetle girişilmiş bu yolların
yapımı sırasında birçok cami, külliye, medrese,
çeşme, han ile tarihi evler feda edilmişti.
Nakledilecek
denilen cami yok olup gitti
Sultan II.
Abdülhamit’in başmimarı İtalyan Raimondo
D’Aronco’nun eseri Merzifonlu Karamustafa Paşa
Camii, Karaköy Meydanı’nı süsleyen en güzel tarihi
eserdi. Diğer ismiyle Yapkapanı Camii, 1900’lü
yılların hemen başında, Art Nouveau tarzında
yapılmıştı. 1930’lu yıllarda çıkarılan kanun gereği,
imamı ve hizmetlileri tasfiye edilen cami,
yıkılacağı 1958 yılına kadar boş kaldı. Yeni İmar
Planı kapsamında, Karaköy Meydanı’nın
genişletileceği ve bu yapının da yıkılacağı haberi
tepki toplasa da yetkilileri kararından caydıramadı.
Kamuoyunu sakinleştirebilmek adına Kınalıada’ya
taşınacağı belirtilse de, cami kör kazmaya kurban
gitti. Minaresi sahilde kaderine terk edilirken,
kırılan mermerleri başka bir caminin temelinde
kullanıldı. Camiyi aslına uygun imar etmek isteyen
Büyükşehir Belediyesi, bu amacına ulaşmak için
yıllardır çaba harcıyor.

Süheyl Bey Camii,
kendi yerinde ama aslına benzemiyor
Beyoğlu
Fındıklı’daki mescit, Necati Bey Caddesi’nin
üzerinde. Mescit, Mimar Sinan dönemi yapısı olup
Denizci Süheyl Bey tarafından yaptırılmıştı. 1873
yılında Sultan Abdülaziz devrinde tamir görmüştü.
Bugüne kalan fotoğraflarında dönemin izleri
görülüyor. 1958 yılın İmar Hareketi sırasında yol
genişletme çalışmalarına kurban giden ibadethane,
sekizgen ve fevkani yapısından gelen güzelliğiyle
dikkat çekiyordu. Son dönemlerde restorasyon
çalışmasıyla gündeme gelen mescit, alışveriş
merkezini andıran yeni görüntüsüyle birçok mimar ve
restoratörün hedef tahtası oldu. Semavi Eyice’nin
deyişiyle mescit gereği yokken yıkılmış. Mescit,
eski fotoğrafları ve çizimleri elde olsa da bir
caminin yıkılıp başka bir yere yapmanın ne derece
mantıklı olduğunu gözler önüne seriyor.

Üsküdar Yeni Çeşme
Camii ve mezarlık geriye nasıl gelir?
Eski Üsküdar kartpostallarının vazgeçilmezi olan
Çeşme Mescidi ve mezarlık, İsmet İnönü devrinde
tahrip edilen kutsal mekanlardan biri. Ağa Camii
ismiyle de anılan bu yapı, vaktiyle Ahmediye
Meydanı’nın ortasına yakın bir yerdeydi. İlk banii
Habeş asıllı bir harem ağasıdır. Pek çok hayratı
vardı. Bu yapılar da Toptaşı Bulvarı yapılırken
1965’te yıktırıldı. Kesme taştan yapılan ibadethane,
1935 tarihinde yol genişletilirken yıktırıldı.
Mabedin hemen karşısında bulunan mezarlık da yok
edilerek, yerini PTT binası ile birçok dükkan ve
apartman bulunan modern yapılara terk etti.

Balıkpazarı İskele
Mescidi
Suriçi’nde geniş
otoyolların yapımı için yıkılan onlarca cami ve
mescitle birlikte, tarihi yarımadanın belli başlı
merkezlerinde meydan genişletme çalışmaları
yürütülmüştü. Galata Köprüsü’nün bir yanında Karaköy
Meydanı, diğer ucunda da Eminönü Meydanı
genişletildi. Hadikatü’l-Cevami kitabında yer alan
bilgiye göre Sultan II. Mustafa döneminde adı
bilinmeyen bir kadı tarafından yaptırılan bu şirin
mescit, III. Selim Devri’nde İzzet Mehmet Paşa
tarafından yeniden yaptırılıp vakfa bağışlanmıştı.
Zindan Han ve Balıkpazarı arasında kalan yapı,
1940’lı yıllara kadar dayanabildi. Yıkımlardan sonra
ortaya çıkan ve belli bir süre öylece bırakılan bu
çokgen planlı cami, niçin yıkılmıyor diye mizah
konusu bile olmuştu. İsmet İnönü devrinde meydan
açma çalışmaları sonrasında meydanın hemen kenarında
bulunan bina, o zaman yıkılan onlarca camiden sadece
biriydi. Milli Şef ise 1966 yılında verdiği
beyanatta döneminde hiç cami yıkılmadığını ifade
etmişti.

Yedekçiler Mescidi
yol oldu
Bir zamanlar
İstanbul’da Kadıköy’den Eminönü’ne vapur ile geçen
herkesin gözüne çarpan Yedekçiler Camii’nin yerinde
Sirkeci-Florya sahil yolu geçiyor. Varlığı tarih
kitapları ve fotoğraflardan anlaşılan cami, Kanuni
Sultan Süleyman devrinde sarayın bostancıları için
hasta bakımhanesi olarak imar edilmiş. Sarayın
bostancı kışlasının bulunduğu mahal, 19. yüzyılda bu
teşkilatın kaldırılmasıyla atıl bir hal aldı. Bu
dönemin ardından bina Ahırkapı’da yaşayan ahalinin
manevi ihtiyacını bir süre daha karşılamaya devam
etse de 1930’lara gelindiğinde bakımsız düştü. Harap
görüntüsü yüzünden minaresi yıktırılan cami, DP
zamanında buradan geçecek yol ile tamamen ortadan
kalktı.

Tarihi bir eser
nasıl taşınır?
Geçtiğimiz aylarda
ajanslara İsviçre’den gelen görüntüler tarihi esere
saygı noktasında ibretlik manzaralar sunuyordu.
Cenevre Kantonu’nun Chêne-Bourg şehrindeki tarihi
tren istasyonu, yeni çevre düzenlemesi kapsamında
yıkılmadı. 19. yüzyıldan kalan istasyon, kurulan bir
düzenek sayesinde 33 metre ileriye taşındı. Beş saat
süren nakil işlemi sırasında 710 tonluk bina, halkın
dikkatli bakışları altında demir raylar üzerinde
taşındı. Tarihi istasyondan boşalan yere yeni bir
istasyon inşa edilecek. İsviçre Demiryolları CFF,
eski dönemin sanatını yansıtan bu yapıyı meraklıları
için sergiliyor.
Yola feda edilen
diğer camiler
Mimar Ayaz Camii,
Baba Hasan Alemi, Oruç Gazi Camii, Firuz Ağa
Mescidi, Süleyman Subaşı Camii, Camcı Ali Mescidi,
Çoban Çavuş Camii, Çakır Ağa Mescidi, Bostancıbaşı
Abdullah Ağa Camii, Sekbanbaşı İbrahim Ağa Mescidi,
Kazasker Abdurrahman Camii, Abbas Ağa Camii.
Zaman, Haber: Erkam Emre, 27.10.2013
|
SURP KEVORK MANASTIRI YOK OLUYOR

Elazığ’ın eski adlarından biri de Harput.
Binlerce yıl birçok medeniyete v sahipliği yapan
Elazığ sınırları içinde birçok tarihi yapı geçmişle
bugünü birbirine bağlar.
Surp Kevork Manastırı da bu yapılardan biri. Elazığ
merkeze bağlı Şahinkaya Köyü'nde bulunan ve Ermeniler
için önemli olan manastır, yok olma tehlikesiyle yüz
yüze. Manastırın yok olmaması için köylüler ve
duyarlı kurumlar, yetkililere başvurmuş. Her
defasında manastırın korunması gerektiği cevabını
almışlar ancak bu cevabı veren yetkililer hiçbir
adım atmamışlar.
‘GÜNDEN GÜNE ERİYOR’
Şahinköy Muhtarı Fevzi Güvenç, manastırın
bulunduğu arazinin sahibi olan ailelinin, manastırı
iyi kullanmadığını dile getirdi. 1964 yılından beri
köyde yaşadığını, manastırın durumunun her geçen gün
kötüye gittiğini anlatan Güvenç, arazinin sahibi
olan ailenin manastırın kötü gidişinden sorumlu
olduğunu söyledi.
“Bu manastır günden güne eriyor diye benim içim
gidiyor” diyen Güvenç, manastırın restore edilmesi
için 2010 yılında Elazığ Kültür Müdürlüğü’ne
başvuruda bulunduğu bilgisini verdi.
Kendisene gelen cevapta manastırın restore edilmesi
gerektiğinin belirtildiğini anlatan Güvenç, 3 yıldır
kimseden ses çıkmadığını söyledi.
‘RESTORE EDİLİRSE DESTEK OLURUZ’
18 yıl önce Dersim’den Şahinkaya’ya gelen
Şahinkaya Cem ve Kültür Evi başkanı Turabi Engin de
manastırın kurtarılması getektiğini söylüyor. 18 yıl
önce ilk kez gördüğü manastırla şimdiki arasında çok
fark olduğunu anlatan Engin, “Manastırın içi daha
düzgündü, henüz hiçbir kazı yapılmamıştı ama şimdi
manastırın içi ciddi şekilde tahrip edilmiş” diye
konuştu. “Burayı korumak bizim görevimizdir” diyen
Engin, restorasyon çalışmalarının başlaması halinde
her türlü maddi ve manevi desteği verceklerini
vurguladı.
KÜLTÜR PARKI ÖNERİSİ
“Harabe haline gelmiş bu yapı en az bin yıllık
bir tarihe sahiptir” diyen Çevre ve Kültür
Varlıklarını Koruma Vakfı (ÇEKÜL) Elazığ Temsilcisi
Mustafa Balaban, manastırın yok olmasını
engelleyememenin üzüntüsünü yaşadıklarını ifade
etti. Köy muhtarı, Cemevi derneğiyle birlikte
hareket edeceklerini söyleyen Balaban, manastırın
özellikle define arayanlar tarafınadan tahrip
edildiğini belirtti. Yetkililerden destek
beklediğini dile getiren Balaban, manastır
çevresindeki asırlık dut ağaçlarının da koruma
altına alınmasını istediklerini ifade etti. Manastır
ve dut ağaçlarının bulunduğu alanın Kültür Parkı
yapılabileceğini anlatan Balaban, korunmadığı için
dut ağaçlarının da yok olduğunu belirtti. Kurum
olarak yetkililere birçok kez verdiklerini, olumlu
cevap aldıklarını anlatan Balaban, buna rağmen
kimsenin adım atmadığını ifade etti.
NE ZAMAN KURULDU?
Giriş kapısının yanındaki panoda Surp Kevork’un
resminin bulunmasından ötürü kilisenin Surp Kevork’a
adandığı anlaşılmaktadır. Ayrıca buradaki bulunan
bir yazıdan da manastırın l064’de yapıldığı
öğrenilmektedir.
Evrensel, Haber:
Orhan Kurul - Kerem
Sayın, 26.10.2013
|
KAĞITHANE DEMİRYOLU İÇİN BİR PROJE DAHA
Kağıthane
Belediyesi, 1915 yılında temelleri atılan tarihi
demiryolu hattını yeniden hayata geçirmek için
çalışmalara başladı. Kağıthane Belediyesi'nden
yapılan yazılı açıklamada, ilçeyi modern zamanın ve
tarihi dokunun harmanlandığı bir yer haline getirmek
için çalışma başlatıldığı bildirildi.

Kağıthane Belediyesi, öncelikle
Silahtarağa Elektrik Fabrikası’na
kömür nakletmek üzere Birinci Dünya Savaşı
yıllarında 'Haliç-Karadeniz Sahra Hattı'
ismiyle kurulan Kağıthane Demiryolu’nun
güzergahını belirledi. Daha sonra
İstanbul
Büyükşehir Belediyesi'nin desteğiyle
çalışmalarını hızlandıran Belediye, hattın
tescillenmesi için Anıtlar Kurulu'na
başvuru yaptı.
Belediyenin yaptırdığı incelemeler sonucunda, hattın
aslına uygun olarak yeniden inşa edilebileceği, inşa
edilecek tarihi demir yolu hattının şehir dışındaki
bölümlerinden kültür turizmi için
yararlanılabileceği, şehir merkezinde kalan kısmın
ise toplu taşıma amacıyla kullanılabileceği
öğrenildi.
Hatta bulunan 4 ana istasyondan, şehre en
yakın olanı Kağıthane istasyonuydu
Tarihi kaynaklara göre, 1914 yılında İstanbul'da
faaliyet gösteren Silahtarağa Elektrik Santrali'yle,
şehrin kuzeyindeki linyit ocakları arasında bağlantı
hattı olarak kurulan Haliç-Karadeniz sahra hattı,
Zonguldak'tan çıkarılan ve denizyoluyla İstanbul'a
getirilen kömürü Silahtarağa Elektrik Santrali’ne
ulaştırıyordu. Birinci Dünya Savaşı yıllarında kömür
temininde sıkıntı yaşamaya başlandığında ise hattın
ikinci ayağı hizmete girdi.
Silahtarağa Elektrik Santrali’nden başlayarak
Kağıthane Deresi'nin batı kıyısı üzerinden kuzeye
ilerleyen ve Göktürk’den geçen hat, Kemerburgaz'da
iki kola ayrılıyordu. Bir kol yine Kağıthane
Deresi'ni izleyerek Uzunkemer'in altından geçerek
Ağaçlı Köyü'nde Karadeniz'le buluşuyordu. Hatta
bulunan 4 ana istasyondan şehre en yakın olanı
Kağıthane İstasyonuydu.
Zamanla kullanıma kapatılan hattın rayları toprağa
gömüldü. Toprak altında kalmayan bölümleri ise
söküldü. Hattın geçiş güzergahının şehir dışında
kalan bölümleri bugün bile varlığını sürdürürken,
kilometre taşlarının pek çoğu günümüze ulaştı.
Haliç ve Anadolu Yakası bağlanacak
Projeyle, Haliç ve Anadolu Yakası’nın bağlanacağını
ifade eden Kağıthane Belediye Başkanı
Fazlı
Kılıç, "Bu demiryolu Kağıthane tarihi
açısından çok önemli bir kilometre taşı. Eğer biz bu
yolun izlerinin tamamen ortadan kalkmasına göz
yumarsak ve yeniden inşa etmezsek, tarihe karşı
büyük bir kötülük yapmış oluruz. Ben belediye
başkanı olmadan önce de bu demiryolunun hayalini
kuruyordum. Göreve gelir gelmez bütün arşivi önümüze
aldık ve ne yapılması gerektiği konusunda uzun uzun
düşündük. Tarihçilerden ve teknik adamlardan bu
konuda bilgiler aldık. TCDD yönetimiyle görüştüm ve
eski hattın üzerinde bir haritalama çalışması
yaptırdım. Kağıthane Belediyesi ve Devlet
Demiryolları ekiplerinin ortaklaşa yaptığı
haritalama çalışmasına son halini verdikten sonra,
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş'ı
demiryolu ve güzergahı hakkında, yerinde
bilgilendirmek üzere davet ettik. Başkan Topbaş'ın
bu konuda bilgili ve ilgili olduğunu gördük. Biz de
harita ve güzergah hakkında ayrıntılı bir brifing
verdik. Kadir bey, yol boyunca verdiğimiz bu
brifingin bir anında, TCDD Genel Müdürü'nü arayarak
teknik destek istedi. Kadir Topbaş, bu gezinin hemen
ardından İstanbul Metropolitan Planlama Bürosu'na,
hattın harita ve planlara işlenmesi, demiryolunun
yeniden inşası için projelendirilmesi talimatı
verdi. Bu talimat sonucu Metropolitan Plan
Bürosu'nda kurulan çalışma grubu araziyi gezdi, hat
üzerinde helikopter uçuşu yaptı ve bir ön çalışma
hazırladı. Oluşturulan proje taslağı Nisan 2009'da
tamamlandı. Bu yol iki denizi biraraya getirecek"
dedi.
"Başbakanımızın verdiği müjdeyle, bir
asırlık hayalimiz gerçek olacak"
Başkan Kılıç, bu aşamadan sonra arazideki
çalışmaları sürdürdüklerini belirterek, "Hattın
geçtiği diğer ilçe olan Eyüp ile istişare ederek
belirli bir aşamaya geldik. Başbakanımız, geçen yıl
Kağıthane'ye taşınan Karadeniz su kanalının açılış
töreninde yaptığı konuşmada, Silahtar - Ağaçlı
demiryolu hattının yeniden inşa edileceğinin
müjdesini verdi. Böylece asırlık hayalimiz gerçeğe
dönüşmeye başladı. Bu tren hattı, kuzeyde Çiftalan
köyü yakınlarında Üçüncü Boğaz Köprüsü yoluyla
birleşiyor. Biliyorsunuz ki bu yolda bir de tren
hattı bulunacak. Bizim tren hattının yeni yolla
birleşme noktasında bir transfer istasyonu da
kuracağız. Böylece Asya Yakası'na geçmek isteyenler
bizim trenden inip, diğerine binebilecekler. Böylece
Haliç, Anadolu Yakası'yla da bağlanmış olacak"
şeklinde konuştu.
Tarihi demir yolunun tekrar gün yüzüne
çıkartılmasıyla İstanbul’un yeni markalarından
birisi haline geldiği belirtilen açıklamada,
Kağıthane'nin geçmişle modern dünyayı harmanlamaya
devam ettiği kaydedildi.
Yapı, 26.10.2013
|
İSTANBUL'UN YERALTI ŞEHRİNE YOLCULUK
Yüzyıllardır toprağın altında yatan, zaman
zaman hoyratça kullanılıp büyük bir bölümü yok
edilen, üstüne çok katlı binalar dikilen ama buna
rağmen ayakta kalmayı başaran İstanbul'un yeraltı
kenti, yavaş yavaş ortaya çıkarılıyor. Büyük bir
bölümü tarihi yarımadanın içinde yer alan ve çapı
Roma'nın toprak altı kentinden sekiz kat büyük olan
arkeolojik yapılar, yeniden insanlığın hizmetine
giriyor. Anemas Zindanları, Zeyrek Sarnıcı,
Nuruosmaniye Camii'nin altı, Tekfur Sarayı,
Sultanahmet'teki hipodromun önemli bir bölümü,
Şerefiye Sarnıcı ilk etapta açılacaklar listesinde
yer alıyor. Günışığına çıkarılan yapılar sanat
galerisi, kafe, sanat atölyesi ve müze olarak hizmet
verecek. Projeler yapılırken, turizme kazandırılan
ilk eser olan 1001 Direk Sarnıcı örnek alınıyor.
İstanbul, yerin altında ve üstünde hem
imparatorluklar öncesi uygarlıkların hem de üç ayrı
medeniyetin izlerini taşıyor. 8500 yıllık bir
yerleşik hayata tanıklık eden bu kentin altında
Roma, Bizans ve Osmanlı devrinden kalma çok sayıda
eser var.

GİZLİ GEÇİTLER VE DEHLİZLER
Medeniyetler üst üste kurulmuş. Tahta geçen
her kral tarihe bir iz bırakmış. Roma kentinin
aristokratları ve Osmanlı'nın paşalarıyla vezirleri
de bu konuda iyi ki birbiriyle yarışmış. Kralın
biri, ta Belgrad Ormanı'ndan su getirmek için
toprağın altına bir insan boyunda horasan kanallar
döşetmiş. Bir diğeri, toprak altında bir kilise inşa
ettirmiş. Sarnıçlar gelmiş sonra ve yeraltı
mezarlıkları. Dervişlerin çilehaneleri ve keşişlerin
hücreleri de toprak altındaymış. Sonra savaşlar ve
kuşatmalardan kurtulmak için, denize ve sur dışına
açılan gizle geçitler yapılmış. Benzer geçitleri,
tebdili kıyafet yapıp halkın arasına karışmak
isteyen imparatorlar da kullanmış. Bu tüneller
saraydaki harem ya da zifaf odasından başlayıp
kentin çarşılarına kadar uzanmış. Çarşılardaki
hanların altında içine 100 tane fil ya da 10 tane
kervan sığacak kadar geniş binalar inşa edilmiş.
Çocukluğu İstanbul'da geçen herkes o meşhur şehir
efsanesini duymuştur. Hani "Yahu, Edirnekapı'dan bir
tünele giriyormuşsun da sonra Sultanahmet'ten
çıkıyormuşsun", "Sultanahmet'ten tünele daldın mı,
kendini Beyoğlu gecelerinin ortasında buluyormuşsun"
gibi iddialar bunlar. Hatta bazıları, aynı
tünellerin bizi Beyazıt'tan alıp Burgaz Adası'na
kadar götürdüğünü iddia edecek kadar ileriye
gidiyor.
DEPREMLER VE YANGINLAR
Aslında bu efsanelerin bir kısmı doğru.
Bizans yapılarının bir bölümü zaten Osmanlı devrinde
kullanılıyordu. Ayrıca Alman mimar ve arkeolog
Wolfgang Müller-Wiener'in 1977'de kaleme aldığı
İstanbul'un Tarihsel Topografyası adlı eserinde
kentin altındaki değerlere işaret ediliyordu. Benim
de bu konuda yaptığım bir araştırma, Kültür AŞ
Yayınları tarafından 2010'da Türkçe ve İngilizce
olarak Yeraltındaki İstanbul (World
Beneath İstanbul) adıyla kitaplaştırıldı. Son
yıllarda Marmaray ve Metro kazılarıyla birlikte
özellikle tarihi yarımada, Galata ve Üsküdar'da
toprak altından çok sayıda eski yapı ve bu binaları
birbirine bağlayan tüneller ortaya çıkarılınca,
şehrin sırlarının bir kısmı ortaya çıkmış oldu.
Tabii insanlar bu yapıların nasıl olup da yerin
altına çekildiğini merak ediyor. Aslında bu
binaların büyük bir kısmı, ilk yapıldıklarında yerin
üstündeymiş. Ama tarih boyunca İstanbul'un yakasını
bırakmayan depremler kenti defalarca hallaç pamuğuna
çevirmiş. Haliyle kentin topografyası da alt üst
olmuş. Bir de yangınlar var. Onlar da da kentin
üstünde yeni katmanlar oluşmasını sağlamış.
Depremlerin ve yangınların ardından ortaya çıkan
molozlar, daha önce yapılan binaların bodrumlarını
ve yer tabakasının üstünü doldurmuş. Eski temeller
üzerine yeni binalar inşa edilince klasik kent
yapıları toprak altında kalmış.
SULTANAHMET MEYDANI YÜKSELMİŞ
Örneğin Sultanahmet'teki Yılanlı Sütun,
Milenyum Taşı ve Dikilitaş'ın tarihsel zeminlerini
bulmak için anıtların çevresinde kazılan çukurlara
baktığımızda olayı daha iyi anlıyoruz. Çünkü
Sultanahmet Meydanı, Konstantin zamanından günümüze
kadar 5 metre yükselmiş. Balat'taki en eski
yapıların temellerinin 6 metre derine kadar
indiğini, giriş katlarının toprağın içinde
kaybolduğunu görüyoruz. Yenikapı'da üç yıl önce
ortaya çıkarılan ve geçmişi 8 bin 500 yıl öncesine
uzanan ilk yerleşim alanı ise şimdiki zeminden 6.5
metre derinde yer alıyor. İstanbul'un yeraltı
kentinin önemli bir parçası olan ve 150 yıl kadar
toprak altında uyuyan Yerebatan Sarnıcı, 1987'de
hizmete açıldı. 2005'te hizmete açılan 1001 Direk
Sarnıcı da İstanbul turizmine büyük bir değer
kazandırdı. Kentteki tarihi mirası restore edilerek
ayağa kaldırılmak için son yıllarda çok önemli
çalışmalar yapıldı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi,
Fatih Belediyesi ve Vakıflar Genel Müdürlüğü son 10
yılda yerin üstündeki binlerce eseri ihya etti.
İlgili kurumlar, yeraltında kaybolmaya yüz tutmuş
kültür miraslarına da el uzattı. Böylece önümüzdeki
yıldan itibaren İstanbul'un yeraltı envanterinde
bulunan çok önemli eserler, yeniden insanlığın
hizmetine girecek.
ZEYREK SARNICI LİMON DEPOSUYDU
Fatih, Türkiye'deki ilçe belediyeleri
içinde en fazla tarihi eseri restore ederek ayağa
kaldıran belediye olarak biliniyor. Tabii bunda
tarihi yarımadadaki kültür mirası envanterinin fazla
olmasının da payı var. Fatih Belediye Başkanı
Mustafa Demir göreve gelir gelmez, "Tarihi
Mirasımızı Koruyoruz" başlıklı bir kampanya
başlattı. Ve yüzlerce yapının insanlığa
kazandırılmasını sağladı. Zeyrek Sarnıcı da
bunlardan biri. Sarnıç eski adı Pantokrator
Manastırı olan Molla Zeyrek Camii'nin bir parçası
aslında. Manastır kompleksinin su ihtiyacını
karşılamak için inşa edilmiş. Osmanlı çağında da bir
süre sarnıç olarak hizmet vermiş. En son limon
deposu olarak kullanılıyordu. Daha sonra terk edildi
ve tinercilerin mekanı oldu. Mustafa Demir, burayı
devraldıktan sonra tonlarca moloz ve çöp
çıkardıklarını söyledi. "İstanbul da benzeri olmayan
üç cephesi toprak üstünde ve iç kısmında su toplama
galerileri bulunan tek sarnıç örneğidir" diyen
Demir, yapıya ilk girdiklerinde eserin içinden
geçirilen atık su kanallarıyla karşılaştıklarını
belirterek "Maalesef bazı insanlar bir günlük çıkarı
için bin yıllık binaya zarar vermekte bir beis
görmemişler" dedi. Projelendirme çalışmalarında
sistematik kazı çalışmaları ile birlikte yapının,
kronolojik analizleri ve dönem analizine ilişkin
raporlar, sanat tarihi raporları, malzeme analizi
raporları yanında yapının kullanım fonksiyonuna
yönelik done oluşturmak amacıyla yapı içerisinde nem
ve basınç sıcaklık değerlerinin değişik mahallerden
günlük ve standart saatlerde takibinin yapılarak
yapı içi iklim değerleri çıkarılmış. Ve sonunda
mükemmel bir onarımdan geçirilmiş. Başkan Demir, şu
anda sarnıca nasıl bir fonksiyon verecekleri
konusunda tereddütlü olduklarını belirterek,
İstanbul turizmine hizmet edecek her türlü teklife
açık olduklarını beyan etti.
MALKOÇOĞLU FİLMLERİ ANEMAS ZİNDANLARI'NDA
ÇEKİLDİ
Roma ve Bizans devrinde İstanbul tarihi
yarımada sınırlarında iki önemli saray vardı.
Bunlardan ilki I. Konstantin'in Sultanahmet'te
kurduğu Büyük Saray. İkincisi ise 10. yüzyıldan
itibaren kullanıma açılan Eğrikapı ile Ayvansaray
arasında yer alan Blakhernai Sarayı. İkinci sarayın
içinde, tıpkı birincide olduğu gibi büyük bir zindan
da yer alıyordu. Adi suçlular, İstanbul'un çeşitli
semtlerinde bulunan genel cezaevlerinde yatarlardı
ama imparatorluk için büyük bir tehdit oluşturan
siyasiler saray kompleksinin içinde yer alan
zindanlarda gün sayarlardı. Anemas Zindanı adını
işte böylesi önemli birinden, Arap asıllı bir
Bizanslı komutan olan Mikhael Anemas'tan alıyor.
1107 yılında devrin imparatoruna karşı suikast
girişimini planlarken yakalanan Anemas, suçunu
cezasını zindandaki bir kulede çekmiş. İmparator
Aleksios, Anemas'ın gözlerine mil çekilmesini
emretmiş. Ama Aleksios'un kızı Prenses Anna babasına
yalvararak komutanın sürmeli gözlerini kaybetmesine
mani olmuş. Sonra da affedilip orduda önemli bir
göreve getirilmiş. Anemas'ın dışında da çok sayıda
önemli şahsiyeti ağırlamış bu zindan. İmparator I.
Komnenos, İmparator İsakios ve oğlu Aleksios,
veliaht Andronikos ve Sultan Murat'ın oğlu Savcı Bey
bu zindanda çile çekmiş. Osmanlı devrinde zaman
zaman depo olarak kullanılan zindan, 1970'lerden
itibaren Malkoçoğlu, Kara Murat,
Kahpe Bizans, Şahmaran gibi sinema filmlerine
mekan olmuş.
DÖRT YILLLIK RESTORASYON
Fatih eski Belediye Başkanı Sadettin
Tantan, bu zindanın restore edilerek turizme
kazandırılması için bir proje hazırlattı ama görev
süresi bittiği için devamı gelmedi. Daha sonra Fatih
Belediye Başkanı Mustafa Demir tarafından restore
edilecek tarihi eserler listesine alınan Anemas
Zindanı, büyük bir yatırım gerektirdiği için
İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne devredildi. Son
dört yıldır çok titiz bir restorasyondan geçen
binanın içinden çıkarılan çok sayıda tarihi obje
Arkeoloji Müzesi envanterine kaydedildi.
BAHARDA HİZMETE AÇILACAK
Binanın büyük bir bölümünün onarımı
tamamlandı. Önümüzdeki yıl bahar aylarından itibaren
hizmete açılması planlanıyor. Büyükşehir Belediye
Başkanı Kadir Topbaş, bu zindanın restorasyonu için
öncülük etti ve ciddi bir onarım bütçesi
oluşturulmasını sağladı. Eserin bir kısmı burada
ömrünü tamamlayan ya da çile çeken insanların
anısını yaşatmak için bir canlandırma müzesine
dönüştürülecek. Klasik çağlardaki gibi halkalara
geçirilen zincirlerle duvara bağlanan mahkumların
canlandırılacağı bu müzede, burada yatan ünlü
mahkumların balmumu heykelleri bulunacak. Kadir
Topbaş, çok geniş bir alana yayılan Anemas
Zindanları'nın bir kısmının sanat atölyelerine
dönüştürülmesini planladıklarını söyledi.
NURUOSMANİYE'NİN ALTINDAN BİR SERVET ÇIKTI
Nuruosmaniye, Osmanlı mimari geleneği
içinde çok önemli bir virajı oluşturan bir barok
eser olarak bilinir. Vakıflar Genel Müdürlüğü, bu
eserin restorasyonu için hayli yüklü bir bütçe
ayırdı. Ama ilk etapta planlanan bütçe, caminin
restorasyonunu karşılamadı. Çünkü eserin altından
cami alanı büyüklüğünde olağanüstü güzel bir yapı
ortaya çıktı. Caminin altına inen arkeologlar
şaşkınlık içinde kaldı. O ana kadar hiç kimsenin
bilmediği, 2 bin 42 metrekare büyüklüğünde bir
yapıya ulaşıldı.12 odalı 19 bölmeli bu eserin içinde
halen çalışır vaziyette olan bir kuyuya da
rastlandı. 2014'te restorasyonu tamamlanacak olan
eserin müze olarak değerlendirilmesi planlanıyor.

KAŞIKÇI ELMASI TEKFUR SARAYI'NDA
Tekfur Sarayı da tıpkı Anemas gibi büyük
Blaknernai saray kompleksinin bir parçası. Bu
kompleks içinde ayakta kalmayı başarabilen tek
saray. Tekfur kelimesi Avrupa'daki kont, dük, lord
gibi unvanların Bizans versiyonu. Aynı zamanda
Bizans valileri için kullanılan bir san. Bu saray
parçası hakkında ayrıntılı bir tarihsel bilgiye
sahip olunmadığı için hangi aristokrat tarafından
kaç yılında kurulduğuna dair malumata sahip değiliz.
Bazı kaynaklar 11. Yüzyıl, bazıları ise 14. yüzyılda
kurulduğunu savunuyor. Osmanlı devrinde ise burası
ilk olarak 1492'de Endülüs'ten getirilen Yahudiler
için toplu yerleşim alanına dönüştürülüyor. Mimar
Sinan devrinde uzaktan gelen çinilerin nakli sorun
olunca İznik'ten getirilen ustalarla bu sarayın
içinde bir çinihane kuruluyor. İznik çinilerinden
sonra en hatırı sayılır çiniler burada üretiliyor.
Bu işlevini birkaç asır sürdürüyor. Bir ara hayvanat
bahçesi olarak işlev görüyor. Meşhur Kaşıkçı Elması
da bu sarayın içinde ortaya çıkarılıyor. Sarayın
hemen altından Balat'a uzanan yolun şimdiki ismi
Şişhane Caddesi, eski adı ise Şişehane Caddesi.
Çünkü Tekfur Sarayı, 19. yüzyılda cam ve cam
ürünleri imalathanesi olarak kullanılıyor. İstanbul
Büyükşehir Belediyesi tarafından üç yıldır
restorasyonu sürdürülen eserin bitmesine çok az
kaldı. Ana bina restore edilirken bahçe içinden cam
ve çini ocakları ortaya çıkarıldı. Bu ocaklar da
aslına uygun olarak onarıldıktan sonra ziyaretçilere
açılacak. İstanbul, Murano'dan başlayıp Kırım'daki
Bahçesaray'a uzanan cam ustalığının en önemli
halkalarından biri. Arkeoloji müzesinde ve
saraylarda hem Bizans, hem de Osmanlı devrine ait
çok sayıda cam eser var. Bu eserlerin büyük bir
bölümü de sarayların ve müzenin altındaki depolarda
öylece yatıp duruyor. İstanbul'un kültür ve turizm
çevreleri yıllardır, bu eserlerin sergileneceği bir
müzeye ihtiyaç olduğunu dillendiriyor. Ve Tekfur
Sarayı'nın da bu iş için biçilmiş kaftan olduğunu
ifade ediyorlar. Kadir Topbaş da bu fikre yakın
duruyor. Bakalım onarım sonrasında Tekfur Sarayı'na
nasıl bir fonksiyon verilecek.

1001 DİREK SARNICI ÖRNEK BİR MODEL
Yerebatan Sarnıcı bilindiği için bu yazıda
ondan söz etmeyeceğiz. Ama Yerebatan'dan sonra
İstanbul'un ikinci büyük su haznesi olan 1001 Direk
Sarnıcı'ndan hem tarihi özelliği hem de örnek bir
kullanım modeli olduğu için övgüyle bahsedeceğiz.
Bizans kaynaklarına göre 4. yüzyılda Roma
senatosunun üyelerinden Filoksenus'un sarayının su
ihtiyacını karşılamak için inşa edilmiş. Osmanlı
devrinde de bir süre sarnıç olarak kullanılmış, daha
sonra da ipek iplik bükme atölyesine dönüştürülmüş.
19. yüzyılda terk edilen yapının içine yıllar
boyunca çevredeki çöpler ve molozlar dökülmüş.
2002'de restorasyonuna başlanan binadan yüzlerce
kamyon dolusu moloz çıkarıldı. Onarımı bittikten
sonra da işletmesi Dom Turizm Şirketi'ne devredildi.
Dünyadaki turizm trendlerini yakından takip eden bu
şirketin yöneticileri kısa zamanda bu tarihi eseri
dünya çapında bir işletmeye dönüştürdü. Çok sayıda
Avrupalı ve Amerikalı zenginin düğünleri burada
yapıldı, çok önemli kongre ve davetler için
büyüleyici bir mekan oldu. Büyük çaplı fotoğraf ve
maket sergilerine ev sahipliği yaptı. Mekanın doğru
kullanımı açısından İstanbul'a bir örnek oluşturdu.
İşletmenin sloganı ise "Şehir saklar, siz
keşfedin..."

Sabah, 26.10.2013
|
|
NEOLİTİK DÖNEMDEN KALMA
YERLEŞİM YERİ
Çin Şinhua ajansının haberine göre, arkeologlar ülkenin Guangşi Cuang Özerk Bölgesi'nde neolitik dönem ile Cou Hanedanlığı (MÖ 1100 - MS 771) arasındaki döneme ait olduğu düşünülen 120 metrekare genişliğinde bir mağara keşfetti.
Mağarada günlük kullanım için kabaca tasarlanmış topraktan yapılma çanak ve çömleğin yanı sıra taş kürek, taş keski, değirmentaşı gibi kemik, taş ve istiridyeden yapılmış aletler bulundu. keşfin döneme dair araştırmalara ışık tutması bekleniyor.
Sabah, 26.10.2013
|
TARİHE SAYGI!

Alaaddin Camii'nin kuzey
kapısı ve duvarının üzerindeki yazılar, yerli ve
yabancı ziyaretçiler tarafından eleştiri konusu
yapılırken tarihi eser üzerine yazı yazanların,
karalama yapanların tarih, sanat ve estetik
bilincinden ne kadar uzak olduğunu da gözler önüne
seriyor. Tek umudumuz vatandaşın bilinçlenerek
tarihi mekanlara hak ettiği saygıyı göstermesi...



Manşet Gazetesi,
25.10.2013
|
8 BİN YILLIK HEVSEL BAHÇELERİ DE
UNESCO'YA ADAY

Dünya Kültür Miras
Geçici Listesi'nde yer alan Diyarbakır Surları ile 8
bin yıllık Hevsel Bahçeleri de UNESCO'ya aday
gösterildi.
Kültür ve Turizm Bakanlığı Dünya Miras Geçici
Listesi'nde bulunan ve Birleşmiş Milletler
Eğitim Bilim ve Kültür Kurumu (UNESCO)
Dünya Mirası asıl listeye alınması için
çalışmaların aralıksız devam ettiği dünyaca ünlü
Diyarbakır Surları'nın
yanısıra 700 hektarlık alanı kaplayan
Hevsel Bahçeleri
de
UNESCO başvuru dosyasına eklendi.
"Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri Kültürel
Peyzajı" ismiyle hazırlanan taslak dosya, Kültür
ve Turizm Bakanlığı aracılığıyla UNESCO'ya
sunuldu.
Diyarbakır Kalesi ve
Surları Alan Başkanı Nevin Soyukaya, AA
muhabirine yaptığı açıklamada, Diyarbakır Kalesi
ve Hevsel Bahçeleri'nin Dünya Kültür Mirası'na
aday olduğunu ifade ederek, taslak dosyayı
Kültür ve Turizm Bakanlığı üzerinden UNESCO'ya
sunduklarını bildirdi.
Geçen yıl Kültür ve Turizm Bakanlığı
himayesinde, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi
bünyesinde kurulan Alan Yönetim Birimi ile
Diyarbakır Surları ve Kalesi'nin, Dünya Kültür
Miras Listesi'ne alınması için UNESCO'ya
sunulmak üzere, Diyarbakır Valiliğince, kentteki
tüm kurum, kuruluş ve sivil toplum örgütlerinin
desteğiyle plan ve dosya hazırlandığını belirten
Soyukaya, bu kapsamda nisan ayında uluslararası
bir toplantı düzenlendiğini anımsattı.
Soyukaya,
UNESCO'ya
bağlı kalelerle ilgili teknik heyet olan ICOFORT
delegasyonu ile Uluslararası Anıtlar ve Sitler
Konseyi (ICOMOS) ve Türkiye ICOMOS ekiplerinin
katılımıyla gerçekleştirilen toplantıya, 15'i
aşkın ülkeden 70'i yabancı 200 uzmanın
katıldığını ifade ederek, Diyarbakır Kalesi ve
Diyarbakır'ın UNESCO sürecinin tartışıldığını
kaydetti.
Toplantı sonucunda ortaya çıkan bazı önerileri
değerlendirdiklerini anlatan Soyukaya, "Bu
öneriler başında özellikle ICOMOS ve UNESCO
uzmanlarının önerisi olan Diyarbakır Kalesi ile
Hevsel Bahçeleri'ni de dosyaya dahil etmemiz
geliyordu. Biz de bu öneriyi Kültür ve Turizm
Bakanlığı ile yeniden değerlendirdik. Bunun çok
doğru, yerinde bir öneri olduğuna karar verdik.
Ondan sonra da alan sınırımızı değiştirdik. Bu
kez dünya mirası olarak UNESCO dosyamızı 'Hevsel
Bahçeleri ve Diyarbakır Kalesi' olarak
hazırladık. 'Diyarbakır Kalesi ve Hevsel
Bahçeleri Kültürel Peyzajı" adıyla da
UNESCO
dosyamızı hazırladık" dedi.
KENTİN BESİN KAYNAĞI
Soyukaya,
Diyarbakır
Kalesi'nin bütünlüklü olarak korunup günümüze
kadar gelişi, malzemesi, mimarisi, üzerindeki
yazıt kuşağı, kabartma ve bezemeleriyle sadece
bir savunma yapısı değil, çok ciddi belge
niteliği taşıyan kültürel değer olduğunu
belirterek, 8 bin yıllık kentle var olan diğer
öğenin ise Hevsel Bahçeleri olduğunu kaydetti.
Hevsel Bahçeleri'nin
Dicle Nehri'nin kıyısında, Kale ile Dicle Nehri
arasındaki alanda bereketli alüvyonların
yığıldığı topraklarda bulunan ve kentin
kurulduğu günden bu yana besin kaynağı olan çok
önemli bir yeşil kuşak olduğunu dile getiren
Soyukaya, şöyle konuştu:
"Yurt dışından gelen uzmanlarımız da var olduğu
günden bugüne korunmuş çok nadir örneklerden
biri olarak yorumladıkları Hevsel Bahçeleri'ni
özellikle sunmamızı tavsiye etmişlerdi. Bu
nedenle Hevsel'i dünya mirası olarak sunduk.
Dicle Nehri, Hevsel ve Kale'yi düşünmeden kenti
düşünmemiz mümkün değil. Diyarbakır'ı besleyen
bu unsurlar olmasaydı belki bu kadar uzun yıllar
doğduğu yerde yaşayamazdı. Biz de bu iki özel
değeri kültürel peyzaj olarak UNESCO'ya Kültür
ve Turizm Bakanlığı üzerinden sunmuş olduk.
Hevsel Bahçeleri 700 hektarlık bir alanı
kapsıyor. Diyarbakır Surları ise yaklaşık 6
kilometrelik uzunlukta. Dünyada her iki değerin
bire bir benzeri yok. Diyarbakır Kalesi ve
Hevsel Bahçeleri'ni özel kılan sadece büyüklüğü
değil, inşa edildiği günden bugüne kadar
bütüncül olarak korunarak günümüze kadar gelmiş
olmasıdır. İşlevini yitirmeden yaşıyor
olmasıdır. Hevsel Bahçeleri ise hala
Diyarbakır'ın sebze ve meyve ihtiyacını bir
nebze de olsa karşılıyor."
Paris'te UNESCO'ya yakın markaj
Soyukaya, taslak dosyayı bir süre önce
UNESCO'ya
sunduklarını ifade ederek, "Hazırlanan dosyayı
Kültür ve Turizm Bakanlığına sunduk. Bakanlık da
Dışişleri Bakanlığımız üzerinden UNESCO'ya
sundu. Taslak dosyayı bire bir görüşebilmek için
Paris'te uzmanlardan randevu aldık. 30 Ekim'de
bu görüşmeleri yapmak üzere belediyeden bir
heyet Paris'e gidecek. Oradan aldığımız öneri ve
eleştiriler doğrultusunda nihai dosyamızı
hazırlamaya başlayacağız. Nihai dosyayı da şubat
ayında sunucağız. Dosyamızın onaylanması
durumunda Diyarbakır'ın, Dünya Kültür Mirası
olarak tüm dünyada anılan ender kentlerden biri
olacağını umuyoruz" diye konuştu.
Bugün, 25.10.2013
|
PERU'DA BİN YILLIK CESETLER ORTAYA ÇIKTI
Peru'nun
başkenti Lima'nın göbeğindeki bir arkeoloji
alanında, Wari medeniyetine ait mezar ve içinde
mumyalanmış iki ceset bulundu.

Lima'daki arkeoloji alanında çalışan
biliminsanları, söz konusu mezarın bin yıllıktan
fazla olduğunu, cesetlerin ise bir bebek ve bir
yetişkine ait olduğunu bildirdi.

Bölgede çalışan arkeologlardan Isabel Flores,
cesedi bulunan yetişkinin bir dokumacı olduğunu
düşündüklerini aktardı. Flores'in verdiği bilgiye
göre diğer ceset ise bu dokumacı yetişkin uğruna
öldürülen ve yanına gömülen bir bebeğe ait.

Arkeologlar, cesetlerin organları üzerinde
gerekli incelemeleri yaptıktan sonra daha detaylı
bilgilere ulaşabilecekler.

Wari medeniyeti 600 ile 1000 yılları arasında,
İnka İmparatorluğu ortaya çıkmadan yaklaşık 500 yıl
önce bu bölgede varlığını sürdürmüştü. Şimdiye kadar
Lima'daki bu arkeolojik alanda şimdiye kadar
yaklaşık 70 Wari mezarı bulundu.


Hürriyet, 25.10.2013
|
MARMARAY'LA TARİH CANLANIYOR

Açılışı 29 Ekim’de yapılacak olan Marmaray
Projesi kapsamında ortaya çıkarılan tarihi
kalıntılar sergileneceği günü bekliyor.
Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve
Müzeler Genel Müdürlüğü izniyle, İstanbul Arkeoloji
Müzeleri Müdürlüğü başkanlığında 2004 yılında
Marmaray projesi kapsamında kazılar başlamıştı.
Üsküdar, Sirkeci ve Yenikapı’daki istasyonların
inşasıyla birlikte, üç ayrı bölgede sürdürülen bu
kazılar tamamlanma aşamasına geldi. Proje alanında
arazi çalışmaları bitirilirken buradaki atölye
çalışmaları devam ediyor. İstanbul Metrosu Projesi
Yenikapı Metro İnşaatı kapsamındaki kazının bir
bölümü tamamlandı, diğer alanlarda ise kazılar
sürüyor. Bugün gelinen aşamada, 32 bin 350 eser elde
edildi. Taraf’ın edindiği bilgiye göre antik
limandan çıkan gemi kalıntıları Yenikapı
İstasyonu’nda yapılacak müzede fanusta sergilenecek.
32 BİN 350 ADET MÜZELİK ESER BULUNDU
Antik çağın en büyük limanı ve Neolitik dönemden
kalma yerleşim yeri Marmaray kazılarında gün yüzüne
çıktı. Marmaray kazısında 17 bin 650, metro
kazısında ise 14 bin 700 esere ulaştı. 32 bin 350
müzelik eser açığa çıktı. Devam eden kazılarla bu
sayının artacağı düşünülüyor. 60 bin metrekarelik
alana yayılan ve yaklaşık 10 yıldır yürütülen
kazılarda, dünyanın en büyük gemi filosu gün yüzüne
çıkarıldı. 37 gemi batığına, yüzlerce insan
iskeletine ve 22 bin hayvan kemiğine ulaşıldı.
Marmaray projesi kapsamında yapılan kazılarla 8500
yıl öncesine ait insan yaşamının ipuçlarına
erişildi. Böylelikle İstanbul’un yerleşik yaşama
geçiş tarihi bir kere daha tespit edildi.
MÜZENİN DURUMU BELİRSİZ
Marmaray kazılarını bugüne kadar dünyanın dört bir
yanından arkeologlar ziyaret etti. Geçtiğimiz
Haziran ayında UNESCO’ya bağlı ICOM’un düzenlediği
sempozyum için Türkiye’ye gelen 29 ülkeden 130 bilim
insanı, Marmaray kazılarında Yenikapı’dan çıkan 36
gemiyi inceledi. Kazıların sonuçlarını yabancı bilim
insanları ve dünya basını da merakla bekliyor.
Taraf’ın edindiği bilgiye göre antik limandan çıkan
gemi kalıntıları Yenikapı İstasyonu’nda yapılacak
müzede fanusta sergilenecek. Çıkarılan eserlerin
sergileneceği Yenikapı’ya yapılacak Arkeopark
adındaki müzenin, Şehir Müzesi’ne mi yoksa Arkeoloji
Müzesi’ne mi ait olacağı ise belirsiz. Ayrıca bu
müzenin dışında kalan eserlerin ne şekilde
korunacağı, hangi müzelerde sergileneceği de
belirsizliğini koruyor.
EN BÜYÜK LİMAN GÜN YÜZÜNE ÇIKTI
Marmaray kapsamında yapılan Yenikapı kazılarında, 1
metre ile 6.30 metre arasında, antik dünyanın
bilinen en büyük limanı ortaya çıkarıldı. Theodosius
Limanı, Marmara Denizi kıyısına Roma İmparatoru I.
Theodosius tarafından 379-395 yılları arasında Lykos
şimdi ki adıyla Bayrampaşa Deresi’nin ağzına
yaptırılmıştı. O yıllarda, uluslararası ticaret
merkezi olarak kullanılan Theodosius Limanı, Likos
deresinden gelen alüvyonlar yüzünden zamanla
kullanılmaz hale geldi. Ayrıca Yenikapı Metro
alanında sürdürülen kazılarda liman dolgusu üzerinde
açığa çıkan ve MS 12-13. yüzyıllardan kalma olduğu
düşünülen kilise kalıntısı da yine koruma altına
alınarak Arkeopark projesine dahil edildi.
Proje 2019 yılında tamamlanacak
Boğaziçi’nin altına yapılacak tüp geçit ile Asya ve
Avrupa’yı denizin dibinden birbirine bağlama projesi
1860 yılında Sultan Abdülmecid’in hayaliydi. 2004
yılında somut adımlar atılmaya başlanarak proje
kapsamında 76 kilometrelik bir güzergah çizildi.
Parça parça tamamlanacak olan projenin 13
kilometresi denizin altında. 29 Ekim’de açılacak
Marmaray TÜP Tüneli’nin Kazlıçeşme, Yenikapı,
Üsküdar, Ayrılıkçeşme ve Söğütlüçeşme’de durakları
bulunuyor. Söğütlüçeşme- Yenikapı arası 12 dakikaya
inecek. 2016’da Marmaray’ın yerüstünde 39 istasyonu
olacak. Projesi kapsamında birçok metro çalışması da
yürütülüyor. Bu çalışmalar 2019 yılında
tamamlanacak.
Taraf, Haber: Billur Özgül, 25.10.2013
******
İSTANBUL'UN TARİHİ DEĞİŞTİ

Asrın projesi olarak nitelendirilen Marmaray
bugün nihayet açılıyor. Her gün 1.5 milyon
insan taşımayı hedefleyen proje
İstanbul için büyük bir hizmet. Proje 4 yıl
sarktı. Sebebi malumunuz üzere Yenikapı, Üsküdar
ve Sirkeci istasyonlarında yapılan kazılarda
çıkan ‘çanak - çömlekler’ gösterildi. Bu sebep
doğru ya da yanlış tartışmasına girmeden
arkeolojik kazılara göz atalım, bu sebebin fayda
mı zarar mı getirdiğine öyle karar verelim.
Arkeolojik kazılar 2004 yılında Kültür ve Turizm
Bakanlığı’nın izni ile İstanbul Arkeoloji
Müzeleri’nce başlatıldı. Maddi desteği Ulaştırma
Bakanlığı’nca sağlanan kazılara bakanlık
verilerine göre 150 milyon liraya yakın bütçe
ayrıldığı belirtiliyor. 60 arkeolog, 7
fotoğrafçı, 6 mimar, 6 restoratör, 600’den fazla
işçi görev aldı. Ayrıca adli tıp uzmanları,
zeolog, arkeobotanik, antropolog, sualtı
arkeologları gibi farklı disiplinlerden çok
sayıda bilim insanı da projeye destek verdi. 38
bin envanterlik yani müzelik değerde yaklaşık 40
bin kasadan fazla eser ortaya çıkarıldı.
İlk kazma vurulduğundan bu yana da İstanbul’un
tarihini değiştiren çok sayıda arkeolojik veri
elde edildi. Bir çırpıda sayılabilecek o kadar
çok buluntu var ki ama en önemlisi sanırım
Yenikapı’daki neolitik veriler. İstanbul’un
tarihini MÖ 8500 yıllarına taşıyan bu
buluntular tüm dünyada ses getirdi. Yüzlerce
arkeolog, bilim insanı bu eserleri yerinde
görmek için İstanbul’a geldi. Şimdi kazı
alanlarını tek tek irdeleyelim.
Batık filo bulundu
YENİKAPI: 2004 yılında başlanan
ve yılın 12 ayı kesintisiz kazı yapılan
Yenikapı’da, Cumhuriyet ve Osmanlı dönemlerine
ait kültür katlarının altında antik dünyanın
bilinen en büyük limanı ortaya çıkarıldı. Antik
kaynaklarda adı ‘Theodosius Limanı’ olduğunu
bildiğimiz bu limanda, Bizans dönemi
denizciliği, ticareti ve gemilerine ilişkin
binlerce eser bulundu. En erkeni 4. yüzyıl en
geç tarihli olanı da 11. yüzyıl olan liman
içerisinde muhtelif zamanlarda batmış 37 adet
batık gemi tespit edildi.
Bu batıkların 30 adedi yelkenli ticaret gemisi,
5 tanesi ise kürekli kadırgaydı. Yükleriyle
batan 3 gemiden ise amforalar, tabaklar,
kandiller, bronz ve altın sikkeler, cam eserler,
bronz eserler, ahşap ve kemik eserler, fildişi
eserler, deri eserler, heykeller bulundu.
Liman dolgusunun altında Tarihi Yarımada
içerisinde ilk defa neolitik bir yerleşim tespit
edildi. Marmara Denizi’nin tatlısu gölü olduğu
dönemde var olduğu belirlenen İstanbul’un ilk
sakinlerine ait yerleşim yeri, MÖ 6500
yılından itibaren kullanılmaya başlanmış
yaklaşık 1000 sene boyunca su altında kalana
kadar yerleşme kullanılmıştı.
Yerleşme içerisinde dal örgü mimari kalıntılar,
mezarlar ve çok sayıda pişmiş toprak kap
parçaları ile çakmaktaşı ve taş aletler tespit
edildi. Dünyanın bilinen en eski ahşap aletleri,
neolitik dönem insanlarına ait yaklaşık 2000
adet ayak izi de buluntular arasında yer aldı.
92 iskeletle bir Bizans yapısı
ÜSKÜDAR: Arkeolojik kazılar
2004 yılında başladı, 2008 yılında teslim
edildi. Arkaik dönemden başlayarak klasik,
Hellenistik ve Roma dönemlerine ait buluntular
ile Bizans ve Osmanlı dönemlerine ait mimari
yapılar tespit edildi. Rum Mehmet Paşa
Vakfiyesi’ne ait bir arastanın temellerine
rastlandı. 12 - 13. yüzyıllara ait Bizans dönemi
apsidal bir yapının temelleri bulundu. Yapının
içinde 92 iskelet ortaya çıkarıldı. Bu yapının
yerinde korunmasına karar verildi.
MÖ 7. yüzyıldan beri limandı
SİRKECİ:
MÖ 7. yüzyıldan
sonra liman olarak kullanılan bölgede 4 noktada
arkeolojik kazı yapıldı. Geç Osmanlı, Bizans ve
Roma öncesine ait çok sayıda buluntu,
Prosphorianos liman çevresine ait mimari yapı
kalıntıları tespit edildi. İstanbul tarihini
8500 yıl geriye götürdüğü, bir müze kuracak
kadar çok eser kazandırdığı ve şehir
arkeolojisinin nasıl yapılabileceğini bize
gösterdiği için başta tüm arkeologlara, destek
veren Ulaştırma ile Kültür ve Turizm
Bakanlıklarına sonsuz teşekkürler. İyi ki proje
4 yıl sarkmış.
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 29.10.2103
******
MARMARAY TARİHE ULAŞTI

İstanbul
Arkeoloji Müzesi Müdürü Zeynep Sezin Kızıltan,
Marmaray çalışması sırasında ortaya çıkarılan tarihi
eserlerle ilgili olarak, "Burada 13 metrelik bir
kültür dolgusuna ulaştık. Bunlar kent arşivi
açısından çok önemli ve değerli bilgiler. Bu
eserler, bilim dünyasının dikkatinin buraya
yönelmesini sağladı" dedi.
Kızıltan, yaptığı açıklamada; Marmaray projesinin
önemli 3 istasyonunun kentsel ve arkeolojik SİT
alanında kaldığını, bu nedenle de ilgili bölge
kurulları tarafından, bu alanlarda İstanbul
Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü başkanlığında kazıların
yapılmasına karar verildiğini belirterek, Kültür ve
Turizm Bakanlığı'ndan alınan izinler çerçevesinde
Üsküdar'da, Sirkeci'de 4 ayrı noktada ve en büyük
istasyon olan Yenikapı'da, 2004 yılından itibaren
arkeolojik kazılara başlandığını söyledi.
Üsküdar'daki çalışmayı 2008 yılında, Sirkeci'deki
çalışmayı da 2012'de tamamladıklarını, Yenikapı'da
ise, en büyük alan olması sebebiyle çalışmaların
sürdüğünü ifade eden Kızıltan, "Burada 13 metrelik
bir kültür dolgusuna uluştık. Osmanlı döneminin yanı
sıra Bizans (Doğu Roma) İmparatorluğu'nun önemli bir
liman kalıntısına ve onun altında da kent tarihini
yaklaşık 8 bin yıl geriye götürecek olan neolotik
tabakaya ulaşmış olduk. Bunlar kent arşivi açısından
çok önemli ve değerli bilgiler. Bu eserler, bilim
dünyasının dikkatinin buraya yönelmesini sağladı. Bu
güzel ve tarihi bilimsel sonuçlarla birlikte, bu
projenin önemli bir sonucu da ortak işbirliği
içerisinde oluşan bir projeydi. Hem Ulaştırma
Haberleşme ve Denizcilik Bakanlığı'yla hem de
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) ile uyum
içerisinde, geniş katılımlı ekiplerle, zaman zaman
24 saat, 3 vardiya şeklinde sürecek çalışmalarla
tamamladık" şeklinde konuştu.
Bu çalışmalarda Yenikapı kazı alanında açığa
çıkartılan Theodosius Liman kalıntıları, tekneler,
neolitik yerleşim, Sirkeci ve Üsküdar'da tespit
edilen Osmanlı ve Bizans mimari kalıntıları ile bu
kalıntılar altında bulunan arkaik klasik,
Hellenistik
ve Roma dönemlerine ait buluntuların, kent tarihinin
yanı sıra dünya kültür tarihine de çok önemli
katkılarda bulunduğunu ifade eden Kızıltan, bu
tarihi değerlerin, kurulacak arkeo parkta ve
Marmaray müzesinde sergileneceğini kaydetti.
Dünya, 29.10.2013
******
200 BİN KASA ESER TAŞINACAK
Asya ile Avrupa kıtaları arasında deniz altından
kesintisiz ulaşımı sağlayacak Marmaray’ın inşası
sırasında Yenikapı’daki kazılarda gün yüzüne
çıkarılan tarihi eserler yeni ‘ev’lerine taşınmayı
bekliyor.

Marmaray ve Metro kazılarından çıkan eserlerin
küçük buluntu adı verilen taşınabilir olanları
bütün envanterleme ve belgeme işlemleri ile
konservasyon,
restorasyon işlemleri yapıldıktan sonra kazıları
organize eden
İstanbul
Arkeoloji Müzesi’ne naklediliyor.
Restorasyon sürüyor
Yine bu buluntular arasında yer alan 35 ahşap
teknenin konservasyon ve restorasyon çalışmaları ise
iki üniversite tarafından aralıksız sürdürülüyor. 5
ve 11. yüzyıllara ait teknelerden 4’ü
Teksas A&M Üniversitesi’nden Cemal Pulat ve
ekibi tarafından
Bodrum Sualtı Arkeoloji Enstitüsü’nde, 31’i ise
İstanbul Üniversitesi Taşınabilir
Kültür Varlıkları Bölümü’nde bulunuyor.
Konservasyon işlemine tabi tutulan teknelerin
çalışmaların tamamlanmasının ardından sergilenmesi
bekleniyor.
Marmaray çalışmalarında ortaya çıkan küçük
buluntular ise Arkeoloji Müzesi tarafından kurulan
ekiplerce gerekli konservasyon ve restorasyon
çalışmaları yapıldıktan sonra müzeye naklediliyor.
Şu anda bir kısmı da “Limandan Hikayeler
Yenikapı’nın Batıkları” adlı sergide meraklıları
ile buluşuyor.
Nakil için bekleniyor
Marmaray kazılarından çıkartılanlardan
atölye çalışmaları devam edenler haricinde
açıkta
eser bulunmazken metro çalışmaları sırasında
erişilen
tarihi eserler de
uzman ellerce bakımdan geçirilmek için
nakledilmeyi bekliyor. Yetkililer, metro alanındaki
eserlerin, çalışmalar tamamlanınca başka bir alana
aktarılacağını beliretek, nakledilmeyi bekleyen
200 bin
kasa olduğunu söyledi. Nakil işlemi ile bu
eserler de kapalı bir
kamp alanına geçirilecek.
‘İzole olmayacak’
Uzmanlar da Marmaray çalışmaları sırasında
tarihi eserlerin iyi bir organizasyon ile açığa
çıkartıldığını, bundan sonraki aşama olan sergileme
konusunda da çalışmaların devam ettiğini belirtti.
İstanbul Üniversitesi’nden Prof.Dr. Mehmet Özdoğan,
“Önemli bir kazanım gerçekleşecek ve izole bir müze
olmayacak. Kentin can damarı ile birleşen son derece
güzel bir
proje ortaya çıkacak” dedi.

‘Önce kazı
yapılmalıydı’
Diğer yandan arkeologlar, Ulaştırma Bakanı
Binali Yıldırım’ın ‘Arkeologlara kalsa bu proje
2023’te anca biterdi’ açıklamalarına ise tepkili.
Karul, “Ne yazık ki ülkemizde modernizm sadece
teknoloji ile ölçülüyor. Oysa kültürel miras da
modernizmde en az teknoloji kadar vazgeçilmezdir”
derken proje boyunca arkeologların ve Arkeoloji
Müzesi’nin ise son derece eksiksiz çalıştıklarını ve
söyledikleri tarihte çalışmalarını bitirip, alanı
devrettiklerini vurguladı. Benzer şekilde Özdoğan da
“Arkeologlar işi uzatmadı” vurgusu yaparak, “Aslında
yapılması gereken kazılar başlamadan önce orada kazı
çalışmasının yapılmasıydı” dedi.
Milliyet, Haber: Burcu Ünal, 29.10.2013
|
MAKÜ ARKEOLOJİ BÖLÜMÜNCE KREMNA KEŞİFLERİ TAMAMLANDI

Burdur'un Bucak İlçesi'nde bulunan Kremna
antik
kenti ve çevresindeki yüzey araştırmalarının ilk
sezonu tamamlandı.
Uzun soluklu olarak devam ettirilmesi planlanan
araştırmalar bu yıl Kremna'nın kuzeyindeki,
kentin egemenlik alanına giren kısımlarda
gerçekleştirildi. MAKÜ'nün resmi sitesinde
yayınlanan haber şöyle;
"Çalışmalar sırasında daha önceden literatüre
girmemiş farklı niteliklere sahip pek çok
yerleşim tespit edildi. Ayrıca savunma amaçlı
gözetleme kalesi ve karakol işlevli yerleşimler
Roma Dönemi'ne tarihlenen yerleşimlere
rastlandı. 2013 Araştırma sezonunun en heyecan
verici keşfi, ana tanrıça tapınımıyla ilgili
olduğu düşünülen; kaya nişleri, kaya içine oygu
kutsal mekanı ve tepe üstündeki tapınağıyla
görkemli bir kutsal alan kompleksinin
belgelenerek ortaya konması oldu. Kremna ve
Çevresi Yüzey Araştırmaları Arkeoloji Bölümü
öğretim üyelerinden Yrd. Doç.Dr. Hüseyin Metin
başkanlığında; aynı bölümüm öğretim üyelerinden
Yrd. Doç.Dr. B. Ayça Polat Becks ve Yrd. Doç.Dr. Ralf Becks'in bilimsel katılımıyla
gerçekleştirilmektedir. İnterdisipliner olarak
yürütülen araştırmada üniversitemizden
jeomorfolog Doç.Dr. Yıldırım Atayeter ve ekibi
katılım sağlamıştır. Ayrıca Akdeniz Üniversitesi
ve Süleyman Demirel Üniversiteleri'nden
alanlarında uzman bilim insanları görev
almışlardır."
Burdur Gazetesi, 24.10.2013
|
AYASOFYA İSKELEDEN KURTULAMADI

1993’te ana kubbe onarımı için kurulup 17 yıl
kullanılan, İstanbul’un 2010 Kültür Başkenti olması
üzerine bakanlık talimatıyla kaldırılan dev iskele 3
yıl sonra yeniden kuruldu. Proje 650 gün sürecek.
Dünya harikası Ayasofya’da iskele geri döndü.
1993’te ana kubbe onarımı için kurulup 17 yıl
kullanılan,
İstanbul’un 2010 Kültür Başkenti olması üzerine
bakanlık talimatıyla kaldırılan dev iskele 3 yıl
sonra yeniden kuruldu. Bu kez iç duvarların onarımı
için kurulan iskelenin proje süresi 650 gün olmasına
rağmen birkaç yıl kalması bekleniyor. 2010’da
yüzyıllar sonra yüzü açılan Serafim meleklerinden,
yüzünün yarısı sağlam duran ikincisinin de bu dönem
açılacağı bildirildi. Ayasofya Müzesi Müdürvekili
Sefer Arapoğlu, müze içindeki 1. Mahmud
Kütüphanesi’nin onarımının tamamlandığını ve 1 Ocak
2014’te açılacağını belirtirken, arka bahçede
silüeti bozduğu gerekçesiyle iki kez yıkılan Fatih
Medresesi’nin de yeniden inşasının planlandığını
bildirdi. Ayasofya Müzesi geçen yıl 2 milyon 360 bin
ziyaretçiyle Topkapı Müzesi’ni ilk kez geçmişti.
İSKELENİN TARİHİ
Müze uzmanı ve müdürvekili Sefer Arapoğlu
iskeleyi ve yürüyen planları anlattı:
“İnşa tarihinden itibaren yaşanan depremler
nedeniyle Ayasofya’nın içinde iskele hep var. Müzeye
çevrilirken Amerikalılar ana kubbe onarımı için bir
iskele getirmiş. Hareketli, sökülüp takılabilen. Ana
kubbede sıva parçaları dökülmeye başlayınca, oradaki
son derece kıymetli mozaikleri korumak için 1993’te
bugünkü iskele kuruldu. Fakat gereğinden fazla
kalıyor iskele. UNESCO’nun katkısıyla, İtalyanlarca
onarım yapılırken, ödenek yetersizliğinden tüm
kubbeyi onaracak şekilde kurulamıyor, 4 çeyrek
halinde sökülüp takılıyor. 4 çeyreği dolaşırken
yapılan onarımlarda da problemler çıktığı için aynı
yerde ikinci defa kurulduğu oluyor. Ayasofya’nın en
büyük sıkıntısı çatıdan kaynaklanıyordu. Çatı
onarımı tümüyle yenilenmeden iç kısım çalışması çok
doğru değildi. 2010’da tümüyle yenilendi.
17 YIL SONRA KALDIRILDI
Bakanlık İstanbul 2010 Kültür Başkenti
projesi sözkonusu deyip iskele vs. kalmayacak
talimatı verdi ve 2009 sonunda kalktı iskele. Kalktı
ama iç cephe yan duvarlarında sıvalar dökülmüş,
yağmur suları zarar vermişti. Ana giriş, batı
cephesi, minareler ve ana mekanda çalışmalar
sürüyor. 1. Mahmud Kütüphanesi bitmek üzere, 1 Ocak
2014’te açılışını yapacağız. Ayasofya canlı olduğu
dönemlerde eğitim ve öğretim yeri aynı zamanda. En
önemli din ve ilim adamları, rektör düzeyinde
isimler ders veriyor. İç mekan adeta bir medrese
gibi kullanılıyor. Üniversiteye eşdeğer eğitim
verilince bir de kütüphane lazım. Çok önemli
kitaplar var, dini ve ilmi alanda yazılmış 5 bin el
yazması. 1935’te müze olmasıyla beraber kitaplar
Süleymaniye elyazması kütüphanesine devrediliyor.
Olması gereken yerde, okuyucuyla buluşması lazım.
Burası müze olduğu için sadece seyirlik anlamda o
kitapların fotokopileri sergilenebilir.”
Hürriyet, Haber: Ali Dağlar, 24.10.2013
|
CEHENNEM KAPISINDAN TARİH FIŞKIRIYOR

Denizli'nin
UNESCO tarafından Dünya Miras Listesi'ne alınan
beyaz cenneti
Pamukkale'nin örenyerinde bulunan Hierapolis
antik kentindeki Cehennem Kapısı olarak
adlandırılan alanda kazı çalışmaları tüm hızıyla
sürüyor.
Pamukkale travertenlerine rengini veren suyun
ana kaynağı olan ve havuzun da ortaya çıkarıldığı
Cehennem Kapısı'nda Afrodit heykeli başı, kandiller
ve MÖ 5. yüzyılda Frigya dönemine ait kiremitten
çift flüt çalan insan figürü ortaya çıktı.
Denizli Valisi Abdülkadir Demir, cehennem
kapısında inceleme yapıp, yeni çıkan eserleri
inceledi. Antik Hieropolis kentinde Roma Dönemi'nde
hayvanların kurban edildiği, yer altı
Termal kaynak sularından çıkan karbondioksit
nedeniyle Cehennem Kapısı olarak adlandırılan
bölgede yapılan kazı ve restorasyon çalışmalarında
geçtiğimiz günlerde kutsal alan ortaya çıkarıldı.
Burada antik çağda ölülere hükmeden yer altı tanrısı
Hades'in bekçiliğini yapan üç başlı köpek
Kerberos'un 130 santimetre yüksekliğinde mermer
heykeli de bulundu. Cehennem Kapısı'nın sağında
Kerberos heykeli bulunurken, kapının solunda ise
Hades'in simgelerinden olan yılan heykeli de ortaya
çıkarılmıştı.
Cehennem Kapısı'nda devam eden kazı çalışmaları
kapsamında muhteşem eserler gün yüzüne çıkmaya devam
ediyor. En son yapılan çalışmalarda ise Afrodit
heykeli başı, kandiller ve Frigya dönemine ait çift
flüt çalan insan figürlü vazo parçası bulundu.
İtalyan Kazı Heyeti Başkanı Ord. Prof.Dr. Francesco
D'Andraia, Frigya dönemine ait eserin çok önemli ve
tarihi bir belge olduğunu söyledi. D'Andraia, vazo
parçası olan tarihi eserde kabartmalı bir insan
figürünün çift flüt üflerken yer aldığını
belirterek, 'Bu eserle Hierapolis antik kentinin MÖ 600 yıl daha öncesine gittik. O dönemde de
frigler, buraya
Termal suyla tedavi olmak için geliyordu.
Eserdeki flütün biri doğru, diğeri ise boynuz
şeklinde Kibele kültürünü yansıtıyor. Bu flütü
Kibele rahipleri çalıyordu" dedi.
'ANTİK ÇAĞ'DAKİ GİBİ YAŞATMAK İSTİYORUZ'
Vali Abdülkadir Demir ise, Cehennem kapısındaki
yapılan çalışmalarla bölgeyi antik çağdaki gibi
yansıtmaya çalışacaklarını belirterek, 'Burada son
yapılan çalışmalarla Afrodit heykeli ve kandiller ve
çok çeşitli eserler ortaya çıktı. Önemli eserler
kazanılmış oldu. Eski dönemde Plutonium buranın
kutsal alanıdır. Burada dini ayinler törenler
yapılıyor, boğalar kurban ediliyor. Burası
Pamukkale'ye asıl rengini veren suyun çıkış
kaynadır. Bu eserler kentin zengin olduğunu
gösteriyor. Havuz da ortaya çıktı. Birası antik
çağda da havuz olarak kullanılmış. Şimdi bu alanda
üç boyutlu çalışma yapılıyor. 2014 yılında burayı
orijinal dönemdeki gibi restore etmek istiyoruz. O
törenleri sembolize edecek değerleri ortaya çıkarmak
istiyoruz. Cehennem kapısıyla ilgili
Pamukkale Üniversitesi Jeoloji Bölümü tespit
çalışması yapacak. Suyun çıkış noktalarına ve
orjinale zarar verilmeden daha da aşağıya inmek ve
antik çağdaki gibi yaşatmak istiyoruz. Yapılacak
çalışmalardan sonra burası antik havuz gibi
gelenlerin özel ziyaret edeceği alan olacak. Gelecek
açısından burası çok önemli. Kent yeniden
keşfediliyorö dedi.
haberler.com, 24.10.2013
******
DENİZLİ'DE AFRODİT HEYKEL BAŞI BULUNDU

UNESCO Dünya Miras
Listesinde yer alan Pamukkale'deki Hierapolis antik
kentinde Plutonium Mağarası'ndaki kazılarda,
Afrodit heykel başı bulundu.
Bölgede yapılan kazılarda bulunan arkaik döneme
ait parçalar antik kentin bilinen tarihini 300 yıl
geriye götürürken, kentin MÖ 6. yüzyılda kutsal
alan olarak ziyaret edildiğini gün yüzüne çıkardı.
Antik kentte 1957'den beri İtalyan kazı heyeti
tarafından sürdürülen kazılarda, toprak altında
kalan tarih gün yüzüne çıkarılmaya devam ediyor.
Daha önce yılda bir ay yapılan kazılar, bu yıl
Denizli Valiliği'nin desteğiyle yıl boyunca
sürdürülüyor.
Pagan inanışın hakim olduğu Antik Çağ'da kutsal kent
olarak görülen Hierapolis'te "ölüler ülkesine geçiş
kapısı" olarak kabul edilen Cehennem Kapısı'ndaki
kazılarda, üç başlı "Hades'in Cehennem Köpeği" ile
yılan heykelinden sonra şimdi de Afrodit heykel başı
bulundu. Plutonium Mağarası'nda yapılan kazılarda
bulunan arkaik döneme ait parçalar ve çift flüt
çalan insan figürü, antik kentin bilinen tarihini
300 yıl geriye götürürken, kentin MÖ 6 yüzyılda
kutsal alan olarak ziyaret edildiğini gün yüzüne
çıkardı. Titizlikle çıkarılan heykeller, Hierapolis
Arkeoloji Müzesi deposuna kaldırıldı.
İtalyan kazı heyeti başkanı Prof.Dr. Francesco
D'Andria, gazetecilere yaptığı açıklamada, Plutonium
Mağarası'nda Cehennem Kapısı olduğunu, buradan
termal su ve karbondioksit gazı çıktığını belirtti.
Bölgenin 2 bin yıl önce çok önemli bir kutsal alan
olduğunu dile getiren D'Andria, "Burada çok mermer
heykel bulduk, çok parça bulduk, en güzeli Afrodit
başı. Ama maalesef Bizans zamanında bazı heykelleri
kireç ocaklarında yakılarak kireç yapıldı. Burada
bir Dionysos heykeli bulduk, bu heykelin bütün
vücudu var ama başı yok. Afrodit başı çok özel.
Hellenistik zamanda yapılmış, yüzü, saçları,
Hellenistik stili gösteriyor. Özel saç sistemi var.
Kulaklarında iki delik var, küpe için. Eskiden
heykele altın küpe takıyorlardı. Heykelin üzerine
başı tutturmak için demir yeri var" dedi.
Mağara girişinde yılan ve üç başlı köpek heykeli
bulduklarını hatırlatan D'Andria, şunları belirtti:
"Kerberos denen köpek, mitolijiye göre Cehennem
girişini koruyor. Üç başlı olan bu köpek heykeli
eşsiz bir eser. Böyle büyük bir heykel yok dünyada.
Bu köpeğin heykeltıraşı, köpeğin başını Anadolu
köpeği gibi, kangal gibi yapmış. Çünkü normalde
Kerberos'un heykelini küçük normal köpek yapıyorlar
ama burada kangal tipini kullandılar. Cehennem
girişinde bulunan yılan heykeli de önemli. Bu iki
hayvan, Cehennem girişini koruyor."
"Hierapolis tarihi 300 yıl geriye gitmiş
oldu"
Cehennem Kapısı'nda çok sayıda kandil
bulduklarını açıklayan Prof.Dr. D'Andria, "Kutsal
alanda yapılan ritüelde kandiller çok önemli.
Hellenistik dönemden, 2. yüzyıldan kalma. Her kandil
farklı bir figürde. Dionysos, Hermes var. Bütün
kandiller kullanılmış. Bu ritüel çok önemli. Çünkü
insanlar, Antik Çağ'da buraya geliyorlar, Cehennem
girişinde sunak yapıyorlar, kurban adıyorlar, boğa
kurban ediyorlar. Bu kandillerin ateşini buradan
çıkan zehirli gazlar söndürüyor. Ondan sonra bunu
Tanrı'nın kabul ettiğine inanıyorlar, burada
bırakıyorlar, eve götürmüyorlar" diye konuştu.
Hierapolis'te yeni bir gelişmeye şahit olduklarını
ifade eden D'Andria, şöyle dedi:
"Plutonium alanında yapılan kazılar sırasında ilk
kez arkaik döneme ait parçalar tespit edildi. Arkaik
dönem MÖ 6. yüzyıl. Hierapolis'te şimdiye kadar en
eski parçalar, buluntular MÖ 3. yüzyıl sonuna ait.
Ama buradaki Plutonium mağarasında arkaik döneme
ait, MÖ 6. yüzyıla ait parçalar tespit edildi.
Hierapolis 3. yüzyılda yapıldı ama buradaki
Plutonium mağarasına Frig kültürüne ait insanlar
geliyorlardı. Hierapolis şehri yokken MÖ 6.
yüzyılda Frig insanlar bu mağaraya geliyorlardı.
Böylece Hierapolis tarihi 300 yıl geriye gitmiş
oldu. Bu, bizim için çok önemli. Çünkü arkeolojik
anlamda yeni bir perspektif açılıyor. Burada bir
kabartma bulduk, çift flüt çalan bir insan. Bu çift
flüt, Friglere ait çok tipik bir özellik, Kibele
kabartması çok tipik. Antik yazar Strabon, "Bu
mağaraya yalnız Kibele rahipler girebilirler" diyor.
Buna çok uygun düşüyor."
Alanı ziyaret eden Denizli Valisi Abdülkadir Demir
de gazetecilere yaptığı açıklamada Hierapolis antik
kentindeki Plutonium Mağarası ve Cehennem Kapısında
Prof.Dr. Francesco D'Andria başkanlığındaki İtalyan
heyetinin, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Denizli
Valiliği ve İl Özel İdaresinin desteği ile bu yıl
çok önemli çalışmalar yaptığını ifade etti.
Kazı heyetinin yaptığı çalışmalarda çok önemli
eserlerin ortaya çıktığını belirten Demir, "Burada
bugün kazı başkanının ilk defa gösterdiği Afrodit
başı heykeli çıktı, ayrıca kandiller çıktı. Burada
sayamayacağımız kadar eserler kazanılmış oldu" dedi.
Türkiye Gazetesi, 24.10.2013
******
HİERAPOLİS'TE KİLİSENİN SÜTUNLARI AYAĞA KALDIRILIYOR

Denizli’de, Roma İmparatoru 1. Konstantin dönemine
ait Laodikya antik kentinde bulunan bir kilisenin
restorasyon çalışmasının ardından Pamukkale'deki
Hierapolis antik kentindeki kilise de İtalyan Kazı
Heyeti Başkanı Prof.Dr. Francesco D'Andria ve ekibi
tarafından ayağa kaldırılıyor. Kilisenin
restorasyonuna ve ona giden yolun yapılmasına, inanç
turizmine etkisi olacağı düşüncesiyle Kültür ve
Turizm Bakanlığı da maddi destekte bulunuyor.
Denizli Valisi Abdülkadir Demir, İl Özel İdaresi
Genel Sekreteri Adem Oklu, Kültür ve Turizm İl
Müdürü Mehmet Korkmaz'la birlikte Hierapolis'te
incelemelerde bulundu. Hz. İsa (AS)'nın
havarilerinden St. Philippus (Filip)'un gömülü
olduğu sanılan şehitliği (martyrion) gezen Vali
Demir, Prof.Dr. D'Andria'dan bilgi aldı. Burada
bulunan ve sütunları kaldırılarak restore edilen
kilisede açıklama yapan D'Andria, sütunlarda haç
işaretleri gördüklerini söyledi. D'Andria,
"Sütunların üzerine Grekçe harflerle, 'Tanrım beni
koru' şeklinde yazılmış bir yazıt bulduk. Bu bizim
için önemli." dedi. Demir de turistlerin kilise ve
mezarı gezebilmesi için yolun yapıldığını ifade
etti.
Zaman, Haber: Resul Cengiz, 26.10.2013
******
İTALYANLARIN 20 YILDA YAPAMADIĞI KAZIYI BİZ BİR
YILDA BAŞARDIK

Denizli
Valiliği, Pamukkale’deki Hierapolis’te İtalyanların
yanı sıra Türk arkeologların da çalıştırılmasını
sağladı. Beş-altı noktada başlayan kazılarda, önemli
eserler ortaya çıkarıldı. Vali Abdülkadir Demir,
“Pamukkale’yi sadece travertenlerle değil, antik
kentleriyle öne çıkarmak istiyoruz.” diyor.
UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Batı
Frigya’da, Lykos Vadisi’nin önemli antik kentleri
arasında yer alan Pamukkale’deki Hierapolis’te
kazıları İtalyan heyet yürütüyordu. Bölgede 56
yıldır kazı ve restorasyon çalışmalarını yapan
İtalyanlar, çalışmalarının ağır ilerlemesi sebebiyle
eleştirilmişti, kazı izninin iptal edilmesi gündeme
gelmişti. Denizli Valiliği, Kültür ve Turizm
Bakanlığı’na başvurarak antik kentte Türk
arkeologların da çalıştırılmasını sağladı. Beş altı
noktada birden kazı başladı ve birçok önemli eser
ortaya çıkarıldı. Latince “Plutonium” olarak
adlandırılan “Ölüler Ülkesine Geçiş” mağarasının
etrafında, antik dönemde Pagan inancına göre yer
altı tanrısı olduğuna inanılan Hades’e boğaların
kurban edildiği mağara girişinin üstü açıldı.
Mağaranın içinden çıkan suyun, yer altından
savaklarla travertenlerinden dolayı “beyaz cennet”
olarak da adlandırılan Pamukkale’ye gittiği
belirlendi. Bu termal sudan çıkan karbondioksit
gazıyla antik dönemde kurban edilen boğaların
öldürüldüğü tespit edildi. Bütün ödenekleri Kültür
Turizm Bakanlığı ve Denizli Valiliği olarak
karşıladıklarını dile getiren Demir, “Bu yıl
yaklaşık 1 milyon lira civarında destek olduk.
Hierapolis antik kentinde beş altı noktada
çalışmalar yapıldı. 2013 yılında, son 20 yılda
yapılandan daha fazla çalışma yapıldı.” dedi.
Hierapolis antik kentinde İtalyan kazı heyetinin
yılda sadece bir ay çalıştıklarını belirten Denizli
Valisi Abdülkadir Demir, “Buradaki hedefimiz,
Pamukkale’yi sadece travertenlerle değil, antik
kentleriyle öne çıkarmak.” ifadelerini kullandı.
Denizli’de Çürüksu (Lykos) Vadisi olarak
adlandırılan bölgede 19 antik kent bulunuyor. Kazı
çalışmaları için üniversitenin arkeoloji bölümünün
her türlü desteği verdiğini kaydeden Pamukkale
Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Hüseyin Bağcı,
“Sadece bizim milletimiz için değil, bütün insanlığa
miras için uluslararası enstitüyle taçlandırmak
istiyoruz.” dedi.
Zaman, Haber: Resul Cengiz, 31.10.2013
|
HİTİTLERİN HEYKEL ATÖLYESİ

Yozgat'ın Sorgun
İlçesi'ne bağlı Karakız
beldesinde yapılan ön araştırmalarda
Hititler döneminde heykel atölyesi olarak kullanıldığı belirlenen bölgede bulunan eserler turizme kazandırılmayı bekliyor.
Yozgat Müze Müdürü Hasan Şenyurt, yaptığı açıklamada
Karakız beldesinde Hapis Boğazı mevkisinde bir
bölümü tamamlanmamış haldeki heykellerin
Hititler'den kaldığını söyledi.
Bu tarihi alandaki ilk tespitlerin 1982 yılında Müze
Müdürlüğü tarafından yapıldığını bildiren Şenyurt,
"1987 yılında da buralar Hapis Boğazı harabeleri
olarak koruma altına alınmış. Hapis Boğazı'nda 2009
yılına kadar detaylı bir bilimsel çalışma olmamış.
2009 yılında biz Müze Müdürlüğü olarak 3 gün süren
bir kurtarma kazısıyla silindirik bir mimarı yapının
ortaya çıkarılması için Hitit Üniversitesi ile ortak
çalışmalar yaptık. 2009 yılında Hapis Boğazı'ndaki
harabeler ve Karakız Heykel Atölyesi olarak bu alan
iki kısma ayrıldı ve tekrar tescillendi" diye
konuştu.
Hititler granitten dev heykeller yapmışlar
Karakız beldesinde, milattan önce birinci binin
ortalarından itibaren yerleşim görüldüğünü tespit
ettiklerini anlatan Şenyurt, şöyle devam etti:
"Bu yerleşimin en önemli özelliği Anadolu'nun
merkezinde bulunan Hitit başkenti Hattuşaş'a yakın
olması. Hattuşaş ve çevresindeki önemli yerleşim
yerlerinin kent girişlerinde bulunan büyük kapı
binalarının önüne heykel kabartmaları bulunuyor.
Burada bir heykel atölyesi var. Hititler özellikle
granit malzemeyi büyük devasa heykellerin yapımında
kullanıyorlardı. Burada da bol miktarda malzeme var.
2013 yılında Hitit heykel atölyesi içerisinde
bulunan 2 aslan heykeli kabartmasının bulunduğu
araziden alınarak belediye bahçesine taşınması için
bakanlıktan izin aldık. İnşallah önümüzdeki günlerde
bu çalışmayı yaparak heykellerimizi koruma altına
almış olacağız."
Karakız beldesinde çok geniş bir alana yayılmış
granit tabakası olduğunu dile getiren Şenyurt, "Bu
alanda münferit yerlerde oyma suretiyle
yaptıkları aslan heykelleri ve değişik mimari
yapıdaki parçaların kalıntıları var. Yaklaşık 1,5
kilometrekarelik alanda kabartma heykellere ve
mimari eser kalıntılarına rastlanıyor. İlerde bu
eserlerin hem bulunduğu yerde korunması hemde
ziyaretçilerin görmesi sağlanabilir. Bu konuyla
ilgili Bakanlığımızı başvurumuzu yaptık. Ancak henüz
bir çalışma gerçekleştirilmedi" diye konuştu.
Karakız Belediye Başkanı Durmuş Erdal ise
heykellerin kurtarılması için yoğun bir çaba
içerisine girdiklerini, yapılan yazışmaların
ardından Kültür
ve Turizm Bakanlığından Hitit dönemine ait oldukları
belirlenen heykellerin kurtarılması için izin
çıktığını ifade etti.
Bölgede incelemelerde bulunan arkeologların,
bölgenin Hititler döneminde heykel atölyesi olarak
kullanıldığı yönünde rapor hazırladıklarını dile
getiren Erdal, Karakız beldesinde bulunan taş
ocağının gün ışığına çıkarılması halinde Anadolu
tarihine ışık tutacağına inandığını söyledi.
Defineciler heykellere zarar vermiş
Bölgede bulunan tarihi eserlere define arayan
kişiler tarafından zarar verildiğini anlatan Erdal,
"Bu heykelleri gören bazı kötü niyetli kişiler
bölgede define olacağı düşüncesiyle kazılar yapmış
ve birçok heykele zarar vermiş. Buraların
kurtarılması ve kazı yapılmasını önlemek amacıyla
1997 yılında o zamanki belediye başkanımızın bir
çalışması olmuş ve buralar sit alanı ilan edilmiş.
Daha sonra Kazankaya bölgesi ve kasabamızın içinde
bir bölge de sit alanına dahil edilmiş'' dedi.
Sabah, 23.10.2013
|
20 - 26 Ekim 2013
|
ARKEOLOJİK ALANA TAŞ
OCAĞI MI?

