Haberler logo Ekim '13 Arşivi


27 Ekim - 2 Kasım 2013

BU KÖYDE DEFİNE ARANIYOR!

 

 

Ermenilerden kalan bir evin altında define olduğu söylentisi üzerine, Anıtlar Kurulu'ndan izin alınarak kazı başlatıldı.

 

Bursa’nın Orhangazi İlçesi'nde Ermenilerden kalma bir evin altında define olduğu yönündeki söylenti üzerine yasal kazı çalışması başlatıldı. Yaklaşık bir yıl süren yazışmalardan sonra Anıtlar Kurulu, Mal Müdürlüğü ve jandarmanın yer aldığı komisyonun gözetiminde başlatılan kazıların ilk gününde herhangi bir bulguya rastlanmadı.

 

Keramet Köyü’nde Saliha Şentürk’e ait atıl vaziyetti evde define araması başlatıldı. Keramet Köyü’ndeki yasal kazı için Anıtlar Kurulu bir komisyon oluşturdu. Mal Müdürlüğü Milli Emlak Şefliği’nden bir yetkili ve jandarmanın da yer aldığı komisyonun başkanlığını Anıtlar Kurulu’ndan Arkeolog Turhan Kayabey yapıyor.Ev sahibinin damadı Efkan Arı, köyde yıllardır süregelen söylenti olduğunu söyledi.

 

Arı, "Mübadele döneminde birkaç Ermeni aile Keramet Köyü’ne yerleşmiş. Kurtuluş savaşından sonra bu ailelerden biri hariç tamamı köyü terk etmişler. Köyde kalan aile, kaçan Ermenilerin altın ve eşyalarını geri dönüp almak üzere bizim evin altına sakladığını anlatırmış. Bu söylenti yıllarca konuşuldu. Muhtarlık uzun zamandır kullanılmayan evin yıkılacağından tedirgin olup ‘yıkın’ deyince biz de izin alıp kazı yaptırmak istedik. Evin altında kazı yaptırmaya karar verdikten sonra Anıtlar Kurulu ile görüşmeler yaptık. Bilgi edindikten sonraki yazışmalar neredeyse bir yıl sürdü" diye konuştu.

 

Keramet Köyü Muhtarı Ergün Yenilmez ise, yıkılan evin atıl olduğunu ve uzunca bir zamandır kullanılmadığını söyledi. Ermenilerin Kurtuluş Savaşı’ndan önce Keramet Köyü’nde yaşadığını ifade eden Yenilmez, "Savaştan sonra köyü terk etmişler. Eskiler Ermenlilerin giderken o evde altın ve eşyalarını sakladığını anlatırlardı" dedi.

 

ESKİ ESER VE ALTIN ARANIYOR

Kazı Komisyonu Başkanı Turhan Kayabey, Keramet Köyü’ndeki kazıda eski eser ve altın arandığını vurgulayarak, "Yasal süresi 1 ay olan ve en fazla 100 metrekare alanda yapılabilecek olan kazılarda altın bulunursa yarısı devlete, kalan yarısı da yer sahibine verilecek. Kazılar sırasında eski esere rastlanması halinde yer sahibi devre dışı kalacak ve kazı Anıtlar Kurulu tarafından sürdürülüp, eski eserlere devlet hazinesine alınacak" açıklamasını yaptı.

 

İLK GÜN BOŞ GEÇTİ

Keramet Köyü’ndeki altın ve eski eser kazısı dün sabah itibari ile başladı. Köy halkı kazıları merakla izlerken, Jandarma Komutanlığı ekipleri de bölgede güvenlik tedbiri aldı. Saat 17:00’ye kadar devam eden kazıda herhangi bir bulguya rastlanılmadı. Yer sahibi talep ederse kazılar bir aya kadar devam edecek.

Bursa Kent Haber, 01.11.2013

TARİH ESER DİYE DOKUNULMAYAN YATIK BİNA TEHLİKE YARATIYOR

 

 

Edirne’de tarihi eser diye dokunulamayan yatık bina, mahalle halkının hayatını tehlike atıyor. Şehir tarihi bölgelerinden biri olan Kaleiçi’nde çok sayıda yöre mimarisini yansıtan birbirinden güzel tarihi evler buluyor.


Tarihi evlerden bazıları restore edilerek turizme kazandırılırken bazıları bakımsızlık nedeniyle harabeye döndü. Harap durumundaki binalar ise sarhoşların ve madde bağımlıların mesken tuttuğu alanlar haline geldi.


Mahalle halkını özellikle gece saatlerinde bezdiren bu mekanlar fiziki yapılarıyla tehlike saçıyor. Cumhuriyet ve Maarif Caddesi'nin kesiştiği noktada yer alan 100 yıllık bir bina da harap ve görünümüyle son demlerini yaşıyor.


Yayaların ve araçların yoğun olarak kullandığı caddede bulunan binanın insanların başına yıkılmasından endişe ediliyor.

Sahibinin Ankara’da yaşadığı öğrenilen tarihi yapının onarılması veya yıkılması için mahalle sakinleri imza topladı.Toplanan 125 civarında imza yetkililere sunuldu. Ancak 5 yıldan bu yana Valilik, Belediye, Anıtlar Kurulu’na gidip gelen mahalle sakinleri bir sonuç alamadı.

Mahalle sakinlerinden Zihni Açış, bu binayla 5 yıldan beri uğraştıklarını belirterek şu ana kadar herhangi bir sonuç alamadıklarını anlattı. Binanın her an yıkılabileceğini dile getiren Açış, “Çocuklarımız çekiniyor. Her an yıkılabilir. Önünde doğalgaz hattı var. Üzerinde düştüğü zaman patlayacak. Bina gittikçe çöküyor. Buralarda 4-5 tane bina daha var. Sarhoşlar, baliciler, aklına gelebilecek hepsi geliyor. İnsanları rahatsız ediyorlar. Gece 22.00’den sonra mahallemiz çok tehlikeli. Ya yapsınlar ya da yıksınlar.” dedi.