Hekimhan İlçesi'ne bağlı
Çimenlik Köyü'nde, bulunan ve taş ocağı ruhsatı
verilen alanın eski tarihi bir alan olabileceği
iddia ediliyor.
Yamadağı’nın yamacında
bulunan Çimenlik Köyü'nde bir firmaya verilen taş
ocağı ruhsatı bölgede tartışmalara neden oldu.
Malatya’da faaliyet
gösteren bir firmaya verilen taş ocağı ruhsatı,
Çimenlik Köyü'ndeki vatandaşların, “Burası tarihi
bir alan, bu bölgede tarihi eser niteliğinde
bulgular çıkıyor” ifadeleriyle tepki çekti.
Taş ocağı ruhsatı
verilen bölgenin önemli bir kısmının arkeolojik alan
olduğunu belirten Çimenlik köylüleri vatandaşlar,
“Bölgeyi yöresel anlamda kale olarak
nitelendiriyoruz. Bu alanda oyularak yapılmış
basamaklar var. Su yatağında oluşturulan oyuklar,
yani kuyular var. Çıplak gözle bile buranın eski bir
yaşam merkezi olduğu görülüyor. Kale olarak
bildiğimiz noktanın zirvesinde bir oda büyüklüğünde
kaya içine oyulmuş bir havuz var. Bölgenin mutlaka
arkeolojik olarak incelenmesi gerekiyor” dedi.
Belirtilen alanda zaman
zaman definecilerin de kazı yaptığı belirtiliyor.
Bu arada, Kültür ve
Turizm Bakanlığı’nın Malatya’daki envanter
listesinde Çimenlik Köyü'nde arkeolojik alan olduğu
belirtilen bir alan yer almıyor.
Malatya Haber,
24.10.2013
|
ANTİK ENGEL!
Yer Alaaddin Tepesi ve Alaaddin Camii’nin hemen yanı.
Bu eserin koruma altında olması gerekirken “burada ne amaçla durduğunu” sorabilirsiniz, haddinizi aşıp “buna kimlerin beton döktüğünü” de…
O kadar tarihi eserimiz var ki, artık araçların geçişini önlemek için bile tarihi eserleri kullanıyoruz ve bundan çok mutluyuz(!)...
Manşet Gazetesi,
23.10.2013
|
|
|
8 BİN YILLIK 'BİLEZİK
TİCARETİ MERKEZİ'
Eskişehir’in İnönü
İlçesi yakınlarındaki MÖ 6 bin yılına ait Kanlıtaş
Höyüğü’nde bulunan mermer bilezikler, bölgenin
bilezik ticaret alanı olduğunu kanıtladı.
Kazı çalışmalarını
sürdüren Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Ali Umut
Türkcan, “Bir mekanda üç düzineden fazla erken
kalkolitik döneme ait mermer bilezik ve bu
bileziklerin yapımına ait aletler bulduk. Kanlıtaş
Höyüğü’nün, mermer bilezik üretim merkezi olduğunu
tespit ettik. Dönemin insanlarının buradaki
bilezikleri taktığını düşünüyoruz” dedi.
Hürriyet, 23.10.2013
|
ATATÜRK EVİ ONARIMDA
Atatürk Caddesi (Kışla Caddesi) üzerinde Halk Eğitim Merkezi Salonu bitişiğindeki Atatürk Evi Müzesi, onarıma alındı. Atatürk Evi’nin çatısının zarar gördüğü, oluklarında meydana gelen yıpranma nedeniyle bir süredir yağmur suyu akıttığı belirtilerek onarım çalışmaları başlatıldı.
Valilik İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nün koordinasyonunda İl Özel İdaresi’ne bağlı KUDEB’in (Koruma Uygulama Denetim Bürosu) denetiminde sürdürülen onarım çalışmaları kapsamında Atatürk Evi’nin çatısı ile su oluklarının değiştirileceği öğrenildi.
Atatürk Evi Müzesi içindeki odalarda sergilenen eserler ise salona toplanarak odaların zaman içinde zarar gören kısımlarının alçılarının yeniden yapılacağı belirtildi. Alçıları yenilendikten sonra boya badana işlemlerinin tamamlanmasının ardından Atatürk Evi Müzesi’nin onarım çalışmalarının tamamlanarak 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’na yetiştirilmesinin planlandığı kaydedildi.
Malatya Haber, 23.10.2013
|
 |
DÜYUN-U UMUMİYE OLARAK KULLANILAN KISACIKZADE KONAĞI
RESTORE EDİLİYOR

Osmanlı döneminde dış
borçların ödenmesi amacıyla kurulan Düyun-u Umumiye
İdaresi olarak kullanılan tarihi Kısacıkzade Konağı,
kültür merkezi olarak restore edildi.
Osmanlı döneminde
dış borçların ödenmesi amacıyla kurulan
Düyun-u Umumiye
İdaresi olarak kullanılan tarihi
Kısacıkzade Konağı,
Adana Ticaret Odası
tarafından aslına uygun olarak restore
edildi. Tarihi yapı, toplantı, sergi ve
sanat galerileriyle kentin kültür sanat
ortamından örnekler sunabilecek prestijli
bir anıt binaya dönüştürüldü.
Kısacıkzade Konağı’nın
açılışı, 5 Ekimde Adana’ya gelen Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan
tarafından gerçekleştirilmişti. Adana
Ticaret Odası Başkanı
Atila
Menevşe, Osmanlı döneminde
yaşanan acı bir olayın simgesel anıtı haline
gelen binanın, toplantı, sergi ve sanat
galerileriyle Adana'nın kültür ve sanat
ortamından örnekler sunan prestijli bir anıt
binaya dönüştürüldüğünü ifade etti. Adana
Ticaret Odası’nın kuruluş tarihi olan 1894
yılından günümüze kadar geçen 119 yıldır
sadece ekonomik konularda değil, tarihi ve
kültürel alanda verdiği hizmetlerle Adana’ya
katkı sunan her faaliyetin içerisinde yer
aldığını vurgulayan Menevşe sözlerini şöyle
sürdürdü: “Bu yöndeki etkinliklerimizden
birisi olan,
Düyun-u Umumiye
Adana Merkez binası olarak
kullanılan Kısacıkzade Konağı’nın
restorasyonunun Sayın Başbakanımız
tarafından övgüye değer bulunması camiamız
için son derece gurur ve mutlulukla
karşılanmıştır. Böylelikle tarihimizin
olumsuz bir dönemine vurgu yapmış olsa bile,
geçmişe baktığımızda nereden nereye
geldiğimize ışık tutan ve bugünlerin
değerini daha iyi anlamamızı sağlayan bir
anıt bina Adana Ticaret Odamızın
katkılarıyla kentimize, ülke kültürümüze
kazandırılmıştır.”
Hiçbir borç ödemesini yapamadığından
alacaklılarıyla masaya oturan
Osmanlı İmparatorluğu, 1879'da
damga, alkollü içki, balık avı, tuz ve
tütünden alınan vergi gelirlerini 10 yıl
boyunca iç borçlar karşılığı olarak alacaklı
Avrupa devletlerine bırakmasına rağmen, bu
devletlerin tepkisiyle karşılaştı. Bunun
üzerine 1881'de damga, alkollü içki, balık
avı, tuz, tütün ve ipekten alınan vergilerin
tüm geliri iç ve dış borçlara ayrıldı. Bu
vergileri toplama ve alacaklılara ödeme
görevi de Osmanlı’nın 20 Aralık 1881’de
yayımladığı
Muharrem
Kararnamesi’yle
kurulan
Düyun-u Umumiye
İdaresi’ne verildi. Ancak Osmanlı, mali
sıkıntılar nedeniyle bu kurum kurulduktan
sonra da dış borç almak zorunda kaldı.
Düyun-u Umumiye,
yabancı devletlerin alacaklarını tahsil
etmesi için halkın öz kaynaklarına bile el
koyma izni verilen ayrıcalıklı bir
kuruluştu. Osmanlı Devleti’nin dış
borçlarının ödenmesi için kurulan ve yabancı
devlet memurlarınca yönetilen Düyun-u
Umumiye’nin genel merkezi bugünkü
İstanbul Erkek Lisesi,
Adana merkezi de yaklaşık yirmi yıl
Adana’daki Kısacıkzade Konağı’nda faaliyet
göstermiştir. Yani Düyun-u Umumiye adına
vergi toplarken halka zulmeden, köylülerin
tarlalarını yakan silahlı güçler bu binada
görev yapmıştır. Osmanlı İmparatorluğu'nu
yarı-sömürge seviyesine indiren Düyun-u
Umumiye İdaresi’nin Yönetim Kurulu’nun 7
üyesinden biri Osmanlı, öbürleri borç veren
ülke temsilcisi olmak üzere Avusturyalı,
Hollandalı, İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan
üyelerden oluşuyordu. Kurtuluş Savaşı
sırasında Ankara hükümeti tarafından
gelirlerine el konan Düyun-u Umumiye
İdaresi, Lozan Anlaşmasıyla kapatıldı.
Osmanlı borçları ise -Lozan öncesinde-
imparatorluğu oluşturan ülkeler arasında
paylaştırıldı. En büyük borç Türkiye
Cumhuriyeti’ne düştü. Türkiye, Osmanlı
borçlarının geri ödemesini ilk borcun
alındığı 1854 yılından tam 100 yıl sonra
1954 yılında tamamlayabildi.
Bugün, 23.10.2013
|
MÜZELER VE İHALELER...
Geçtiğimiz
günlerde Cumhuriyet Gazetesi’nde “Müze gişeleri
özelleşiyor” başlıklı bir haber yayınlandı. Selda
Güneysu’nun haberine göre, Kültür ve Turizm
Bakanlığı bünyesinde bulunan 105 müze ve ören
yerinin gişe ve kontrol işlemlerinin özelleştirme
işlemlerine başlanmış bulunuyor.[1]
Daha önce, zaten aralarında Topkapı Sarayı, Ankara
Anadolu Medeniyetleri Müzesi, Efes Müzesi gibi
önemli kurumların olduğu 48 müzenin “gişe
özelleştirmesi” ihalesi Eylül 2010’da tamamlanmıştı.
Buna karşılık, Kültür Sendikası Danıştay’a gitmiş,
yapılan özelleştirme ihalesinin yasaya aykırı olduğu
gerekçesiyle iptali için dava açmıştı. Üç yıldır
süren dava hala sonuçlanmadı, ama fark eder mi?
Belli ki Kültür ve Turizm Bakanlığı vakit
kaybetmeden bu özelleştirme sürecini tamamlamak
istiyor.

Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi
Bu noktada akla ilk
gelen soru şu: Gişe işletmelerinin özelleştirilmesi
bütün müzelerin özelleşeceği anlamına mı gelmekte?
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 2004 yılından beri
çıkardığı bir dizi kanun ve yönetmelik ile kültür
politikalarında özelleşme ve yerelleşmeye yöneldiği
biliniyor. Bu işin mantığı aslında çok basit:
Bakanlığı tanımlayan kültür öğesini dış kaynak (outsource)
ya da moda deyimle dış paydaşlara dağıtılması.
Böylece turizmden gelecek kazancı artırma, kullanma,
dağıtma ve yönetmeye daha çok zaman ve kaynak
kalması; hatta mümkünse kültürün turizmin kapsayıcı
alanına dahil edilmesi.
Yerelleşme faslı ayrı
bir tartışma ama özelleşme önce, özel müzelerin
açılmasının bürokratik olarak kolaylaştırılması,
sponsorluğun teşvik edilmesi gibi fazla göze
batmayan kanunlarla sessizce devreye girdi. Akabinde
özel müzeler ve kültür işlerinin özel şirketlerce
sponsor edilmesi konularında bir patlama yaşandı.
Ancak bu yeterli değildi. Asıl hedef, Bakanlığın
sırtında büyük bir yük olan kamusal müzelerin
özelleştirilmesiydi. Bu yüzden de, 2004’te de Kültür
ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nda yapılan
değişiklik ile ziyaretçilere hizmet veren ünitelerin
kiraya verilebilmesinin önü açıldı. İlk olarak
Kültür ve Turizm Bakanlığı, kendisine bağlı
müzelerdeki kafe ve hediyelik eşya dükkanı
işletmelerini DÖSİM’den alarak ihaleyle TÜRSAB’a
devretti. Bir adım sonrasında ise, 2008’de
arkeolojik sit alanlarının tüzel kişilerce
kiralanmasına izin veren ilke kararı çıkarıldı. Bu
karar ile Roma İmparatoru Marcus Aurelius döneminin
Aspendos Antik Tiyatrosu’nun binlerce yıllık
taşları Anadolu Ateşi Dans Topluluğu’nun
gösterileriyle inledi. Tarkan konseri ve 50 davulun
aynı anda çalınacağı Sultans of Dance gösterisi önce
tepki çekti. Ama Bakanlık Koruma Kurulu’nun sesin 90
desibelin altında tutulacağına dair yaptığı
rahatlatıcı açıklama ile her iki etkinlik de
“sorunsuzca” gerçekleşebildi. 2010’da da 48 müzenin
gişe işletmesi “Bilet gelirleri kontrol edilemiyor”
gerekçesiyle TÜRSAB ve MTM İş Ortaklığı’na ihale
edildi. Eski Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın yeni
paydaşlarıyla kolkola resimler çektirdiği ihale
toplantısında, ümitli temenniler havalarda uçuşuyor,
Türkiye müzelerini “dünya standardına
kavuşturmak”tan söz ediliyordu. TÜRSAB Başkanı ve
Ulusoy Otobüs Firması’nın sahibi Başaran Ulusoy “Bu
bizim işimiz” diyerek 40 yıldır “turizm”e nasıl
hizmet verdiğini anlatıyordu.[2]
Kuşkusuz, Türkiye müzelerinin dünya standardına
kavuşması için Ulusoy’un turizm alanındaki
deneyimleri paha biçilmezdi. Gel gör ki, Kültür
Sendikası’nın açtığı dava nedeniyle bu henüz tam
olarak gerçekleşemedi. Kültür ve Turizm Bakanlığı
da, anlaşılan süreci hızlandırmak için geçtiğimiz
hafta 105 müze ve ören yerinin daha ihaleye
çıkarılmasına –dava devam etmesine rağmen– karar
verdi.
Önce özel müzelerin
kurulmasına izin verilen yönetmelikle başlayan
sürecin giderek bütün kamusal müzelerin
özelleştirilmesine doğru evrildiğini düşünmek çok da
gerçek dışı değil. Zaten Kültür ve Turizm
Bakanlığı’nın 2010-2014 Stratejik Planı’nda da en
çok geçen cümle “kültür hizmetlerinde özel girişimin
payının artırılması”.[3]
Stratejik planların o sıkıcı sayfalarından ilginç
noktalar çıkarmak mümkün. Örneğin Kültür
Bakanlığı’nın vizyonu zaten “Kültür değerlerimizi
yaşatan ve tanıtan, ülkemizi turizm alanında lider
konuma taşıyan bir kurum olmak” olarak
belirlenmiş...Akılda kalan üç kelime: Tanıtan,
turizm, lider... Bu vizyonun gerçekleşmesine engel
teşkil eden zayıf yönler arasında ücret yetersizliği
ve dengesizliği, bürokrasi fazlalılığı, bütçe
yetersizliği, insan kaynakları eksikliği
gösterilmiş. Güçlü yönlerin arasında elbette
ülkemizin tarihi ve doğal zenginliği, sonrasında ise
özel sektörün bu zenginliğe karşı artan ilgisi
gösterilmiş.
Bu özelleşme merakı
elbette sadece bize özgü değil ve hatta dünyadaki
diğer ülkelerin yönelimleriyle paralel olarak
ilerliyor. Bilindiği gibi, Thatcher 1980’lerde
İngiltere’de bürokrasinin verimsizliği, bütçe
yetersizlikleri, insan kaynakları eksikliği gibi
gerekçelerle (!) kültür kurumlarının özelleşmesi
işine girişmişti. Thatcherizm bir anda bütün
Avrupa’ya yayılmış ve kamusal müzelerde ciddi bir
sıkıntı içine girmişti. Sonraki yıllarda, bu
politikanın devlet geleneği olan ülkelerin kültür
kurumlarına ne kadar zarar verdiği tartışılıp durdu.[4]
Geçen yıl Thatcher öldüğünde, Oz Büyücüsü’nün meşhur
“Ding Dong The Witch is Dead” (Ding Dong Cadı Öldü)
şarkısının bir anda radyo listelerinde bir numaraya
yükselmesi elbette tesadüf değildi.
Bu sürecin en büyük
fiyaskosu ise İtalya’da yaşandı. 2002’de İtalya
Başbakanı Silvio Berlusconi müzelerin özelleştirmesi
işine girişti. Berlusconi de, gayet iyi niyetlerle
İtalya’yı bir “açık hava müzesi” yapmak istiyordu.
Bunun için müzelerin tıpkı özel sektördeki gibi iyi
“işletilmesi” gerekiyordu. Sadece bu özelleştirme
işiyle ilgilenen iki şirket kuruldu, bu şirketler
satılacak yapıları belirleyecekti. Sonrasında da,
usul yerini bulsun diye Kültür Bakanlığı’ndan onay
alacaktı.
Fakat, mesele İtalya olunca farklı bir
durum ortaya çıktı. Zira, sadece İtalya’nın değil
bütün Batı medeniyetinin mirası söz konusuydu.
Uluslararası Müzecilik Konseyi (ICOM) acil olarak
toplandı, dünyanın en önemli müze yöneticilerini
biraraya getirdi ve İtalyan Hükümeti’ne bir mektup
yazdı.
Müzelerin var oluş amacının kamuya hizmet
olduğunun ve kar amacı gütmemesi gerektiğinin
anlatıldığı mektup Berlusconi’yi duyarlı olmaya
çağırıyordu. Bu çağrı, kısmen de olsa hızla
ilerleyen özelleştirme furyasını yavaşlattı.
Sonrasında ise kültür varlığı olarak tanımlanmış
pek çok yapının piyasa değerinin çok altında
bedellerle yabancı bir emlak yatırım şirketine
satıldığı ortaya çıktı. Asıl meselenin kültürel
mirası daha iyi korunmasından çok turizm geliri adı
altında İtalya’nın borçlarının finanse edilmesine
yönelik olduğu anlaşıldı.[5]
Berlusconi, bugün, bilindiği gibi uzun bir liste ile
yargılanıyor.
Sözün özü, müzelerin
özel sektöre devri basit bir işletme devrinden çok
daha karmaşık bir süreci başlatıyor. Her şeyin
ötesinde, bu Louvre Müzesi’nin kuruluşundan bu yana
süregelen kamusal müzenin temelinin sarsılması
demek. Louvre Müzesi de açıldığında, sadece
koleksiyon kamuya mal edilmemiş, aynı zamanda
herkese açık, herkesin eşit sayıldığı, birarada
kendilerine ait bir kültürü paylaşıp üzerine
konuştukları, tartıştıkları bir kamusal mekan, bir
ritüel olarak tasavvur edilir. Eski rejimin yerini
yeni bir ulusun aldığı, ulus için yurttaşın
yaratıldığı, ulus ve yurttaşının insan dehasının
sergilenmesiyle yüceltildiği bir yerdir müze.
Yurttaş müzede kendisi için yazılmış tarihi okur.
Müzede sergilenen ve kendisine ait olduğu söylenen
kültürel mirası içselleştirir. Birbirini hiç
tanımayan insanlar, bu ortaklık, biraradalık ve
eşitlik yanılsamasıyla yurttaş olarak birleşir. Bu
eşsiz mirasa sahip çıkan, koruyan ve onu yurttaşıyla
paylaşan devletine güvenir, ona tabi ve sadık olur.
Kamusal müzenin bu ritüeli ile toplum beslenir,
kendi olur.

Winslow Homer'in betimiyle 1868'de Louvre Müzesi
Bu müze anlatısı,
kuşkusuz ulus devlet kuruluşunun modernlikle
yeşerdiği süreçteki söylemlere işaret ediyor.
Dolayısıyla şu soru önemli: “post” ve “alter”lerin
birbirini kovaladığı bu dönemde, halen bu tür bir
kamusal müzenin yeri var mı? Ancak burada
tartışılan da yeni açılacak ya da kurgulanacak bir
müzenin nasıl olması gerektiği değil. Esas mesele
belli bir dönemin bilgi-iktidar rejimine göre
tasarlanmış müzelerin meşruiyetini dayandırdığı bu
kamusallık ritüelinin işletmecilik anlayışıyla mas
edilmesidir. İngiltere, Fransa ve İtalya’da kıyamet
bundan kopmaktadır. Yoksa daha temiz, modern, iyi
işletilen bir müzeye karşı çıkan romantik ve belki
de anarşist bir akım henüz ortada yok!
Model alınan Amerikan
müzeciliğine gelince, devletçilik yerine liberal
politikaların egemen olduğu Amerika’da ilk müzeleri
de zengin iş adamları kurar. O nedenle Washington
dışındaki müzelerin hepsi “kar amacı gütmeyen özel
müze” statüsündedir. Hepsinin tıpkı büyük şirketler
gibi bir yönetim kurulu vardır ve bu kurul müzenin
bütün işleyişine karar verir. Ancak Amerika’nın
kendine özgü toplumsal yapısı, kamusallık ve hatta
yurttaşlık ritüelini farklı bir sistemle
yaratmıştır. Bu sistem kar amacı gütmeyen kurum ve
etkinliklere verilen destekler sonucunda vergi
muafiyetinden yararlanma hakkı üzerine kuruludur.
Bilindiği gibi, Amerika’da ekonominin belkemiği olan
vergi, toplumun her kesiminden, acımasız denecek
kadar sıkı bir denetimle toplanır. Vergiden muafiyet
aslında kamuya ait paranın harcanması anlamına
gelir. Bu nedenle de, müze her ne kadar özel sektör
tarafından yönetilse de, temelde kamunun malı olarak
görülür. Hatta, özel sektör kamuya hizmet ettiğini,
kazandığı zenginliği paylaştığını ve iyi bir
Amerikan vatandaşı olduğunu müze aracılığıyla
kanıtlar.
Üstelik vergi
muafiyetinden yararlanma hakkı çok sıkı denetlenen
etik ve yönetsel kurallara bağlanmıştır. Bunların
başında da şeffaflık yani müzeye dair her
türlü uygulamanın herkese açık hesap verilebilir
olması ve kamusallık, yani müzenin Amerikan
toplumunun yararına ve eğitimine hizmet vermesi
gelir. Devletin haricinde, özerk bir kurum olan
American Association of Museums (şimdiki adıyla
American Alliance of Museums) / Amerikan Müzeleri
Birliği bu sürecin en ciddi takipçisidir. AAM her
yıl yaptığı akreditasyon ile güvenilir ve prestijli
müzeleri listeler. Bu liste dışında kalmak demek,
müzenin dolayısıyla da onu yönetenlerin (ve elbette
şirketlerinin) güvenilirliğinin sarsıldığı anlamına
gelir. O nedenle, bugün “her şeyin özel sektöre
devri”ne indirgenen Amerikan sistemi aslında kendi
içinde tutarlı ve bir noktaya kadar işlerliği olan
bir müzecilik işletim modelidir. İlginç bir biçimde
küreselleşme, Amerikan modeli müzeciliğin bu yönünü
değil de, şirketleşmiş kültür ve sanat yönetimini
dünyaya yaymayı başardı. Avrupa’da bu süreç halen
devam ediyor. Ama en azından orada Louvre, Uffizi,
British Museum, Altes Museum gibi en önemli ulusal
koleksiyonların tümden özelleşmesi gibi bir akıl
tutulması henüz yaşanmadı. Denemeler de, en azından
halktan gelen tepkilerle yavaşlatıldı; bu süreçlerde
projelerin içi boşaltıldı ya da ICOM gibi
uluslararası özerk kuruluşların ağına takıldı.
Müzeciliğin hiç bir
zaman Avro-Amerika’daki gibi etkin bir biçimde
yapılmadığı Türkiye’de ise bu özelleşme sorunu
düğümlenmiş bir yumak gibi önümüzde duruyor. Hükümet
özelleşme yapılacağı umuduyla ya da yapılması için
müzelere ödenek ayırmıyor. Müzeler, içindekilerle
birlikte köhnüyor, ölüyor. Öte taraftan da, özel
sektör ise bütün süreci turizme ya da daha basitçe
kar-zarar çizelgesine indirgiyor. Üstelik süreç,
pilot müzelerde denemeler yapılması, müzecilik
uzmanları ve çalışanlarının yer aldığı kurullarca
projeler geliştirilmesi, bu projelerin kamuoyuyla
paylaşılması gibi akilane ve insani yöntemlerle de
yürümüyor. En önemlisi, bütün sürecin nasıl
denetleneceğine dair de hiçbir fikrimiz yok.
Amerika’daki gibi çok sıkı denetlenen bir sistemin
kurulması hayalini bir kenara bırakın, Türkiye’deki
müzelerin çoğu ICOM’a bile üye değil...Yani
anlaşılan tıpkı İstanbul’un kentsel dönüşümü gibi,
olabildiğince özgür, olabildiğince
laissez-faire,
olabildiğince rantçı bir sistem arzulanan. O nedenle
Osman Hamdi Bey’in Asar-ı Atika Nizamname’leriyle
yabancı arkeologların elinden kurtardığı eserlerin
yanında döner standlarının kurulduğunu ya da Halil
Edhem’in binbir güçlükle topladığı “Elvah-ı Nakşiye”
koleksiyonunun limonlu Türk lokumlarının arasında
sergilendiğini tahayyül etmek hiç de güç değil; ya
da Topkapı Sarayı’nın paha biçilmez hareminin iftar
yemekleri için kiralandığı, Anadolu Medeniyetleri
Müzesi’nde fasıl gecelerinin düzenlendiğini. Üstelik
eğer süreç, müzenin bütün işletmesinin özel sektöre
devrine doğru evrilirse o zaman kültürel miras da
piyasanın kurallarına devrolur. Yakın dönemin
yarattığı kültür yöneticileri, koleksiyonları
kar-zarar hesabı üzerinden yeniden kurgularlar.
Ratingleri yüksek eserleri tutarken, düşükleri birer
birer elden çıkarılabilir. Her şeye rağmen, özel
sektör yatırımından memnun kalmazsa Santralİstanbul
modeli de rahatlıkla uygulanabilir. Hatırlanacak
olursa, Santralİstanbul el değiştirdiğinde müze
işini yeteri kadar kazançlı görmeyen yeni yönetim,
Kültür Bakanlığı’ndan aldığı izinle bütün
koleksiyonu müzayede ile satışa çıkarmıştı.
Koleksiyonda Hakkı Anlı’dan Selma Gürbüz’e kadar pek
çok dönemden sanatçının eseri, Türkiye sanat
tarihinin bir parçası bulunuyordu. Evet,
Santralİstanbul özel müzeydi; ama Topkapı
Sarayı’ndan Arkeoloji Müzesi’ne kadar bütün müzeler
özelleştiğinde benzer bir sürecin yaşanmayacağını
kim garanti edebilir? Müzeler ve ihaleler, aslında
bütün mesele bu!
105 müze ve ören yeri
için “2 Aşama Müze ve Örenyerleri Gişelerinin
İşletimi, Giriş Kontrol Sistemlerinin Modernizasyonu
ve Yönetim İşi” ihalesi 30 Ekim Çarşamba günü
gerçekleşecek.
[1] Selda Güneysu, “Müze Gişeleri
Özelleşiyor”, Cumhuriyet Gazetesi, 10. Ekim.
2013, s. 19.
[4] Bu konuda elbette en iyi bilimsel
çalışma Chin-Tao Wu (2005)
Kültürün
Özelleştirilmesi, İletişim Yayınları,
İstanbul.
[5] Gül Pulhan (2009)
Yeni Kültür
Politikaları Açısından Kültürel Miras,
Türkiye’de Kültür Politikalarına Giriş,
S.Ada ve A.İnce (der.), İstanbul: Bilgi
Yayınevi
E-skop, Yazı:
|
DİYARBAKIR SURLARI TASLAK DOSYASI UNESCO'DA

Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi'nin Diyarbakır
Surları ve Hevsel Bahçeleri'ni UNESCO Dünya Mirası
Listesi'ne alınması için hazırladığı taslak dosya
UNESCO'ya ulaştı. Şubat 2014'te ise asıl dosya
UNESCO'ya sunulacak.
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi'nin kente biçtiği vizyonun bir gereği
olarak Surlar ile Hevsel Bahçeleri ile ilgili
çalışma İmar Planı ile başladı. Planın bir parçası
olarak Suriçi Koruma Amaçlı İmar Planı oluşturan
Büyükşehir Belediyesi, bir yandan da Surlar
konusunda farkındalık çalışması yürüttü.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün 30 Aralık 2010'da
Diyarbakır ziyareti sırasında Büyükşehir Belediye
Başkanı Osman Baydemir'in "Diyarbakır Surları UNESCO
Dünya Miras Listesi"ne alınması yönündeki talepte
bulundu. Baydemir bu görüşmede Cumhurbaşkanı Gül'e
büyük bir turizm potansiyeli taşıyan Diyarbakır
surlarının acilen restorasyonu konusunda talepte
bulunarak, surların UNESCO'nun dünya mirası
listesine alınması konusunda desteğini istedi. Bu
görüşmede Baydemir "Kentin sosyo ekonomik yapısına
etki edecek Dicle Vadisi Projesi'nin 1. Etabı için
çalışma başlattık. Fiskaya Şelalesi tarihte olduğu
gibi yeniden akacak. Ancak Dicle Vadisi Projesi'nin
tamamlanması için başta üniversite olmak üzere diğer
kurum ve kuruluşlarla eşgüdümlü bir çalışma
yürütmemiz gerekmektedir. Diyarbakır Büyükşehir
Belediyemiz merkezi hükümet başta olmak üzere tüm
kurum ve yerel dinamiklerle eşgüdümlü çalışmaya her
zaman açıktır" diyerek Cumhurbaşkanı'nın desteğini
istedi.
Cumhurbaşkanı Gül de 31 Aralık 2010'da Surları
gezerken "İnsan hayretler içinde kalıyor" diyerek
Surları Cumhurbaşkanlığı himayesine aldıklarını
açıkladı. Diyarbakır'ın bir açık hava müzesi
olduğunu belirten Gül, restorasyon konusunda çaba
göstereceğini bildirdi. Büyükşehir Belediye Başkanı
Baydemir daha sonra 3 Ocak 2011'de Çankaya Köşkü'ne
çıkarak Cumhurbaşkanı Gül'e başta Surlar olmak üzere
kentin çözüm bekleyen sorunları konusunda 21
maddelik bir sunum yaptı. Çankaya'daki bu zirvenin
ardından kentin yöneticilerinden oluşan bir heyet
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği başkanlığında
ikinci bir uygulama toplantısı yaptı.
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi içinde bulunduğu
Yerel Gündem 21 Kent Konseyi'ni harekete geçirerek
farkındalık çalışması yürütürken diğer yandan da
kent dinamiklerini sürece katarak Diyarbakır Surları
Alan Yönetimi'ni oluşturdu. Farkındalık çalışmaları
kapsamında Ankara'da Diyarbakır Surları Fotoğraf
Sergisi açıldı, İstanbul'da EMİTT Turizm Fuarı'nda
sergiler açıldı, imza kampanyaları sürdürüldü. Aynı
zaman dilimlerinde Diyarbakır, ICOFORD Genel Kurul
Toplantısı ile UNESCO'ya danışmanlık yapan ve 15
ülkeden uzmanların katıldığı Uluslararası Anıtlar ve
Sitler Konseyi'nin (ICOMOS) toplantılarına ev
sahipliği yaptı.
12 Aralık 2011'de Alan Başkanını atayan
Büyükşehir Belediyesi, Alan Yönetim Planı'nı
hazırlayarak teknik çalışmalarına hız verdi. Bu
kapsamda UNESCO Dünya Kültürel Mirası kriterlerine
göre taslak dosya hazırlayan Büyükşehir Belediyesi,
taslak dosyayı Eylül 2013'te Kültür ve Turizm
Bakanlığı üzerinden UNESCO Dünya Kültürel Miras
Sekretaryası'na iletti. Taslak dosya UNESCO
uzmanları tarafından incelenmeye alınırken,
Büyükşehir Belediyesi asıl dosyayı Şubat 2014'te
aynı yolla UNESCO'ya sunacak.
Diyarbakır Belediyesi, 22.10.2013
|
AYVALIK ADALARI TABİAT PARKI'NIN KORUMA KALKANI
KALKIYOR MU?

Ayvalık Tabiat Platformu, Ayvalık Adaları Tabiat
Parkı'nın "koruma kalkanını" kaldıran imar planına
karşı Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'na açtıkları
dava Danıştaydayken iptal edilen hükümleri içeren
yeni bir plan yapılmasına tepki gösterdi.
Balıkesir'in Ayvalık
İlçesi'ndeki Türkiye'nin en
büyük tabiat parklarından biri olan Ayvalık Adaları
Tabiat Parkı, 20 Ada, ve deniz dahil olmak üzere
yaklaşık 18 bin hektarlık bir alanı kapsıyor.
"Bitki ve balığı korunması gereken bir yer"
Platform, parkın içerisinde farklı mini
ekosistemler barındıran ve çeşitli endemik türler
olmak üzere çok sayıda bitki ve balık türü ile
korunması gereken çok özel bir alan olduğunu
belirtiyor.
"Akdenizde sadece iki yerde bulunan Kızıl
Mercanlar parkta yer alıyor. Kuzey Ege'nin bu nadide
parçası hem doğal güzellikleri hem de bozulmamış
özellikleri ile uzun zamandan beri çeşitli sermaye
gruplarının gözde rant alanlarına dönüşmüş durumda.
"Tabiat Parkına yönelik olarak: Rüzgar Elektrik
Santralleri (RES) için, maden için, otel için,
çeşitli turizm faaliyetleri için, konut ve
kooperatif için çok sayıda sermaye gruplarının
girişimleri olduğunu biliyoruz. "
Parkla ilgili 2004 yılında "Uzun Devreli Gelişme
Planı" kabul edildi. Platform, 2009'da bu planların
revize edilmesine karşı parkın koruma kalkanının
kaldırdığı gerekçesiyle birçok dava açtı; Danıştayın
iptal ettiği hükümleri Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı'nın temyiz etmesi nedeniyle dava sürüyor.
"Mutlak koruma alanları kalmıyor"
Platform, dava sürerken aynı hükümleri içeren
yeni plan yapılmasının hukuk dışı olduğunu belirtti.
* Danıştay'ın iptal ettiği hükümlerin yeni plana
tekrar konması, bu da yetmiyormuş gibi planda Rüzgar
Elektirik Santrallerine ilişkin özel hüküm konması
ise planın kimin talepleri ile yenilendiğinin
habercisi.
* Müze olması gereken yapılara 'foksiyon yükleme'
maddesinin geri getirildi. Kişilere ait arazilerin
yasal zorunluluk olarak kamulaştırılması maddesi
varken tam tersi olarak park içinde kamuya ait
arazilere 'satış ve kiralama" maddeleri kondu. Bu
alanların nasıl kullanılacağına ilişkin yeni
hükümler getirildi, mutlak koruma alanları ortadan
kaldırıldı.
* Kamuya ait alanların özellikle seçilmiş bir
bölümüne özel mülk ve tarım arazileri için konmuş
kriterlerin aynısı uygulandı. Kamu arazileri başta
olmak üzere, parkın neredeyse tamamındaki koruma
kalkanı isim değişiklikleri adı altında
zayıflatıldı.
"Cunda'nın kuzey bölümünde RES için ayrıldığı
söylenen alanları (Pateriça ile Maden Boğazı arası)
Mutlak Koruma statüsünden çıkartıldı."
Bianet, 22.10.2013
|
ERDOĞAN'IN 'YOL İÇİN CAMİ YIKARIZ' SÖZÜ YIKILAN
KARAKÖY CAMİSİ'Nİ HATIRLATIYOR

Başbakan
Tayyip Erdoğan, AKP
grup toplantısında, Orta Doğu Teknik Üniversitesi
(ODTÜ) arazisinden geçirilmesi için başlatılan yol
çalışmalara tepki gösterenleri “modern eşkıya”
olarak tanımladı. Erdoğan, “Yol uğruna her şey feda
edilir, yol medeniyettir. Medeni olmayanlar, bunun
değerini anlamazlar. Yolun önünde cami de olsa
yıkar, o camiyi başka yere yaparız” dedi.
Eski başbakanlardan Adnan Menderes
dönemini örnek gösteren, gerçekleştirilen icraatın
önemini vurgulayan Tayyip Erdoğan’ın bu sözleri,
Menderes döneminde yıkılan tarihi Karaköy Camisi’ni
akıllara getirdi.
Menderes’in başbakanlığı döneminde başlatılan
“İstanbul’da İmar Hareketi” kapsamında Karaköy
Meydanı’ndaki tarihi Karaköy Camisi’nin “yol
genişletme” gerekçesiyle yıkılmıştı.
1958 yılında tarihi caminin numaralandırılarak
parçalanan taşları tekrar inşa edilmek üzere
Kınalıada’ya götürülmek istenmişti. Ancak, geminin
yan yatması sonucu caminin parçaları denizin
derinliklerine gömülmüştü.
2002’de tekrar yapılması için harekete
geçildi
“Batan” tarihi caminin mimarı
Raimondo
D’Aronco’nun çizimleri ışığında 2002
yılında tekrar inşa edilmesi gündeme gelen cami için
Anıtlar Kurulu’ndan izin alınarak, AGS Mimarlık
şirketi ile imzalanan sözleşme ile ilk adım atıldı.
Başbakan Erdoğan’ın belediye başkanlığı döneminden
bu yana sık sık gündeme gelen caminin inşası
başlamadı.
Saray başmimarı yapmıştı
Karaköy Camisi olarak bilinen mescidin asıl adı
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camisi’ydi.
Önceleri bu alanda Fatih Sultan Mehmed zamanında
yapılmış bir tekke bulunuyordu.
Tekke zamanla harap olunca, 17. asırda yerine,
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tarafından bir mescit
inşa edildi.
Zamanla bu caminin de harap olması üzerine,
1893’te İstanbul’a gelen ve daha sonra saray
başmimarı olan İtalyan mimar Raimondo D’Aronco’dan
aynı alana yeni bir cami inşa etmesi istendi.
Mimar D’Aronco 1903’te, Sultan II. Abdülhamid’in
emriyle, 20. asır başlarında moda olan ve
İstanbul’da pek çok örneği bulunan “Art Nouveau”
tarzında bir cami inşa etti.
T24, Haber: Ahmet Küçük, 22.10.2013
|
HEYBELİADA RUHBAN OKULU'NA SON DURUM

Demokratikleşme
paketinin açıklanması ile yeniden gündeme gelen
Heybeliada Ruhban Okulu, 42 yıldır açılmayı
bekliyor. Kapandığı günden bu yana içerisinde hiçbir
değişiklik yapılmayan okul, vatandaşlar tarafından
ziyaret edilebiliyor.
Açılıp açılmaması ile ilgili yıllardır tartışmalara
konu olan
Heybeliada Ruhban Okulu, demokratikleşme paketi
ile birlikte yeniden gündeme geldi. Demokratikleşme
paketinde
Heybeliada Ruhban Okulu'nun yer almaması, başta
Avrupa Birliği ve ABD olmak üzere farklı kesimleri
tepkisini çekti. Tartışmaların odağındaki okulun son
durumu ise böyle görüntülendi.
Heybeliada'nın Ümit
Tepesi'nde yer alan ve 1971'de kapatılan Heybeliada
Ruhban Okulu, sınıfları, kütüphanesi, yemekhanesi,
yatakhaneleriyle eğitim vermeye hazır halde
ziyaretçilerini ağırlıyor. Ayatriada Manastırı,
1971'de kapatılan Heybeliada Ruhban Okulu ve 1985
yılından bu yana öğrencisi olmadığı için kapalı
bulunan Heybeliada Rum Erkek Lisesi, her gün saat
08.30-16.30 saatleri arasında kapılarını
vatandaşların ziyaretine açıyor. Son derece bakımlı
bir bahçenin içinde lise ile 1971'de kapatılan
Ruhban Okulu'nun bulunduğu tarihi bina, Ayatriada
Kilisesi, patrik ve rahiplerinin mezarları yer
alıyor. Manastırın bünyesindeki okulun bodrum
katında yer alan, beş salondan oluşan kütüphanede
ise dünyanın en eski matbu eserleri yer alıyor.
Dünyanın 7. büyük kütüphanesi olma özelliğini
taşıyan kütüphanede çeşitli dillerden 30 bine yakın
eser bulunuyor.
Habertürk, 22.10.2013
|
AKM'Yİ İŞGAL Mİ EDELİM?

Ama hanımlar beyler, bu mesele öyle
‘şimdi sırası değil’ diyerek ötelenecek ya da üstü
örtülecek bir mesele değil. Atatürk Kültür
Merkezi’nin yıkıma terk edilmesi ve bu süreçte polis
işgalinde tutulması onur kırıcıdır.
Gündeminiz batsın…
Atatürk Kültür Merkezi ve tüm kültürel kalıtların
talanıyla ilgili söylenmedik söz bırakmadık, deyim
yerindeyse dilimizde tüy bitti ama sizlerden ses
çıkmadı.
Yandaş yazılı ve görsel basının umurlarında
değil, gündemleri it izini sürmek.
Haziran Direnişi sırasında ‘Direnen Medya’ diye
adlandırılan yayın organları da unuttular.
Anlayabiliyorum memleket talan yeri, bizlerin
sorunlarına sıra gelene kadar haber
yapılması-duyurulması gereken binlerce namussuzluk
var!
Tamam.
Ama hanımlar beyler, bu mesele öyle ‘şimdi sırası
değil’ diyerek ötelenecek ya da üstü örtülecek bir
mesele değil.
Atatürk Kültür Merkezi’nin yıkıma terk edilmesi
ve bu süreçte polis işgalinde tutulması onur
kırıcıdır.
Kent kimliğine, yurttaşlık haklarına
düşmanlıktır.
11 yıllık AKP döneminde sanat ve sanatçı
düşmanlığının doruğa çıkışının göstergesidir.
Ama biz birlikte susuyoruz.
Ne olacak diye bekliyoruz.
Adamların niyetleri açık, o binayı yıkıp yerine
gudubet bir yapı kondurarak ‘alın size Opera binası’
diyecekler.
Kent meydanı, ‘Taksim Yayalaştırma Projesi’
adıyla yasalar çiğnenip nasıl bir beton yığınına
dönüştürülüp iç edildiyse aynı şey burada da
yapılacak.
Açıkça söylüyorlar, söylemekle de kalmayıp
gereğini yapıyorlar, binanın tüm aksamları söküldü,
dışarıdan gördüğünüz dört duvar dışında içinde
hiçbir şey kalmadı.
Sahnelerin teknik malzemeleri hurdacılara
satıldı!
Tadilat için yapılan anlaşmalar, ihaleler çöpe
atıldı, işi yüklenen firma susturuldu, fon
tırpanlandı.
Susuyoruz.
‘Bu mesele sanatçıların meselesidir, önce onlar
bir adım atsınlar da görelim’ diye mi bekliyorsunuz?
Eğer böyleyse, vah memleketin direnen yurttaşının
ve direnen medyasının haline!
Gezi Parkı süresince yapılan her eylemde, elimize
mikrofonu aldığımız her an tarafımızdan
dillendirildiğinde hak veriyordunuz, hatta Taksim
Dayanışması’nın tüm dünya insanlığına deklere ettiği
dört maddelik çağrının içinde yer alıyordu ve
tarafınızdan kabul görüyordu.
Şimdi ne oldu?
Birlikte teslim mi olduk!
Adam höykürdü bizler de sustuk öyle mi?
Yetmiyormuş gibi üstüne tuz-biber ekti, Hitler
dönemi Almanya’sı gibi Polis Merkezi haline getirdi
ve kabullendik öyle mi?
Siz susabilirsiniz, siz kabullenebilirsiniz,
haber yapmazsınız, yazılanları söylenenleri
umursamazsınız olabilir ama biz bu onursuzluğu daha
fazla taşıyacak durumda değiliz.
Hiçbir şey yapamazsak don-gömlek sokağa
çıkarırız, ya da şeytanın aklına uyup binayı işgal
ederiz!
Bu mudur istediğiniz?
O binanın yıkılmaması için yıllarca eylem yapan,
tadilat yapılması için mahkeme kararları aldıranlar
olarak onurumuzu çiğnetmeyeceğiz.
Siz susun.
Sol Haber, Yazı: Orhan Aydın, 22.10.2013
|
TARİHİ KAPI TOKMAKLARI YOK OLUYOR

Muğla’daki yaklaşık
150 yıllık tarihi evlerin kapılarındaki, Ermeni veya
Rum ustaların, dövme demirden yaptıkları, her biri
sanat eseri sayılabilecek tokmaklarının sıyıları
giderek azalmaya başladı. Çalınan tokmakların
antikacılara satılmış olabileceği ileri sürüldü.
Mimar Ertuğrul Aladağ, ilgi duyduğu için
araştırma yaptığı tokmakların sayılarının hızla
azalmasının üzüntü verici olduğunu belirtti.
'Eski Muğla' diye anılan bölgede yaklaşık 4 bin
400 tarihi ev bulunduğunu, bunların 400’ünün
tescilli olduğunu ve çoğunda insanların
yaşadığını belirten Ertuğrul Aladağ, araştırması
sonucu tokmaklarla ilgili öğrendiklerini şöyle
anlattı:
"Ermeni veya Rum demir ustalarının hünerli
ellerinden çıkan tokmaklar eski evlerin en
önemli aksesuarlarındandı. Tokmaklar fonksiyonel
işlevlerinin yanında sanat eseri özelliği de
taşıyordu. Her evin tokmağının farklı olması
çıkardığı sesi de farklı kılıyordu. Tarihi
evlerde yaşıyan aile fertlerinden her biri
tokmakları farklı şekilde çalıyordu. Evdeki de
kimin geldiğini anlıyordu. Örneğin evin beyi
geldiğinde tokmağı iki kez, çocuklar hızlı ve
sert aralıklarla, misafirler ise daha yavaş
çalardı. Evler birbirine yakın olduğu için hangi
evin tokmağının çalındığı tınısından belli
olurdu. Ev sahibi, kısa bir süre için bir yere
gittiyse tokmağın üzerine kısa, uzun süre
dönmeyecekse uzunca bir ip asardı. Yatıya
gittiyse, kalın bir ip asar ve düğüm atardı.
Gelen misafirler de ipe bakarak ne zaman
döneceği hakkında bilgi sahibi olurdu. Muğla'nın
tarihi kapı tokmakları, temsil ettikleri koca
bir kültür ve yaşam biçimiyle beraber yok olmak
üzere. Bir şekilde bunun önüne geçilmesi
gerekir. Çalınan tokmaklar antikacılara satılmış
olabilir."
Bugün, 22.10.2013
|

|
PISSARRO İSPANYA TURUNA ÇIKTI
Barcelona’daki Thyssen-Bornemisza Müzesi empresyonizmin büyük ustası Camile Pissarro’nun (1830-1903) İspanya’da bulunan bütün retrospektiflerini sergiliyor.
Sergi, Madrid Şehir Müzesi’ndeki 150. 000 kişinin ziyaretiyle başarılı bir aktivitenin ardından buraya taşınmış oluyor. Sergide büyük ressamın 1878 yılında paletinden çıkan eserlerin yanı sıra 1903 yılında yaptığı son otoportresini de içeriyor.
Akşam, 22.10.2013
|
TRUVA MÜZESİ YÜKSELİYOR
Çanakkale merkezine bağlı Tevfikiye Köyü
sınırları içindeki Dünya Kültür Mirası Truva antik
kenti, çıkan eserlerin sergilenebileceği müzesine
2014’te kavuşacak. Antik kentten kaçırılan
hazinelerin eve dönüşüne imkan sağlayacak müze
yaklaşık 22 milyon liraya mal olacak.
UNESCO’nun 1998 yılında Dünya Kültür Mirası
Listesi’ne aldığı 5 bin yıllık Truva antik kentinde, bir kötü haberin ardında bir de iyi
haber geldi. Bakanlar Kurulu’ndan henüz izin
çıkmadığı için bu sezon kazılamayan Truva antik
kentinde, geçen temmuz ayında vurulan ilk kazmanın
ardından müze inşaatının hızla ilerlemesi teselli
kaynağı oldu. 19 Nisan’daki ihalenin ardından antik
kentin bitişiğindeki müze yapımı, jürinin birinci
seçtiği Ömer Selçuk Baz’ın projesi doğrultusunda 1
Temmuz’da başladı. Truva Müzesi inşaatı sırasında
temel için zeminden 5 bin kamyon, yaklaşık 70 bin
metreküp toprak çıkarıldı.
Yüklenici firma Trans-T İnşaat San. Tic. Ltd. Şti.
tarafından inşaatı hızla devam eden Truva Müzesi,
yaklaşık 22 milyon liralık bir harcamayla 23 Eylül
2014 tarihinde tamamlanacak. Müze, 3 bin metrekaresi
sergi salonu olmak üzere toplam 10 bin metrekarelik
kapalı alana sahip olacak. Proje tamamlandığında
Truva, filmler, rekonstrüksiyonlar ve animasyonlar
gibi modern müzecilik teknikleriyle mitolojisinden
buluntularına kadar detaylı şekilde anlatılacak.
Dünyanın 44 müze ve koleksiyonuna dağılmış eserler
çıktığı topraklara geri getirilme imkanı bulacak.
125 yıl aradan sonra
ABD’deki Pennsylvania Üniversitesi Arkeoloji ve
Antropoloji Müzesi’nden (Penn Müzesi) Türkiye’ye
getirilen ve 24 parçadan oluşan Truva eserleri de bu
müzede sergilenecek. Ayrıca Alman arkeolog Heinrich
Schliemann tarafından 1873 yılında antik kentten
kaçırılan ve Truvalı hükümdarlara ait olduğu tahmin
edilen ve şuan
Rusya’nın Moskova kentindeki Puşkin müzesinde
sergilenen yaklaşık 8 bin parçadan oluşan
hazinelerin Türkiye’ye iadesi gündeme gelecek.
Yılda yaklaşık 500 bin kişinin ziyaret ettiği Truva
antik kentini, müze tamamlandıktan sonra, yılda 1
milyon kişinin ziyaret etmesi bekleniyor.
Hürriyet, Haber: Burak Gezen - Ersan Küçükkuru,
22.10.2013
|
DENİZ PALAS SATILIYOR

İstanbul Kültür
Sanat Vakfı (İKSV) 2009’un sonunda
Şişhane’deki Deniz Palas’a taşınmıştı. İKSV’nin
kurucularından Dr. Nejat Eczacıbaşı’nın adını
taşıyan Deniz Palas, çok amaçlı performans
merkezi Salon, Leyla Gencer Müzesi,
tasarım dükkanı ve Haliç manzaralı X
Restoran ile hayatımıza
fırtına gibi girmişti. Ne ki, bir süredir
kulislerde Deniz Palas’ın satılacağı
konuşuluyordu. Bayram öncesi Deniz Palas’ta bir
araya geldiğim İKSV Yönetim Kurulu Başkanı
Bülent Eczacıbaşı iddiaları doğruluyor.
“Vakıfta mali kriz söz konusu değil. Borçlar 10
yıl gibi uzun bir vadeye bağlandı. Vakfın güçlü
destekçileri de var. Ama bu kararı almamıza yol
açan faktörler önemli” diyor: “Borçlarını
ödeyebilse de vakfın borçlu olması doğru değil.
Faiz ciddi yük getiriyor. Vakıf fon yaratabilen
bir kurum değil, kazandıklarıyla etkinlikler
düzenliyor.” Yani birinci neden faiz yükü.
İkincisi, binanın değeri. İKSV’nin Şişhane’ye
taşındığı birkaç yıl öncesine göre bölgede emlak
fiyatları kelimenin tam anlamıyla uçmuş. Deniz
Palas da hayli değerlenmiş durumda. Eczacıbaşı
tam rakam vermese de Deniz Palas’ın maliyetinin
çok üzerinde bir değere ulaştığını belirtiyor.
İKSV taşındığında Deniz Palas’ın restorasyonunun
14 milyon dolara mal olduğu yazılmıştı. Binanın
alımı için ödenen miktarla birlikte 20 milyon
dolarlık bir maliyet söz konusu anladığım
kadarıyla.
Bülent Bey, Deniz Palas’ın satışıyla vakfın 35
milyon lira tutarındaki tüm borçlarının
sıfırlanacağını, ayrıca gelir sağlayacak bir öz
varlığa sahip olacağını söylüyor. “Vakıf kendi
binasında da oturmaya devam edecek” diye ilave
ediyor. Yeni bina Eczacıbaşı Holding’in
katkısıyla alınacak. Başarılı bir markaya
dönüşen Salon’un, Leyla Gencer Müzesi’nin ve
uğradığım tasarım dükkanının farklı mekanlarda
olsa da yaşamaya devam edeceklerini söylüyor.
Radikal, Haber: Gila Benmayor, 22.10.2013
******
İKSV YÖNETİMİ DENİZ PALAS'I SATAMAZ...
İKSV
yöneticilerinin, İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın
(İKSV), 2010 yılından bu yana ofis ve etkinlik
mekanı olarak kullandıkları Deniz Palas binasını
satmaya karar verdikleri, satıştan elde edilecek
paranın getirisi ile
cari harcamaları karşılayacakları bildiriliyor.
Bu bina İKSV’yi bugün yönetenlerin parası ile
alınmadı. Benim ve benim gibi İKSV etkinliklerini
izleyenlerin bilet paraları ve bağışlarıyla alındı.
Kaldı ki
vakıf varlıkları öyle kolaylıkla satılamaz.
Vakıflar için
gayrimenkul, kalıcı bir varlıktır. Gayrimenkulü
satarak parasını cari harcamalarda kullanmak vakıf
ilkelerine uymaz. Suç diyemeyeceğim ama günahtır.
İKSV, Ocak 2010’da uzun uğraşlar sonucunda
Beyoğlu’ndaki Luvr Apartmanı’ndan, bir başka
tarihi bina olan
Şişhane’deki Deniz Palas’a taşındı. İKSV’nin
kurucularından Dr. Nejat
Eczacıbaşı’nın vakfa kendine ait bir mekan
kazandırma hayali, 1993’te İKSV Yönetim Kurulu
Başkanlığı’nı devralan Şakir Eczacıbaşı tarafından
2004 yılında gerçekleştirildi.
Şakir Eczacıbaşı’nın hediyesi
Mimar Georges Coulouthros’un tasarımına dayalı
olarak,
art nouveau stilinde inşa edilen, Pervititch
haritalarında adı “Kirzade Apartmanı” olarak geçen
Deniz Palas binasının yenilenme çalışmaları ünlü
mimarımız Doğan Tekeli’nin danışmanlığında
gerçekleştirildi. 2006 Eylül’ünde başlayan
restorasyon, 2010 yılına kadar sürdü.
Binanın giriş ve birinci katında çeşitli sanatsal ve
kültürel etkinlikler için 300
kişilik bir
salon var. Binada ayrıca
Leyla Gencer Evi’ne ve sanatla tasarımı
buluşturan özel ürünler içeren İKSV
Tasarım Mağazası gibi bölümlere de yer ayrılmış
durumda.
Şakir Eczacıbaşı, hastalığının arttığı hayatının son
günlerinde, sınırlı finansman kaynaklarını
zorlayarak binanın tamamlanması için büyük çaba
harcadı. Binanın hizmete girmesinden kısa süre sonra
da hayata gözlerini yumdu.
Açık
anlatımı ile Deniz Palas, İKSV’ye 16 yıl
başkanlık yapan Şakir Eczacıbaşı’nın İKSV’yi
sevenlere, destekleyenlere ve de vakıfa bir
hediyesidir.
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV), kar amacı
gütmeyen bir
sivil
toplum kuruluşu olarak, İstanbul’da uluslararası
sanat festivalleri düzenlemek amacıyla 1973 yılında
Dr. Nejat F. Eczacıbaşı önderliğindeki 17
işadamı ve sanatsever tarafından kuruldu.
Ana
kaynak bilet geliri
1973 yılında düzenlenen ilk İstanbul
Festivali, programında klasik müziğe yer
veriyordu. Daha sonra
film gösterimleri,
tiyatro,
caz, bale performansları ve tarihi mekanlarda
gerçekleştirilen sergiler de programda yer aldı.
İzleyicilerin giderek artan ilgisi sonucu
farklı sanat disiplinlerine ait etkinlikler,
zaman içinde gelişerek ayrı festivaller olarak
yapılandırıldı. 1987 yılından bu yana İKSV,
Uluslararası İstanbul Bienali’ni düzenliyor.
Kurucular vakfı sembolik olarak birer
Cumhuriyet altını bağışlayarak kurdukları için,
İKSV kırk yıldır faaliyetlerini devletin, sanatsever
kurum ve kişilerin parasal katkıları ve bütün
bunların ötesinde kırk yıldır İKSV etkinliklerine
katılan yaklaşık 32 milyon kişinin bilet satın
alarak yaptıkları ödemelerle sürdürüyor.
Açık anlatım ile Deniz Palas, İKSV etkinlikleri için
benim gibi bilet alan 32 milyon kişinin parasıyla
alındı. Deniz Palas bizim binamız. İKSV yönetimi
bizim binamızı satamaz. Ben böyle düşünüyorum. İKSV
etkinliklerini izleyen ey sanatseverler, siz ne
düşünüyorsunuz? Bu satışı
sessiz sedasız izleyecek misiniz?
Milliyet,
Yazı: Güngör Uras, 22.10.2013
|
SALT'IN ONLINE SERGİLERİ GOOGLE'DA
SALT, Osmanlı Bankası Arşivi’nden beş online
sergiyle Google Cultural Institute’e katıldı.
SALT Araştırma koleksiyonlarından biri olan
Osmanlı Bankası Arşivi; kuruluşundan özel ticari
banka statüsüne geçtiği 1933’e kadar, bankanın 80
yıllık süreçte yaşadığı önemli değişiklik, gelişme
ve krizleri kronolojik olarak sunuyor. Google
Cultural Institute ile paylaşılan beş sergi
arasında; Kuruluş ve Zor Yıllar (1856-1880),
Toparlanma (1881-1894), Genişleme (1895-1913), Savaş
ve Kriz (1914-1920), Yeni Dengeler ve Son Söz
(1921-1931) bulunuyor.
Zaman, 22.10.2013
|
|
ISLAK HAMBURGERE TARİHİ PROJE

İstanbul ’da Taksim’den yolu geçenlerin
buluşma merkezi Aya Triada Kilisesi’nin önündeki
dükkanların akıbeti belli oluyor. İşletmecilerle
görüşen Balıklı Rum Hastanesi Vakfı, kilisenin
önündeki dükkanların kaldırılmasına değil, bir
proje ile düzenlenmesine karar verdi. Kararla
meydana bakan dükkanların tabelaları
değiştirilecek, jeneratörler ortak kullanılacak.
İşletme sahipleri ise Başbakan’ın ‘kiliseyi
meydana çıkarmak için dükkanları kaldırma’
önerisine “Dükkanlar zaten kiliseyi kapatmıyor”
diyerek yanıt veriyor.
Aya Triada Kilisesi’nin Taksim Meydanı’na bakan
dükkanlarıyla ilgili devam eden belirsizlik
Başbakan Erdoğan ’ın sözleriyle başladı.
Gezi Parkı eylemlerinin yaşandığı 2
Haziran’da Başbakan’ın bir televizyon kanalında
‘Taksim Camii’ projesini anlatırken kullandığı
“Kilise vakfının önündeki tüm dükkanları
kaldıralım diye vakıfla konuşacağız. Kilise
meydana çıksın. Diğer tarafta cami olsun. Bizim
medeniyet anlayışımızın çok güzel bir göstergesi
olsun” ifadelerinin ardından gözler bölgeye
çevrildi.
Balıklı Rum Vakfı projeyi Başbakan’a
sunacak
Aylardır süren ‘dükkanlar kaldırılacak mı,
kaldırılmayacak mı’ tartışması 3 Ekim’de Balıklı
Rum Hastanesi Vakfı yöneticileriyle işletmeciler
arasındaki toplantıda masaya yatırıldı.
Toplantıya katılanlardan, bölgenin en eski
esnaflarından, Selvi Restaurant’ın 60 yıllık
işletmecisi Ayvaz Hacızade, hazırlanacak
projenin Vakfın Başkanı Dimitri Karayannis
tarafından bizzat Başbakan Erdoğan’a
sunulacağını söyledi.
Dükkanların tarihi değerini vurgulayan Hacızade,
“Bu dükkanlar 130 seneden fazladır burada. Yeni
değiller. Şimdi hazırlanacak proje ile
dükkanların klima ve jeneratörleri düzenlenecek.
Herkesin kendine ait jeneratörü olmayacak” dedi.
Ayvaz Hacızade, proje kapsamında kilisenin
Sıraselviler Caddesi’ne açılan kapısının da
açılacağını belirtti, “1955’te de kiliseyi
tahrip etmişlerdi, kırıp dökmüşlerdi ama
1970’lerde Ecevit dönemindeki olaylar sonrasında
o kapı kapatılmıştı. O zaman kapıdan çok sayıda
kişi içeri girmiş, binayı mahvetmişlerdi” dedi.
‘Esnaf olumsuzlukları tespit edip
düzeltecek’
Selvi Restaurant’ın yanındaki dükkanı işleten
yeğeni Hakan Hacızade de kilisenin yeniden
açılacak kapısı için güvenlik projesi
hazırlanacağını ve kameraların
yerleştirileceğini söyledi. Hacızade, sürecin
zamanlaması için ise “Projeler çizildikten sonra
işletme sahipleri kabul edecek, vakıf
onaylayacak ve ardından belediyeye sunulacak.
Yani bu süreç 6 aydan önce bitmez” diye konuştu.
Hem bölgenin işletmecilerinden hem de inşaat
mühendisi olan Erol Yümlü de kiliseyi saran
dükkanların proje kapsamında üçe ayrıldığını
belirtti: “Bu yerlerde olumsuzlukları biz tespit
edeceğiz. Dış cephe düzenlemesi hazırlayacağız.
Esnaflar olarak projemizi oluşturuyoruz. Mal
sahibimizin de destek verdiği proje için
belediye ile görüşeceğiz.”
Yümlü, 1880 yılında ibadete açılan kilisenin
tarihi niteliği bulunan dükkanlarının da
korunmasıyla ilgili yasaları işaret etti:
“Buradaki yapılar tescili olmamasına rağmen
kolaylıkla tescil edilebilirler. Kanun ‘1957
öncesi yapılar tarihi eserdir’ der. 1930’larda
çekilen fotoğraflarda da zaten buradaki
dükkanlar görülmekte.” Projenin bölgeye prestij
katacağını belirten Erol Yümlü kot farkı
nedeniyle dükkanların kiliseyi kapattığı
iddiasıyla ilgili olaraksa bunun imkansız
olduğunu söyledi.
Yümlü, “Kilisenin önü Meşelik Sokağı’na bakar. O
nedenle zaten önü kapalı değil. Bu dükkanlar
kilisenin diğer cephesini de kapatmaz. Burayı
yıksanız 3 metre yüksekliğinde toprak kütlesi
ile karşılaşırsınız çünkü arada kot farkı var.
Zaten bu nedenle de dükkanlar inşa edilmiştir”
diye konuştu.
Radikal, Haber: Serdar Korucu, 22.10.2013
|
|
JOAN MİRO ESERLERİ GAZİANTEP'TE
Sanko Sanat Galerisi, resim dünyasının sembol
isimlerinin eserlerini Gaziantep’te sanatseverlerle
buluşturmaya devam ediyor.
Modern resmin en büyük öncülerinden dahi ressam
Salvador Dali’nin ‘Zodyak’ sergisinden sonra,
sürrealist akımın öncülerinden Joan Miro’nun
‘Düşlerimin Rengi’ adlı sergisi Sanko Sanat
Galerisi’nde açılacak ‘Düşlerimin Rengi’ adlı sergi;
resim tarihine adını altın harflerle yazdırmış olan
Joan Miro’nun 1955 ile 1970 yılları arasında yaptığı
35 adet orijinal litografik eserini içeriyor. Sergi
10 Kasım’da sona erecek.
Akşam, 22.10.2013
|
ENDÜLÜS'TEN ÇİN SEDDİ'NE İSLAM SANATLARI

İslam
sanatıyla ilgili birçok eser yayımlayan İskoçya’daki
Edinburgh Üniversitesi, önümüzdeki ay İslam
coğrafyasındaki mimari eserleri konu alan bir kitap
yayımlayacak. Türkiye’den ve dünyadan pek çok
sanatçı, bilim adamı ve mimarın katkıda bulunduğu
çalışmayı, editörü Irvin Cemil Schick’ten dinledik.
İslam sanatı üzerine arşivi oldukça geniş olan
İskoçya'daki Edinburgh Üniversitesi Yayınları kasım
ayında bir eseri daha İngilizceye kazandıracak.
Editörlüğünü İstanbul Şehir Üniversitesi Öğretim
Üyesi Irvin Cemil Schick ve İranlı mimarlık
tarihçisi Muhammed Gharipour'un yaptığı “Calligraphy
and Architecture in the Muslim World” adlı eser,
Endülüs'ten Çin'e, hatta Kuzey Amerika'ya kadar hat
sanatımıza ve mimariye dair kapsamlı bir çalışma.
İslam coğrafyasında inşa edilen eserlerle hat
sanatı arasında nasıl bir ilişki var? Eserlerdeki
kitabeler, içinde bulundukları mekanları nasıl
etkiliyor? Yapıldıkları malzemeler neler? Hamileri,
sanatçıları kim? Üslupları, içerikleri neyi ifade
ediyor?.. Kitapta yer alan 28 makale ve onlara eşlik
eden fotoğraflar, bu soruların cevabını veriyor.
Uzun yıllardır Türkiye'de bulunan, İslam sanatları
ve kültür tarihi üzerine çalışan Schick, 7.
yüzyıldan 21. yüzyıla kadar tüm İslam coğrafyasını
tarayan; Çin, Orta Asya, Hindistan, İran, Osmanlı
İmparatorluğu, Arap dünyası ve Endülüs bölgesini
içine alan bir eser hazırladıklarını söylüyor.
Makalelerin bazıları belirli hattatlara, bazıları
belirli bölgelere, bazıları himaye ilişkilerine,
bazıları da binalara ve kitabelerin içeriğine
yoğunlaşıyor.
Kitapta adı geçen sanatçılar, İslam coğrafyasının
her yanına yayılmış eserlerde hatları bulunan önemli
hattatlar. Osmanlı hattatlarından adı geçenler ise;
Yesarizade Mustafa İzzet Efendi, Mustafa Rakım,
Kazasker Mustafa İzzet Efendi, Şefik Bey,
Abdülfettah Efendi, Abdullah Zühdi... Makale
yazanların ise bir kısmı aynı zamanda sanatçı ama
kitapta bilim insanı kimlikleriyle yer alıyorlar.
Mesela Prof. Uğur Derman İstanbul'da yüzden fazla
kitabesi olan Yesarizade Mustafa İzzet Efendi'yi,
hattat Süleyman Berk Mustafa Rakım Efendi'yi, mimari
yazılara yaptıkları önemli katkılar bağlamında ele
alıyor.
Talip Mert ile Hilal Kazan, kitabelerin
yazılmasının ardındaki süreçlere yoğunlaşıyor.
Örneğin Kazan, Medine'deki Mescid-i Nebevi'nin
yazılarının 19. yüzyılda nasıl yenilendiğini arşiv
belgelerine dayanarak ortaya koyuyor. Nina Ergin,
Mimar Sinan'ın inşa ettiği camilerdeki kitabelerin
metinleriyle aynı camilerin vakfiyelerinde
okunmaları şart koşulan metinler arasındaki
ilişkileri anlatıyor. Amerikalı Olivia Wolf,
Memluklü kadın hükümdar Şecerü'd-Dürr'ün
türbesindeki kitabeleri toplumsal cinsiyet
bağlamında inceliyor. Pakistanlı Tehnyat Majid,
Mardin ve civarındaki bazı yapılarda bulunan makıli
(hat sanatında kullanılan bir yazı türü) kitabeleri
kaleme alıyor. Alman Barbara Stöcker-Parnian,
Çin'deki camilerde Çince ve Arapça kitabelerin bir
araya nasıl geldiğini aktarıyor. AlBaraka Türk'ün
sponsorluğunda hazırlanan 532 sayfalık eserin
Türkçede ne zaman yayınlanacağı henüz belli değil.
‘Restorasyonların yarardan fazla zararı
oluyor’
Söz konusu mimari, hat sanatı ve kitabeler olunca
söz dönüp dolaşıp yine restorasyonlara geliyor.
Irvin Cemil Schick de son yıllarda yapılan tarihi
eser restorasyonlarını eleştiriyor: “Mimari
eserlerindeki yazılar, yani kitabeler, ister sanat
açısından olsun, ister içerikleri açısından,
korunmaları gereken önemli hazinelerdir. Oysa bunlar
yıllardır yok ediliyor. Kimi siyasi nedenlerle, kimi
bakımsızlıktan, kimi para hırsı yüzünden. Şimdilerde
bir restorasyon furyası var, ama maalesef ehil
ellere verilmeyince restorasyonun yarardan fazla
zararı oluyor. Beyoğlu'ndaki Ağa Camii'nin kuşak
yazısı, Kağıthane'deki Aziziye Camii'nin kubbesiyle
mihrabı, daha birçok önemli eser mahvedildi.
'Yaptık' demekle olmuyor, nasıl yaptın, iyi yaptın
mı, budur mesele.”
Zaman, Haber: Sevinç Özarslan, 22.10.2013
|
KÜLTÜR VARLIĞI ÇOK SİT ALANLARI İSE AZ
Kültür ve
Turizm Bakanlığı, Türkiye'nin kültür varlığı
haritasını çıkardı. Bakanlık tarafından hazırlanan,
'Türkiye Geneli Korunması Gerekli Taşınmaz Kültür
Varlığı İstatistikleri'ne göre Türkiye'de 94 bin 290
kültür varlığı var. Bunların 62 bin 444'ünü sivil
mimarlık örnekleri, 9 bin 938'ini kültürel yapılar,
8 bin 763'ünü dinsel yapılar oluşturuyor. En çok
kültür varlığına sahip iller arasında İstanbul 29
bin 767 kültür varlığıyla birinci sırada. İstanbul'u
6 bin 281 sayısıyla İzmir, 4 bin 235 sayısıyla Muğla
takip ediyor. En az kültür varlığı ise 27 kültür
varlığı ile Hakkari'de.
SADECE 60 SOKAK KORUNUYOR
En çok sivil mimarlık, dinsel ve kültürel
yapılarda korunmaya alınan kültür varlığı varken,
koruma altına alınan şehitliklerin sayısı 231, sokak
sayısı ise 60. Öte yandan 'Türkiye Geneli Tescilli
Sit Alanları İstatistikleri'ni de çıkaran Bakanlık
verilerine göre Türkiye'de 11 bin 359 sit alanı var.
Bunların 10 bin 976'sını arkeolojik, 255'ini
kentsel, 151'ini tarihi, 32'sini kentsel arkeolojik,
445'ini ise diğer sit alanları oluşturdu. 707 sit
alanı ile Muğla başı çekerken İstanbul'daki sit
alanı sayısı ise sadece 96.
Yeni Şafak, Haber: Ayfer Mallı, 21.10.2013
|
TÜRKİYE'DE 1544 KOLEKSİYONCU VAR
Kültür ve Turizm Bakanlığı, Türkiye’deki koleksiyoncuların haritasını çıkardı. Buna göre, “belirli bir sistemle sınıflandırılarak belirli şartlarda ve bir yerde saklanan korunması gerekli taşınır kültür ve tabiat varlıklarından oluşan grup” şeklinde tanımlanan koleksiyonları biriktiren koleksiyonerlerin Türkiye’deki sayısı
Verilere göre İstanbul 445 koleksiyonerle listenin başında yer alıyor. Koleksiyonerlerin başvuruları doğrultusunda izin verip koleksiyonların denetimini yapan müze müdürlüklerine bakıldığında ise İstanbul Arkeoloji Müzesi 98, Türk ve İslam Eserleri Müzesi 85, Hisarlar Müzesi 73, Topkapı Sarayı Müzesi 34, Ayasofya Müzesi 28, Yıldız Sarayı Müzesi 25 ve Türbeler Müzesi 2 koleksiyonerle kendini gösteriyor. İstanbul’u 193 koleksiyonerle Ankara takip ederken, İzmir 137 koleksiyonerle üçüncü sırada yer aldı. Sadece 1 koleksiyonerle Türkiye’de en az koleksiyoner bulunduran kent ise Uşak.
Habertürk, Haber: Aykan Çufaoğlu, 21.10.2013
|
 |
BEİT HİLLEL SİNAGOGU'NA BÜYÜKŞEHİR ELİ

Çok köklü ve zengin bir kültür mirasına sahip olan
İzmir’de, duvarlar arasında kalan ve dar sokaklara
sıkışan köklü bir tarih daha gün yüzüne çıkarılıyor.

İzmir Büyükşehir Belediyesi, 29.5 milyon liralık
kamulaştırma çalışmalarıyla birlikte personel
ve malzeme desteği de verdiği Agora kazılarının
yanı sıra, sinagoglar ve çevresini rehabilite
ederek Kemeraltı Çarşısı ile bütünleştirecek
önemli bir adım daha atıyor. Bu çerçevede,
tarihi 17. yüzyıla dayandığı bilinen
Beit Hillel Sinagogu’nda başlatılan
rekonstrüksiyon (yeniden yapım) çalışmalarının
yıl başında tamamlanması öngörülüyor.
İzmir 1 No’lu Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma
Kurulu’ndan onaylanan projeye göre, yıkılmaya
yüz tutmuş sinagog için öncelikle temizleme
çalışmaları başlatıldı. Sadece ön cephesi ayakta
kalan, diğer kısımları ise tamamen yıkılan
binanın arka kısmı ve çatısı kapatıldı.
Sinagogun ön cephesinde taş ve sıva temizlikleri
devam ediyor. Ayrıca araştırma kazıları
sırasında tespit edilen bodrum da
işlevlendirilerek korunacak. Uzun yıllardır
harabe konumunda olan yapı, çalışmaların
tamamlanmasının ardından orijinaline uygun hale
getirilecek ve müze olarak kentlinin hizmetine
sunulacak.
İzmir’in tarihin farklı evrelerinde her kültüre,
her inanca, her dile kapısını açan bir kent
olduğunu söyleyen İzmir Büyükşehir Belediyesi
yetkilileri, “İzmir, farklılığını zenginlik
olarak algılayıp bu yönde hoşgörü içinde yaşayan
insanların kenti. Biz de kentimizin bu
özelliğini pekiştirecek farklı projeleri hayata
geçiriyoruz. Emir Sultan’daki çalışmaların
tamamlanmasının ardından Beit Hillel
Sinagogu’nda rekonstrüksiyon projesini bitirme
aşamasına getirdik. Ayrıca Doğanlar Kilisesi’ni
yenileme çalışmalarına da başladık. Bu projeler
tarihin farklı evrelerinde her kültüre, her
inanca, her dile kapısını açan İzmir’e çok
yakışacak” dedi.

Kemeraltı’ndaki
Beit Hillel Sinagogu’nun
17. yüzyılda yapıldığı biliniyor. Günümüze kadar
geçirmiş olduğu iki yangın ile oldukça harap
durumda olan binadan günümüze kalan tek yapı
elemanı, ön cephe duvarı. Duvarın yüzeyi
üzerinde, mimari karakterini bütünleyen taş
söveli pencereler, taş söveli üç basamak ile
geriye çekilmiş giriş boşluğu ve kapısı, kapının
duvar yüzeyinde özgün ferforjeleri mevcut
durumda. Uzmanlar, geçirdiği yangınlardan sonra
ahşap taşıyıcı çevrenin de ana elemanlarının
yandığı ve taşıyıcı işlevini kaybettiğini tespit
etti. Mevcutta görülemeyen çatının izlerden yola
çıkılarak asma bir çatı sistemine sahip olduğu
tahmin ediliyor.
medya365.com, 21.10.2013
|
KÖY SİT ALANI İLAN EDİLİNCE...
Romalılar dönemine
ait antik Erythrai şehri üzerinde kurulu olan
İzmir'in Çeşme İlçesi'ndeki Ildırı Köyündeki sit
nedeniyle köylüler evlere çivi dahi çakamayıp
tarlalarında ekip biçme sıkıntısı yaşıyor - Köyde
yeni evlenen çiftler ise, yeni bina yapılamadığından
başka yerleşim alanlarında ev kiralamak, göçmek
zorunda kalıyor - Köy sakinlerinden Muharrem Mete,
"Yapılaşma yasağı olduğu için oturduğumuz evlere tek
bir çivi bile çakamıyoruz. Ev yapamıyoruz,
yaptığımız anda da büyük cezalar geliyor, yıkım
kararı çıkıyor. Benim iki çocuğum evsizlikten
İzmir'de oturuyor".

İzmir'in Çeşme
İlçesi'ndeki Ildırı Köyü
sakinleri,
sit alanı ilan edilen köylerindeki evlerine
çivi bile çakamazken, tarlalarını da
ekip biçememenin sıkıntısını yaşıyor.
Uzun süredir köyleri için başka bir yerleşim
alanı tahsis edilmesinin mücadelesini veren
köylüler, sit nedeniyle
yapılaşma olmadığından evlenen gençlerinin başka
yerleşim alanlarında ev kiralamak zorunda kaldığını
savunuyor.
Ildırlı Köyü, Romalılar dönemine ait antik
Erythrai şehri üzerinde kurulu olması sebebiyle 1
No'lu
Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından
1985 yılında arkeolojik sit alanı ilan edildi. Halen
2. derecede sit alanı olan yaklaşık 100 haneli köyün
sakinleri, geçimlerini sağladıkları tarlalarının
kazı için kamulaştırılması, evlerinde yaptıkları
ufak bir tadilatta dahi
ağır ceza mahkemesinde haklarında dava açılması,
evlenen gençlerin ev bulamamaları nedeniyle başka
yerleşim alanlarına taşınmalarından şikayetçi.
AA muhabirinin görüştüğü köy sakinleri,
sit
nedeniyle büyük sıkıntı yaşadıklarını bildirdi.
Köy sakinlerinden
Muharrem Mete, yapılaşma yasağı olduğu için
oturdukları evlerine tek bir çivi bile
çakamadıklarını, ağır para cezalarıyla
karşılaştıklarını söyledi. "Ev yapamıyoruz,
yaptığımız anda da
cezalar geliyor,
yıkım kararı çıkıyor" diyen Mete, böyle bir
durumda sürekli mahkemelerle uğraşmak zorunda
kaldıklarını ifade
etti.
Evlerindeki ufak bir
tadilat için uzun uğraşlar sonucunda
izin alabildiklerini kaydeden Muharrem Mete,
küçük oğlu için evinde yaptığı tadilat nedeniyle
yargılandığını belirtti. Köyde yeni bina
yapılamadığı, evlerine bir oda ekleyemedikleri için
evlenen gençlerin başka yerleşim alanlarında ev
kiralamak zorunda kaldıklarını ifade eden Mete, iki
oğlunun bu nedenle İzmir'de oturduğunu söyledi.
Mete şöyle
konuştu:
"Onarım
müsadesi alarak evimde tadilat yaptığım halde
yargılandım. Bir sürü
para cezası ödedim.
Mahkeme 2 yıl hapis cezamı
ertelendi, 5 yıl
içinde bir ceza alırsam bu cezayı da çekeceğim.
Çatım akarsa ne yapacağım? Şu an zaten akıyor. Sit bizi mahfetti. Bize,
arazilerimize karşılık yeni belirlenen alanda yer
verileceği söylendi ama bir gelişme yok. Ne
yapılacaksa bir an önce yapılsın."
Asım
Arpacı ise 60 yaşında olduğunu, tarlalarının
sit
alanında olması sebebiyle istimlak edildiğini
söyledi. Çiftçilikle geçindiklerini, istimlak
nedeniyle ekip biçecek tarlalarının kalmadığını
belirten Arpacı, "Nasıl geçineceğiz? Tarlaların gün
gelip satılmasından
endişe ediyoruz. Köy gelişmiyor. Evlerimiz de
sit alanında olduğu için tamir edemiyoruz. Evinin
önüne gölgelik yaptığı için ağır cezada
yargılananlar var" diye konuştu.
Balıkçılıkla geçimini sağlayan Vedat Timuçin de
köy limanının yetersiz olduğunu, yeni liman
taleplerinin SİT'te takıldığını ifade ederek, "Köyde
yaşayanların yarıdan fazlası balıkçılıktan
geçiniyor. Fırtınalı havalarda tekneleri koruyacak
bir limanımız yok, limana kimin teknesinin
gireceğinin kavgası oluyor" ifadelerini kullandı.
Köyündeki arazide ev yapamadığı için yakındaki
yazlık sitede kirada kaldıklarını belirten Sadık
Demir de, köy için belirlenen yeni yerleşim alanında
yapılaşmaya bir an önce izin verilmesi talebinde
bulundu.
Milliyet, 21.10.2013
|
BAKANLAR KURULU ONAYLARSA TRUVA'YI TÜRKLER KAZACAK

Kazıları
devralan Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi,
çalışmalara başlamak için Bakanlar Kurulu kararını
bekliyor.
Çanakkale’de bulunan Truva
antik kenti, yaklaşık
5 bin yıllık geçmişe ev sahipliği yapıyor. Dünya
kültür tarihine ışık tutan Truva, üst üste kurulmuş,
yedi ayrı kültürü temsil eden 4 mimari kat ve 9
yerleşmeden oluşuyor. Çanakkale Tevfikiye Köyü
sınırları içinde bulunan bu hazineyi gün yüzüne
çıkarmak için 150 yıldır arkeolojik kazılar
yapılıyor. Almanlar kazılara son verince, buradaki
çalışmalar uzun bir aradan sonra ilk kez durdu.
Kazıların Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’ne
(ÇOMÜ) devredilmesi ve yeniden başlanması için
Bakanlar Kurulu kararı bekleniyor.
Truva’daki ilk kazılar Malta’dan göç etmiş Frank
Calvert tarafından 1863 yılında yapılır. Antik
kentteki son kazılara ÇOMÜ’nün danışmanlığını yapmış
hem de ÇOMÜ’den fahri doktora unvanını almış Almanya
Tübingen Üniversitesi’nden Manfred Osman Korfman
başkanlık ediyordu. Üniversite, kazı sezonundan
önce, çalışmalarını durdurulduğunu açıklamıştı.
Kazıları devam ettirmek için ÇOMÜ devreye girdi.
Kültür ve Turizm Bakanlığı’na başvuruda bulunan
üniversite, Truva kazıları yapmayı istedi. Bakanlar
Kurulu tarafından daha onanmadığı için bölgede
kazılar yapılmıyor. Onay verilmesi durumunda ÇOMÜ
bölgedeki kazıları yapacak ilk Türk üniversitesi
olacak. ÇOMÜ Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü
Öğretim Üyesi Doç.Dr. Rüstem Aslan, “Truva’nın
kalesine baktığımızda yüzde 90’ı kazılmış durumda
ama hala cevaplanmayı bekleyen pek çok soru var. En
önemlisi Truva’nın nekropolünün (mezarlık alanı)
hala bulunamamış olması. Bununla ilgili elimizde
ipuçları var. Eğer bu bulunursa belki de son 200
yıldaki en büyük arkeolojik buluş olacak.” dedi.
Kale dışında kalan bölgede bazı mimari özellikleri
tam olarak anlamadıklarını belirten Aslan, “Buraları
araştıracağız. Troya’nın kazılmamış alt katmanları
var. Vurduğumuz her çapa bir sürpriz getirecek. Ben
bundan sonraki 100 yıllık süreçte Troya’nın
arkeolojik buluntularının bize sürprizler
sunacağından eminim.” ifadelerini kullandı.
Zaman, Haber: Mehmet Güler, 21.10.2013
******
TROİA'DA KAZILARA
DEVAM!

Çanakkale Tevfikiye Köyü
sınırları içinde bulunan Troia antik kentinde
yaklaşık 150 yıldır yürütülen kazıların bu yıla ait
bölümü için çalışmalara kısa sürede başlanacak.
Çanakkale’deki antik
kentte 1988’den beri süren kazılarda görev alan
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Arkeoloji Bölümü
Öğretim Üyesi Doç.Dr. Rüstem Aslan, 2013 kazı
çalışmaları başvurusunun, ÇOMÜ adına, geniş ve
katılımlı uluslararası bir ekiple
gerçekleştirildiğini söyledi. Aslan, bölgenin,
yapımı süren Troia Müzesi, çevre düzenlemesi,
restorasyon ve koruma çalışmalarıyla öne çıkan
önemli bir antik yerleşim alanı olduğunu dile
getirdi.
ÇALIŞMALAR
AKSAMAYACAK
Aslan, “Buradaki çalışmaların, geniş katılımlı
uluslarası bir ekip tarafından Kültür ve Turizm
Bakanlığı destekleriyle gerçekleştirilmesi
planlanmıştır. Böylesi önemli bir yerdeki
çalışmaların kalıcı olması hedeflendiği için
Bakanlar Kurulu tarafından kararlı kazı olmasının
uygun görülmesi dolayısıyla izin işlemleri bu yönde
başlatılmıştır” dedi. Aslan, izin işlemlerinin
tamamlanma aşamasında olduğunu, kısa süre sonra
kazılara yeniden başlanacağı, çalışmaların kesintiye
uğramadan devam edeceğini belirtti.
Akşam, 24.10.2013
|

|
SOYUT RESMİN BABASINDAN ESERLER
Soyut resmin babası sayılan Rus ressam Kazimir Malevich Amsterdam’daki Stedeljik Müzesi’nde. “Kazimir Malevich ve Rus Avangardları” başlığı altında 500 eserlik büyük sergi açıldı.
Nikolai Khardhiev ve George Costakis’in özel koleksiyondan düzenlenen sergide eserlerin büyük çoğunluğu saf soyutun babası diye anılan, 1878-1935 yıllarında yaşamış olan Malevich’e ait. Direktör Burt Rutten, ünlü “Siyah kare”, “Siyah daire” ve “Beyaz üstüne beyaz” süprematist tabloların, ressamının evrimin anlaşılması için tarihsel sıralamaya uygun sergilendiğini açıkladı.
Akşam, 21.10.2013
|
ORYANTALİZMİ TÜKETEMEDİK

Son bir
yılda oryantalizmi merkez alan dört ayrı sergi
açıldı. Biri İstanbul’da, ikisi Mardin’de, biri de
İzmir’de. İstanbul’daki kapandı ama Mardin ve
İzmir’deki sergileri görmek için epey vakit var.
Bir roman kahramanı olan Enişte Efendi, berzahta
kıyameti beklerken Batı ülkelerinde gördüğü
resimlerin cazibesine kapıldığını hatırlar ve günah
işlediğini sanarak af diler. Cevabı içinde hisseder:
‘Doğu da, Batı da benimdir’, ‘Peki, hepsinin, bütün
bunların... Bu alemin anlamı nedir?’ İçindeki ses
‘sır’ gibi, ‘sev’ gibi bir şey der ve Enişte Efendi
huzura kavuşur. Dünyada kalanlarsa çeşitli
vesilelerle Doğu ve Batı’yı ayırmaya ve tartışmaya
devam eder. (Benim Adım Kırmızı) Biz de bin bir
bahaneyle yeniden ve yeniden tartışıyoruz bunu.
Bazen tek bir kelimeden çıkıyoruz yola: Oryantalizm…
Oryantalizm üzerine nice sempozyumlar, paneller,
açık oturumlar oldu ama tükenmedi konu. 2007’nin son
aylarında Prof. Edhem Eldem Osmanlı Bankası
Müzesi’nde ‘Doğuyu Tüketmek’ isimli bir sergi
hazırlamış ve Doğu’yu tüketme iştahımızı popüler
kültür ürünleri üzerinden anlatmıştı. Sanmıştı ki bu
sondu. Zaten demişti: “Edward Said, tahakküm
fikrinin nasıl ortaya çıktığını ve nasıl
ötekileştirme politikasına dönüştüğünü yani
meselenin kökenini damardan anlattı ve oryantalizmin
ipliğini pazara çıkardı. Şimdi bunu temcit pilavı
gibi yeniden keşfedip durmak biraz ayıp oluyor.”
Ama keşfedilecek bir şeyler kalmış olmalı ki son
bir yılda oryantalizmi merkez alan 4 ayrı sergi
çıktı karşımıza. İlki geçtiğimiz aylarda Sakıp
Sabancı Müzesi’nde açılan ‘Oryantalizmin 1001 Yüzü’.
Oryantalizmin; mimari, arkeoloji, fotoğraf sanatı ve
moda üzerindeki etkilerini göstermeye çalışan sergi
için, Müze Müdürü Nazan Ölçer; “Oryantalizmin
önyargılı ve küçümseyici bir tarafı var, evet, ama
olumlu yönleri de var. Doğuya merak sayesinde pek
çok edebi çeviri yapıldı, üniversitelerde kürsüler
kuruldu, Doğu dilleri araştırmaları merkezleri
açıldı. Yani bir hayranlık da vardı ve bu da
Batı’nın sahne sanatlarına, sinemasına, edebiyatına
yansıdı. Biraz da böyle bakmak lazım.” demişti.
‘Oryantalizmin 1001 Yüzü’nü yaz başında Mardin’de
açılan ve halen devam eden bir sergi izledi. Sakıp
Sabancı Mardin Kent Müzesi Dilek Sabancı Sanat
Galerisi’ndeki serginin ismi ‘Mardin’de Bir
Oryantalist: Marius Bauer’ idi. Hollandalı ressam
Bauer’den yola çıkarak oryantalizmi detaylıca
anlatmaya niyetlenen sergi kapsamında ressamın 100’ü
aşkın yağlıboya, oymabaskı ve eskizi bir arada
sunuldu.
O sergi epey rağbet görmüş olacak ki geçtiğimiz
günlerde yine aynı galeride ‘Batının Gözüyle Doğu
Fotoğrafları’ isimli bir başka oryantalist sergi
açıldı. Küratörlüğünü fotoğraf tarihçisi Engin
Özendes’in üstlendiği sergide; dervişler,
dilenciler, satıcılar, sokaklar ve köy pazarları
başta olmak üzere 100 kadar tarihi kare bir arada.
Serginin açılış töreninde konuşan Ölçer, “Mardin’de
oryantalizm rüzgarları devam ediyor.” dedi ve
ekledi: “19. yüzyılın ortalarından itibaren, Doğu
her zaman Batılının gözünde hayali bir dünyaydı.
Fotoğrafın bulunuşu bu hayal dünyasına farklı bir
boyut kattı. Fotoğraf, Batılının zihnindeki Doğu
imgesinin yanı sıra gerçek Osmanlı yaşamını da
yansıtmaya başladı.”
İZMİR’DE ORYANTALİZM
Bu arada İzmir’de de 18 ve 19. yüzyılların
İzmir’ini Batılı bir seyyahın gözünden anlatan bir
sergi açıldı. Arkas Sanat Merkezi’nde 25 Eylül’de
açılan ‘18 ve 19. Yüzyıllarda İzmir: Batılı
Bakışlar’ isimli sergi, hiç sergilenmemiş pek çok
eseri bir araya topladı. Sergi için Türkiye, Fransa,
İngiltere, Belçika, Hollanda ve İsviçre’deki müze,
kütüphane ve özel koleksiyonlardan yaklaşık üç yüz
resim ve belge bir araya getirildi. Louvre, British
Museum, Rijksmuseum Amsterdam, Greenwich The
National Maritime Museum, Bibliothèque Nationale de
France ve Marsilya Ticaret Odası sergiye eser veren
önemli kurumlardan bazıları. Sergide ziyaretçileri;
seyahatnameler, fotoğraflar, gravürler, tablolar,
nüfus ve sosyal yaşama ait belgeler bekliyor.
Zaman, Haber: Jülide Güngör, 21.10.2013
|
'HAREM-SELAMLIK' YENİDEN DOĞDU

İzmir Büyükşehir Belediyesi, metruk
durumdaki tarihi Ahmet Ağa Konağı'nı restorasyon
çalışmalarıyla ayağa kaldırdı. Halk arasında
Harem-Selamlık olarak da bilinen tarihi yapı,
yıkılmak üzereyken adeta küllerinden yeniden
doğdu.
İzmir Büyükşehir Belediyesi, yıllardır atıl
durumda olan ve yıkılmaya yüz tutmuş
Kemeraltı'ndaki Ahmet Ağa Konağı'ndaki
restorasyon çalışmalarını tamamlayarak tarihi
binayı kente kazandırdı. Yaklaşık 2 yıl süren
çalışmalar sonrasında, halk arasında
Harem-Selamlık olarak da bilinen metruk bina,
adeta küllerinden yeniden doğarak eski görkemli
günlerine kavuştu.
Kemeraltı'nda mülkiyeti Salepçi Hacı Ahmet
Efendi Vakfı adına Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne
ait olan bina, Konak İlçesi Hacı Mahmut
Mahallesi 848 Sokak'ta bulunuyor. İzmi
Büyükşehir Belediyesi, tarihi bina için Vakıflar
Bölge Müdürlüğü ile 30 yıllığına "restorasyon
karşılığı kiralama" sözleşmesi imzalamıştı.
TARİHÇESİ
19. yüzyılın ilk yarısında yapılarak kente
kazandırılan Harem-Selamlık binası, iki ana
bölümden oluşuyor. Birinci yapı "Selamlık",
ikinci bina ise "Harem" olarak tespit edilirken,
Selamlık binası iki kat, Harem binası da bodrum
kat ve üzerindeki iki kattan oluşuyor. Harem
binasının arka bölümünde ayrı bir bahçe
bulunuyor. Zaman içinde oldukça yıpranmış ve
zarar görmüş durumda olan bina, restorasyon
projelerine uygun olarak kente kazandırıldı.
Tarihi yapı, orijinaline uygun yapılan
restorasyonunun ardından eski görkemli havasına
yeniden kavuştu.
BUGÜNE KADAR NELER YAPILDI?
365 metrekare oturma alanına sahip bina,
Büyükşehir Belediyesi bünyesinde hizmet vermeye
başlayacak. Ahşap karkaslı yığma yapı
özelliğindeki binanın zemininde yapılan
araştırma kazıları sonrasında, bodrum katlar
tespit edildi. Duvar karkaslarından çürüyenler
değiştirildi, boşalmış moloz taş örgü sökülerek
yenilendi. Tüm beden duvarlarında ve tespit
edilen bodrum kat duvarlarında enjeksiyon
imalatı yapıldı. Temel sistemleri yetersiz
görüldüğünden yeni temeller oluşturuldu,
taşıyıcı sistemi statik projeye göre yeniden
yapıldı. Tüm döşeme karkasları mevcut yerleri
korunarak değiştirildi, tavanlardaki işlemeler
itinalı bir şekilde sökülerek korunabilenler
sağlamlaştırılarak korundu, diğerleri ise
orjinal örneğine uygun olarak yeniden yapıldı.
Star, 20.10.2013
|
HİTİT DÖNEMİ EKOSİSTEMİNİN İZLERİ SÜRÜLÜYOR
Hititlerin başkenti Hattuşa'ya ev sahipliği yapan
Çorum'un
Boğazkale
İlçesi'ndeki kazı çalışmalarında gün
yüzüne çıkarılan eski çağlara ait yapılardan alınan
toprak örnekleri ile dönemin ekosistemi, tarım
faaliyetleri ve iklim şartları belirleniyor.
Alman Arkeoloji Enstitüsü adına kazı
çalışmalarını yürüten Kazı Başkanı Doç.Dr. Andreas
Schachner, AA muhabirine yaptığı açıklamada, 1906
yılında
İstanbul Arkeoloji Müzesi adına başlatılan kazı
çalışmalarının, 107 yıldır sürdürüldüğünü söyledi.
Temmuz ayında başlayan çalışmaları, işçilerin de
bulunduğu 70 kişilik ekiple sürdürdüklerini ifade
eden Schachner, kazı çalışmalarının bu ay içerisinde
tamamlanacağını belirtti.
Önceki yıl başladıkları Aşağı Şehir Kesikkaya
mevkisindeki kazı çalışmalarına bu yıl da devam
ettiklerini dile getiren Schachner, "Kazı
çalışmalarıyla ortaya çıkan alanda büyük bir anıtsal
yapı var. Bu yapıyı açmayı hedefliyoruz.
Tahminimizce burası bir devlet binası ancak
fonksiyonu nedir bilmiyoruz" diye konuştu.
Bölgedeki kazı çalışmalarında gün yüzüne
çıkarılan yapılardan toprak örnekleri alarak
inceleme yaptıklarını dile getiren Schachner, alınan
örnekleri kazı evine kurulan bir sistem yardımıyla
ayrıştırıp toprak içerisindeki buğday, arpa,
mercimek ve üzüm çekirdeği gibi bitki
tohumlarını açığa çıkarmaya çalıştıklarını kaydetti.
Toprak içerisinden çıkarılan tohum ve bitkilerin
botanik uzmanlarınca incelendiğini ifade eden
Schachner, şöyle konuştu:
"Yapılan çalışmayla dönemin ekosistemi, tarım
faaliyetleri ve iklim şartları hakkında bilgi
ediniyoruz. Böylelikle Frig, Demir Çağ ve Hitit
dönemine ait önemli ekonomik bilgileri edinmiş
oluyoruz. Burada sadece arpa ve buğday bulmuyoruz.
Ekimi yapılmayan tohumlar da gün yüzüne çıkıyor.
Bulduğumuz verilerle botanikçilerimiz dönemin
ekosistemi, tarımı ve iklim şartlarının yanı sıra
ormanların ne kadar uzakta olduğu yönünde bilgileri
tahmin ediyor."
"Kaliteli tohumları devletten gizlemişler"
Hititler döneminde bölgede çok yoğun bir tarım
faaliyeti yürütüldüğünü anlatan Schachner, yapılan
araştırmalarda ilginç bulgulara rastladıklarını
söyledi.
Hititler döneminde buğday tanelerinin daha kalın
ve büyük olduğunu kaydeden Schachner, "Belli ki
insanlar Hitit döneminde kaliteli tohumları
devletten gizlemişler. İyilerini kendilerine
seçmişler ve ayrım yapmışlar. Kazı alanındaki özel
konutlarda bulunan buğday ile resmi yapılar
içerisinde bulunan buğday arasında fark olduğu
görülüyor. Konutlar içerisinde daha büyük ve daha
iyi tohumların saklandığı, devlete vergi olarak daha
küçük ve kötü tohumları verdikleri anlaşılıyor"
ifadelerini kullandı.
"Bu yöntemle göremediğimiz şeyleri görüyoruz"
Kazı çalışmalarına paralel olarak
gerçekleştirilen toprak araştırma işleminin önemine
değinen Schachner, "Bu toprak örnekleri sayesinde,
kullandığımız ayrıştırma yöntemiyle göremediğimiz
şeyleri görüyoruz. Çünkü kazı sırasında ya da
yüzeysel alan çalışmalarında o dönemde nasıl tarım
yapıldığını göremiyoruz. Bunu ancak bu tür
çalışmalarla anlayabiliyoruz" diye konuştu.
Hititler döneminde en çok ekilen mahsulün buğday
ve arpa olduğunu belirten Schachner, sözlerini şöyle
tamamladı:
"Bunların yanı sıra birçok yabani meyve ve
baklagil yetiştirildiği ya da toplatıldığı
görülüyor. Hitit döneminin sonuna doğru buğday
ekiminin azalıp arpa ekiminin çoğaldığını görüyoruz.
Arpanın, buğdaya göre sıcağa daha dayanıklı olduğu
için böyle bir yöntem izlenmiş olabilir. Dolayısıyla
İç
Anadolu ikliminin daha sıcak ve kurak olduğu
görülüyor."
haberler.com, Haber: Gazi Nogay - İsmail Çimen,
20.10.2013
|
MİMAR SİNAN GENİM: "FARKLI DÜŞÜNENE 'GERİ KALMIŞ'
DENEMEZ"
Hazırlıkları iki
yıldır devam eden ve "Anne ben barbar mıyım?"
temasıyla oluşturulan İstanbul Bienali'ne, son üç
ayda Gezi olayları da dahil edildi.
İstanbul, 13. defa gerçekleşen
Bienal ile bugün vedalaşıyor. Başladığı 14 Eylül'den
bu yana kavramsal çerçevesi ve sergilenen bazı
eserler birçok yazıya ve tartışmaya konu oldu. Bu
yıl “Anne ben barbar mıyım?” teması ile oluşturulan
13. Bienal, iki senedir, kentsel dönüşümün sanat ve
siyaset ile ilişkisini irdeleyen çalışmaları
seçiyor; bu tür projeler sipariş ediyordu. Ta ki
Haziran ayına dek. Nihayetinde Gezi süreci,
başlamasına üç ay kala, Bienal'in kavramsal
çerçevesine dahil oldu. Henüz sonucu ve etkileri
belli olmayan bir toplumsal olayın, iki yıldır
hazırlığı yapılan bir serginin merkezine oturması da
Bienal'in tartışılan temel noktalarından biriydi.50
yıla yakın zamandır başta İstanbul olmak üzere,
Türkiye'deki çok önemli yapıların mimarisini ve
restorasyonunu yöneten; 2009 yerel seçimlerinde Ak
Parti'nin Kadıköy Belediye Başkan Adayı olan Dr.
Mimar Sinan Genim ile birlikte, Bienal mekanlarından
Antrepo No.3'ü gezdik. Sergilenen çalışmalardan yola
çıkarak güncel sanat, toplumsal hareketler, kentsel
dönüşüm üzerine konuştuk.
Bienal'deki eserler üzerinden, siyasi
meselelerin sanat yolu ile ifadesi konusunda ne
düşünüyorsunuz?
Sanat kalıcı olduğu, iyi bir şey yapmaya çalıştığı
müddetçe anlamlı. Gördüklerimin çoğu, üzerine
çalışılmamış, iyi fikirler. Mesela Goldin ve
Senneby, Bienal'de sergiledikleri işlerinde
“Yatırımları açığa satmak” diyor. Bu, ekonomide de
yeri olan, iyi bir fikir. Lakin bu fikri
destekleyecek yeterli çalışma yapılmadığı için
özensiz, etkisiz bir sonuç çıkmış ortaya. İlk akla
gelen fikrin, genelde kötü olduğunu düşünürüm.
Zihninizde oluşan fikri geliştirmez, onu bilginizle
desteklemez, eksiklerinizi çalışarak
tamamlamazsanız, kötü sonuçlar doğabilir.
Gezi sürecinde tartışılan kamusal alan
meselesine Bienal'deki çeşitli çalışmalar da yer
vermiş.
Kamusal alan orada yaşayan herkese, her şeye ait.
Bazısı sokağa çıkmak istiyor. Diğerleri de “Ben
böyle bir hali seyretmek istemiyorum” diyor. O halde
ne yapmak gerekiyor? Kendinden farklı düşünüyor diye
“Sen geri kalmışsın” mı diyecekler? “Acaba biz mi
fazla ileri gittik?” diye düşünecekler mi? O olay
benim için 3 gün ifade; ondan sonrası terörizm,
şehri karmaşaya sürüklemek. Orası giderek
zenginleşen, otellerin olduğu, turizm için önemli
bir bölge. Ülkenin ekonomik açıdan sıkıntıya düşmesi
ile, siyasal iktidarın direnci bir ölçüde kırılır.
Böyle bir kaos ortamında ortaya çıkan bozukluklar
sonucunda siyasal güç elde etmek amacıyla insanları
sokağa çağırmak, bence çıkmaz bir sokak. Bu iş
geçmişte de denendi; gelecekte de olacak.
Yaşanan protestolara da atıfta bulunarak
şöyle diyor Bienal metninde: “İstanbul'da ve
Türkiye'nin kentlerinde deneyimlediklerimiz
kesinlikle herhangi bir sergi veya sanat etkinliği
ile karşılaştırılamaz boyutta.”
Bazı insanlar düşüncelerini sanatsal çabalarla ifade
etmek isterler. Bu oldukça doğal. Fakat, toplumu
çağın ötesine taşıyacak sanat eserleri üretmek
yerine slogan peşinde olmak, kısa sürede tüketilen
çalışmalar yapmak, gerçek üreticinin de önünü
kesiyor. Düşüncelerinizi beden ya da hareketlerle
yaptığınız zaman kamu yönetimi, polis, jandarma
müdahale ediyor. Sanat yoluyla yapılan ifadelerde
çok fazla müdahale edilemiyor. Sanat bir ifade
tarzıdır. Yüzyıllardan beri de böyle
kullanılmıştır.
Bienal'in Gezi ile bir kamusal alan
oluşturabilme ve orada buluşup söz söyleyebilme
refleksi oluştu fikrine ne diyorsunuz?
İlk akla gelen fikir olduğu için bence kötü fikir.
İstanbul'daki kentsel dönüşüme dair
çalışmalar da yer alıyor sergide.
Mimarlar yüzyıllarca kalan eserler yapmak isterler.
Bütün dünyada çağdaş sanatta, bienallerde benzer
sıkıntılar var. Her şey çok çabuk tüketildiği için,
herkes modaya uygun meta ve slogan peşinde. Örneğin
Christoph Scafer'in çalışmasındaki Bostanorama
bölümündeki 'Yedikuleli kent çiftçileri' sözü. Suni
bir ifade. Kent, çiftçiliğe müsait bir mekan değil.
İstanbul'un nüfusu 500 bin ya da 1 milyonken,
Yedikule'de, surların hendeklerinin dolması sonucu
zamanla oluşmuş bir bostan vardı. İnsanlar orada
üretim yapıyordu. Şu an etrafında o kadar çok trafik
ve pis su var ki, bugün orada yetiştirilen ürünlerin
tüketilmesi çok sakıncalı. Bu sebeple orada üretim
yapanları yüce bir mertebeymişçesine 'kent
çiftçileri' olarak nitelemek; slogan peşinde olmak,
bundan şahsi prim elde etmeye çalışmak gibi geliyor
bana. Bunu da sanat adı altında tarif etmek doğrusu
bana ters.
Kentsel dönüşüm tartışmalarının büyük
kısmını da rant meselesi kaplıyor.
Rant kötü bir şey değil. Ranta artı değer diye
bakıyorum. Artı değer olacak ki insanlar yiyecek,
giyecek, barınacak; sağlık ve eğitim alacak. Resim,
heykel, sahne sanatları, mimari, müzik, edebiyat
artı değer olmazsa olmaz.
Türkiye'de yaşanan kentsel dönüşüm nasıl
gidiyor?
İlk aşamada gecekondu problemimiz vardı. Onu önlemek
için atılan adımlar çok başarılıydı. Bugün artık bir
doyum noktasına gelindi. Şimdi de yıkarak yapmaya
çalışılıyor. Artık bu meselede pansuman tedavisine
ihtiyaç yok. İyi mimariyle oluşturulmuş, daha uygar
yapılara ihtiyaç var. Spor alanları, parklar,
hastaneler, okullar, dini yapıları da kapsayan
projeler ortaya çıkarmak gerekiyor. Daha Cumhuriyet
kurulurken Atatürk, İsmet İnönü “Cumhuriyet
şehirleri müze olmayacak” diyor. Bu karar 1920'lerde
alınıyor zaten. Dilini, inancını, kıyafetini
reddettikleri bir kültürün şehrini de korumamışlar
tabii.
Devletin sanat çalışmalarını desteklemesine
nasıl bakıyorsunuz?
Devlet sanata ideolojik açıdan ya da başka bir
düşüncenin ürünü olarak bakmamalı. Böyle düşünüp
uzaklaştığında, sanat gibi enstrümanlar çeşitli
grupların elinde kullanılır hale geliyor. Diğer
kesim de bundan hoşlanmıyor ve geleneksel sanatlara
dönüyor; onu da çağdaşlaştıramıyorlar. Bilakis
devlet çağdaş sanatı etkili bir şekilde
desteklemeli. Gezi'deki gibi tahrip edici olayları
düzeltmenin ya da oradaki kaybın maliyeti Bienal
gibi etkinliklerin bütçesinin bin misli. Böylece
insanlar reaksiyonlarını öyle göstereceklerine
resim, sanat, fotoğraf, video ile çok daha uygarca,
hoş mekanlarda, herkesin kabul edeceği şekilde ifade
edebilir. SBienaller, bu tür faaliyetler protesto
mekanlarıdır zaten.
Türkye Gazetesi, Haber: Esra Demirkıran,
20.10.2013
|
"ÇAMLICA'DA CAMİNİN MAHSURU YOK"
Ünlü mimar
Emre Arolat ile Büyükçekmece’deki
Sancaklar Camii’nden
Çamlıca’ya cami projesine, kentsel dönüşümden
mimarlık algısına kadar her şeyi konuştuk.
İstanbul Büyükçekmece’deki
Sancaklar Camii projesiyle her yıl Singapur’da
düzenlenen Dünya Mimarlık Festivali’nde “en iyi
ibadethane” dalında birincilik kazanan mimar
Emre Arolat’la sohbet ettik. Arolat,
Çamlıca’ya camiden kentsel dönüşüm projelerine,
Taksim projesinden ülkemizdeki mimarlık algısına
önemli açıklamalarda bulundu.
Bir cami söz konusuysa sadece mimari
kriterler değil dini kriterler de önemli oluyor,
değil mi?
Doğrusu İslam felsefesi ve ibadet mekanları uzun
süre ilgimi çeken bir konu. Daha önce yaptığım
araştırmalar, okumalar vardı. Ama bir cami projesi
söz konusu olunca bunları tazelemek ve hatta biraz
da genişletmem gerekti. O yüzden Sancaklar Vakfı
böyle bir işi istediğinde biraz beni beklemeleri
gerekeceğini söyledim. Onlar da anlayışla karşıladı.
Aylarca tasarım grubu olarak derinlemesine bu konuyu
tartıştık. Bilgi sahibi olduğunu düşündüğümüz
derinlikli makaleler üzerinde çalışmalar yaptık.
Bizim yaptığımız projeler içinde hayli küçük ölçekli
sayılabilecek bu yapının tasarımına başlamadan önce
çok uğraştık. Namaz ibadetinin olması gerektiği gibi
ve huşu öiçin de gerçekleştirebilmesi için bu
mekanın nasıl bir hissiyat üret mesi gerektiği
üzerine çok uzun tartıştık. Neticede ortaya çıkan
mekanın böyle bir işlevi yerine getirebilecek
niteliklerde olması beni çok sevindiriyor.
Tasarımla ilgili en dikkat çeken
hususlardan biri caminin yerin altında olması...
Bu cami aslında yerin altında değil. Öyle tarif
ediliyor ama yerin üstünde. Sadece bulunduğu yerdeki
eğimden dolayı üst kottan bakıldığında alt kot çok
fazla algılanmıyor. Yapının üzerinde yer aldığı
alanla kuvvetli bir bağının olması ilk aşamadan beri
önemsediğimiz bir konuydu. Camiye yol tarafından
yaklaşırken yatay avlu duvarlarının çevrelediği bir
bahçedir algılanan.
Tasarımla ilgili diğer husus ise bence
minaresi. Minare caminin en büyük işaretlerindendir
ama sizin projenizde tam olarak minare olduğu
anlaşılmıyor.
Projeye bütün olarak bakmak gerek. Bu proje iki
farklı seviyeden algılanıyor. İlki üst avlu. Üç
tarafı duvarlarla çevrili, bir tarafı ise açık, göle
bakıyor. Bu anlamda eski namazgahları andırdığı
söylenebilir. Bu alan da yer alan tek düşey kitle,
bir minareden beklenebilecek işlevlerin
önemli bir bölümünü üstleniyor. Uzaktan
bakıldığında, buranın bir “yer” olduğunu imliyor.
Üzerinde bulunan ve yaklaştıkça okunaklı hale gelen
yazı, buranın bir ibadet mekanı olduğuna dair
izlenimleri keskinleştiriyor.
Tasarımında Hira Mağarası’ndan
esinlendiğiniz doğru mu?
Bu tanım tam olarak doğruyu ifade etmiyor.
Peygamber’in mağarada duyduğu huşuyu buraya
yansıtmaya çalıştık. Ancak fiziksel yapıda böyle bir
benzerlik olduğu söylenemez. Biliyorsunuz,
hadislerde Hira Mağarası’na özel bir atıf vardır.
‘MİMARİNİN TARTIŞILMASINDAN ÇOK MEMNUNUM’
Son dönemlerde camiler çokça
tartışılıyor. Örneğin Şakirin Camii fazla modern
bulunuyor ya da
Çamlıca’ya yapılacak caminin gereksiz olduğu
söyleniyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
Öncelikle cami veya başka yapılar üzerinden
mimarinin tartışılmasından çok memnunum. Belki bu
şekilde toplumda bir farkındalık oluşabilir. Şakirin
Camii bence Osmanlı mimarisinin bütün yüklerini
taşıyor ve bu açıdan bakıldığında kesinlikle modern
olarak tanımlanamaz. Bizim yaptığımız iş de modern
sayılmaz; esasen modern öncesi döneme ait çok daha
fazla referans taşıyor. Bir cami yapılacağı zaman
dikkat edilmesi gereken bir takım hususlar vardır.
Öncelikle camilerin cemaate ihtiyacı vardır. Böyle
bir şey
Çamlıca’da var mı yok mu bu tartışılmalıdır.
İkincisi şehre veya kamu oyuna anıtsal bir bina
üzerinden bir mesaj verilmek istenebilir. Bu açıdan
bakıldığın da bence
Çamlıca’da bir cami yapılmasında hiç bir mahzur
yok. Projeye mimari olarak baktığımdaysa hayli
devrimci sayılabilecek işler yapan bir yönetimin
mimari söz konusu olduğun da 500 yıl öncesine gidip
o noktada tıkanıp kalmasını ve bugün hala böyle
bir tahayyül üzerinden anıtsallık üretilmesini
yadırgıyorum.
Tartışılan konulardan biri de İstanbul’a
yapılan gökdelenler.
Bence nüfusu bu kadar hızla artan bir şehrin
merkezinde belirli bir yoğunluğun oluşması doğaldır.
Bunun nerede olacağının tespiti ve nitelikli bir
şekilde tasarlanmasıdır aslolan. Bu bölgelerde hiç
şüphesiz yüksek yapılar da olacaktır. Bunu yaparken
ulaşım, yaya sirkülasyonu, altyapı gibi hususlar
dikkate alınmalıdır. Önemli olan doğru yerde doğru
projenin yapılmasıdır. Ben kişisel olarak yüksek
yapıları ne desteklerim ne de durup dururken karşı
çıkarım.

‘TÜRKİYE KENTSEL DÖNÜŞÜMÜ YENİ ÖĞRENİYOR’
Türkiye’nin adeta yeniden imarı anlamına
gelen kentsel dönüşüm projelerini nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Bence kentsel dönüşüm projeleri
tam olarak sağlıklı yürümüyor. Türkiye kentsel
dönüşümü hem sektör olarak hem de siyaseten yeni
deniyor ve yeni öğreniyor. İlerleyen dönemlerde daha
doğru projelerin olacağına inanıyorum. Özellikle
İstanbul’da ama genel olarak Türkiye’nin birçok
kentinde kentsel dönüşüme ihtiyaç var. Dikkat
edilmesi gereken sadece fiziksel şartlar değil.
Projelerin sosyolojik ve demografik altyapıları da
devreye alınmalı, farklı disiplinlerden oluşan
kurullar tarafından açık ve şeffaf bir katılım
süreci gözetilerek hazırlanmalı.
Kentsel dönüşüme paralel olarak Taksim
yayalaştırma projesini nasıl değerlendirmek gerek?
Taksim projesi uzun yıllardır gündemde. Buradaki
en büyük yanlışlık projenin sadece Taksim’e ait
olduğunu düşünmek. Bu proje şimdikinden çok daha
bütünsel bir anlayışla ele alınmalı. Bu alan ancak
kentsel ölçekte ve İstanbul’un tamamına ilişkin bir
tahayyülün önemli bir tamamlayıcısı olarak
tasarlanabilir. Siz eğer Harbiye’deki trafiğin
nerede kilitlendiğine dikkat etmiyorsanız, Taksim’e
istediğiniz kadar otomobil tüneli yapın hiçbir şey
fark etmeyecektir.
‘Köstebekdeğiliz ki delik arayalım’
İstanbul ve mimari söz konusu olduğunda
akla daha çok tarihi yarımada da ki eserler, Kız
Kulesi ya da Boğaziçi Köprüsü geliyor. Bütün bu
eserler aynı zamanda “turistik” yapılar. Türkiye’de
mimari algısı bu turistik yaklaşımdan nasıl
kurtulur?
Mimarlığın toplumsallaşması ve tasarımın toplum
tarafından daha fazla talep edilir hale gelmesi
önemli. Ben bazı şehirlerin yepyeni sembollere
ihtiyacı olduğunu düşünenlerden değilim. Örneğin
Paris’in sembolü olarak Eyfel Kulesi gösterilir ama
o turistik sembolüdür. Paris’in bütünü, yani
fiziksel oluşumunun tamamı zaten şehir dokusu olarak
önemlidir ve sembolleşmiştir. Aynı şey Londra için
de geçerli. Bence İstanbul’un yeni sembolik
binalardan ziyade ortalama mimarlık kalitesinin,
niteliğinin artırılmasına çok daha fazla ihtiyacı
var. Toplumsal olarak tasarımın talep edilir olması,
nitelikli tasarımın özendirilmesi gerek. Tüm bunlar
da eğitim seviyesinin artmasıyla, görgüyle ve
bilinçle gerçekleşebilir. Bugün İstanbul’da
yaşayanların büyük çoğunluğu kendisini bu şehrin
sahibi olarak görmüyor. Burada kendisini misafir
olarak hissediyor. Bu şehir açısından önemli bir
zafiyettir.
Kültürel genlerimizde “başını sokacak bir
delik” diye bir deyimimiz bile var. Konutlara
bukadar önem atfedilmesi sizce bir problem mi?
Çevre insanı biçimlendirir. İnsanın hayatındaki
kalite yaşadığı yere göre şekillenir. Konuta
fazlasıyla önem sadece bizde atfedilmiyor. Biz
mülkiyete önem atfediyoruz ama fiziksel niteliğiyle
çok ilgilenmiyoruz. “Başını sokacak bir delik”
tabiri sizin de söylediğiniz gibi bunun bir
göstergesi. Biz karınca değiliz, köstebek değiliz ki
delik arayalım. Bu bizim toplumsal kodlarımızın ve
yaşadığımız çevreye ne kadar sahip çıktığımızın da
göstergesi. Bir mahalleye, bir semte ait olmak hatta
orayı manipüle etmek, orayı biçimlendirmek, o şehrin
bütününün biçimlenmesinde etkin olmak demektir.
Aslında kentli dediğimiz bireyde ancak bu şekilde
oluşur. Ancak bunun gerçekleşmesi için kente 10
yıllar boyu sahip çıkan, kendisini o kentin gelip
geçici bir kullanıcısı değil düpedüz sahibi olarak
hisseden kuşakların oluşması gerekiyor.
Habertürk, Haber: Samed Karagöz, 20.10.2013
|
TARİHİ KÖŞKTE YANGIN
Balıkesir'in Altınoluk beldesinde çıkan yangında tarihi köşk kullanılmaz hale geldi.
Balıkesir'in Çam Mahallesi İstiklal Caddesi Birinci Sokak'ta bulunan ve yeni restore edilen tarihi köşkte henüz nedeni belirlenemeyen bir sebepten dolayı yangın çıktı. Taş ve ahşap yapıdan oluşan binada çıkan yangına Atınoluk Belediyesi İtfaiyesinin yanı sıra Edremit, Akçay, Güre Küçükkuyu İtfaiyeleri ve Edremit Orman İşletme Müdürlüğüne ait toplam 10 arazöz müdahale etti. Yaklaşık 3 saatte kontrol altına alınan yangında üç katlı tarihi bina kullanılamaz hale geldi. Tarihi köşkün sahiplerinin Bayram tatili için İstanbul'da olmaları sebebiyle yangın geç fark edildi. Tarihi köşk yangınında alevler komşu evlerin pencerelerine de sıradı. Küçük çaplı yanmalar anında söndürüldü. Plansız yapılaşmadan ve sokakların darlığından şikayetçi olan mahalle sakinleri, itfaiyenin yangına müdahalede sıkıntı yaşadığını söyledi.
Türkiye Gazetesi, 20.10.2013
|
 |
BÜYÜK İHMAL KAZAYA DAVETİYE ÇIKARMIŞ

İstiklal Caddesi’ndeki tarihi Hasanbey
Apartmanı’nın restorasyonu sırasında cuma sabahı
kafasına binadan kopan bir taş düşen 57
yaşındaki İsmail Keskin ağır yaralanmıştı.
Apartmanın inşaat iskelesinde kazaya neden olan
açıklık dün
sabah firma tarafından alelacele kapatıldı.
Restorasyon çalışmalarının birkaç yıldır sürdüğü
bilinen, Vastned Emlak
Yatırım Ticaret A.Ş.’ye ait binada çalışma
ise hala devam ediyor.
Bir insanı ölümün eşiğine getiren olayı
değerlendiren Tüm Restoratörler ve
Konservatörler Derneği Başkanı Restoratör Nazım
Can Cihan, “İskele kurulurken yayaların altından
geçtiği bir noktanın açık bırakılması ciddi bir
ihmal. Ruhsatı veren belediyenin ve sorumlu
firmanın iş güvenliği uzmanlarının bu iskeleyi
denetlemesi ve açıklığı fark etmesi gerekirdi.
Özellikle de inşaat çalışması sırasında binadaki
titreşimler taşın kopmasını tetiklemiş olabilir”
dedi.
En büyük yanlış....
İstiklal’de benzer kazaların geçen yıllarda da
yaşandığını belirten Cihan,
Türkiye ’de bu konudaki en büyük problemin
güvenlik ve iş iskelelerinin projeyle
kurulmaması olduğuna dikkat çekti ve ekledi:
”Projesiz hazırlanan iskeleler yarım yamalak ve
güvensiz oluyor. Gerekli güvenlik önlemleri
alınsaydı kaza önlenebilirdi.”
Cihan ayrıca bina üzerinde bir restorasyon
tabelasının bulunması gerektiğine dikkat
çekerek, “İnşaata başlarken ilk iş yapılacak
çalışmanın ve firma bilgilerinin görülebileceği
tabelayı asmaktır. Eğer kaçak bir iş değilse bu
tabela her restorasyonda asılıdır. Bunun da
ilgili kurum tarafından denetlenmesi gereklidir”
uyarısında bulundu.
Civarda çalışan esnaf ise taş parçasının düştüğü
yerin firma tarafından cumartesi sabahı
alelacele kapatıldığını belirtirken, “Bu binanın
altında yağmur yağdığında onlarca kişi bekliyor.
Çok daha fazla kişinin yaralanmaması şans oldu”
diye konuştular.
Beyoğlu Belediyesi yetkilileri ise binanın
ruhsat ve mülk sahibinin Vastned Emlak Yatırım
Ticaret A.Ş. olduğunu ve firmanın taşın düştüğü
noktaya ek platform taktığını söyledi.
Belediyeden alınan bilgilere göre binanın
ruhsatı 18.11.2011’de alındı, tadilat ruhsatı da
31.07.2013’te düzenlendi.
Şişli Etfal Hastanesi’ne kaldırılan Keskin’in
hayati tehlikesi olmadığı ve beyin cerrahisi
bölümünde tedavisinin devam ettiği öğrenildi.
Radikal, Haber: Elif İnce, 20.10.2013
|
TÜRKİYE'NİN EN ÇOK GEZİLEN SERGİSİ İSTANBUL BİENALİ

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV)
tarafından Koç Holding’in sponsorluğunda
13’üncüsü düzenlenen İstanbul Bienali, bu yıl
inanılmaz bir seyirci ilgisiyle karşılandı.
Henüz resmi rakamlar açıklanmadı ama
bugün sona erecek 13. İstanbul Bienali’nin
350 bine yaklaşan ziyaretçiyle rekor kırdığı
kesin. Bienali büyük bir sergi olarak düşünürsek
Türkiye ’de bir sergiyi yaklaşık 350 bin
kişinin gezmesi inanılmaz bir hadise, sadece
İstanbul Bienali değil bir Türkiye rekoru.
Üstelik bu rakamın, yaklaşık bir ay gibi önceki
bienallere göre hayli kısa sayılabilecek bir
sürede elde edilmesi rekoru daha da anlamlı
kılıyor. Zira İstanbul Bienali’nin önceki
rekoru, 110 bin kişiyle iki yıl önce kırılmıştı
ve o zaman bienalin süresi de yaklaşık iki aya
yayılıyordu. Elimizde sağlam istatistiki veriler
yok ama Türkiye’de kayıtlara geçen sergi rekoru
251 bin 500 kişiyle Sabancı Müzesi’ndeki
‘Picasso İstanbul’da’ya aitti. 2005 yılı kasım
ayında açılan ‘Picasso İstanbul’da’ sergisi dört
ay sürmüştü. Yine Sabancı’daki Salvador Dali
sergisini ise 156 bin 720 kişi gezmişti.
Bu yılki bienalin bu kadar ilgi görmesinin en
önemli sebeplerinden biri elbette girişin
ücretsiz olmasıydı. Fulya Erdemci’nin
küratörlüğünde düzenlenen ve ‘Anne ben barbar
mıyım?’ başlığıyla ‘kamusal alan’ meselesini
gündeme getiren 13. İstanbul Bienali’nde temaya
uygun biçimde daha çok izleyiciye ulaşmak
amacıyla girişi bedava yapma kararı alınmıştı.
Hürriyet Gazetesi’nden Demet Cengiz’e konuşan
İKSV Genel Müdürü Görgün Taner, “Cuma günü (18
Ekim) itibariyle 300 bin ziyaretçi sayısı
aşıldı. Son güne bırakan ziyaretçiler sayesinde
bu hafta sonu 350 bin rakamının aşılmasını
bekliyoruz. Bu yıl ücretsiz yapınca maliyetleri
düşürmek adına süreyi kısalttık. Gördüğü ilgiden
çok memnunuz, sanat adına çok sevindirici ama
maalesef süreyi uzatamıyoruz. 20 Ekim (bugün)
son! Mekanlarla yapılan anlaşmalar da sona
eriyor” dedi.
88 sanatçı ve sanatçı grubunun çalışmalarının
yer aldığı 13. İstanbul Bienali süreci
tartışmalı başlamıştı. Küratör Erdemci, bienalin
kavramsal çerçevesini açıkladığında Taksim
Meydanı, Gezi Parkı, Tarlabaşı bulvarı, Galata
Köprüsü gibi ‘kamusal alan’ları mekan olarak
kullanmak istiyordu. Daha sonra Gezi direnişi
patlak verince bienal ‘kamusal açık alan’lardan
kapalı mekanlara çekilme kararı almıştı.
Bienalin mekanları Tophane’deki Antrepo No.3,
Karaköy’deki Galata Rum Okulu, İstiklal Caddesi
üzerindeki Arter ve Salt Beyoğlu ile Unkapanı
İMÇ Çarşısı’ndaki 5533 olarak belirlenmişti.
Ayrıca süresi iki aydan bir aya indirilmişti.
Son gün sürprizi:
Gezi direnişi müzikali
13. İstanbul Bienali bugün sona eriyor. Bienalin
son gün sürprizi ise Gezi direnişi müzikali.
Çocuklar arasında bağ kurmak üzere özgün
projeler üreten Koroçapulportre, Rum Okulu’nda
bugün saat 19.00’da Gezi direnişini müzikal ve
teatral olarak özetleyen bir performans
gerçekleştirecek.
Bilge Örer: Çok mutluyuz
İstanbul Bienal’i Direktörü Bige Örer ise
‘rekor’ hakkındaki sorumuza şöyle yanıt verdi:
“Kamusal alan tartışmasını açmayı hedefleyen 13.
İstanbul Bienali’nin üç yüz bini aşkın izleyici
tarafından izlenmesi gerçekten bizi çok mutlu
etti. Bir kez daha Bienal’in tüm sanatseverler
tarafından ne kadar sahiplenildiğini görmüş
olduk. Gerçeklestirildiği yer, zaman ve bağlamla
derinden bir ilişki kuran bu bienalin, farklı
alanlarda açmış olduğu tartışmalarla Turkiye
sanat tarihinin önemli bir dönüm noktasını
oluşturduğuna inanıyorum. Bu, sanatın farklı
dilleri ve
dünya tahayyüllerini mümkün kılabileceğine
işaret eden bir sergi. Bienal bu sergiyle hem
tarihsel hem güncel perspektiften kamusal alan
tanımlarını yeniden açtı. Böylece izleyicisiyle
farklı bir bağ kurduğunu da düşünüyorum.
Vesileyle bir kez daha, iki sene süren yoğun bir
hazırlık sürecini tüm zorluklara rağmen
başarıyla tamamlayan bienal ekibine, küratörü
Fulya Erdemci’ye, sanatçılara ve bienal
izleyicisine çok teşekkür etmek istiyorum.”
Radikal, Haber: Erkan Aktuğ, 20.10.2013
|
TARİHİ YAKIP YIKTILAR!

soL gazetesi yazarı Sevra Baklacı,
dünyanın en güzel antik kentlerinden biri olan ve
UNESCO tarafından 1980 yılında Dünya Miras
Listesi’ne alınan Tedmür (Palmira) antik kentinin
başına gelenleri yazdı.
Palmira
Sömürgecilerin bölgedeki politikalarının
sonucunda, dünyanın gözü önünde onbinlerce insan
hayatını kaybetti Suriye’de ve hala kaybetmeye devam
ediyor. Suriye’de savaşan silahlı çeteler, sadece
insanları değil, insanlığın ortak mirasını da yok
ediyor...
Tedmür (Palmira) dünyanın en güzel antik
kentlerinden biri... Suriyeliler bu ona “Çölün
gelini” diyorlar... Ülke dışından Suriye’ye
gelenlerin ziyaret etmesi gereken en önemli
yerlerden biri olduğu halde Suriye’ye gelişimden
kısa bir süre sonra yolculuğun tehlike taşımaya
başlaması sebebiyle Tedmür’e gidememiştim. Ancak
Suriye’nin dünyaca ünlü dans grubu Enana’nın,
tarihin tanık olduğu en kudretli kadınlardan biri
olup birçok güçlü hükümdarın gösteremediği cesareti
göstererek Roma’ya karşı ayaklanan Tedmür Kraliçesi
Zennubiye’nin öyküsünü anlatan, olağanüstü
gösterisini izleme fırsatı bulmuştum.
Şiire ve felsefeye olan ilgisiyle tanınan ve
Yunanlı filozoflardan ders aldığı bilinen akıllı ve
güzel kraliçe Zennubiye ile ilgili anlatılan
efsaneye göre o, bir savaş sırasında Roma
askerlerine esir düşmüş, kendi topraklarından
koparılarak altın zincirlere vurulmuş ve ülkesi
talan edilmişti.
Bir dönem Roma’ya dahi kafa tutabilecek parlak
bir medeniyete ev sahipliği yapan bu kente giren
vahşi teröristler, insanları tıpkı Zennubiye gibi
topraklarından edip kenti yağmaladılar.
UNESCO tarafından 1980 yılında Dünya Miras
Listesi’ne alınan ve tarihi MÖ 19. yüzyıla kadar
gerilere giden antik tapınakları, tiyatro
sahnelerini, çarşıları, koca koca sütunları yakıp
yıktılar! Fenikelilerin tanrısı Baal adına inşa
edilmiş ve müzeye çevrilmiş, eserlerin bir bölümü de
zaten Fransa müzelerinde sergilenen, Baal tapınağına
ait eserleri de çaldılar...
Suriye ordusunun güvenliği yeniden sağlamasının
ardından kente dönüp binlerce yıllık eserlerin ne
hale geldiğini gören halk “onları atalarımız alın
terleriyle yapmıştı” diye gözyaşı döktü... Nasıl
dökmesinler ki...
Bir de çölün ortasındaki kentte halkın en önemli
geçim kaynaklarından biri olan koca koca hurma
ağaçlarını ateşe verdiler. Ağaç düşmanlığı, tüm
insanlık düşmanlarının ortak özelliği olsa gerek...
Sözüm, bu haydutlar tüm bunları yaparken “Esed”in
henüz Esad olduğu, Başbakan’ın ona kardeşim dediği
vakitlerde hiç Başbakan’ın bir diktatörle nasıl
kardeş olabileceğini sorgulamayıp, sonradan “Esad,
halkını ezen zalim bir diktatördür” propagandasını
yapmaya başlayanlara... Bırakın insanları, tarihi
eserleri yok etmenin “Esad’ın zalimliği” dahil,
hiçbir gerekçesi olamaz. Asla... Dünyanın bölgede
oynadığı güç oyununu görmezden gelip meseleyi Esad
üzerinden tartışmak da art niyetliliktir.
İçinde bir ailenin yaşadığı bir evin
kundaklandığını ve süren yangında kimi çocukların
öldüğünü düşünün... Her şeyi bir kenara bırakıp evin
babasının zalim bir adam olduğundan, aslında
çocuklarına kötü davrandığından bahsetmek ne kadar
abes ve gayri ahlakiyse şu durumda Esad’ın iyiliğini
kötülüğünü tartışmak da aynı şeydir.
Çölün ortasında yapayalnız bir kent olan
Tedmür’de doğan kız çocuklarının birçoğuna, hala
Zennubiye adı veriliyor. Adlarını aldıkları kraliçe
döneminde yaratılan muhteşem eserleri
göremeyecekleri için ne kadar da şanssızlar...
Sol Haber, Haber: Sevra Baklacı, 20.10.2013
|
HALİÇ'LE KARADENİZ BULUŞACAK

Türkiye'nin ilk elektrik santraline
kömür taşımak için kurulan, Kurtuluş Savaşı
sırasında Kağıthane Baruthanesi'nden Kastamonu'ya
kaçırılan silahları yüklenen, savaş bitince ormanın
içindeki köylere ve Karadeniz'e yolcu taşıyan ve
1952'de kapatılan Silahtarağa'dan başlayıp Ağaçlı ve
Karaburun'dan geçip Terkos'a uzanan demiryolu hattı
yeniden açılacak. Bu yol iki denizi kavuşturacak,
Çiftalan yakınlarında üçüncü çevre yoluyla buluşup
Haliç'i Anadolu yakasına bağlayacak.
Bugün size çok değişik bir demiryolunun
hikayesini anlatacağız. Macera 1. Dünya Savaşı'nın
zor koşullarında başlıyor. Türkiye'nin ilk elektrik
üretim merkezi olan, İstanbul'u ışıl ışıl aydınlatan
Silahtarağa Elektrik Santrali'ne Zonguldak'tan kömür
taşıyan gemiler Ruslar tarafından bombalanıyor.
İstanbul yeni tanıdığı ışığın tadına varmadan
karanlıklarda kalıyor. İşte bu tren hattı,
Kemerburgaz ve Ağaçlı tarafından elektrik santraline
kömür taşımak amacıyla 1915'te inşa edilmeye
başlanıyor. İlk etap Silahtarağa-Ağaçlı arasına
kuruluyor. İki deniz buluşuyor; Haliç ile Karadeniz,
rüya gibi bir demiryoluyla birbirine bağlanıyor. 62
kilometre olan ilk etabın inşası sekiz ayda
tamamlanıp ikinci etaba geçiliyor. Yol önce
Karaburun'a, sonra da Terkos'a kadar uzatılıyor.
Önceleri kömür taşıyor, sonraları yolcu. Dere
kenarlarından, ormanlardan, bentlerden, tarihi su
kemerlerinin altından geçen bu şiir misali demiryolu
1952'de kapatılıyor. Raylar sökülüyor, köprüler
yıkılıyor, anılar uçup gidiyor. Her şey unutuluyor.
1996'da bir gün, birbirinden habersiz bu
demiryolunun peşine düşmüş olan iki adam buluşuyor.
Bu beyefendilerden biri Prof. Emre Dölen, diğeri de
koleksiyoner Mert Sandalcı. Emre Dölen bir kimyager
ama endüstri tarihi konusuna da meraklı. Bu merak ve
araştırmaları onu Rahmi Koç Müzesi'nin kurucu
müdürlüğüne kadar taşıyor. Aslında olay Prof.Dr.
Dölen'in dedesinden başlıyor. Dede Hasan Mukadder
Bey, Osmanlı devletinin dış borçlarını takip eden
Düyun- u Ümumiye'de önemli bir bürokrat.
FOTOĞRAFLAR ENVER PAŞA'YA
Birinci Dünya Savaşı başlayınca askere alınıyor ve
Ayastefanos (Yeşilköy) Şimendüfer Alayı'nda
görevlendiriliyor. Hasan Mukadder Bey, hasta
denilecek derecede bir fotoğraf tutkunu. Elinde
devrin en klas makineleri var. Bu sebeple
Silahtarağa'da başlayan yeni demiryolunu
fotoğraflamak ona kalıyor. Demiryolu inşaatının
başlangıcından açılış törenine kadar devam eden bu
fotoğraf serüveni sonrasında ortaya çıkan albümün
bir örneğini Enver Paşa'ya diğerini kendine
ayırıyor. Sonunda söz konusu bu koleksiyon torunu
Emre Dölen'e kalıyor. Kendisine mikro tarihçi diyen
Mert Sandalcı ise çeşitli konularda fotoğraf ve
kartpostal topluyor. Bunları biriktiriyor ve
bilinmeyen, gizli, saklı kalmış tarihi dönemler
üzerine araştırmalar yapıyor. 1980'lerin sonunda
Sandalcı'nın eline de Silahtarağa demiryolunda
çekilmiş inşaat enstantaneleri, açılış töreninden
bölümler ve çeşitli aile fotoğraflarından tren
hattında çekilmiş kareler geçiyor. Bu sayfalarda da
göreceğiniz fotoğrafların bir kısmı Mert Bey'in
koleksiyonuna ait. İşte bu iki adam bir kartpostal
müzayedesinde karşılaşıyorlar. İkisi de demiryoluna
ilişkin bir kareyi satın almak istiyor. Böylece
tanışıyorlar. Ve koleksiyonlarını birleştirip ortak
araştırma yapmaya karar veriyorlar. Prof.Dr. Dölen
tren hattı konusunda ayrıntılı bir bilgiye sahip.
Sonunda bir kitap yazmaya karar veriyor. İki senelik
bir çalışma sonrasında eser ortaya çıkıyor. Tam bu
noktada Hüseyin Irmak adında bir üçüncü şahıs
giriyor devreye. Gazeteci ve belediyenin basın
danışmanı olan Irmak da, Kağıthane konusunda devlet
arşivlerinde araştırma yaparken bu demiryolu
hakkında bilgilere rastlıyor. IRCICA arşivinde tren
hattının haritasını da buluyor. Bunları birleştirip
Silahtarağa'dan yola çıkıyor. Ve tüm hattı geziyor.
Tren yolunun fotoğrafları üzerine araştırma yaparken
de yukarıda sözünü ettiğimiz iki araştırmacıya
ulaşıyor. Ve böylece geçmişin defteri kapanmasa bile
tamamlanıyor, geleceğe doğru adım atılıyor. Hüseyin
Irmak, kitabı Kağıthane Belediyesi'nin basmasını
öneriyor. Kabul ediyorlar ve eser yayımlanıyor. Bu
kitaptan haberdar olunca ben de o dönem çalıştığım
gazetede demiryolu üzerine geniş bir haber yaptım.
Söyleşiler sırasında, "Bu demiryolunu yeniden inşa
etmek mümkün değil mi?" diye sordum. Çünkü tren
hattına ait olan arazilerin büyük bir bölümü hala
Hazine'ye aitti.
TEK BİR AĞAÇ KESİLMEYECEK
Ayrıca, tren yolu yapılırken rayların geçeceği
zemine atılan zift ve traverslerdeki emprenye
atıkları sayesinde hattın bulunduğu çizgide tek bir
ağaç bile büyümemiş. Bu sayfalardaki fotoğraflarda
da göreceğiniz gibi, Belgrad Ormanları'nın içinden
geçen yol, daha dün yapılmış gibi ayan beyan ortada.
Dolayısıyla trenin geçeceği koridorlarda tek bir
ağacın bile kesilmesine gerek kalmayacak. Dönemin
Büyükşehir Belediye Başkanı Ali Müfit Gürtuna'ya da
demiryolunun yeniden inşa edilmesiyle ilgili sorular
yönelttim. O da "Olabilir" dedi. 2003 yılında Rahmi
Koç Müzesi'nde Gürtuna'nın başkanlığında bir
toplantı düzenlendi. Bu toplantıya Prof.Dr. Dölen,
Mert Sandalcı, Hüseyin Irmak ve ben katıldık.
Taraflar demiryoluna dair hayallerini ve projelerini
dile getirdi. Fakat belediye bütçesinin o dönemde
bunu karşılayamayacağı gerekçesiyle, proje rafa
kaldırıldı. Kağıthane Belediye Başkanı Fazıl Kılıç,
göreve geldiği günden itibaren bu projeyle yakından
ilgilenmeye başladı. Bunu Büyükşehir Belediye
Başkanı Kadir Topbaş'a da anlattı ve Kağıthane'deki
hattın üzerinde bir geziye davet etti. Topbaş, bu
gezinin ardından projeye el attı ve geçen yıl
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, demiryolunun yeniden
inşa edileceğini bütün dünyaya açıkladı.
HÜSEYİN IRMAK: BU TREN YOLU İSTANBUL'UN
MODERN TARİHİNİ ANLATIYOR
Şimdi yeniden başlangıca gidelim ve demiryolunun
hikayesine bir göz atalım. Burada sözü Hüseyin
Irmak'a bırakalım. Irmak, Kağıthane Tarih Envanteri
adlı kapsamlı araştırmada tren yolunun tarihi
hakkında bize şu bilgileri veriyor: Kağıthane ve
Alibey derelerinin Haliç'e döküldüğü üçgende 1912'de
Macar Ganz firması tarafından kurulup 1914
itibariyle şehre elektrik vermeye başlayan
Silahtarağa Elektrik Fabrikası / Santrali kömür ile
çalışmaktadır. 1. Dünya Savaşı koşullarında, savaş
halinde olunan İngiltere'den santral için ithal
edilen kömürün sevkiyatı durur. Karadeniz
Ereğli'sinden kömür taşıyan Şirket-i Hayriye
gemileri ise Rus donanması tarafından
batırılmaktadır.
LOKOMOTİF VE VAGONLAR ALMANYA'DAN
Santralin, gemilerin ve diğer fabrikaların kömürsüz,
şehrin elektriksiz kalma riski nedeniyle, Bizans
zamanından itibaren varlığı bilinen ama endüstriyel
olarak hiç kullanılmamış olan Ağaçlı ve Çiftalan
havzası linyit kömürünün santralde kullanılabilir
olduğu test edildikten sonra orman içinden
Karadeniz'den Haliç'e bir dekovil hattı kurulması
kararlaştırılır. Kağıthane Demiryolu olarak tanınan
fakat resmi adı Haliç Karadeniz Sahra Hattı olan
dekovil hattı, Yeşilköy'de bulunan ve Ayastefanos
Şimendüfer Alayı olarak bilinen fakat resmi adı
Demiryol Alayı-Muhabere ve Muvasala Müfettişliği
Umumiliği Şimendüfer Kıtası olan askeri birim
tarafından Çorlu Amele Taburu işçiliğiyle kurulur.
İnşa organizasyonunda Almanlar da bulunuyordu.
Kullanılan prefabrik raylar, lokomotif ve vagonlar
Alman yapımıdır ve Tuna Nehri yoluyla gemilerle
Yeşilköy'e, oradan da yine deniz yoluyla
Kağıthane'ye getirilir. İlk hat Kağıthane-Ağaçlı
arasında kurulur. İkinci etap Çiftalan hattında inşa
edilir. Toplam uzunluk 62 kilometredir.
İstasyonların sayısı dokuzdur. Toplam 24 çift tren,
960 net ton güce sahiptir. Katar uzunluğu ise sekiz
vagondur. Kağıthane Dekovil Hattı, kömür
taşınmasının yanısıra demiryolcuların şimendüfer
kurslarında da kullanılır. Kağıthane Kursu'nda
yetişen elemanlar, Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu
demiryollarında önemli hizmetlerde bulunur.
Silahtarağa'dan Kağıthane'ye doğru dere kenarında
yer alan ve İngiliz işgal kuvvetleri tarafından
mühürlenmiş olan Kağıthane Baruthanesi depolarındaki
silah ve mühimmat, Kağıthane Demiryolu üzerinden
kaçırılır. Bu faaliyetin başında olan isimlerden
biri Beşiktaş Jimnastik Kulübü kurucularından Mebus
Mahmut Naci Bey'dir. Mahmut Naci Bey'in talimatları
doğrultusunda Kağıthane Köyü'nden Hüseyin Ağa,
köyden 40 kadar genç ile birlikte silah kaçırma
işini organize etmektedir.
KURTULUŞ SAVAŞI KAHRAMANI
Sevkiyatın yapılacağı gecelerde köyün karakolundaki
İngiliz askerleri için çalgılı-çengili eğlence
tertip edilmekte, ilerleyen saatlerde askerler
tamamen sarhoş edilmektedir. Ardından Şeftren Çavuş
İbrahim Efendi'nin kullandığı tren hareket etmekte,
Kağıthane ve Ayazağa karakollarını sessizce geçerek
Ağaçlı üzerinden Karaburun'a ulaşmaktadır. Trende 40
kadar asker bulunmaktadır. İbrahim Çavuş, aldığı
talimata göre, Ayazağa İngiliz Garnizonu'nun içinden
geçerken trenin durdurulması durumu sözkonusu olursa
askerlerini trenden indirip çatışmaya sokacak, tren
ise hiç durmadan yoluna devam edecektir. Bir yıl
boyunca bu talimata göre hareket edilir ve
mühimmatlar Karaburun'da bekleyen takalara
yüklenerek İnebolu'ya gönderilir. Biz bu hat üzerine
araştırma yaparken, tren yolunun Ağaçlı'da
Karadeniz'le buluştuktan sonra başka bir hattan
güneye doğru döndüğünü ve Kemerburgaz'daki ilk hatla
buluştuğunu ortaya çıkarmıştık. Ve bu demiryolunun
sadece bundan ibaret olduğunu sanıyorduk. Fakat
arşivlerde araştırma yaparken, Silahtarağa-Karaburun
ve yine Silahtarağa- Terkos tren hattından söz
edildiğini gördük. Sonra bunun izini sürmeye
başladığımızda demiryolunun daha sonraki yıllarda
Karaburun üzerinden Terkos'a kadar uzadığını
saptadık. Tüm bu hat savaş bitip te kömür sıkıntısı
kalkınca 1920'lerde atıl kalır. Cumhuriyet döneminde
Etibank'a devredilen madenler ve hat işletilmek
üzere ihale edilir fakat taliplisi çıkmaz. İkinci
Dünya Savaşı yıllarına kadar asker ulaşımı ve
köylülerin ormandan odun nakli için kullanılan hat,
1952'lerde alınan bir kararla sökülür. Buradan çıkan
malzeme Çanakkale'de askeri bölge içindeki bir başka
maden bölgesine götürülür. Sonrasında lokomotif,
vagon ve rayların akıbeti belirsizdir.
FAZLI KILIÇ: İKİ DENİZ BULUŞACAK HALİÇ,
ANADOLU YAKASINA BAĞLANACAK
Bu demiryolu Kağıthane tarihi açısından çok önemli
bir kilometre taşı. Eğer biz bu yolun izlerinin
tamamen ortadan kalkmasına göz yumarsak ve yeniden
inşa etmezsek tarihe karşı büyük bir kötülük yapmış
oluruz. Ben belediye başkanı olmadan önce de sıradan
bir İstanbul vatandaşı olarak bu demiryolunun
hayalini kuruyordum. Göreve gelir gelmez bütün
arşivi önüme aldım ve ne yapılması gerektiği
konusunda uzun uzun düşündüm. Tarihçilerden ve
teknik adamlardan bu konuda bilgiler aldım. Devlet
Demiryolları yönetimiyle görüştüm ve eski hattın
üzerinde bir haritalama çalışması yaptırdım.
Kağıthane Belediyesi ve Devlet Demiryolları ekipleri
ortaklaşa yaptığı haritalama çalışmasına son halini
verdikten sonra İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı
sayın Kadir Topbaş'ı demiryolu ve güzergahı hakkında
yerinde bilgilendirmek üzere davet ettik. Başkan
Topbaş'ın bu konuda bilgili ve ilgili olduğunu
gördük. Biz de harita ve güzergah hakkında ayrıntılı
bir brifing verdik. Kadir Bey, yol boyunca
verdiğimiz bu brifingin bir anında TCDD Genel
Müdürü'nü arayarak teknik destek istedi. Kadir
Topbaş, bu gezinin hemen ardından İstanbul
Metropolitan Planlama Bürosu'na, hattın harita ve
planlara işlenmesi, demiryolunun yeniden inşaası
için projelendirilmesi talimatı verdi. Bu talimat
sonucu Metropolitan Plan Bürosu'nda kurulan çalışma
grubu araziyi gezdi, hat üzerinde helikopter uçuşu
yaptı ve bir ön çalışma hazırladı. Oluşturulan proje
taslağı Nisan 2009'da tamamlandı. Bu yol iki denizi
bir araya getirecek.
BAŞBAKAN MÜJDEYİ VERDİ
Biz bu aşamadan sonra arazideki çalışmaları
sürdürdük. Hattın geçtiği diğer ilçe olan Eyüp'le de
istişare ederek belirli bir aşamaya geldik.
Başbakanımız, geçen yıl Kağıthane'ye taşınan
Karadeniz su kanalının açılış töreninde yaptığı
konuşmada, Silahtar - Ağaçlı demiryolu hattının
yeniden inşa edileceğinin müjdesini verdi. Böylece
asırlık hayalimiz gerçeğe dönüşmeye başladı. Bu tren
hattı, kuzeyde Çiftalan Köyü yakınlarında Üçüncü
Boğaz Köprüsü yoluyla birleşiyor. Biliyorsunuz ki bu
yolda bir de tren hattı bulunacak. Bizim tren
hattının yeni yolla birleşme noktasında bir transfer
istasyonu da kuracağız. Böylece Asya yakasına geçmek
isteyenler bizim trenden inip diğerine
binebilecekler. Böylece Haliç Anadolu yakasıyla da
bağlanmış olacak.
GÜZERGAHTA ÇİLEK, ELMA ÇİÇEK VE KİRAZ
KÖYLERİ
Büyükşehir Belediyesi'nin kurduğu İstanbul Turizm
Atölyesi, bu demiryolu için çok güzel bir taslak
proje hazırladı. Bu projeye göre, hattın geçtiği
güzergahta bulunan köyler için de bir planlama
öngörülüyor. İstanbul Turizm Atölyesi Başkanı Yüksek
Mimar Tülin Ersöz, proje hakkında şu bilgileri
verdi: "Tren yolu güzergahında geçmişin izlerini
hala üzerinde taşıyan yedi köy var. Çiftalan,
Ağaçlı, Karaburun, Kömürcüpınar, Akpınar, Terkos, ve
Karabayır. Tren yolunun yapılması aşamasında bu
köylere de çeşitli fonksiyonlar yüklenecek ve
turizme yönelik destekler verilecek. Başkan Kadir
Topbaş, bu köylerden birinin çilek, birinin elma,
bir başkasının nar, dördüncüsünün kiraz ve vişne
köyü olmasına onay verdi. Köylerde çok az sayıda
apartman var. Bunlar istimlak edilerek ya da
sahipleri teşvik edilerek İstanbul köylerinin
geleneksel mimarisine göre yapılaşmalarına zemin
hazırlanacak. İstanbul Valiliği İl Özel İdaresi de
şehrin köylerindeki klasik yapı tiplerinin korunması
için ciddi bir proje hazırlığı içinde. Bu, çok acil
bir durum, çünkü bir müddet sonra çocuklarımıza
İstanbul köyü diye bir yeri gösteremeyeceğiz. Tren
hattındaki köyleri korursak elde var yedi olur.
Bildiğiniz gibi Büyükşehir Belediyesi Park ve
Bahçeler Müdürlüğü, kentteki çiçeklerin İstanbul
civarındaki köylerde üretilmesi için bir proje
başlattı. Tren hattındaki iki köy de çiçek üretim
çiftliklerine dönüşür.
ÇİFTLİK EVİ VE PANSİYON
Trenle Karadeniz'e doğru yola çıkan vatandaşlar ve
turistler, istedikleri istasyonda inerek ağaçlardan
elma, tarlalardan çilek, bahçelerden çiçek
toplayabilir, sepetlerin, meyvelerin ve çiçeklerin
parasını üreticiye ödeyerek sonraki trenle yoluna
devam edebilir. Yoluna devam etmeyip de kalmak
isteyenler için de istasyonların bulunduğu köylerde
çiflik konaklaması ve pansiyonculuğu teşvik etmeyi
düşünüyoruz."
Sabah, Haber: Ersin
Kalkan, 20.10.2013
|
 |
TARİHİ HANDA YANGIN
Bursa'nın İnegöl İlçesi'nde 1721 yılında inşa edilen tarihi beylik hanında çıkan yangında çok sayıda dükkan kül oldu.
Bursa'nın İnegöl İlçesi'nde 1721 yılında yapılan tarihi beylik hanında sabah 07.30 sıralarında yangın çıktı. Edinilen bilgiye göre, neden çıktığı belirlenemeyen yangın bir anda bütün hanı sardı. Kısa sürede büyüyen yangına ilk müdahaleyi çevredeki vatandaşlar yaparken, olay yerine çok sayıda itfaiye ekibi sevk edildi. Ayrıca Yenişehir ve Bursa'dan da gelen takviye ekiplerle birlikte yangın yaklaşık 2 saat sonra kontrol altına alındı. Daha sonra olay yerine gelen İnegöl Belediye Başkan Alinur Aktaş, Kaymakam Ali Akça ve İlçe Emniyet Müdürü Murat Sevinç yetkililerden bilgi aldı. Olayla alakalı soruşturma sürüyor.
Sabah, 20.10.2013
|
SOMUNCU BABA'NIN 640 YILLIK SIRRI
Bursa Ulucami’nin yapımı sırasında pişirdiği ekmekleri yüzlerce işçiye ikram eden Somuncu Baba’nın fırını Osmangazi Belediyesi tarafından restorasyon için ziyarete kapatıldı.
Yaklaşık bir yıl sürecek yenileme çalışmaları kapsamında tarihi fırın elden geçirilecek, içerisi genişletilerek şadırvan yapılacak, engelli ve yaşlı ziyaretçilerin giriş çıkışlarını kolaylaştıracak imkanlar sunulacak. Çalışmaların devam ettiği fırınla ilgili büyük bir sır da ortaya çıktı. Fırının bir gözünde yanan ateşin, diğer gözdeki ekmekleri pişirdiği ancak ateş ve dumanın ekmeklere temas etmediği belirlendi. O dönemin fırınlarının hep tek gözlü olduğuna dikkat çeken Somuncu Baba Fırını Sorumlusu Baki Süha Banaz, “Ateşi, fırının sağ tarafındaki küçük gözünde yakmış, sol tarafında da sıcak hava ile somunlarını pişirmiştir. Son 30 senedir uygulanan sistemi Somuncu Baba 640 sene evvel hediye etmiştir.” diyor.
Zaman, 20.10.2013
|
 |
'KAYIP ŞEHİR PTEİRA'NIN SURLARI ORTAYA ÇIKARTILIYOR

Yozgat'ın
Sorgun İlçesi'ne bağlı Şahmuratlı
Köyü
yakınlarında bulunan ve "Kayıp Şehir Pteria Antik
Kenti" olarak bilinen Kerkenes Harabeleri'ni çevreleyen surlar, gün yüzüne çıkarılıyor.
AA muhabirinin derlediği bilgilere göre, Kültür
ve Turizm Bakanlığı ve
Yozgat Müze Müdürlüğü, 19 yıldır yabancı
arkeologların çalışma yaptığı kazı alanını, geçen
yıl
Muğla
Sıtkı Koçman Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd.
Doç.Dr. Abdülkadir Baran başkanlığındaki Türk
arkeologlara teslim etti.
Çalışmalara başlayan kazı ekibi, 2 bin 600 yıllık
tarihi alanı çevreleyen surların ortaya çıkarılması
konusunda kısa sürede önemli mesafe katetti. Bu
sezon, surların doğu kapısında çalışan ekip, 7,5
metre yüksekliğe sahip surların bir bölümünü gün
yüzüne çıkardı. Ören yerinde bu sezon yürütülen
çalışmalar tamamlandı.
Kazı alanı sorumlusu arkeolog Nil Dirlik, AA
muhabirine yaptığı açıklamada, geçen yıl
başladıkları kazı çalışmalarını 20 öğrenci ve 19
çalışanla bir aylık periyotlarla sürdürdüklerini
söyledi.
İki alanda yürütülen kazı çalışmalarının geçen
yılki bölümünde duvarları ortaya çıkardıklarını
kaydeden Dirlik, şu bilgileri verdi:
"Surların görünür duruma getirilmesi için kazı
çalışmalarımıza devam ediyoruz. Şu anda dördüncü
kule yapısına daha ulaştık. 7,5 kilometrelik bir sur
sistemine sahip olan Kerkenes, kendi dönemi
içerisinde (Demir Çağ) en uzun sura sahip olan
medeniyet. Üzerinde 7 kapısı var ve bu kapılardan
biri daha önceki senelerde ortaya çıkarıldı. İki
sezondur buradayız. Biz de doğu kapıyı kazıyoruz.
Doğu kapı da o 7 kapıdan biri. Surun üst yapısı
tahribata uğramış ama biz şu anda ortalama 7 metre
yüksekliğinde bir kapı görüyoruz. Sur, 7,5 metre
yüksekliğe sahip. Koruma tedbirleri kapsamında
tamamını değil, belirli bir seviyesini açtık."
Kerkenes Harabeleri'ndeki kazı çalışmaları
sırasında çok büyük bir yapı kompleksine
ulaştıklarını belirten Dirlik, "Kerkenes, 750 yapı
kompleksine sahip bir alan, çok büyük bir alan.
Burada biz onların birinin üzerindeyiz" dedi.
Tarihi alanda Friglerin izlerini taşıyan
bulgulara ulaşıldığını bildiren Dirlik, "Bunların en
başında daha önceki sezonlarda yapılmış olan
kazılarda ele geçmiş olan yazıtımız var. Frigçe bir
yazıt söz konusu. Bunun dışında da Frig dönemine
tarihlendirilen boyalı seramiklerimiz var" diye
konuştu.
Dirlik, bu sezonki çalışmalarını tamamladıklarını
belirterek, ortaya çıkan kompleks yapının
Hititler'in başkenti Hattuşaş'tan daha büyük bir
alan olduğunu savundu.
"Kazıldıkça çok daha önemli belgelere, bilgilere
ulaşılacak"
Arkeolog
Orhan Kaya ise bölgenin arkeoloji dünyası
açısından önemine işaret ederek, "Eminim çoğu
hocamız buradan çıkacak sonuçları merakla bekliyor
çünkü üstünde 20 yıla yakın çalışılmış ama sonuç
izlenememiş. Burası çok geniş bir alan. Hattuşaş'tan
bana göre daha büyük ve geniş. Aynı dönem değil,
üstüne pek çalışılmamış ve eminim yıllar sonra
burası kazıldıkça çok daha önemli belgelere
bilgilere ulaşılacak" diye konuştu.
haberler.com, Haber: Özcan Güney, 19.10.2013
|
TURİSTLER BU KÖPRÜLERDEN GEÇMEK İÇİN GELİYOR

Kültür
turizmi tutkunlarının en büyük zevklerinden biri 240
metre uzunluğundaki Belkıs Köprüsü üzerinden
yürüyerek geçmek. Antalya’daki bu köprüyü geçtiğimiz
yıl 72 bin turist kullandı.
Roma döneminde anlı şanlı orduların geçmesi için
yapılan, Anadolu Selçukluların yenilediği köprüler
şimdi Antalya turizminin en önemli unsurlarından.
Tarihi köprüler hem bu hikayeleri ve asırlık
ömürleriyle hem de su sporlarına mekan olmakla
turizme hizmet ediyor. Manavgat İlçesini Serik’e
bağlayan Belkıs Köprüsü ve rafting su sporuyla
özdeşleşen Beşkonak Köprülü Kanyon en meşhurları
arasında.
Bir ismi de Oluk Köprü olan Köprülü Kanyon,
Romalılar döneminde inşa edilmiş. Köprünün bazı
kısımlarında çökmeler olması nedeniyle Selçuklu
döneminde ikinci defa yapılmış.
Her yıl 1 milyon yerli ve yabancı turistin su
sporu yaptığı bölgede raftingcilerin 17 kilometrelik
parkurda başlangıç noktası Oluk Köprü.
Selçuklu döneminde Konya’dan Antalya’ya doğru
gelenlerin geçmesi için Köprüçay üzerine inşa edilen
Belkıs Köprüsü bugün ‘İpek Yolu Turları’na ev
sahipliği yapıyor. Toplam uzunluğu 240 metre olan ve
yedi ayak üzerine kurulan köprü üzerinden geçen
kültür turizmi tutkunu İngiliz, Fransız, Rus,
Kanada, Belçika, İsviçre, Almanya ve Hollandalı
turistler geçmiş zaman yolculuklarını hayal ediyor.
Geçen yıl ‘İpek Yolu Turu’ kapsamında Oluk Köprü ve
Belkıs Köprüsü’nün üzerinden 72 bin turist geçti.
Unser Turizm Seyahat Acentesi sahibi Aziz
Günyeli, İpek Yolu turlarıyla Belkıs Köprüsü’nden en
çok İngiliz, Alman ve Fransız turistin geçtiğini
söylüyor. Kültür turizmi tutkunu turistlerin 240
metre uzunluğundaki köprü üzerinden yürüyerek
geçmekten, Köprü Çayı akıntısını izlemekten, tarihte
buradan geçen orduları, insanları düşünmekten
mutluluk duyduğunu anlatan Günyeli, “Belkıs Köprüsü
ve Köprülü Kanyon, mimari yapısıyla turistlerin
ilgisini çekiyor. Sekiz asırdır ayakta olan Belkıs
Köprüsü’nden Selçuklu Sultanı I. Alaaddin Keykubat
dört defa geçiş yapmış. Yine aynı şekilde Oluk
Köprü’den Roma döneminde bölgenin zeytinyağı ve
yöreye özgü ağaçları taşınmış. Artık günümüzde
turistik geçişlere açık.” diyor.
Köprülü Kanyon, dünyada su sporunun
simgesi oldu
Kültür turizmi uzmanı Olga Ahmetova, bu senenin
ilk sekiz ayı içinde 9 bin Rus ve Bağımsız Devletler
Topluluğu (BDT) turistini Belkıs ve Oluk Köprü’de
geçmişe yolculuk turlarına çıkardıklarını söylüyor.
Beşkonak Turizm Geliştirme Kooperatifi Başkanı
Refik Armağan, Oluk Köprü’nün bölgedeki rafting su
sporunun simgesi olduğunu anlatıyor: “Bütün dünyada
Oluk Köprü (Köprülü Kanyon) deyince Beşkonak’ta
rafting akla geliyor. Tarihi köprü aynı zamanda su
sporlarının marka ismi.”
Zaman, Haber: Abdurrahman Büyükkeskin, 19.10.2013
|
ANTİK ÇAĞLARA YOLCULUK
Yüzlerce yıldır birçok
medeniyete ve uygarlığa ev sahipliği yapan Ankara ve
çevresi, eski dönemlere ait yerleşke ve kazı
bölgeleriyle ziyaretçilerini bekliyor.
ROMA HAMAMI
Ulus’ta yer alan Roma Hamamı’nda yapılan
kazılar sonucunda sikke ve yazıtlar ile Korinth
başlıkları gibi mimari buluntular ele geçti.
Buluntuların İmparator Karakalla döneminde (211-217)
inşa edildiği ve Bizanslılar döneminde de onarılarak
kullanılmış olduğu anlaşılıyor. Hamam’ın bugün
görülebilen kalıntıları alttaki ısıtma katları ile
servis kısımları. Roma devri
Ankara’sından toplanmış olan yazıtları kapsayan
zengin bir koleksiyon, hamamda sergileniyor.
GORDİON VE GORDİON MÜZESİ
İlk olarak MÖ 3000 yılının sonlarında
(Eski Tunç Çağı) kullanıldığı bilinen Gordion, İç
Anadolu’nun en önemli antik kentlerinden birisi.
Antik kentin bu çağdan başlayarak Hititler,
Phyrigialılar, Persler, Yunanlar ve Romalılara ait
olmak üzere çeşitli yerleşme tabakalarına sahip
olduğu tespit edildi. Efsaneye göre Gordion’u MÖ
9. yüzyılda başkent yapan kişi Phyrigia Kralı
Gordios. Kral Midas’ın yönetimi altında en parlak
dönemini geçirdi. Roma egemenliği altında önemini
kaybederek küçük bir yerleşim haline geldi.
Yassıhöyük Köyünün doğusundaki geniş vadide
tümülüsler dağınık bir şekilde bulunuyor. Bunlar
üstleri yığma toprak tepeciklerle örtülmüş ve
ağaçtan yapılmış mezarlar. Toplam sayısı ise 80’in
üstünde. Gordion’daki tümülüslerin en büyüğü Kral
Midas’a ait olduğu düşünülen büyük tümülüs. Bu mezar
yaklaşık 300 metrelik çapı ve 53 metrelik yüksekliği
ile Anadolu’daki ikinci büyük Tümülüs.
AUGUSTUS TAPINAĞI
Ulus’ta Hacı Bayram Camii’nin bitişiğinde
bulunan Augustus Tapınağı, eski çağlardan günümüze
kalmış yapıların en önemlilerinden birisi. Tapınak,
Roma İmparatoru Augustus adına bir bağlılık nişanesi
olmak üzere yaptırıldı. Tapınağın duvarlarında,
İmparator Augustus tarafından, ölümünden önce vesta
rahibelerine teslim edilen dört belgeden, yaşamı
boyunca yaptığı işleri anlatan sonuncu belge “Index
rerum gestarum” adlı belge Yunanca ve Latince
yazılmış olarak yer alıyor. Tapınak kısa yanlarında
8, uzun yanlarında ise 15 sütunu kapsayan Korinth
düzenindeki bir peristasis ile çevrili.
JULİEN SÜTUNU
Julien Sütunu, Ulus’ta, Defterdarlık ve
Valilik binası arasındaki küçük meydanda bulunuyor.
Sütunun 362 yılında İmparator Julien’in Ankara’yı
ziyareti anısına dikilmiş olduğu düşünülüyor. Kare
bir kaide üzerinde üst üste kurulmuş daireler
şeklindeki tuğlalardan yapılmış olan 15 metre
yükseklikteki sütun, Bizans dönemi Korinth başlığı
ile sona eriyor.
GAVURKALE
Gavurkale, Haymana yakınında bulunan bir
kaya kabartması. Kabartmada üç tanrı figürü tasvir
ediliyor. Kayalık bir bölgede olan Gavurkale, Hitit
döneminde yüksek ve düz bir alan elde etmek için
düzenlenmiş. Vadiye bakan kayanın yüzüne çok silik
olarak görülebilen, oturan bir tanrıça ve karşısında
ayakta duran iki tanrı figürü kazınmış.
Hürriyet, 19.10.2013
|
BİENALE 'GELENEKSEL' BAKIŞ

Bienal gezimize Ömer Taşkale
(fotoğrafta), Münevver Üçer (fotoğrafta), Muhammed
Mağ ve sanat tarihçisi Ömer Faruk Şerifoğlu katıldı.
13.
İstanbul Bienali’ni Geleneksel İslam sanatları
hocalarıyla gezdik. Hem bienal izlenimlerini
konuştuk hem de güncel sanatla geleneksel sanatlar
ilişkisini... İlginç, çarpıcı ve şaşırtıcı
tespitleri oldu. Organizasyonu eleştiriyor ve
“Bianelde güncel sanatlar yansıtılmalı ve bugünün
sanatında biz de varız.” diyorlar.
İçerisi tıklım tıklım. İkişerli sıra halinde el
ele tutuşmuş ilkokul öğrencileri arasından sanat
okulu öğrencisi olduğu belli üniversiteliler
geçiyor, her bir panonun önünde meraklı gözlerle
durarak. Epey yaşlı olan sanatseverler, önüne oturup
izlenmesi için konulan banklarda, bir fotoğrafa
bakıyor veya videoyu izliyor, pürdikkat. Bir eserin
önünde toplanmış kalabalığın arasına giriyoruz.
Rehber, Arjantinli sanatçının neyi, niçin yaptığını
anlatıyor. İstanbul Modern’de geniş bir salon olan
antrepoda labirent şeklindeki sergi alanında dört
dönüyoruz. Yanımızda müzehhip Prof.Dr. Ömer Taşkale
ve Yrd. Doç.Dr. Münevver Üçer var. Bir saat önce de
sanat tarihçisi ve eleştirmeni Ömer Faruk Şerifoğlu
ile dolaştık bu koridorlarda. Önceki gün hattat ve
grafik sanatları hocası Yrd. Doç.Dr. Savaş Çevik
ile İstanbul Rum Okulu’ndaki sergideydik. O gün
ayrıca hattat ve müzehhip Muhammed Mağ ile İstanbul
Modern’i gezmek için buluşmuştuk. Her biri
geleneksel sanatlar üzerine çalışan bu sanatçılarla
hem bienal izlenimlerini konuştuk hem de güncel
sanat ile geleneksel sanatlar ilişkisini...