Merhaba Haber, 01.11.2013

ATATÜRK ANITI'NA RESTORASYON

 

 

Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün hatırasını şehrimizde yaşatan eserlerin başında gelen Atatürk Anıtı’nın restorasyon ihalesinin önümüzdeki günlerde yapılacağı açıklandı

Geçtiğimiz günlerde gazetemizde yayınlanan “Atatürk Anıtı İlgi bekliyor” haberimizle ilgili olarak gazetemize yazılı bir açıklama gönderen Konya İl Kültür ve Turizm Müdürü Mustafa Çıpan, söz konusu yazıda Atatürk Anıtı’nın restorasyon çalışmaları ile ilgili olarak “Atatürk Anıtı’nda oluşan deformasyonlar Müze Müdürlüğümüzün uzmanları tarafından incelenmiş ve bronzdan yapılmış olan Atatürk heykelindeki korozyonla birlikte Ziraat Anıtı olarak yapılmış ve halen heykelin kaidesi durumundaki yapının da kapsamlı bir restorasyona tabi tutulması tespit edilmiştir” denilerek konuyla ilgili olarak İstanbul Restorasyon ve Konservasyon Merkez Bölge Müdürlüğünce teknik bir rapor hazırlandığı ifade edilmiştir.

“İl Özel İdaresince sağlanan ödenek ile yapılması planlanan Rölöve, Restorasyon ve Resitütasyon projesinin hazırlanarak Kültür Varlıkları Koruma Kurulunca” onaylandığı belirtilen yazıda ayrıca gazetemize gösterdiği ilgiden dolayı teşekkür edilerek önümüzdeki günlerde Atatürk Anıtı’nın restorasyonunun ihale edileceğine yer verilmiştir.

Anadolu Manşet Gazetesi olarak hassasiyetlerinden dolayı Konya İl Kültür ve Turizm Müdürü Mustafa Çıpan’a teşekkür ederken şehrimiz için önemi büyük olan Atatürk Anıtı’nın ihalesinin bir an önce yapılarak restorasyon çalışmalarının başlamasını bekliyoruz.

Manşet Gazetesi, 01.11.2013

AYASOFYA HARİTADA KİLİSE OLDU

 

 

Kültür Bakanlığı’nın 2007’de hazırladığı inanç haritasında Ayasofya’nın Hıristiyan ibadet merkezi olarak gösterildiği ortaya çıktı. Tarihi yapı, kiliselerin tanımlandığı kırmızı renk ile işaretlenmiş.
 

Müslümanlar’ın gözbebeği sayılan Ayasofya, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın hazırladığı “Türkiye’nin İnanç Merkezleri” adlı haritada kilise olarak gösterildi. Haritada İslam dinine ait ibadethaneler yeşil, Musevi ibadethaneleri mavi, Hıristiyan ibadethaneleri ise kırmızı renkte kodlandı. İnanç haritasında ‘müze’ olarak geçen Ayasofya ise renk kodlamasında Hıristiyan ibadethanelere verilen kırmızı renkle yer aldı.

64 İNANÇ MERKEZİ YER ALDI
Harita, Kültür ve Turizm Bakanlığı Tanıtma Genel Müdürlüğü tarafından 2007 yılında hazırlandı. Tüm illerdeki dini mekanların tanıtıldığı haritada İslam’a, Hıristiyanlık’a ve Yahudilik’e ait yaklaşık 64 inanç merkezi yer aldı.

Ayasofya, İstanbul’un 1453’te Osmanlı tarafından fethinden sonra, Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye dönüştürüldü. Tarihi mekan, 1934’te Bakanlar Kurulu kararıyla müzeye çevrildi.  
CAMİ TALEBİ MECLİS’TE
Fatih Sultan Mehmet Han’ın emaneti olan Ayasofya’nın tekrar camiye dönüştürülmesi için geçtiğimiz ocak ayında Meclis Dilekçe Komisyo-nu’na talepte bulunuldu. Başvuru işleme alındı.

Sanayi ve Ticaret Komisyonu Başkanı AKP Denizli Milletvekili Nihat Zeybekçi, Ayasofya’nın tekrar ibadete açılarak eski hüviyetine döndürülmesi gerektiğini söyledi. Ayasofya’nın tekrar ibadete açılarak komplekslerden kurtulunması gerektiğini ifade eden Zeybekçi, Ayasofya’nın tarihi bir yapı olduğu için cami olarak açıldığında da müze fonksiyonunu yerine getirebileceğine dikkat çekti.

Bugün, Haber: Selvi Çelik, 01.11.2013

DÜZCE'DE ARKEOLOJİK İNCELEME

 

Düzce Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji öğretim üyesi Yrd. Doç.Dr. Nurperi Ayengin Düzce’deki arkeolojik yerleşim alanlarını tespit etmek için harekete geçtiklerini açıkladı.

İçerisinde öğrencilerin de yer aldığı bir ekiple sahada araştırma yaptıklarını kaydeden Ayengin, Arkeolojik değer taşıyan, seramik, işlenmiş taş gibi materyaller bulmayı umduklarının altını çizdi.

Yapılan inceleme çalışması ile ilgili bilgiler veren Ayengin, Düzce’nin tarihini gün yüzüne çıkartmayı planladıklarını ifade ederek “Düzce’deki arkeolojik yerleşim alanlarını belirlemek için bir ekip kurduk. Hangi noktalarda bu tür yerleşimler var, yamaçta mı yoksa ovada mı yerleşim yoğun bunu araştırıyoruz. Öğrenci arkadaşlarımız ve uzmanlardan oluşan bir ekibimiz var. Arkeolojik özellik taşıyan seramik, işlenmiş taş yada farklı bir materyal var mı bunları inceliyoruz” diye konuştu.