Müzehhibe Yrd. Doç.Dr. Münevver Üçer ve Müzehhip
Prof.Dr. Ömer Taşkale
Modern toplumun yorgunlukları sanata
yansımış
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Geleneksel Türk Sanatları bölüm başkanı Ömer Faruk
Taşkale, İstanbul bienalini yakından takip ettiğini
söylüyor. Bienallere dair genel bir değerlendirmesi
var: “Bienallerde insanlar dünyaya dair kendi
yorumlarını, bakış açılarını anlatan eserler ortaya
koyuyor. Başkalarının beğenisine sunmak gibi bir
dertleri, gayeleri yok. Önce kendisinin beğenmesi,
kafasındakini insanlara anlatmak anlayışı var. Sanat
anlayışı artık buraya doğru gidiyor.” Bu esnada
bienali beraber gezdiğimiz müzehhip Münevver Üçer
söze dahil oluyor: “Modern toplum yaşadıklarından o
kadar yorulmuş ki bu durum sanata da yansıyor. O
sebeple bir kargaşa ve karamsar bir hal var. Ben de
çalışmalarımla Floransa bienaline katılmıştım. Orada
da, burada da gözlemlediğim; insanlar bu yüzyılın
sorunlarını çığlık atarak anlatıyor. Eleştirel bir
yapısı var güncel sanatçının. Bazı sanatçılar sert
bir eleştiriyle sanat yapıyor. Ben sanatımda bunu
yansıtmak istemiyorum. Daha yumuşak, soft işler
yaparak huzuru yansıtmaya çalışıyorum. Bir nevi
Polyannacılık benimki.”
Önceki bienal için Faruk hocaya davet gelmiş.
Çalışmalarından örnekler istenmiş. Gönderdikten
sonra cevap olarak, çalışmalarını beğendiklerini
ancak bienalin konusu için uygun olmadığını, daha
sonraki bienallerde tekrar görüşmeyi amaçladıklarını
söylemişler. Taşkale, daha sonraki davete karşılık
vermemiş, gerekçesini şöyle anlatıyor: “Zannediyorum
insanların bakış açısı değişmedi. Resim ve heykel
gibi sanatlar mesaj vermeye uygundur. Geleneksel
sanatlarda en azından şahsım adına mesaj verme gibi
bir durum yok. Altyapısı itibarıyla estetik, renkler
ve güzel duygular ön plandadır.”
Münevver Üçer ise bu konuda şöyle düşünüyor:
“Bizim sanatlarımız sözünü böylesi sert bir üslupta
söylemez. İstanbul Bienali’nde tabii ki olmak
isterim ama ben böylesi bir karamsarlık, kargaşa ve
çığlıkla yer almam. Göz ardı edilmemesi gereken
bienal, yapıldığı zamanın güncel sanatçılarının
hepsini kapsamalı. Yani biz de olmalıyız. ‘Siz
klasikçisiniz, geleneksel sanatları yapıyorsunuz’
diyerek bu organizasyonlardan dışlamamaları
gerekiyor. Katıldığım Floransa bienalinde zulüm
gören insanlardı konu ve benim eserlerim direkt
zulmü anlatmıyordu.”
Her iki hocanın İstanbul Bienali’ne dair ortak
bir eleştirisi var; kitap ve rehberle gezilen bir
etkinlik haline geldi. Derler ki “Bienal,
kitapçıklarla geziliyorsa, artık ziyaretçisine pek
bir şey vermiyor demektir. Yani sanatçı kendi
yapıtına artık alt yazı yazıyorsa bunda bir çelişki
var demektir.”
İyi
bir eleştiri tek başına sanat değildir

Sanat tarihçisi ve eleştirmeni Ömer Faruk Şerifoğlu
Sanat tarihçisi ve
eleştirmeni Ömer Faruk Şerifoğlu ile İstanbul
Modern’i gezdik. Her bir işi dikkatle inceleyen
Şerifoğlu ile antreponun yanıbaşında Tophane’deki
eski zaman kahvelerini andıran kafelerden birinde
konuştuk. “Siz çağırmasaydınız gelip görmezdim.
Merak etmiyorum ama iyi ki görmüşüm.” diye söze
başlayan Şerifoğlu’nun bienal izlenimleri...
İstanbul Modern’deki işleri gördük az
önce. İzleniminiz nedir?
Lale Müldür’ün “Anne ben barbar mıyım?” dizesinin
tema olarak belirlenmiş olması işi birazcık şehre ve
politikaya çekmiş. Aynı zamanda şiire de çekmiş,
şiirle ilişki kurulmuş ciddi anlamda. Bunlar işi
boyutlandırmış. Negatif değil pozitif olarak gördüm
bu temayı. Şehir 21. yy insanının problematiği. Her
zaman hayatımızın içinde, bitmeyecek bir konu. Ama
bunun dışında her zaman olduğu gibi bienallere karşı
önyargıya dönüşmüş bir bakışım var. Çok da merak
etmiyordum. Siz aramasaydınız görmeyecektim belki
de. İyi ki gördüm, onu da söyleyebilirim. Ama
zorlama işler var. Bu da gene 20. yy ikinci
yarısında başlayıp günümüzde çoğalan bir iş… Eskiden
desen çizemeyene ressam denmezdi. Şimdi bırak
deseni, fırça tutmayı bilmiyor. Ya da en ufak bir
emek sarf etmeksizin bir espriyi alıp ‘ben yaptım,
sanat bu’ diyor. Evet sanatsal bir unsur
barındırıyor ama sanat eseri dediğimiz şeyin
birtakım olmazsa olmazları olmalı. Emek çok
saygıdeğer ve kayda değer bir şey. Her emek harcayan
sanatçı değildir tabii ki ama bir espriyle de, iki
tane objeyi üst üste koymakla da sanat eseri olmaz.
Tek başına yeter anlamı da çıkmamalı bu
söylediğimden ama emeksiz sanat olmaz. Bir de
buralardaki eylemlerin büyük bir kısmını biraz
zorlama, biraz özensiz buluyorum. Özensizden kasıt
emeksiz buluyorum. Belki çok güzel bir başlık
koyuyor ortaya ama o çabanın altını dolduramıyor.
Küratörler neye göre seçiyor sizce?
İşte bu sanat algısındaki dönüşüm bütün dünyada
var. Güncel sanat dediğimiz şey oradaki espriyi
yeterli görüyor. Herkes oturup karakalem düzeninde
çalışmak zorunda değil ama ortaya çıkan eserin de
kalıcılığının olması gerekiyor. Güncel sanat bunu da
tartışıyor. Kalıcı olmak zorunda değil diyor. 15
kişi gördüyse o da yeterli benim için diyor. Ama o
zaman sabun köpüğü gibi bir şeye dönüyor sanat.
Öyleyse tüketim toplumunun dayatmasının etkisidir
bu. Her şeyi tüketiyoruz sanatı da tüketiyoruz. O
zaman endüstrinin parçası haline geliyor. Bir de
İstanbul bienalinde Türkiye’yi göremiyorum. İstanbul
bienali, İstanbul’un bienali olmalı. Yerel
sanatçılar daha fazla görülmeli. Bu eylemin
öncelikle bu toprakların kültürünü, geçmişini,
bugününü, geleceğini konu edinmesi, burayı
tartışması gerekiyor. Doğru söylemek gerekirse
yabancı sanatçıların öyle bir çabasını gördüm. Bir
şekilde yaptıkları işleri Türkiye ve İstanbul’la
ilişkilendirmeye çalışmışlar. Bunlar önemli, bizim
sanat dünyamıza bir anlamda katkıdır.
Bienale birkaç defa geldim. Şimdiye kadar beşini
görmüşümdür, altı değildir. Yurtdışında da gördüğüm
bienaller, sergiler festivaller oldu. İstanbul
Bienali’ni pek önemsenecek, abartılacak bir etkinlik
olarak da göremedim bugüne kadar.
Neden?
Belli konuları, belli alanları, belli kesimleri
dışlıyor olması, büyük ölçüde avangart tavır olması,
bir de orada beni çok şaşırtacak bir şeyle
karşılaşacağım, asla kaçırmamalıyım, muhakak görmeye
değer bir şey olacağı hissi uyanmadı bugüne kadar.
Kaçırmaması gereken olursa bir şekilde duyuluyor,
yazılıp çiziliyor. İstanbul bienaliyle ilgili bugüne
kadar ciddi bir çıkış görmedim.
Geleneksel sanatlarda bienal yapılabilir
mi? Ya da bu bienalde olmalı mıydılar?
Geleneksel sanatlar alanında ciddi bir kıpırdanma
var, bu göz ardı edilmemeli ama bunun niteliği bütün
üretim alanları gibi olabildiğince sorunlu. Cami
mimarimizden hat sanatına, tezhibe… Geçmişi, taklidi
hala kendimize birinci üretim çizgisi olarak koymuş
durumdayız. Bunu bizim ciddi şekilde sorgulamamız
gerekiyor. Taklit, eğitim içinde önemli bir unsurdur
ama bir yerden sonra taklidi aşmalısınız.
O zaman yeterli görmüyorsunuz mevcut
işleri, sanatçıları?
Görmüyorum. Işıksız değil ama ciddi bir sis
tabakası var bu alanda da. Temcit pilavı gibi aynı
şeyi döndürüp döndürüp aynı şeylerle aynı koridorda
dolaşan insan çok. Bireysel çaba gösteren, özgün bir
tavır ortaya koyan insanlar iki elin parmaklarını
geçmiyor.
‘Sanat budur’ dayatması var

Hattat ve müzehhip Muhammed Mağ
İstanbul Modern’de
bienal için buluştuğumuz tezhip hocası ve hattat
Muhammed Mağ bu etkinliğin yakın takipçisi. Sanat
hayatına resimle başlayan daha sonra tezhibe geçen
Mağ, bienali ressam ve musikişinas arkadaşlarıyla
gezmeyi tercih ettiğini söylüyor. İstanbul
Bienali’ne dair izlenimlerini sorduğumuzda şunları
anlatıyor: “Sanatkar diyebilmeniz için geçmişe çok
iyi vakıf olması ve var olana yeni bir şey eklemesi
lazım. Sabah uyandı, akşam yaptı olmuyor. Birikim ve
tecrübe gerekli. Son üç bienali de gezdim. Gördüğüm
bir dayatmaydı, sanat budur.”
Muhammed Mağ, son yıllarda büyük bir gayret
içinde; geleneksel sanatlarda bir bienal organize
etmek. Bunun için hem sponsor yani İstanbul
Bienali’ni destekleyen büyük sermayeler gibi
sermayeler gerektiğini hem de bu sanatlarla
uğraşanların zanaatkarlıktan öteye geçmeleri
gerektiğini söylüyor. Bunu da şöyle açıklıyor: “Bir
ressamın fırçasını kullanması zanaatıdır. Bizde
üretmek yerine zanaata çok önem vermeye başlandı.
Zanaatkarların sanatkar olduğu bir dönemdeyiz.”
Hocaya göre geleneksel sanatlarda taklidin dışına
çıkmalı, güncel yakalanmalı. İşin bir de karşı
tarafı var ki Mağ’a göre orada da mesela İstanbul
Bienali’nin küratörleri, organizatörleri geleneksel
sanatları görmezden geliyor: “Geleneksel sanatlarla
uğraşanların kamusal alana bir eleştirisi yok mu?
Bienalde tartışılan konulara dair söyleyecekleri yok
mu? Gezerken aklıma çok proje geldi. Ama buradaki
sanatçılara tanınan imkanlar, destek bize
sağlanmıyor.” Mağ’ın bienalde sergilenen işlere dair
kısa ve öz eleştirisi var: “Bir ressam fırçasını iyi
kullanmıyorsa olmaz. Zanaat her sanatın bir süsüdür,
olmazsa olmazıdır.”
Bu
bir sergi değil şov

Hattat Yrd. Doç.Dr. Savaş Çevik
Hattat ve Haliç
Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Tasarım
bölümü öğretim görevlisi Yrd. Doç.Dr. Savaş Çevik
ile İstanbul Rum Okulu’ndaki sergiyi gezdik. Okulun
terasında güneşli bir İstanbul gününde Boğaz’a ve
tarihi yarımadaya karşı oturup çay içerek
izlenimlerini dinledik. Çevik, İstanbul Bienali’ni
bir şov olarak gördüğünü söyledi.
Gördüklerinize dair değerlendirmeniz
nedir? Burada sergilenen eserler size ne
hissettirdi?
Genel görünüm ve verdiği izlenim; çağ insanının
bunalımları, açmazları, doyumsuzlukları, sıkıntıları
ve çıkmazları sergileniyor. Tüm bunları çağ
insanının çözüm yolu arayışı içinde çabalamasının
sonucu olarak görüyorum. Bu bir sanat sergisi de
değil aslında, bu tür sergiler dünyanın her bir
tarafında belki var ama bizde daha fazla var, bu
sergi değil, bir sunum. Bir soru işareti, bir ünlem
işareti yaratmak için ortaya konmuş şov. Sergi
farklı bir şey… Burayı insanı düşündürmeye
yönlendiren, onları biraz daha politik ve siyasi
olarak yönlendiren ve yönlendirme gayreti içinde
olan şov mekanı gibi görüyorum. Sanatın belirli yapı
taşları ve belirli bölümleri kullanılmış ama tümüyle
bir sanat yapıtı, bir sergi olayı değil. Bu sadece
insanların sözle anlatmak istediklerini, onların
yönlendirmek istedikleri duygu ve düşüncelerini
sanat malzemeleri, somut üç boyutlu malzemeler
kullanarak daha vurgulu, daha anlamlı hale getirmek;
biraz da sanatın sihirli gücünden, pozitif ve
tarafsız etkisinden yararlanarak siyasi bir kanala
yönlendirmek… Bu şovdan benim gördüğüm böyle.
İstanbul
Bienali’ni hep takip eder misiniz?
Kaçırdıklarım da oluyor ama ediyorum tabii ki.
Ama Türkiye’nin henüz bu şekilde postmodern bir
anlayışta yer almasına karşıyım. Bir kere pozitivist
ve gerçekçi teknolojiyi yakalamış bir ülke değiliz
ki… Birtakım şeyleri ortaya koyamadık daha.
Avrupa’da birtakım sanatçılar altyapıyı oluşturmuş,
sanatın somut ve pozitif yönlerini halletmiş, ondan
sonra çılgınca işler yapabilmişler. Biz ise henüz o
pozitif yapıyı yakalamış değiliz ki bunlara girelim.
Eğer doğrudan böyle uzanırsak, altyapısı olmayan
sadece kitsch birtakım hareketler içine girmiş
oluruz, başka hiçbir şey değil. Yani ne teknolojide
bir yerimiz var, ne herhangi bir sanatta belli bir
seviyeye çıkmış değiliz.
Dediğiniz seviyelere gelmeyi beklemek
sanatta bir şeyler yapamayacağız anlamına gelmez mi?
Çok şeyi kaçırmış ve geç kalmış olmaz mıyız?
Yapamayacağız tabii ki. Realizmi halledemeyen
sürrealizme geçebilir mi? Mümkün değil. Önce realist
olalım, konuyu kavrayalım. Her ülkenin olduğu gibi
bizim de özgün sanatlarımız var. Çağdaş veya
uluslararası sanat dediğimiz resim, heykel, mimari
ve müzik anlamında önemli eserlerimiz var dünya
çapında, ayrı bir şey ama bunlar yeterli değil,
yenilikler ve birtakım katkılar ortaya koymamız
lazım. Geleneksel sanatlar ilerliyor tamam. Bu
sanatlar üzerine ilave edebildiğimiz yepyeni bir
bakış açısı, yepyeni bir arenaya giremedik henüz.
Bienalleri gezerken kendinizi işlerinizle
burada hayal ediyor musunuz? İster misiniz
katılmayı?
Benim klasik altyapıdan kaynaklanan farklı
çalışmalarım var ama kendimi yeterli görmüyorum.
Daha bunların çoğaltılması ve çeşitlenmesi gerekiyor
çünkü. Sayısal olarak henüz yeterli değil. Ama şu da
var ki bu organizasyonlar Türkiye’de belli
tekellerin elinde. Olayı siyasallık ve bağnazlıktan
uzaklaştırabilirsek herkes her yere katılabilir
ancak. Ama bu maalesef yapılmış değil. Bu bienale de
yansıyor. Buyurun burada var mı bizden bir esinti?
Romen vatandaşlara dair işler yapmışlar, tamam o da
bu toplumda bir realitedir inkar etmiyorum ama
Türkiye’nin problemleri, çıkmazları bu mu sadece?
Halen dar kafalılıktan uzaklaşamadık. Her kesimde ve
başta laik çevre olmak üzere kendisini demokrat
gören sanat çevresi laik ve demokrasiden söz ederken
yaptığı uygulamalar ve kafa yapısıyla hala
bağnazlıktan ileri gidemedi.
Toplum olarak kafa yapılarımızda bir çıkmazımız
var, aydınımızdan sokaktaki herhangi bir vatandaşa
kadar; taklit ve aşağılık kompleksine sahip olmak.
Dünyadaki bienallerin bir benzerini, başka bir
versiyonunu niye yapalım? Farklı bir konsept ortaya
koyabiliriz. Kimsenin görmediği, duymadığı, hayal
edemeyeceği, hissedemeyeceği bir şey yapalım. Onun
tekrarı, aynısının benzeri... Sanatta, mimaride,
düşünce hayatında böyle olmuş.
Zaman, Haber: Gülizar Baki, 19.10.2013
|
HORASAN HARCININ SIRRI

Yüzlerce yıllık
yapılarla kıyaslanınca 50-60 yıllık betonarme
yapıların beli bükülmüş gibi durması aklımıza eski
eserlerin nasıl olup da asırlardır sapasağlam
kaldığı sorusunu getiriyor. Geleneksel üretim
modellerine savaş açıldığı modern zamanlarda
pratikliğinden ötürü bir nevi kutsallık atfedilen
çimento yokken, binalarda yapı malzemeleri nasıl bir
arada tutuluyordu? Çimentonun yerine ne
kullanılıyordu yani? Asırları aşıp gelen o yapılarla
ilgili bu soruya verilecek cevaplar arasında yapı
malzemelerini bir arada tutan harç 'Horasan' da yer
alıyor.
Eski
Yunan'dan bu yana Horasan harcı kullanılıyor
Kireç kullanılarak elde edilen harç ve sıvalar, eski
Yunan, Roma ve onu izleyen dönemlerden çimentonun
bulunmasına kadar geçen sürede yapıların inşalarında
kullanılmış. Harçlar çeşitlilik arz ederken, horasan
harç ve sıvaları kireç harç ve sıvaları içinde
tanımlanıyor. Kırıldıktan sonra öğütülüp toz haline
getirilen kiremit, tuğla, çömlek vb. pişmiş killere
'Horasan' deniyor. Horasan harcı ise Horasanın belli
oranlarda kireç, su ve bazı katkı maddelerinin
eklenmesiyle üretilen bağlayıcı ve taşıyıcı özelliğe
sahip bir malzeme. Bazı uygulamalarda harcın
içerisine kum katılırken, bazılarında ise nohut
büyüklüğünde, parçalar halinde tuğla, kiremit
kırıklarına rastlanır. Bu ikinci grup harçlar,
yapıda kullanılan yontulmuş taşları birleştiren,
bağlayan klasik harçlardan farklı. Fonksiyonları
bakımından günümüz betonuna eşdeğer olan bu harçlara
da "horasan" denilse bile bunların "Horasan betonu"
diye adlandırılmaları gerekiyor.
Ayasofya ve Süleymaniye'nin harcı horasan
"Horasan" kelimesi İran'ın doğusunda yer alan
Horasan bölgesinden geliyor. Horasan harcı Roma
döneminde "cocciopesto", Hindistan'da "surkhi", Arap
ülkelerinde "homra" diye isimlendirilmiş. Harcın
Mısır'daki Gizeh piramitlerinde ve Asur şehirlerinde
kullanıldığına dair bulgulara ulaşılmış. Horasan
harç ve sıvaları Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı
dönemi yapılarında, İstanbul'da Ayasofya,
Süleymaniye camileri, Rumeli Hisarı, Sultanahmet
külliyesi gibi tarihi yapılar dışında sarnıç, su
kemerleri ve hamam gibi yapılarda da kullanılmış.
Osmanlı döneminde
inşaat ustaları sınıflandırması yapılırken,
“horasancı” denilen bir usta grubu da bulunurmuş.
Horasan harcının “keyl” adıyla, hazır olarak satın
alındığı da olurmuş. Horasan harcı mukavemet
açısından, kireç harçlarından üstün. Ayrıca,
renginden dolayı tuğla yapılarda bir ahenk
oluşturması Horasanı estetik açıdan diğer harçlara
kıyasla daha tercih edilir yapmış. Eski yapılarda
taşları birbirine rabt eden Horasan harcı yine o
yapıların restorasyonunda da vazgeçilmez yapı
malzemesi olarak kullanılıyor. Çünkü Horasan
harcının taşla ortaya koyduğu uyumu çimento
gösteremiyor.
Bağlayıcı malzeme kireç, agrega ise tuğla ve kiremit
kırıkları
Horasan harç ve sıvalarında bağlayıcı olarak kireç,
agrega olarak ise tuğla veya kiremit kırıkları gibi
pişirilmiş toprak malzemeler kullanılmış. Kırma taş,
tuğla kırıkları, çakıl, kum gibi dolgu maddelerini
birbirine bağlayarak, bir manada yapıştırarak, yapay
taş oluşumuna imkan tanıyan malzemelere 'bağlayıcı'
deniyor. Horasan harcı yapımında kullanılan
bağlayıcı malzeme ise kireç. Harçta 'agregalar' var
ayrıca. Agregalar harç ve sıva üretiminde bağlayıcı
maddelerle birlikte kullanılıyor. Mineral kökenli,
farklı boyutlardaki bu malzemeler doğal veya yapay
özellikteler. Kum ve çakıllar doğal agrega iken
kırma taşlar, yüksek fırın cürufları, pişmiş killer
ve bunların geliştirilmesiyle elde edilmiş olan
maddeler ise yapay agrega oluyor. Başta kum olmak
üzere, tuğla ve kiremit kırıkları, kırılmış taş,
mermer, yüksek fırın cürufları ve küller eski
yapılarda kullanılmış agregalar olarak biliniyor.
Islak
mekanlar için en uygun yapı malzemesi
Hamamlardaki sıvalar su ile doğrudan veya yüksek
orandaki nemin duvarlarda yoğunlaşması sonucu
sürekli temas halinde olur malum. Hidrolik
özelliklerinden dolayı horasan harcı ve sıvaları da
suya karşı dayanıklı bir mahiyet arz ediyor.
Hidrolik harçlarda kullanılan malzeme, su ile
kimyasal reaksiyona girerek katılaşır. Sıvanın
ihtiva ettiği kalkerleşmiş kireç, gözenek suyunun
içinde çözülüp yeniden çökelir. Bu süreçte sıva
tabakası bozulup tabakalara ayrışır ancak çöken
kalsiyum karbonat sayesinde kopmaz. Bu durum
sıvaların iç kısımlarında da gözlenir. Sıvada yer
yer çözünen kalsiyum karbonat harcın içerdiği
tuğlaların gözeneklerinde tekrar çökelip sıvanın
dağılmasını önler ve daha dayanıklı olmasını sağlar.
Bu açıdan bakıldığında suyla iç içe olan mekanlar
için horasan harcının en uygun yapı malzemesi olduğu
anlaşılıyor.
Deniz
suyuna karşı direnci çok yüksek
Bu tür harçların suya, özellikle deniz suyuna karşı
dirençleri oldukça yüksek. Bu nedenle nem oranının
yüksek olduğu deniz kıyısı şehirlerinde Horasan
harcı ve sıvası oldukça yaygın olarak kullanılmış.
Kireç, tuğla kırıkları ve kimi zaman da ince kumun
çok iyi karıştırılmasıyla elde edilen Horasan harcı
ağırlıkça yaklaşık "1 kireç-3 tuğla kırığı"
karıştırılarak, sıva ise ağırlıkça yüzde 50'nin
üzerinde kireç kullanılarak hazırlanıyor. Sıvada
harçtan farklı olarak ince taneli agregalar
kullanılıyor. Kimi tarihi yapıların harcında yumurta
akı kullanıldığı ifade edilir günlük sohbetlerde. O
yapıların inşasında kullanılan harç nedir bilmiyoruz
ancak horasan harç ve sıvalarında yumurta akı tesbit
edilmiş değil. Horasan harcı ve sıvaları çimentoyla
imal edilen harç ve sıvalara göre daha gözenekli bir
yapıya ve daha düşük yoğunluğa sahip.
TOKİ Haber, 19.10.2013
|
YÖRE MİMARİSİNE UYGUN YAPIYA 10 BİN LİRA TEŞVİK

Çevre ve
Şehircilik Bakanlığı, kentsel dönüşümde tartışılan
konuların başını çeken ‘mimari doku’yu korumaya
yönelik önemli bir adım atıyor.
Bakanlık, daha önce köylerde yöresel mimari
geleneğini canlandırmak için başlatılan projenin
kapsamını genişletti. Öncelikle her bölgenin
geçmişten gelen kültürü ve iklimine uygun konut
tipleri belirlenecek. Daha sonra bölgelere özel
hazırlanan projeler vatandaşlara sunulacak. Bu
çerçevede evini yıktırıp, yöresel tarzda yeniden
yaptıranlara 10 bin lira teşvik verilecek.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, eleştirilen
konuların başında yer alan mimari dokunun
korunmasına ilişkin yeni bir uygulama başlatıyor.
Bakanlık, bu çerçevede, önce her bölgenin geçmişten
gelen kültürü ve iklimine uygun konut tiplerini
belirleyecek. Daha sonra bölgelere özel belirlenen
projeleri vatandaşlara sunacak. Kentsel dönüşüm
çalışmaları kapsamında evini yıkıp yöresel tarzda
inşa edenler, 10 bin lira teşvik alabilecek. Dönüşüm
kapsamında bugüne kadar riskli ilan edilen 44 bin
344 bina teşvikten faydalanabilecek. Kentsel Dönüşüm
Yasası kapsamında Bakanlar Kurulu kararıyla ilan
edilen alanlarda bulunan 357 bin bağımsız birim de
teşvik alabilecek. Köyler de teşvik kapsamında
sayılacak. Yöresel mimari kültürünü yaşatmak isteyen
bakanlık, benzer uygulamayı köylerde de yapacak.
Köylerde yöresel mimariyle ev yapanlar, aynı
teşvikten yararlanabilecek. Karadeniz’de konuyla
ilgili çalışmaları bitiren bakanlık, diğer
bölgelerdeki çalışmalarına da devam ediyor. Her
bölge için en az 12 tip proje hazırlanacak.
Vatandaşlar, bu projelerden istediğini seçebilecek.
Zaman, Haber: Koray Tekin, 19.10.2013
|
ASIRLIK KAZILARDA HEYECANLANDIRAN BULUŞ

Türkiye'nin
"ilk milli kazı alanı" unvanına sahip, Hitit
Medeniyeti'nin önemli merkezlerinden Alacahöyük'teki
kazı çalışmalarında, Hitit dönemine ait yazışmaların
yer aldığı büyük bir tablet arşivi bulundu.
Kazı Başkanı Prof.Dr.
Aykut Çınaroğlu, AA muhabirine yaptığı
açıklamada, 1907 yılında başlatılan
Alacahöyük'teki
kazıların geçmişinin bir asrı aştığını
hatırlattı.
Temmuz ayında
başladıkları 2013 yılı kazı çalışmalarının eylül
sonu itibarıyla tamamlandığını belirten Çınaroğlu,
kazı çalışmalarına, boyu 2 metreye ulaşan yabani
otların temizlenmesi ve çevre düzenleme çalışmaları
nedeniyle 15 gün geç başladıklarını söyledi.
Kazı heyetinin yanı sıra
çeşitli üniversitelerden öğrencilerin yer aldığı 20
kişilik ekiple bölgede çalıştıklarını ifade eden
Çınaroğlu, 76 gün süren kazı çalışmaları sonunda 48
envanterlik eser ile 2 bin 790 adet etütlük eserin
gün yüzüne çıkarıldığı kaydetti.
Hitit çivi yazılı
tablet heyecan uyandırdı
Kazı ödeneğinin yetersiz
olmasına rağmen güzel çalışmalar ortaya konduğunu
anlatan Çınaroğlu, değişik buluntuların gün ışığına
çıkarıldığı kazılarda Hitit çivi yazılı tabletin de
gün yüzüne çıkarıldığını anlattı.
Alacahöyük'teki kazı
çalışmalarının 106 yıl önce başladığını anımsatan
Çınaroğlu, şöyle devam etti:
"Bilim alemi, kazıların
başladığı tarihten itibaren Alacahöyük'te Hitit
dönemine ait çok büyük bir tablet arşivi olduğunu
biliyordu. Herkes de böyle bir beklenti
içerisindeydi ama bu sonuca ulaşmak bu yıla nasip
oldu. Hitit çivi yazılı çok güzel bir tablet bulduk.
Alacahöyük, Hitit döneminde bir kült merkeziydi.
Hitit kralı başkent Boğazköy'den buraya gelerek
merkezde kalıyordu. Birtakım dini törende burada
gerçekleştiriliyordu. Bulduğumuz tablet, bunları
teyit eden bir buluntu oldu. Bu açıdan büyük bir
buluntu sayılır."
"Kralın gönderdiği
talimatlardan biri olabilir"
Hitit kralının
Alacahöyük'te kaldığı süre içerisinde zaman zaman
ayinler ve dini törenler yapıldığını dile getiren
Çınaroğlu, gün yüzüne çıkarılan tabletin, kralın
gönderdiği talimatlardan biri olabileceğini söyledi.
Çınaroğlu, şöyle
konuştu:
"Bulduğumuz tablet,
Hitit kralının gönderdiği talimatlardan biri
olabilir. Çünkü kral, burada kaldığı süre içerisinde
atlılarla talimatlar gönderiyordu. Bunun yanı sıra
Hititlere bağlı bulunan bölgeler de krala bazı
yazılar gönderiyordu. Kralın Alacahöyük'te olduğunu
bilenler, yazıları buraya gönderiyordu. Bu nedenle
bilim alemi kesinlikle burada çivi yazılı tablet
arşivi bulunması gerektiği üzerinde duruyordu. Bunun
ipucunu bu yıl yakaladık. Kazıya devam edebilseydik
bu tableti bulduğumuz yapının çok daha büyük bir
bölümünü açığa çıkarmış ve görsellik kazandırmış
olacaktık. Henüz bu yapının sadece 8 odasını tespit
edebildik."
Tablet arşivini
görmeye ömrü vefa etmedi
Prof.Dr. Çınaroğlu,
geçen yıl ağustos ayında vefat eden kazı heyeti
akademisyenlerinden İstanbul Üniversitesi
Hititoloji Anabilim Dalı Başkanı
Prof.Dr. Ali
Dinçol'un, akademik hayatı boyunca Alacahöyük'te
bir Hitit tablet arşivi olduğuna inandığını
belirterek, şunları kaydetti:
"Bunun bir gün açığa
çıkacağına şiddetle inanıyordu. Bu konuda bize de
çok destek veriyordu. Maalesef ölümünden bir yıl
sonra tableti bulduk. Gelecek yıl yapacağımız bir
sempozyumda Ali Dinçol'u anacağız. Hocamızın eşi
tabletin tercümesi ve yayına hazırlanması konusunda
bize destek oluyor."
Haber 7, 19.10.2013
|
BİLİMİN SON BULGUSU: AYRIM YOK, ATALAR AYNI

Science dergisinde yayımlanan bir makale, Homo
habilis, Homo rudolfensis ve Homo erectus'un modern
insana evrilen, aynı soyun içinde yer aldığına
işaret ediyor.
Fakat aynı alanda çalışma yapan bazı bilim insanları
ise bu görüşü paylaşmıyor.
Tartışma, Gürcistan'ın Dmanisi bölgesinde bulunan ve
şimdiye kadar keşfedilmiş en bütün haldeki insansı
kafatası üzerindeki incelemelerden doğdu.
Kafatası, Homo habilis'le aynı nitelikleri
paylaşıyor: Küçük bir kafatasına, büyük dişlere ve
uzun bir yüze sahip. Ama kafatası, Homo erectus'a
"has" olduğu sanılan özellikleri de taşıyor.
1,8 milyon yıllık kafatası, dünyanın en büyük eski
insan türleri kalıntıları koleksiyonuna ev sahipliği
yapan bir bölgeden geliyor.
Gürcistan Ulusal Müzesi'nden makalenin yazarı David
Lordkipanidze, "İlk insan yani Homo'ların ne
olduklarına dair artık en iyi kanıta sahibiz." diyor
ve ekliyor: "Bu kadar dikkat çekici bir koleksiyona
sahip olmamız en önemli unsur. Bunların tek bir
bölgeden toplanması ise nadir rastlanan bir şey."
'FARKLILIKLAR NORMAL DÜZEYDE'
Fosiller arasındaki kimi farklılıklar geçmişte
araştırmacıların kafasını karıştırdıysa da Profesör
Lordkipanidze, bu özelliklerin tek bir insan
topluluğunda gözlendiğinin açık olduğunu söylüyor.
Lordkipanidze, "Bu değişkenliklere bakıp verileri
günümüz insanıyla karşılaştırdığımızda,
farklılıkların normal boyutlarda olduğunu görüyoruz"
diyor.
Bu kapsamda sekiz yıl önce bulunan kafatası,
Afrika 'da bulunan ve en eskisi 2,4 milyon
yaşında olan diğer Homo kafataslarıyla
karşılaştırıldı.
İnsansı kafatasının karşılaştırılmalı analizinden
yola çıkan ekip, en eski Homo fosillerinin Dmanisi
insansılarıyla aynı canlı türü olduğunu düşünüyor.
Makalenin bir başka yazarı, Zürih Antropoloji
Enstitüsü ve Müzesi'nden Christoph Zollikofer da,
"Kafatası 5"in yüzünün ve kafatasının Afrika'da
farklı bölgelerde bulunması durumunda, bunların
farklı iki tür canlıdan geldiğinin
düşünülebileceğini söylüyor.
Zollikofer, "Ne de olsa Kafatası 5, küçük beyin
haznesi ve büyük yüz gibi daha önce eski Homo
fosillerinde bir arada görülmeyen ana özellikleri
birleştirdi. Buna ek olarak Afrika'da bulunan
fosillerde benzer kalıplar ve farklılık çeşitleri
olduğundan, vaktinde kıtada tek bir Homo türü
olduğunu farz edebiliriz" dedi.
Ama başka paleoantropolojistler Afrika'da üç farklı
insan türünün bir arada yaşadığına inanıyor.
Londra 'da bulunan University College'den Fred
Spoor,
BBC 'ye yaptığı açıklamada ekibin kullandığı
analiz yöntemlerinin, bu fosilin aynı canlı türü
olduğuna kanaat getirmek için yeterli olmadığını
söylüyor.
Spoor, "Kafatasının genel olarak şeklini
incelediklerinden yüzün ve beyin haznesini kaba bir
biçimde tanımlıyorlar. Ama Homo canlı türleri genel
kafatası şeklinin kaba anlatımıyla tanımlanmıyor"
dedi.
Radikal, Kaynak: BBC Türkçe, Haber:
Melissa Hogenboom, 18.10.2013
|
DEPODAKİ TARİH GÜN YÜZÜNE ÇIKARTILIYOR

Kayseri'nin en eski yerleşim merkezlerinden
birisi olan Külte Kaniş Karum'da 66 yıldır devam
eden kazılarda bugüne kadar sadece 23 bin 500 tablet
bulundu. Birçok tarihi eserle birlikte bu tabletler
Ankara
Anadolu Medeniyetler Müzesi'nde ve deposunda
saklanıyor. Uzun yıllardır depoda bekletilen tarih
Kayseri Büyükşehir Belediyesi'nin, tarihi
Kayseri Kalesi'nde yaptığı kültür merkezi
dönüştürme çalışması sayesinde artık
sergilenebilecek.
Kayseri Büyükşehir Belediyesi,
Kayseri Kalesi'nde yaptığı yeni düzenleme
çalışmalarını kısa sürede tamamlayarak burasını bir
kültür merkezi haline getirecek. Belediye, burada
yaptığı çalışma ile toprak altından çıkartılmış ama
karanlık depolarda bekletilen çok sayıda tarihi
eseri de insanlarla buluşturarak görücüye
çıkartacak. Karanlık depolarda bekletilen tarih,
kale içindeki çalışmaların tamamlanmasıyla gün
yüzüne yeni çıkmış olacak.
Kayseri Arkeoloji Müzesi envanterinde yaklaşık 34
bin 300 eser kayıtlı bulunuyor. Müzede bu eserlerden
sadece 850'si sergilenebiliyor ve insanlar yakından
görme fırsatı buluyor.
Kayseri'nin en eski yerleşim merkezlerinden
birisi olan ve şehrin 6 bin yıllık geçmişini
aydınlatan Kültepe Kaniş Karum'da yapılan kazılarda
da çok sayıda eser çıkartıldı. Bu eserlerin hepsi
Ankara
Anadolu Medeniyetler Müzesi'nde. Çok sayıda eser
bu müzesinin depolarında bekletiliyor ve tarihi
eserler aracılıyla insanların tarihi bilgileri
öğrenme imkanı da kısıtlanmış oluyor. Kültepe'deki
kazılar sonucunda ortaya çıkarılan eserlerin
neredeyse yüzde 90'lık bölümünün depolarda olduğu
tahmin ediliyor. Büyükşehir Belediyesi, kale içinde
yaptığı çalışma sonrasında depoda bekleyen bu
eserlerin neredeyse tamamı Kaleiçi Kültür
Merkezi'nde oluşturulacak Arkeoloji Müzesi'nde
sergilenecek.
Belediyenin,
Kayseri'deki müzede yer alan eserlerin
sergilenerek yeniden tarihin gün yüzüne
çıkartılmasının yanında
Ankara'da yer alan bu eserlerin de yeniden
çıkarıldıkları topraklara getirilmesini sağlayacak.
haberler.com, 17.10.2013
|
AVRUPA NE HEYKELİ VERİYOR NE SUÇLUYU

Adana’nın Ceyhan
İlçesi'nde bulunan Sirkeli
Höyüğü’nden 1996 yılında kaçırılan bronz ‘Üçlü
Hekate’ heykeli yılan hikayesine döndü.
Kaçırıldıktan sonra Avusturya’da bulunan Dorotheum
Müzesi’nde 58 bin Euro’ya satışa sunulması üzerine
Viyana’daki Türk Kültür Danışmanlığı devreye girdi.
Heykelin Türkiye’nin milli varlıkları arasında
önemli bir yer tuttuğunu ve bu şekilde satışa
sunulmasının mümkün olmayacağının bildirilmesi
üzerine satışı durduruldu. Satışının durdurulmasının
ardından Viyana’da konuyla ilgili suç duyurusunda
bulunan Türk yetkililerin açtıkları dava da sonuçsuz
kalınca Türk İnterpol’u devreye girdi. Uzun süren
takiplerin ardından İlginç detaylara rastlandı. Elde
edilen bilgilere göre heykeli Bingöllü bir Türk
vatandaşı olan Mehmet T’nin kaçırdığı ortaya çıktı.
Türkiye 10 yıldır takip ediyor
Mehmet T’nin heykelin satışı için Alman bir
koleksiyoncuyla anlaştığı ve onun aracılığıyla
heykelin satışını gerçekleştirmek istediği öne
sürüldü. Hukuki sürecin sona ermesinin ardından
heykelin iadesi gerçekleşmezken, uyuşturucudan
sabıkası bulunan Mehmet T’nin de yaklaşık 10 yıldır
Türk İnterpolu tarafından takip edildiği, Adalet
Bakanlığı’na da gerekli tüm bilgilerin
ulaştırıldığı, Almanya’dan iadesinin
gerçekleşebilmesi için her türlü girişimin
başlatıldığı öğrenildi.
Ancak ne Avusturya heykeli verdi, ne de Almanya
Türk kaçakçıyı iade etti. 46 cm. yüksekliğindeki
heykel, yüzde 90’ı Türkiye’de yüzde 10’u ise Suriye
sınırları içerisinde bulunan ender kültür
varlıklarına ait bir parça olarak da biliniyor.
Star, Haber: Tahir Alperen, 17.10.2013
|
KENT VE MEDYA SÖYLEŞİLERİ: NİLAY VARDAR
Kenti
başlı başına bir konu olarak gündemine taşıyan az
sayıda gazeteden biri olan "Bağımsız İletişim Ağı"
Bianet'in haber muhabiri Nilay Vardar, bugüne kadar
güncel kentsel meselelerle ilgili sayısız habere
imza attı. Kapadokya'daki otel işgalini,
belediyelerin engelsiz kent söylemlerinin
arkasındaki yanlış ve göstermelik uygulamaları,
Romanlar'ın kentsel dönüşüm sürecinde yaşadıkları
sıkıntıları ve daha nicelerini Vardar'ın
yazılarından öğrendik. Kente odaklanan az sayıda
gazeteciden biri olan Nilay Vardar ile keyifli
sohbetimizde sıra...
Bahar Bayhan: Biraz kendinden bahseder misin?
Kent haberlerine nasıl başladın?
Nilay Vardar: Galatasaray
Üniversitesi Gazetecilik Bölümü mezunuyum. İki buçuk
yıldır da Bianet'te çalışıyorum. Kent haberlerine
insan hikayeleriyle başladım. Yıkım var diye Kentsel
Küçükbakkalköy ve Ayvansaray mahallelerine
gitmiştim. Küçükbakkalköy'de Romanların barakaları
yıkılmış ve sokakta kalmışlardı. Solunum cihazıyla
dışarıda kalan bir hasta vardı. Bir hafta sonra da
Ayvansaray'a gittim. Tek başına yaşayan yaşlı
kadınlar korku dolu gözlerle bana bakıyorlardı.
Sokaktaki insanlar bana "Evlerimiz yıkılacak mı?"
diye soruyordu. Halbuki ben onlara bu soruyu sormak
için gitmiştim. Şirket sahipleri sürekli
mahalleliyle görüşmeye geliyor, pazarlıklar
sürüyordu. İnsanlar doğup büyüdükleri mahallelerini
terk etmek istemiyorlardı. Ama büyük bir baskı
vardı; ya evleri satılacak ya da kamulaştırılacaktı.
Bu ilk iki mahallemdi, zaten şu anda Ayvansaray
yerle bir oldu. Yerine o mahalleyle alakası olmayan
her yerde görebileceğimiz karaktersiz lüks siteler
yükselecek. Küçükbakkalköy'den kovulan Romanlar
farklı yerlere savruldular. Bir kısmı Ataşehir'deki
Emekevler Mahallesi'ne gitmişti. Bir hafta önce de
orası yıkıldı. Bu böyle devam edecek. Merkezden
çeperlere doğru bu insanları püskürtecekler. Ancak
bu püskürtmenin sonu nereye varacak bilemiyorum.
Yani kısacası ben insan hakları temelinden kent
haberlerine bakmaya başladım. Ama bu sayede aslında
hiç bakmadığım kente bakmaya, onu keşfetmeye
başladım. Mesela mahallemdeki caminin o kadar eski
olduğunu hiç fark etmemişim.
BB: Kentsel dönüşüm dışında hangi konular
üzerine çalışıyorsun?
NV: Engelliler üzerine
çalışıyorum. Tabii bunun en önemli ayağı da mimari
engeller. Kapadokya'daki dönüşüm üzerine bir yazı
dizisi hazırladım. En son da olimpiyatlar üzerine
bir söyleşi yaptım.
BB: Kentsel dönüşüm mevzusunda özellikle Roman
Mahalleri üzerine sıkça haber yapıyorsun. Biraz bize
orada karşılaştığın hikayelerden bahseder misin?
NV: Bence dönüşümün en mağdur
kesimi Romanlar. Çünkü örgütlenemiyorlar ve eğitim
seviyesi çok düşük. Dolayısıyla o kadar kolay oluyor
ki Romanları evlerinden çıkarmak. 5.000- 10.000
TL'ye evlerini satıyorlar. Mesela okuması yazması
olmayan bir kadının sözleşme imzaladığını biliyorum.
Şu anda yıkılan Romanların yaşadığı Sarıgöl'de
Sulukule'deki dönüşümden gelen iki aile vardı, şimdi
buradan da sürülüyorlar. Ne kadar devam edecek bu?
Sulukule, İstanbul'da sembolleşen örnek ama
Türkiye'nin her yerinde böyle. Bursa'da da aynı şeyi
gördüm. Her yerde Romanları dağıtıyorlar. Bunun da
şöyle bir sonucu oluyor; belli koşullar sağlanmadan
bu mahalleler boşaltılınca bütün Romanlar farklı
mahallelere dağılıyorlar. Diğer mahallelerde yaşayan
insanlar da daha önce hiç karşılaşmamış Romanlarla.
Yeni bir karşılaşma süreci başlıyor. Koşulları da
düzelmediği hatta daha da kötüye gittiği için
mahalle içinde çatışmalar ortaya çıkıyor. En son
Bursa'da yaşanan olaylarda 1.000 kişilik bir grup
Romanların evlerini taşladı, at arabalarını
yaktılar. Tam bir linç manzarası. Ertesi gün
belediye geliyor, 5 Romanın evini komik bir gerekçe
göstererek yıkıyor. Yani mahallede uzlaşma
sağlanmayınca çeşitli bahanelerle Romanları başka
yerlere gönderiyorlar. İnsanlar başka yerlere
dağıldıkça hem kendi içlerindeki dayanışma
sistemleri parçalanıyor hem de bu tip karşılaşmalar
toplumsal çatışmaya da neden oluyor.
BB: Olimpiyat meselesi de kentsel dönüşüm
üzerinden tartışıldı. Oradaki eleştiri neydi sence?
NV: Cihan Baysal söylemişti bunu
bana. Ayazma'ya Olimpiyat Stadı geldikten sonra
maçlar yapılmaya başladığında belediye anons
yaparmış; "Sokaklarda dolaşmayın, ışıklarınızı
kapatın." diye. Çünkü o mahallenin görünmesi
istenmez. Kentin varoş, fakir mahallesi stada gelen
elit kesimi rahatsız etsin istenmezdi. Olimpiyatlar
da böyle. Daha önce olimpiyat düzenlenen şehirlerde
de durum aynı. Mesela Pekin'de olimpiyat
tesislerinin çevresindeki yoksul mahalleler
boşaltıldı, yok edemedikleri mahallelerin etrafını
ise kocaman billboardlarla çevrelediler. Olimpiyat
sürecinde tesisler hep yoksul mahallelerin yerine
yapılıyor. Neden? Çünkü buralar hem masrafsız, hem
de toplumun gözünde krimininalize edilerek yıkımları
meşrulaştırılabiliyor. Olimpiyat zaten
milliyetçiliğin kabardığı, her yolun mubah olarak
görüldüğü bir süreç. Mesela Çin'e insan hakları
ihlallerinin azaltılması için olimpiyatlar
verilmişti ama binlerce insan bu süreçte evleri
yıkılarak mağdur oldu. Uluslararası Konut Hakkı
Örgütü'nün raporuna göre 4 milyon insan olimpiyat
bahanesiyle evlerinden tahliye edilmiş. Bunun 1,5
milyonu Çin nüfusu. Ee peki, barınma hakkı insan
haklarına girmiyor mu? Kısacası İstanbul
olimpiyatları alsaydı, deprem ile meşruluk
kazandırılmaya çalışılan dönüşüme olimpiyat heyecanı
destek atacaktı.
BB: Geçtiğimiz haftalarda Başbakan'ın, Bodrum
sahillerinin oteller tarafından işgal edilmesi
üzerine bir serzenişi olmuştu. Sadece Ege, Akdeniz
kıyılarından bahsedildi ancak aslında Anadolu'da da
durum farklı değil. Mesela sen Kapadokya'yla
yakından ilgilendin. Oradaki durumu biraz anlatır
mısın?
NV: Kapadokya peribacalarıyla
ünlenmiş, UNESCO'nun dünya mirası listesinde yer
alan bir bölge. Hem kültürel hem doğal miras
listesinde yer alan 27 yerden biri. Bu kadar özel
bir yer. Burada özellikle son 5 yıldır hem butik hem
de büyük otellerde inanılmaz artış var. Bu
yatırımcılar artık yerel değil, başka yerlerden
gelen büyük sermayelerden bahsediyoruz. Nasıl
oteller bunlar? "Peribacalarında uyumak" diye bir
fantezi çıktı ortaya. Bu peribacasına zarar
vermediğin müddetçe makul bir şey. Ama iş çığırından
çıkmış durumda. Her taraf otel olmuş. Hem silueti,
hem de doğal taşları bozan bir yapılaşmadan
bahsediyoruz. Bu bir şekilde devam etmiş. En son iki
tane otel; Arinna Lodge ve CRR Hotels yükselmeye
başlayınca halk ayaklanmaya başlıyor. İnşaatları
durduruyorlar. Bu bir patlama noktasıydı. Sonra
Mimarlar Odası Ankara Şubesi devreye girdi, davalar
açıldı, bilirkişi incelemesi yapıldı. Şu anda
beklemedeyiz. Bu iki otelden çıkacak karar halkı çok
heyecanlandırıyor çünkü emsal teşkil edecek ve
bundan sonraki yapılaşmanın da önüne geçmiş olacak.
Fakat olumlu karar çıkmazsa da Kapadokya'yı
kaybetmiş olacağız. Mimarlar Odası'nın şube
temsilcisi görevden alındı, çünkü o otellerin lehine
bir taraf aldı. Bu tarz Anadolu şehirlerindeki
sorun, ilişkilerin çok girift olmasından
kaynaklanıyor. STK çalışanları aynı zamanda otel
sahibi, turizmle geçinen insanlar. Seslerini
çıkardıkları an kurulla karşı karşıya geliyorlar.
Mimarlar kurulla anlaşmak zorunda çünkü projelerini
kuruldan geçiriyorlar.

Turizm adına yapılan, turizmi yok edecek. Kısa
vadeli düşünülüyor. Peribacalarının korunması
meselesi de çok sıkıntılı. Doğru düzgün envanteri
bile çıkarılmamış. Çok incelmiş peribacaları var.
Bunların korunması, restore edilmesi gerekiyor.
Titreşim, su, nem, bunlar peribacalarını etkiliyor.
Ama peribacalarının yanında diskotek yapılıyor.
Yerel yönetimler "ne olacak, peribacası yeniden
oluşur" diye düşünüyor. Bir peribacasının oluşması
binlerce yıl alıyor, dünyada örneği yok. Tüm
arkadaşlarıma söylüyorum, bir an önce gidin
Kapadokya'yı görün, yoksa görecek bir Kapadokya
kalmayacak.
BB: Engelli erişimi üzerine nasıl çalışmalar
yürütüyorsun?
NV: Erasmus programıyla
Fransa'ya gittiğimde "bu şehirde ne kadar çok
engelli var" demiştim. Şehrin her yerinde tekerlekli
sandalyeleriyle dolaşabilen insanlar görüyordum.
Halbuki bizim ülkemizde de 8.5 milyon engelli var.
Ama biz görmüyoruz, çünkü onlar evlerinden
çıkamıyorlar. Daha kapıdan çıkar çıkmaz, apartman
merdiveninin rampası yok. Kaldırımlar yok, varsa
yüksek, kaldırımlarda arabalar park ediyor, esnaf
mallarını yığıyor. Kaldırımdan karşıya geçmek için
rampa yok, ışıklara görme engelli butonunu yeni
getirdiler ama yaygın değil. Görme engelliler için
yüzeyler yok, olanların büyük bir kısmı yanlış.
Yüzeylerin devamlılığı yok, önüne elektrik direği
geliyor. Korkunç bir durum var. 2005 yılında engelli
yasası çıktı, 7 yıl içinde tüm kamusal alanların
engellilere göre düzenlenmesi, erişebilir olması
gerekiyordu. Aksi takdirde ceza verilecekti. Şu anda
yasayı 3 yıl daha uzattılar.
İlk olarak 3 tane tekerlekli sandalyeli
engelliyle Kadıköy'e çıktık. Arnavut kaldırımları
çok severiz, sempatik gelir ama engelli için korkunç
bir şey. Görme engelli yüzeyleri kafelerin içine
giriyor. Başka bir gün İstiklal'e gittik, daha
korkunçtu. Hiçbir restorana giremiyorlar, hepsinin
girişi bir iki basamak yukarıda ve rampası yok.
Bunun sorumluları; şehir plancıları, mimarlar,
mühendisler, yerel yönetimler. Mesela engelli
memurlar da atanamıyor çünkü fiziksel şartlar uygun
değil. Çalışamıyorlar, sosyalleşemiyorlar, dışarıya
çıkamıyorlar. Bu çok büyük bir toplumsal sorun.
Yurtdışında mimarlık öğrencilerini bir hafta görme
bir hafta işitme bir hafta da fiziksel engellli
olarak şehirde gezdiriyorlar ki ileride yapacakları
projelerde bu hassasiyeti gözönünde bulundursunlar.
Sanırım Türkiye'de de böyle şeyler gerek.
BB: Gezi Parkı'ndan sonra kentsel muhalefet
oldukça ciddi bir dönüşüm geçirdi diyebiliriz. Semt
forumlarının oluşturulması, sokakların mahalleli
tarafından rengarenk boyanması... İnsanların kentsel
meseleler üzerine bu kadar hızlı tepki verebilmesini
nasıl değerlendiriyorsun?
NV: Taksim Yayalaştırma Projesi
ile ilgili Taksim Platformu iki yıl önce ilk
toplantısını yapmıştı. Ve gerçekten toplantıya
basının hiç ilgisi yoktu. Bir şekilde seslerini
duyuramıyorlardı. Eylem yapılıyor, 50 kişi geliyor,
büyük hayal kırıklığı. Ağaçların söküldüğü gece ben
çok umutsuzdum çünkü tüm bu gelişimi biliyordum.
Gerçekten çok şaşırtıcı oldu. Bir mimarın dediği
gibi belki de dünyada ilk kez mimari bir tepki
üzerinden bu kadar büyük bir ayaklanma oldu.
BB: Yerel seçimler yaklaşıyor. Sence İBB
adaylarının vaadlerinde Gezi Parkı'nın ve sonraki
sürecin etkisi olur mu?
NV: Kent meseleleri muhakkak
etkili olacaktır, kafası buna çalışmayan kaybeder
yerel seçimlerde. Gezi'den sonra bu konuların ne
kadar önemli olduğunu anlamaları gerekiyor. Bunu
programlarına koymaları lazım. Nasıl bir dönüşüm
yapacaksın? Şeffaf mısın? Çünkü insanlarda büyük bir
tepki var. Hükümetin büyük dönüşüm hayali bana göre
başarısız oldu. İnsanlar çok korkuyor ve evlerini
dönüştürmüyorlar. Kentsel dönüşüm kelimesini dahi
kullanmıyorlar, "deprem dönüşümü" diyorlar. Çünkü
güven kalmadı. Afet yasası çok güçlü bir yasa olduğu
için insanalar haklarını bile arayamıyorlar, elleri
kolları bağlı. Yerel yönetimlerce bu dönüşüm
meselelerinin iyi düşünülmesi gerekiyor. STK'ların,
vatandaşların da bunu yerel yönetimlerden talep
etmesi gerekiyor.
Yapı, 11.10.2013
|
 |
TARİHİ SU SARNICI BULUNDU
Eskişehir'de yenileme çalışmaları yapılan Valilik Meydanı'nda yüzlerce yıllık olduğu iddia edilen su sarnıcı bulundu.
Valilik Meydanı'nda bir süre önce başlayan yenileme çalışmalarının son aşamasında direk dikmek için kazı yapan işçiler, yüzlerce yıllık olduğu tahmin edilen su sarnıcı buldu. Sarnıcı bulan işçiler örnek bir davranış sergileyerek, yetkilere haber verdi. Tarihi sarnıcı incelemek için Eti Arkeoloji Müzesi Müdürü Dursun Çağlar ile valilik görevlileri ve arkeologlar geldi.
İncelemelerin daha rahat yapılabilmesi için öncelikle su sarnıcının kapaklarından bir tanesi olduğu ileri sürülen tonlarca ağırlığındaki mermer parçası, iş makinelerin yardımıyla bulunduğu yerde çıkartıldı. Kapağın çıkarılmasının ardından da arkeologlar sarnıçta inceleme yaptı.
İncelemeler sonucunda tarihi su sarnıcının yerinden çıkarılıp çıkarılmayacağı konusunda yetkililerin karar vereceği öğrenildi
Eskişehir Kent Haber, 11.10.2013
|
ANTİK KENTTE İŞYERİ KALINTILARI

Manisa'da tarihi MÖ 8. yüzyıla dayanan
Aigai antik kentinde, bu yıl yapılan kazılarda
sıralı iş yerlerine ait kalıntılar gün yüzüne
çıkarıldı.Celal Bayar Üniversitesi Fen Edebiyat
Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Kazı
Heyeti Başkan Yardımcısı Doç.Dr. Yusuf Sezgin,
yaptığı açıklamada Aigai Antik Kenti'nin tarihçi
Herodot'a göre, Batı Anadolu'ya Yunanistan'ın
kuzeyinden göç ederek yerleşen Aioller tarafından
kurulan 12 kentten biri olduğunu söyledi.
Bölgede sürdürülen kazıların 10. yılına girdiğini ve
her geçen yıl kentin tarihi ve sosyal yaşamı ile
ilgili yeni bilgilere ulaştıklarını ifade eden
Sezgin, kazı çalışmalarının bu yılki bölümünde
kentin ana girişlerinden ''Tiberius Kapısı''
yakınlarında yoğunlaştıklarını, bu alanda iş yeri
olarak
kullanıldığı anlaşılan 18 mekanın gün yüzüne
çıkarıldığını kaydetti.
Kazıların kentin sivil ve sosyal yaşamı hakkında
bilgi verdiğini belirten Sezgin, kentin özellikle
Hellenistik dönemde MÖ 3. yüzyıldan itibaren
Pergamon Krallığı'nın da desteğiyle bölgede ekonomik
ve kültürel çekim merkezi haline geldiğinin
anlaşıldığını dile getirdi.
Sezgin, Roma döneminden kalan evler ile caddeye
bakan dükkanlarda geçen yıl başlattıkları kazı
çalışmalarının sonuçlarını bu yıl almaya
başladıklarını belirterek, şöyle konuştu:
"Bu alanda ortaya çıkarılan 18 mekan, bölgenin o
dönemlerde atölyeler mahallesi olarak kullanıldığını
göstermektedir. Burası büyük bir ihtimalle sanayi
alanı gibi düşünülebilir. Farklı iş kollarına ait
işliklerin bulunduğu alanda gün yüzüne çıkan çok
sayıdaki öğütme kırma, ezme ile ilişkili taş alet ve
edevatlar, kentin ihtiyacını aşan oranda büyük bir
üretime işaret etmektedir. Elimizdeki arkeolojik
kanıtlar kentin, bazı kent pazarlarında yün
dokumacılığı konusunda tekel olduğunu göstermekte.
Bunun dışında Pergamonlular tarafından bulunduğu
bilinen parşömenin üretiminde ihtiyaç duyulan keçi
derisinin Aigai'den karşılandığını da düşünmekteyiz.
Aigai'nin adının eski Yunancada keçi anlamına
gelmesi ve kent sikkeleri üzerinde keçi
tasvirlerinin yer alması keçi yetiştiriciliğinin
önemini göstermektedir. Oldukça dağlık ve kıraç
arazide yer alan Aigai'nin ekonomik gücünün keçi
yetiştiriciliğinden geldiğini düşünmek yanlış olmasa
gerektir. Zaten günümüzde de bölgede halen
hayvancılığa dayalı bir ekonominin sürdürülmesi 2
bin 300 yıldır ekonomik sistemin çok
fazladeğişmediğini göstermektedir."
Sezgin, Aigai'de yürütülen çalışmaların gerek
kültürel açıdan gerekse de kırsal turizmin
geliştirilmesi açısından Manisa ve Yunt Dağı
bölgesindeki köylerin kalkınmasına önemli katkılar
sağlayacağını sözlerine ekledi.
Sabah, 02.10.2013
|
SİMAV'DA KAZI BAŞLADI

Kütahya'nın Simav İlçesi
Belediye Başkanı Kasım Karahan, ilçesinin tarihini
ortaya çıkartmak ve turizmde hak ettiği yere
getirmek için Bizans dönemine ait kalıntıların
bulunduğu Hisar tepesinde kazı çalışması
başlattıklarını söyledi.
Belediyeye ait 20 işçi
ile başladıkları kazılara Kütahya Müze Müdürlüğü'nün
de destek verdiğini ifade eden Başkan Karahan,
yapılan çalışmanın Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan
izinli olduğunu belirtti. Kütahya Müze Müdürü Metin
Türktüzün'ün başkanlık ettiği kazı çalışmalarına
arkeologlar Serdar Ünan ile Özkan Sulak'ın da destek
verdiğini belirten Karahan, "Sur duvarlarının ortaya
çıkmasının ardından, yetkililerin de onay vermesi
halinde kentin en yüksek kesimindeki Hisar Tepesi'ne
tarihi bir restoran yapılacak" diye konuştu.
Hisar tepesindeki tarihi
kalıntıların Bizans döneminde savunma ve sığınma
amacıyla yapılan kale duvarları olduğunu tahmin
ettiklerini de dile getiren Kütahya Müze Müdürü
Metin Türktüzün ise konuşmasına şöyle devam etti :
"Sur duvarlarına,
kalenin yukarısından aşağıya doğru bir toprak
akıntısı var. Yağmur suları ve değişik nedenlerden
dolayı akan topraklar kalenin sur duvarlarını
kaplamış. Öncelikle temizleyip sur duvarlarını
ortaya çıkarmaya çalışıyoruz.
Kütahya Kent Haber,
24.10.2013
|
23 ASIR SONRA
YENİDEN TOPRAK ÜSTÜNDE
Kaunos antik kentindeki kazı çalışmalarında, Kaunos baş tanrısına adak olarak sunulduğu düşünülen genç kız heykeline ulaşıldı.
Heykelin stil özellikleriyle erken Hellenistik dönemde yontulmuş olduğu öngörülüyor.
23 asırlık genç kız heykelinin, konservasyon ve restorasyon çalışmaları sonrasında Fethiye Müzesi’nde sergilenmesi planlanıyor.
Yeniçağ, 21.09.2013
|
|
13 - 19
Ekim 2013
|
OKTAY EKİNCİ'Yİ KAYBETTİK
Cumhuriyet Gazetesi
yazarı, Mimarlar Odası eski genel başkanı Y. Mimar
Oktay Ekinci beyin kanaması nedeniyle tedavi gördüğü
Alman Hastanesi'nde vefat etti.

Mimarlar Odası eski genel başkanı ve akademisyen Oktay Ekinci’yi (61) kaybettik.
Cumhuriyet Gazetesi'nin haberine göre, beyin
kanaması nedeniyle Alman Hastanesi’nde bir süredir
tedavi gören Ekinci dün (14 Ekim 2013) akşam
saatlerinde solunum ve kalp durması sonucu yaşamını
yitirdi.
Ailesine, yakınlarına ve tüm mimarlık camiasına
başsağlığı dileriz.
Özgeçmişi
1952 yılında Balıkesir’de dünyaya gelen
aslen Karslı olan Oktay Ekinci, ilkokulu Erzincan ve
İstanbul’da okudu. Orta öğrenimini İstanbul
Pertevniyal Lisesi’nde tamamlayan Ekinci yüksek
öğrenimine 1969 yılında o zamanki adı Devlet Güzel
Sanatlar Akademisi olan Mimar Sinan Güzel Sanatlar
Üniversitesi’nde Yüksek Mimarlık Bölümü’nde başladı.
Öğrencilik yıllarında Politika gazetesinde ve birçok
dergide gazetecilik ve çizerlik yaptı. Karikatür
çalışmalarıyla sergilere katıldı, ödüller aldı.
Fatih Halkevi’nde yöneticilik; Akademi’de öğrenci
temsilciliği görevlerinde bulundu.
Mezuniyetten sonra 1978 yılında Muğla
Belediyesi’nde İmar Müdürü olarak kamu görevine
başladı. Muğla Kentsel SİT alanı ve doğal /tarihsel
çevrenin korunmasına yönelik planlama çalışmalarına
katıldı, uygulamaları yönetti. 12 Eylül 1980
darbesinden sonra belediyedeki “atama” yönetimle
anlaşamayarak istifa etti. Eşi yüksek mimar Zehra
Ekinci ile birlikte serbest mimarlık yaptı. Mimarlar
Odası’nın çeşitli kademelerinde yöneticilik
görevleri üstlendi. Muğla’da Oda temsilciliği,
merkezde yayın komitesi üyeliği ve 1988-1990
döneminde genel başkan yardımcılığı göreviyle
Mimarlar Odası Merkez Yönetim Kurulu üyeliğinde
bulundu.
1992-1996 yıllarında iki dönem Mimarlar Odası
İstanbul Büyükkent Şubesi Başkanlığı yapan Ekinci,
1998-2000 dönemi ve 2000-2002 dönemi için Mimarlar
Odası Genel Başkanlığı’na seçildi. 1993 yılından
itibaren MSÜ Mimarlık Fakültesi-Şehir ve Bölge
Panlama Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak, yüksek
lisans öğrencilerine “Kentsel Planlamada Yerel
Kimlik” ve “Koruma Politikaları” dersleri verdi.
Ekinci, 1980’lerden itibaren Cumhuriyet gazetesinde
yazıları çıkan Ekinci 1992 yılından bu yana da
düzenli olarak köşe yazarlığı yapıyordu.
Ekinci, “ÇED Köşesi” ve “Uygarlıkların izinde”
köşelerinde Türkiye’nin dört bir köşesindeki kültür
varlıklarına yönelik tahribatı gündeme taşıyordu.
Ulusal Kanal’da da “İmar Dosyası” adlı programı
hazırlayıp sunuyordu.
1993 yılından itibaren de İstanbul, Erzurum,
Antalya, Muğla’da koruma kurulu üyeliği yaptı.
Ulusal Kanal’da Son olarak CHP’nin yerel seçimler
için aday adayı olan isimlerine ders veriyordu.
Ekinci evli ve iki çocuk babasıydı.
Kitapları
Çevremiz de Demokrasi Bekliyor, Memleketimden Çevre
Manzaraları, İnsan Hakları ve Çevre, İstanbul’u
Sarsan 10 Yıl: 1983-1993, Dünden Bugüne İstanbul
Dosyaları, Bütün Yönleriyle Taksim Camisi Belgeseli,
Yüzyılın Direnişçisi Küba Devrimi ve Tarih Bilinci,
Çevreciliğin ABC’si, Şeriatın Kravatlı Başkanı ,
Rant Demokrasisi Çöktü: Deprem Yazıları, İstanbul’un
“İslambol” On Yılı: Mart 1994 - Mart 2004, Adanmış
Yazılar/ Korumak Sevgidir!, Kars Kitabı.
Ödülleri
Oktay Ekinci, 1995 yılında “İstanbul’u
Sarsan On Yıl” araştırma dizisiyle Türkiye
Gazeteciler Cemiyeti’nin başarı ödülünü aldı.
1996’da Mimarlar Odası’nın “Kayaköyü Barış ve
Dostluk Köyü” kampanyasındaki etkin çalışmaları
nedeniyle “1996 yılı Abdi İpekçi Barış ve Dostluk
Ödülü”ne değer bulundu. 2001’de mimarlık mirasının
önemi için kamuoyu bilincine katkısı nedeniyle
Uluslararası Kültürel Varlıkların Restorasyonu ve
Korunması Çalışmaları Merkezi (ICCROM) tarafından
dünya basınından örnek gösterdiği yazarlarla
birlikte “Onur Ödülü”ne sahip oldu. 2002 yılında
Avrupa-İstanbul yayın gurubunun “İstanbul - Kent
Ödülü”nü aldı. 2002’de mimarlık sanatının tarihsel
kaynaklarının korunmasındaki çabaları nedeniyle de
Türk Sanat Kurumu’nun “Yılın Sanatçıları” ödül
programı kapsamında “Sanat Onur Ödülü”nü aldı.
Yapı, 15.10.2013
|
BİLİNENLER GÜNCELLENİYOR, BİLİNMEYENLER GÜN IŞIĞINA ÇIKIYOR...
İSTANBUL İLİ YÜZEY ARAŞTIRMALARI (İstYA) PROJESİ

TC Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nün izni ile İstanbul Üniversitesi Prehistorya Anabilim Dalı’ndan Yrd.Doç.Dr. Emre Güldoğan başkanlığında geniş bir ekiple başlatılan İstanbul İli Yüzey Araştırmaları (İstYA) Projesi, 2 Eylül – 1 Ekim 2013 tarihleri arasında gerçekleştirilmiştir. İstanbul’un Avrupa ve Asya yakalarında yer alan 15 ilçede (Silivri, Çatalca, Büyükçekmece, Beylikdüzü, Gaziosmanpaşa, Sarıyer, Kartal, Pendik, Maltepe, Tuzla, Beykoz, Sultanbeyli, Sancaktepe, Şile, Çekmeköy) gerçekleştirilmesi planlanan projenin bu ilk yılki çalışma alanı Silivri ilçesi oldu.


İstYA Projesi kapsamında, yüzey araştırması çalışmalarının yanısıra sözlü tarih ve Coğrafi Bilgi Sistemi (CBS) uygulamaları da gerçekleştirildi. Silivri ilçesinden başatılan projede, ilçe sınırlarında bulunan 36 köyden 33 tanesinde yüzey araştırması çalışmaları tamamlandı (3 köy, yakın tarihte kurulan köyler olduğundan, arkeolojik-tarihsel veri barındırmamaktadır). Söz konusu bölgelerde yapılan araştırmalar sonucunda, daha önceki dönemlerde yapılan çalışmalarda tespit edilmiş olan arkeolojik-tarihsel kalıntıların son durumlarının belgelenmesinin yanı sıra, daha önceden tespit ve tescil edilmediği saptanan yeni buluntu alanlarıyla da karşılaşılmıştır.

Sözlü tarih çalışmaları sırasında, Silivri ilçesinin yerlisi olan ve en az 3 kuşaktır bölgede yaşamış, farklı meslek gruplarından kişilerle görüşmeler yapılmış ve bu görüşmeler kamera, fotoğraf ve ses kayıtları ile belgelenmiştir. Yine ilçenin gelişim ve değişimi konusunda görüşme yapılan kişilerden alınan bilgilerin yanısıra, resim, evrak vb. gibi belgelerle sözlü-görsel tarih arşivi oluşturulmaya başlanmıştır.