Düzce Damla, 01.11.2013

İMPARATOR BU KÖPRÜYÜ NEDEN YAPTIRDI?

 

 

Sakarya Beşköprü mevkiinde bulunan Justinianus Köprüsü, Bizans İmparatorluğu döneminin Anadolu’daki en görkemli eserlerinden biri. İmparator Justinianus tarafından yaptırılmış ve bin 500 yıldır ayakta kalmayı başarmış.

 

Ayasofya Camii ile yaşıt. 429 metre uzunluğunda, 9,85 metre genişliğinde ve 12 kemer gözünden oluşuyor. Beşköprü olarak da bilinen tarihi köprü, Marmara depreminde bazı kemer ayaklarında çatlaklar oluşmasına rağmen bütün ihtişamıyla zamana direnmeye çalışıyor.

 

Buraya kadar her şey tamam, ancak köprünün ne için yaptırıldığı sorusu bir türlü cevaplanamıyor. Zira yaklaşık yarım kilometre uzunluktaki bu devasa köprünün altından geçen herhangi bir akarsu mevcut değil. En yakın ihtimal, 4 kilometre uzaktaki Sakarya Nehri’nin bir zamanlar buradan aktığı ve aradan geçen asırlar içinde yatak değiştirerek bugünkü mecraını bulduğu.

 

Ancak uzmanlar bu ihtimalin de mümkün olmadığını söylüyor. Sebebi ise köprü ile nehir arasındaki yön farkı. Sakarya Nehri güneyden kuzeye akıyor. Tarihi köprünün ayaklarının sivri uçları ise kuzeye doğru bakıyor. Yani kuzeyden gelen bir akarsuyu karşılayacak şekilde yapılmış. Böyle bir akarsu günümüzde bulunmadığı gibi, geçmişte var olduğuna dair bir belirti de yok.

 

Sakarya Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Geoteknik Çalışma Grubu tarafından yapılan çalışmada ise tarihi köprüden aktığı varsayılan nehrin, akış yönünün kuzeyden güneye değil, Sakarya Nehri’nde olduğu gibi güneyden kuzeye doğru olabileceği yönünde. Buna delil olarak da uçaklarda kullanılan kanat teknolojisini gösteriyorlar. Çalışmada şu ifadelere yer veriliyor: “Köprü ayakları incelenecek olursa aerodinamik yapıda olduğu görülecektir. Aerodinamik yapıların sürüklenme etkisini oldukça azalttığı bilinmektedir. Bu şekilde köprünün ayaklarının altının oyulması engelleniyor. Bu yapı hepimizin bildiği üzere uçak kanatlarında da kullanılmaktadır. Uçak kanadının sivri tarafı önde değil arkadadır. Hava akımını yuvarlak kısım karşılamaktadır. Bu durum su veya havanın geliş yönünün aerodinamik yapının keskin tarafından değil yuvarlak tarafından gelmesi şeklinde sağlanır ve bu suretle akış şekli aşağıda türbülans oluşumunu da minimuma indirir.”

 

Aynı araştırmada ‘Köprünün altından akan nehre ne oldu?’ sorusuyla ilgili de, bugünkü Sakarya Nehri’nin bir kolunun buradan aktığı ve zamanla bu kolun kuruduğu ihtimali üzerinde duruluyor, ancak bu bilgi sadece bir varsayım.

 

Köprünün ayakları dibinde hamam benzeri bir yapı olması ise izah edilemeyen bir başka mesele. Sakarya Müze Müdür Vekili Arkeolog Mürşit Yazıcı, köprünün ne amaçla yapıldığının tespiti için köprü çevresinde arkeolojik kazı yapılması gerektiğini söylüyor. Kazı çalışması ile köprünün sırları çözülmüş olacağına dikkat çeken Yazıcı, “Bu sayede saklı kalmış birçok şey gün yüzüne çıkabilir. Köprüye genel itibarıyla baktığımız zaman gömük bir vaziyettedir. Burada yapılacak bir arkeolojik kazıda neden böyle yapıldığı belki anlaşılabilir.” diyor.

 

Dünya Tarihi Kentler Birliği’ne üye oldular

Köprü sayesinde Dünya Tarihi Kentler Birliği’ne üye olan Serdivan Belediyesi de görkemli tarihi köprüyü turizme kazandırmak için harekete geçti. Arkeolojik kazı için Kültür ve Turizm Bakanlığı’na başvuran belediye, köprünün restorasyonunu ve onarımını yapacak. Serdivan Belediye Başkanı Yusuf Alemdar, 1500 yıllık tarihi köprünün bugüne kadar ihmal edildiğini dile getirerek “Sanat tarihi hocamız ekibiyle beraber çalışma yapıyor. Bakanlığa müracaat ederek kazı için izin istedik. Köprü çevresinde temizlik çalışmaları yapılıyor. Temizlikten sonra etrafında hangi düzenlemeler yapılacak, nelerin ortaya çıkması gerekiyor,  bunları sanat tarihçileri ortaya çıkaracak. Yapılacak kazılarla çevresindeki saklı kalmış eserler de gün yüzüne çıkacak.” diyor

Zaman, Haber: Duran Savaş, 01.11.2013

TARİHİ ESERLER RESTORE EDİLİYOR

 

 

Tarihi yarımada içerisinde imar faaliyetleri ve doğal nedenlerle tahrip olan tarihi eserler birer birer elden geçiriliyor. İstanbul İl Özel İdaresi tarafından başlatılan Topkapı sarayı çevresindeki Sur-i Sultani olarak adlandırılan surların restorasyonu Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından yürütülecek. Büyükşehir Belediyesi, I. Derece Arkeolojik Sit Alanında kalan Topkapı Sarayı Sur-i Sultani çevresindeki tarihi surların restorasyonunu Bakanlığa tahsis edilmesi için çalışma başlattı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin düzenlediği Tarihi Yarımada Kara Surları Çalıştayı, farklı disiplinlerden görüşleri bir araya getirdi. Çalıştay sonucunda ortaya çıkan rapor, kara surları ve yakın çevresi sürdürülebilir koruma ve kullanma modelleri oluşturulmasında Büyükşehir Belediyesi'nin çalışmalarına ışık tutacak. Öte yandan İBB Tarihi Çevre Koruma Müdürlüğü tarafından yürütülen çalışma kapsamında, Haliç'in sanayileşmeye açılması, yoğunluk artırıcı imar planları, cadde, bulvar, park ve sahil yollarının açılması için anıt eserlerin ve sivil mimari dokunun ortadan kaldırılması gibi nedenlerle kaybolan yaklaşık 200 tarihi eser bir kitapta toplanacak.

Sabah, 01.11.2013

TARİHİ KALEDE TAŞOCAĞI TEHDİDİ

 

 

Malatya'ya bağlı Hekimhan’ın Çimenlik Köyü'nde yer alan ve yöre halkının “Kale” olarak adlandırdığı tarihi yerleşim alanının bir firma tarafından taş ocağı olarak işletileceğinin duyulması yöre halkının tedirgin olmasına neden oldu.

 

Söz konusu kalede her hangi bir arkeolojik kazı yapılmadığını ifade eden yöre sakinleri, “Taş Ocağı Fikrinin” tarih ve çevre katliamı olacağını ifade ettiler.

 

Doğal görünümüyle Kuzey İrlanda’da yer alan Devler Kaldırımı’na benzeyen tarihi mekan, ilk anda doğal bir kale gibi çevresinden ayrılıyor. Doğal sütunların basamak basamak yükseldiği bir yamacın hemen üzerinde yer alan kale, bu güne kadar bilimsel olarak araştırılmadığı gibi resmi makamlar tarafından da fark edilmemiş.

 

Su arkları, merdivenler, küçük havuzlar, taş temeller ve daha önce köylüler tarafında çıkarılan oymalı ve işlemeli ahşap parçalar, söz konusu yerleşim yerinin tarihine ışık tutacak çok önemli delillerdir.

 

Fakat bilimsel kazılardan ve araştırmalardan önce taş ocağı fikriyle tarihi mekanı tehdit eden işletmelerin bu cüretkar tavrı, tarihi mekan üzerinde kirli hesapların yapıldığı endişesinin doğmasına neden oldu. Büyük makineleriyle kalenin ve çevresinin tahrip edilecek olması, yeni bir define oyununu akla getirdi. Ana yollara bir hayli uzak olan ve bu yönüyle pekte karlı görünmeyen taş ocağının özellikle tarihi bir mekanı hedef alması söz konusu şüphelerin artmasına neden olmaktadır.

 

Doğal güzelliği ile gören de şaşkınlık yaratan doğal sütunların, hoyrat ve bir o kadar tehlikeli hesaplarla yok edilecek olması insanlık vicdanını sızlatmaktadır.

 

Tarihin ve tabiatın içe geçtiği Kalenin, arkeolojik araştırmalardan önce taş ocağı olarak işletilecek olması Yama Dağlarının bakir çehresini bozacağı gibi, insanlık mirasının kadim izlerinin de yok edilmesine neden olacaktır.

Malatya Güncel, Haber: Cahid Çavdar, 31.10.2013

SANATIN 'EN GÜÇLÜ 100' LİSTESİNDE TEK TÜRK

 

 

Dünyada güncel sanatın etkili yayınlarından Art Review, ‘güncel sanatın en güçlü 100 ismi’ listesini güncelledi. Geçen yıl listesinin 86’ıncı sırasında yer alan Salt’ın programlar direktörü Vasıf Kortun, 68’inci sıraya yükseldi. Son üç yıldır listede yer alan Kortun’u “ Türkiye sanat dünyasına öncülük eden küratör” olarak nitelendiren Art Review, Kortun’un listede 68’nci sıraya yükselişini şu sözlerle yorumladı: “Geçen yıl dışarıdan bakıldığında, İstanbul ’da, Kortun’un deyişiyle ‘aşırı azimli’ bir sanat ortamı vardı. Ve sonra Gezi Parkı protestoları gerçekleşti. Birden çok yapıda faaliyet gösteren ve kar amacı gütmeyen bir kurum olan SALT’ın araştırma ve programlar direktörü, Gezi öncesinde de dünyanın geri kalanı için, büyümekte olan bu güncel sanat başkentinin fiili sözcüsüydü. 2012’de New York Times’ta yayımlanan bir makalede bir sanatçı, Türkiye sanatının ‘Kortun’dan önce ve ‘Kortun’dan sonra’ olmak üzere ikiye ayrıldığını ifade etmişti. BARD Center for Curatorial Studies’in eski direktörü olan Kortun, İstanbul sokaklarında huzursuzluğun patladığı günlerde yorum ve analizlerde bulundu. SALT, son olarak, kentteki değişken siyasi durumun sıkıntıya soktuğu İstanbul Bienali’ne kapılarını açtı. Böylelikle bir kez daha belli oldu ki; Türkiye’de siyaset ile gelişen sanat dünyasını sürdürülebilir kılma ihtiyacı arasında arabuluculuk edebilecek biri varsa, o da Kortun’dur.”