Coğrafi Bilgi Sistemi (CBS) uygulamalarında da, Silivri ilçesinde yüzey araştırmaları sırasında tespit edilen arkeolojik-tarihsel kalıntılar, harita üzerinde GPS koordinatlarına göre noktalanmış ve incelenen tüm alanlar bilgisayar ortamında haritalara işlenmiştir. İstYA Projesi 2013 yılı çalışmaları sonucunda elde edilen tüm bilgilerin, bir ön rapor olarak yayınlanma çalışmaları devam etmektedir.

Dr. Güldoğan, çalışmaların önümüzdeki yıllarda kapsamının genişletilerek sürdürüleceğini ve yeni teknolojilerin projede yoğunlukla yer alacağını belirtmiştir.
TAYHaber, 19.10.2013
|
YÜZ BİNLERCE YIL ÖNCESİNE IŞIK TUTUYOR

Antalya il sınırları içinde bulunan Karain Mağarası Anadolu’nun en önemli tarih öncesi yerleşimlerinden yalnızca biri. Onu benzersiz kılan ise yüz binlerce yıl öncesine, atalarımızın yaşamına ışık tutması.
Karain Mağarası, Antalya’nın yaklaşık 30 kilometre kuzeybatısında, Yağca köyü yakınlarında bir arkeolojik sit alanı. Yüzünü Akdeniz’e dönmüş kalkerli Şam dağının yamaçlarında bulunan Çadır Tepesi’nin içine oyulmuş Karain Mağarası, bölgede bulunan onlarca doğal mağaradan bir tanesi. Onu diğerlerinden ayıran yönü ise yalnız bölgenin değil Türkiye coğrafyasının iskan edilmiş en büyük mağara yerleşimi olması. Yüz binlerce yıl önce atalarımızın buraya yerleşmesinin de anlaşılır nedenleri var. Yapılan araştırma ve incelemeler ışığında, mağara çevresinde bulunan gür su kaynakları, yabani meyve ağaçları, yabani bitki kökleri ve sebzeler ve avlanmaya elverişli bol alan bulunduğu anlaşıldı. Tüm bu etmenler Karain Mağarası’nı atalarımız için cazibe merkezi haline getirmiş.
Karain Mağarası Prof. Dr. İsmail Kılıç Kökten tarafından 1946 yılında kazılmaya başlandı, 1973 yılına kadar kesintilerle birlikte devam etti. 1985’te ise Prof. Dr. Işın Yalçınkaya’nın yönetiminde araştırmalar günümüzde hâlâ devam ediyor.
KARAİN’DE KİMLER YAŞADI?
Karain Mağarası yaklaşık 11 metre kalınlıkta arkeolojik ve jeolojik dolguya sahip. Yapılan arkeoloji kazılarında Paleolitik (Yontma Taş Çağı), Mezolitik (Orta Taş Çağı), Neolitik (Cilalı Taş Çağı), Kalkolitik (Bakır Taş Çağı), Tunç Çağı’nda Karain Mağarası’nın yerleşim olarak kullanıldığı, Geç Roma-Erken Bizans döneminde ise tapınak-kutsal alan olarak işlev gördüğü anlaşıldı.
Karain Mağarası’nda yapılan araştırmaların en önemli sonuçlarından biri, Karain’de çağlar boyu süregelen alet teknolojisindeki evrimi izleyebilmek. Karain Mağarası’nda AltPaleolitik, Orta Paleolitik ve Üst Paleolitik dönemlerini temsil eden insan aletleri bulundu. Alt Paleolitik yani günümüzden yaklaşık 500 bin yıl öncesinde kullanılan alet teknolojisinin, Orta Paleolitik (günümüzden 125 bin yıl önce) ve Üst Paleolitik (günümüzden 14 bin yıl öncesi) dönemlerde sürekli geliştiğini Karain buluntularıyla takip etmek mümkün. Bu yüzeyli aletler içerisinde el baltaları, çakmak taşından kenar ve ön kazıyıcılar, taş delgiler, taş kalemler, uçlar, kemikten bizler, boynuz çatallarından yapılmış kamalar, kargı uçları dikkat çekenler arasında. Orta Paleolitik dönemde yaşamış olan Neandertal insana ait kafatası ve dişler, Üst Paleolitik döneme tarihlenen Homo Sapienslere ait kafatası ve iskelet parçaları, bütün taş çağları boyunca yaşadığı bilinen ve günümüzde çoğunun nesli tükenmiş olan hayvanlara ait diş ve iskelet parçaları, incir-buğday gibi fosilleşmiş bitki kalıntıları mağaradan çıkarıldı. Karain Mağarası’ndan çıkarılan eser ve kalıntılar Antalya Müzesi’nde sergileniyor.
MAĞARA BAKIMI HAK ETMİYOR MU?
Tarih öncesi araştırmalarında Türkiye’nin ve dünyanın sayılı merkezlerinden Karain Mağarası’nı gezmek isteyeceklere not: Hakkında daha önce bilgi sahibi değilseniz mağaranın önemini anlamanız zor. Yalnızca girişte Karain kazısı hakkında kısa bir not içeren pano dışında herhangi bir bilgilendirme mağarada yok. Bu yüzden kazılan dolgularda hangi kültür tabakaları tespit edildiğini ve hangi eserlerin bulunduğunu ise bilmek olanaksız. Mağaranın hemen yakınında çıkan eserlerin sergilendiği müze 3 yıl önce kapanmış. Karain Mağarası’ndan çıkan eserleri görmek için Antalya Müzesi’ne gitmek gerekiyor. Kanımızca Karain Mağarası daha özenli bir bakımı hak ediyor.
Evrensel/Antalya, Haber: Şiar Can Şener, 20.10.2013 |
SUALTI MÜZESİ YILDA 250
BİN ZİYARETÇİ AĞIRLIYOR
İngiliz heykeltıraş Jason de Caires Taylor'ın, Meksika'nın Cancun eyaleti açıklarında 2009'da kurduğu Museo Subacuatico de Arte isimli sualtı müzesi, sanatseverleri çok farklı bir ortamda ağırlıyor.
Suyun altında toplam 510 eseri bulunan heykeltıraş, okyanus ve denizlerde yaşayan canlıların doğal ortamlarının giderek zarar gördüğüne vurgu yapmak için heykelleriyle deniz canlılarını buluşturuyor.
Mercanlar, İngiliz heykeltıraşın en çok kullandığı canlı olmuş. Başta dalgıçlar olmak üzere, her yıl 250 bin ziyaretçisi bulunan Karayipler'deki bu sualtı müzesinin gördüğü ilgi nedeniyle kapasitesinin yükseltilerek, 8 bin eserlik bir müzeye dönüştürülmesi planlanıyor.
Sabah, 18.10.2013
|
|
NİŞAN TAŞLARI TEHLİKE
ALTINDA

İstanbul’un Okmeydanı
semtindeki nişan taşları, sokak aralarına sıkışmış
durumda. Yıllardır aynı vaziyette duran taşların
çoğu bugüne kadar harap olmuş, kalanlar ise çalınma
ve tahrip olma tehlikesiyle karşı karşıya.
Bir ay oldu olmadı, gazete sayfalarında çarşaf çarşaf yayımlanan bir haberle tüm dikkat nazarımızı İngiltere’ye çevirdik. Türk halkı olarak bizi bu haberle alakadar eden, mükerrer olduğundan pek bir aşina olduğumuz hırsızlık hikayesiydi.
Londra merkezli bir
internet sitesi, Karacaahmet Kabristanı’ndan
çalınarak yurtdışına çıkarılmış dört mezar taşının
satılığa çıkarıldığını ilan ediyordu.
Biz giden taşlara tüh
tühlerle hayıflanıyorduk ki son anda bir el uzandı,
sökülüp götürülen taşların imdadına yetişti. Kültür
Bakanlığı, bu sanal müzayede sitesi üzerinden
yapılan satışa müdahale etti ve gayri kanuni
yollarla satılan taşları anavatana getirdi. Bir
zafer öyküsü gibi duran bu operasyonun arka yüzünde
bizden taraf binler ihmal var.
Şu bir gerçek ki el
altında yıllar yılı bekleyen tarihi eserler ancak
yabancı eline düştüğü vakit kıymete biniyor. Ne
gariptir ki geri getirmedeki çaba ve gayreti, taş
ustaları elinde bir hamur gibi incelen bu eserleri
muhafazada gösteremiyoruz.
Tabii bir de el altından
satılmış binlerce taş var ki, o konuya yürek
dayanmaz. Pek tabii, o taşların itinayla
hırsızlanıp, yabancı eline pazar edilmesine aracılık
yapan talihsizler de yok değil.
Bu haberle sızlayan
vicdanımız biraz olsun rahat etti etmesine ama
başımıza gelen bu musibetin, kimseye nasihat
olmadığı bir hayli aşikar.
Zira vaktiyle Altın
Boynuz’un ok yarışlarıyla şenlenen yamaçları,
bugünkü duyarsızlığın başka bir veçhesini açık
ediyor. Bir zamanlar keskin gözlü okçuların kozunu
paylaştığı ve keskin nişancılarıyla efsaneleşen
Okmeydanı, unutulmak üzere olan kadim bir kültüre ev
sahipliği yapıyor.
Geçtiğimiz aylarda
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nce buraya yapılan
Okçular tekkesi sayesinde, okçuluk sporu küllerinden
doğmayı başardı. Semtin göbeğinde inşa edilen büyük
okçuluk külliyesi, içindeki namazgah ve son derece
iyi tertip edilen müze ile bu kültürü yaşatmaya
devam ediyor.
Sultana ait taşlar
balkon hizasında

Semt bu kültürün şaşaalı
günlerine döndürülmek istense de gel gör ki mahalle
arasındaki son derece kıymetteki nişan taşları
kaderine terk edilmiş durumda. Beton evlerin sıkışıp
kalmış sokak aralarında, bahçe kenarında ve hatta
kömürlük gibi mekanlarda bekleyen nişan taşları
tahrip olma ve çalınma tehlikesiyle karşı karşıya.
Çarpık kentleşme ve
bilinçsiz tahribat yüzünden yazıları silinmeye yüz
tutan tarihi eserler, kendilerine sahip çıkılacağı
günü bekliyor.
Okmeydanı, Çıksalın,
Hasköy, Sütlüce, Tozkoparan merkezlerine
serpiştirilmiş nişan taşları, ne yazık ki, hak
ettiği kıymeti bugüne kadar göremedi. Aralarında
Sultan II. Mahmut ve III. Selim’in de diktirdiği
nişan taşları bugün mahalle köşelerinde,
gecekonduların yerine yapılmış apartmanların
duvarlarına bitişik durumda.
Bu konuda göçün en sık
yaşandığı 1970’li yıllara ait gazete haberleri
semtin bilinçsiz bir kitle tarafından nasıl
yağmalandığını gözler önüne seriyor.
Gecekondulardan ip
uzatıp bahçelerinde kalmış bu taşlara çamaşır asan
da olmuş, yıkılan taşları evinin temelinde kullanan
da. Osmanlı devrinde sadece seçkin kimselerce
diktirilen bu taşların kıymeti aslında üzerinde
yazılan kitabelerden de anlaşılabilir.
Okçuluk müsabakasında
rekorlar kıran bir okçu adına ya da kıran kırana
geçen bir müsabakanın ardından bir anı olarak
dikilen taşlar, üzerindeki manzum yazılarla da edebi
bir eser niteliğinde.
Belki bu tarihi sporun
ve paha biçilmez taşların kıymeti zamanında
bilinseydi Okmeydanı semti, tüm dünya okçuları için
bir cazibe merkezi olabilirdi.
İsmiyle müsemma bir
semt
Okçuluk, bilindiği üzere
ateşli silahlar icat edilene kadar Türkler arasında
sıklıkla kullanılan bir savaş aleti olmuştu. Öyle ki
gözünü kestirip attığını vuran okçular, halk
arasında kemankeş olarak bilinir, sahip olukları
maharetle her daim övgüyü hak edermiş. Tüfeğin
çıkması, yıllardan beri yapılagelen bu sporun deyim
yerindeyse kökünü kurutmuş. Okçular üzerine
anlatılan hikayeler de yavaş yavaş tarihe karışmış.
Bu yüzdendir ki “tüfek icat olundu, mertlik bozuldu”
darbımeseli bugüne kadar çıkagelmiş. Fakat keskin
gözcü okçuların toplanma yeri İstanbulluların da
tahmin edebildiği gibi Okmeydanı idi.

Kaptanpaşa Mahallesi’nde, Hacı Beşir Ağa’ya ait celi
sülüs kitabeli nişan taşı. Bahçe duvarına dayanan
musanna taş 2004 yılından bu yana aynı vaziyette.
(Şinasi Acar arşivi)

Beşir Ağa’nın 639 metrelik ok atışı sonrasında
dikilen nişan taşı. 1930 yılında çekilen
fotoğraftaki taşın külahı bugün kaybolmuş. Bir
imalathane bahçesinde rastgeldiğimiz taş, hırsızlığa
davetiye çıkarıyor. İşyeri sahibi, “Bu değerli eseri
korumak istesem de izin vermediler.” diyor.

Gecekondulaşma sırasında bilinçsizce kırılan nişan
taşları ibretlik bir görüntü sunuyor.
Zaman, Haber: Erkam
Emre, 18.10.2013
|
KABE YENİ REVAKLARIYLA BÖYLE GÖRÜNECEK

Genişletme projesi yürütülen Kabe’nin
restorasyonu bittikten sonra inşa edilecek tarihi
Osmanlı revakları ile yeni halini gösteren proje
fotoğrafına Hürriyet ulaştı.
Kabe’yi genişletme projesi kapsamında yıkılan
tarihi Osmanlı revaklarının, Arafat’taki bir
atölyede aslına uygun olarak restore edilme
çalışmaları son hızla devam ediyor. Restorasyon
bittiğinde revaklar yeniden Kabe’nin etrafını
süsleyecek. Hürriyet, Kabe’nin revaklarıyla yeni
halini gösteren projenin fotoğrafına ulaştı. Suudi
yönetimi Osmanlı Revakları’nın yıkımına geçtiğimiz
yıl başladı.
TAMAMEN YIKILACAKTI
Projenin başında revaklar tamamen kaldırılacaktı
ancak devreye Başbakan
Tayyip Erdoğan girdi. Revakların yeniden
Kabe’nin etrafına yerleştirilmesi kararlaştırıldı.
Kabe’nin etrafındaki 500 revaktan sökümü
tamamlananlar, Türk inşaat şirketi Gürsoy Grup
tarafından Arafat’ta kurulan bir atölyeye taşındı.
Burada aslına sadık kalınarak restorasyon projesi
başladı. Arafat’taki restorasyon atölyesinde devam
eden sağlamlaştırma çalışmalarının ardından tarihi
parçalar paketlenerek ait oldukları Kabe çevresine
tekrar nakledilecek. Kubbe alemleri, rozet ve
kitabeler taş dendanlar, cephe ve ayakları taş
kaplamaları, kalemişi bulunan sıvalar, orijinal
kubbelerin tuğlaları, kemer taşları, sütun, başlık
ve kaideleri gibi mimari ögelerin tamamı da yine
numaralandırılarak sökülüp, korumaya alınacak.
Sökülen revaklar, bakımdan geçirildikten sonra 15
metre geri çekilip, tavaf alanıyla aynı seviyede
olacak şekilde yeniden inşa edilecek.
PROJEDE TÜRK MÜHENDİSLER
Rekonstrüksiyon çalışmaları çerçevesinde
sökülerek restorasyonu gerçekleştirilen bu
elemanlar, hac dönemi sonrasında Türk mühendis ve
mimarlar tarafından projesine uygun bir şekilde
geleneksel yöntemlerle yeniden inşa edilecek
revaklar da aynı şekilde kullanılacak.
1.5 milyonluk kapasite
Kabe'deki Osmanlı revaklarının zemin kotu avlu
seviyesine, yani tavaf alanının kotuna indirilip
aradaki fark ortadan kalkacak. Proje
tamamlandığında, şu anda 50 bin kişilik olan tavaf
kapasitesi 200 bine, 400 bin olan cemaatle aynı anda
namaz kIlma kapasitesi 1.5 milyona çıkacak.
Hürriyet, Haber: Fatma Aksu, 17.10.2013
|
KARANLIK KONTES'İN 200 YILLIK SIRRI
Fransız
Devrimi’nde kaçmayı başaran, kraliyet ailesinin en
gizemli üyesi olan Marie Thérèse Charlotte’a ait
olduğu sanılan Almanya’daki mezar kazılmaya
başlandı.

1789 Fransız Devrimi’nde giyotinle idam edilen
Kral 16. Louis ile Marie Antoniette’in en büyük
kızları, kraliyet ailesinin en gizemli üyesi
Marie Thérèse Charlotte’a ait olduğu sanılan
Almanya Hildburghausen kasabasındaki mezar,
önceki gün kazılmaya başlandı. Mezarda yatan,
her zaman peçeli gezdiği bilinen “Karanlık
Kontes” lakaplı kadının, Fransız Devrimi’nden
kaçmayı başararak canını kurtaran tek kraliyet
üyesi olan Marie Thérèse olduğu sanılıyor.
Cenaze töreni bile yapılmadı
1837’de 60’lı yaşlarında öldüğü sanılan Marie
Thérèse Charlotte, muhtemelen dini bir tören
dahi yapılmaksızın hemen defnedildi. Alman
bilimadamları şimdi 1830 yılında 20 dakikalığına
Fransa Kraliçesi de olan Marie Thérèse’nin
200 yıllık sırrını öğrenmek, mezarın ona ait
olduğunu kesinleştirmek için DNA testi yapacak.
Hildburghausen Müze Müdürü Michael Romhild,
“Modern bilim Karanlık Kontes’in kaderini
aydınlığa kavuşturacak” dedi.
DNA testi yapılacak
1830 yılında 20 dakikalığına Fransa Kraliçesi
de olan Marie Thérèse’ya ait olduğu sanılan
mezar iş makineleri yardımıyla kazıldı. Mezarın,
Kral 16. Louis ile Marie Antoniette’in kızına
ait olduğunu kesinleştirmek için DNA testi
yapılacak.
Hürriyet, 17.10.2013
|
 |
WARHOL VE MUNCH, CERMODERN'DE
CerModern yirminci yüzyılın sıra dışı iki ustasını ağırlayacak: Edvard Munch ve Andy Warhol.
6 Kasım-5 Ocak 2013 tarihleri arasında düzenlenecek sergi, bu sıra dışı iklinin, Varoluşçu-ekspresyonist Edvard Munch (1863-1944) ve sakin ve bağımsız Andy Warhol'un (1928-1987) belirgin benzerliklerini ortaya çıkarmak amacını taşıyor. Norveç Büyükelçiliği'nin desteğiyle Ankaralı sanatseverlerle buluşacak serginin küratörlüğünü Patricia G. Berman ve Stave Pari üstleniyor. Yirmi yedi seçkiden oluşan sergide, Munch'ün yüzyılın başlarında ürettiği dört taşbaskı serisi olan Çığlık, Broş, Madonna, Eva Mudocci ve İskelet Kol adlı dört motifinin baskılarının yakından incelenmesi ve 1984 yılında Warhol tarafından özel tekniklerle oluşturulan pano baskı seriler yer alıyor. Edward Munch'un doğumunun 150. yılı anısına gerçekleştirilecek olan sergi, Andy Warhol Müzesi (NY), Munch Müzesi (Oslo) ve özel koleksiyonlardan derlenmiş ve şimdiye kadar çok az gösterilmiş eserlerden oluşuyor.
Zaman, 17.10.2013
|
KENDİ KÜÇÜK, TARİHİ BÜYÜK!
İtalya ,
Türkiye ve
Yunanistan ortaklığında organize edilen
Uluslararası Kentsel ve Mimari Restorasyon
Bienali’nin ikincisine (BRAU 2),
İstanbul Kemerburgaz Üniversitesi ev
sahipliği yapacak. 30 Ekim’de Uluslararası
Mimari Koruma Merkezi (CICOP) Başkanı Prof. Nina
Avramidou’nun açılışını yapacağı bienalde
İtalya, Yunanistan ve Türkiye’den uzmanların
katılımıyla Via Egnatia Yolu üzerindeki mimari
yapılara, tarihi eserlere, halklar arasındaki
kültürel etkileşimlere dikkat çekilecek. Bienal,
‘Tüm Zamanların Yolu Via Egnatia’ ve Via Egnatia
Yolu üzerinde bulunan ‘Kendi Küçük Tarihi Büyük’
eserlerin inceleneceği iki oturum şeklinde
olacak. Ayrıca 22-31 Ekim tarihleri arasında
İstanbul Kemerburgaz Üniversitesi’nde Via
Egnatia üzerinde bulunan tarihi ve mimari
eserlerin fotoğraflarından oluşan bir sergi
düzenlenecek.
Radikal, Haber: Hazal Polat, 17.10.2013
|

Via Egnatia
|
 |
PARİS'İN FİYATI 720 MİLYAR EURO
Dünyanın en çok ziyaret edilen kenti Paris’in fiyatı belli oldu. Tarihçi Patrice de Moncan ile Fransa Emlak Ajansları Federasyonu FNAIM Başkanı Gilles Ricour de Bourgies ortak bir kitap yazarak, Paris’teki tüm emlak varlığının fiyatını hesapladı. İki uzmanın hesabına göre, Elysee Sarayı ya da Eyfel Kulesi gibi tarihi binalar hariç bütün Paris’teki emlak varlığının toplamı 707 milyar euro . Paris’teki 1.3 milyon apartman ve evin fiyatı 525 milyar euro. Toplam 16 bin 818 metrekare genişliğindeki büroların fiyatı ise 142 milyar euro. Geriye kalan 84 bin butik ve atölyenin toplam bedeli ise 39.6 milyar euro. İki uzman bu hesaba tarihi binaların ederlerinin de eklenmesi gerektiğini belirtiyor. Yine aynı kitaba göre, paha biçilmez Elysee Sarayı’nın değeri 1.3 milyar euro, Eyfel Kulesi’nin 2.8 milyar, Louvre Müzesi’nin ise 7.5 milyar euro ediyor. Tarihi binalarla birlikte Paris’in toplam değeri yaklaşık 720 milyar euroyu buluyor.
Radikal, Haber: Arzu Çakır Morin, 17.10.2013
|
MERKEL VE PUTİN, TROYA MÜZESİ AÇILIŞINA DAVET
EDİLMELİ

Troya
Müzesi inşaatı geçtiğimiz günlerde resmen başladı.
Müze açıldığında, Türkiye’den kaçırılan ve 44 farklı
müze ve koleksiyona dağılan Troya eserlerinin geri
dönmesi mümkün olacak. Doç.Dr. Rüstem Aslan’a göre
müzenin açılışına, kültürel savaş ganimeti
tartışmalarını sürdüren Merkel ve Putin de davet
edilmeli.
Bir düş daha gerçekleşme yolunda. Başta
Çanakkaleliler olmak üzere tüm Türkiye’nin, hatta
dünyanın yıllardır beklediği Troya Müzesi inşaatı
geçtiğimiz günlerde başladı. Üstelik çok da hızlı
ilerliyor. Böyle giderse inşaatın 2014 sonunda
biteceği söyleniyor; Troya Müzesi’nin de 2015
yılında açılacağı… Hatta tam da 1915 yılında
kazanılan Çanakkale Zaferi’nin 100. yıldönümünde.
Yani ışık göründü; özellikle de Troya’dan dünyanın
dört bir yanına kaçırılan eserlerin yeniden ait
olduğu yere, ülkemize getirilmesi ve sergilenmesi
hususunda. Çanakkale On Sekiz Mart
Üniversitesi-Arkeoloji Bölümü’nden Doç.Dr. Rüstem
Aslan’a göre bu, yüzyılın projesi. Detayları ondan
dinledik…
Siz uzun zamandır Çanakkale’de ve kazıların
içindesiniz. Süreç nasıl ilerledi?
25 yıldır Troya’daki çalışmaların içindeyim.
Öğrenci olarak katıldığım kazılar konusunda master
ve doktora yaptım, ayrıca kazı eş başkanlığı
görevini yürüttüm. Çanakkale’ye ilk kez 1988 yılında
geldiğimde Troya, harabe harabesi bir ören yeri;
Çanakkale de ören yerinden kopuk, küçük bir sahil
kasabasıydı. 1988 yılında Troya’daki yeni dönem kazı
ve restorasyon çalışmalarını başlatan M. Osman
Korfmann; öncelikle tarih öncesi ören yerleri için
çok zor bir işe girişti: Troya’yı anlaşılarak
gezilebilen bir yere dönüştürdü. Daha sonra da
yaptığı arkeolojik keşifler ve yayınlarla oranın bir
Anadolu kenti olduğunu ortaya koydu. Korfmann’ın
asıl önemli başarısı; elde ettiği sonuçları sergi,
yayın ve belgesel filmlerle topluma anlatması oldu.
Korfmann ayrıca; Türkiye’deki ilk Milli Park master
planının gerçekleşmesi için de büyük çaba gösterdi.
Troya Tarihi Milli Park süreci 1996 yılında
sonuçlandı. Bunun hemen sonrasında da Kültür
Bakanlığı’nın girişimleriyle ve yoğun bir çabayla
1998 yılında Troya, UNESCO Dünya Kültür Mirası
Listesi’ne alındı.
Müze fikri ne zaman, nasıl ve hangi ihtiyaçlarla
ortaya çıktı?
Çanakkalelilerin hayal bile etmedikleri Troya
Müzesi fikri de yine 1998 yılından itibaren Korfmann
tarafından dile getirilmeye başladı. Kültür ve
Turizm Bakanlığı’nın kararlı tutumu ve
Çanakkale’deki siyasi iradenin projeye her anlamda
sahip çıkmasıyla da süreç hızlandı. Çanakkale
kentinin 25 km uzağında, Troya’nın yani Tevfikiye
Köyünün hemen bitişiğindeki müzenin projesi bir
yarışmayla elde edildi. Oldukça önemli ve saygın
jüri üyeleri günlerce tartışarak Ömer Selçuk Baz’ın
projesini birinci seçti. Projede 10.000 metrekarelik
bir gezi-sergi alanı bulunuyor. Karşımızda, ören
yerini ezmeyen ve Troya’da tarih öncesi höyüğün
öyküsünü anlaşılabilir bir şekilde sunan bir müze
var. Troya; filmler, rekonstrüksiyonlar ve
animasyonlar gibi modern müzecilik teknikleriyle
mitolojisinden buluntularına kadar detaylıca
anlatılacak.
Ankara ve İstanbul’daki müzelerde sergilenen
Troya eserleri de bu yeni müzede toplanabilecek mi?
Bunun kararını Kültür ve Turizm Bakanlığı
verecek. Ama tabii ki konsept yeni ve eski dönem
eserlerin bir arada sergilenmesi üzerine kurulu.
Müze açılışını takip eden günlerde ne gibi
gelişmeler olacak? Gerçekten de yurtdışına kaçırılan
eserlerin dönüşü mümkün olacak mı?
Troya Müzesi’nin açılması arifesinde ulusal ve
uluslararası kamuoyunu en çok ilgilendiren
konulardan biri; Heinrich Schliemann’ın 1873 yılında
Troya’dan kaçırdığı, ancak II. Dünya Savaşı
sonrasında Rusların savaş ganimeti olarak Berlin’den
Moskova’ya götürdüğü ve 1995 yılından itibaren
Puşkin Müzesi’nde sergilenen ‘Troya Hazineleri’.
Osmanlı İmparatorluğu’nun, topraklarından kaçırılan
eserlerin geri dönmesi için başlattığı ilk hukuki
süreç de yine Schliemann’ın kaçırdığı eserler
üzerine… Osmanlı istediğini elde edememiş olsa da bu
davanın sembolik bir önemi var. Şunu açıklıkla
belirtmek gerekir ki ‘eserler çıktıkları yerde
sergilenmelidir’ ilkesi akademik bir gerçek. Ancak
bunun için eserlerin çıktığı yerdeki tüm fiziksel
koşulların modern anlamda yerinde olması gerekiyor.
Bu şart da Troya Müzesi’nin açılmasıyla sağlanacak.
Müze açıldığında, Türkiye uluslararası komuoyunda
sadece Troya Hazineleri’nin değil, Türkiye’den
kaçırılan ve 44 farklı müze ve koleksiyona dağılan
tüm Troya eserlerinin geri dönmesi için etik bir
baskı yapabilecek; aynı zamanda hukuki süreci de
daha etkili bir şekilde takip edebilecek.
Geçtiğimiz aylarda kaçırılan eserlerle ilgili
oldukça olumsuz gelişmeler yaşandı. Türkiye bu
konuda herhangi bir girişimde bulundu mu?
Önce olayı hatırlayalım: 20 Haziran 2013’te Rusya
Devlet Başkanı Vladimir Putin, St.Petersburg’daki
‘Uluslararası Ekonomik Forum’ kapsamında Hermitaj
Müzesi’nde düzenlenen ‘Sınırların Olmadığı Avrupa’da
Tunç Çağı’ başlıklı sergiyi Almanya Başbakanı Angela
Merkel ile birlikte açmak istedi; ancak Almanya
Başbakanı Merkel, sergi açılışını programından
çıkardı. Putin’in yoğun çabaları sonrasında, son
anda Merkel, açılışa katılmaya ikna edildi ve
diplomatik bir kriz önlendi. Bu krizin nedeni Troya
Hazineleri’ydi. Troya’dan kaçırılan eserlerin de
bulunduğu sergiyi Merkel’le birlikte gezen Putin,
II. Dünya Savaşı sonrasında Rus askerleri tarafından
Almanya’dan kaçırılan eserlerin iadesiyle ilgili,
“Gerçekten bir vatandaş için ne fark eder; yeri
değiştirilen değerleri Almanya, St. Petersburg,
Moskova ya da Türkiye’de görsün. Belki bu takdirde
Türkler Schliemann’ın bulduklarını talep etmeyecek,
biz de kimselerden Rus değerlerimizin iadesini
istemeyeceğiz.” dedi. Düşünün… Troya’dan kaçırılan
eserler, ikinci bir ülkeye kaçırılıyor ve
sergilenmesi sırasında, eserlerin gerçek sahibi
olmayan ülkenin politikacıları eserlerin akıbetini
tartışıyor! Putin, sergi açılışındaki sözlerini bir
politikacı olarak sarf etti. Merkel’in tavrı da
politikti. Ancak Troya Hazineleri’nin aynı zamanda
hukuki, bilimsel ve etik tarafları da var. Troya
Müzesi açılışına, kültürel savaş ganimeti
tartışmalarını sürdüren Merkel ve Putin’in de davet
edilmesi; ama aynı zamanda çıktığı topraklardan
koparılan Troya Hazineleri’nin, ödünç ya da benzeri
bir anlaşmayla Türkiye’de sergilenme olanaklarının
zorlanması gerekli. Bu amaçla müze inşasına paralel
olarak, Troya eserlerinin geri dönmesi için bir an
önce uluslararası kampanyalar başlatılmalı. Bunlar
yapılırsa, hazinelerin geri dönüş süreci
hızlanabilir. Troya eserleri her anlamda çıktığı
topraklara ait ve ne olursa olsun geri dönmeli!
Zaman, Haber: Jülide Güngör, 17.10.2013
|
300 YIL DAYANDI,1 SAATTE KARARDI

Çin'de yapılan arkeolojik bir kazıda bulunan 300
yıllık bir mumya, tabutun kapağını açar açmaz,
oksijenle temas etmesi nedeniyle yaklaşık 1 saat
içinde simsiyah oldu.
300 yıl boyunca korunan mumyanın Qing Hanedanlığı
(MS 1644-MS 1912) döneminde yaşamış olabileceği
belirtildi. Arkeologlar, erkek mumyanın
kıyafetlerinin de bu Hanedanlık döneminden izler
taşıdığını belirtti. Aynı bölgede bulunan 2 diğer
iskelet de inceleniyor.
Londra Üniversitesi öğretim görevlilerinden Çin
Sanatları ve Arkeoloji uzmanı Dr Lukas Nickes,
"Tabutu ilk açtığımızda mumyanın yüzü bembeyazdı.
Hiç bozulmamış gibiydi. Ancak bir süre sonra yüzü
simsiyah oldu ve vücudundan çürük kokuları gelmeye
başladı. Aslında Çinliler eski Mısır'daki gibi
ölülerini asla mumyalamazdı. Bu kişinin cesedinin
neden çürümediğini inceleyeceğiz.Cesedi korumak için
ona özel bir uygulama yapıp yapmadıklarını
bilmiyoruz. Çünkü yakınlarda bulunan iki ayrı cesede
ait ancak kemik kalıntılarına rastladık" dedi.



Cesedin, mangal kömürü ile doldurulan tabutun
sıkı sıkıya kapatılmasından ötürü içeriye bakteri
girmediği ve bu mumyalanmış hale geldiği
düşünülüyor.
Habertürk, 17.10.2013
|
BİR ATIN TERKİSİNE YÜKLENEN TARİH

“Avni’nin atları” güzeldir çünkü
bağımsızlık için savaşmak üzere binilir sırtlarına,
o kavgayı taşırlar. Ferit Edgü’nün deyimiyle,
“epik”tirler. Resim sanatının bir soyutlama olduğuna
inanmadı pek. Belki o yüzden, çizdiği balıkçıda,
demircide, figürden çok emeği görmüştür bakanlar.
Bir panelde, Nazım’ın şiirine anıştırmayla,
“bazen kendimi at gibi hissediyorum” deyince, panel
yöneticisinin, “aman estağfurullah” demesine
şaşırmış Avni Arbaş. Çünkü, at olmak güzel bir
şeymiş, o bunu övünmek için söylemiş. At var, at
var. “Avni’nin atları” güzeldir çünkü bağımsızlık
için savaşmak üzere binilir sırtlarına, o kavgayı
taşırlar.
Ferit Edgü’nün deyimiyle, “epik”tirler. Destan
yazarlar.
At, hareket, mücadele... Avni Arbaş,
“clochar”ları da resmetti, Paris’in
baldırıçıplaklarını. Mahmut Makal’ın “Bizim
Köy”ünden esinle, Paris’in göbeğinde Türkiye’nin
köylüsünü de çizdi. O köylüyü, Köy Enstitüleri’nden,
Anadolu’yu gezerek tanımış, korkunç sefaleti ve
insanı tanımıştı.
Kendine hiç ihanet etmediğini söylüyordu, 1919’da
başlayan, 16 Ekim 2003’te sona eren yaşantısı
boyunca.
Babasından aldığı ilk resim derslerini, akademide
tamamladı. Paris’te yaşadı uzun yıllar. Ülkesine
döndüğünde, vatandaşlıktan çıkarıldığını öğrendi.
Kuvayi Milliye atlarını çizmeyi bırakmadı ama.
Resimde, Picasso ile kıyaslandı. Ahbabı
Picasso’ya hiç öykünmediği, kendi olmak istediği ve
olduğu bilindiği halde. Eşinin en çok tanışmak
istediği iki kişiden biri Chaplin’di. Bunu
tanıştıklarında ilk isim olan Picasso’ya da söyledi.
Picasso, üçüncü bir isimsiz eksik olacağı
kanısındaydı: Nazım.
Sonra bu anıyı dostları Nazım’a anlattılar.
Sonra Nazım’ı da desenledi Avni Arbaş. Atları hiç
bırakmadan. Sağrıları o kadar doluydu ki o atların,
o koca şair, üstünde duramayıp düştüğünü
söyleyecekti... Bir de şiir yazacaktı...
“Bu atlar Avni’nin atları” diyecekti. “Kuvayi
Milliye atları”...
Kuyruğuna memleketi satanların bağlanacağı atlar
yine gelecekti, Nazım binemese bile sırtlarına. Ama
oğlu binecekti elbet. Yine geleceklerdi, hem bu kez
bayraklarının üzerindeki ayyıldız, orak-çekiçli
olacaktı.
Sonradan, Avni Arbaş’la otururken, bu
orak-çekici, “ışıklar içinde” olarak değiştirecek,
bunun nedeni üzerinde tartışmalar başlayacaktı. Ama
değişmeyen tek şey vardı ki, Avni’nin atları, görür
görmez, orak-çekiçli bayrak taşıyan bağımsızlık
savaşçılarının şiirini yazdırmıştı.
“İnce Memed”in kapağını desenler gibi çizmişti,
hastane odasında yatağının yanındaki duvarları bile.
Son nefesine kadar çizmek dedikleri, bu kadar
somutlaşabilirdi.
Somut. Resim sanatının bir soyutlama olduğuna
inanmadı pek. Belki o yüzden, çizdiği balıkçıda,
demircide, figürden çok emeği görmüştür bakanlar.
Süvarinin ışık taşıdığını gördükleri gibi...
Sol haber, 16.10.2013
|
BU VADİDE TAŞ DEVRİNDEN BERİ İNSAN YAŞAMI VAR
İnönü İlçesindeki Kuzfındık Vadisi'nde yapılan
kazı ve saha araştırmalarında, "Taş Devri" olarak
bilinen dönemden bu yana 300 bin yıldır kesintisiz
insan yerleşimi bulunduğu belirlendi.
Kazı Grubu Başkanı ve
Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Ali Umut
Türkcan, AA muhabirine yaptığı açıklamada, vadide
çalışmaya,
Eskişehir Arkeoloji Müzesi yetkililerinin
yönlendirmesiyle 2006 yılında başladıklarını
söyledi.
Kültür ve Turizm Bakanlığından 2008'de aldıkları
izinle Kanlıtaş Höyüğü ve çevresinin daha iyi
anlaşılabilmesi için
İnönü Ovası'nın büyük bölümünü taradıklarını
ifade eden Türkcan, burasının,
Marmara Bölgesi ile Orta
Anadolu'nun kesişim alanlarından biri olduğunu
anlattı.
Bölgenin, Frigya'nın batı ucu olma özelliği de
bulunduğuna dikkati çeken Türkcan, şöyle konuştu:
"Buradaki paleolitik dönem bulguları bizi
şaşırttı. Bulgular ışığında bölgedeki yerleşimin,
günümüzden 300 bin yıl öncesine kadar gidebildiğini
tespit ettik. 'Alt ve orta paleolitik' dediğimiz Taş
Devrini, 7 kilometre boyunca yoğun olarak
belirledik. Bölgede Tunç Çağına ait yerleşimlerin
olduğunu da saptadık. Örneklerine her yerde
rastalanamayacak biçimde çok yoğun Roma ve Bizans
dönemlerine ait tümsek mezarları bulduk. Kuzfındık
Vadisi'nde Osmanlı'nın ilk dönemine ait kırsal bir
yerleşkeyi belirledik. Vadide bu döneme kadar
kesintisiz bir yerleşimin olduğu açık.
Eskişehir'in en eskiye giden insan izlerini
Kuzfındık Vadisi'nde bulduk. Paleolitik dönemden
Osmanlı'ya kadar kesintisiz bir insan hayatını
gördük."
Türkcan, bütün buluntuları kapsayacak şekilde
çalışmalarını bir kitapta toplayacaklarını belirtti.
Milli Eğitim Bakanlığınca bu yıl Aşağıkuzfındık
İlkokulunun kazı evi olarak kendilerine tahsis
edilmesinden duyduğu memnuniyeti dile getiren
Türkcan, "5-10 yıl kullanılabilecek bir kazı evi
oluşturduk. Desteklerinden dolayı
Anadolu Üniversitesi Rektörlüğü, İl Özel
İdaresi,
Eskişehir Arkeoloji Müzesi Müdürlüğü ve
Aşağıkuzfındık Köyü sakinlerine teşekkür ederim"
ifadesini kullandı.
haberler.com, Haber: Deniz Açık, 16.10.2013
|
46 MİLYON YAŞINDA
ABD’deki Smithsonian Doğa
Tarihi Müzesi’nden bilim insanları 46 milyon yıllık
bir sivrisinek fosilinin midesinde kan bulduklarını
açıkladı.
Araştırmayı yürüten ekibin başında bulunan Dale
Greenwalth, buluşun çığır açıcı olduğunu ancak ne
yazık ki ellerindeki kan örneğinin Jurassic Park
filmindeki gibi bir dinozora ait olamayacağını
söyledi. Greenwalth, “Bu sivrisinek dinazorların
soyu tükendikten 20 milyon yıl sonra yaşadı” dedi.
Hürriyet, 16.10.2013
|
|
KÜLTEPE'DE 4 BİN YILLIK ATIK SU KANALI ORTAYA
ÇIKARILDI

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya
Fakültesi
Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Kültepe Kazı
Başkanı Prof.Dr. Fikri Kulakoğlu, bu yıl yapılan
çalışmalar kapsamında Karum’da koloni çağının
özellikle geç evresine ait yapıların araştırılmasına
devam edildiğini söyledi.
Çalışmalar sırasında yerleşim planının daha iyi
anlaşılmasının sağlandığını ifade eden Kulakoğlu,
şöyle devam etti:
"Bu alandaki yerleşim planına baktığımızda,
günümüzden bile daha iyi şartlarda, düzenli bir
mahalle içinde yaşamlarını sürdürdükleri hatta o
dönemde olağanüstü sayılabilecek büyük atık su
kanallarının varlığını da görmüş olduk.Üzerleri sal
taşlarıyla kaplı, kanalizasyon diyebileceğimiz atık
su kanallarının varlığı bizleri şaşırttı. Aslında
bunların varlığı biliniyordu ama bu kadar genişi ve
büyüğü hele hele geç dönemde karşımıza çıkmamıştı.
Yani o dönemde oldukça ileri şartlarda bir
şehircilik anlayışıyla karşı karşıya olduğumuzu
söyleyebiliriz.
Kültepe’nin içinde bulunduğu Karahöyük
Köyü'nde
bugün bile kanalizasyon ya da atık su drenaj sistemi
olmamasına rağmen, günümüzden 4 bin yıl öncesinde
yerleşimde buna şahit olmak bizim için büyük bir
şans. Bu o dönem
Anadolu’nun ne kadar ileride ve gelişmiş
olduğunu göstermesi açısından önemli bir buluntu."
Kulakoğlu, kanalın bütün mahalleyi dolaştığını
belirterek, muhtemelen o dönemde var olan bir
akarsuya bağlandığını ve atıkların buraya
boşaltıldığını sözlerine ekledi.
Posta, 16.10.2013
|
|
TECAVÜZ HEYKELİ
POLONYA'YI KARIŞTIRDI
Jerzy Szumczyk adlı öğrenci, Sovyet askerlerinin II. Dünya Savaşı’nda Alman kadınlara tecavüzünü konu edinen heykeli, kentin Zafer Caddesi’ne dikti.
Ancak heykel ertesi gün izinsiz yerleştirildiği gerekçesiyle kaldırıldı. Heykeltraş öğrenci ise gözaltına alıp sorgulandıktan sonra serbest bırakıldı.
Milliyet, 16.10.2013
|
AYASOFYA'YI DA 'PAKETLEMEK' İSTİYORLAR

İstanbul Baş Vaizi Mustafa Akgül,
Sultanahmet Camisi’ndeki bayram hutbesinde Ayasofya
için de bir paket hazırlanmasını ve camiye
çevrilmesini istedi.Gericilerin belli aralıklarla
gündeme getirdiği Ayasofya’nın camiye çevrilmesi
talebine, Erdoğan “önce Sultanahmet’i doldurun”
diyerek göz kırptı.
Kiliseleri cami yapma modası, bayram
namazlarındaki vaazlara da taşındı. Baş vaiz, bayram
namazında Sultanahmet Camisi’nin dolmasını fırsat
bilerek, Başbakan’a mesaj yolladı. İstanbul Baş
Vaizi Mustafa Akgül, “Ayasofya cami olarak
açılmalıdır” dedi. Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı
Hasan Kamil Yılmaz’ın imamlık yaptığı Sultanahmet
Camisi’ndeki hutbeyi, İstanbul Baş Vaizi Mustafa
Akgül okudu.
Herkes istediğini alıyor da!
Hutbede, Ayasofya’nın cami olarak ibadete açılmasını
isteyen Baş Vaiz Mustafa Akgül, “Paketler açılıyor,
birçok kardeşlerimiz de paketlerden istediklerini
dile getiriyorlar. Biz de memnun oluyoruz çünkü
herkes istediğini isteyebilir” dedi. Akgül,
demokrasi paketine atıfta bulunarak başladığı
vaazında “Peki ama bizim şu bayramda paketlerden bir
talebimiz yok mu” ifadelerini kullandı.
Sultanahmet’in cemaatle dolup taştığını belirten
Akgül, “Ancak Ayasofya, cemaatten mahrum. Ayasofya
ağlıyor, mükedder. Ayasofya’nın açılması için daha
kaç paket bekleyeceğiz? Ayasofya büyük olduğu için
mi paketlere sığmıyor? Bir gün Ayasofya cami olarak
açılmalıdır” ifadelerini kullandı.
Başbakan ne demişti?
Ayasofya’nın yeniden camiye dönüştürülmesi için, yıl
içinde dinci kesimler kampanyalar yapmıştı. Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan, bu taleplere “Siz önce
Sultanahmet’i doldurun” yanıtını vermişti.
Ayasofya’ya bağlı Trabzon’daki Ayasofya Kilisesi
de camiye çevrilmişti. Trabzon’da uzun süre müze
olarak kullanılan Ayasofya, 52 yıl aradan sonra
tekrar camiye çevrilmiş ve freskler perdelerle,
zeminin üzeri ise halılarla kapatılmıştı.
Sol haber, 16.10.2013
|
GOYA'NIN TORUNU
HALKA AÇILIYOR
Romantizm akımının önde gelen isimlerinden olan
ressam ve gravür sanatçısı Goya’nın, torununu
çizdiği portresi 9 Ekim’de Dallas’ta halka açıldı.
İspanyol gerçekçiliğinin en büyük ustası Francisco Goya, 1827 yılında 27 yaşındaki torunu Mariano’nun portresini çizmişti.
Bu, 80 yaşını deviren sanatçının çizdiği son portre oldu. Dallas’taki Meadows Müzesi yetkilileri 2015 yılında gerçekleştirmeyi planladıkları ‘Barok’un 500. yılı’ sergisi için bu değerli tabloyu daha önceden müzelerine katmışlardı.
Akşam, 16.10.2013
|
|
MASKÜLEN SERGİ PARİS'İ SALLIYOR
Orsay
Müzesi’ndeki sergide erkek bedeni tüm çıplaklığıyla
gözler önüne seriliyor. 70 tablonun yer aldığı
sergi, ‘beden’ denince akla ilk gelenin kadın vücudu
olması fikrine de karşı duruyor.

“Para azalınca,
müzeler çıplaklığa sarıldı...” Bu cümle The New
York
Times gazetesi yazarı Doreen
Carvajal’a ait. Son haftalarda
Paris’i deyim yerindeyse ‘sallayan’ bir sergiden
bahsediyor. Orsay Müzesi’nde açılan
“Masculin/Masculin” (Maskülen) isimli
sergi, 17. yüzyıldan günümüze
erkek bedenini tüm çıplaklığıyla
gözler önüne seriyor. Carvajal’ın yorumu müzenin
para sıkıntısı çekmesinden dolayı ilgiyi arttırmak
için böyle bir yola başvurması...
Son günlerde Paris’in en
merak edilen
sanat etkinliğine dönüşen sergi, görkemli nü
heykellerle başlıyor ve 70 tablo, 20
heykel, çok sayıda fotoğrafa yer veriyor.
Sergiye
internet üzerinden izlenebilen ancak 18 yaş
sınırı konulan bir video da eşlik ediyor. Sergi için
hazırlanan bu video serginin açıldığı 24 Eylül
tarihinden bu yana yaklaşık 110 bin defa
izlenmiş.
‘Bugünü yakalıyoruz’
Müze adına
açıklama yapan temsilci Amelie Hardivilier,
“Sergiyle bugünün toplumunu yakalıyoruz. Konseptimiz
günümüz insanının ilgilerine yanıt vermek. Amacımız
skandal yaratmak değil” diyor. Sergi aynı zamanda
‘beden’ denince akla ilk gelenin kadın bedeni olması
fikrine de karşı duruyor.
2014’e kadar açık
Serginin tanıtımı için hazırlanan metinde, “Kadın
bedeninin çıplaklığına dair sergiler düzenlenmesi
alışıldık bir durum olmasına karşın,
Viyana’da Leopold Müzesi’nde geçtiğimiz yıl
düzenlenen bir sergi dışında, şimdiye dek yalnızca
erkek çıplaklığına adanmış bir sergi, hiç
düzenlenmemişti. Oysa erkek bedeni ve erkek
güzelliği 17. yüzyıldan günümüze, akademik sanat
eğitiminin bir parçası ve Batı sanatının
yaratıcılığının da anahtar noktalarından biri oldu.”
deniyor.
“Masculin/Masculin” başlıklı sergi, 2 Ocak 2014’e
kadar Paris Orsay Müzesi’nde ziyarete açık olacak.
Milliyet, 16.10.2013
|
|
BANSKY ESERLERİNİ 60 DOLARA SATTI
İngiliz grafiti sanatçısı Banksy, New York’taki
Central Park’ta açtığı bir stantta her biri yaklaşık
20 bin pound değerinde olan eserlerini 60 dolara
sattı.
“Better Out Than In” temasıyla bir ay boyunca her
gün yeni bir esere imza atacağı programı için New
York’ta bulunan Baksy, websitesinde bir video
yayımladı ve “Dün, bir stant kurdum ve %100 Banksy
imzalı tuvalleri her biri 60 dolardan satışa
çıkardım” yazdı. Gün boyunca yapılan satışlardan 420
dolar kazanan Banksy, “Lütfen bunun sadece bir
kereye mahsus olduğunu unutmayın” dedi.
Akşam, 16.10.2013
|
ANTALYA'YA SUALTI MÜZESİ

Deniz Ticaret Odası (DTO) Antalya Şubesi,
Meksika'nın Karayip Denizi'nde bulunan dünyaca
ünlü sualtı müzesinin bir benzerini Antalya'da
kurmayı hedefliyor.
Sualtı
sporculuğunun gelişmesi, Antalya'nın
bir dalış merkezi haline gelmesinin
amaçlandığı proje için Batı Akdeniz
Kalkınma Ajansı (BAKA) ile
görüşmeler başladı. Antalya'da bu
müze için Side'nin düşünüldüğü
öğrenildi.
DTO Antalya Şubesi Başkanı İnanç
Kendiroğlu, müzenin hem Antalya'nın
hem de bölgenin sualtı
turizm potansiyeli için dünya
çapında tanıtım imkanı sağlayacağını
söyledi. Kendiroğlu, projenin hayata
geçmesi halinde Antalya'nın dalış
turizminde çağ atlayacağını
belirtti.
Proje hakkında BAKA Genel Sekreteri
Tuncay Engin ile görüşen Kendiroğlu,
"Oldukça olumlu yaklaşıldı" dedi.
Turizmin 12 aya yayılması kapsamında
destek paket için müracaat etmeye
hazırlandıklarını anlatan
Kendiroğlu, sualtı müzesi için proje
çalışmaları yapılacağını da dile
getirdi.
Meksika'da Cancun yakınlarında
yer alan dünyanın ilk sualtı müzesi,
yeni bir mercan resifi oluşması için
400 insan heykelinin
yerleştirilmesiyle dikkatleri
çekmişti. Mercan kayalıkları, deniz
canlılarını gündeme getirme, doğal
çevrenin korunmasına yönelik bilinç
oluşturma amacıyla kurulan müze,
dünyanın her yerinden gelen sualtı
sporcuları için önemli bir cazibe
merkezi konumunda.
Cnn Türk, 16.10.2013
|
EYÜP SULTAN TÜRBESİ'Nİ YAZI TAHTASINA ÇEVİRDİLER

Eyüp
Sultan hazretlerinin türbesinin çevresinde görüntü
kirliliği yaşanıyor. Türbenin ön tarafına yazılan
yazılar yerli ve yabancı turistlerin tepkisine yol
açtı. Türbeye dua etmek için gelenler bu yazıların
silinmesini istiyor.
Kurban Bayramı tatilinde Eyüp Sultan
hazretlerinin türbesini ziyarete gelenler türbenin
çevresindeki ilginç yazıları görünce şaşkına
uğruyor. Duvardaki yazılarda oğluna iş arayandan.
kendisine kısmet arayana kadar çeşitli mesajlar yer
alıyor. Her tarafa yazılan bu mesajlardan dolayı
türbenin etrafı da yazı tahtasına dönüş durumda.
Yerli ve yabancı turistler de bu durumu tepki ile
karşılıyor. Türbenin çevresinin bu şekilde
kirletilmesinin yanlış olduğunu söyleyen
ziyaretçiler. yetkililerin yazıları silmesini ve
türbenin çevresinde oluşan bu görüntü kirliliğinin
giderilmesini istiyor. Bayram ziyareti için
Almanya'dan geldiğini ifade eden bir vatandaş, "Biz
zaman zaman Eyüp Sultan hazretlerinin türbesini
ziyarete geliriz. Burada dua etmek gerçekten çok
farklı. Ancak bu yazılar buraya yakışmıyor. Bu
manevi atmosferi bozuyor. Buraya yazı yazanlar
yanlış yapmış. Bu yazılara engel olmamak ve buradan
silmemek başka bir yanlış. Biran önce bu ilginç
yazıların silinip tertemiz bir ortamda ziyarete
açılmalı." diye konuştu. Türbenin çevresine yazılan
ilginç mesajlardan bazıları şöyle: “Oğlum Fethi
inşallah diplomat olsun. Benim bütün dileklerim
gerçekleşsin. Gülşen halama gönlüne göre ver.
Allah’ım Namık kulunun içine sevgi ver. Emre’ye
devlette iş ver. Güvenliğin işten atılmasını
istiyoruz. Allah’ım Efran’la bana aşık olan benimle
evlensin. Allah’ım kocamı bana dönder. ”
Zaman, 15.10.2013
|
2 BİN 500 YILLIK TARİHİ YOL KADERİNE TERK EDİLDİ!

Antik çağda Pamphylia olarak anılan
Antalya’yı Ege ve İç Anadolu bölgelerine bağlayan
tarihi yollar kaderine terk edildi.
Bölgede pek çok örneği bulunan ve günümüze kadar
varlığını sürdüren antik yolların büyük çoğunluğu
unutulmuş durumda. Kimi yerde taş ocakları ve
benzeri girişimlerle izleri yok edilen antik
yollardan biri olan Elmalı İlçesindeki tarihi yolun
önemine değinen Araştırmacı Yazar Giray Ercenk,
yaklaşık 2 bin 500 yıllık geçmişi bulunan yolun Roma
döneminde son şeklini aldığını ve geçmişte önemli
bir ticaret ve yönetim merkezi olan Elmalı için
değerinin büyük olduğunu dile getirdi.
Antalya'yı Ege'ye bağlayan 2 bin 500
yıllık yol
Elmalı’nın Kışla Köyü yakınlarında önemli bir kısmı
korunarak bugüne ulaşan taş döşeli antik yolun
Korkuteli'den çıkarak Antalya'yı Ege'ye bağlayan
yollardan biri olduğunu söyleyen Araştırmacı Yazar
Giray Ercenk, tarihi yolun, Bayındır Köyü'nden
geçerek Baltasıgedik ve Sinan-i Ümmi türbelerinin
bulunduğu hat üzerinden Elmalı'ya ulaşan bir ticaret
yolu olduğu bilgisini verdi. Elmalı Güğü Beli
geçidini aştıktan sonra ayrı yerlere ulaşmak ürere
yeniden ikiye ayrılan yolun, sol koluyla Seki
üzerinden Fethiye'ye, sağ koluyla da yeniden
Milyas'a doğrulduğunu dile getiren Ercenk, “Dirmil,
Gölhisar, Tefenni, Karamanlı ve Burdur üzerinden İç
Anadolu ve de Gölhisar Acıpayam üzerinden Batı
Anadolu'ya bağlanıyordu. Bu yolun tarihi yaklaşık 2
bin 500 yıl geriye gidebilir. Son şeklini ise Roma
döneminde almıştır” dedi.
‘Arap akınlarıyla harabe oldu, Selçuklu
döneminde canlandı'
Antalya bölgesindeki antik yollar hakkında uzun
yıllardır araştırmalar yapan ve kitaplar yayınlayan
Ercenk, başlangıçta birer izlekten ibaret olan
tarihi yolların özellikle Anadolu'daki Roma’nın
egemen olduğu MÖ 1. yy ile MS 4. yy arasında
yüksek standarda kavuşturulduğunu belirterek,
“Bizans döneminin ilk bir kaç yüz yılında önemini ve
standartlarını koruyan bu yolların özellikle de
denizciliği öğrenen Müslüman Arapların yaptıkları
yıkıcı yağma akıncılarının, limanların, kent ve
çiftliklerin boşalmasına neden oldu. Ve ardı arkası
kesilmeyen Arap akınları nedeniyle tacir, sanatkar
ve yönetici halkın daha güvenli bölgelere
çekilmesiyle kentler tarımdan sanayiye üretim,
ticaret ve yönetim merkezi olma özelliklerini
yitirdiler. Kısa süre içinde birer harabe haline
geldiler. Yolların yeniden iskan edilerek
canlanması, bölgedeki liman kentlerinin Selçuklu
egemenliğine girmesiyle olmuştur” bilgisini verdi.
Antik yoldaki taş yapıların sırrı
Elmalılı arkeolog Ünsal Özçakır ise, taş döşendiği
için yörede ‘naldöken’ olarak da anılan antik yol
üzerinde bulunan bir dönemin kültür ve inancını
yansıtan ayrıntılar hakkında bilgiler verdi. Antik
yolun Kışla Köyü yakınlarındaki bazı bölümlerinde
bulunan taş yapıların pagan inancını yansıtan ibadet
yerleri olduğunu dile getiren Özçakır, bölgede çok
sayıda bulunduğunu belirttiği söz konusu yapıların
bölgeyi istila ettikleri dönemde Pers ordusunda
bulunan pagan Türkler tarafından yapılmış
olabileceğini öne sürdü.
Arkolog Ünsal Özçakır: Taş yapılar bana
göre şaman tapınağı
Antik yolla bağlantılı olduğunu belirttiği taş
yapıların yaratıcı güçlerle iletişim kurmak amacıyla
kullanılmış olabileceğini dile getiren Özçakır,
“bunlar bana göre Şaman tapınakları. Bu yapıların
içindeki küçük taşlarla tanrılarla iletişim
kuruluyordu. Antik yol boyunca mola yerlerinin yanı
başında yapılmışlar. Bu yapılar hakkında bir
araştırma yapılmış değil. Bu çok üzücü bir durum. Bu
yapıların tescil edilip korunması gerekiyor. Bunlar
yalnızca birer taş yığını değil, köklü bir kültürün
bugüne uzanan izleridir” ifadelerini kullandı.
Sol Haber, Haber:
Yusuf Yavuz, 15.10.2013
|
ÜNİVERSİTEDEKİ ARKEOLOGSUZ İNŞAATI ÖĞRENCİLER
DURDURDU

İstanbul Üniversitesi , tescilli tarihi eser
olan Fen Fakültesi binasını depreme dayanıklı
hale getirmek için 27 Mart 2013’te İstanbul 4
Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge
Kurulu’na başvurdu. Kurul, üniversitenin
güçlendirme projesine onay verdi. Onay üzerine
inşaat çalışmaları başladı. Ancak 1/1000 ölçekli
Koruma Amaçlı Uygulama İmar Planı’na göre 2.
dereceden koruma bölgesinde olan fakülte
binasında yapılacak herhangi bir faaliyetin
arkeolog gözetiminde olması gerekiyordu.
Hafriyat çalışması yapılırken müzeden arkeolog
görevlendirilmedi. Arkeologsuz çalışma,
Sanat Tarihi, Arkeoloji ve Taşınabilir
Kültür Varlıklarını Koruma ve Onarma bölümü
öğrencilerinin gözü önünde yapılınca öğrenciler
müdahale etti.
‘Öğretilene ters yapılıyor’
Hafriyat çalışması sırasında çıkan keramik ve su
künkü parçalarını inceleyen öğrenciler, inşaatın
durdurulması için İstanbul 4 Numaralı Kültür
Varlıkları Koruma Bölge Kurulu’na başvurdu.
Öğrencilerin şikayeti üzerine İstanbul Arkeoloji
Müzesi’nden uzmanlar inşaat alanında inceleme
yaptı. Uzmanlar inşaatın durdurulmasını istedi.
Şimdi keramik ve su künkü parçalarının
incelenmesinin sonucuna göre çalışmaya yön
verilecek. İstanbul Üniversitesi Taşınabilir
Kültür Varlıklarını Koruma ve Onarım bölümü
öğrencisi Cenk Yürükoğulları ”Bize öğretilen ilk
kural, koruma alanında yapılacak herhangi bir
çalışmanın arkeolog gözetiminde yapılmasıdır.
Durum bunun tam tersi” dedi.
Radikal, Haber: İdris Emen, 15.10.2013
|
İLK RESSAMLARIN ÇOĞU KADINMIŞ
Araştırmacılar
yıllardır, özellikle avlanmayı gösteren mağara
resimlerinin binlerce yıl önce erkekler tarafından
çizildiğini düşünürdü.
ABD’deki Penn State Üniversitesi’nde antropoloji
profesörü Dean Snow’un araştırmasına göre onbinlerce
yıl sonra bu resimleri çizenlerin çoğunun kadınlar
olduğu anlaşıldı. On yıl boyunca çoğu
Fransa ve İspanya’daki mağaralarda olan 20-40
bin yıllık mağara resimlerini inceleyen Snow’un
araştırmasına göre basit el sanatı örneklerinin
yaklaşık yüzde 75’i kadınların çalışmalarının ürünü.
Snow, “Eğer kadınlar mağaralardaki resimlerin çoğunu
çizdilerse, avcı ve toplayıcı toplumlarda sanılandan
daha önemli ve büyük rol oynamış olabilirler” dedi.
Araştırma National Geographic’de yayınlandı.
Hürriyet, 15.10.2013
|
|
BUZULLAR ALTINDA BİN YILLIK ORMAN ÇIKTI

Alaska'daki Mendenhall buzulunun altından orman
çıktı... Yarım asır boyunca buzdan başka bir şey
görülmeyen bölgede 2012'den itibaren ağaçlar
görülmeye başlandı. Güneybatı Alaska Üniversitesi
Jeoloji Bölümü Başkanı Cathy Connor, "Hala yaşayan
ve hatta gelişmekte olan ağaçları bulmamız son
derece heyecan verici" dedi. Connor şimdiye dek ağaç
kabukları, dal parçaları gibi kalıntılarla sık sık
karşılaştıklarını fakat hala kökleriyle sıkı sıkıya
toprağa bağlı ağaçları yeni keşfettiklerini söyledi.
Kimi ağaçların bin yaşında olduğunu, boylarının 1.2
metre ile 1.5 metre arasında değiştiğini belirten
Connor, ağaçların cinsinin ise ladin olduğunu
bildirdi.
HALK ENDİŞE DUYUYOR
Böylesine bir keşfin bin yıl öncesinin dünyasına
açılan bir kapı anlamına geldiğini bildiren Connor,
bölgeden topladıkları numuneler üzerinde
araştırmaların devam edeceğini de sözlerine ekledi.
Araştırmacıların ağaçların yaşını hesaplamak için
radyokarbon testine tabi tuttuğu öğrenildi.
Mendenhall buzulu, 2005'ten beri senede ortalama 52
metre küçülüyor. Uzmanlar bu sene aşırı yüksek yaz
sıcaklıkları dolayısıyla bu küçülmenin daha da
artacağını öngörüyor. Bilim insanları bu durumun
tehlikeli olduğunun farkında olsa da, bin yıllık bir
orman keşfetmenin verdiği heyecana kapılmadan
edemiyor. Fakat bölge halkı hızla küçülen buzulun
çevredeki göl ve akarsuların seviyesini
yükselteceğinden endişeli.
Sabah, 15.10.2013
|
KARAMAN KALESİ ÇALIŞMALARINDAN 'CİN DARI' ÇIKTI

Karaman Kalesi'nde başlatılan kazı çalışması
devam ederken, mescit olarak kullanıldığı tahmin
edilen yerin altında, kilolarca bitki tohumlarına
rastlandı.
Karaman Müzesi kazı sorumlusu arkeolog Ertan
Yılmaz, AA muhabirine yaptığı açıklamada, tarihi
kalede yapılan arkeolojik kazı ve temizleme
çalışmaları sırasında eskiden mescit olarak
kullanıldığı tahmin edilen
bölümde kendilerini heyecanlandıran buluntularla
karşılaştıklarını söyledi.
Burada toprak altında, çok miktarda "cin
darı" ismiyle litaratüre girmiş bitki tohumlarından
bulduklarını ifade eden Yılmaz, "Ziraat
mühendisleriyle, akedemisyenlerle görüştük.
Buluntulardan örnekler gösterdik. Buluntuların cin
darı tohumu olduğu kesinleşti. Cin darı süpürge
tohumu olarak da bilinen, genellikle ekmeğin
yoğunluğunu artırmak için kullanılan bir bitki türü.
Kuş yemi olarak da kullanıldığı biliniyor" dedi.
Karaman tarihiyle ilgili eski araştırmalarda,
1933 yılında
Karaman kalesinde yapılan tamirat ve restarasyon
çalışmaları sırasında bir dehlizden ve yine buradan
2 vagon kadar cin darı tohumunun bulunduğunu ve
bunun da
İstanbul'da bir fabrikaya götürüldüğünün
belirtildiğinin altını çizen Yılmaz, şunları
kaydetti:
"Tarihçi, araştırmacı yazar
İbrahim Hakkı Konyalı'nın 'Karaman'ın
Tarihi' isimli kitabında burada bir taşın düştüğü ve
oradan yere cin darı tohumlarının aktığı da
belirtilmektedir. Ayrıca yaşlı insanlar da bunu
doğrulamakta... Bulunan tohumların bir çoğunun
özelliğini kaybettiğini fakat sağlam olan
bazılarının da tekrar ehlileştirilerek günümüzdede
tohum olarak kullanılabileceği bilgisini aldık. Şu
anda çeşitli üniversitelerle görüşmelerimiz devam
ediyor. Bu tohumların ne zamandan kaldığını tespit
etmek şimdilik zor. Bu bizim uzmanlık alanımız
dışında. Bunun ziraat fakültelerinden,
arkobotanikçilerin yapacağı çalışmalardan sonra net
bir şey söylemek mümkün. Ama bu kadar geniş bir
alanda yoğun bir depolamanın yapılması cin darının
eskiden önemli bir bitki olduğunun göstergesi."
Karaman Kalesi'nin en parlak ve zengin dönemini
Karamanoğulları döneminde yaşadığının bilindiğini
vurgulayan Yılmaz, "Fakat 1459-1460 senelerinde
Karamanoğulları ile Osmanlı'nın çekişmesi sırasında
Gedik Ahmet Paşa buraya bir sefer düzenlemiş. Burada
çok büyük bir savaş olmuş. Her taraf, yerle bir
olmuş. Kalenin içinde bulunan yapı kalıntıları da o
dönemden kalma. Yine
Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nde, bu savaş
sırasında
Karaman'da çok büyük bir kıtlık olduğunu, bu
kıtlığın etkisiyle halkın evlerinde zor günlerde
kullanılmak üzere çeşitli tahıllar sakladığını
söylemekte. Bundan da yola çıkarak bu cin darıların
kıtlık sırasında depolandığı ve savaş sırasında da
toprak altında kaldığı düşünülebilir" diye konuştu.
haberler.com, Haber: Mehmet Çetin, 15.10.2013
|

|
BEYKOZ KASRI BAŞBAKANLIK'A TAHSİS EDİLDİ
Dolmabahçe’deki Başbakanlık Ofisi, Beykoz Kasrı’na taşınıyor.
TBMM Milli Saraylar Dairesi, Beykoz Kasrı’nın Başbakanlık’a tahsisine onay verdi. Erdoğan, İstanbul’daki resmi temaslarını Dolmabahçe’deki çalışma ofisinin yanı sıra Anadolu yakasındaki Beykoz Kasrı’nda da yürütecek.
Bugün, Haber: Metin Arslan, 14.10.2013
|
ÇÖPLÜĞÜN ALTINDAN TARİH ÇIKIYOR

İzmir'in kent merkezindeki tarihi ören yeri
Agora'da kazı yapılan alan 51 dönüme ulaşırken, yer
altından tarih fışkırmaya devam ediyor.
İzmir Büyükşehir Belediyesi ve İzmir Ticaret
Odası'nın desteği ile süren Agora kazıları devam
ederken, kazı alanı ise yapılan çalışmalarla her
geçen gün daha da genişliyor.
Bu kez doğu bazilika bölgesindeki çöplük alanda
yapılan kazılardan tarih fışkırmaya başladı.
Kazı Başkanı Yard.
Doç.Dr. Akın Ersoy, Agora
çevresindeki mezbelelik alanların yıkılmasının
ardından, kaldıralan çöplerin altından tarihin
fışkırmaya başladığıdını belirterek, “Çöplerin kaldırıldığı doğu bazilikada arkeolojik
kazılara başladık. Şu an geç osmanlı dönemine
ulaştık, yakın bir zaman içinde Roma dönemine
ulaşacağız. Bu bölgeden hem Agora hem de Basmane'ye
giden Roma yolu da bulunuyor. Bakanlığa projeyi
gönderdik. Bu yolu yapılacak düzenlemelerden sonra
turizme açacağız. Agora, yapılan çalışmalarla 51
dönümlük bir alana ulaştı. Kamulaştırmalar bittikçe
daha da büyüyecek” dedi.
Hürriyet, Haber: Mustafa Oğuz, 14.10.2013
|
1 MİLYONLUK TARİH VURGUNA POLİS DARBESİ

Motosikletli
yunus timleri, şüphelendikleri iki kişinin
kimliklerini kontrol etmek istedi. Kaçarken
yakalanan zanlılardan 1 milyon TL’lik tarihi eser
ele geçirdi.
Ankara’da önceki gün Mamak’ta devriye
gezen yunus timlerinin dikkatiyle 1
milyon TL tutarında tarihi
eserler ele geçirildi. Mamak
Plevne Caddesi’nde rutin devriye
kontrolleri yapan motosikletli 2 yunus
timi ellerindeki siyah çantalar ile
gezen Y.G ve A.A’yı kimlik kontrolü için
durdurmak istedi.
Ancak Y.G. ve A.A. polisin
ihtarının ardından koşarak kaçmaya
çalıştı. Ara sokaklarda yaşanan
kovalamacanın ardından
şüpheliler
yakalandı. Yunus timleri şahısların
ellerinden çantaları alıp incelemeye
başladı.
Çantanın içinde gazete kağıtlarına
sarılı vaziyette tarihi eserlerin
olduğu anlaşıldı. Değeri 1 milyon
liradan fazla olduğu tahmin edilen
Osmanlı tuğralı ve Osmanlıca yazılı
sikkeler, kadın ve insan figürlü,
kelebek sembollü oyma taşlar ve haç
işaretli kolye ele geçirildi.
ADLİYEYE
SEVK EDİLDİLER
Emniyette ifadeleri alınan şahısların
eşyaları “Çöpte bulduk” dedikleri
öğrenildi. Tarihi eser kaçakçılığı ve
ticareti yapmadıklarını ifade eden
zanlılar işlemlerinin tamamlanmasının
ardından adliyeye sevk edildi.
Bugün, Haber: Ömer Ozan, 14.10.2013
|
İTALYA PARASIZLIKTAN
TARİHİ ESERLERİ SATIYOR
Borç yükünü hafifletmek isteyen İtalyan hükümeti, nispeten düşük kıymetteki 50 tarihi eser ve kalıntıyı açık artırmayla satıyor.
Maliye Bakanı Fabrizio Saccomanni, bütçede aldıkları ilave tedbirlerin yanında, satıştan 500 milyon euro dolayında gelir beklediklerini açıkladı.
Satışa çıkarılan eserler ve yerler arasında Katolik bir kardinalin sarayıyla, Venetion Lagünü'nde bir ada da yer alıyor. İtalyan hükümeti geçen sene de bazı adaları satmıştı.
Sabah, 14.10.2013
|
|
DÜNYANIN EN İYİ DİNİ YAPISI TÜRKİYE'DE

Emre Arolat Architects tarafından tasarlanan
Sancaklar Camisi, alanında dünyanın en önemli
etkinliklerinden Dünya Mimarlık Festivali'nde
dünyanın en iyi dini yapısı seçildi.

Singapur’da düzenlenen Dünya Mimarlık
Festivali’nde, bu yıl dini yapılar kategorisinde
birincilik ödülü alan Sancaklar Camisi için seçici
kurul, ışık ve maddenin en saf şekilde ortaya
konduğu bu yapının iç mekanında hissedilen sükunet
ve arınmışlık duygularından çok etkilendiklerini
vurguladı.

Mihrap duvarından sızan ve gün içinde sürekli
değişkenlik gösteren doğal ışık ve kullanılan
malzemelerin doğallığı övgüye değer bulundu.

Büyükçekmece'deki Sancaklar Camisi projesi,
Emre Arolat Architects tarafından, biçim ve
simgelere dayalı güncel mimari yönelimlerin aksine,
sadece dinsel bir mekanın özüne odaklanarak
tasarlandı.

Bildik cami tipolojilerine referans veren
tasarım vurgusundan olabildiğince uzak duran,
kısırlaştırıcı kültürel yüklerden arınmış, neredeyse
ilksel bir iç dünya yaratımı fikriyle yola çıkılan
projede; yapının içinde yer aldığı çevre ile hemhal
olmak üzere, bulunduğu arazinin eğiminde kaybolması,
sanki hep o yerde imiş gibi toprağa karışması
amaçlandı.

Uluslararası mimarlık platformlarında bu
yapının, cami mimarlığı hakkında Türkiye’de son
yıllarda biçim, tipoloji ve referanslar arasına
sıkışıp kalan tartışma ortamındaki tıkanıklığını
açabilecek nitelikte bir tasarıma sahip olduğu
belirtiliyor.

Bu yıl altıncısı düzenlenen Dünya Mimarlık
Festivali (World Architectural Festival), dünyanın
dört bir yanından mimarların bir araya gelerek
farklı kategorilerde binlerce projeyi
değerlendirildiği, günümüzün en önemli mimarlık
etkinliklerinden biri olarak kabul ediliyor.

Emre Arolat Architects, önceki yıllarda da
aynı etkinlikte yer almış, içinde Antakya Müze Otel
ve Abdullah Gül Üniversitesi Sümer Kampüsü’nün de
bulunduğu projeler ile ödüller kazanmıştı.