‘En güçlü 100’ listesinin ilk sırasında Katar Emiri’nin kardeşi Sheikha Al-Mayassa bint Hamad bin Khalifa Al-Thani yer alırken galerici David Zwirner ikinci oldu. Londra’nın ünlü galerisi Serpentine’in direktörleri Hans Ulrich Obrist ve Julia Peyton-Jones beşinci, ünlü Tate Müzesi’nin direktörü Nicholas Serota altıncı, MoMA’nın direktörü Glenn D. Lowry ise sekizinci sırada yer aldı.


Türkiye’den sadece Vasıf Kortun’un girebildiği ‘en güçlü 100’ listesinde sanatçılar da var. Listede yer alan bazı sanatçılar şöyle:
9. Ai Weiwei
11. Marina Abramovic
13. Cindy Sherman
15. Gerhard Richter
36. Steve McQueen
42. Liam Gillick
44. Wolfgang Tillmans
56. Jeff Koons
62. Takashi Murakami

Radikal, 31.10.2013

EFES, UNESCO BİLETİNİ ALDI

 

Selçuk Belediyesi'nin Efes'in UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne girebilmesi için 5 yıldan uzun bir süredir verdiği mücadele meyvelerini veriyor. Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü tarafından Selçuk Belediyesi'ne iletilen yazıda, belediyenin hazırladığı Efes'in UNESCO Adaylık Dosyasının, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından onaylanarak Dışişleri Bakanlığı'na iletildiği bilgisi verildi. Şimdi dosya Dışişleri Bakanlığı'nca Paris'teki UNESCO Dünya Miras Merkezi'ne iletilecek. Değerlendirme sonrası 2014 yılında Efes antik kentinin UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne girmesi bekleniyor. Selçuk Belediye Başkanı Hüseyin Vefa Ülgür, "UNESCO Türkiye'nin en çok ziyaret edilen ören yerlerinden biri olan Efes antik kentinin sigortası olacaktır" dedi.

Yeni Asır, 31.10.2013

HÜRREM'İN HASTANESİ AVM KURBANI OLDU

 

 

Kanuni Sultan Süleyman’ın eşi Hürrem Sultan tarafından yaptırılan tarihi Haseki Hastanesi’nin yine tarihi bir trampa ile Hazine’ye devredildiği ortaya çıktı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile Maliye Bakanlığı arasında gerçekleşen trampa işleminde, belediyenin Haseki Hastanesi’nin arsaları karşılığında, Hazine’den konut, alışveriş merkezi için yeni arsalar aldığı belirlendi. Söz konusu trampa ise, ekonomi kurumları arasında da tartışma konusu oldu.

İstanbul’daki “asrın trampasının” hikayesi şöyle:

TRAMPADA İKİNCİ PERDE

Bazı AKP’li belediyelerin vergi borçlarını “cami arsaları” ile kapatmasının ardından, yine bazı AKP’li belediyelerin, hastane ve sosyal tesis arazileri ile Hazine arazilerini trampa ederek milyonlarca liralık arsa rantı sağladığı ortaya çıktı. Bunun en ilginç örneklerinden birisinin ise Maliye Bakanlığı ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi arasında Haseki Hastanesi için trampanın olduğu belirlendi.

Taraf’ın ulaştığı belgelere göre, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Hürrem Sultan tarafından yaptırılan ve halen de Haseki Hastanesi olarak kullanılan arsaları ve Bağcılar Hastanesi’nin arsalarını, Hazine’ye dolayısıyla Maliye Bakanlığı Milli Emlak Genel Müdürlüğü’ne devretti. Bunun karşılığında ise İstanbul’un değişik semtlerinde bulunan, konut, alışveriş merkezi gibi yapılaşmaya uygun Hazine arsaları belediyeye verildi.

HAZİNE BORÇLU ÇIKTI

Devir teslim işleminden önce, hastanelerin arazileri ve Hazine’den belediyeye verilecek arazilerin değer tespitleri yapıldı. Bunun için Haseki ve Bağcılar Hastanesi’nin arazileri için 167 milyon liralık değer biçilirken, Hazine’den belediyeye geçen arsalar için ise 75 milyon liralık değer biçildi. Aradaki farkın ise yeni arsalar ile kapatılması kararlaştırıldı. Bu çerçevede, belediye İstanbul’da yeni Hazine arsa arayışlarına başladı.

MEZARLIK YERİ DE VAR

İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından Hazine’ye devredilen arsaların üzerinde bulunan yapılarla ilgili de bilgiler verildi. Buna göre, Hazine’ye devredilen arsalar üzerinde, hastane blokları, dükkanların yanısıra mezarlık yeri de bulunuyor. Hazine tarafından belediyeye verilen arsaların bir kısmı boş bulunurken bir kısmı da, üzerinde değişik amaçlarla kullanılan yapılar yer aldı. Ancak söz konusu arsaların tamamı da yapılaşmaya uygun bulunması dikkat çekti.

Trampa operasyonu neden yapıldı?

Haseki Hastanesi’nin, yeni araziler karşılığında Hazine’ye devredilmesi kafalarda soru işaretlerinin oluşmasına yol açtı. Buna göre, Haseki Hastanesi’nin Hazine’ye devredilmesi ile sağlanan avantajlar şöyle:

» İstanbul Büyükşehir Belediyesi, karşılıksız olarak “imara açılabilecek” araziler elde etme imkanı sağlıyor.

» Bu yöntemle, belediyenin kasasından para çıkmadığı için, Hazine arazilerinin alımı da yönetim organlarında tartışılmamış oluyor.

» Hazine’den alınan araziler üzerinde öncelikle imar değişikliği yapılıyor ve ardında da satışa sunuluyor veya yeni projeler için kullanılıyor. Böylece, 100 liraya alınan bir arsa imar değişikliği ile birlikte iki katı üç katı değere ulaşıyor.

» Hastane, okul ve cami gibi sosyal tesislerin arsaları daha çok hayırseverler tarafından bağışlandığı için hiçbir şekilde alınıp satılamıyor. Söz konusu arsalar, Hazine’ye devredilince bu kez üzerinde işlem yapmanın yolu da açılıyor.

» Hastanenin veya caminin arsası ile ilgili proje üretmenin yolu açılıyor.

» Ayrıca hastanelerinin Hazine’ye devredilmesi ile birlikte, hastanenin arsasının üzerinde yetki kullanılmasının da yolu açılacak. Örneğin, hastanenin özelleştirilmesi gibi bazı kararlar alınabilecek.

Taraf, Haber: Hüseyin Özay, 31.10.2013

ARABİSTANLI LAWRENCE'IN EVİNDEN MEZOPOTAMYA ÇIKIYOR

 

 

Suriye sınırındaki Gaziantep’in Karkamış İlçesi’nde kazı çalışmaları süren antik kentte, Kudüs’ü tahrip etmekle suçlanan, Tevrat ve İncil’de adı geçen Babil Kralı Nebukadnezzar’ın dünyada örneği bulunmayan steli bulundu. Kazılarda, Karkamış Kralı Katuva’nın sarayından heykeller, MÖ 800 yılından ilginç çivi yazılı tablet, 1911 ile 1914 yılları arasında Karkamış’ta çalışan Arabistanlı Lawrence’nin yaşadığı tahmin edilen evinde ise 300’ün üzerinde heykel ve mozaik ile Luvi Hiyeroglifli yazıt parçaları gün yüzüne çıkarıldı.

Bologna Üniversitesi’nden Doç.Dr. Nicolo Marchetti başkanlığında, Türk-İtalyan ekibi tarafından Türkiye -Suriye sınırında bulunan Karkamış Höyüğü’nün üçüncü sezon kazıları tamamlandı. Kazılarda yüzlerce önemli tarihi eser gün yüzüne çıkarılırken, kalıntılar arasında Milattan Önce 605 yılında Karkamış’ı ele geçiren ve Asya’nın bir bölümünde hüküm süren Babil Kralı Nebukadnezzar’a ait stel bulundu. Büyüklük oranında dünyada eşi bulunmadığı ifade edilen stelin Nebukadnezzar tarafından Asur ve Mısırlılara karşı kazandığı zaferin anısına yaptırdığı tahmin ediliyor. Kazı ekibi, ayrıca Karkamış Kralı Katuva’nın sarayından heykeller ile Milattan Önce 800 yılından kalan ilginç çivi yazılı tablete de ulaştı. 1911 ile 1914 yılları arasında Karkamış’ta çalışan Arabistanlı Lawrence’nin evinde yapılan kazılarda da 300’ün üzerinde heykel ve Luvi Hiyeroglifli yazıt parçası bulundu.

Kazı heyeti, Gaziantep Büyükşehir Belediyesi Meclis Salonu’nda çalışmalarla ilgili bilgi verdi. Kazı heyeti başkanı Bologna Üniversitesi’nden Doç.Dr. Nicolo Marchetti, bulunan stelin, Asur ve Mısırlılara karşı kazanılan zaferin anısına yaptırıldığını düşündüklerini söyledi.

Kazı heyeti başkanı Doç.Dr. Nicolo Marchetti’nin yardımcısı Yrd. Doç.Dr. Hasan Peker ise bulunan eserlerin tarihe ışık tuttuğunu anlatarak, şunları kaydetti:
"Nebukadnezzar, yeni Babil döneminin en önemli kralıydı. Belgelerde sadece kendi yazdıkları yok. Babil Kralı Nebukadnezzar, Kudüs’ün ve tapınak bölgesinin tahrip edicisi. Bu, şu bilgiye götürüyor bizi: Tek tanrılı dinlerden çoğunun kitabında tanınan birisi. Tevrat ve İncil’de adı geçiyor. Dönemin iki büyük gücü, koalisyonu olan Asur ve Mısırlıları alt edecek kadar güçlü bir kralla karşı karşıyayız. Onlar da dönemin savaş makinesi. Bir başka savaş makinesi Babil’de bunu sona erdiriyor. Yani denge haliyle barışı getiriyor."

Toplantıya katılan Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Asım Güzelbey de dünyanın ilk yazılı barış anlaşmasının burada yazıldığını ifade etti. Güzelbey, "Aradan geçen 4 bin yıla rağmen hala insanların birbirini yediği, kardeş kanının aktığı bölgede Kadeş Antlaşması’nın yapılmış olması bugün için çok ayrı bir önem arz etmektedir” dedi.

Heyetin kazı çalışmalarına ilkbaharda devam edeceği bildirildi.

Radikal, Haber: Mücahit Yolcu, 31.10.2013

İŞTE 9 BİN YILLIK EN ESKİ UYARI LEVHASI!

 

 

Heyecan uyandıran keşif... Çatalhöyük’teki duvar resmini inceleyen uluslararası bilim ekibi ‘Hasan Dağ’ın 9 bin yıl önceki patlaması resmedilmiş. Bu dünyanın ilk uyarı levhası’ dedi. 

 

Orta Anadolu’da bulunan Neolitik ve Kalkolitik Çağ yerleşim yeri olan Çatalhöyük’te çarpıcı bir keşfe imza atıldı. Bölgede çalışma yürüten uluslararası bilim ekibi, daha önce bulunan ve Hasan Dağ’ın patlama anının resmedildiği duvar resminin incelemesini tamamladı. 