Sözcü, 14.10.2013
|
DOĞU ROMA'NIN BAŞKENTLİĞİ İÇİN İSTANBUL İLE YARIŞAN
KENT: ALEXANDRİA TROAS
Ankara Üniversitesi (Aü) Dil
ve Tarih Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim
Üyesi Doç.Dr. Erhan Öztepe,
Ezine İlçesi'ne bağlı Dalyan
Köyü yakınında
bulunan "Alexandria Troas Antik Kenti"nin, zamanında
Doğu
Roma İmparatorluğu'na başkentlik yapma konusunda
İstanbul ile yarıştığını söyledi.
Alexandria Troas'taki kazıların başkanlığını da
yürüten Öztepe, AA muhabirine yaptığı açıklamada,
burasının, antik dönemin
Anadolu'daki yerleşim alanlarından biri olduğunu
ifade etti.
Kentin MÖ 311 yılında kurulduğunu ve varlığını
9'uncu yüzyıla kadar sürdürdüğünü, bugünkü
ölçeklerle büyük sayılabilecek bir yerleşim alanı
olduğunu belirten Öztepe, "Kenti önemli kılan
birtakım özellikler var. Bunlardan biri; konumu.
Kentin hemen karşısında
Bozcaada bulunuyor. 8 bin 200 metrelik bir sur
uzunluğuna sahip. Bu surların bugün bir kısmı ayakta
ve görülebilir nitelikte. Surların içindeki yerleşim
alanı ise 5 bin dönümlük bir arazi" dedi.
Öztepe, kentin nüfusunun antik dönemde 100 binle
ifade edilebilecek kadar önemli olduğu bilgisini
verdi.
Alexandria Troas'ın, 4'üncü yüzyıla kadar önemini
koruduğunu anlatan Öztepe, şöyle konuştu:
"4'üncü yüzyılda, 'İstanbul
mu yoksa Alexandria Troas mı Doğu
Roma'nın başkentliğini üstlenecek?' tartışma
ya da düşüncelerinin oluştuğu dönemde, kent
gerçekten
İstanbul ile yarışabilecek imkanlara ve ölçülere
sahipken kararın
İstanbul'da kılınması nedeniyle önemini
yitirmeye başlamış. Bunun en önemli sebepleri
arasında kente olan ilginin azalması, yaşanan
birtakım depremler ve kenti uzunca süre önemli kılan
limanın işlevini yavaş yavaş kaybetmiş olması
sayılabilir. Kentin bulunduğu alan,
Çanakkale Boğazı'na yaklaşan gemicilerin,
denizcilerin hala kullandığı önemli sığınma
noktalarından biridir. O dönem İmparator Augustus,
gemi geçişlerinden kente gelir getirilmesini
sağlıyor. Antik dönemde burada limanın da olduğunu
düşünürsek bugün içinde hala su muhafaza eden, iç
limanı olan tek yerleşim burası. Bu sebeplerden
dolayı kent gerçekten çok önemli bir konuma sahip
olmuş."
Kentteki mimari elemanlardan bazıları
İstanbul'a götürülmüş
Erhan Öztepe, kentin, önemini yitirmeye başladığı
yıllardan sonra buradan gelip geçenlerin, göçerlerin
hatta korsanların yatağı haline geldiğini, kazılarda
bulunan bazı yapılarda, geç dönem göçebelerinin
konakladığı mekanları görebildiklerini bildirdi.
Piri Reis'in, eserlerinde kentle ilgili bazı
bilgilere yer verdiğini dile getiren Öztepe, şunları
kaydetti:
"Piri Reis buradaki önemli yapı kalıntılarından
söz ederken bazı mimari elemanların
İstanbul'a taşındığını söylüyor. İstanbul'da o
dönemde büyük boyutlu camilerin yapımında bu mimari
elemanların kullanılması nedeniyle de kentin, 'eski
İstanbul' ismiyle anıldığından bahsediyor.
Gerçekten 16-18'inci yüzyıllarda
İstanbul'da büyük boyutlu dini yapılar inşa
edilmeye başladığında buradan götürülen malzemelerle
binaların oluşturulduğunu görüyoruz. Örneğin
elimizde, İstanbul'daki Valide Sultan, Piyale Paşa
camilerindeki bazı mimari elemanların, Alexandria
Troas'tan götürüldüğüne dair bilgiler var."
haberler.com, Haber: Mehmet Bayer, 13.10.2013
|
ÜÇ BAŞLI KÖPEK KERBEROS'UN HEYKELİ BULUNDU

Denizli'de Hierapolis antik kentinde, mitolojide
ölülere hükmeden yeraltı tanrısı Hades'in bekçisi üç
başlı köpek Kerberos ve yılan heykelleri ortaya
çıkarıldı.
UNESCO tarafından Dünya Miras
Listesi'ne alınan Denizli,
Pamukkale'deki Hierapolis antik
kentindeki kazı çalışmalarında,
mitolojide ölülere hükmeden yeraltı
tanrısı Hades'in bekçisi olarak
bilinen üç başlı köpek Kerberos ve
yılan heykelleri ortaya çıkarıldı.
Cehennem Kapısı olarak adlandırılan
alanda İtalyan kazı heyeti
tarafından yürütülen çalışmalarda
ortaya çıkarılan heykeller,
Pamukkale
Arkeoloji Müzesi'nde koruma
altına alındı.
İki önemli heykelin gün yüzüne
çıkarıldığı alan, antik Hieropolis
kentinde Roma Dönemi'nde hayvanların
kurban edildiği, yeraltı termal
kaynak sularından çıkan
karbondioksit nedeniyle Cehennem
Kapısı olarak adlandırılan bölge.
Hristiyanlığın kabulüyle Bizans
döneminde mermer bloklarla kapatılan
Plutonium'daki Cehennem Kapısı'nın
bulunduğu alan, iki metre
derinliğinde kazılıp, mermer bloklar
vinçle kaldırılınca, Hades'in
bekçiliğini yapan üç başlı köpek
Kerberos'un 130 santimetre
yüksekliğinde mermer heykeli
bulundu.
Cehennem Kapısı'nın sağında Kerberos
heykeli bulunurken, kapının solunda
ise Hades'in simgelerinden olan
yılan heykeli de ortaya çıkarıldı.
130 santimetre büyüklüğünde
Arkeoloji camiasında heyecan
uyandıran 130 santimetre
uzunluğundaki mermer Kerberos
heykeli ve yılan kabartmasının MS
1. yüzyıla ait olduğu tespit edildi.
Çok tanrılı dönemde, Karanlıklar
Ülkesi'ne geçiş yeri olarak
adlandırılan ve Hades'in Cehennem
Kapısı olarak bilinen alanda,
İtalyan arkeolog Francesco D'Andraia
başkanlığında yürütülen kazı ve
restorasyon çalışmalarının yıl
sonuna kadar tamamlanması
hedefleniyor.
Bulunan heykeller hakkında bilgi
veren arkeolog Haşim Yıldız, Hades'e
ait kutsal alanın Anadolu'daki antik
kentler içerisinde en önemli
yerlerden biri olduğunu söyledi.
Yıldız, "Plutonyum olarak
adlandırılan kutsal alan, şu anda
bilinen en önemli yer. Kapısının iki
yanında cehennem köpeği dediğimiz
Kerberos ve Hades'in simgesi olan
yılan bulunuyor. O alan Hades'e boğa
kurban etmek için kullanılıyor.
Orada fay kırığı var, su çıkıyor bol
miktarda karbondioksit var. Törenle
boğa getiriliyor, giriş kısmından
içeri sokuluyor. Boğa karbondioksit
gazıyla ölüyor. Töreni izlemek için
de oturma kademeleri var. Kazı ve
restorasyon çalışmaları bittikten
sonra Kerberos, yılan, giriş kapısı
tamamen açığa çıkarıldıktan sonra
dünyadaki en
ilginç yerlerden biri olacak"
diye konuştu.
Cnn Türk, 13.10.2013
|
ZAFER RÖLYEFİ İCRALIK

Kütahya’nın Dumlupınar
İlçesi'ne Dumlupınar
Zaferi rölyefi ile hükümet konağı önündeki Atatürk
heykelini yapan heykeltıraş Filinta Önal belediyeden
parasını alabilmek için icraya başvurdu. Önal
alacağının yarısının ödenmediğini belirtirken,
belediye, rölyefteki tahribatların sanatçı
tarafından giderilmesinin ardından parayı
ödeyeceğini açıkladı.
Ünlü şair Ahmed Arif’in heykeltıraş oğlu Filinta
Önal, dönemin Kültür ve Turizm Bakanı
Ertuğrul Günay’ın, Dumlupınar Belediyesi’ne
60 bin lira bütçe vererek, kendisinden istediği
Dumlupınar Zaferi rölyefi ile hükümet konağı
önündeki Atatürk heykelini yaptı. Eserin
bedelinin tamamını bir türlü alamayan Önal,
İçişleri Bakanlığı’na başvurudan sonuç
alamayınca icra takibi başlattı.
Önal, eserin bedelinin yarısı ödenmeyince, 12
Ağustos 2013’te İçişleri Bakanlığı Mahalli
İdareler Genel Müdürlüğü’ne başvurdu ancak sonuç
alamadı. Kurtuluş Parkı’na yerleştirilmek üzere
2 tane 2x7 metre ve 1 tane 3.60x2.15 metre
ölçülerinde, yüksek kabartma tekniğiyle yapılan
bronz görünümlü rölyef panolar için Dumlupınar
Belediye Başkanı Derviş Kavak ile 53 bin lira
karşılığı sözleşme yaptığını belirten Önal,
başvurusunda özetle şunlara yer verdi:
“17 Aralık 2012’de banka hesabıma 22 bin 415
lira gönderilerek başlamam söylendi. Eseri
tamamlayıp, Mayıs 2013’te parktaki duvara
montajını yaptım. Montaj sırasında, başkanın
ricasıyla parkta daha önce başka
heykeltıraşlarca yapılan anıt heykellerin koruma
işlerini de yaptım. Başkan beyin atölyemde proje
kontrolü sırasında gördüğü ve Dumlupınar’da
yapılan hükümet konağı girişine konulmak üzere
almak istediği 2.30 metre yükseklikte polyester
Atatürk heykelini de ısrarı üzerine vergiler
hariç, sadece masrafı olan 7 bin 500 lira
karşılığında vermeyi kabul ettim.
Heykelin
orijinal bronz dökümü sayın Başbakanımız Recep
Tayyip Erdoğan’ın
İlçesi Rize, Güneysu’da
bulunmaktadır. Sayın Kavak, kaymakam beyden bu
heykelin ücretini alarak 1 hafta içinde
göndereceğini söylemişti. Temsil ettikleri
konuma güvenerek her şeyi eksiksiz şekilde
teslim ettim. Ancak Kavak’a 3 ay telefonla
ulaşamadım. Temmuz 2013’te aramalarıma dönerek,
Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’ne başvursam dahi
etkisi olmayacağını, paranın kontrolünün
kendisinde olduğunu, ödeneğimin çoktan başka
yerlere harcandığını, kaynak gelmesi halinde
ödeyeceğini söyledi. Yasal yollara başvurmam
halinde kendisinin, montajdan sonra rölyefin
kenarlarına taş kaplama yaptırdığını, projenin
üzerine çimento döküldüğünü, şikayetim halinde
eserin tahrip edilerek benim işi eksik ve
kusurlu teslim ettiğimi söyleyerek ödeme
yapmayacağını belirtti. Başkan, dilediğinde
küçük taksitlerle ödeme yapabileceğini, daha
önce de heykeltıraşlara benzer şeyler yaptığını
söyledi. Ayrıca kaymakam beyin henüz Atatürk
heykeli için ödeme yapmadığını ekleyip kapattı.
Belediye ve kaymakamlıkça kullanılan
projelerimle ilgili (31 bin 85 lira) alacaklarım
şüpheli alacak durumuna düştü.”
TAMİRDEN SONRA ÖDEYECEĞİZ
İçişleri Bakanlığı’nın talebi üzerine
Dumlupınar Belediye Başkanı Derviş Kavak’ın
Dumlupınar Kaymakamlığı’na verdiği yanıtta
Önal’la sözleşme yaptıklarını ve 22 bin 500 lira
ödediklerini kabul ederek, özetle şunları
söyledi: “Montajın yapıldığı kaide kabartma,
andazit taşla kaplanmıştır. Taş kaplama
çalışmaları sırasında her ne kadar dikkat
edilmiş olsa dahi, çimento tozları ve çimento
suyu rölyef üzerinde tahribata sebep olmuştur.
Heykeltıraş bu çalışmalardan sonra olabilecek
sıkıntıların şahsı tarafından giderileceği
sözünü vermiştir. Belediye Başkanlığımız
tarafından Önal’ın hesabına 1 Ağustos’ta 5 bin
lira, 9 Eylül’de 5 bin lira gönderilmiştir.
Kalan 20 bin 500 lira, heykeltıraş tarafından
söz verilen bakım, tamir ve boya işleri
yapıldıktan sonra hesabına gönderilecektir.
Hükümet konağı girişine konulan Atatürk
heykelinin kurumumuzla ilgisi yoktur. Sadece
heykeltıraşa, yeni yapılan hükümet konağına
heykelin yakışacağı, hediye verilmesi ilçemizi
memnun edecektir şeklinde konuşulmuştur.”
İçişleri Bakanlığı’ndan sonuç alamayan Önal,
bedelin geri kalanını alabilmek için icra takibi
başlattı.
Ödüllü heykeltıraş
1972
Ankara doğumlu heykeltıraş, lisans ve
lisansüstünü Hacettepe Üniversitesi’nde yaptı.
Mersin Üniversitesi ve Bilkent Üniversitesi’nde
öğretim görevlisi olarak çalıştı. ODTÜ heykel
yarışmasında 1’inciliği, 57’nci Devlet Resim
Heykel Yarışması’nda Başarı Ödülü bulunan
sanatçının yurtiçi ve yurtdışında diplomatik
anıtsal projeleri var.
Belediye: Ödüyoruz
Dumlupınar Belediyesi Yazı İşleri Müdürü
Korhan Özbek, belediye başkanının dışarıda
olduğunu, sorulara daha sonra yanıt vereceğini
belirterek, “Filinta Bey’e belediye bütçemiz
doğrultusunda gerekli ödemeler yapılıyor.
Ağustos ve eylül aylarında ödemeler yaptık.
Muhasebecimiz dün de bir ödeme yapıldığını
bildirdi ama miktarını bilmiyorum” dedi.
Filinta Önal ise önceki gün itibarıyla
bir ödeme olmadığını belirtti.
Önal’a işi veren Ertuğrul Günay ise
“Belediyelere anıtlar için destek veriyoruz.
Ödeme yapılmaması konusu benim konum değil.
Belediyeyle sanatçı arasındaki ilişki, şu anda
bakanlığın takip etmesi gereken bir konu” diye
konuştu.
Hürriyet, Haber: Ali Dağlar, 13.10.2013
|
"OSMANLI İSTANBUL'A NE YAPTIYSA MEKKE-MEDİNE'YE DE
ONU YAPTI
Prof.Dr. Mustafa Sabri Küçükaşçı, akademik anlamda
Mekke-Medine tarihini çalışan ilk Türk tarihçi.
Osmanlı'nın en zor dönemlerinde dahi, kutsal
toprakları ihmal etmediğini söyleyen Küçükaşçı,
“Mesela Medine'deki işler, sessiz ve hassas bir
şekilde yapılırdı. Hazret-i Peygamber'in huzurunda
bulunulduğu, hiçbir zaman unutulmazdı. Mekke'de ise
Kabe'den daha yüksek bina yapmamaya özen
gösterilirdi.” diyor.
Osmanlı, kutsal topraklarda ne zaman
görülüyor ilk olarak?
Osmanlıların Yıldırım Bayezid zamanından itibaren
Haremeyn'e surre gönderdiklerine dair kayıtlar var.
Aşıkpaşazade, II. Murad'ın her yıl Mekke, Medine,
Kudüs ve Halilürrahman'a surre gönderdiğini Manisa
ve Ankara'da bazı köyleri Haremeyn'e vakfettiğini
kaydeder. Osmanlılar kendi hacıları da dahil olmak
üzere haccın güvenli bir şekilde yapılması için yol
boyunca tedbirler alıyor. Bazen bu müdahaleler
Memlüklüler ile Osmanlılar arasında probleme
dönüşüyor. Fatih zamanında olduğu gibi…
Neden?
Siyaset devreye giriyor. Çünkü Mekke ve Medine'ye
hizmet etmek İslam aleminde perestiş vesilesi...
Memlüklüler Haremeyn'e ve hacılara hizmete kendileri
dışında müdahale edilmesini hoş karşılamıyorlar.
Ortaçağ'da bir devletin siyasi varlığını İslam
dünyasında gösterebilmesinin iki yolu var: Abbasi
halifesinden menşur almak, Mekke ile Medine'ye giden
hacılara bu iki şehirde yaptıkları yatırımla
varlıklarını göstermek. Osmanlılar, Yavuz'un Mısır
seferinden sonra Haremeyn'e hakim oldular ve
halifeliği Abbasilerin mirası olarak değil İslam'ı
ve mukaddes yerleri koruma ve onlara hizmet etme
olarak algıladılar.
Mesela ne yapıyor devlet?
Osmanlılar, hac mevsimi dışında da buraya
ulaşımın güvenlik içerisinde gerçekleşebilmesine
yönelik tedbirler aldılar. Hac yolunun güvenliğinin
sağlanması dışında Mekke ve Medine'de yaşayan halkın
ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik politikalar
geliştirdiler. Surrenin düzenli olarak ulaşması
konusuna büyük önem veriyorlar. Devlet, içerde ne
kadar ekonomik sıkıntı çekerse çeksin surre gönderme
işini hiçbir zaman ihmal etmedi ve hiçbir kısıntıya
gitmedi. Bu arada Sultan II. Abdülhamid, Haremeyn'e
kendi şahsi malından en çok yatırım yapan padişah.
Mekke ve Medine'ye yatırımlar aslında pahalı…
Niçin?
Her şey, malzeme ve insan gücü İstanbul'dan,
Anadolu'dan gönderiliyor. Önce Mısır'a, oradan Mekke
ve Medine'ye götürülüyor. Bütün bunlar devlete ciddi
maliyet getiriyor. Devlet maliyetin yüksek olmasına
değil hizmetlerin aksamamasına bakıyor. Haccın
sekteye uğraması ve hac günlerinde yaşanan
sıkıntılar padişahın prestijinin sarsılması demek.
Haremeyn için Osmanlı'nın yükü epey
ağırmış…
Tabii… Mekke ve Medine'ye yapılacak her türlü
faaliyet İstanbul'da sergileniyor. Mesela, IV. Murad
zamanında Kabe'nin yeniden yapılması olayı var.
Okmeydanı'na Mekke'ye göndermek için temin edilen
malzemeyle maket Kabe kuruluyor. Törenler buradan
başlıyor ve Mısır'a ulaşıyor. Mısır'dan da yine
törenle Mekke'ye gidiyor. Osmanlı'da padişahlar
Mekke ve Medine'ye hizmet etmede birbirleri ile
adeta yarışıyorlar. Ama iki isim öne çıkıyor:
Birincisi IV. Murad. Onun zamanında Kabe, gelen sel
suları nedeniyle ciddi zarar görüyor, yıkılan
yerleri oluyor. Kabe'yi yıkıp yeniden yapmak normal
bir bina yapmak demek değil. Taşlar
numaralandırılıyor, kullanılamayacak hale gelen
malzeme tespit ediliyor. Kabe'nin hasarlı yerleri
onarılıyor. Zarar görmeyen taşlar yeniden yerlerine
konuyor. Zarar gören taşlar ise artan malzemeyle
birlikte Mekke yakınlarında bilinmeyen bir yere
gömülüyor. Kabe, Allah'ın evi olduğu için oradaki
malzemenin başka yerde kullanılması uygun
görülmüyor.
Diğer ikinci padişah kim?
Sultan Abdülmecid Han… O da Mescid-i Nebevi'yi
yıkıp yeniden yapıyor. Selatin cami gibi yapmak
istiyor ama ulema mescidin, ‘Hz. Peygamber
zamanındaki bölümünün otantikliği bozulacak' diye
izin vermiyor. Ayrıca altın oluğu değiştiriyor. Şu
anki altın oluk büyük ihtimalle onun değiştirdiği
oluk. Haremeyn, Osmanlı açısından ayrıcalıklı
konumda... Osmanlı İstanbul'a ne yaptıysa Mekke ve
Medine'ye de yapmış. Mesela İstanbul'a elektriğin
geliş tarihi ile Mekke ve Medine'ye geliş tarihi
aşağı yukarı aynıdır. Orada yapılan işlerde,
tarihsel dokunun korunmasına büyük önem verildiğini
görüyoruz. Mesela Medine'de yapılan işler, sessiz ve
hassas bir şekilde yapılırdı, Hazret-i Peygamber'in
huzurunda bulunulduğu hiçbir zaman unutulmazdı.
Mekke'de ise Kabe'den daha yüksek bina yapmamaya
özen gösterilirdi.
Bugün Zemzem Towers var…
Evet, bugün var maalesef. Bunlar, tarihi
formasyonumuza, Osmanlı bakış açısına zıt şeyler.
Kutsal topraklar, Osmanlı'nın son askeri
Fahreddin Paşa'nın çekilmesinden sonra nasıl bir
hale büründü?
Osmanlı çekildikten sonra orada güzel bir miras
bıraktı aslında. Ama o mirasın korunması hususunda
bizdeki Cumhuriyet sonrası gelişmeler oraya sahip
çıkacağımız gücü bize vermedi. Suudilerin kendi
anlayışlarını öne çıkaran uygulamalarına karşı
eserlerimizin korunması hususunda ciddi bir siyaset
geliştirme şansımız olmadı.
Peki, Osmanlı Mekke-Medine'si ile bugünün
Mekke-Medine'si arasında nasıl bir fark var?
Günümüz açısından baktığımız zaman Osmanlı
izlerinin kaldığını söyleyemeyiz. Mekke'de Mescid-i
Haram'ın içinde Osmanlı revakları var. Onlar da
kalktığı zaman çok bir şey kalmayacak. Ama Medine'de
özellikle Abdülmecid zamanında yapılmış olan işler,
Ravza-ı Mutahhara ile Hücre-yi Saadet çevresinde
aynen duruyor. Bundan otuz sene önce daha çok
Osmanlı eseri vardı. Osmanlı Medine'si Mescid-i
Nebevi merkezliydi, Mekke'si de Mescid-i Haram
merkezliydi. Ama bugün itibarıyla Mekke ve
Medine'nin merkezleri de değişti. İbadetler hariç,
hayat buralarda değil artık.
Osmanlı'nın din anlayışındaki farklılık
da söz konusu…
Tabii… Osmanlı'nın din anlayışı ile şu anda
mevcut olan Suudilerin din anlayışı arasında meşrep
farklılığı var. Bu da Osmanlı kültürünün yaşamasına
izin vermiyor. Ve geçmişteki devletlerin yaptığı
gibi Suudi hükümeti de Mekke ve Medine'ye yaptığı
hizmetleri göstermek istiyor.
2001'de Ecyad Kalesi'nin yıkılması epey
gündem olmuştu. Osmanlı eserlerine karşı gerçekten
bir tahribat söz konusu mu?
Osmanlı eserleri silinmek isteniyor, burası
gerçek. Revakların yıkımı Kabe çevresinin
genişletilmesi hususunda bir gerekçe olarak
gösterilebilir, doğru olmasa da… Ama Ecyad Kalesi
için böyle bir şey söz konusu değil. Kale tavaf
alanıyla doğrudan ilgili değil.
Akademik olarak Mekke ve Medine alanında
çalışan ilk Türk tarihçisisiniz… Buna ne zaman karar
verdiniz?
1990 yılında fakülteyi bitirdikten sonra İslam
tarihi alanında yüksek lisans yapmaya karar verdim.
Bu arada benim yetişmemde çok katkısı olan rahmetli
amcam Ali Ulvi Kurucu’nun -babaannemle amca çocuğu
oluyorlar- bir sözü hatırıma gelmişti: “Medine-i
Münevvere’de olmak bize çok dost kazandırdı.” Biz
onun sayesinde çok kimse ile tanışma imkanı elde
ettik. Aynı zamanda Mekke ve Medine’ye ilgi duymaya
başladım. Tez hocam Prof.Dr. Mustafa Fayda’ya
gittiğim zaman, “Sen, ileriki zamanlarda bir Kabe
tarihi yazarsın.” diyerek tez konumu Haremeyn
merkezli seçmemi tavsiye etti. Bu tavsiye, Ali Ulvi
amcamın çok hoşuna gitmiş ve bana, “Haremeyn bize
sadece dost değil sana da konu kazandırdı.” demişti.
Bundan sonra profesörlüğe kadar akademik hayatımın
her yanında Haremeyn çalışmaları ön planda oldu.
Bir tarihçi olarak sizce hacılar, kutsal
topraklara gittiğinde nelere dikkat etmeli?
İlk başta, Allah’ın misafiri ve Hazret-i
Peygamber’in huzurunda olduklarını unutmasınlar.
Hazret-i Paygamber’in hatırasını ve O’nun
mücadelesini hatırlamak için bulunduğu yerleri görüp
ziyaret etmeye önem vermeleri lazım. Mekke ve Medine
arasında yolculuk yaparken Bedir Savaşı’nın
yapıldığı alanı görme imkanı var. Mekke’de Mescid-i
Cin, Mescid-i Bey’a, Mescid-i Hayf, Cennetü’l-Mualla
ile Sevr ve Hira mağaraları mutlaka görülmeli.
Medine’de Yedi Mescit, İki Kıbleli Mescit ziyaret
edilmeli. Mekke’de Hazret-i Peygamber’in bu dünyayı
teşrif ettiği eve gidilmeli. Medine’de Mescid-i
Kuba, Mescid-i Kıbleteyn, Mescid-i Gamame, Mesacid-i
Seb’a, Mescid-i Cum’a, Cennetü’l-Baki, Uhud
Savaşı’nın yapıldığı Uhud Dağı ile Uhud Şehitliği
mutlaka ziyaret edilmeli.
Zaman Pazar, Haber: Samet Altıntaş, 13.10.2013
|
DİKİLİ'NİN ANTİK TARİHİ GÜN IŞIĞINA ÇIKIYOR
Alman Arkeoloji Enstitüsü Müdürü ve
Bergama Kazı Başkanı
Prof.Dr.Felix Pirson,
Heidelberg Üniversitesinden
Bergama Kazı Başkan Yardımcısı Dr. Güler Ateş ve
Manisa Müzesinden
Kültür Bakanlığı Temsilcisi Arkeolog Emin
Torunlar,
Dikili Belediye Başkan Vekili
Yusuf Altıparmak'ı ziyaret etti.
Dikili ve çevresinde yapılacak olan arkeolojik
çalışmalar hakkında Başkan Vekili
Yusuf Altıparmak'ı ziyaret eden ekip çalışmalar
ve projeler hakkında bilgi verdi. Dikili-Çandarlı
kıyıları antik liman kalıntıları ile ilgili
hazırlanan proje ile ilgili bilgi veren
Bergama Kazı Başkanı
Prof.Dr.Felix Pirson
çalışmaların
Avrupa Birliği tarafından finanse edileceğini
söyledi. Pirson önümüzdeki yıl yaz aylarında
yapılacak çalışmalarla antik liman kalıntılarının
dönemin yaşam tarzına ışık tutulacağını ifade ederek
çalışmalarda
Dikili Belediyesi'nin desteklerini istedi.
KİTAP MÜJDESİ
Ziyaretten dolayı memnuniyetini dile getiren
Dikili Belediyesi başkan Vekili
Yusuf Altıparmak; "Yaşadığımız toprakların
kimlerin yaşadığının, ne gibi medeniyetlerin
olduğunun araştırılması, gün ışığına çıkarılması çok
önemsediğimiz bir konu. Çünkü tarih evrenseldir.
Tarih çalışmaları bugünkü yaşamımıza, insanlığa ışık
tutabilecek sırlarla dolu. Ayrıca bu çalışma
Dikili'nin antik dönemdeki yaşam tarzına ışık
tutacak ve antik turizm meraklılarının
Dikili'ye ilgisini arttıracak. Bugün itibarıyla
Dikili Belediye Başkan Vekili olarak her türlü
desteğin ve ilginin gösterileceğinin sözünü
verebilirim" dedi.
Manisa Müzesinden
Kültür Bakanlığı Temsilcisi Arkeolog Emin
Torunlar ise başkan vekili Altıparmak'ın
ifadelerinden memnun kaldıklarını dile getirirken,
Bergama Kazı Başkan Yardımcısı Dr. Güler Ateş
Dikili'de ki Atarneus antik kenti ile ilgili
çalışmaları kitaplaştırdıkları müjdesini verdi.
Ateş, çalışmalara beş yıl önce başladıklarını ve
burada yüzeysel çalışmalarla çok önemli bilgiler
elde ettiklerini belirtti. Ateş ayrıca kitaptaki
araştırmaların burada ne kadar önemli bir kenti
olduğu bilgisini vereceğini, bunun da birçok
arkeologun dikkatini çekeceğini ve kısa bir zaman
sonra kazı yapmak isteyebileceklerini söyledi.
Bergama Kazı Başkanı
Prof.Dr.Felix Pirson ve
Başkan Yardımcısı Dr. Güler Ateş daha sonra proje
hakkında
Dikili Belediyesi Başkan Vekili
Yusuf Altıparmak'a harita üzerinde bilgiler
verdi. Ekip, ziyaretten ayrılırken ise destek
sözünden dolayı Altıparmak'a teşekkür ederek
belediyeden ayrıldı.
haberler.com, 12.10.2013
|
TARİH DEĞİŞTİREN EZBER BOZAN KAZI

İstanbul’u anlatan cümleler “MÖ 700
kentin kuruluşu...” diye başlardı ta ki en büyük
ulaşım projelerinden Marmaray-Metro kazıları bu
bilgiyi tepetaklak edene dek...
Yarımadanın tarihi MÖ 6000’lere kadar indi bu kazılarla. Yaşı 8 bin
yıldan büyük bir alan ortaya çıkarıldı. Neolitik
dönem yeni bir devrin başlangıcı. Marmara Denizi
günümüz seviyesinden 15-20 metre daha aşağıda.
Boğazlar oluşmamış henüz. Burada tarım, avcılık
ve balıkçılık yapılan bir kültür yaratılmış.
Pişmiş toprak ve çakmak taşı kullanılıyor.
Erimeye başlayan buzullar, su seviyelerinde
büyük değişimlere neden olunca sular 6800-7000
yıl önce Yenikapı’ya ulaştı ve dolayısıyla bu
yerleşim yeri terk edildi.
BATAKLIK GÜNÜMÜZE ULAŞTIRDI
Binlerce yıl denizin dibinde kalan Neolitik
köyün günümüze ulaşmasının sırrı, yanındaki
bataklığın koruyucu bir tabaka oluşturmasında
gizli. Deniz seviyesinin daha da yükselerek
Bayrampaşa Deresi vadisinden (Lykos) içeri girip
ikinci haliç oluşturması doğal bir koy
formasyonunu meydana getirdi. Bu koy önce, MÖ
6-4 yüzyılda, Marmara’dan Karadeniz’e açılan
gemilere sığınak oldu. Deniz tabanındaki
seramikler, Yenikapı Limanı’nın antik Yunan
kentlerinin Karadeniz boyunca koloniler kurduğu
bu devirde de işlevi olduğunu ispatlıyor.
İmparator Konstantin, M.S 330’da başkent
yaptığı şehirde, tıpkı antik Roma’da olduğu gibi
halka bedava tahıl dağıtırdı. Bu tahılların
dağıtılması, taşınması ve depolanması için bir
düzenleme gereği duyan İmparator I.Theodosius,
Lykos Deresi’nin ağzında oluşan derin koya büyük
bir liman inşa etti. II. Theodosius ise tüm
şehri hem karadan hem de denizden kuşatan
surları yaptırarak limanı da korunacak alanlara
dahil etti. Zamanla eklenen iskelelerle başkente
yakışır bir liman oldu. Üstelik sadece tahıl
değildi taşınan; şarap, balık ve inşaat
malzemeleri de dahil olur ticari mallara. Liman
641’de, Mısır’ın Arapların eline geçişiyle
önemini kaybetse de 11. yüzyıla dek kullanıldı.
Liman Lykos’un yığdığı millerle doldu ve bir
kısmına yapılar yapıldı. Kazılarda bulunan ve
13. yüzyıla ait küçük kilise ve yazılı kaynaklar
bölgenin Yahudi mahallesi olduğunu gösteriyor.
15. yüzyılda, yani Fatih Sultan Mehmet şehri
fethettiğinde bölge tamamen toprakla doluydu ve
adı Bizans dönemindeki gibi Vlanga, Langa’dıydı.
Kazılarda Osmanlı dönemine ait pek çok su
kuyusunun yanı sıra sarnıç ve su dolapları da
çıktı. Osmanlı’nın son devrinde önce Küçük Langa
olarak bilinen bostan, liman oldu. Cumhuriyet
devrinde ise geri kalan bostanlar iskana açıldı.
Öyle ki bölge kazıların başladığı zaman çok
katlı apartmanlarla doluydu.
600 işçi, 60 arkeolog, yedi mimar, altı
restoratör ve altı sanat tarihçisinin dokuz yıl
boyunca çalıştığı alanda toplam 353 bin 624
metreküp toprak elle kazıldı. Deniz seviyesinin
6.3 metre altında ulaşılan, 8000 yıl yaşındaki
neolitik yerleşim İstanbul’un tarih yazılımını
değiştirdi. Bu yerleşimin birkaç metre altından
çıkan ayak izleri ise insanlığın ortak mirası.
Bu mirasın çıkarılması kadar korunması ve
gelecek nesillere aktarılması da önemli. 2860
sayılı yasayla kapsam dışı eserler geri
gömülüyor, günümüzden geleceğe madeni para
bırakılarak.
Kazının sağladığı, toplu en büyük tekne
koleksiyonu, arkeobotanik ve zooarkeolojik
veriler çok önemli. Binlerce yıl su altında
kalan pek çok sır; farklı hayvan ve bitki
türünün bir arada görüldüğü çeşitlilik, ticaret
ve beslenme alışkanlıklarına dair ipuçlarıyla
güzyüzüne çıktı.
Bu kazıdan çıkanlar şu an İstanbul Arkeoloji
Müzesi’ndeki Saklı Limandan
Hikayeler-Yenikapı’nın Batıkları sergisinde. 25
Aralık’a kadar gezilebilecek olan sergi;
kataloğunda da yazdığı üzere hem kentin ilk
sakinlerinden bugüne bir kesit sunuyor hem de
Konstantinopolis’in hayatına dair çok boyutlu
bakış sağlıyor.
DÜNYANIN BİLİNEN EN ESKİ LİMANI
İlk kez antik limana arkeolojik kazı
yapılıyor İstanbul tarihinde. 2004’te başlayan
kazılar, büyük bir ‘kurtarma kazısı’dır. Liman
alanı çok büyük. 58 bin metrekareder fazlası
kazılır ki bunun 40 bin metrekaresi elledir.
Önce Osmanlı izlerine ulaşıldı. Ve çok az bir
derinlikten geldi şaşırtıcı ilk haber. Sadece
bir metre derinlikte Konstantinopolis’in en
önemli limanını bulundu. Bu, dünyanın bilinen en
eski limanı olan ‘Theodosius Limanı’dır.
Star, Haber: Belkıs Kamu Aktürk, 12.10.2013
|
ORMANDAKİ KAYIP KENT ORTAYA ÇIKARILDI

Antalya'nın
Demre İlçesi'nde Andriake
antik kentinin çalı,
sazlık ve ağaçlarla kaplı olduğu için bugüne kadar
gezilemeyen batı bölümü, temizlenerek gün yüzüne
çıkarıldı.
Noel Baba Müzesi, Simena ve Myra antik
kentleriyle açık hava müzesini andıran
Demre'ye 5 kilometre uzaklıktaki
Çayağzı Limanı mevkiinde Likya uygarlığının
önemli limanlarından Andriake antik kentinin
ağaçlar, çalılık ve sazlıklarla kaplı batı bölümü
gün yüzüne çıkarıldı. Bugüne kadar antik kentin hep
doğu bölgesinde kazılarını sürdüren ekipler, geçen
eylül ayında ilk kez kentin batı bölgesinde alan
temizliği yaptı. Çalışmalarda, kentin bugüne kadar
gizli kalan ve kimsenin görme şansı bulamadığı batı
bölümü açığa çıkarıldı.
ROMA DÖNEMİNE AİT ESERLER BULUNDU
Roma granaryumunun batısında
Antalya Müzesi'nden restoratör Serkan
Akçay gözetiminde yapılan çalışmalar, 30 gün
sürdü. 9 işçi bölgedeki çalı ve sazlıkları kesti,
ağaçların yere yakın dallarını budadı. Ekiplerin
yorucu çalışmaları sonunda ortaya çıkan 300 metre
uzunluğunda ve 50 metre enindeki antik kentte, Roma
ve Bizans dönemlerine ait kemerli yapılar, konutlar,
kilise binası ve kent boyunca uzanan surlar insanlık
tarihine kazandırıldı.
KAZI YAPILACAK
Antalya Müzesi Müdürü
Mustafa Demirel, bilim adamları tarafından
bilinen ve orman örtüsü altında kaldığı için bugüne
kadar gizli kalan kentin batı kısmını turizme
kazandırdıklarını söyledi. Her yıl yaklaşık 600 bin
kişinin ziyaret ettiği
Demre'ye yeni bir tarihi zenginlik
kazandırdıklarını vurgulayan Demirel, "Özellikle
Kekova bölgesi ve
Çayağzı Limanı'nı ziyaret eden turistler için
antik kent yeni bir görünüme kavuştu. Gelecek
yıllarda burada yapılacak arkeolojik kazılarla yer
altında kalan zenginlikler de bölgeye
kazandırılacak. Yapılan çalışmayla antik kentte
bütünlük sağlandı" diye konuştu.
haberler.com, 12.10.2013
|
URFA'DAKİ TARİHİ ERMENİ KİLİSESİ AHIRA DÖNÜŞTÜRÜLDÜ

Şanlıurfa’daki Germuş Köyü'nde bulunan
tarihi Ermeni kilisesi ahır olarak kullanılıyor.
Şanlıurfa’nın yerel haber sitesi olan
urfadabugun.com’un yaptığı habere göre Germuş
Köyü'ndeki tarihi Ermeni kilisesi ahır olarak
kullanılıyor. 10 yıl önce Ermeniler tarafından
restorasyonu yapılan kilise 3 yıl önce turizme
açılması gerekirken şimdi ahır halinde.
Tarihi kilisenin girişine Şanlıurfa İl Özel
İdaresi tarafından 3 dilde tanıtım tabelası asılmış
durumda ancak kilise turistik mekan olarak
kullanılmaktan oldukça uzak.
Germüş Köyü, Ermenilerden kalma bir köydür.
Bugünkü ismi Dağeteği Köyü’dür.Haber sitesinde yer
alan iddiaya göre ise toprak altında bulunan
geçitlerden haberdar olan defineciler ise köyde
sonsuz kaçak kazılar yapmaktalar. Tarihi kilisenin
nasıl bu hale geldiğine yönelik ise yetkililerden
açıklama bekleniyor.



Sol Haber, 12.10.2013
|
AKM CAN ÇEKİŞİYOR
Cemil Çiçek’in ‘ucube’, Ertuğrul
Günay’ın ise ‘çirkin’ dediği AKM, bakımsızlık
nedeniyle can çekişiyor. Kırık kaldırım taşları,
metro çalışması nedeniyle yükselen toz bulutları ve
her yağmur sonrası oluşan küçük göletleri ile AKM,
yıl içinde onlarca kente ev sahipliği yapıyor.

Başkent’te, hemşehri günlerine ve pek çok
etkinliğe ev sahipliği yapan Atatürk Kültür
Merkezi(AKM), bakımsız haliyle dikkat çekiyor.
Her köşesinde ayrı bir problem olan merkezin bir
tarafında Keçiören-Tandoğan metrosunun inşaatı için
kurulan beton santrali nedeniyle toz bulutu
oluşuyor. Ayrıca har yağmur sonrasında göle dönen
yol ve kırık dökük duvar taşları da vatandaşların
tepkisine neden oluyor.
Hürriyet'ten Ender Baykuş'un haberine göre,
Ankara’ya şehir dışından gelen illerin kendi
kültürel değerlerini, yöresel yemeklerini,
kıyafetlerini tanıttığı AKM’nin, içler acısı haliyle
ilgili vatandaşlar, “Başkent, misafir illerin
tanıtımını yaparken, kendi kötü reklam oluyor. Artık
kendi ilimiz dışında etkinliklere katılıyoruz” dedi.
Bakımsızlıktan dökülüyor
Yıllardır devam eden “yıkılacak yeniden
yapılacak” tartışmaları arasında gün geçtikçe kan
kaybeden AKM’nin bakımsızlıktan duvarları dökülür
hale geldi. Merkezin girişinde misafirleri
karşılayan kaldırım taşları onarılmayı bekliyor.
Merkezin bahçesinde devam eden Keçiören-Tandoğan
metrosunun inşaatı çalışmaları nedeniyle kalkan toz
ise misafirlere nefes aldırmıyor. Ankara Emniyet
Müdürlüğü’ne bakan taraftaki yol ise her yağmur
sonrası göle dönüyor.
Üst geçit yok
AKM çevresinde üst geçit bulunmaması kazaya
davetiye çıkarıyor. Dolmuş ve otobüse binmek için
vatandaşlar, hızla giden araçlar arasından geçmek
zorunda kalıyor.
Ziyaretçi sayısı azaldı
AKM’yi ziyarete gelen vatandaşların yanı sıra
çevre esnafı da durumdan şikayetçi oldu. Taksiciler,
3-4 yıldır merkezin toz içinde olduğunu dile
getirerek, “Müşteri kaybını bir kenara bıraktık,
Ankara prestij kaybediyor. Gün içinde defalarca cam
siliyoruz. Ancak daha da kötüsü ziyarete gelenlerin
sayısındaki düşüş” diye konuştu.
Yıl 2009
Çirkin yapı
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay,
Ankara’daki Atatürk Kültür Merkezi’ni (AKM) ‘çirkin
ve estetikten yoksun bir yapı’ şeklinde
tanımlayarak, “Oradaki o çirkin yapıyı kaldırıp,
yerine yapılacak onun 5 misli büyüklüğündeki yeni
müzeyi gelecek yıl açacağız” dedi.
Yıl 2012
‘Ucube'den kurtulalım
TBMM Başkanı Cemil Çiçek, ‘ucube’ dediği AKM
binasıyla ilgili, “Kıbrıs müzakereleri bir sona
gelecek ama bu binanın akıbetinin ne olacağına karar
vermek lazım. Bu çirkinlikten bir an evvel
kurtulalım” diye konuştu.
Yıl 2012
Müze protokolü
Atatürk Kültür Merkezi alanında yer alacak
Türkiye Uygarlıklar Müzesi’nin yapımına ilişkin
protokol, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ile
Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek tarafından
imzalandı. Gökçek, AKM alanında yapılacak müzenin
çok önemli bir proje olduğunu vurgulayarak, AKM
alanında dev bir Ankara Meydanı oluşturulmasının da
faydalı olacağının altını çizdi.
Yapı, 12.10.2013
|
SİT ALANINA ZARAR VERENE 5 YIL HAPİS!
Kültür ve
Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu'nda değişiklik,
Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi.
Düzenlemeyle, sit alanlarının zarar görmesine
kasten neden olanlar, 2 yıldan 5 yıla kadar hapisle
cezalandırılacak.
Değişiklikle, kültür ve tabiat varlıklarını yurt
dışına kaçırmaya çalışanlara verilecek cezalar da
arttırılıyor. Koruma altına alınan yerlerde, izinsiz
tamirat ve tadilat yapanlara ise 6 aydan 3 yıla
kadar hapis veya adli para cezası verilebilecek.
Yapı, 11.10.2013
|
KRAL MEZARI'NDA YÜRÜTÜLEN KAZI ÇALIŞMALARI

Milas'ta 2010 yılında kaçakçılar tarafından
talan edilmesinin ardından güvenlik güçlerinin
operasyonuyla ortaya çıkarılan ve yüzyılın
arkeolojik buluşu olarak nitelendirilen Kral
Hekatomnos'a ait anıt mezardaki kazı çalışmaları
devam ediyor.
Muğla Koruma Kurulu Başkanı, Uzunyuva Kazı
Koordinatörü Yrd. Doç.Dr. Abuzer Kızıl,
gazetecilere yaptığı açıklamada, 2010 yılında
başlatılan arkeolojik kazı çalışmalarının ivme
kazanarak devam ettiğini söyledi.
Platformun dört ayrı bölümünde kazı çalışmaları
sürdürdüklerini belirten Kızıl, "Bu çalışmaların
bilimsel esaslara bağlı kalınarak hızlı bir
şekilde tamamlanması hedefleniyor. Ağır kış
şartlarının başlamasına az bir zaman kala önemli
mesafe kat etmeyi istiyoruz. Onun için çalışan
sayısını artırdık" dedi.
Kral Hekatomnos'a ait mezar odasındaki duvar
resimlerinin korunması için Türk ve İtalyan
ekiplerce çalışma yürütüldüğüne işaret eden
Kızıl, "Türk ve İtalyan ekipler tarafından
yapılan çalışmayla özellikle mezar odası
duvarlarındaki resimlerin uzun vadede
korunabilmesi ve gelecek nesillere olduğu gibi
aktarılmasını amaçlıyoruz. Duvar resimlerinin
korunabilmesi için ekipler özel bir teknik
uygulayacak" diye konuştu.
Milas Müze Müdürü ve Kazı Heyeti Başkanı Ali
Sinan Özbey ise bölgede çeşitli amaçlarla
kullanılacak 8 tarihi Milas evinin restorasyon
çalışmalarının hızlı bir şekilde sürdürüldüğünü,
evlerdeki çalışmaların yıl sonuna kadar
tamamlanacağını dile getirdi.
Tarihi binalardaki çalışmaların İzmir Röleve
Anıtlar Müdürlüğü gözetiminde devam ettiğini
vurgulayan Özbey, binaların çatılarının ve dış
katlarının restore çalışmalarına hız
verdiklerini ifade etti.
Özbey, Hekatomnos Tapınağı kutsal alanında
yapılan kazı çalışmalarının bir ayağı olan
kutsal alanı çevreleyen Temenos duvarlarının
sağlamlaştırılması ve restorasyon çalışmasının
da devam ettiğini bildirdi.
Anadolu Ajansı, 10.10.2013
|
HİTİTLERİN KUTSAL ŞEHRİ NERİK ORTAYA ÇIKIYOR

Vezirköprü
İlçesi'ne bağlı Oymaağaç Köyü'nde 8 yıldır devam eden arkeolojik kazı
çalışmalarının bu yılki bölümü tamamlandı.
Kazı Başkanı Alman Arkeolog
Doç.Dr. Rainer
Czichon, AA muhabirine yaptığı açıklamada,
Oymaağaç'ta 2005 yılında çalışmalara
başladıklarını söyledi.
İlk iki yıl yüzeysel araştırma yaptıklarını,
daha sonra kazı
çalışmasına başladıklarını belirten Czichan,
şöyle devam etti: "Amacımız Oymaağaç'ın
Hititlerin kutsal şehri 'Nerik' olduğunu
ispatlamak. Zaten buranın Hititlerin yerleşim
yeri olduğunu biliyoruz. Yüzde 100 diyemem ama
yüzde 95 buranın Hititlerin kutsal şehri 'Nerik'
olduğunu ispat edecek çivi yazılı tabletler
bulduk. Bu yıl ortaya çıkardığımız 4 çivili
tablette 'Nerik' ile ilgili yazıtlar var.
Nerik'in içinde Tahanga diye bir bölüm var.
Tahanga, Nerik'in hava tanrısı mabedinin içinde
bir bölüm. Tahanga ismi, çıkardığımız iki
tabletin üzerinde çıktı. Bu da Oymaağaç'ın Nerik
olduğu yönünde güçlü bir kanıttır. Kazılarda
çıkan yazıtlar buranın yüzde 95 Hititlerin
kutsal şehri 'Nerik' olduğunu ortaya koydu."Çivi
yazılı tabletler dışında mühür baskılar da
bulunduğunu ifade eden Czichon, "Bir katibin
mühür baskısı... Hattuşa'da bu çok normal bir
şey ama Hitit
İmparatorluğu'nun en kuzey sınırındayız. Yani bu
bölge için bu süper olağanüstü bir şey. Bizim
için o dönemin insanlarının kendi yazıları çok
önemli. Çünkü o
dönemde ne düşündüler, neler yaptılar, neyle
ilgili konuştular, yaşam tarzları bize ışık
tutacak" dedi.
Bu yıl Nerik'te hava tanrısının mabedinde
kazılara devam ettiklerine değinen Czichon, "Bir
değil, en az üç üst üste yapılmış mabet bulduk.
Bir de ilk defa binanın içinde taban bulduk.
Avlularını bulmuştuk, içinde taban bulmamız son
derece önemliydi" diye konuştu.
Doç.Dr. Czichon, kazı çalışmalarına dünyanın
her tarafından
arkeologlar, filologlar, jeologlar, mimarlar,
antropologlar ve zooarkeloglar katıldığını,
yaklaşık 40 kişilik luslararası bir ekibin yazın
3 ay Türkiye'nin eski tarihini incelemeye
çalıştığını sözlerine ekledi.
Star, 09.10.2013
|
ÇUKUROVA'DA TARİH YENİDEN CANLANIYOR
Adana Ticaret
Odası yönetimi, Çukurova'nın binlerce yıla ulaşan
süreç içerisindeki tarihine ışık tutması beklenen
Misis ve Tatarlı höyüklerindeki antik kent kazı
alanlarında incelemelerde bulundu. ATO Meclis
Başkanı ve Misis Arkeoloji Kazılarını Destekleme
Derneği Başkanı Tarkan Kulak, tarihsel
zenginliklerin gün yüzüne çıkmasının dünyanın
dikkatini de bölgeye çekeceğine ve turizm sektöründe
önemli gelişmelerin önünü açacağını bildirdi.
ATO yönetiminin arkeolojik ziyaretleri kapsamında
ilk durağı Misis oldu. Kültür ve Turizm Bakanlığı
Adana Müzesi Başkanlığı'nda, Atatürk Üniversitesi
Öğretim Üyesi Doç.Dr. Nurettin Öztürk, İtalya'nın
Pisa Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Giovanni
Salmeri, Roma Enstitüsü'nden Anna Lucia D'Agata ve
Yüreğir Belediyesi koordinasyonunda başlatılan
çalışmalarda tarihte 'Ölümsüzlük Şehri' olarak
tanımlanan Misis'in gün yüzüne çıkarılması
hedefleniyor.
ATO Heyeti'ne, kazı çalışmalarına ilişkin bilgi
veren Pisa Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof.Dr.
Giovanni Salmeri, 9 bin yıllık geçmişe sahip Misis
Antik Şehri'ni Kurtarma Projesi'nde, Roma dönemine
ait bir tapınağın ortaya çıkarıldığını belirtti.
Yüreğir Belediye Başkan Yardımcısı Zülfü Çelik de
Misis'in Roma devrinin önemli kentleri arasında yer
aldığını, 7000 yıldan günümüze kadar kesintisiz
kullanılan Çukurova Kültür Havzasının en önemli
kenti olduğunu söyledi.
Adana Ticaret Odası yönetimi daha sonra geçtiği,
Ceyhan İlçesinde Tatarlı höyüğündeki 3 bin 500
yıllık Kizzuwatna Uygarlığı'nın izini sürmek ve
tarihi kalıntıları gün ışığına kavuşturmak için
Kültür ve Turizm Bakanlığı, Çukurova Üniversitesi ve
Ceyhan Belediyesi'nin katkıları ile sürdürülen
kazılarda ortaya çıkarılan anıtın 'A Yapısı', 'Taş
Döşemeli Şehre Giriş Bölümü' ve 'Sur Yapısını'
inceledi.
Çalışmalar hakkında bilgi veren Yrd. Doç.Dr. Serdar
Girginer, yaklaşık 2 kilometrekarelik alanı kaplayan
höyüğün altındaki tarihin ortaya çıkartılması için
yürütülen kazılarda 7. yıllarını doldurduklarını
dile getirerek, bu yıl yapılacak olan kazılarda
yukarı ve aşağı kent olarak adlandırdıkları, iki
kenti gün ışığına çıkarmaya çalıştıklarını ifade
etti. Bu yılki kazılarda şehrin doğusunda yer alan
ve Geç Tunç Çağı'nda farklı evreleriyle kullanılmış
bir yapıya ait kalıntılara ulaşıldığını ifade eden
Yrd. Doç.Dr. Serdar Girginer, "Çalışmalarımız
neticesinde tapınağın 4 bin yıl önce kurulduğunu
ancak 3.500 yıl önce kullanıma başlandığı
bilgilerine ulaştık. Sağlamlığı ve hiç restore
edilmemesiyle Orta Anadolu dahil tüm Türkiye'nin en
büyük yapısı olma özelliğine sahiptir." diye
konuştu.
Kazılarda şimdiye kadar bulunan iki binden fazla
eserin müzeye kazandırıldığını anımsatan Girginer,
"Bu eserlerin çoğu da bölgenin özelliğiyle
bağlantılı olarak tekstil ve kumaşla ilgili
buluntular. Kutsal inanışlarla bağlantılı olanlar da
var." dedi.
Adana Ticaret Odası yönetimi daha sonra kazı evine
geçerek kazılarda çıkan Hitit dönemine ait değerli
taş ve buluntuların restorasyon çalışmalarını
inceledi. Tarihi eserlerin burada yapılan
restorasyon çalışmalarının ardından müzeye teslim
edildiği öğrenildi.
ATO Meclis Başkanı ve Misis Arkeoloji Kazılarını
Destekleme Derneği Başkanı Tarkan Kulak, kazıların
Adana için bir şans olduğunu belirterek, "Ceyhan
Nehri kenarındaki Misis ve Tatarlı höyükleri
Çukurova'nın en önemli tarihsel zenginlikleri
arasındadır. Bu bölgelerin, toprak altındaki
stadyum, su kemerleri, tiyatro, kaya mezarları,
mozaikler gibi kalıntılar ortaya çıkarıldığında
Türkiye'nin en önemli turizm merkezlerinden
olacağına eminim. Bu kazılar sayesinde dünyanın
dikkatinin de Çukurova'ya çevrileceğini düşünüyorum.
Sayın Ömer Çelik`in Kültür ve Turizm Bakanı
olmasının da bizim için ve bu projelerin sağlıklı ve
hızla ilerleyebilmesi bakımından büyük bir şans
olduğuna inanıyorum." diye konuştu.
ATO Yönetim Kurulu Başkanı Atila Menevşe de bu tür
projelerin mutlaka desteklenmesi gerektiğine işaret
ederek, "Adana'nın turizm geliri çok az. Her iki
bölgedeki arkeolojik kazıların tamamlanmasıyla
birlikte kentimiz tarihsel ve turistik açıdan önemli
bir değere sahip olacaktır. Bu höyüklerdeki tarihi
değerlerin gün ışığına çıkarılmasıyla Adana'nın
turizm sektöründen de en az tarım ve sanayi alanında
elde edilen gelir sağlayabileceğine inanıyorum.
Ancak önemli bütçe ve zaman gerektiren kazı
çalışmaları için kentte bu alanda sağlanacak destek
ve işbirliğine önemli oranda ihtiyaç bulunduğu da
ortada duran bir gerçektir." ifadelerini kullandı.
TimeTürk, 09.10.2013
|
"BARAJLAR SAYESİNDE TARİHİ VARLIK YOK OLMUYOR, GÜN
YÜZÜNE ÇIKIYOR"
Prof.Dr. Mehmet Özdoğan, baraj sayesinde tarihi
varlıklar sadece yok olmadığını aynı zamanda gün
yüzüne çıkarılma fırsatı da bulduğunu söyledi.
Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü
tarafından organize edilen Ilısu Barajı Arkeoloji
Sempozyumu'nun 2.si Siirt Üniversitesi’nde
yapıldı.Ege Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Arkeoloji bölümü öğretim üyesi Doç.Dr. Haluk
Sağlamtimur başkanlığında, yerli ve yabancı birçok
bilim adamının katılımıyla düzenlenen sempozyumun
birinci oturumunda söz alan Prof.Dr. Mehmet
Özdoğan, baraj sayesinde tarihi varlıklar sadece yok
olmadığını aynı zamanda gün yüzüne çıkarılma fırsatı
da bulduğunu söyledi. Barajlar sayesinde yer altında
kalacak birçok eserler gün yüzüne çıktığını belirten
Özdoğan, “Türkiye’de ilk organize edilmiş proje olan
Keban barajı ile Orta Anadolu’da toprak altında
kalan eserlerin kurtarılması için başlatılan proje
ile birçok medeniyete ışık tutacak eserler
kurtarılarak müzelere taşındı. Bu vesile ile Keban
Barajı Doğu Anadolu medeniyetlerine ait eserlerin
çıkarılması ile arkeolojik kazılarda dönüm noktası
oldu" diye ifade etti. AKP Siirt Milletvekili
Afif Demirkıran ise yaptığı konuşmasında, 10 yıl
öncesine kadar enerjide dışa bağımlı olan
Türkiye’nin enerji üzerinde birçok önemli çalışması
bulunduğunu belirtti.Bu coğrafyanın Mezopotamya
medeniyeti ile yakın doğu ile Anadolu kültürlerinin
birleştiği ve kaynaştığı bir yer olduğunu belirten
Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı Abdurrahman Arıcı
ise “Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde binlerce yılın
izlerini taşıyan çok sayıda arkeolojik kazıyı görmek
mümkün. Ülkemizde hidroelektrik santralleri,
karayolları ve boru hatları Türkiye Cumhuriyeti
makamlarınca karar verilerek yapılır. Ilısu Barajı,
kültür varlıklarının tespiti, korunması, çıkarılması
ve taşınması için bakanlığımız 1980 yılından beri
projelerle desteklemektedir. Bugüne kadar 4 bin 500
eser müzelerimize kazandırılmıştır" dediSiirt Valisi
Ahmet Aydın da, Siirt’in 12 bin yıl öncesine dayanan
tarihi kimliğinin keşfedildiğini belirterek, şunları
söyledi, “10 yıl önce yapılan araştırmalarda
Siirt’in tarihinin 3 bin yıl öncesine dayandığı,
Ancak yapılan arkeolojik kazılarda bu tarihin 3 bin
değil, 12 bin 500 yılına dayandığı tespit edildi.
Demek ki yapılan bulgularda elde edilen bilimsel
araştırmalarda ilk yerleşim birimi Siirt’tir."
Sempozyum daha sonra Prof.Dr. Harun Taşpınar
tarafından ‘Ilısu Baraj Gölü Alanının Paleolitik
Çağı’, Vecihi Özkaya tarafından ‘Kortik Tepe
kazısı’, Yutaka Miyake tarafından Hasankeyf Höyük
kazıları konulu sunumu ile sona erdi.3 gün sürecek
olan sempozyumda arkeolojik faaliyetler ve baraj
altında kalacak kültür varlıklarının korunmasına
dair bilimsel teknikler, uygulamalar ve öneriler
hakkında 47 bildiri sunulacak.
Zaman, 08.10.2013
|
NEKROPOLÜN ALTINDA TARİH YATIYOR

Antalya Side antik
kenti, üstünü rüzgar
kumlarının kapladığı Doğu Nekropolü'nün altında tarih yatıyor.
İzmir
Efes'ten sonra
Side
antik kentinde 66 yıldır
kazı çalışmasına rağmen kum kaplamasına bağlı
kazı yapılamayan tek yerin
Doğu Nekropolü olduğu belirtiliyor. Rüzgarın
getirdiği kumullar Side'de turistlerin ilgisini
çekiyor. Antik kentte Side Antik
Tiyatro,
Bizans Hastanesi, Devlet Agorası, Tüke Tapınağı,
Büyük Hamam, Piskoposluk Sarayı, Anıtsal Çeşme,
surlar,
Athena,
Apollon Tapınağı ve asırlık cumbalı Osmanlı
evlerini gezdikten sonra kumul alanda
yürüyüş turuna çıkıyor.
Anadolu Üniversitesi
Arkeoloji Bölümü ve Side Kazı Başkanı Prof.Dr.
Hüseyin Alanyalı, 1947 yılında Arif Müfid Mansel'le
başlanılan kazı çalışmalarında 66 yıl içinde antik
kentin bugüne kadar
yüzde 10'nun gün yüzüne çıkarılabildiğini
söyledi. Antik kentin doğu bölgesinin kumlar altında
olduğu için bugüne kadar hiç
kazı çalışması yapılmadığını belirten Alanyalı,
kazı çalışması yapılmadığı için kumun altında
hangi arkeolojik varlıkların bulunduğu
bilinmediğini söyledi. Alanyalı, "Halihazırda antik
kentin yüzde 10'u bile gün yüzünde değil. Nekropolün
bulunduğu alan kumlarla kaplı olduğu için bugüne
kadar hiç kazı çalışması yapılmamış. Bölgede Anadolu
Üniversitesi olarak 5 yıldır çalışma yapıyoruz.
Kumun altında çok büyük arkeolojik zenginliğinin
olduğuna inanıyoruz. Kumul alanın temizlenmesi ve
antik kentin tamanının gün yüzüne çıkması kısa
sürede mümkün değil. Tüm gücümüzle çalışma yapsak
bile kazılar en az 4 nesil sürer." diye
konuştu.
Kültür ve
Turizm Bakanı Yardımcısı Dr. Abdurrahman Arıcı,
Türkiye'nin ilk turizme açılan penceresinin Side
olduğunu,
Roma'da olmayan Roma eserlerinin Side'de
bulunduğunu söyledi. Antik kentin gün yüzüne çıkması
için desteklerinin süreceğini belirten Arıcı,
Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın turizm
tanıtımlarında sembolü olan Apollon Tapınağı'nın
korunması ve restorasyonuna özel önem verdiklerini
kaydetti.
Milliyet, 08.10.2013
|
BODRUM'DAKİ PEDASA ANTİK KENTİNDE KUŞCİNSLERİ
ARAŞTIRILACAK
Muğla'nın Bodrum
İlçesi'ne bağlı Konacık beldesinde
bulunan 3 bin 500 yıllık Pedasa antik kentinde, kuş
cinsleri araştırması yapılacak. Muğla Sıtkı Koçman
Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölüm
Başkanı ve Pedasa Kazı Başkanı Prof.Dr. Adnan Diler
ile Konacık Belediyesi ve Doğa Derneği tarafından,
geniş bitki örtüsüyle dikkat çeken antik kentte
geniş çaplı bir araştırma yapılacak.
Prof.Dr. Diler, konu hakkındaki açıklamasında
Pedasa'nın, tarih ve arkeoloji için çok önemli bir
bölge olduğunu söyledi. Eski belgelerde "karların
atası" olarak gösterildiğini ifade eden Diler, "Bu
yarımadanın arkeolojik araştırması çok önemli ama
bugüne kadar yaptığımız çalışmalarda gerçekten çok
yol aldık. Burada çok daha önemli olan bir şey var.
Bundan sonraki süreçte yeni bir çalışmayı daha
başlatıyoruz. O da Pedasa'nın çok iyi korunmuş bir
doğal yapısı var. Kültürel mirasın korunması kadar
doğal dokusunun korunması da çok önemli. Doğa tarihi
çalışmalarının başlatılması için yeni bir çalışma
içerisine girdik." dedi.Konacık Belediye Başkanı
Mehmet Tosun ise antik kentin toprağın altında
olduğu kadar, üstündeki boyutunun da önemli
zenginliklere sahip olduğunu belirterek şunları
söyledi: "Bu yörede korunabilmiş bir bitki örtüsü
var. Bitki örtüsüyle birlikte canlı türleri var.
Bugün, geçmişten bu yana yürüttüğümüz çalışmalara
yeni bir anlam katıyoruz. İnşallah Doğa Derneği ve
diğer üniversitelerle burada yerin üzerindeki hem
bitki örtüsüyle ilgili hem de kuş türleriyle ilgili
çalışma yapma, kayıt altına alma suretiyle inşallah
Bodrum yarımadamızın turizmine burayı kazandırmayı
düşünüyoruz. Hem ülke içinden hem de ülke dışından
insanların ziyaretine açmayı düşünüyoruz."Doğa
Derneği Doğa Alanları Sorumlusu Can Yeniyurt da
Pedasa'nın, Türkiye'deki önemli doğa alanlarından
bir tanesi olduğunu kaydetti. Antik kentin aynı
zamanda önemli bir kuş alanı olduğunu dile getiren
Yeniyurt, "Bu alanda birçok kuş türü var. Bu
kuşların incelenmesi ve araştırılmasına yönelik Doğa
Derneği olarak buradayız. Bu canlıları izlemek,
bunlara yönelik çeşitli çalışmalar yapmak ve bu
arkeolojik alanın doğal zenginliklerini ortaya
koymak için buradayız. Burada yapılacak bilimsel
çalışmalara her zaman destek vereceğiz." ifadelerini
kullandı.
Zaman, 07.10.2013
|
BİZANS DÖNEMİNE AİT YERALTI ŞEHRİ TESCİLLENECEK

Çorum'un Evci beldesinde yol genişletme ve
istinat duvarı kazı çalışmaları sırasında ortaya
çıkan şehir tescillenecek. Bahse konu alanda
incelemelerde bulunan Çorum Valisi Sabri Başköy,
Bizans dönemine ait olduğu düşünülen ve 8 odadan
oluşan yeraltı yerleşkesinin korunması ve
tescillenmesi için çalışmaların devam ettiğini ifade
etti.
Yol genişletme çalışmaları esnasında söz konusu
yerleşkenin ortaya çıktığını anımsatan, Vali Başköy,
yerleşkenin incelem çalışmalarının devam ettiğini
kaydetti. Buradaki incelemelerin ardından Başköy ve
beraberindekiler, 1 milyon 365 bin 410 metre küp
homojen kil çekirdekli kum-çakıl dolguya sahip evci
zirai sulama göletinin yapım çalışmalarını da
inceledi.
Vali Başköy, Evci gölet inşaatının planlanan
zamanda tamamlanacağını belirterek, kentin tarımına
olumlu katkıları olacağını kaydetti. Gövde sıyırma
ve dolu savak kazılarının tamamlandığını ifade eden
Başköy, 'Evci zirai sulama göletinin devreye girmesi
ile Boğazkale İlçemize ait bin 40 dekar arazimiz
suya kavuşacak. Göletinin sulama kanalları Ağustos
ayında ihale edildi ve inceleniyor. İhale aşaması
tamamlanır tamamlanmaz bin 40 dekar araziyi
sulayacak olan 6 bin 821 metre uzunluğundaki sulama
kanalları inşaatı başlayacak. Dolayısıyla gölet
inşaatı ile kanal inşaatının aynı zamanda
tamamlanacağına inanıyorum.' dedi.
Gölet inşa alanında incelemelerini tamamlayan
Vali Başköy, yüklenici firmanın gölet alanında yer
alan şantiyesini ziyaret ederek, proje detayları
hakkında teknik bilgi aldı. Vali Başköy'e Boğazkale
Kaymakamı Zeliha Uyan, Boğazkale Belediye Başkanı
Rıza Soysat, Evci Beldesi Belediye Başkanı Nihat
Sarıerik eşlik etti.
Time Türk, 03.10.2013
|
6 - 12 Ekim 2013
|
AV KÖŞKÜ İHALEYE ÇIKACAK

Selçuklu Çağı Anadolu
Türk mimarisinin önemli örneklerinden biri olan ve
13 yıl önce Kemer’e gelen Finlandiyalı bir Türkolog
tarafından ortaya çıkarılan Selçuklu Av Köşkü’nün
kültür turizmine kazandırılması için yürütülen
çalışmalar devam ediyor. Kemer’de Selçuklular
döneminden kalan tek yapı olan Av Köşkü’nün gerçeğe
uygun bir şekilde projesini hazırlatarak restore
edilmesi planlanıyor. Kültür ve Tabiat Varlıklarını
Koruma Kurulu’nun İl Özel İdaresi fonlarından
sağlamak üzere restorasyon ve mühendislik proje
çalışmaları için 55 bin TL’lik fon hazırladı. Av
Köşkü’nün ihalesini ise İl Özel İdaresi yapacak.
İhale tarihi ile ilgili kesin bir tarih verilmezken,
Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Komisyonu’nun
keşfinden sonra yapılması planlanıyor. Daha sonra
ise yapılacak işlemin maliyeti hazırlanacak. Ayrıca
Av Köşkü’nün çevre düzenleme projesi yapıldığı
kaydedilirken, söz konusu yerin kendi yapısıyla
ilgili Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma
Kurulu’nun bir çalışma yapacağı aktarıldı. Bu
çalışmayla ilgili ödeneklerin hazır olduğu ve ihale
aşamasının da proje tavsiyesi niteliğinde yapılacağı
vurgulandı. Öte yandan Kemer Kaymakamlığı, Av
Köşkü’nün bir bölümünü halkın kullanması için piknik
ve mesire yeri olarak 10 yıllık kira sözleşmesi
yaptı. Alandaki bütün ağaçların kodlanması için ağaç
rölöve işlemleri tamamlandı. Söz konusu alanın,
günübirlik olarak yerli ve yabancı turistlerin uğrak
noktası haline getirilerek, alternatif turizme
sunulması amaçlanıyor.
Kemer Gözcü, 10.10.2013
|
VİLAYET MEYDANI DÜZENLEMESİ TARİHİ ORTAYA ÇIKARTTI
Eskişehir'de devam eden Vilayet Meydanı düzenlemesi çalışmaları sırasında Roma dönemine ait su kanalı ortaya çıktı.
Vilayet Meydanı'ndaki düzenleme çalışmaları kapsamında yerleştirilecek led ekranlar için kazı yapan işçiler, büyük mermer bloklara rastlamaları üzerine durumu Eskişehir Valiliği'ne bildirdi. Valilik de Eskişehir Müze Müdürlüğü'ne haber verdi. Bunun üzerine Eskişehir Kültür Varlıkları Koruma Bölge Kurulu Başkanı Prof.Dr. Cengiz Işık ve Eskişehir Müze Müdürlüğü uzmanları, kazı alanında inceleme yaptı. İnceleme sonunda Roma dönemine ait olduğu belirlenen üzeri mermer bloklarla kapalı alanın 'temiz su kanalı' olduğu tespit edildi. Söz konusu yerdeki led ekran çalışmalarının devam edip etmemesine Eskişehir Kültür Varlıkları Koruma Bölge Kurulu'nun karar vereceği öğrenildi.
Yapı, 10.10.2013
|
 |
MİRO'NUN KAYIP ESERİ BULUNDU
İspanyol sanatçı
Joan Miro’nun yaklaşık 3 yıl önce, bir müzayede
sırasında kaybolan “Guadi XIX” isimli eseri İspanyol
polisi tarafından bulundu.
Sanatçının 1975 yılında “Guadi” serisi için
yaptığı eseri, 3 yıl önce düzenlenen bir müzayedede
450 bin eurodan satışa sunulmuş ve satışın ardından
İspanya’da bir galeride sergilenmek üzere bir
taşıma şirketine teslim edilmişti. Ancak, eserin
galeriye transferi sırasında kaybolduğu anlaşıldı.
2011 yılından bu yana aranan eser,
taşıma şirketinin sahibinin odasında bir kolide,
paketi hiç açılmamış bir halde bulundu.
Mlliyet, 10.10.2013
|
DÜNYA ANITLAR FONU 2013
Dünya Anıtlar Fonu (World
Monuments Fund) tehlike altında bulunan kültürel
yapılar listesine bu yıl Türkiye’den sadece
Kars’taki Mren Kilisesi’ni aldı.
1996 yılından beri, her iki senede bir tehlike
altında bulunan kültürel değerlere dikkat çekmek
amacıyla hazırlanan gözlem listesinde önceki yıl
Türkiye'den Haydarpaşa Tren Garı, Büyükada Rum
Yetimhanesi ve Gürcü Oshki Manastırı yer alırken
2013 listesinde sadece Kars’ın Digor bölgesinde
bulunan 7’inci yüzyıla ait Mren Ermeni kilisesine
yer verildi.

Dünya Anıtlar Fonu tarafından New York’ta
yapılan basın toplantısında açıklanan listeye giren
Mren Kilisesi’nin, Bizans ve Pers savaşları
sırasında inşa edildiği ve yüzyıllardır atıl durumda
olduğu kaydedildi.

Türkiye-Ermenistan sınırındaki askeri bölge
içinde yer aldığı için sadece hükümetten alınan özel
izinle ulaşılabilen Mren Kilisesi’nin Güney
cephesinin çöktüğü, zorunlu olan sağlamlaştırma veya
iyileştirme önlemleri alınmadığı takdirde tamamen
göçme tehlikesi bulunduğuna dikkat çekildi.
Bu yılki listede 41 ülkeden korunmaya muhtaç 67 yapı
ve bölgeye yer verildi. Yeniden sular altında kalan
Venedik listedeki yerini korumaya devam ederken
Suriye’deki iç savaşın etkisiyle tahrip olma
tehlikesi yaşayan tüm tarihi mekanlar toplu halde
gösterildi.

İşte listeden bazı örnekler:
ABD'nin Teksas eyaletindeki Chinati Sanat Müzesi

ABD'nin Pennslyvania eyaletinde George
Nakashima'nın evi

ABD'de Hudson Nehri kıyısındaki Cloisters
malikanesi

Ekvador'da yazar Remigo Crespo Toral Müzesi

Endonezya'daki Peceren ve Dokan kasabaları

Ermenistan'daki St. Gregory Manastırı

Kenya'daki antik Lamu şehri

Kolombiya'da San Jorge sel havzası

Makedonya'da Poloshko Manastırı

Afrika ülkesi Mali'deki kültürel miras alanı

Meksika'nın Monterrey kentindeki Fundidora Parkı

Mısır'ın başkenti Kahire'deki Bayt el Rezzaz
Sarayı

Hürriyet, Haber: Razi Canikligil, 10.10.2013
|
"İSTANBUL'UN FETHİ"NE 761 BİN 500 TL

İstanbul’un 1453’te Fatih Sultan Mehmet
tarafından fethini resmeden, İtalyan bir ressama ait
olduğu tahmin edilen bir yağlıboya tablo, Sotheby’s
müzayede evinin dün Londra’da gerçekleştirdiği İslam
Eserleri Müzayedesi’nde 240 bin pounda yani yaklaşık
761 bin 500 TL’ye satıldı.
15. yüzyılın sonu, 16. yüzyılın başlarına ait
olan tabloyu kimin aldığı açıklanmadı.
Resim, 21 yaşındaki Fatih
Sultan Mehmet’in liderliğindeki Osmanlı
ordusunun
İstanbul’u ele geçirdiği günü betimliyor.
Müzayede evinin verdiği bilgiye göre
eser, İstanbul’un fethini gösteren bilinen en
eski yağlıboya tablo olma özelliğini taşıyor. Bu
erken tarihli tabloda dumanlar şehrin üzerinde
gezinirken, Kerko-porta (Belgrad Kapısı) ismindeki
yan geçitte ve Yedikule’de Türk bayrakları
görülüyor. Bu detaylar, tablonun İstanbul’un
resmen fethedildiği 29
Mayıs 1453’ü betimlediğini gösteriyor.
Resmin kompozisyonunda aynı zamanda eski
Bizans şehrinin
en iyi bilinen abidelerinden olan Aya
Sofya Kilisesi’ni, Hipodrom’u (Sultanahmet
Meydanı) ve arka plandaki Valens (Bozdoğan) Su
Kemerleri’ni görmek mümkün. Resmin sağında
Galata bölgesinin bir kısmı ve sol alt köşesinde
Vlanga (Yenikapı) Limanı da görülüyor. Eser,
sanat değerinin yanı sıra Türk,
İslam ve
Avrupa
tarihi açısından da büyük belge önemi taşıyor.
Milliyet, 10.10.2013
|
HALİFE ABDÜLMECİD VE TARTIŞILAN TABLO

İmzasız
bir tablo, birileri “Halife Abdülmecid Efendi’ye
ait!” dedi diye ona ait olur mu? “Avluda Kadınlar”
tablosu büyük ihtimalle Gustave Boulanger’ye yahut
onu ustaca taklit eden başka bir ressama ait
olmalıdır. Bu tablonun Abdülmecid Efendi’ye ait
olduğunu söyleyebilecek bir eksperin çıkabileceğini
sanmıyorum.
Dolmabahçe Sarayı Sanat Galerisi’nde Sultan
Abdülaziz’in Polonya’da, Krakov Müzesi’nde muhafaza
edilen bir albümdeki eskizleriyle bu eskizlerden
yola çıkarak yapılmış, Osmanlı zaferlerinin tasvir
edildiği tabloların yer aldığı harika bir sergi
açıldı: “Eskizlerden Tablolara: Ressam Sultan
Abdülaziz”.
Küratörlüğünü Lütfi Şen’in, sanat danışmanlığını
Ömer Faruk Şerifoğlu’nun üstlendiği serginin bir
tezi var: Biri Askeri Müze’de, diğerleri Milli
Saraylar Tablo Koleksiyonu’nda korunan savaş konulu
on altı tablonun Sultan Abdülaziz tarafından
yapıldığı... Eskizlerdeki şaşırtıcı yetkinlik ve
dinamizm, gerçekten söz konusu imzasız tabloların
Sultan Abdülaziz’in fırçasından çıkmış olma
ihtimalini güçlendiriyor.
Aslında bu yazıda, bu sergiden uzun uzun söz
etmek niyetindeydim. Fakat önceki gün, bir
müzayedede bir milyon altı yüz bin liraya alıcı
bulan “Avluda Kadınlar” adlı tablo vesilesiyle Ahmet
Hakan’ın yazısında ismimin geçtiği haber verilince
kararımı değiştirdim. Havuzlu bir bahçede çıplak
kadınları eğlenirken gösteren bu tablo Sultan
Abdülaziz’in oğlu olan son halife Abdülmecid
Efendi’ye aitmiş. Bir yazar, “Son halifenin bu
tablosunu duvarına asabilecek zengin bir muhafazakar
var mı?” diye soruyor. “Halife hazretleri bile ‘nü’
yapmış, siz nerelerde otluyorsunuz!” demek istiyor
zahir. Herhangi bir yanlışı halife yaptı diye doğru
mu kabul edeceğiz? Diyelim herhangi bir papa
homoseksüel çıktı; homoseksüellik bütün Katolikler
için meşru mu olur? Bu nasıl bir mantıktır? Kaldı ki
hilafet, papalık gibi ruhani değil, siyasi bir
makamdır.
Peki, imzasız bir tablo birileri “Halife
Abdülmecid Efendi’ye ait!” dedi diye ona ait olur
mu?
Ahmet Hakan, benim bu tablonun Abdülmecid
Efendi’ye ait olmadığı yolundaki görüşüme kimsenin
itibar etmediğini yazmış. Evet, böyle bir görüş
serdettim, ama tam altı yıl önce... Bu köşede 13
Aralık 2007 tarihinde “Aklıma Takıldı Bir Kere,
‘Nü’nün Peşine Düştüm” başlıklı yazımda bu meseleyi
ele almış, “Abdülmecid Efendi’nin her gün yaşadığı
ortamı, yani haremi, kendi fantezilerini ‘harem’
diye dünyaya pazarlayan oryantalist ressamların
gözüyle tasvir edebileceği nasıl düşünülebilir?”
diye sormuştum. Bu yazı çıktıktan sonra, söz konusu
tablodan tam altı yıl hiç söz edilmedi. Demek ki
fikrime fena halde itibar edilmiş.
Söz konusu tablonun Abdülmecid Efendi’ye ait
olduğunu ilk defa Hamit Kınaytürk iddia etmiş,
yıllarca çıkardığı Sanat Çevresi dergisinin Eylül
1990 tarihli 143. sayısının kapağında kullandığı 117
x 175 cm. ebadındaki bu tablo hakkında şunları
yazmıştı: “Bu sayıdaki Sanat Çevresi’nin kapağında
gördüğümüz ve ilk defa yayımlanmakta bulunan ‘Avluda
Kadınlar’ adlı eser, Şehzade Abdülmeci’in, döneminin
ne denli aydın bir kişisi olduğunu var gücü ile
kanıtlamaktadır. 1899 tarihini taşıyan bu resim
sanatçının 31 yaşında yaptığı mükemmel bir
kompozisyondur.”
Gelecek yıl (1991) Abdülmecid Efendi’nin
eserlerinden oluşan bir serginin açılacağından da
söz eden Kınaytürk, bu vesileyle rahmetli Sezer
Tansuğ’dan bir yazı istemiş. “Şehzade Abdülmecit
Efendi’nin İlgi Çekici Ressam Kişiliği” başlıklı
yazısında -Kınaytürk kendisini haberdar etmemiş
olmalı ki- “Avluda Kadınlar”dan hiç söz etmeyen
Tansuğ, tam aksine şunları yazmış: “Abdülmecit
Efendi modernleşen saray yaşamını resimde, klasik
bir soyluluk içinde yansıtmanın ötesinde geleneksel
yaşam değerlerine yönelik kompozisyon
çalışmalarını, aynı üslup değerlerinin ayrıntı
zenginliklerine kavuşturmamış, ama hiçbir zaman
oryantalizmin yapay ve sahte, düzmece gerçekçilik
yolunu da tutmamıştır.”
Son halife, harem resimleri yapmamış mıdır?
Yapmıştır! Mesela “Haremde Goethe”, “Sarayda
Beethoven”, kızlarının ve Ofelya Kalfa gibi
cariyelerin portreleri, bazı saraylı kadınlar...
Bunların hiçbiri çıplak değil. Bildiğim kadarıyla
tek kadın çıplağı vardır, onun da bütün anatomik
özelliklerini kalın bir tüle bürünmüş gibi
belirsizleştirmiştir.
Abdülmecid Efendi’ye ait olduğu iddia edilen
tablo, Gustave Boulanger’nin mesela “Le Harem du
Palais” (Sarayda Harem), The Bathers (Yıkananlar),
“The Slave Market” (Köle Pazarı) ve “A Summer Bath
at Pompeii” (Pompeii’de Bir Yaz Hamamı) adlı
tablolarıyla karşılaştırılırsa birbirine benzeyen
birçok ayrıntı görülecektir. Bu resimlerin hepsine
internetten erişilebilir. “Avluda Kadınlar”
tablosunun tam ortasında çeşmenin yanında çömelmiş
kadın figürünün neredeyse aynısı “The Slave
Market”ta, geniş yapraklı ağacın bir benzeri “Le
Harem du Palais”da, çiçeklerin sarıldığı sütunların
benzerleri de “A Summer Bath at Pompeii”de vardır.
Bu tabloların üçünde, “Avluda Kadınlar”daki gibi
yerde serili ve perde gibi kullanılan birbirine
benzer halılar göze çarpmaktadır.
Hemen her resmine bir de siyahi cariye konduran
Boulanger’nin akademik üslubu benzerlerinden
rahatlıkla ayırdedilebilir.
Amatörlüğü aşmış bir ressam olmakla beraber,
üslubundaki naifliği hemen fark edebileceğiniz
Abdülmecid Efendi’nin herhangi bir tablosuyla
Boulanger’nin herhangi bir tablosunu yan yana
koyunuz; ikisinin aynı fırçadan çıktığını söylemenin
imkansız olduğunu göreceksiniz. Abdülmecid Efendi
aptal mıdır ve harem bilmediği bir mekan mıdır ki,
hayali harem sahnelerine iltifat etsin. Tabloyu
gençliğinde yaptığı iddia ediliyor. Peki,
gençliğinde ulaştığı teknik ustalık, yaşlılığında
yaptığı tablolarda niçin yok?
Kısacası, “Avluda Kadınlar” tablosu büyük
ihtimalle Gustave Boulanger’ye yahut onu ustaca
taklit eden başka bir ressama ait olmalıdır. Bu
tablonun Abdülmecid Efendi’ye ait olduğunu
söyleyebilecek bir eksperin çıkabileceğini
sanmıyorum.
Az kalsın unutuyordum: Tam altı yıl önce yazdığım
yazıyı şu cümleyle noktalamıştım: “Yakında
“Abdülmecid’in Nü’sü müzayedeye çıkıyor!” diye bir
haber okursanız, sakın şaşırmayınız!”
Zaman, Haber: Beşir Ayvazoğlu, 10.10.2013
|
ANTİK TİYATRO
ONARILMIYOR, ÜZERİNE YENİ TİYATRO YAPILIYOR

Ulus Tarihi Kent Merkezi
Yenileme Alanı Projesi kapsamında antik Roma
tiyatrosu yeniden inşa ediliyor. “Restorasyon”
adıyla sürdürülen çalışmada, seyirci bölümü aslına
uygun olmayan bir şekilde beyaz mermerle yeniden
yapıldı. Yapının orjinalinde kullanılan “Ankara
taşı” diye bilinen malzemenin rengi ise beyaz değil.
Başkentin göbeğindeki sit alanı, “Faal hale
getirilme” gerekçesiyle tarihinden koparılıp konser
mekanı hale getiriliyor.
Bir yılı aşkın süredir
devam eden Ulus Tarihi Kent Merkezi Yenileme Alanı
Projesi kapsamında Ulus ve Kale çevresinde birçok
bina yıkıldı, ahşap evler “onarıldı”. Projeyle
ilgili Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih
Gökçek “eski Ankara’nın Ulus’ta yeniden doğacağını”
ifade etmişti.
SİT ALANINDA TAHRİBAT
Roma dönemine
tarihlenen, MS 1. ile 2. yüzyıl arasında inşa
edildiği tahmin edilen tiyatro, Ankara Kalesi’ne
çıkarken sol tarafta kalıyor. 2007 yılında tespit
edilen antik tiyatro, kazılar sonucu tamamen ortaya
çıkarıldı. Sahnesi, sahne arkası ve seyirci
bölümüyle 5 bin kişilik olduğu tahmin edilen antik
Roma tiyatrosu, yenileme projesi kapsamında büyük
mermer bloklarla yeniden inşa edildi. Aslına hiç
benzemeyen, beyaz mermer taşından yapılan seyirci
bölümü görenleri hayrete düşürdü. Söz konusu
çalışma, başkentin göbeğinde bir sit alanının nasıl
modern bir tahribata maruz bırakıldığını gözler
önüne serdi.
AKADEMİSYENLER
TEPKİLİ
3 Ekim 2013’te Bilkent
Üniversitesi’nde düzenlenen “Mimari Mirasın
Korunmasına Giriş” başlıklı çalıştayın ilk gününde
tartışmaya konu olan antik tiyatro yenilemesi,
uzmanlar tarafından da eleştirildi. Çalıştayda
konuşan uzmanlar, antik tiyatronun koruma veya
onarıma tabii tutulmadığını, yeniden inşa edildiğini
ifade ettiler.
BELEDİYE: ÖZGÜN YAPI
KORUNACAK
Ankara Büyükşehir
Belediyesi, restorasyona “tarihi dokuyu canlandırmak
ve antik tiyatroyu tekrar faal getirmek için” için
başladığını duyurmuştu. Belediyenin internet
sitesinde tiyatronun, Ankara Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun onayladığı
rölöve, restitüsyon ve restorasyon projeleri
doğrultusunda “özgün yapı korunarak” restore
edildiği iddia ediliyor.
Ancak aynı sayfada,
oturma sıralarının (cavea) restorasyon projesi ile
yok olduğu belirtiliyor. Yeniden yapımda ilk iki
sıra için özgün formda oturma sıralarının, sonraki
sıralarda ise üzeri kompozit ahşap döşemeyle
kaplanacak Gabion kutularının kullanılacağı ifade
ediliyor. Bu açıklamalar Ankara Büyükşehir
Belediyesi’nin “faal hale getirmek” adına antik
tiyatronun dokusunu nasıl tahrip ettiğinin adeta
itirafı niteliğinde.
Büyükşehir
Belediyesi’nin internet sayfasında, tiyatronun sahne
binasının yıkılmış duvarlarına ilişkin ise “mümkün
olduğu kadar özgün malzeme kullanılarak tamamlanması
sağlanacak” ifadeleri kullanılıyor.