İLK KEZ DOĞRULANDI 
Bir köyün üzerine patlayan yanardağın anlatıldığı çizime, Carbon 14 sisteminin farklı bir modelini kullanan uzmanlar, “Yanardağın ilk patlaması 29 bin yıl önceye daha sonraki patlaması da  9 bin yıl öncesine dayanıyor” dedi. 


Araştırmayı yöneten California Üniversitesi’nden Axel Schmitt ise, “Duvar resminde Hasan Dağ’ın patlama anı resmediliyor. Bu çalışmayla ilk kez net bir biçimde yanardağ patlamasının 29 bin yıl önce gerçekleştiği doğrulanmış oldu. Diğer bir deyişle Çatalhöyük’teki duvar resmi dünyanın ilk uyarı levhası” diye konuştu. 

Akşam, 31.10.2013

AYASOFYA CAMİ OLARAK KALACAK

 

 

Trabzon İdare Mahkemesi, şehirdeki tarihi Ayasofya Müzesi'nin camiye çevrilmesi ve ibadete açılmasına ilişkin işlemin iptali talebiyle açılan davayı reddetti. Geçmişte cami olarak kullanılan ancak ardından müze olarak hizmet vermeye başlayan Ayasofya Mahallesi'ndeki tarihi Ayasofya yapısı bir süre önce yeniden cami olarak hizmet vermeye başladı. Bazı dernek ve sivil toplum kuruluşlarının açtığı işlemin iptali davasının ise Ayasofya'nın camiye çevrilmesine ilişkin tesis edilen bir idari işlemin mevcut bulunmaması sebebiyle reddedildiği belirtildi.

Sabah, 31.10.2013



******


MAHKEME: AYASOFYA CAMİ DEĞİLDİR

 

 

Trabzon İdare Mahkemesi, Ayasofya Müzesi’nin camiye çevrilmesi ve ibadete açılmasına ilişkin işlemin iptali için açılan davayı, “Müzenin camiye çevrilmesine ilişkin tesis edilen bir işlemin mevcut bulunmadığı anlaşılmaktadır” gerekçesi ile reddetti.


Trabzon’daki Ayasofya Kilisesi, Fatih Sultan Mehmet’in 1461’de Trabzon’u fethinin ardından camiye dönüştürüldü. Yıllar sonra, 1961’de restorasyon çalışmasının ardından 1961’de müze olarak hizmet vermeye başladı. “Bu yapı Fatih Sultan Mehmet Vakfı’na aittir” diyen Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün açtığı dava 2012 yılında sonuçlandı ve Ayasofya Müzesi geçen yıl Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne devredildi. Devrin ardından ‘Ayasofya Camisi’ olarak kayıtlara geçen yapı, çeşitli işlemlerin ardından ibadete hazır hale getirildi.

Freskler perdelerle kapatıldı
Fresklerin asma tavan ve özel perdelerle kapatıldığı Ayasofya’da geçen 28 Haziran’da ilk kez namaz kılındı, temmuz başında da ilk cuma namazıyla resmen ibadete açıldı. Diyanet İşleri’nin de imam da görevlendirdiği Ayasofya’da namaz saatleri dışında turistler belirli bölümlerden tavan fresklerini görme şansı elde edebiliyor. Mimarlar Odası Trabzon Şubesi, Trabzon Sanat Evi Derneği, Ayasofyalılar Güzelleştirme, Koruma ve Yardımlaşma Derneği, Trabzon İli ve İlçeleri Eğitim, Kültür ve Sosyal Yardımlaşma Vakfı ile Fethi Yılmaz ve Zeki Batar, Trabzon İdare Mahkemesi’ne başvurarak, Ayasofya Müzesi’nin camiye çevrilmesine ilişkin işlemin iptalini istedi.
Trabzon İdare Mahkemesi, 20 Eylül’de davayı karara bağladı. Kararda “Trabzon Ayasofya Müzesi’nin camiye çevrilmesine ilişkin tesis edilen bir işlemin mevcut bulunmadığı anlaşılmakta, kesin ve yürütülmesi zorunlu bir işlem bulunmadığından davanın reddi sonuç ve kanaatine ulaşılmıştır. Açıklanan nedenle davanın incelenmeksizin reddine” ifadesi kullanıldı. Davayla ilgili son kararı Danıştay verecek.

Radikal, 31.10.2013

447 YIL SONRA GüN YÜZÜNE ÇIKAN TARİH

 

 

Kanuni Sultan Süleyman'ın Saltanat Kayığı'na ait bir parça, 447 yıl sonra açığa çıktı. Deniz Müzesi'nin deposunda bulunan ahşap süslemelerin olduğu parça, cam çerçeveye alınarak müzedeki Saltanat Kayığı'nın yanındaki duvara asılarak, sergilenmeye başlandı. Zamanın acımasızlığına karşı direnen bu küçük parçanın ne zaman ve nasıl bulunduğuna dair herhangi bir bilgi yok. Kanuni, 1566'da Zigetvar Seferi'ni gerçekleştirmiş, ancak kalenin alındığını göremeden burada kurulan otağında ölmüştü. Kanuni'nin ölümü, yeniçerilerin moralinin bozulmaması için İstanbul'a dönene kadar saklanmıştı.

20 BİN MALZEME GÜN IŞIĞINDA
6 yıl süren restorasyonun ardından geçtiğimiz günlerde açılan müzenin deposunda gün ışığına çıkmamış binlerce obje daha var. Bu objeler yenileme çalışmaları devam eden müzenin eski binasında sergilenecek. Atatürk'ün Savarona'daki yatağı, daha önce hiç yayınlanmamış orijinal el yazıları ilk kez müzede yer alacak. İstanbul Deniz Müzesi Müzecilik Şube Müdürü Öğretmen Albay Ergun Korbek, eski binanın restorasyonun 2014'te tamamlanacağını, 2015'ten itibaren de halka açılacağını söyledi. Eski bina bir tünelle yeni binaya bağlanacak.