Eski Hali
Evrensel, Haber:
Şiar Can Şener,
09.10.2013
|
900 YILLIK AMFORA'NIN İÇİNDEKİ SIVI, SIRRI
ÇÖZÜLEMEDEN KATILAŞTI

Sinop’ta 2003 yılında balıkçı Şükrü Zarflıoğlu
tarafından bulunarak, Sinop Müze Müdürlüğü’ne teslim
edilen ve 800-900 yıllık olduğu tahmin edilen
amforanın içerisindeki sıvı sırrını
hala koruyor. 10 yıldır sıvı ile ilgili herhangi
bir
inceleme yapılmazken, aradan geçen zamanda
katılaştığı bildirildi.
Sinoplu balıkçı Şükrü Zarflıoğlu, 2003 yılı Mart
ayında
Kastamonu’nun Çatalzeytin
İlçesi açıklarında
avlanırken 80–85 metre derinlikte trol ağlarına
amfora
takıldı. Ağzı kapalı ve içinde sıvı bulunan
’Amfora’yı Sinop’a götürerek Müze Müdürlüğü’ne
teslim
etti. Amforanın yapılan incelemede yaklaşık
800-900 yıllık olduğu belirtildi. Aradan geçen 10
yıla rağmen amforanın içindeki sıvının ne olduğu
incelenmedi. Sinop Müze Müdürü Hüseyin
Vural, kentte amforanın içerisinde sıvının ne
olduğunu tespit etme şanslarının olmadığını
İstanbul veya
Ankara’daki laboratuvarlarda incelenmesi
gerektiğini söyledi. Amforanın açılması için
Kültür ve
Turizm Bakanlığından
izin alınması gerektiğini dile getiren Vural,
"Bakanlık uygun görürse bu amfora açılır içindeki
malzemenin tahlili yapılır. Bunun içerisinde şarap
veya
zeytinyağı olabilir. Bunun için biz bakanlıkla
yazışmalar yapacağız. Bakanlık uygun görürse bu
tahlilleri yapılabileceğimiz uygun bir
laboratuvar belirleyeceğiz ve içerisinde ne
olduğu tahlil sonrası belirlenecek" dedi.
SIVI KATILAŞTI
Arkeolog
Fuat Dereli ise geçen zaman içinde amforanın
içinde bulunan sıvının katılaştığını söyleyerek, "Bu
amforanın 800 -900 yıllık bir
eser olduğunu düşünüyoruz. Bu eser bize
müzemizin tadilatta olduğu bir dönemde geldi. Biz de
bu
eserleri nemden
korumak için bir depoda topladık ve kapattık.
Ancak müzenin tadilatı için
ödenek parasının gelmesi iki sene kadar gecikti.
Bu amforada 2 sene kadar bekleyince üzerindeki
çeperler de denizden çıktığı için kurudu. Bu kuruyan
kısımlarda içindeki sıvıyı emdi ve katılaştı" diye
konuştu.
10 yıl önce müzeye teslim ettiği amforayı
görünce heyecanlandığını ve içerisinde ne
olduğunu
merak ettiğini söyleyen Sinoplu balıkçı Şükrü
Zarflıoğlu ise, "Balık avına çıktığımızda trol
ağımıza takılmıştı. Bu amforanın ağzının kapalı bir
şekilde bulunması ona değer kazandırdı. Bunun
içerisinde artık sıvı kalmamış, katılaşmış. Keşke
devletimiz bunu koruyabilseydi de sıvı şekilde
saklayabilseydi" dedi.
Milliyet, Haber: Songül Korkmaz, 09.10.2013
|
BAĞIŞ'TAN ATİNA'YA CAMİ FORMÜLÜ
AB Bakanı ve
Başmüzakereci Egemen Bağış, Atina’da Müslümanların
ibadeti için bir cami bulunmamasının “Yunanistan’ın
ayıbı” olduğunu belirterek Yunan başkentinde
Osmanlı’dan kalma iki caminin küçük onarımlarla kısa
sürede pekala ibadete açılabileceklerini söyledi.
Bağış, Atina’da düzenlediği basın toplantısında,
Akropolis mabedi eteklerindeki Fethiye ve Dizdar
Mustafa Ağa camilerini kastederek “Atina’da
Osmanlı’dan kalma iki cami var. Küçük bir
tamiratla hemen hizmete açılabilirler” dedi.
Yunan Deniz Kuvvetleri’nin bir hangarını camiye
dönüştürme projesini de eleştiren Bağış,
“Atina’ya gelen Müslüman turistlerin cuma
namazını kılmaları için bir cami bulunmaması
Yunanistan’ın ayıbıdır. Garajdan dönme bir
cami yakışmaz. Demokrasinin beşiğinde,
Olimpiyatların yapıldığı bir şehirde inanç
özgürlüğünün kısıtlanması ne AB ruhu ne de
mantıkla izah edilebilir” dedi.
İşte o
iki aday
Fethiye Camisi:
Ömer Paşa
tarafından, 1458’de eski bir Bizans kilisesi
kalıntıları üzerinde inşa ettirilen cami,
Yunanistan’ın Osmanlı’dan bağımsızlığı
sonrasında askeri depo, hapishane ve kışlaya
dönüştürüldü.
Dizdar Mustafa Ağa Camii:
Voyvoda Camii ve Cisteraki Camii diye de
biliniyor. 1759’da başlayan inşası 1764’te
bitti. Mustafa Ağa tarafından yaptırıldı.
1975’den beri seramik sergisi olarak hizmet
veriyor
Hürriyet, Haber: Yorgo Kirbaki, 09.10.2013
|
CUMHURİYET SANATINA BAKIŞ

Pera Müzesi, sonbaharı iki yeni sergiyle
karşılıyor. İlki, Cumhuriyet’in 90. kuruluş
yıldönümü anısına, modern Türk resminde Cumhuriyet
imgesini irdeleyen ‘Düşler, Gerçekler, İmgeler’
başlıklı karma sergi.
Modern Türk resim sanatından örnekler ve imgeler
üzerinden yakın dönemin tarih okumasını yapan sergi,
Avni Arbaş, Nuri İyem, Abidin Dino, Bedri Rahmi
Eyüboğlu, Cihat Burak, Turan Erol, Nedim Günsur,
Yüksel Arslan gibi isimlerin eserlerinden oluşuyor.
Bu geniş dağılımlı seçki, Kuvayı Milliye yılları,
köy yaşamı, göç, gecekondulaşma ve kentleşme, modern
yaşamın yalnızlaşan bireyleri ile geçmişi yorumlama
gibi alt temaları içerecek şekilde sergileniyor. Bu
serginin diğer birçok modern Türk resmi sergisinden
farkının kronolojik değil tematik dizilişinde
olduğunu belirten Ekrem Işın’ın küratörlüğünde
hazırlanan, 21 sanatçının 63 adet resminin yer
aldığı sergi, 10 Kasım’a dek ziyarete açık kalacak.
Vari ilk kez
Türkiye ’de
Müzenin ev sahipliği yaptığı bir diğer sergi ise
Akdenizli sanatçı Sophia Vari’nin ‘Heykel ve
Resimler’ sergisi. Vari,
New York ’tan Paris’e,
Roma ’dan Atina’ya, Kuala Lumpur’dan Pekin’e,
birçok yerde ilgi uyandıran sergiler açan;
heykelleri ve resimleri birçok kişisel ve kamusal
koleksiyonlarda yer alan bir sanatçı. Türk
sanatseverlerle ilk kez buluşacak sanatçının
eserleri, renkleri ve kendine özgü anıtsal
formlarıyla dikkat çekiyor. Pera Müzesi’nin iki
katına yayılan, Marisa Oporesa ve Maria Topal
küratörlüğünde iki senede hazırlanan sergide
sanatçının bronz ve gümüş gibi malzemelerden yaptığı
27 heykelinin yanı sıra 32 resmi sergileniyor.
Sanatçı ayrıca Pera Müzesi’nin kafesinde sergilnen
Maria Callas’ın piyanosunun üstüne üç küçük heykel
yerleştirmiş. Bu heykeller de sergi süresince
piyanonun üstünde görülebilecek. Türk sanat
dünyasıyla 2010 yılında eşi Fernando Botero’nun Pera
Müzesi’ndeki sergisinde tanışan Vari’nin bu ilk
konukluğu, 19 Ocak’a dek sürecek.
Her iki sergi de ‘Uzun Cuma’ kapsamında her Cuma
18.00-22.00 saatleri arasında ücretsiz
gezilebilecek.
Radikal, Haber: Elif Ekinci, 09.10.2013
|
"RESTORASYONLARDA HATALAR YAPTIĞIMIZ DOĞRU"
Türkiye 2003 yılından bu yana tarihi eser
şantiyesine döndü.
Bugün başta İstanbul olmak üzere, Anadolu’nun
hangi şehrine giderseniz gidin mutlaka etrafı
çevrilmiş yapılarla karşılaşıyorsunuz. Vakıflar
Genel Müdürlüğü’nün uzun yıllar ihmal edilen işlere
dört elle sarılmasını konunun uzmanları takdirle
karşılıyor, fakat peşinden de eleştirilerini
sıralıyorlar. ‘Restorasyonlarda hatalar yapıldığını,
özellikle nakışların tahrip edildiğini, tarihimize
sahip çıkıyoruz anlayışı ile tarihi eserlere
bilinçsizce kıyıldığını’ söylüyorlar. Bazıları hangi
camide, ne tür yanlışlar olduğunu bizzat gidip
fotoğraflıyor. Bu eleştirilerin en yetkili muhatabı,
on yılda 4 bine yakın eserin restorasyon projesini
başlatan Vakıflar Genel Müdürlüğü. 14 Ekim 2010’dan
beri kurumun başında olan Dr. Adnan Ertem’e
eleştirileri sorduk. Ertem’in ayrıca, şubatta
açılacak Ortaköy Camii’nin restorasyonunun
uzamasıyla ilgili söylenenlere verdiği cevaplar ile
caminin içindeki yeni sürprizleri, Üsküdar Mihrimah
Sultan Camii’ndeki hatları neden kaldırdıklarını,
müftülüklerin cami restorasyonlarına artık niye
karşı çıktıklarını, Dünya Vakıflar Konferansı’nın
sonuçlarını ve yakında açılacak yeni müzeye dair
verdiği bilgiler de önemli.
Vakıflar Genel Müdürlüğü yoğun bir
şekilde tarihi eser restorasyonu yapıyor. Son durum
nedir?
Son on yıldır tarihi eserlerin restorasyonunda
muazzam bir inkişaf var. ‘İhmal edildi’ cümlesini
ben bir bürokrat olarak kullanmak istemezdim ama bu
konuda özellikle ihmali vurgulamak gerekiyor.
Hakikaten ülkemizin tarihi zenginliğine uzun yıllar
sahip çıkılmadı.
Son rakamlara göre kaç eser restore
edildi?
1998 ile 2002 arasında sadece 50 eserin
restorasyonu söz konusu iken 2002’den bu yana 4 bin
eserin restorasyon projesini yaptık. Kimi bitti,
kimi devam ediyor. Devletten bize para mı geldi,
hayır.
Bütün restorasyonlar vakıf gelirleri ile
mi yapılıyor?
Biz devletten bir kuruş alan bir kurum değiliz.
Devletin hiçbir katkısı olmuyor. Tamamen kendi
gelirlerimizle giderlerimizi karşılıyoruz. Bu mal
varlığı daha önce de yöneticilerin elindeydi. Niçin
yapılmadı, bunların hepsi tabii ki belli.
Niçin yapılmadı peki?
Bilinçli bir ihmal var gibi geliyor bana. Bir
Sultanahmet’i, Süleymaniye’yi, Fatih Camii’ni hiç
kimse göz ardı etmemeliydi. Hangi yönetici olursa
olsun, Sultanahmet Camii’nin turistik anlamında
yaşaması bu ülkenin kazanımıdır. Ama bu kadar göz
önündeki eserler bile ihmal edildi. Nedeni bence şu:
iş yapmak, sıkıntı almak demektir; icra,
soruşturmalar, incelemeler, dedikodular hepsi
beraberinde gelir. Yapmazsanız rahatsınız demektir.
Siz de bu sıkıntıları mı yaşıyorsunuz?
Mesela restorasyonlar bir yandan takdirle
karşılanıyor, bir yandan eleştiriler var. Sizce bu
eleştiriler haksız mı?
Haklılar. Söyledikleri doğru. Ben buna itiraz
etmiyorum. Yaptığımız işler, dört dörtlüktür,
mükemmeldir iddiasında bulunmuyorum. Mutlaka
hatalarımız var, yanlış uygulamalarımız var. Bunu da
açık açık söylüyorum. Mesela Sivas Gök Medrese’de
yanlış uygulamalar yapıldı.
Ne yapıldı?
İş bitirilemediği için orası yıkılma tehlikesiyle
karşı karşıya. İşi alan firmanın müteahhidi iflas
ettiği ve tekrar geri alma noktasında hukuki süreç
biraz uzadığı için biz ancak şimdi müdahale
edebiliyoruz camiye. Divriği Ulucamii’nde 50 sene
önce yapılan yanlış uygulamayı kaldırmak için yeni
bir proje yapıyoruz. Yanlış uygulamalar olabilir,
hatalı restorasyonlar olabilir, restorasyon yaparken
tahribat da olabilir. Bunlara itiraz etmiyorum ama
bizim bilinçli olarak bunu yaptığımızı kabul
etmiyorum.
Tabii ki bilinçli olarak yapmıyorsunuz;
fakat Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün bir bilim kurulu
yok mu?
Oraya gelecektim şimdi… İstanbul’daki
restorasyonlarımızla ilgili çok fazla şikayet yok.
Çünkü İstanbul’daki eserlerin hepsine ayrı bir bilim
kurulu oluşturuluyor.
İstanbul’la ilgili yanlış uygulamaları
hocalardan duyuyoruz aslında…
İstanbul ile ilgili son yaptığımız
restorasyonlarla alakalı bana pek bir şikayet
gelmiyor. Varsa ayrıca onun üzerine gideriz. Fatih
Camii’nin kitabesinin takılmasıyla ilgili bir
eleştiri geldi. Ama bu yanlış bir uygulama değil.
Benim yanlış uygulamadan bahsettiğim tezyinatı
(süsleme) bozma, çiniyi sökme, caminin yapısına
uymayan bir taş taklidi yapmak…
Peki bu bilim kurulunda kimler var?
Hepsi eski eserden anlayan uzmanlar. Yerine göre
hattat, taş ustası, kalemkar, sanat tarihçisi…
O zaman bilim kurulunda hattatlar,
kalemkarlar yok iddiası doğru değil.
Bizim her camimizin bilim kurulu var ve hepsi de
alanında uzman isimler. Fakat hattat veya diğer
uzmanları her bilim kuruluna koymak durumunda
olamayabiliriz. Caminin yapısına göre değişiyor.
Ama camilerin genelinde hat var…
Problem sadece bu değil. Ben bilim kuruluna
hattat da, kalemkar da koyuyorum. Fakat bu sefer, ‘o
ne anlar hat işinden, o hattat değil, eseri tahrip
etti’ diye tartışma çıkıyor.
Hattatlar birbirlerini beğenmedikleri
için mi çıkıyor bu tartışmalar?
E, tabii kimse kimseyi beğenmiyor. Camiada
tartışmasız tek bir isim Ahmet Ersen hoca. Herkes
onun dediğine tamam diyor. Ama söz konusu kalemişi,
tezyinat, bezeme, hat olduğu zaman birçok
eleştiriler geliyor.
Olay sadece hattatların birbirini
beğenmemesi mi?..
Biz yaptığımız restorasyonlara çıplak gözle
baktığımızda ‘bu ne biçim olmuş’ tepkisi oluyorsa
orada gerçekten çok büyük bir tahribat vardır.
Detaya indiğinizde bilim insanlarının,
sanatkarların, zanaatkarların tartışmasına
girdiğimiz zaman işin içinden çıkamayız. Bakın bizim
Anadolu’da yaptığımız restorasyonlarda sıkıntımız
var. Bunu açık açık söylüyorum.
Nereden kaynaklanıyor bu sıkıntılar?
Öncelikle Anadolu’da müteahhit bulamıyoruz.
İstanbul’daki müteahhitler İstanbul işlerine ancak
yetiyorlar. Ayrıca firmalar Anadolu’ya çıkmak
istemiyor, biraz işler küçük olduğu için, biraz
şantiye kurmak maliyetli olduğu için, biraz da
dağılmamak için. Anadolu’da her yer aynı değil
tabii. Diyarbakır’da restore ettiğimiz Ulucami çok
güzel oldu, Erzurum’daki Çifte Minare de güzel
oluyor. İhale sistemi var sonuçta, firmaları
seçemiyorsunuz.
İhale ile inşaat şirketlerine tarihi eser
onarımı yaptırılması da çok eleştirilen bir konu…
Onda artık yapacak bir şeyimiz yok. Yasal
düzenleme o şekilde, öbür türlü olsa peşkeş çekildi
deniliyor. İkisinin arası yok.
İhaleye katılan şirketlerin ehliyeti
nasıl belirleniyor?
Eski eser restorasyonu konusunda karneleri var.
İşi nasıl bitirmişler, ne zaman bitirmişler vs. gibi
konularda yeterliliklerine bakılıyor. Eski eser
restorasyonu yapmayan hiçbir firmanın ihaleye
girmesi mümkün değil.
Karneleri iyi olanlar da başarılı mı
sizce?
Başarılı olanlar var, kendisini bizimle
geliştirenler var. Hala eksik, hala istediğimiz
düzeyde iş yapamayanlar da var.
İnternet sitenizde sadece Vakıf İnşaat’ın
linki var. Onların sizinle ilgisi nedir?
Vakıf İnşaat’ın yüzde 50’si bizim, yüzde 50’si
TOKİ’nin. Yönetim çoğunluğu onlarda ama sonuçta
onlar da ihaleye giriyor. Yani ayrıcalığı yok.
Eskiden Bakanlar Kurulu kararı ile onlara
verilebiliyordu bazı işler, fakat yeni ihale
kanunuyla bu kaldırıldı.
Restoratör konusunda da tecrübeli,
yetişmiş eleman yetersizliği hep dile getiriliyor.
Sizin bir restoratör politikanız var mı?
Dört-beş yıldır Restoratörler Derneği KOREFD ile
çalışıyoruz. Müteahhitlerle çalışan restoratörleri
bu dernekle birlikte eğitiyoruz, sertifika
veriyoruz. Eğitimlerini eserlerin restorasyonunda
alıyorlar. Müteahhitlere de onlarla çalışmalarını
şart koşuyoruz. İkincisi, bugünlerde İtalya ile bir
projeye başlayacağız. Biliyorsunuz İtalya
restorasyon konusunda oldukça ileri. Onlarla
protokol imzaladık. Şeyh Süleyman Mescidi’ni
birlikte restore edeceğiz, tecrübelerinden
faydalanacağız. Oradan gelen uzmanlar
restoratörlerimizi eğitecekler. Bunu ilk defa
uyguluyoruz. Eğer başarılı olursa projeyi devam
ettireceğiz. Gerekirse bizim restoratörlerimizi
İtalya’ya göndereceğiz. Eğitimler üç hafta sürecek.
Üç hafta yeterli mi?
Eğitim almış, altyapısı olan bir restoratör için
yeterli.
Genel müdürlüğünüzün ne kadar restoratör
kadrosu var?
16 kişi. Yeterli mi, değil. Ama biz de her kurum
gibi her sene belirli sayıda personel istihdam etme
şansına sahibiz. Bütün Türkiye için 60-70 restoratör
istihdam etmemiz lazım. 50’si sadece İstanbul’a
lazım. Anadolu’ya şimdilik 20 yeterli. Ama siz
zannediyorsunuz ki bizim imkanlarımız var da
kullanmıyoruz.
Bu kanun sonuçta değişemez mi, belki
kültür politikasının yeniden gözden geçirilmesi
gerekiyor?
Bunu söylüyoruz, söylemiyor değiliz. Sonuç
itibarıyla bize sunulan sınırlar içinde elimizden
geleni yapıyoruz. Her sene restoratör alıyoruz.
“Üsküdar
Mihrimah Sultan Camii’ndeki hatları kaldırdık
Üsküdar Mihrimah Sultan Camii’nin duvarlarındaki
hatları, 1950’li yıllarda uygulandığı için
kaldırdık. Tıpkı Edirnekapı’daki camide olduğu
gibisıva kaldırılacak, orijinal taş duvar gözükücek.
Çok daha iyi bir görüntü oluyor. Bunları kendi
irademizle yapmıyoruz. Kurul kaldırın diyor,
kaldırıyoruz.”
Ayasofya
İmarethanesi Halı Müzesi oluyor
“İstanbul ve Anadolu’da bize bağlı toplam 13 müze
bulunuyor. Ayasofya Müzesi’nin arkasında Ayasofya
İmareti var. Restorasyonu uzun sürdü biraz ama
tamamladık. Müze şeklinde teşhir tanzim işleri
yapıldı. Bugünlerde Halı Müzesi olarak açılışını
yapacağız. Sultanahmet Camii Hünkar Kasrı’ndaki Halı
Müzesi’ni oraya taşıyacağız. Sultanahmet’teki Halı
ve Kilim Müzesi’ydi. Şimdi ikisini ayırıyoruz.
Tamamen modern, günün müzecilik anlayışıyla
düzenledik orayı. Müzecilik bizim işimiz değil
müzecilik kolay da değil, biraz acemiliklerimiz
olabilir. Eğer burada başarılı olursak diğer
müzelerimizin de günümüz müzecilik anlayışıyla
yeniden teşhir ve tanzimini düzenleyeceğiz.”
Vakıfların gelirleri iyi değil mi?
İyi mi kötü mü bir şey söyleyemem ama bizim
paramız bereketli. Ben göreve başlayalı üç sene
oldu. İki tane vakıf üniversitesi kurulmuştu. Bezm-i
Alem ile Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi. Fakat
henüz faaliyete başlamamışlardı. Her iki
üniversitenin muazzam derecede nakit ihtiyacı vardı.
Eğitim dönemi başlayacağı için öncelikle maddi
olarak onlara yöneldik. İster istemez restorasyon
programı biraz yavaşladı. Ama çok fazla değil.
Birinci sene böyle geçti. Şimdi müftülükler bize
‘artık camileri restorasyona almayın.’ diyor.
Neden?
E, şimdi Karaköy’den yola çıkın bakın. Kılıç Ali
Paşa Camii’nin restorasyonunu yeni bitirdik, yanında
Nusretiye camiinin restorasyonu başladı, hemen ileri
gidin Fındıklı’daki Molla Çelebi’nin karşısında
Süheyl Efendi Camii, biraz daha ileride Ortaköy
Camii’nin restorasyonu devam ediyor. Biraz geride
ise Küçük Mecidiye Camii restorasyonda. Biraz yukarı
çıkın Yıldız Hamidiye Camii’nde çalışma var.
Cemaatin namaz kılacak camisi kalmadı.
Müftülükler bu yüzden mi yapmayın diyor?
Evet, Üsküdar’da Mihrimah Sultan Camii’ni
restorasyona aldık. Orada zaten Aziz Mahmud Hüdai
Camii restorasyonda. Yanındaki Valide Sultan
Camii’ni de başlatalım istedik. Fakat, müftülük
‘hayır’ dedi. Haklılar. Cemaatin öncelikli olarak
namaz kılması lazım. Mihrimah Sultan bitince
diğerine başlayacağız. Beyazıt Camii’nin
restorasyonu için de Nuruosmaniye Camii’nin
restorasyonunun bitmesini bekledik. İster istemez
müftülüğün bu itirazını dikkate almaya başladık.
Ortaköy Camii’nin restorasyonunun
uzamasıyla ilgili de eleştiriler olmuştu...
Ama uzamasının sebebiyle ilgili çok yanlış
yönlendirmeler var. Esnaf haklı olarak diyor ki,
burayı bitirin. Doğru. Esnafa soruyorsunuz, Ortaköy
Camii’nin manzarasından istifa ediyor musunuz, peki
Vakıflar’a bunun bir katkısı var mı, yok. O zaman
bize köstek olmasınlar. Restorasyon uzadıkça ticari
anlamda sıkıntı oluşuyor, sıkıntı olmasa bile
istedikleri kadar getirisi olmuyor. Ama hep
söylüyoruz Ortaköy Camii’nde 1960’lı yılların yanlış
uygulamaları var. Onları bertaraf etmek öyle kolay
olmadı. Çimento uygulamalarını, eklemeleri hepsini
kaldırdık. Yeni halini gören bambaşka bir yere
geldik diyecek. Mesela caminin girişi iki katlıydı,
bir katı kaldırdık, çünkü ilave edilmiş.
Orijinalinde böyle bir kat yok. Eski haline
getirdik. O katı aldığınız zaman girişte muazzam bir
ihtişam ortaya çıkıyor. Ortaköy Camii’nde eski
uygulamalar ile yeni uygulamalar noktasında devrim
yapıldı. Bu çok önemli bir husus.
İkincisi Ortaköy Camii’nde hiçbir yerde
olmayan bir uygulama var. Şutuk, yani mermer
görünümü veren süslemeler… Bu uygulama camilerde çok
var fakat ustası yok Türkiye’de. Sadece Dolmabahçe
Sarayı’nda var uzmanlar ve onları da artık
zamanlarında istihdam ederek bu işi yetiştirmeye
çalışıyoruz. Bir alçı ustasıyla işleri daha çabuk
bitirebiliriz ama o zaman istediğimiz güzellikte
olmaz, biz orijinaline yakın olsun istiyoruz. Şöyle
de bir gerçek var, hiçbir eski eserin restorasyonu
öngörülen tarihte bitmez.
Şutuk ustaları nereden geldiler?
Kendilerini yetiştirdiler. Bu alanda hakikaten
açık var. Ben müteahhitlere bu alanda adam
yetiştirmelerini öneriyorum. O uygulamalar en fazla
zaman kaybına neden oldu. Ama bütün bunlara rağmen
şubat ya da mart ayında bitireceğiz. Ama beni üzen
asıl başka bir konu var.
Nedir?
Ortaköy Camii’ni Kuveyt Türk’ün sponsorluğunda
restore ediliyor. Dolayısıyla Kuveyt Türk’ün reklamı
camiyi çevreleyen panolara asıldı. Restorasyonun
bitmemesi bu olaya bağlanıyor; ‘ne kadar uzun
sürerse o reklam orada duracak, bundan dolayı
bitirilmiyor’ diye yazıldı. Asla böyle bir şey yok.
Biz gerekirse Kuveyt Türk’ün reklamını indiririz,
hemen bugün hiç problem değil. Kuveyt Türk
yetkilileriyle de görüştüm. Onlar da buna razılar.
Ama eğer bir kişi, kurum böyle önemli tarihi eser
restorasyonlarına katkı sağlıyorsa reklamından da
istifade etsin, ne olacak? Aynı şeyi diğer kurumlara
da söylüyorum. Herhangi bir caminin restorasyonunu
yapın, siz de reklam panonuzu asın diye…
Aslında sponsorluk ülkemizde çok
destekleniyor. Bu bilerek gündeme getirilen bir
durum mu?
Bilerek kaşınıyor. Bir kere bir eski esere
girdiğinizde sıvaya raspayı vurduğunuzda ne çıkacağı
belli değil, bambaşka bir dünyayla
karşılaşıyorsunuz. Bunları kimse hesap etmiyor.
"Vakıf kurma konusunda daha atak
olmalıyız”
23-24 Eylül 2013’te Dünya Vakıflar Konferansı
düzenlediniz. Uluslararası vakıflar geldi
Türkiye’ye. Bu konferanstan muradınız neydi?
Batı tipi vakıflar ile İslam dünyası vakıflarını
bir potada nasıl değerlendirebiliriz, bu konuları
konuştuk, tecrübelerimizi paylaştık. Yeni
Zelanda’dan Avustralya’ya kadar ilginç tecrübeler
var. İslam ülkeleri arasında yeni bir vakıf kanunu
çalışması var, sekreteryasını Kuveyt Vakıf Bakanlığı
üstleniyor. Vergi muafiyeti olmadığı sürece
vakıfçılık ya da hayırseverlik sisteminin özel
şahıslara geçebileceğini sanmıyorum. Biz bu konuda
epey çalışma yaptık. Vakıf kurmak isteyenlerin
kuruluş mal varlığını ayrım gözetmeksizin 500 bin
TL’lerden 50 bin TL’ye düşürdük. 3-4 yıldır
uygulanıyor bu. Ama vakıf sayısında sıçrama olmadı.
Benim özlediğim düzeyde değil. Vakıflar Medeniyeti
olan bir devletin torunları olarak vakıf kurma
konusunda biraz daha cesaretli, atak olmamız lazım.
Batı dünyası her geçen gün vakıf adı altında
çeşitli örgütlenmeler yapıyor. Sivil toplum
kuruluşları çok aktif ve etkili. Her alanda
yardımlaşmayı, hayırseverliği ön plana çıkarıyorlar.
Ve bunları aktif hale getirecek her türlü argümanı
kullanıyorlar. Aslında Batı, vakfı bizden öğrendi
ama bizden çok ilerideler, çünkü geliştirdiler.
Bizdeki eksiklik vakıf kurmayı cazip hale getirecek
ekipmanları oluşturmak. Vakıflar için vergi
muafiyeti belirli şartlara bağlanmamalı, her vakfın
vergi muafiyeti olmalı ve vakıf sayısı çoğalmalı
diye düşünüyorum.
Zaman, Haber: Sevinç Özarslan, 09.10.2013
|
98 YILLIK TARİHİN FOTOĞRAFI ÇEKİLDİ

Çanakkale Kara Savaşları'nın yaşandığı Gelibolu
Yarımadası Tarihi Milli Parkı'nda, 'Anzak (Arıburnu)
Savaş Alanı Üzerine Türkiye, Avustralya ve Yeni
Zelanda'nın Ortak Tarihsel ve Arkeolojik Araştırması
Projesi'nin bu yıl ki çalışmaları tamamlandı.
Türkiye ve Avustralya başbakanlarının 2005
yılında üzerinde anlaştığı ve Yeni Zelanda
Başbakanı’nın da sonradan bu görüş birliğine
katıldığı, ana amacı Gelibolu Yarımadası Tarihi
Milli Parkı için var olan gelişme planları
çerçevesinde kilit alanların korunması için belirgin
bir temel geliştirmek olan proje, dördüncü yılına
ulaştı. 2010 yılında başlanan ve bu yıl dördüncüsü
gerçekleştirilen çalışmalar 10-30 Eylül arasında
yapıldı.
Kültür ve Turizm Bakanlığı temsilcisinin
nezaretinde ve Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Park
Müdürlüğü kurum üyesinin de katılımıyla bu yıl
yapılan araştırmalar, 25 Nisan- 12 Aralık 1915
tarihleri arasında cephenin en sıcak çatışmalarının
yaşandığı kısımda sürdürüldü. Avustralyalılara ait
Lone Pine (Tekçam) bölgesinde, Ağustos ayında el
değiştiren bölgede yoğun çalışmalar yapıldı. Bu alan
Anzak siper sisteminin en görünür alanı olarak
dikkat çekti. Bombasırtı (Quinn's Post), tarafların
ön cephelerinin birbirine en yakın olduğu noktada
mesafenin yalnızca 27 metre olduğu belirlendi.
Yapılan araştırmada 6 sıra Malone Taraçaları ve en
üstte de Deniz Manzarası Taraçalarının yerleri
tespit edildi. Sahada, Şevki Paşa haritasında yer
alan pek çok siper, lağım çukuru, makineli tüfek
yeri ve telekomünikasyon siperleri tespit edildi.
Ayrıca savaş sırasında siper yapımında kullanılan
aletler, savaşta kullanılmış mermi parçaları,
şarapnel parçaları ve siperlerde askerlerin
kullandığı diğer malzemeler bulundu. Türk hatlarında
kullanılan tuğlalar ve tel örgüler görüldü.

DENİZ MÜZESİ’NE TESLİM EDİLDİ
Envanterlik malzemelerin Kültür ve Turizm
Bakanlığı nezaretinde Çanakkale'deki Çimenlik Deniz
Müzesi'ne telim edildiğini açıklayan Proje Başkanı
Yrd.Doç.Dr. Mithat Atabay, Gelibolu Yarımadası'nda
Ortak Tarihsel ve Arkeolojik Araştırması Projesi
kapsamında, gerek Şevki Paşa haritası, gerekse
Avustralya ve Yeni Zelandalılara ait haritalarda
yerleri 98 yıl önceden belirlenen savaş alanları,
siperler ve lağım çukurlarının jeofizik radarla
yüzey taramasının yapılmasındaki amacın, bunların 98
yıl sonraki durumunu görmek olduğunu ifade etti.
Yrd.Doç.Dr. Atabay, jeofizik radarlarla yaptıkları
taramalar ve elde ettikleri görüntülere göre ise,
“Bu yıl araştırma yaptığımız bölgede yer altında
kalan toplam 5 bin 50 metre siperin bugün hangi
durumda olduğunu tespit ettik. Aradan geçen 98 yılda
nasıl bir değişikliğe uğramışlar. Hangi amaçlarla
kullanılmışlar, savaş sırasındaki durumları nasıldı,
bugün ne halde bulunuyorlar. Nereden nereye
uzanıyorlar. Bizim çalışmamız bunu içeriyor” dedi.

Yrd. Doç.Dr. Atabay, 2014 yılında da devam
edecek olan 'Anzak (Arıburnu) Savaş Alanı Üzerine
Türkiye, Avustralya ve Yeni Zelanda'nın Ortak
Tarihsel ve Arkeolojik Araştırması Projesi'
sonucunda 2015 yılında Türkiye, Avustralya ve Yeni
Zelanda'da bir sergi düzenleneceğini, çalışma
sonuçları ve Çanakkale Savaşları konusunda bilimsel
verilere dayalı olarak hazırlanmaya başlanan kitabın
2015 yılında Türkçe ve İngilizce olmak üzere iki
ayrı dilde yayınlanacağını kaydetti.
Akşam, 08.10.2013
|
OSMANLI REVAKLARI TÜRKİYE'DE KALACAK
Genişletme projesi
nedeniyle Kabe’den sökülen Osmanlı revakları, Türk
işçilerce aslına uygun onarılıyor.
 
 

Harem-i Şerif'i genişletme çalışmaları kapsamında
Kabe'nin çevresinden sökülen Osmanlı revakları,
Türkiye'den gelen ekip tarafından aslına uygun
onarılıyor. Arafat yolu üzerindeki bir şantiyede
bakıma alınan eserler, proje bittiğinde söküldükleri
yerlere monte edilecek.
Osmanlı padişahı Sultan II. Selim tarafından
yapımına başlanan ve oğlu III. Murad döneminde
tamamlanan revaklar, yaklaşık 450 yıldan beri
Hacıları bölgenin sıcağından koruyor. Tavaf alanının
belirlenmesi vazifesi de gören revakların büyük
bölümü, 40 milyar liralık genişletme projesi
kapsamında Kasım 2012'de yerlerinden sökülmüştü.
Projeyi yürüten Bin Ladin Grup, tarihî eserlerin
restorasyonunu Türk şirketi Gürsoy Grup'a verdi.
Sökülen revaklar tek tek numaralandırıldı. Aslına
uygun restore edildikten sonra revakların zemini,
tavaf alanına indirilip aradaki kot farkı ortadan
kalkacak.
Kubbe alemleri, kitabeler, taş dendanlar, taş
kaplamalar, kalem işi sıvalar, kubbe tuğlaları,
kemer taşları, sütün, başlık ve kaidelerin tamamı
yerlerine konulacak. Sökülen revaklar, 15 metre geri
çekilip tavaf alanıyla aynı seviyede olacak şekilde
yerleştirilecek.
Mescid-i Haram'dan sökülen revaklar, Mekke'den
Arafat'a gidiş yolu üzerindeki bir şantiyede restore
ediliyor. Dışarıdan da rahatlıkla görülebilen
restorasyon çalışmalarında Türkiye'den gelen 200
işçi görev yapıyor. Revaklara ait tarihî parçaların
üzerinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi İmar ve
Şehircilik Daire Başkanlığı Koruma Uygulama ve
Denetim Müdürlüğü'nün logosu bulunuyor. Ayrıca
sertifika sınıflandırma notu yer alıyor. Revakların
üzerindeki izin sertifikasında, eserlere ‘müdahale’
edilebileceği belirtiliyor.
Haberimport, Fotoğraflar: Zaman,
08.10.2013
|
BRİTANYA RESMİNİN KEN LOACH'U

Londra ’da bir sergi ziyarete açılmadan önce
farklı mecralarda tanıtılır ve biletleri ön
satışa sunulur. Bazen açılır ve ön satıştan
bilet almadıysanız haftalarca giremezsiniz
sergiye. Bu kadar vahim bir yoğunluk olmasa da
kayda değer bir örnek: Tate Britain tarihindeki
en fazla bilet satışıyla L.S. Lowry sergisi.
Peki nedir Lowry’yi bu kadar kıymetli yapan
Britanyalıların gönlünde?
1887– 1976 yılları arasında yaşayan Lowry, bu
dönemin
İngiltere ’sini resmetmiş. Bu dönemde hızla
sanayileşen ve Avrupa’nın en büyük 5 şehrinden
birine dönüşen Manchester, yeni bir peyzaj
türünü de Lowry eliyle izleyiciyle tanıştırmış.
Fabrika bacaları,
futbol sahaları, parkları, fuarları,
geometrik şehirleşmeyi, yani şehir peyzajını
tuvaline yansıtmış. Modern hayatın ressamı, hem
Monet hem de dönemdaşı izlenimciler için
kullanılır. Lowry onlara mesafeli yaklaşıyor:
“Onların resminde hayattaki mücadele yok” diyor.
Lowry’ye gore, doğa manzarasında ağaçlar, nehir,
dağlar önemlidir ama şehir manzarası
resmediyorsanız, insan ana unsur olmak zorunda.
Onun figürleri de işe giden, işten gelen,
intihar eden, panayırda eğlenen, hastanede sıra
bekleyen insanlar ve köpekler. İşçi sınıfının
resmini yapan Lowry, işçinin şehirle ilişkisini,
bu anı görünür kılıyor. Fabrikalar biraz uzakta,
sıra dağlar misalı yükseliyor. Sanatçı, şehir
hayatının ve işçilerin en önemli eğlencelerinden
biri olan futbolu da unutmuyor elbette.
Kalabalıklar, sürekli bir yerden bir yere
hareket eden insanlar, sıkış tıkış sokaklarla
Lowry manzaraları kaotik ve bir miktar karanlık.
Resimleri de örneğin Daisy Nook fuarına küçük
bir çocukken gitmiş olan Britanyalılar için ayrı
bir önem taşıyor.
Amerikalı iki sanat tarihçisinin küratörlüğünü
yaptığı sergide, dönemin yaşam ve sanat şartları
da Charles Baudlaire, George Orwell, John Berger
gibi isimlerin kalemlerinden kısa metinlerle
tarif edilmiş. “Bugün yaşasa Lowry, Londra’nın
finans merkezi Canary Warf’ı resmederdi”
diyenler var. Britanya resminin Ken Loach’u,
belki de yine Manchester’ı, futbolu, göçmenleri
ve işçileri anlatırdı. Keza Londra’da hastane
sıraları onun resmettiğinden farklı değil
bugünlerde. Farklı olmayan bir başka unsur ise
gökyüzü… Lowry resimlerinde de gördüğümüz o
şehirde, çamur, buzlanmış sokaklar, kahverengi
akan nehir, evler, fabrika bacalarında,
gökyüzünde asılı dumanda insanın içini açmayan
bir şey var. Diyorlar ki, hava kirliliği
Londra’yı güzel bir şehir yapıyor; gün
batımındaki o eşsiz pembeliği buna borçluyuz.
Belki de öyle… Sergi için bilet hala
bulunabiliyor, gezmek için son gün 20 Ekim.
Radikal, Haber: Gülnaz Can, 08.10.2013
|
KURBAN BAYRAMINDA
MÜZELER AÇIK
Kültür ve Turizm
Bakanlığına bağlı müze ve ören yerleri, Kurban
Bayramı’nda ziyaret edilebilecek.
AA muhabirinin
Bakanlıktan aldığı bilgiye göre, ülke genelindeki
189 müze ve 131 düzenlenmiş örenyeri, bayramın
1′inci günü öğleden sonra ziyarete açılacak.
Bakanlık, bayram
tatiline gidenlere bulundukları yerlerdeki tarihi,
sanatsal ve kültürel zenginliği keşfetme,
yaşadıkları şehirlerde kalanlara da önünden
defalarca geçmelerine rağmen ziyaret etme fırsatı
bulamadıkları müzeleri gezme imkanı sunuyor.
Saraylar da açık
TBMM Milli Saraylar
Dairesine bağlı saray, köşk, kasır ve müzeler de
bayramın 2. gününden itibaren misafirleri
ağırlayacak.
Bayramda Osmanlı
sarayların ihtişamını görmek isteyenler için
Dolmabahçe Sarayı ile Beylerbeyi ve Yıldız
saraylarının kapıları da açık olacak.
Aynalıkavak, Beykoz,
Ihlamur, Küçüksu ve Maslak kasırlarının yanı sıra
Florya Atatürk Deniz Köşkü ile Yalova Atatürk
Köşkleri, Aynalıkavak Musiki Müzesi, Dolmabahçe Saat
Müzesi ve Saray Koleksiyonları Müzesi de ziyaret
edilebilecek.
Kapalı müzeler
Yurt genelinde
restorasyon, teşhir ve tanzim çalışmaları nedeniyle
kapalı olan müzeler ise şunlar:
Adana Etnografya Müzesi,
Diyarbakır Müzesi, Manisa Müzesi (Arkeoloji Bölümü),
Sivas Aşık Veysel Müzesi, Van Müzesi, Zonguldak
Ereğli Müzesi, Hasankeyf Örenyeri, Aksaray Ihlara
Vadisi (Kısmen), Nevşehir Göreme (Kızlar Manastırı),
Çanakkale (Kilitbahir Kalesi), Şanlıurfa Harran İç
Kale ile Şanlıurfa Kalesi, İzmir Atatürk Evi Müzesi,
Efes Müzesi ile Bergama Müzesi Bağlı Birimi
Kızılavlu, İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesi
ile Kariye Müzesi, Gaziantep Hasan Süzer Etnografya
Müzesi ile Arkeoloji Müzesi, Mersin Anamur Müzesi,
Bursa Mudanya Mütareke Evi Müzesi, Muğla Fethiye
(Kayaköy’de Bulunan İki Kilise), Konya Akşehir Taş
Eserler Müzesi ile Mevlana Müzesi (Matbah-ı Şerif
bölümü) ve Adam Mickiewicz Müzesi.
Turizm habercisi,
08.10.2013
|
HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR MÜZESİ İÇİN SEVİNDİRİCİ KARAR

Heybeliada’da bulunan Hüseyin Rahmi
Gürpınar Müzesi binasının İstanbul Büyükşehir
Belediyesi’ne (İBB) devredilmesi talebi bugün
İstanbul İl Genel Meclisi’nce reddedildi.
Konuyla ilgili geçtiğimiz hafta toplanan İl Genel
Meclisi İdari İşler Komisyonu hazırladığı raporda
olumsuz karar vermişti. Komisyon, tarihi köşkün ada
merkezine uzak olması ve adada fayton dışında ulaşım
aracı olmamasını kararına gerekçe olarak
göstermişti.
Mülkiyeti İl Özel İdaresi’nde, kullanım hakkı ise
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nda olan tarihi Hüseyin
Rahmi Gürpınar Müzesi’nin İSMEK olarak kullanılması
üzere İBB’ye devredilmesine ilişkin İstanbul İl
Genel Meclisi’nde bugün yapılan oylamada teklif oy
birliğiyle reddedildi.
Yazar Gürpınar'ın (1864-1944) evi olan ve
sonradan müzeye dönüştürülen köşkün İSMEK'e
devredilmesi girişimi, aydınların ve Heybeliada'da
yaşayan yurttaşların tepkisini çekmişti.
Sol Haber, 08.10.2013
|
II. ULUSLARARASI ILISU
BARAJI ARKEOLOJİ SEMPOZYUMU
Ilısu Barajı ve HES
Projesi kapsamında gerçekleştirilen çalışmaların
sunulup tartışılacağı II. Uluslararası Ilısu Barajı
Sempozyumu başladı.
Siirt Üniversitesi’nde
07-10 Ekim 2013 tarihleri arasında
gerçekleştirilecek sempozyum, Prof.Dr. Mehmet
Özdoğan, DSİ Ilısu Bölge Müdür Yardımcısı İnan
Gündüz, GAP Başkan Yardımcısı Mustafa Kölmek, Siirt
Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Murat Erman, AKP Siirt
Milletvekili Afif Demrikıran, Bakan Yardımcımız
Abdurrahman Arıcı ve Siirt Valisi Ahmet Aydın’ın
konuşmaları ile başladı.
Büyük ilgi gören
sempozumun açılışında AKP Milletvekili Osman ÖREN ve
çok sayıda protokol üyesi, bilim insanları,
öğrenciler ve konuya ilgili vatandaşlar katıldı.
Sempozyumda, Türk bilim
adamları ile İtalya, Japonya, Fransa ve
İngiltere’den katılacak yabancı bilim adamları
tarafından anılan proje kapsamında yürütülen
arkeolojik faaliyetler ve baraj altında kalacak
kültür varlıklarının korunmasına dair bilimsel
tekniklerin, uygulamaların ve önerilerin
değerlendirilip, tartışılacağı 47 bildiri sunulacak.
10 Ekim ‘de gerçekleştirilecek Tillo ve Çattepe
Höyük gezisiyle sempozyum sona erecek.
Turizm Habercisi,
08.10.2013
|
'SON YEMEK' REKOR FİYATA SATILDI

Ünlü Çinli ressam
Zeng Fanzhi'nin "Last Supper (Son Yemek)" adlı
tablosu, Hong Kong'ta düzenlenen açık artırmada
23,3 milyon dolara alıcı bularak şimdiye kadar en
yüksek fiyata satılan çağdaş Asya
sanat eseri oldu.
Sotheby's Müzayede Evi,
tablonun açık artırmaya telefonla katılan iki
koleksiyoncu arasında 10 dakikadan uzun süren çetin
bir çekişmenin ardından satıldığını açıkladı.
Zeng'in Rönesans döneminin İtalyan ustası Leonardo
da Vinci'nin aynı adlı eserinden esinlenerek yaptığı
tablo, yaklaşık 4 metre uzunluğunda.
İsviçreli
koleksiyoncular Guy ve Mariam Ullens tarafından
satışa çıkarılan
tabloya 10,3 milyon dolar değer biçilmişti.
Daha önce en yüksek fiyata satılan çağdaş Asya
sanat eseri, 2008'de
15,1 milyon dolara alıcı bulan ünlü Japon
heykeltıraşı Takashi Murakami'nin "My Lonesome
Cowboy (Benim Yalnız Kovboyum)" adlı heykeliydi.
Sotheby's Müzayede Evi, Hong Kong Ofisi'nin
açılışının 40. yıl dönümü için düzenlediği Çağdaş
Asya Sanat Eserleri
Müzayedesi'nde 11 Asyalı
sanatçının 61 eseri satışa sundu.
Eserlerden 55'inin toplam 145,2 milyon dolara
satıldığı öğrenildi.
Müzayede Evi, açık artırmaya 25 ülkeden
koleksiyoncuların katıldığını ve çağdaş Asya
sanatına duyulan
ilginin son yıllarda büyük artış gösterdiğini
belirtti.
Habertürk, 07.10.2013
|
LEONARDO DA VINCI'YE AİT OLDUĞU SANILAN BİR TABLO
BULUNDU

İsviçre'de bir banka kasasında ortaya çıkarılan
400 tabloluk koleksiyonda Rönesans döneminin
efsanevi ismi Leonardo da Vinci'ye ait olduğu
sanılan bir tablo bulundu.
Yağlıboya tablo,
İtalyan ustanın 1499'ta tamamladığı İtalyan asilzade
Isabella d'Este'nin portresi ile büyük benzerlik
gösteriyor. Da Vinci'nin
İtalya'nın Lombardi bölgesinde yaptığı karakalem
portre, halihazırda Paris'teki Louvre Müzesi'nde
sergileniyor.
Los Angeles'taki California Üniversitesi Sanat
Tarihi Bölümü'nden Ordinaryüs Prof. Carlos Pedretti,
61x46 santimetrelik eserin da Vinci'nin elinden
çıktığına hiçbir şüphe olmadığını söyledi.
Pedretti, İtalyan Corriere della Sera gazetesine
yaptığı açıklamada, şunları kaydetti:
"Da Vinci'nin tekniği ve tarzı, özellikle yüz
kısmında son derece belirgin. Markiz Isabella
d'Este'nin, karakalem çalışmayı gördükten sonra ünlü
ustadan portresini yağlıboya olarak da yapmasını
istediğini biliyoruz. 'Bir sanat eseri, asla
tamamlanmaz sadece terk edilir' ifadesini kullanan
Da Vinci, zaman yetersizliğinden ya da ilgisini
yitirdiğinden eseri tamamlamamış olabilir. Çünkü da
Vinci, karakalem portrenin ardından Floransa
belediye binası duvarına Anghiari Savaşı'nı çizmeye,
1503'te ise Mona Lisa üzerinde çalışmaya
başlamıştı."
Arizona Üniversitesi laboratuvarında yapılan karbon
tarihleme testi de eserin 1460 ve 1650 yılları
arasında yapıldığını gösterdi. Bu zaman aralığı, da
Vinci'nin döneminin en etkili kadını olan Markiz
Isabella d'Este ile tanışıp karakalem portresini
yaptığı döneme denk düşüyor.
Kullanılan astar ve boyaların belirlenmesi için
yapılan testler de eserin İtalyan ustanın kariyeri
boyunca kullandığı malzemelerle yapıldığını
kanıtladı.
Bazı sanat tarihi uzmanları ise tablo tuval üzerine
boyandığı için da Vinci'ye ait olmadığını ileri
sürüyor. Ünlü usta, tahta panoları tercih ediyordu.
Koleksiyon, adı açıklanmayan bir İtalyan aileye ait
banka kasasında ortaya çıkarılmıştı.
Cnn Türk, Fotoğraf:
www.telegraph.co.uk, 07.10.2013
|
İMPARATORLARIN TAPINAĞI AYAĞA KALDIRILIYOR

Yatağan'ın Eskihisar
Köyü'nde bulunan
Stratonikeia antik kentindeki İmparatorlar
Tapınağı, 3D yöntemiyle gün yüzüne çıkarılıyor.
Pamukkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Sratonikeia Antik
Kenti Kazı Başkanı Prof.Dr. Bilal Söğüt, AA
muhabirine yaptığı açıklamada, kentteki önemli
yapıların ayağa kaldırılması için çalışma
yürüttüklerini, her yıl önemli verilere
ulaştıklarını söyledi.
İmparatorlar Tapınağı'nın bulunduğu alandaki
çalışmaları 30 kişilik ekiple sürdürdüklerini
anlatan Söğüt, kentte yürütülen kazı çalışmalarında
Roma amamından tapınağa, Selçuklu camisinden Türk
evine her yapıyı aşamalar halinde gün yüzüne
çıkardıklarını kaydetti.
Stratonikeia antik kentinde antik dönemden günümüze
kadar Osmanlı, Roma, Bizans gibi farklı dönem
eserleri ortaya çıkardıklarını dile getiren Söğüt,
"Burada yaklaşık 2 bin 600 yıllık bir kutsal alan
düzenlemesi olduğunu biliyorduk. Yapılan kazılarla
burada Agustus Tapınağı inşa edildiğini, bunun
kentteki tiyatroyla bağlantılı olduğunu, buradan da
bir kutsal alana çıkıldığını tespit ettik" dedi.
Kazı çalışmaları yürütülen tapınağın günümüzden
yaklaşık 2 bin yıl öncesine ait olduğunu ifade eden
Söğüt, imparatorlara burada saygı duyulduğunu,
onların adına düzenlemeler yapıldığının bilindiğini
söyledi.Kazılar sırasında çıkan heykel tarzı
eserlerin bir bölümünün müzelerde bulunduğunu, bu
nedenle kentin en önemli ve en eski merkezlerinden
birinin burası olduğuna dikkati çeken Söğüt, şöyle
konuştu:
"Tapınağın içerisinde bazı heykeller bulunuyordu. Bu
nedenle içeride ve çevresinde törenler
düzenleniyordu. Yapılan törenler, bu alanın kutsal
alan haline geldiğini gösteriyor. Antik dönemde
yapılar çok ihtişamlı, çok gösterişli yapılıyordu.
Gerçekten o dönemde insanlar artık bir daha
yıkılmasın diye yapılar yapıyordu ama ne yazık ki o
dönemde de ciddi depremler meydana gelmiş. 360
yıllarında kentte yaşanan depremde birçok yapının
tahrip olduğunu belirledik. Bu depremden sonra
kentteki birçok yapı bir daha ayağa
kaldırılamamıştı." Söğüt, tapınakla ilgili kazı
çalışmalarında yapıların ve sütunların depremde
yıkıldığı şekliyle sağlam bulunduğunu belirterek,
bunun sevindirici olduğunu dile getirdi.
Çalışmalar tamamlanıp yapılar ayağa kaldırıldığında
ziyaretçilerin kentin merkezinden tiyotroya
yöneldiklerinde birçok yapı elemanını göreceğini
anlatan Söğüt, şöyle devam etti: "Kentin birçok
noktasında yaptığımız çalışmayı burada da uyguladık.
3D ile tapınağı ayağa kaldırdık. Ziyaretçiler kenti
gezmeden önce 3D ile tapınağın ayağa kaldırılmış
haliniz izliyor ve bilgi sahibi oluyor. Arkeologlar
ve kazı ekibi olarak buralarda neler olduğunu, hangi
yapıların çıkabileceğini algılayabiliyoruz ama
ziyaretçiler Osmanlı dönemi yollarında yürürken
tapınağın eski halini 3D ile gördüklerinde daha
mutlu oluyor, yapıları daha iyi algılıyorlar. Bunun
için her yıl kentin bir yapısını 3D ile ayağa
kaldırıyoruz. Böyle olunca kente gelen ziyaretçiler
bizim duyduğumuz heyecanın aynısını duyuyor."
Dünyanın en büyük mermer kentleri arasında yer alan
Stratonikeia antik kentinin, bünyesinde çok önemli
yapıları barındırdığını vurgulayan Söğüt, "Esasında
burada yapmak istediğimiz şey, yapıları 3D ile ayağa
kaldırarak ziyaretçileri bilgi sahibi yapmak.
Böylece insanların eserleri sevmesini, onları
korumasını ve çevresindekilere anlatmasını sağlamak
istiyoruz. Evrensel kültürel mirasımızın herkes
tarafından sevilmesini, korunmasını sağlamaya
çalışıyoruz" diye konuştu.
Hürriyet, 07.10.2013
|
DENİZ MÜZESİ YENİDEN AÇILDI

Beş yıl süren inşaat ve restorasyon çalışmaları
tamamlanan Deniz Müzesi, dünyada yaşayan en eski
gemi olan ve Yavuz Sultan Selim Han dönemine ait
bulunan bir gemi ile Atatürk'ün kayıklarının da
yeraldığı bir sergiyle yeniden açıldı.
FLORYA'DAKİ O KAYIK
Genelkurmay Başkanlığı'ndan yapılan açıklamaya göre,
2008 yılında başlayan inşaat ve restorasyon
çalışmaları tamamlanan
İstanbul Deniz Müzesinin açılış töreni, Deniz
Kuvvetleri Komutanı Oramiral
Bülent Bostanoğlu'nun katılımıyla, Cuma günü
yapıldı.
Osmanlı Padişahlarının Boğaz ve Haliç gibi yakın
sularda kullanmış oldukları 14 adet Saltanat Kayığı,
XVII. yüzyıla tarihlenen ve dünyada yaşayan en eski
gemi olan Tarihi Kadırga ve Atatürk'ün Ankara Gazi
Çiftliği ve Florya Köşkü'nde kullanmış olduğu 3 adet
kayık ile piyade, tenezzüh, mabeyn olarak
adlandırılan kayıkların sergilendiği "Tarihi
Kayıklar Sergisi"nin yanı sıra, "Osmanlı Ahşap
Sanatı", "Türk Deniz Tarihinden Sayfalar", "Bahriye
Nazırı Odası" ve "Seçilmiş Ressamlar" sergileri de
05 Ekim 2013 tarihinde Yeni Müze Binasında ziyarete
açıldı.
Sergiye ilişkin fotoğraflar Genelkurmay
Başkanlığı'nın internet sitesine de konuldu.
Sabah, 07.10.2013
|
PADİŞAH'A 'KÖŞK' GELİYOR

İstanbul Çengelköy’deki Vahdettin Köşkü,
Başbakanlığa tahsis edildi. Emsalsiz Boğaz manzaralı
köşkün etrafındaki yapılar için kamulaştırma
çalışması başladı.
İstanbul Çengelköy’de son Osmanlı Padişahı
Vahdettin’in yaşadığı ve şair Orhan Veli’nin
“İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı” şiirini
yazdığı 60 dönümlük koruluk alan ve köşkün
çevresinde, dev bir kamulaştırma yapılacak. İnternet
sitesi Gazeteport’un haberine göre; Bakanlar Kurulu
kararı uyarınca Çengelköy’de 138-145 pafta, 813-827
ada arasında bulunan araziler kamulaştıracak.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nce yapılacak
kamulaştırmanın ardından “Vahdettin Köşkü ve Çevresi
Yol Düzenlemesi Projesi” uygulamaya sokulacak.
Projenin tamamlanması sonrası, Vahdettin Köşkü’nün
“Başbakanlık Anadolu Çalışma Ofisi” ve yabancı
misafirler için “Devlet Konuk Evi” olarak
düzenleneceği belirtiliyor. Bilindiği gibi Başbakan
Erdoğan İstanbul’dayken Avrupa Yakası’nda Dolmabahçe
Sarayı’nın Başbakanlık Çalışma Ofisi’nde işlerini
yürütüyor. Evi ise Anadolu Yakası’nda Üsküdar’a
bağlı Kısıklı’da. Çengelköy’deki köşkle 2’nci bir
çalışma ortamına kavuşacak olan Başbakan Erdoğan
evine de artık rahatça dönebilecek. Üstelik
Başbakan, Vahdettin’in Köşkü’nde de eşsiz bir Boğaz
manzarasıyla çalışacak.
Trafik tek yön akacak!
Hazırlanan plana göre, Boğaziçi sahil şeridi
öngörünüm bölgesi uygulama imar planı ve Vahdettin
Köşkü çevresi Yol Düzenlemesi Projesi kapsamında
vatandaşların tapulu arazilerinden 2-197 metrekare
arasında toplam 4 bin metrekarelik alan istimlak
edilecek. Proje kapsamında Çengelköy’den Boğaziçi
Köprüsü yönüne olan trafik tek yönlü hale gelecek.
Osmanlı’nın son padişahı Vahdettin’in adını taşıyan
köşk, 2. Abdülhamit’in padişahlığı döneminde Fransız
mimar Alexandre Vallaury’ye yaptırıldı. Soğan başlı
kubbesi olan köşkün bulunduğu 60 dönümlük koru
içinde müştemilatlar, bahçıvan evi ve sera da yer
alıyor. Köşk 1984 yılında, korunması gerekli
taşınmaz kültür varlığı olarak tescillenmişti.
Sözcü, 07.10.2013
|
15 EL TARİHİ 'İADE' KARARINA KALKACAK

Mor Gabriel Manastırı'na ait arazilerin iadesi,
bugün toplanacak Vakıflar Meclisi'nde ele alınacak.
Genel Müdürlüğün en üst seviyedeki karar organı
Vakıflar Meclisi, bugün toplanıyor. Meclisin
gündeminde manastıra ait arazinin iadesi de yer
alacak. Mardin'in Midyat İlçesi Güngören Köyü'ndeki
Süryani Deyrulumur Mor Gabriel Manastırı ve Vakfı,
yurt genelindeki 165 cemaat vakfından biri. Vakıflar
Meclisi'nin bugünkü toplantısında daha önce problem
yaşadıkları 276 dönümün vakıf adına tescil edilip
edilmemesi konusu ele alınacak. Konu, Vakıflar
Kanunu'nun geçici 11. maddesine göre karara
bağlanacak. Alınan karar toplantı sonunda kamuoyuyla
paylaşılacak. Vakıflar Genel Müdürü Adnan Ertem'in
aynı zamanda başkanlığını yaptığı Meclis, 15 üyeden
oluşuyor. Vakıf mallarına ait kararlar konusunda
Vakıflar Genel Müdürlüğüne gerekli tasarruf
yetkisinin verildiği Vakıflar Meclisi'nde kararlar
üye tamsayısının salt çoğunluğuyla alınıyor. Genel
Müdürün çağrısı üzerine ayda en az iki defa toplanan
Meclis'te çekimser oy kullanılamıyor. 397 yılında
kurulan manastır dünyanın en eski ve faal Hıristiyan
manastırlarından biri olma özelliğini taşıyor. Savaş
ve karışıklık dönemlerinde boş kalmasının dışında 16
asırdır manastır yaşam tarzını yaşatabilen ender
manastırlar arasında gösteriliyor. Tarihsel dönemde
farklı isimlerle de anılan manastırın bugün
kullanılan adı 7. yüzyılda yaşamış ve birçok
mücizeyi hayata geçirdiği inanılan, sadece yaşamıyla
azizlik mertebesine yükselen, iyi yönetimiyle
manastırın gelişmesinde önemli rol oynayan Manastır
ve Turabdin Metropoliti Mor Gabriel'in adından
geliyor.
SÜRYANİ CEMAATİ YILLARCA HUKUK MÜCADELESİ
VERDİ
Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne geçtiğimiz yıl
nisan ayında başvuruda bulunan Süryani cemaati, 1615
yıllık Mor Gabriel Manastırı'nın iadesi talebinde
bulunmuştu. Aynı zamanda yıllardır manastır için
hukuk mücadelesi veren Süryaniler, Yargıtay Hukuk
Genel Kurulu'nun "Mor Gabriel işgalci. Orası Hazine
arazisidir" yönündeki kararı nedeniyle tek umut
olarak "tarihi iade" sürecini görüyordu. Süryani
cemaatine iade edilecek Mor Gabriel Manastırı, aynı
zamanda azınlıklara yapılacak 'en büyük iade' olma
özelliğini taşıyor. Mor Gabriel Manastırı Vakfı
Başkanı Kuryakos Ergün, iade kararı için "Sayın
Başbakan, kabine üyeleri ve emeği geçen herkese
sonsuz şükranlarımızı sunuyoruz. Bu sorun artık
ülkemizde bir kambura dönüşmüştü ve çözülmesiyle
bizim açımızdan bir eşik atlandı. Bir kamburdan
kurtulduk. Tapuyu aldığımızda mutluluğumuz
katlanacak" demişti.
Sabah, Haber: Burcu Çalık, 07.10.2013
******
MOR GABRİEL
MANASTIRI'NA İZİN ÇIKTI
Vakıflar Genel Müdürü Adnan Ertem, Vakıflar
Meclisi Toplantısı'nın sona ermesinin
ardından düzenlediği basın toplantısında,
Meclis'te alınan kararlara ilişkin bilgi
verdi.
Toplantıda Mor Gabriel Manastırı'nın
talebinin de gündeme geldiğini ifade eden
Ertem, "Bugüne kadar problem olarak
gözüken, yargı kararına da intikal etmiş 12
parselin iadesiyle ilgili, Meclisimiz oy
birliğiyle olumlu karar verdi" diye
konuştu. Bundan sonraki süreç hakkında da
bilgi veren Ertem, şunları kaydetti:
*Vakıflar Meclisi kararlarından sonra iki
aylık bir süre var, tapuya tescilinin
yapılabilmesi için. Vakıf bu kararın
kendilerine tebliğinden itibaren iki ay
içerisinde taşınmazı kendi vakıfları adına,
Deyrulumur Süryani Manastırı Vakfı adına
tescilini gerçekleştirecekler. Süreç öylece
tamamlanacak. Bizim kararımızla tek başına
taşınmaz vakfın olmuyor. Bizim kararımız
kanundaki süreçle alakalı ilk aşamalardan
birisi. Burada Meclis olumlu karar alacak,
bu olumlu karardan sonra tapu, şu anda o
yerlerin tescilini yapacak.
KIYMETLİ YERLERİN İADELERİ
GERÇEKLEŞTİRİLDİ
Vakıflar Meclisinin 15 üyesinin tamamının
iade konusunda olumlu karar vermesini
sevindirici olarak nitelendiren Ertem,
"Bizim kanundaki şartları taşıması
sebebiyle kanuna uygunluk denetimi yapmış
olan bir Meclis var burada. Kanundaki
şartları taşıması nedeniyle iade noktasında
karar verildi" dedi.
Bir gazetecinin
"Bunu, cumhuriyet
tarihinde yapılmış en büyük iade olarak
tanımlayabilir miyiz" demesi
üzerine Ertem, "Evet, 244 dönüm
taşınmazların büyüklüğü. Hacim, yüzölçümü
olarak çok büyük ama kıymet anlamında
buradan çok daha kıymetli yerlerin iadeleri
gerçekleştirildi" karşılığını
verdi. Mor Gabriel Manastırına ait araziyle
ilgili Yargıtay kararının olduğu
hatırlatılarak, Meclis kararı sonrası bir
yargı kararının gerekip
gerekmediğinin sorulması üzerine Ertem,
şunları söyedi:
"Meclis'te de tartıştığımız
hususlardan biri buydu. Ortada bir yargı
kararı var. Yargıtayca buranın vakfa ait
olmadığına dair verilmiş bir karar vardı.
Burada yaptığımız iş, kanuna uygunluk
denetimi. Tabii ki bu konularla ilgili
verilen yargı kararlarını biz dikkate
alırız. Fakat kanunda çok açık şekilde şu
ifade ediliyor: 'Vakıflar Meclisinin olumlu
kararından sonra...' Öncelikli olarak bizim
karar vermemiz gereken mesele bu. Ondan
sonra ancak mahkeme aşaması çalışabilir.
Burada sıkıntılı olan şu: eş zamanlı olarak
Mor Gabriel'in müracaatıyla yargı kararının
aynı zamana gelmiş olması. Yoksa Vakıflar
Meclisi olarak biz daha önce yargıya konu
olmuş, yargı tarafından hüküm altına alınmış
birçok konuda karar verdik. Çünkü biz kanuna
uygunluk denetimi yapıyoruz her ne kadar
yargı o şekilde karar vermiş olsa bile."
TARAFLAR MAHKEMEYE GÖTÜREBİLİR
Vakfın söz konusu arazisine ait süreç
hakkında da bilgi veren Ertem,
"Bu
kararımızdan sonra da yargı yolu açık. Her
idare kararından sonra yargı yolu nasıl
açıksa bundan sonra da açık. Taraflar veya
ilgililer bunu mahkemeye götürebilirler"
ifadesini kullandı.
Bir gazetecinin
"Taraflardan
kastınız Hazine ile Mor Gabriel Manastırı
mı" sözleri üzerine Ertem,
"Evet" karşılığını verdi. Ertem,
aldıkları kararın idari bir işlem olduğunu,
yargı aşamasının bir süreci olmadığını
yineledi.
Şimdiye kadar ne kadar taşınmazın cemaat
vakıflara iade edildiğinin ve bundan sonra
ne kadar müracaatın kaldığının sorulması
üzerine Ertem, şu açıklamalarda bulundu:
"Bekleyen 500 taşınmaz için daha
müracaat var, onların kararını vereceğiz.
Bugüne kadar bin civarında taşınmaz için
müracaat edildi. Bunlardan 250'siyle ilgili
olumlu karar verdik. Bize yapılan
müracaatların 600'ünün hiçbir geçerliliği
yok. Hiçbir bilgi taşımıyor. Nerede, nasıl,
adresi yok, tapu bilgisi yok. Oralarla
ilgili bizim karar vermemiz mümkün değil.
Ondan dolayı bununla ilgili hiç
değerlendirme yapamadık. Bunu düştüğünüzde
zaten geriye 400 müracaat kalır bunun da
250'si hakkında zaten olumlu karar verdik."
PAPAT AKYÜZ: KARAR SEVİNDİRİCİ
Mardin’deki Süryani Kırklar Kadim Kilisesi
Papazı Gabriel Akyüz, Vakıflar
Meclisi'nin Mor Gabriel Manastırı Vakfı'na
ait 12 parselin iadesi yönünde olumlu karar
almasının sevindirici olduğunu söyledi.
Akyüz, AA muhabirine yaptığı
açıklamada,kararla birlikte hakkın yerini
bulduğunu kaydetti.
Kararın alınmasında emeği geçenlere teşekkür
ettiğini belirten Akyüz, "Bu olağanüstü
karar, harika bir şey, bizleri çok
sevindirdi. Demokratiklaşme paketinde Mor
Gabriel Manastırı Vakfı arazisinin vakfa
idae edileceğini açıklayan ve bu arazilarin
vakfa iade edilmesinde büyük rol oynayan
Sayın Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan 'a, kararda emeği
geçen herkese teşekkür ederiz. Bu kararla
adalet ve hak yerini buldu" dedi.
Mor Gabriel (Deyrulumur) Manastırı, dünyanın
ayakta duran en eski Süryani Ortodoks
manastırı olarak biliniyor.
Manastır, Mardin'in Midyat
İlçesi'ne bağlı
Güngören Köyü sınırları içerisinde
Süryanilerin anayurdu olarak kabul
edilen Turabdin platosunda bulunuyor.
Milattan sonra 397'de Mor Şmuel ve Mor Şemun
tarafından kurulan manastır, 5. ve 6.
yüzyıldan kalan Bizans dönemi mozaikleri,
kubbeleri, çan kuleleri, hareketli
terasları, kapıları ve Midyat kesme
taşlarından yapılan kapı ve motif
süslemeleriyle dikkat çekiyor.
Mor Gabriel Manastırı
Mor Gabriel
(Deyrulumur) Manastırı, dünyanın ayakta
duran en eski Süryani Ortodoks manastırı
olarak biliniyor. Manastır, Mardin'in Midyat
İlçesi'ne bağlı Güngören Köyü sınırları
içerisinde Süryanilerin anayurdu olarak
kabul edilen Turabdin platosunda bulunuyor.
Milattan sonra 397'de Mor Şmuel ve Mor Şemun
tarafından kurulan manastır, 5. ve 6.
yüzyıldan kalan Bizans dönemi mozaikleri,
kubbeleri, çan kuleleri, hareketli
terasları, kapıları ve Midyat kesme
taşlarından yapılan kapı ve motif
süslemeleriyle dikkat çekiyor.
Radikal, 07.10.2013
|
İŞTE KANUNİ'NİN KALP SERÜVENİ

Pecs Üniversitesi’nin
gündeme getirdiği Kanuni’nin kalbi hikayesini
2005’te araştırmaya başlayan Prof.Dr. Metin Kunt,
“Macarcada ‘Turbek’ diye bir isim yok. Bu da
iddiaları güçlendirmiş oluyordu” diyor.
Eylül ayında Macaristan’da bulunan Pecs
Üniversitesi’nin Prof. Norbert Pap’ı görevlendirmesi
üzerine 1566’da Zigetvar seferinde hayatını kaybeden
Kanuni Sultan Süleyman’ın kalbi yeniden araştırma
konusu oldu. İddialara göre Zigetvar Kalesi
kuşatması sırasında hayatını kaybeden ‘Muhteşem
Süleyman’ın cesedi askerler arasında moral bozukluğu
yaratmaması için gizlenmiş, iç organları çıkarılarak
ilaçlanıp burada gömülmüştü. Bedeni ise fetihten
sonra İstanbul’a getirilerek Süleymaniye Camii
avlusundaki bugünkü yerine defnedilmişti. Sabancı
Üniversitesi Tarih Bölümü’nden Prof.Dr.Metin Kunt
araştırmanın hikayesini anlattı.
MACARLAR BİZDEN YARDIM İSTEDİ
“Bu hikaye şöyle başladı. 2005’te Zoltan Nagy adında
bir Macar araştırmacı bize başvurdu. Josef Molnar
adında bir hocası varmış. Macaristan’da Osmanlı
eserleri üzerine çalışıyor. İddialar üzerine yaptığı
çalışmalar sonucunda kendince birtakım sonuçlara
ulaşmış. Orada da bir kanaat oluşmuş. Zigetvar’ın
kuzeyinde bir abide var. Ama Kanuni’nin iç organları
orada değilmiş. Üniversitenin izniyle Nagy ile
oralara gittik. Beni bambaşka yerlere götürdü. Peç
şehri yakınlarındaki türbe Habsburglar tarafından
yer ile yeksan edilmiş. Etrafına palanga yapılmış.
Bir miktar asker konmuş. Bir kilise var o
yakınlarda, yine Habsburglar tarafından yapılmış,
işte onun türbenin üzerine inşa edildiği iddia
ediliyor.”
İSİM İDDİAYI KUVVETLENDİRDİ
“Bölge o zamanlar bataklık. Ziget zaten Macarcada
‘ada’ anlamına gelir.Yakınlarında Türbek adında bir
köy var. Bağlarıyla meşhur. Macarcada aslında böyle
bir kelime yok. Bu da iddiaları kuvvetlendiriyor
olsa gerek. Zaten Feridun Ahmet Bey’in “Nüzhetü
Esrari’l Ahbar - Der Sefer-i Sigetvar” adlı
eserindeki ‘bir tümseğe koydular’ deniliyor.
ASKERLERE BENZERİNİ GÖSTERDİLER
“Sultan öldüğü zaman saltanat devri nasıl olur
bilmek gerekli. Kanuni’nin vefatı üzerine Sokullu
Mehmet Paşa, Şehzade Selim’e bir haber gönderiyor.
Bir an önce İstanbul’a gelmesini istiyor. Fakat
şehzadelerin bulundukları yerden payitahta gelmeleri
olacak iş değil, kurallara uygun değil. Tahta
yönelik bir eylem olarak anlaşılabilir. Kargaşa
çıkabilir diye vefatı da gizliyorlar. Kanuni 20
yıldan fazla nikris(gut) hastası, seferlerde daha
çok arabada götürülüyor. Şehre gelindiğinde atına
biniyor, şehir geçildiğinde tekrar arabaya geçiyor.
Ordu onu arabada görmeye alışkın. Kendisine çok
benzeyen Hasan Ağa diye bir zatı arabaya
bindiriyorlar dönüş yolunda, o da arada bir orduyu
selamlıyor. Sağ olduğuna dair bir intibaa olayı bu.
Şimdi Pecs Üniversitesi tekrar girişimde bulundu.
İyi şeyler bulacaklarına inanıyorlar demek ki.”
TİKA HEYETİ KİLİSE İÇİNDEKİ TÜRBEYE
GİTMİŞTİ
TİKA, Macaristan’da Kanuni’nin kalbi ve iç
organlarının defnedildiği belirtilen yeri tespit
ederek, incelemelerde bulunmuştu. TİKA Başkanı
Serdar Çam’ın başkanlığındaki Türk heyeti, padişahın
kalbi ve iç organlarının gömülü olduğu belirtilen
Zigetvar Kalesi’ne yaklaşık 3 kilometre mesafede
bulunan, Macarca’da “türbe” anlamına gelen Turbek
Kilisesi’nin içine girmiş ve tarihi kaynaklara göre
Kanuni Sultan Süleyman’ın kalbinin ve iç
organlarının gömülü olduğu türbenin, Turbek
Kilisesi’nin içinde yer aldığını belirtmişti.
Zigetvar Kalesi’ne yaklaşık 3 kilometre mesafede
bulunan Turbek Kilisesi’nin girişindeki duvarda yer
alan yazı, adeta Kanuni’nin kalbi ve iç organlarının
burada defnedildiğini belgeliyor. 1913’te kilisenin
girişine asılan yazıda, “Kanuni Sultan Süleyman
Hazretleri’nin kalbi ve iç organları bu yerde
gömülmüştür ve bir anıt dikilmiştir. Allah rahmet
eylesin” ifadesi bulunuyor.
Akşam, 07.10.2013
|
İŞTE BAŞBAKAN'IN BAHSETTİĞİ O CAMİ

Başbakan Tayyip Erdoğan'ın atv ve ahaber ortak
yayınında dile getirdiği Heybeliada Ruhban Okulu'yla
Atina'daki Osmanlı döneminden kalan Fethiye
Camisi'nin beraber açılması teklifi, gündemi
belirledi. Erdoğan'ın ilk kez 2006'da teklif ettiği
Fethiye Camisi'nin restore edilmesi, Yunan
makamlarca 2011'de kabul edilmiş ancak daha sonra
ekonomik kriz yüzünden çalışmalar durdurulmuştu.
Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethinden 3 yıl
sonra Atina'yı ele geçirmesi, bölgenin Osmanlı
hakimiyetine geçmesini sağlamıştı. Fatih'in 1458'de
Atina'yı ziyareti sırasında sultanın onuruna Ömer
Paşa tarafından yaptırılan cami, bölgede yapılan ilk
cami olarak biliniyor. Cami, eski bir Bizans
kilisesinin kalıntıları üzerine inşa edilmiş.
TAPINAĞIN YAMACINDA
Atina'nın merkezindeki Akropol Tapınağı'nın
yamacındaki Plaka semtinde bulunan caminin inşa
edildikten sonraki tarihi de son derece ilginç.
1687'ye kadar bölgedeki Müslümanların en önemli
ibadet adresi olan cami, Atina'yı işgal eden
Venedikli Morozi tarafından Katolik kilisesine
dönüştürülmüş. Ancak Atina tekrar Osmanlıların eline
geçince Yunanistan'ın bağımsızlığını kazandığı
1824'e kadar yine cami olarak kullanılmış. 1824'te
ilk önce askeri amaçlı depo, bir dönem de şehrin
hapishanesi olarak hizmet veren cami, kışla mekanı
da olmuş. 1890'dan önce un ambarı, 1935'e kadar ise
uzun yıllar ordunun ekmek fırını olarak hizmet
vermiş. Şu anda kilitli olan camide eski eserlerin
bulunduğu belirtiliyor. Caminin sanatsal faaliyetler
için açılacağı duyuruldu.
AYASOFYA'NIN TÜRDEŞİ
Osmanlı döneminin en önemli sanat eserlerinden biri
olarak anılan Fethiye Camisi, kutrefoil nizamı adı
verilen mimarisiyle İstanbul'daki Ayasofya, Yeni
Cami ve Sultanahmet Camisi'nin mimari olarak türdeşi
olarak kabul ediliyor. Yunan mimarlar, inşaat
mühendisleri ve arkeologlardan oluşan uzmanların,
Fethiye Camisi'nin dış cephesininin ve içinin aslına
dönüştürülmesi için hazırladıkları proje, Yunan
Kültür Bakanlığı'na bağlı Arkeoloji Enstitüsü
tarafından kabul edildi. Ekonomik kriz nedeniyle
durdurulan çalışmaların, AB fonlarından gelecek
yardımlar kapsamında yıl içinde tekrar başlayacağı
açıklandı. Fethiye Camisi'nin ibadete açılmasının
mümkün olmadığına dikkat çeken yetkililer, sanatsal
faaliyetler için açılacağını belirtiyorlar. Yunan
hükümeti ise Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılmasına
karşılık Atina'daki Fethiye Camisi'nin açılması
teklifine sıcak bakmıyor.
ATİNA'DA OSMANLI'DAN KALMA BİR CAMİ DAHA
VAR: ÇESTERAKİ CAMİSİ
Atina'da Osmanlı'dan kalma bir cami daha
var. O da Atina merkezindeki Monastiraki meydanında
bulunuyor. 1759'da, etrafındaki antik sütunlardan
yararlanılarak inşa edilen caminin adı, o dönemde
Osmanlı yönetiminin Atina'ya tayin ettiği Çesteraki
adlı bir Hıristiyan tarafından yaptırılmasından
hareketle seçilmiş. Cami, 1980'li yıllardan bu yana
"halk sanatları müzesi" olarak kullanılıyordu. Ancak
Monastiraki ve çevresinde yapılacak düzenlemeler
çerçevesinde boşaltılan caminin onarılmasından sonra
yine müze olarak kullanılacağı belirtiliyor.
MİNARESİ YERLE BİR OLMUŞ...
Dikdörtgen plana göre inşa edilmiş olan
Fethiye Camisi'nin minaresi yıkılmış durumda.
Minarenin sadece bir metre yükseklikteki temel
duvarları 5 basamağıyla açıkça belli oluyor. Cami,
ana kubbe, ana kubbeyi destekleyen 4 yarım kubbe ve
ana kubbeyi taşıyan 4 sütundan oluşuyor. 4 daha
küçük kubbe ise caminin dört bir köşesine
yerleştirilmiş. Son cemaat yeri, 4 mermer sütun
üzerine oturan 5 kubbeden oluşuyor. Sade mermer
kapı, Osmanlı motifleriyle süslenmiş.
Sabah, Haber:
Stelyo Berberakis, 07.10.2013
|
ASURLULAR HAKKINDA BİLMEDİKLERİMİZ
Anadolu’nun kültürel mirası ve arkeolojik zenginliği
üzerine araştırma yapan Aktüel Arkeoloji Dergisi’nin
bu ay yayımlanan 35. sayısında Kültepe / Kaniş’te
bulunan kalıntılara yer veriliyor.
Asurlu tüccarların Anadolu’yu bir ticaret merkezi
haline getirmesi, beraberinde yazıyı Anadolu’ya
taşıyarak önemli kalıntılar bırakmaları gibi
konuların ayrıntılarıyla işlendiği sayıda;
Asurluların uzun yıllar ticaret yaptıkları
Kültepe’de yerli halkla kurdukları ticari ve sosyal
ilişkiler mercek altına alınıyor. Asurlu tüccarların
borç senetleri, kervan, alacak verecek kayıtları, iş
sözleşmeleri, iş mektupları ve ticari
anlaşmazlıklarla ilgili mahkeme kayıtlarının
oluşturduğu kalıntılar bu alanda bildiğimizi
sandığımız her şeyin tekrar gözden geçirilmesi
gerektiğine işaret ediyor.
Zaman, 07.10.2013
|
94.290 TAŞINMAZ KÜLTÜR VARLIĞIMIZ VAR
Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve
Müzeler Genel Müdürlüğü, Türkiye genelinde korunması
gereken taşınmaz kültür varlıklarının dağılımını
inceledi. Sonuçları veri halinde raporlaştıran
Bakanlık, sivil mimarlık örneği, dinsel, kültürel,
idari, askeri ve endüstriyel-ticari yapılar,
mezarlıklar, şehitlikler, kalıntılar, korumaya
alınan sokaklar, anıt ve abideler başlıklarıyla
varlık türlerini değerlendirdi. Sonuçlara göre
Türkiye'de toplam 94 bin 290 korunması gereken
kültür varlığının olduğu ortaya çıktı.
Söz konusu varlıkların türlerine ve sayılarına göre
dağılımına bakıldığında 62 bin 444 ile Türkiye'deki
sivil mimarlık örnekleri ilk sırada yer aldı. Bunu 9
bin 938 varlıkla kültürel yapılar takip etti.
Geçmişten günümüze yansıyan görkemli dinsel yapılar
8 bin 763 adetle listede üçüncü sırada bulundu.
EN ÇOK SİVİL MİMARLIK ÖRNEĞİ
Taşınmaz kültür varlıklarının sayıları ve türleri
- Sivil mimarlık örnekleri 62 bin 444
- Kültürel yapılar 9 bin 938
- Dinsel yapılar 8 bin 763
- Endüstriyel ve ticari yapılar 3 bin 481
- Mezarlıklar 3 bin 387
- İdari yapılar 2 bin 530
- Kalıntılar 2 bin 79
- Askeri yapılar bin 51
- Anıt ve abideler 326
- Şehitlikler 231
- Korunmaya alınan sokaklar 60
İSTANBUL AÇIK ARA ÖNDE
Taşınmaz kültür varlıklarının şehirlere göre
dağılımına bakıldığında ise İstanbul büyük bir
farkla öne çıktı. Şehirlerin varlık sayıları ve
türleri şöyle:
İstanbul: 24 bin 517'si sivil
mimarlık örneği, bin 995 kültürel yapı, bin 104
dinsel yapı; toplam 29 bin 767.
İzmir: 4 bin 211'i sivil mimarlık
örneği, 402 dinsel yapı; toplam 6 bin 281.
Bursa: 3 bin 119'u sivil mimarlık
örneği, 408'i dinsel yapı; toplam 4 bin 235.
Muğla: 2 bin 566'sı sivil mimarlık
örneği, 219'u dinsel yapı; toplam 4 bin 176.
Balıkesir: 2 bin 299'u sivil
mimarlık örneği, 177'si dinsel yapı; toplam 2 bin
916.
Antalya: Bin 334'ü sivil mimarlık
örneği, 158'i dinsel yapı; toplam 2 bin 363.
Ankara: Bin 230'u sivil mimarlık
örneği, 211'i dinsel yapı; toplam bin 920.
Trabzon: Bin 9'u sivil mimarlık
örneği, 239'u dinsel yapı; toplam bin 744.
Eskişehir: bin 229'u sivil mimarlık
örneği, 130'u dinsel yapı; toplam bin 727.
Manisa: 795'i sivil mimarlık
örneği, 168 dinsel yapı; toplam bin 574.
Çanakkale: 917'si sivil mimarlık
örneği, 127'si dinsel yapı; toplam bin 553.
Şanlıurfa: Bin 130'u sivil mimarlık
örneği, 107'si dinel yapı; toplam bin 474.
Konya: 406'sı sivil mimarlık
örneği, 400'ü dinsel yapı; toplam bin 399.
Edirne: 535'i sivil mimarlık
örneği, 140'ı dinsel yapı; toplam bin 355.
Nevşehir: 882'si sivil mimarlık
örneği, 200'ü dinsel yapı; toplam bin 273.
TAŞINMAZ KÜLTÜR VARLIKLARI
Taşınmaz
kültür varlığı örnekleri kapsamında ise şunlar
yer alıyor:
"Kaya mezarlıkları, yazılı, resimli-kabartmalı
kayalar, resimli mağaralar, höyükler, tümülüsler,
ören yerleri, akropol ve nekropoller; kale, hisar,
burç, sur, tarihi kışla, tabya ve istihkamlar ile
bunlarda bulunan sabit silahlar; harabeler,
kervansaraylar, han, hamam ve medreseler; kümbet,
türbe ve kitabeler, köprüler, su kemerleri, su
yolları, sarnıç ve kuyular; tarihi yol kalıntıları,
mesafe taşları, eski sınırları belirten delikli
taşlar, dikili taşlar; sunaklar, tersaneler,
rıhtımlar, tarihi saraylar, yalılar ve konaklar;
camiler, mescitler, musallalar, namazgahlar; çeşme
ve sebiller, imarethane, darphane, muvakkithane,
tekke ve zaviyeler; mezarlıklar, hazireler,
arastalar, bedestenler, kapalı çarşılar, sandukalar,
siteller, sinagoglar, bazilikalar, kiliseler,
manastırlar, külliyeler, eski anıt ve duvar
kalıntıları; freskler, kabartmalar, mozaikler ve
benzeri taşınmazlar."
Habertürk, Haber: Aykan Çufaoğlu, 06.10.2013
|
OSMANLI'NIN SAKLANAN HATIRASI BU MÜZAYEDEDE

Osmanlı padişahlarından Sultan Abdülaziz’in oğlu
son halife Abdülmecid Efendi’ye ait “Avluda
Kadınlar” yağlı boya tablosu bugün yapılacak
müzayedede tarih meraklılarının ve sanatseverlerin
beğenisine sunulacak.
Bugüne kadar sadece
Sanat Çevresi adlı derginin kapağında 1990 ve
1994 yıllarında yayımlanan, son halife Abdülmecit
Efendi’nin 31 yaşında resmettiği “Avluda Kadınlar”
isimli yağlı boya kompozisyonu bugün satışa
çıkarılacak. Alif
Art Antikacılık tarafından Esma
Sultan Yalısı’nda saat 14.00’te yapılacak
müzayede “Gravür,
Harita ve
Kitap Müzayedesi-V” ile “Osmanlı ve Karma Sanat
Eserleri Müzayedesi” olmak üzere iki başlık
altında
toplam 582 eserle gerçekleştirilecek.
En önemli parça olan “Avluda Kadınlar” 1 milyon 200
bin liralık muhammen bedelle açık artırmaya
sunulacak.
“Avluda Kadınlar”,
ressam Gerome’un “Sarayın Terası” adlı yapıtıyla
da kompozisyon olarak benzerlikler taşıyor.
Gerome’un çıplak
kadınları resmederek Osmanlı haremini yansıttığı
tabloya karşın Abdülmecit Efendi’nin de yarı çıplak
gösterdiği figürler ile Osmanlı’nın sanat anlayışı,
saray yaşamı belgelenmiş.
Müzayedede
II. Abdülhamit dönemine ait “Dömeke Muharebesi”,
“Zafer
Dönüşü” konulu anonim bir tablo ile 19’uncu yüzyıla
ait “Topkapı
Sarayı’nda Sultan Abdülmecit’in Cülus Merasimi”
gibi önemli dönem tabloları da yer alacak.
Milliyet, 06.10.2013
******
'AVLUDA KADINLAR'A 1 MİLYON 600 BİN TL!
Bugüne kadar sadece ‘
Sanat Çevresi’ dergisinin kapağında 1990 ve 1994
yıllarında yayımlanan, Osmanlı padişahlarından
Sultan Abdülaziz’in oğlu, son halife Abdülmecit
Efendi’ye ait ‘Avluda Kadınlar’ isimli yağlı boya
tablosu, bugün gerçekleştirilen müzayede sonucu
satıldı.
Alif Art Antikacılık tarafından Esma Sultan
Yalısı’nda gerçekleştirilen müzayedede, ‘Avluda
Kadınlar’, 1 milyon 600 bin liraya alıcı buldu.
Müzayedenin en yüksek bedelli satışı bu olurken,
tabloyu alan kişinin ismi açıklanmadı.
'Avluda Kadınlar’ın satışı 1 milyon 200 bin liralık
muhammen bedelle açık artırmaya sunulmuştu.
Abdülmecit Efendi’nin 31 yaşında resmettiği yağlı
boya kompozisyonu, ünlü ressam Gerome’un ‘Sarayın
Terası’ isimli yapıtıyla benzerlik taşıyor.
Gerome’un çıplak kadınları resmederek Osmanlı
haremini yansıttığı tabloya karşın, Abdülmecit
Efendi’nin yarı çıplak gösterdiği figürler, hem
Osmanlı’daki sanat anlayışını hem de
Harem yaşantısını belgeler nitelikte.
Radikal, 06.10.2013
******
'AVLUDA KADINLAR' ÇETİNDOĞAN ÇİFTİNDE
Son halife
Abdülmecid Efendi’nin ‘Avluda Kadınlar’ adlı nü
tablosunu 1 milyon 600 bin TL’ye Demet Sabancı
Çetindoğan ve eşi Cengiz Çetindoğan’ın aldığı ortaya
çıktı. Tablo çiftin Haliç’te açacağı müzenin en
değerli parçası olacak.
HALİFE Abdülmecid Efendi’nin 31 yaşında yaptığı,
bugüne kadar nerede olduğu bilinmeyen ve birçok
makale ile röportaja konu olan ‘Avluda Kadınlar’
tablosu, Alif Art Antikacılık AŞ’nin geçen pazar
günü Ortaköy’deki Esma Sultan Yalısı’nda
gerçekleştirilen müzayedesinde 1 milyon 600 bin
liraya satın alınmıştı. Müzayedeye telefonla katılan
ve ismini gizleyen alıcının Demet Sabancı
Çetindoğan’ın eşi Cengiz Çetindoğan olduğu ortaya
çıktı. Çetindoğan Ailesi eski Türkçe imzalı, hicri
1315 (M. 1899) tarihli, tuval üzerine yağlıboya ve
117x177 cm ebatlarındaki ‘Avluda Kadınlar’ için 1
milyon 600 bin lira ödedi. Çetindoğan çifti çok
bilinçli birer sanat koleksiyoneri.. 1000 parçayı
aştığı söylenen koleksiyonlarında Şeker Ahmet Paşa,
Hüseyin Zekai Paşa, Osman Nuri Paşa, Nazmi Ziya,
Avni Lifij, Namık İsmail, İbrahim Çallı gibi Türk
resminin öncülerinin eserleri var. Çift belli bir
büyüklüğe ulaşan koleksiyonlarını sanat severlerle
buluşturmak için Haliç’te bir bina satın aldı.
Mimarisi Iraklı mimar Zaha Hadid’e yaptırılacak
müzenin 2014 sonu ya da 2015’in ilk aylarında
açılması planlanıyor.
Demet Sabancı Çetindoğan “Bu müze, S.Ü. Sakıp
Sabancı Müzesi’nden farklı olarak, başlangıçtan
günümüze kadar Türk Resim Tarihi’nin sürecini gözler
önüne serecek. Türkiye’deki en geniş kapsamlı
koleksiyon müzesi olacaktır” diyor.
Hürriyet, Haber: Sibel Arna, 09.10.2013
******
"O TABLOYU BİZ ALMADIK"
Demet Sabancı Çetindoğan
ve Cengiz Çetindoğan’ın avukatı, son halife
Abdülmecit’in çizdiği ‘Avluda Kadınlar’ adlı
tablonun geçen pazar yapılan müzayedede 1 milyon 600
bin liraya satılmasına ilişkin haberle ilgili bir
açıklama yaptı.
Açıklamada “Haberin içeriği gerçeği
yansıtmamaktadır. Müvekkillerim haberde bahsi geçen
tabloyu satın almamıştır, böyle bir durum söz konusu
değildir” ifadesine yer verildi.
Hürriyet, 09.10.2013
|
İDDİA ŞEHRİ: TARİHİ YARIMADA
Tarihi 8 bin yıl öncelerine dayanan Tarihi
Yarımada’yı, sekiz yıldır yöneten Fatih Belediye
Başkanı Mustafa Demir’le yeniden keşfe çıkıyoruz.
Efsaneye göre Yunanistan’daki Megaralılar, bir
şehir kurmaya karar verir; Delfi kahinine gidip,
şehirlerini nereye kurabileceklerini sorarlar.
Kahin, “Körler ülkesinin karşısında bir yer var”
der. Bunun üzerine Megaralılar, liderleri Bizans
öncülüğünde, bugünkü Sarayburnu kıyılarına
varır. Bizans’ın gözleri Kadıköy’e ilişir;
“Körler ülkesi burası olmalı. Çünkü güzelim
kıyıyı bırakıp karşı kıyıya yerleşen insanlar
muhakkak kör olmalı” diye düşünür. O sırada
aklına Delfi kahininin sözü gelir. Bizans,
şehrini dünyada eşi benzeri olmayan bu ‘yedi
tepeli’ yere kurmaya karar vermiş. Böylece kısa
sürede kurulan bu şehir de adını ilk kurucusu
olan Bizans’tan almış.
Tarih boyunca İstanbul’un en büyük probleminin
su olduğuna ve Topkapı Sarayı’nın bahçesinde
20’den fazla sarnıç olduğuna dikkat çeken Başkan
Mustafa Demir, dünyanın ilk ve en büyük
barajları olarak Çarşamba Çukurbostan,
Fındıkzade Çukurbostan ve Karagümrük Vefa
Stadı’nın bulunduğu yeri gösteriyor. Bir iddia
şehri olarak tanımladığı ‘Şehirlerin sultanı,
sultanların şehri’ İstanbul’un (Tarihi Yarımada)
başlangıçta aslında bir proje olduğunu söyleyen
Demir’in ifadesiyle, doğunun en batısı, batının
en doğusudur İstanbul. 8500 senelik yerleşik
tarihiyle bilinen 125 hükümdar, üç medeniyet ve
imparatorlukla dünyayı buradan yönetmiş,
tarihini burada yazmıştır.
DÜNYANIN
MERKEZİ SULTANAHMET
Bir sonraki durak: Dünyanın merkezi. Kim
bilir siz de bizim gibi kaç kere geçtiniz
yanından, dünyanın sıfır noktasında olduğunuzu
bilmeden. Sözünü ettiğimiz yer, bir süre önce
İBB Başkanı
Kadir Topbaş’ın yaptırdığı düzenlemeyle
ortaya çıkardığı Doğu Roma’dan kalma bir anıt:
Million Taşı. Eskiden seyyahlar, gezginler,
tacirler dünyada bulundukları konumlarını
belirlemek için Sultanahmet’teki Million (sıfır
taşı) Taşı’na uzaklığına göre kendilerini
konumlandırırlarmış. Anlayacağınız, Greenwich
hikaye. Dünyayı kuzeyden güneye, doğudan batıya
böldüğünüzde, zamana da bakarsanız dünyanın
merkezi İstanbul.
Roma, Bizans ve Osmanlı’nın, medeniyetlerin
yarıştığı topraklar Tarihi Yarımada... O
medeniyetlerin kendilerine ait en iddialı
eserlerini koyduğu, birbiriyle yarıştığı yer...
Küçücük bir şehirde üç medeniyete ait iddialı
eserlerin bulunmasının nedeni işte bu yarıştır.
Mesela Ayasofya... 1500 yıldır dünyanın en büyük
ve önemli anıt eseri. “Düşünün” diyor Demir
anlatırken. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’ne
atıfta bulunup, sözü günümüze getiriyor. Ve
inceden, Başbakan
Tayyip Erdoğan’ın adını, tarihin ünlü
isimleri arasına bakın nasıl koyuyor:
“Ayasofya’yı Justinyen yapmıştır. Justinyen’den
bin yıl sonra Kanuni Sultan Süleyman aynı
bölgeye Süleymaniye Camii’ni, Bizans’la yarışmak
iddiasıyla yapmış. Justinyen Ayasofya’yı
yaparken Kudüs’e dönmüş, kendisinden 1500 yıl
önce yaşamış Hz. Süleyman’a ‘Ey Süleyman ben
seni geçtim’ demiş. Çünkü, Hz. Süleyman’ın
Kudüs’te yaptırdığı mabetten daha muhteşem bir
mabet yaptırdığı... Kanuni de, Justinyen’den bin
yıl sonra Süleymaniye’yi yaparken, Justinyen
için aynısını söylemiş. Marmaray da böyle
iddialı bir proje. Ayasofya ve Süleymaniye, yer
üstünde ve görünür halde. Ancak, Marmaray
Projesi’nin su altında olması onun ne kadar
önemli ve iddialı bir proje olduğunun
görülmesini engelliyor.”
DÖRDÜNCÜ SUR: KANALİSTANBUL!
İstanbul’da birinci sur, Suri Sultani. Yani,
Topkapı Sarayı’nın surları. İkinci sur ise
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nin duvarının dibinden
Etyemez Tekkesi’nin bulunduğu yere uzanan Teodos
Surları. Zaman içinde şehir büyüyünce surlar
genişletilmiş ve üçüncü surlar olan Yedikule ile
Ayvansaray arasındaki surlar yapılmış. Başkan
Demir, 5. Yüzyıl’da, Doğu Roma
İmparatoru II. Theodosius tarafından yaptırılan
Tarihi Yarımada’daki toplam 22 kilometre
uzunluğundaki surların sınırlarını genişletip,
ilginç bir iddiada bulunuyor. Demir, İstanbul’un
dördüncü suru olarak,
Başbakan Erdoğan’ın çılgın projesi, ‘Kanal
İstanbul’u gösteriyor. Ama şehrin maneviyatının
sadece bu abidevi yapılardan kaynaklanmadığını
söylüyor Demir. Ona göre bu şehir üç semavi
dinin ibadethanelerini, azizlerini, erenlerini,
evliyalarını da bağrında saklar. Sahabelerin,
Nimel- Ceyş, çağ açan çağ kapatan
imparatorlukların ayak izleri vardır bu şehirde.
Eyüp Sultan’lar, Sümbül Efendi’ler, Gül
Baba’lar, Aziz Mahmut Hüdai’ler,
Merkez Efendiler şehrin maneviyatına maneviyat,
ruhuna ruh, değerine değer katar.
Fatih’ler, Yavuzlar, Süleyman’larsa hedef koyar,
ufuk açar.
Kapalıçarşı’nın hanları otel oluyor
Kapalıçarşı’da, Ali Paşa Han, Yüncü Han,
Sarnıçlı Han başta olmak üzere 27 han, Fatih
Belediyesi tarafından restore ediliyor. 1 milyon
650 bin lira bedelle ihale edilen 7600
metrekarelik alanda, 8 han ve 634 dükkan
bulunuyor. Proje alanında yer alan han
yapılarının röleve, restitüsyon ve restorasyon
projeleri onay almak üzere Yenileme Kurulu’na
sunuldu.
BODRUM HAN: Bodrum Han günümüzde depolar ve
ticari satış birimlerini barındırıyor. Ali Paşa
Han ve Camili Han’da olduğu gibi cephe düzeni
korunuyor. Hanın Kapalıçarşı içinden olan özgün
girişi tutulmuş, Çadırcılar Caddesi’nden olan
olan girişi ise nitelikli bir hale getirilmiş.
Engelli erişiminin sağlanabilmesi için avluda
katlar arası çalışan şeffaf bir asansör
eklenmesi önerilmiş. Bodrum Han hücrelerinin
geleneksel ticarete hizmet eden satış birimleri
olarak düzenlenmesi öngörülmüş.
SARNIÇLI HAN: Sarnıçlı Han’ın avlusunun
ortasında çay ocağı olarak kullanılan bir
şadırvan bulunuyor. Hanın diğer katları
genellikle tekstil firmaları tarafından dükkan
olarak kullanılıyor. Tarihi Yarımada hanları
ticaret özelliğinin yanı sıra, ikamet amacıyla
da kullanılıp, günümüz otellerine benzer bir
işlev göstermişler. Bu bağlamda plan şeması otel
işlevine oldukça uygun olan Sarnıçlı Han’ın,
otel olarak yaşatılması önerilmiş.
Projede yapının plan ve cephe düzenine genel
anlamda sadık kalınmış. Revak düzeni ve avlu
korunmuş ancak işlevin gerektirdiği plansal
düzenlemeler yapılmış.
Sarnıçlı Han’ın avlusunun cam strüktürlü hafif
bir sistemle örtülmesi önerilmiş. Hanın
avlusunun altında, avluya diyagonal durumda
bulunan sarnıç yapısının ise sadece gerekli
temizleme işlemleri yapılarak özgün haliyle
bırakılması, giriş basamaklarının avlu kotuna
göre ayarlanarak tonozlu girişinin ortaya
çıkarılması öngörülmüş. Sarnıcın otel işlevini
destekleyen, mutfak hizmetleri gerektirmeyen
hafif servisin yapıldığı, tarihi yapı algısını
güçlendiren atmosfere sahip bir mekan olarak
değerlendirilmesi düşünülüyor. Yeniden
fonksiyonlandırılarak, birinci derece anıt eser
niteliğinde olan Bodrum Han ve Sarnıçlı Han’ın
hayata kazandırılması ve ticari hayatın da
canlanmasını sağlayarak sosyal olgular ile
bütünlük teşkil ederek Kapalıçarşı’nın ekonomik,
kültürel, tarihsel ve sosyal
açıdan daha da fazla ivme kazanması amaçlanıyor.
Hürriyet, Haber: Fatma Aksu, 06.10.2013
|
"80'LERDE ANDY WARHOL ALIN DEDİĞİMDE BENİMLE ALAY
ETTİLER"
Ünlü galerici Yahşi Baraz galericiliğin
Türkiye’deki gelişimini anlattı: “Ben 80’li yıllarda
müşterilerime Andy Warhol almalarını teklif ettiğim
zaman ‘Bunlar resim mi!’ diye benimle alay ettiler.
Bugün ise Türkler dünyadaki önemli galerilerin
alıcılarından...”

Yahşi Baraz’ın
Kurtuluş’taki galerisindeyiz... Ne şahane bir
yer burası.
İnsan burada sıkılmadan günlerini hatta
haftalarını geçirebilir. İnceleyecek o kadar çok şey
var ki... Ziyaret sebebimiz ise Yahşi Baraz’ın
yeni kitabı: “Sanatçılar
Galericiler Koleksiyonerler”. 1985’ten 2013 yılına
kadar Yahşi Baraz’ın çeşitli
dergi ve gazetelerde yayımladığı 79 makalesinin
bir araya getirilmesiyle oluşturulan bu kitabı biraz
bahane ettik ve Türk
sanat piyasasının gelişmesine katkıda bulunan en
önemli isimlerden biri olan Baraz’a aklımızdaki
soruları sorduk.
Bu
kitap fikri nereden çıktı?
Aşağı yukarı 38 senedir sürekli olarak hem sergiler
açtık hem dokümante etmeye çalıştık.
Galeri açtığım zaman çok büyük bir zorlukla
karşılaştık çünkü dokümante edilmemişti Türk
resmi,
yayın çok azdı. Güzel Sanatlar Akademisi’nin ya
da müzelerin böyle bir çalışma alanı yoktu o
zamanlar, belki bugün bile
şüpheli... Ben daha
açılış yıllarında
hissettim bu eksikleri ve doldurmak için
fotoğraflar çektik, yayın hayatına girdik,
dokümanlar topladık. 1985 yılından itibaren çeşitli
konularda yayımlanmış olan yazılarımı bir kitap
halinde sunmak ve kalıcı bir şey yapmak arzusuyla
yaptım bu kitabı. İleriki dönemlerde sanat
tarihçileri, araştırmacılar kendi makalelerini
hazırlarken bunlardan yararlanabilir diye düşündüm.
“Heykel
deyince yan yatmış küp ve
araba tekerleği...”
Yıllar önce
Amerika’dan
Türkiye’ye geldiniz ve bir galeri açtınız.
Eminim iki ülke arasında bir
uçurum vardı. Bugün geldiğimiz noktada bu uçurum
ne kadar kapandı? Neler değişti?
Ben galeri açtığım zaman Türk burjuvazisi sanattan
anlamayan bir burjuvazi idi. O zaman koleksiyoncu
diye başlayanlar klasik
resim alıyordu. Yabancı olarak da üç-dört
ressamın ismini ezberlemişlerdi; Ayvazovski, Zonaro,
Preziosi, De
Mango. Heykelde ise bahçeye konan, yan yatmış
bir terra cota küp ve araba tekerleği çok rağbet
görüyordu! Aslında bu çok trajikomik bir şey. Türk
ressam olarak da o zamanın en meşhur isimleri
Necdet Kalay, İbrahim Safi ve Erdoğan Değer’di.
Bugünün gözünden bakarsanız biraz
tuhaf oluyor tabii, onlar kötü ressamdı
anlamında söylemiyorum bunu ama... Bu
estetik anlayış bugün değişti. Mesela ben 80’li
yıllarda müşterilerime yabancı resim almalarını
tavsiye ettim.
Andy Warhol almalarını teklif ettiğim zaman
benimle alay ettiler bunlar resim mi diye. Bugünkü
nesilde Batı’dan almalar başlamıştır, ilerleme
kaydetmiştir Türkiye. Bu da çok sevindirici bir şey.
Bugün Gagosian, White Cube, Marlborough, Ropac gibi
başlıca galerilerin müşterileri arasındadır
Türkler. Demek ki hem
eğitim hem
kültür hem de parasal açıdan büyük bir değişim
geçirmiş. Sermaye birikimi sanatı da beraberinde
getirmiştir. Yani
ekonomik
gelişim de çok büyük bir etken hatta başlıca
etkendir.
“38 yıldır
bu iş yapıyorum, Kültür Bakanlığı’ndan bir kişi
gelmedi galerime”
Başka neler yapılabilir gelişim için?
Son elli sene geriye doğru gittiğimizde -Bülent
Ecevit’i ayrı tutarsak, kendisi sanat yazıları
yazmıştı, entelektüel bir biriydi- siyasetle uğraşan
parlamenterlerin dahi özel hayatlarında sanatla
bağlantıları çok azdır. Bu böyle olmamalı. Mesela
bunu Amerikalılar çok iyi başarmış ve sanatı dış
siyasetin bir parçası olarak kullanmıştır. Her sene
Beyaz Saray’a
sanatçı davet
eder, onore ederek basında çıkmasını sağlarlar.
Bizde öyle bir şey yok. Şunu da söylemek isterim;
ben
38 senedir galericiyim, çok çaba sarf ettim, Kültür
Bakanlığı’ndan bir kişi gelmedi galerime. Çok
enteresandır burada bu kadar
sergi açtık, davetiye yolladık, hiçbir
görevli gelmemiştir.
Bu kadar çalışma yaptım ama sanki böyle bir şey hiç
yokmuş gibi davranılıyor ki bu çok üzücü bir şey.
Bakanlığın
en büyük eksikliği masa kurmaması; resim masası,
müzik masası,
tiyatro masası... Eğer bunu kuramazsan 500 sene
de burada galericilik yapsak kimsenin ruhu duymaz.
Bugün Kültür Bakanlığı’nda
kaç kişi çalışıyor
plastik sanatlarla ilgili?
“Mavi Senfoni” atölyenizde on sene
boyunca beklemiş, satamamışsınız. Sonra aradan
yıllar geçiyor, rekor fiyata
satılıyor... Nasıl olabiliyor bu?
Ben 1976 yılında ilk olarak Burhan Doğançay’ın
sergisini açan galericiyim.
O yıllarda
herkes bu resimlerle alay
etti ve 2 bin
dolar falan resimlerin
fiyatı. Aradan belirli bir zaman geçtikten sonra
bir bilgilenme, bilinçlenme döneminden sonra işler
değişti. Bu resim zaten burada yapıldı 1987 yılında,
alt katta yapıldı.Dört-beş kere sergiledim, 10 bin dolara
kimse almadı. Sonradan Burhan Doğançay, bunu
kimse bilmez,
70 yaşına kadar çok parasız yaşadı,
son 10-12 senesinde biraz para kazandı. Çok zor
şartlarda
satış yaptı fakat sonradan estetik anlayışlar
değişince bu resim devreye girdi. Aradan 20 sene
geçtikten sonra bu
resimler para etmeye başladı.
“Sanatçıların sadece yüzde 2’si sanattan para
kazanır”
Sanatçıların zor günler geçirdiği
bilinir. Siz de röportajlarınızda bahsediyorsunuz
bundan. Sanatçının zor şartlarda yaşaması işin
doğasında mı var? Eserlerin değerinin anlaşılması
için üzerinden zaman mı geçmeli
mutlaka?
Genç bir ressam ille de çok büyük bir para edecek
diye bir şey yok. Onu toplum tartıyor, 20-30 sene
boyunca koleksiyoncular, müzeciler onu
takip ediyor. Bir ressamın iyi para kazanması
için 50 yaşına kadar bayağı bir zorluk çekmesi
lazım. Dünya istatistiklerine baktığımızda
sanatçıların yüzde 98’i sanattan para kazanmaz,
yalnızca yüzde 2’si kazanır. Çoğu başka işler
yapıyor; badanacı oluyor,
taksici oluyor. Bugün mesela Bedri Baykam’ın
başkanlığını yaptığı Plastik Sanatlar Derneği’nin 2
bin 500 üyesi var. Bu kadar alıcı yok ama.
Galerici olmak isteyen birine ne
önerirsiniz?
İlk olarak çok iyi bir mimara, çok
iddialı bir hacim, bir galeri yaptırması lazım.
Türkiye’de bunu hiç kimse ciddiye almadı. Türk resmi
en kötü yerlerde sergilendi,
apartman dairelerinde... Bütün keyfi
kaçtı. Bugün galeri açan biri ışığıyla,
derinliği ve yüksekliğiyle çok güçlü bir hacim
yaratmalı. Bizim nesil yapamadı bunu, ben de çok
idealize ettim bunu ama olmadı. Bir de çok seçme,
genç kuşak sanatçıları bularak bir çıkış yapması
lazım. Yaş ortalaması 30-40’ı geçmemeli. Antikacı
kafasıyla artık galericilik yapılmaz. Bizim
dönemimizde yarı antikacılık gibi bir şeydi. Ben
Osman
Hamdi’den Bedri Baykam’a kadar her türlü resim
sattım. Benim durumumda olan hiçbir galeri yoktur
Türkiye’de.
“Türkiye’de
çoğu kişi düne kadar Anish Kapoor’u bilmiyordu”
İstanbul’da
son zamanlarda sergi, uluslararası sanat
etkinlikleri sayısında çok ciddi bir artış oldu.
Üstelik
talep de var bu yönde, sanatın izleyicisi arttı.
İnsanlar çoluk çocuk sergi izlemeye gidiyor.
“Anish Kapoor gelmiş, kaçırmayalım” diye gezer olduk
ortalıkta. Nasıl yorumluyorsunuz bu gelişmeyi?
Çok önemli tabii. Batı ülkelerinde cumartesi ve
pazar günleri bütün müzeler doludur,
önünde
kuyruk olur. Bizde de bu yöndeki meyil çok
faydalı bir şey. Sanatla kişiliğini geliştiren bir
nesil savaşmak istemeyebilir, hayata daha hümanist
bakabilir. Sanat entelektüel bir şey olduğu kadar
bir
yatırım aracıdır da. Aynı zamanda prestijli bir
şeydir. Dolayısıyla insanlar aileleri ile birlikte
sergileri gezmeye başladı.
Özellikle yurt dışından gelen sergiler çok iyi
organize edildi. Basın yoluyla da çok desteklendi.
Anish Kapoor’u düne kadar çoğu kişi bilmiyordu
Türkiye’de. Bir de sergileri, galerileri gezmek
tiryakilik gibi bir şeydir, başladınız mı bir daha
bırakamazsınız. Kumar oynamak
gibi bir enerjisi var.
“Cem
Yılmaz,
Beren Saat,
Kenan Doğulu gibi isimlerin çok büyük
faydası oluyor”
Satın aldıkları işlerle diğer alıcıların
da o sanatçılara yönelmesini sağlayan
koleksiyonerler kimler oldu?
70’li yıllarda Ali
Koçman, 80’li yıllarda en büyük koleksiyoncular
Erol Aksoy ile
Halil Bezmen’di. Bu iki kişi resim aldığı zaman
hangi sanatçı almışsa bu sanatçı öne çıkmıştır.
95’ten sonra da bu işin önünü Cengiz Çetindoğan
çekmektedir. Meşhur işadamlarının aldıkları da takip
edilir. Toplum onları izler ne yiyor, ne içiyor,
mesela gittiği bir
restoran da meşhur olabilir, aldığı bir yatın
markası da gündeme gelebilir. Resim için de biraz
böyle bu. 2000’den sonra ise Oya veBülent
Eczacıbaşı ismi öne çıkıyor. Eczacıbaşı’nın çok
büyük bir özelliği var; hem şahsına alıyor yani
evine asmak için hem vakfa alıyor hem de müze için.
Üç ayrı alım
gücü olan tek ailedir. Doğal olarak onun yaptığı
müze de en çok
izleyici çeken ve en beğenilen müze konumunda.
İşin popüler kültür kısmına kayacak
olursak, Cem Yılmaz, Kenan Doğulu, Beren Saat’in de
resim aldığı,
koleksiyon yaptığı biliniyor.Bu isimler nasıl etkiliyor?
Yatırım aracı gibi değil de sevdikleri için
alıyorlar diye tahmin ediyorum. Şahsen tanışmıyorum,
herhangi bir
eser de satmadım kendilerine, daha
çağdaş, güncel sanata eğilmiş kişiler sanırım.
Onların almasının çok büyük faydası var. Çünkü
onlar popüler insanlar, yapmış olduğu herhangi bir
aktivite basına yansıyor.
En basitinden sanatçının ismi
geçmiş oluyor ve onun alıcısı artıyordur değil
mi?
Yüzde yüz... Sanatçıların ismi ne kadar yaygın
olursa o kadar artıyor. Yeter ki sanat yanı kuvvetli
olsun. Bizde başka sorunlar da var; mesela bir
ressamın, bir heykeltıraşın, bir
müzisyen ya da bir
film yıldızı gibi çıkış yapması doğru değildir.
Çok fazla medyatik olduğunuz zaman da birçok şey
kaybedebilirsiniz.
Milliyet Pazar, Haber: Aydil Durgun, 06.10.2013
|
'100 YILLIK' RESTORASYON

1911’de yapımına başlanan ve 1913’de bitirilen
Mimar Kemalettin’in imzasını taşıyan asırlık bina
Avukat Suat Ballı tarafından restore edildi.
2011’de binayı restore etmek için çalışmalara
başladıklarını ifade eden Ballı, çalışmaların 2013
yılında bittiğini dile getirdi. Binayı
sağlamlaştırarak ömrüne bir asır daha eklediklerinin
altını çizen Ballı, binayı otel olarak
tasarladıklarını ve isminin ‘Corinne’ olduğunu
söyledi.
OPERA SANATÇISI
39 odalı otele ismini veren ‘Madam
Corinne’in Atatürk’ün mektup arkadaşı İtalyan bir
opera sanatçısı olduğunu belirten Ballı, “Madam
Corinne Atatürk’ün dostu olmakla kalmıyor Milli
Mücadeleyi de destekliyordu. Mustafa Kemal’in, Milli
Mücadele için hazırlıklarını Corinne’nin çok
yakınımızdaki Bursa Sokak’taki evinde de yaptığı
biliniyor. Mütarekede İngiliz subayları bu evi
basmış ve duvardaki Mustafa Kemal resmini
indirmesini istemişler. Corinne bu isteği şiddetle
reddetmiş fakat
İtalya’ya kaçmak zorunda kalmış. 1941 yılında
İstanbul’da aynı eve dönen Madam Corinne 1946’da
vefat etmişti. Madam Corinne’nin yeğeni halen yan
binamızda yaşıyor. Corinne’nin unutulmamasını
istedik” dedi.
Hürriyet, 06.10.2013
|
CAMİ TARTIŞMASINDA SON DURUM
Taksim’e yapılması
planlanan cami projesinin Başbakan’ın masasında
olduğu haberleriyle İstanbul’un camileri yeniden
gündeme geldi. Bunlar Mimar Sinan’ın kopyası mı,
fazla mı modern? Camilere neler oluyor?

Yedi tepeli şehr-i
İstanbul’un imzalarından biridir camiler.
İstanbul siluetinin ayrılmaz birer parçasıdır.
Çoğunluğu
Müslüman olan bir ülkede camilerin
ne kadar önemli olduğu konusuna hiç girmiyorum
bile. İşte bu nedenlerle İstanbul’da her büyük cami
projesi öncesi tartışmalar yaşanır; kimi cami çok
modern bulunur, kimi Mimar
Sinan kopyası olmakla eleştirilir, kimi silüete
zarar vermekle, kimi yer seçimiyle...
“Sinan Çağı: Osmanlı İmparatorluğu’nda
Mimari
Kültür” kitabının yazarı,
Prof.Dr. Gülru
Necipoğlu geçtiğimiz hafta Milliyet Pazar’a verdiği
röportajda “Yeni camiler modern teknolojilerle ve
alelade betonla yapılan, şiirsellikten yoksun
ibadethaneler. Sinan’ın kullandığı değerli ve
işlemesi zor taş veya mermer gibi malzemeler
kullanılmıyor. Dolayısıyla camiler ucuzluyor”
ifadesiyle katkıda bulundu bu tartışmalara.
Son olarak
Taksim’e yapılması planlanan Taksim Cumhuriyet
Camii ile yeniden gündeme gelen camiler konusunu
masaya yatırdık.

“Taksim
Meydanı’na cami yapılması bence toplumun kabul
edeceği bir şey değil”
Doğan Tekeli / Mimar
* Taksim Meydanı’nda Maksem’in arkasındaki
otopark alanına yapılması düşünülen bir cami
projesini gördüm. Bu projenin, daha yalın bir
hale getirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Gerçekleştirilecek olursa, herhalde üzerinde daha
çok çalışılacaktır.
* Cami büyüklüğü ile
meydan büyüklüğünün birbirine oranı önemlidir.
Örneğin Taksim’in ortasına
Sultanahmet’i getirirseniz orası artık meydan
değil cami olur. Büyüklüğü ne olursa olsun, laik
cumhuriyetin simgesi olan Taksim Meydanı’na cami
yapılması, kanımca toplumun kabul edeceği bir eylem
olmayacak. Ancak meydanın bir kenarına ve Maksem’in
arkasındaki otopark alanına
çağdaş, yalın ve modern bir cami projesi
toplumla, paylaşılması, geniş kesimlerden
görüş alınması kaydı ile kabul edilebilir.
* Yukarıdaki düşüncelerin ışığında
Çamlıca’da inşaatına başlanan camiyi
olumlamıyorum. 16’ncı yüzyılda, Sinan’ın talebesi
Sedefkar Mehmet Ağa’nın inşa ettiği
Sultanahmet Camii’nin genel görünüş, plan
kurgusu, strüktür gibi açılardan benzeri olan
Çamlıca Camii’nin günümüzde inşa edilmesi
çağımız sanatına olan inançsızlığın göstergesi ve
geçmişe saplanıp kalınması olarak yorumlanmalı.
Ayrıca Başbakan’ın bazı mimar hocaları yanına alarak
projede iyileştirmeler yaptığı haberleri beni
şaşırtıyor.
* Mimar Sinan, Osmanlı cami mimarlığında bir zirveyi
temsil
eder. Mimar Sinan’ı örnek almak, onun yer
seçiminde, planlamada, strüktür sistemi ve
kitle plastiğinde nelere dikkat ettiğine bakmak
nasıl bir başarıya ulaştığını görmek demektir. Ama
onun yarattığı biçimleri
taklit etmek, açıkça hırsızlıktır. Diğer yandan,
Sinan’ın en başarılı eseri sayılan
Edirne-Selimiye
Camii’ni örnek alarak, onun büyüğünü, küçüğünü,
benzerini yapmaya çalışırsak sanatta, mimarlıkta
gelişmenin önünü nasıl açabiliriz?
Ataşehir’de son yıllarda yapılan Sinan Camii’ni
yer seçimi bakımından çok talihsiz, mimari kalitesi
bakımından, aslından çok geride buluyorum.
* Cami sayısındaki artışın,
nüfus sayısındaki artış göz
önünde tutulursa, gerekli olduğu anlaşılacaktır.
Ancak camiler, sadece haftanın, yılın belirli
günlerinde geniş bir nüfus topluluğu tarafından
kullanıldığı için gerekli kapasiteler iyi
hesaplanmalı
kaynak israfına gidilmemeli.
“İstanbul
silüetine, karşı yakadan gölge düşecek”
Edhem Eldem /
Öğretim Üyesi
* İstanbul en az iki asırdan beri modern cami
mimarisi konusunda çeşitli arayışlara
sahne olmuştur. 18’inci
yüzyılda barok sayılan bir üslupta, 19’uncu yüzyılda
ampir ve gotik tarzlarda, 20’nci
yüzyıl başında ise
art nouveau
veya moresk stillerdeki denemeler bu arayışların
tipik örnekleridir. Bunların ne derecede başarılı
olup olmadığı tartışılabilir fakat en azından
geleneksel bir yapıya yeni bir
yorum getirmek gibi bir çabanın ürünü
olduklarını teslim etmek gerekir.
* Cumhuriyet ile birlikte bunun büyük ölçüde
kaybolduğu göze çarpmakta.
Kemalist dönemde cami inşasının neredeyse
durduğu biliniyor fakat 1950’lerden itibaren tekrar
hız
kazanan bu sürecin
en büyük özelliği, geç Osmanlı döneminin tam
aksine, yenilik arayışı yerine eskiyi canlandırma
üzerine kurulu olmasıdır. Bunun en bariz ve
nitelikli örneği, 1940’ların
ikinci yarısında inşa edilen ve “klasik” tarzda
Osmanlı cami mimarisinin bir tekrarı olan
Şişli Camii’dir. Bundan sonraki camiler de
giderek daha da artan bir şekilde bu tür sözüm ona
“Sinan camilerinin” kötü taklitlerinden ibarettir.
Kötü bir malzemeyle, zevksiz ve özensiz bir şekilde
inşa edilen, üstelik de taklit etmeye çalıştıkları
modelin orantı ve mantığını bile tutturmaktan aciz
olan bu camiler maalesef şehrin genel çirkinliğini
daha da perçinlemekten başka bir şey yapmamaktadır.

İki ay önce temeli atılan
Çamlıca Camii’nin böyle görünmesi planlanıyor.
* Son zamanlarda iyice artan Osmanlı ve İslami
kimlik
merak
ve vurgusunun etkisiyle bu durum anıtsal bir boyut
kazanmaya başlamıştır.
Çamlıca Tepesi’ne inşa edilecek olan cami bunun
belki de en bariz ifadesidir. Osmanlı mimarisine
öykünen ama boyutlarıyla, görüntüsüyle, konumuyla ve
malzemesiyle aslında bu kültürün esaslarını inkar
eden dev ve kötü bir
Süleymaniye inşa edilerek, tam da Mimar Sinan’ın
zevk ve maharetinin ifadesi olarak algılanan
İstanbul’un silüetine, karşı yakadan gölge
düşürülmüş olacak.
* Üstelik bu dev yapı şehirden kopuk tasarlandığı
için, esin kaynağı olduğu iddia edilen Osmanlı
geleneğini tersine çeviriyor:
Şehir içinde yaşayan bir nüfusun ihtiyacını
gidermek yerine, şehir dışındaki boş bir alana
yerleştirilerek insanların oraya sırf bu iş için
taşınmalarını gerektiren bir durum yaratılmış
oluyor. İşin
garip tarafı, şeklen kötü bir Osmanlı taklidi
olan bu
proje, işlevi bakımından daha çok 19’uncu
yüzyılda
Avrupa’da inşa edilen ve bir tür anıtsal hac
mekanı olarak kurgulanan dev kiliseleri
hatırlatıyor.
Kısacası, şeklen yenilik getirmekten aciz,
boyutlarıyla kente ve çevreye zarar verecek
nitelikte, işlevsel olarak 100-150 yıl öncesinin
Batı modernlik anlayışını hortlatan garip bir proje.
“Bugün
isteyen istediği yere cami konduruyor”
Saffet Emre Tonguç / Rehber (İstanbul
Camileri isimli kitabın yazarı)
*
Ahmet Vefik Alp geçmişte
farklı partilerden İstanbul belediye
başkan adayı olmuş ve adalardan geçen
otoban gibi olmayacak projeleri gündeme
getirmişti. Taksim’e yapılması planlanan cami ile
gene enteresan bir projeyle ortaya çıkmış.
* İstanbul’un silüeti bana göre 8 bin yıllık
Tarihi Yarımada’dır. Osmanlı yedi tepeli şehrin
her bir tepesine farklı camiler inşa ederek
oluşturmuş bu silüeti.
Topkapı Sarayı,
Ayasofya ve Beyazıt Kulesi de renklerini katmış
bu görünüme. Çamlıca’ya yapılan camiye gelince,
Boğaz’da sadece cuma günleri kullanılacak bu kadar
büyük bir cami ihtiyacından
emin değilim.
* Her büyük cami projesi öncesi bir Mimar Sinan
tartışması olmasıyla ilgili şunu söyleyebilirim;
bence Mimar Sinan’ı mezarında
rahat bıraksınlar. Böyle bir dehadan tabii ki
esinlenmeli ama kopyalamak yerine yaratmak
daha önemli. Her ne kadar çok eleştirilse de
Şakirin Camii’nin
özgün olduğuna inanıyorum.
*
Yeni dönem camilerinin çoğu silik, silüete
katkıları yok. Kente artı değer katmadıklarına hatta
bir dönemi çarpık bir şekilde yansıttıklarına
inanıyorum.
Eski İstanbul camileri ile karşılaştırınca çoğu
örnekte
estetik ve zarafet oldu-bitti ve zevksizlik ile
yer değiştirmiş.
* Osmanlı’da adap varmış. Ancak
sultanlar birden fazla
minare yaptırabilirlermiş. Sultanların
yaptırdığı camilere selatin, deniz kenarındakilere
de
yalı camii denmiş. Camiler cemaatin ihtiyacına
göre yapılmış. Bugünse isteyen istediği kadar
minareyle
her yere cami konduruyor.
“İslam
dinini en katı uygulayan Suudi
Arabistan dahi 80’lerden itibaren çağdaş cami
mimarisine geçti”
Ahmet Vefik Alp /
Taksim’e yapılması planlanan cami projesinin mimarı
* Mimari gününü yansıtıyorsa değerlidir. Ben bugün
500 yıl evvelki mimariyi kopyalarsam kültürel
kodlama hatası yapmış, gelecek toplumları yanıltmış
olurum. Mimar Sinan, Ayasofya’dan da etkilenerek
o zaman tek malzeme olan taşı kullanarak o
şaheserleri yaratmıştır. Kubbeler, kemerler taşa
özel yapısal formlardır. Siz bugün taşın
şekillendirdiği mimari formları betondan dökerseniz
bir nevi “mimari
sahtekarlık” yapmış olursunuz. Sinan dahi
kendini taklit etmemiş, farklı geometriler
denemiştir. Bugün İstanbul’da Sinan camilerini
tekrar etmek Sinan’ın ruhunu muazzep eder.
“Cumhuriyet kodlarını kullanarak tasarladık”
* İslam dinini en katı uygulayan Suudi Arabistan
dahi 1980’lerden itibaren çağdaş cami mimarisine
geçiş yapmıştır. Biz
neden
50 yıl evvelki cami modeline takılı kaldık?
* Taksim Cami Kültür ve
Sanat Vakfı bize geldi, bizden bir proje
talep ettiklerini bildirdiler. Arkadaşlarımla
çok çalıştık, İslam dünyasını inceledik. Projemiz
biri çok önemli olmak üzere üç uluslararası
ödül aldı, yerli ve yabancı dergilerin
kapaklarını süsledi. Ödülleri hep yabancı
mimarlardan oluşan jüriler verdi. Gayrimüslim bir
jüri üyesinin
İslamofobi ile özdeşleşmiş çağımızda bir İslam
mabedine oy vermesi kolay
olmuyor. Demek ki iyi şeyler yapmışız. Yaklaşık
1.5 milyon mimar ve şehir planlayıcıyı temsil eden
Union Internationale des Architectes’in (Dünya
Mimarlar Birliği) birincilik ödülü bizim için
çok kıymetli olmuştur.
* Taksim Cumhuriyet Camii cumhuriyetin kodları
kullanılarak tasarlanmıştır.
İstiklal Caddesi çıkışındaki devasa Aya Triada
Rum Kilisesi’nin cüssesi altında ezilmeyen,
Taksim Anıtı’nı da ezmeyen hassas bir dengeye
ulaşılmıştır. İşte sihirli
formül buradadır. Yukarıdan bakıldığında ise
ay-yıldız algılanmaktadır. Biz burada dinimizi,
bayrağımızı, cumhuriyetimizi birleştirdik.
* Aynen bir buzdağı gibi projenin yedi katı yerin
altındadır. Camiler külliyeleriyle zenginleşir.
Arsamız
küçük olduğundan biz düşey bir külliye yaptık.
Ana namazgah 350+70 hanım olmak üzere 420
kişilik ve yükseltilmiş bir çanak üzerinde yer
alıyor. Ayrıca çanağın altında da 350 kişi
namaz kılabiliyor. Burası bir sosyalleşme
mekanı. Cumaları, bayramları açık alanlar ile
toplam 1450 kişi namaz eda edebiliyor. İlk iki
bodrumda
konferans salonu, sınıflar, kütüphane gibi
kültürel işlevler var. 3’üncü, 4’üncü, 5’inci
bodrumlar Dinler Müzesi’ni barındırıyor. En altta
Musevilik, ortada
Hıristiyanlık, en üstte de İslam dini katı yer
alıyor.
* Şunu da ifade etmek
isterim ki çağdaş camiyi yorumlarken beynimizde
yer etmiş Osmanlı
camii silüetinden de kopmamak lazım.
AVM gibi cami olmaz.
Kubbe ve minare güncel teknolojiye göre yorumlanmalı
ve projede
yer almalıdır. İlk haliyle ana kubbenin “sonsuzluk”
adını verdiğim bir dokusu vardı.
Bazıları buna “kuş yuvası”,
bazıları “ağaç
kabuğu” dediler. Ancak daha sonra
revizyon yaptık.
“İstanbul
alzheimer oldu”
* İstanbul’un imzası Tarihi Yarımada’daki görkemli
camilerdir. Ayasofya ve Topkapı Sarayı bunlara
dahildir. Ne yazık ki
Zeytinburnu sahilindeki konut gökdelenleri
Sultanahmet Camii’ni, yeni tamamlanan
Haliç Metro Köprüsü de
Süleymaniye Camii’ni bazı açılardan taciz
etmektedir. Büyük Çamlıca Tepesi’ndeki inşaatı
süregelen cami de kanımca Tarihi Yarımada’nın
dünyaca tanınmış ve kabul edilmiş silüetinin
değerini düşürmektedir. İstanbul’un özgün ve derin
kimliğinin hızla yitirildiğini bizzat yaşamak
bendenizi kahretmektedir. İstanbul alzheimer oldu.
Kuran’dan ayetlerle kubbe
Ahmet Vefik Alp: “Bu camide kubbe Kuran’dan
ayetler ile oluşturuldu: Küre dünyayı simgeliyor ve
İslam da dünyayı sarıyor. Burada verilmek istenen
mesaj budur. Fecr Suresi göze çarpar öncelikle:
(Allah şöyle der) Ey
huzur içinde olan nefis! Sen O’ndan razı, O da
senden razı olarak Rabbine dön! (İyi) kullarımın
arasına gir. Cennetime gir. (27-30. ayetler)”

“Edirne’de
Selimiye bir şaheserdir; kopyası Kocatepe büyük bir
binadır, o kadar”
Murat Belge Yazar - Öğretim Üyesi
* Her bina bir ihtiyacı karşılamak için yapılır.
Bütün insanlık tarihi somut ihtiyacı karşılar
karşılamaz insanın yaptığı binayı süslemeye,
güzelleştirmeye başladığını gösteriyor. Demek ki
estetik de bir
ihtiyaç. Ama neyin güzel olduğu, estetik olduğu,
cevabı kolay bulunan bir soru değil. Camiler de
İslam tarihi boyunca, onun için Osmanlı tarihi
boyunca, buna uyan bir
yol izledi. Osmanlılar İstanbul’un fethine kadar
çok güzel bir cami mimarisi geliştirdiler.
İstanbul’un fethinden sonra imparatorluk bilinci
doğdu. Bu da her alanda olduğu gibi mimaride bir
büyüme eğilimine yol açtı. Osmanlılar “ölümlü
insan”ı yüceltme taraflısı olmadığı için, bunu
daha çok cami mimarisine yönelttiler, anıtsal
camiler inşa ettiler. Bu bakımdan en ileri gitmiş
kişi de Sinan oldu.
* Sinan belirli bir mimari
gelenek içinde ve çağının
maddi imkanlarıyla çalışarak çok sayıda, çok
güzel bina inşa
etti. Bugünün mimarisi, her şeyden önce, Sinan
zamanına göre çok farklılaşmış bir maddi yapıyla,
bir inşaat malzemeleri manzumesi ile var oluyor.
Yaratıcı bir sanat anlayışı geliştiren bir mimarın
öncelikle bu malzemenin kendisine ne gibi imkanlar
sunduğunu ve
bu imkanları
en iyi nasıl kullanılacağını düşünmesini
beklerim. Yani, beton kullanarak Sinan’ın taşla
ördüğü şeyi taklit etmenin sanatsal bir başarı
olduğu kanısında değilim. Edirne’de Selimiye bir
şaheserdir;
Ankara’daki kopyası Kocatepe büyük bir binadır,
o kadar.
* Büyük bir cami yapmayı istemenin çeşitli anlaşılır
nedenleri olacağını kabul ediyorum. Ama büyüklüğün
kendisi estetik bir öğe değildir. Çok zaman estetiği
bozar da. Buna karşılık, küçük bir yapı estetik
bakımından çok üstün olabilir.
Rüstem Paşa, Yavuz
Selim’den; Sokollu Cami,
Eyüp ya da Fatih camilerinden çok daha güzeldir.
Kara Ahmet Paşa, Sultanahmet’ten daha estetiktir.
“Çamlıca Camii’nin tek meziyeti gözden
ırak olması”
* Bugünlerde İstanbul’la ilgili çeşitli cami plan ve
girişimlerinde insanın gözüne ilkin bu “gigantizm”
tutkusu çarpıyor (aslında, başka yapı tiplerinde
de). “Büyük bina”, “her yerden görülmek”, “çok
sayıda minare”, estetikle ilgili düşünceler değil;
oldukça çocuksu ve estetik öncesi düşünceler.
Çamlıca’daki “ulu” caminin tek meziyeti, her yerden
görülmesi değil, gözden ırak olması olabilir.
* Bu konularda yer fetişizmi gibi eğilimlerim yok.
“Taksim’de cami olmaz” diye bir diretmenin anlamını
da kavrayamıyorum. Ama
olacaksa güzel olmalı.
Bunda da ısrarlıyım.
Milliyet Pazar, Haber: Aydil Durgun, 06.10.2013
|
4 BİN YILLIK BEYNİN SIRRI ALÜVYONLU TOPRAK
Kütahya'nın Seyitömer Höyüğü'nde 2010 yılında
bulunan yanmış beynin sırrını çözmek için bilim
adamlarının çalışmaları devam ediyor. İngiliz bilim
dergisi New Scientist, konuya ayırdığı dosyasında,
alternatif nedenler üzerinde durdu. Dergiye
değerlendirme yapan Haliç Üniversitesi'nden Dr.
Meriç Altınöz, beynin sahibinin bir deprem veya
volkanik patlamada toprak altında kaldığını, çıkan
yangında da oksijenin tükenmesi nedeniyle beynin
çürüyüp yok olmadığını alüvyonlu topraktaki
potasyum, magnezyum ve alüminyum, beynin çevresini
mum gibi sararak çürümeyi önlemiş olabileceğini
söyledi.
Sabah, 06.10.2013
|
|
MÜZİK MÜZESİ OLACAK GALİBA!

Etem
Ruhi Üngör’ün koleksiyonu ile ilgili dava, kızı
Zerrin Ergül lehine sonuçlandı. Koleksiyonun müzik
müzesine alınması konusunda hiçbir engel kalmadı.
Kültür Bakanlığı yetkililerinin bir an önce harekete
geçip bu koleksiyonu koruma altına alması gerekiyor.
Resmen kurulan ama cismen henüz ortalıkta olmayan
müzik müzesinin temelini teşkil edecek Etem Ruhi
Üngör koleksiyonu ile ilgili mahkeme süreci sona
erdi. Yaklaşık üç yıl süren dava sonucunda mahkeme
koleksiyonun veraset hakkının Üngör’ün kızı Zerrin
Ergül’e ait olduğuna karar verdi. Böylece devletin
koleksiyonu almasında yasal bir engel kalmadı. Bir
an önce bu koleksiyonun koruma altına alınması
gerekiyor. Ayrıca devlet için adeta yüzkarası olan
ulusal müzik müzesinin açılması gerekiyor.
Türkiye’de yaklaşık 30 yıldır müzik müzesi
kurulmaya çalışılıyor. 1983 yılında dönemin TBMM
Başkanı Necmettin Karaduman’ın yaptığı ilk girişimin
ardından, eski kültür bakanları Namık Kemal Zeybek,
İstemihan Talay, Atilla Koç ve Ertuğrul Günay da
müzenin kurulması için çalışmalar yaptı. 2006
yılında Bakanlar Kurulu kararı ile müzik müzesi
resmi olarak kağıt üzerinde kuruldu. Lakin ne mekanı
ne de koleksiyonu olmadığı için açılamadı. 2009’da
Etem Ruhi Üngör’ün vefatından sonra bendeniz dönemin
kültür bakanı Ertuğrul Günay’ı telefonla arayarak
müze açılana kadar çalgıların koruma altına
alınmasını rica etmiştim. Konu İstanbul 2010 Avrupa
Kültür Başkenti Ajansı’nın gündemine geldi. Bir
kurul oluşturularak ekspertiz yapıldı. Koleksiyona
795 bin 306 lira bedel biçildi. Üngör’ün tek varisi
gözüken kızı Zerrin Ergül de bunu kabul etti. Ancak
proje, Üngör’ün eşinin vetosuyla suya
düştü.
Zerrin Ergül, geçtiğimiz günlerde telefonla
arayarak mahkemenin lehine sonuçlandığı müjdesini
verdi. Hemen kendisi ile buluşup detayları konuştuk.
Süreçten maddi ve manevi olarak yıprandığını
söyledi. Çünkü koleksiyonun bulunduğu ve Etem Ruhi
Üngör’ün ölene kadar ikamet ettiği ev, davayı açan
Nefise Bige’ye ait. Ergül, mahkeme sürecinde
yaklaşık üç yıl boyunca evin kirasını ödemiş. Ayrıca
herhangi bir hırsızlık olayına karşı güvenlik
sistemi ve çalgıların temizliği gibi konular için de
harcama yapmış. Şimdi de bambaşka sorunlar bekliyor
Ergül’ü. Dünyanın en büyük özel çalgı
koleksiyonlarından olan Etem Ruhi Üngör
koleksiyonunu da. Zira Nefise Bige, eşyaların evden
çıkarılmasını talep edebilir. Bu da en fazla bir yıl
daha koleksiyonun rahmetli Üngör’ün düzenlediği hali
ile kalması demek. Eğer koleksiyon zamanında alınıp
mevcut hali ile korunmaz ise taşınma esnasında
bütünlüğü bozulup, zarar görebilir.
Bakanlık harekete geçmeli
Kültür ve Turizm Bakanlığı, bir an önce harekete
geçip bu koleksiyonu satın almalı. Bu iş için
toplanan yaklaşık 800 bin liranın halihazırda
duruyor olması gerek. Eğer para ortadan kayboldu ise
bu da ayrı bir skandal olur. Bunun ardından,
koleksiyonun müze açılana dek korunaklı,
iklimlendirmeli özel bir mekanda saklanması
gerekiyor. Koleksiyonda Sultan Abdülaziz’in lavtası,
Tamburi Cemil Bey’in tamburu gibi nadide eserler de
var. Zerrin Hanım’a babasının ölümünden sonra
koleksiyonla ilgili birçok teklif gelmiş. Özellikle
Arap ülkelerinden ve Avrupa’dan birçok koleksiyoner
ciddi rakamlar teklif etmişler. Ama onun arzusu,
müzik aletlerinin ve arşivin bir bütünlük içinde
Üngör adının verileceği müzik müzesinde
sergilenmesi.
Yedi yıldır kağıt üzerinde kalan müzenin de
açılması gerek. Eğer bu yapılamayacaksa, devlet “Biz
bu işte yokuz.” deyip özel sektörün önünü açmalı.
Bankalar ya da büyük şirketler pekala bu müzeyi
hayata geçirebilir. Ya böyle olacak ya da bu
koleksiyonun başka ellere ya da başka ülkelere
gitmesini seyre duracağız. Umarım ilki olur.
Klarnete iade-i
itibar
Klarnet ülkemizde uzun yıllar boyunca hep oyun
havalarına eşlik eden bir çalgı olarak algılandı.
Lakin son yıllarda bu algı kırıldı. Özellikle Serkan
Çağrı ve Hüsnü Şenlendirici’nin yaptığı çalışmalar
bu enstrümanı gündeme getirdi. Artık birçok genç,
klarnet eğitimi alıyor. Konuyla ilgili en önemli
gelişme ise uluslararası bir klarnet festivalinin
düzenlenmiş olması. Serkan Çağrı’nın gayretleri ile
sahnede Giora Feidman, İsmail Lumanovski, Ara
Dinkjian gibi sanatçıları gördük. Festivalin en
önemli etkinliği ise klarnet denince ilk akla gelen
isim Mustafa Kandıralı’nın yıllar sonra klarnetiyle
sahneye çıkmasıydı. Kandıralı “Artık ben gidiyorum,
size Serkan’ı bırakıyorum.” diyerek varisini
açıkladı. Bu festival diğer sanatçılara da ilham
olur inşallah. Neden uluslararası bir ney, bağlama
ya da ud festivalimiz olmasın?
Zaman, Haber: Ali Pektaş, 05.10.2013
|
TOPKAPI'YA DOĞALGAZ GELİYOR
Padişahların,
sultanların şömineler ve ocaklarla ısındığı Topkapı
Sarayı’na yüzyıllar sonra doğalgaz geliyor.
Kültür ve Turizm Bakanlığı, Topkapı Sarayı
Müzesi’ne doğalgaz getirmek için kolları sıvadı.
Bakanlık, bugüne kadar katı yakıt ile ısınan
sarayın ısıtma sisteminin doğalgaza
dönüştürülmesi için 22 Ekim’de ihaleye çıkıyor.
Açık usul ile gerçekleşecek olan ihalenin
İstanbul Rölöve ve Anıtlar Müdürlüğü’nde
yapılması planlandı. Sadece yerli isteklilerin
katılabileceği ihalede, sözleşmenin imzalandığı
tarihinden itibaren beş gün içinde yer teslimi
yapılması kararlaştırıldı. İş teslim tarihi ise
yer tesliminden dört ay sonra olarak belirlendi.
ŞÖMİNE VE MANGAL
Geçmişte Topkapı Sarayı’nda ısıtma, şömineler
ve ocaklar ile sağlandı. Belli başlı yerlerde
ana şömineler bulunuyordu. Ateş de buralarda
yakılıp, mangallar ile taşınıyordu. Hamamlar ise
duvar içlerindeki kanallar vasıtasıyla
ısınıyordu. Kışın ısı kaybının önlemesi için de
pencerelere kalın deriler geriliyordu. Sövelerin
üzerindeki aparatlara asılan bu deriler, yalıtım
için kullanıldı.
Hürriyet, 05.10.2013
|
MİMAR SİNAN'IN CAMİSİ 5 ASIR ALTTAN ISITILMIŞ

Taraklı İlçesi'nde bulunan ve yakınındaki hamamdan
döşenen tesisatla alttan ısıtılan tarihi Yunus Paşa
Camii, ziyaretçilerin ilgisini çekiyor.
1517 yılında Osmanlı sadrazamlarından Yunus Paşa
tarafından Mimar Sinan'a yaptırılan cami alttan
ısıtma sisteminin bugün bile kullanılır vaziyette
olduğu, fakat günümüzde hamam faal olmadığı için
ısıtma faaliyetini yerine getiremiyor.
17 Ağustos 1999
Marmara Depremi'nde hasar görmeyen cami, mimari
yapısı ve sağlamlığıyla dikkat çekiyor. Halk
arasında 'Kurşunlu
Camii' olarak bilinen Yunus Paşa Camii'nin en büyük
özelliği ise inşaatında harçtan çok eritilmiş kurşun
kullanılması.
Mimar Sinan, caminin taş bloklarını
yerleştirirken, her iki taşı ortalarından oyup demir
çubuk yerleştirdikten sonra üzerine harçtan çok
eritilmiş kurşun döktürmüş. Kare planlı, tek
minareli, duvarı ince yontu küfeki taşından inşa
edilmiş cami, yapıldığından bu yana ibadete açık.
haberler.com, 04.10.2013
|
KYZİKOS'TAN BİR DÜNYA HARİKASI DAHA ÇIKTI
Balıkesir'in Erdek
İlçesi Düzler mevkiinde bulunan Kyzikos antik
kentinin
gün ışığına çıkması için 15 Ağustos
tarihinde başlanan kazı çalışmalarının bu
yılki
bölümü tamamlandı.
Dünyanın 8'inci harikası
olarak kabul edilen Hadrianus Tapınağı'nın da
bulunduğu Kyzikos'taki kazılar sırasında Roma
dönemi içersinde yapılan en büyük sütun
başlığı ortaya çıkarıldı.
Kültür ve Turizm
Bakanlığı Kültür Varlıkları ve
Müzeler Genel Müdürlüğü
ile Erdek Belediyesi'nin desteği ile yürütülen bu
dönem kazıları, Erzurum Atatürk
Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Arkeoloji
Bölümü öğretim
üyesi Doç.Dr. Nurettin Öztürk
Başkanlığı'nda, bir Yardımcı
Doçent, bir doktora,
3 yüksek
lisans ve 20 lisans
öğrencisi ile 30 işçiden
oluşan ekip tarafından yürütüldü.

Yapılan kazılarda, Hadrian Tapınağı'ndan parçalar
halinde ulaşılan sütun başlıklarından birinin
sağlam olarak çıkarıldığını belirten Kazı
Başkanı Doç.Dr. Nurettin Öztürk, yaklaşık 20 metre
yüksekliğe sahip
sütunların üzerinde yer
alan başlığın, 1.90 metre çapı, 2.50 metre
yüksekliği ve 20 ton ağırlığı ile Roma
dönemine ait çıkarılan en büyük sütun
başlığı olduğunu söyledi.
'Didim ve Efes'le boy ölçüşür'
Daha önce Hadrianus Tapınağını'nı
dünyanın 8'inci Harikası olarak
değerlendirdiklerini ifade
eden Doç.Dr. Öztürk şunları söyledi: "Tapınağın
ölçü olarak, Didim ve Efes'le boy
ölçüşeceğini söylemiştik. Buna örnek olarak
da sütun tamburlarını
gösteriyorduk. Sütun tamburlarının da
alt kısmı 2 metre 15 santim, üst kısmı da da
2 metre çapındaydı. Bu yıl
gün yüzüne
çıkardığımız bu sütun başlığının büyüklüğü de bunu
doğruluyor. Kyzikos Hadrian Tapınağı'nı,
dünyanın en büyük ve
gösterişli korinth
düzenindeki tapınağı olarak
kabul edilen Lübnan sınırları içinde
yer alan Baalbek
Jupiter Tapınağı'nın ölçüleri
ve sütun başlığının büyüklüğüyle
karşılaştırdığımızda, daha büyük ve daha
zarif olduğu ortaya çıkıyor."

Doç.Dr. Öztürk ayrıca,
bu dönem kazıları
Hadrian Tapınağı'nın batı kenarında sürdürdüklerini
belirterek, bu kısımda daha önceki
yıllarda ortaya
çıkarılan ve tapınakla ilgisi olmayan yapıya
ait duvarın yanı sıra, tapınağın
alt yapısını oluşturan tonozlara da
ulaşıldığını kaydetti.
Kazı Başkanı Doç.Dr. Nurettin Öztürk, batı
kısmında daha önceki yıllarda
olduğu gibi insan figürlerinin,
vücutlarının değişik
yerlerine ait kırık,
küçük parçaların yanı sıra
büyük bir kartal
pençesi, bir boğa figürünün
gerçek boyutlarından daha büyük baş kısmını
da gün
yüzüne çıkardıklarını
sözlerine ekledi.
Cumhuriyet, 04.10.2013
|
SİT GASPINA KARŞI ACİL YASA GELİYOR
Anayasa Mahkemesi'nin verdiği karar tarihi eser ve
sit'lerin gaspının önünü açınca Meclis'te zamana
karşı bir yarış başladı. Sit ve tarihi eserleri ve
Hazine arazilerini kurtaracak düzenleme bayramdan
önce yasalaştırılacak. Bir vatandaş sit alanı
üzerindeki ağaçları kestiği, bir vatandaş da tarihi
esere kat çıktığı için mahkemeye verildi. Davalar,
Anayasa Mahkemesine kadar gitti. Mahkeme, "Biz
buranın tarihi eser, sit alanı olduğunu bilmiyorduk"
diyen vatandaşları haklı buldu. Mahkeme kararında,
"bu tür yerlerin sit alanı, tarihi eser olduğunu
devletin bildirmesi gerekirdi" yönünde bir karar
verdi. Mahkeme gerekli düzenlemenin yapılması için
13 Ekim'e kadar süre verdi.
HAFTAYA ÇIKARTILACAK
13 Ekim'den önce yasal bir düzenleme yapılmaması
halinde sit alanları ile tarihi eserlerin "ben
buranın sit alanı, Hazine arazisi, tarihi eser
olduğunu bilmiyordum" diye gaspının önünün açılması
ihtimali nedeniyle AKP adeta olağanüstü hal
ilan etti. Sit alanları ile tarihi eserleri internet
aracılığı ile duyurmasının yolunu açacak düzenlemeyi
komisyon gündemine aldı. Düzenleme bu hafta
komisyonlar, önümüzdeki hafta da Genel Kurul'dan
çıkarılacak.
Sabah (Kısaltarak), Haber:
Zübeyde Yalçın, 04.10.2013
|
HİERAPOLİS ANTİK TİYATROSUNUN RESTORASYONU TAMAMLANDI
Bin
800 yıllık "Hierapolis
Antik Tiyatrosu"nun restorasyon çalışmaları
Kültür ve Turizm Bakanlığınca sağlanan 1 milyon 750
bin
lira ödenekle tamamlandı.

Bakanlıktan yapılan yazılı açıklamaya göre,
mitolojik kabartmaları ve sahne binasıyla özgün bir
yere sahip Hierapolis antik tiyatrosu, yapılan bu
restorasyon çalışmaları sonrasında 12 bin kişilik
kapasitesiyle kültürel ve sanatsal etkinlikler için
faal duruma getirildi.
Adını Amazonlar kraliçesi Hiera'dan aldığı düşünülen
antik tiyatro, Yunan tanrıları adına inşa edilen
kutsal alanları, tarihi hamamı, surları, su
kanalları ve kiliseleriyle Anadolu'nun en çok turist
çeken destinasyonları arasında bulunuyor.

Yeni mezar yapısı ortaya çıkarıldı
İtalya Lecce Salento Üniversitesinden Prof. Dr
Francesco D'andria başkanlığında, Denizli'nin
merkezinde yer alan antik kentte uzun yıllardır
sürdürülen kazı ve restorasyon çalışmaları ise devam
ediyor.
Tripolis Caddesi ve Kuzey nekropolü içinden geçen
yol çevresinde yapılan çalışmalarla, bugüne kadar
yolun yaklaşık olarak 150 metrelik bölümü
açığa çıkarılırken, daha önce tespit edilemeyen bir
mezar yapısıyla da karşılaşıldı.

Persophone'nin yeraltı dünyasının girişi olarak
kabul edilen Plutonium kutsal alanındaki kazı
çalışmalarında da, dini törenlerde kurban edildiği
anlaşılan boğa ve kuş kemiklerine rastlandı.
Menderes Vadisi'nde bulunan Nysa antik kenti ve
Magnesia antik kentinde yapılan törenlere benzer
törenlerin burada da yapıldığı öngörülüyor.
Antik kaynaklardan edinilen bilgiler kapsamında
Cicero, İmparator Hadrian ve Caracalla ile filozof
Damascius tarafından ziyaret edildiği bilinen
Plutonium kutsal alanındaki kazıların en önemli
buluntularının ise mermer Dionysos heykeli ile
Aphrodite başı olduğu belirtiliyor.
Sabah, 04.10.2013
|
HİTİT ASKERİNİN 3 BİN
550 YILLIK GÜNLÜĞÜ BULUNDU

Sivas’ta, “Hitit Şehri
Kayalıpınar Harabe Ören Yeri”ndeki kazı
çalışmalarında, MÖ 1550′li yıllara ait olduğu tahmin
edilen, bir Hitit askerinin yaşadıklarını çivi
yazısıyla yazdığı tablete ulaşıldı.
Sivas’ın Yıldızeli
İlçesi'ne bağlı Kayalıpınar Köyü'ndeki “Hitit Şehri
Kayalıpınar Harabe Ören Yeri”nde yapılan kazılarda,
MÖ 1550′li yıllara ait olduğu tahmin edilen,
Sivas’tan Halep’e sefere giden bir Hitit askerinin
yaşadıklarını çivi yazısıyla yazdığı tablete
ulaşıldı.
Bölgede 2005 yılında
başlayan kazı çalışmalarına, 3 yıl sonra ara
verilmişti. Sivas Müze Müdürlüğü Başkanlığı ve
Arkeolog Doç.Dr. Vuslat Müller Karpe’nin bilimsel
danışmanlığında, 27 Ağustos’ta yeniden başlayan
kazılarda, MÖ 1550′li yıllarda, bir Hitit askeri
tarafından yazılan ve o dönemde Sivas’tan Halep’e
sefere gidildiğini anlatan tablet çıkarıldı.
Doç.Dr. Karpe, AA
muhabirine yaptığı açıklamada, kazı yapılan bölgede,
ev sahipliği yaptığı 4 medeniyete ait kalıntıların
bulunduğunu söyledi. Yakın zamanda çıkarılan yazılı
kaynaklar olduğuna da değinen Karpe, bir askerin
Hitit çivi yazısıyla tablet üzerine yazılmış
günlüğüne de ulaşıldığını söyledi.
Tabletin bir sefer
sırasında yaşananlar hakkında bilgi içerdiğini dile
getiren Karpe, “Kazılarda bulunan tabletlerden
birinde o dönemde sefere giden bir askerin sefer
hakkında tuttuğu günlük var. Bu günlükte bugünkü
Halep şehrine kadar uzanan bir seferden
bahsedilmekte. Sefer sırasında da Hatay bölgesinde
olan “Tell Açanna” diye bir şehirden bahsedilmekte”
diye konuştu.
Sefer sırasında
Çukurova’ya gidildiğinin de anlatıldığına değinen
Karpe, “Bu tablet, MÖ 1550′li yıllarda Sivas ve
Halep arasında bir ilişki olduğunu, buradan oraya
bir sefer düzenlendiğini ve bir Hitit ordusunun
bulunduğunu bildirmesi açısından oldukça önemli”
dedi.
Vuslat Müller Karpe, bu
tipte günlüklerin çok fazla bulunmadığını, tabletin
kırık olduğunu ve sadece bir kısmının
çözümlenebildiğini belirterek, şu bilgileri verdi:
“Orta Hitit yazı
üslubunda yazılmış olan metinde, Mersin, Adana
(Kitzuwatna) ve Alalah’a (Hatay ili, Tell Açanna
Höyüğü) yapılan bir sefer anlatılmakta. Metinde
ayrıca Kitzuwatna ülkesindeki şehirlerden Kummanni,
Adanija (Adana), Tarşa (Tarsus) ve Winuwanda’dan
bahsedilmekte. Bu sefer, metinden anlaşıldığı
kadarıyla 2 komutan tarafından yönetilmiş. Bu
komutanların isimleri Ehli Tenu ve İli Şarrumma. Ne
yazık ki bu komutanlar hakkında başka bir bilgimiz
yok. Aynı şekilde, bu seferi anlatan kişinin
kimliğini tabletin üst kısmı kırık olduğu için
bilmiyoruz. Ehli Tenu ve İli Şarumma dağlardan
geçerek denize ulaşırlar. Çeşitli kentleri kuşatıp,
yağmalayıp yakıp yıkarlar. Sonuç olarak 1.
Tuthaliya’nın MÖ 15. yüzyılın sonunda Kizzuwatna
(Mersin, Adana Bölgesi) Bölgesinin Hitit
İmparatorluğuna kattığı ve Halep Antlaşmasında
bahsedilen Halep seferi söz konusu ediliyor olmalı.
Ancak bu çivi yazılı tableti okuyan Prof.Dr.
Wilhelm’in düşüncesine göre de daha sonra hüküm
sürmüş (1.Tuthaliya’dan sonra) Hitit Kralları 1.
Arnuwanda, 2. Tuthaliya ve hatta Şuppiluliuma’nın
krallığının ilk yıllarında da bu sefer gerçekleşmiş
olabilir. Tam tarihlemek şu anda mümkün değil.”
Tablet, Sivas Arkeoloji
Müzesi’nde sergileniyor.
Turizm Habercisi,
04.10.2013
|
BURAYA HES, BİR
KATLİAM!

Arapgir'deki Kozluk
Çayı’nın, HES kurulmak istenen bölgesinin ön
tarafından bulunan ve mevcutta 3. Derece Doğal SİT
alanı olan yerde yapılan incelemelerde Roma dönemine
ait 8 kilometrelik sulama kanalı kalıntısı bulunduğu
bildirildi. Arapgir’in Eskişehir Mahallesi’nde
bulunan ve Roma döneminden kalan Arapgir Kalesi’ne
suyun taşınması amacıyla yapıldığı düşünülen sulama
kanallarından geriye kalan kalıntıların korunması
amacıyla bölgenin, 1. Derece Arkeolojik, Tarihi ve
Doğal Sit Alanı ilan edilmesi için çalışma
başlatıldı.
SİVAS KORUMA KURULU
GÖRÜŞ İSTEDİ
Arapgir’de bulunan
Kozluk Vadisi üzerindeki Geyikpınarı ile Uzunsay
Tepesi mevkiinde Osmaniye Enerji tarafından
gerçekleştirilmesi planlanan HES projesi ve beton
santraline ilişkin olumlu rapor verilen ÇED
sürecinin askıya çıkmasıyla ilçede HES’e karşı
tepkiler bir kez daha yükselirken, söz konusu
projenin kurulmak istendiği alanın ön tarafından
bulunan ve zaten 3. derece doğal SİT alanı olan
bölgede Roma dönemine ait olduğu tahmin edilen
kapalı sistem sulama kanalı bulunduğu bildirildi.
2013 yılı Eylül ayı
toplantısını gerçekleştirmek üzere Arapgir’e gelen
Sivas Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu
üyeleri, sahada yaptığı inceleme sonucu, su
kanalının Roma döneminde Kaleye su taşınması
amacıyla yapıldığını tahmin ediyor. Ancak bugüne
kadar kanalın sadece 8 kilometrelik kısmının
kalıntıları gelebilmiş. Sivas Koruma Kurulu’ndan
uzmanlar, sulama kanallarının bulunmasının bölgenin
çok eski uygarlıklara ev sahipliği yaptığı ve bunun
dışında da birçok arkeolojik eseri barındırabileceği
gerekçesiyle 3. derece SİT alanı olan bölgenin 1.
derece SİT alanı ilan edilmesi için Çevre ve Orman
Bakanlığı ile Müzeler Genel Müdürlüğü’nden görüş
istedi.
CÖMERTOĞLU:
OLDUBİTTİYE GETİRMEK İSTİYORLAR
HES projesine ilişkin
ÇED’in askıya çıktığını hatırlatan Arapgir'in AKP'li
Belediye Başkanı Cömertoğlu, “Ancak Çevre ve
Şehircilik İl Müdürlüğü’nden gelen yazıda askı
sürecine ilişkin bir bilgi olmadığı gibi, bu
toplantıların ve vatandaşın görüş ve önerilerinin
nasıl alınacağına dair da bir bilgi yok. Doğal sit
alanı olan bir bölgede bir oldu bitti ile Arapgir’i
yok edecek HES projesi hayata geçirilmek isteniyor”
dedi.
‘ROMA DÖNEMİNE AİT
SULAMA KANALI TESPİT EDİLDİ’
Geyikpınarı ile Uzunsay
Tepesi mevkiinin, Kültür Turizm Bakanlığı Sivas
Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Bölge Kurulu’nun
21.04.2010 tarih ve 1734 sayılı karar ile Doğal Sit
Alanı ilan edildiğini hatırlatan Cömertoğlu, ayrıca
Uzunsay Tepe Mevkiinde bugün artık restore edilerek
ayağa kaldırılan ve 1. derece koruma alanında
bulunan onlarca tarihi eserin yer aldığını
hatırlatarak, Sivas Kültür ve Tabiat Varlıklarını
Koruma Bölge Kurulu’nun 18 Eylül’de Arapgir’de
yaptığı toplantı sonrasında sahada yaptığı
incelemede Roma dönemine ait olduğu tahmin edilen 8
kilometrelik sulama kanalı tespit ettiklerini
söyledi.
Cömertoğlu “Bütün bunlar
Arapgir’in çok eski bir yerleşim yeri olduğunun da
en iyi göstergesi. Sivas Koruma Kurulu, bölgenin
Roma döneminden bu yana önemli bir yerleşim yeri
olabileceği, çok önemli kazıların
gerçekleştirilebileceği, tarihi ve arkeolojik birçok
eseri barındırabileceği düşüncesiyle buranın 1.
Derece SİT alanı olması için Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı ile Müzeler Genel Müdürlüğü’nden görüş
istedi. Umuyoruz ki bölge hakkında verilecek olumlu
bir karar ile hem tarihimiz hem tabiatımızın
korunması yolunda önemli bir adım atılmış olacak’
diye konuştu.
‘TABİAT PARKI
OLMALI’
HES kurulmak istenen
Kayaarası Kanyonuna yakın bölgedeki tarihi eserlerin
yanı sıra kanyonun yaban hayatının birçok
zenginliğini de barındırdığını belirten Cömertoğlu
“Bugün yaban hayatını izleme etkinliğinin yapıldığı
bu bölgede 600’ün üzerinde dağ keçisi, 100’ün
üzerinde porsuk, 3 farklı türden 30’un üzerinde ayı,
kınalı keklik, tavşan cinsleri ve sadece bu yöreye
ait sarı sazan, bahar aylarında beyaz kelebek,
kapari, ters lale, doğal incir gibi hayvan ve bitki
türleri tespit edilmiş. Biz, bu bölgenin Doğal
Tabiat Parkı ilan edilmesi için de başvuru yaptık.
Milli Parklar Bölge Müdürlüğü de Ankara’ya teklif
yazısını yazdı. Bunun da sonucunu bekliyoruz” dedi.
‘HUKUKİ MÜCADELEMİZİ
SÜRDÜRECEĞİZ’
HES projesinde tünel
yapılacağını ve tünel için dinamit patlatılacağını
ifade eden Arapgir Belediye Başkanı Cömertoğlu,
“Dinamitle tarihi eserlerimiz zarar göreceği gibi
kanyonun suyu da kuruyacak. Beton kırma tesisleri,
tarihi dokuya, tabiat güzelliğine, yaban hayatına,
Kozluk üzerinde bulunan ekim sahalarına ve ahşap
evlerimize zarar verecektir. Arapgirliler
İlçesi'nde HES istemiyor. Kozluk vadisinin bu
şekilde yok edilmesine seyirci kalmayacağız. Bütün
Arapgir halkı olarak HES’lere karşı hukuki
mücadelemizi sürdüreceğiz” diye konuştu.
Malatya Haber, Haber:
Güler Hazar, 02.10.2013
|