PADİŞAHA BAKMAK YASAK
Dünyanın en önemli 5 deniz müzesi arasında olan İstanbul Deniz Müzesi'nin en önemli parçalarından birini dünyada orijinal olarak korunan tek kadırga olma özelliği taşıyan Sultan 4'üncü Mehmet dönemindeki tarihi kadırga oluşturuyor. Restore edilen kadırgaya gerçekçi bir görünüm vermek için hamlacı (kayıkçı) mankenler de yerleştirildi. Mankenlerde en dikkat çekici unsur, hepsinin ayak uçlarına bakması. Müzecilik Şube Müdürü Alb. Korbek bu ayrıntıyı tek bir cümleyle açıkladı: "Padişaha bakmaları yasaktı."

HER GEMİNİN AYRI BİR HİKAYESİ VAR
4 bin 861 parçanın sergilendiği müzede efsaneleşmiş gemilerin tam modelleri ile bu gemilere ait bazı parçalar da bulunuyor. Bu gemilerden biri Kırım Harbi'nde önemli başarılar elde eden Mahmudiye Kalyonu. 76 metreden fazla boyu ve 128 top kapasitesiyle o güne kadar inşa edilmiş en büyük kalyon olan Mahmudiye, Sivastopol Muharebesi'nin ardından "Gazi" unvanını aldı. Bir diğer efsaneleşmiş gemi Hamidiye'nin tam modeli de müzede yer alıyor. Abdülhamid tarafından yaptırılan, 20'nci yüzyılda da Rauf Orbay'ın emriyle yenilenen Hamidiye kruvazörü Balkan Savaşı sırasında Yunan Donanması'na büyük kayıplar verdirdi. Hamidiye, pek çok savaş yeniliğini de ortaya koydu. Bir sahte baca eklemekle geminin dış görünüşünü değiştirip "düşmanı gafil avlamak" savaş hilesi dünyada ilk kez Hamidiye'de kullanıldı.

Sabah, Haber: Ceyda Karaaslan, 31.10.2013

404 YILLIK TARİH 5 SANTİM YANA KAYDI!

 

 

İstanbul'un en önemli tarihi eserlerinden 404 yıllık Sultanahmet Camiii'nin 4 numaralı minaresinin 3-5 santim kaydığı tespit edildi.

Vakıflar Genel Müdürlüğü, İTÜ öğretim üyelerinin hazırladığı rapor doğrultusunda acil ihaleye kararı aldı. Minarenin bir bölümü sökülüp yeniden yapılacak.

SÖKÜLÜP YENİDEN YAPILACAK
Türkiye'nin en önemli tarihi eserlerinden Sultanahmet Camii'nin bir minaresinin kaydığı belirlendi. Caminin ön kapısında, iki şerefeli 4 numaralı minarenin durumu, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 40-45 milyon liralık kapsamlı restorasyonun hazırlığı yapılırken ortaya çıktı.

'PARÇA PARÇA DÖKÜLÜYOR'
İTÜ öğretim üyeleri Prof.Dr. Feridun Çılı, Doç.Dr. Cenk Üstündağ, İnşaat Yüksek Mühendisi Gülseren Erol'un hazırladığı, "Sultanahmet Camii Rölöve-Restitüsyon ve Restorasyon Projesi Taşıyıcı Sistemin Mevcut Durumu Hakkında Teknik Rapor"da beklenen İstanbul depremine dayanıklı olduğu saptanan camiinin, Marmara Üniversitesi Rektörlüğü tarafındaki 2 şerefeli minaresinin parça parça aşağıya döküldüğü ve 3 ile 5 santim aralığında kaydığı tespit edildi.

NUMARALANDIRARAK SÖKÜLECEK
İTÜ tarafından hazırlanan raporda; "Minarenin ikinci şerefesinin üstündeki bölüm, altında kalan bölüme göre yatayda 3-5 santim mertebesinde kaymış olup, bu bölgedeki taşların stabilitesi kararlı değildir.

Minarenin ikinci şerefe üstündeki bölümünün, taşlar numaralandırılıp sökülerek yeniden inşaa edilmesi uygun olacaktır" denildi. Vakıflar hem teknik rapor hem de buna uygun hazırlanan restarasyon-restitüsyon ve röleve raporu doğrultusundaihale sürecini başlattı. Minaredeki çalışmanın önümüzdeki hafta başlaması bekleniyor.

'TURİSTLERİN BAŞINA TAŞ DÜŞEBİLİR'
Turistlerin yoğun olarak geçtiği minarenin taş düşmeleri nedeniyle hayati riske yol açmaması için 'acil' olarak en kısa sürede restorasyona başlanacak.

'TAŞLAR ÇÜRÜMÜŞ, PARÇA PARÇA AŞAĞI DÖKÜLÜYOR'
Habertürk'e konuşan Vakıflar Genel Müdürü Dr. Adnan Ertem şöyle konuştu: "Sultanahmet'te kapsamlı bir restorasyon yapılacak. Özellikle rektörlük tarafındaki minarenin durumu kötüydü. Şimdi restorasyununu yapılacak.

Bölge müdürlüğüne talimat verildi. Taşlar çürümüştü, parça parça aşağıya düşüyordu. Zaman ve rüzgarın etkisiyle taşlar yıpranmış ve dökülüyordu. Şerefenin üstünden taşları değiştireceğiz. Ordaki Hünkar Mahfili'ndeki halı müzemizi de Ayasofya İmareti'ndeki müze çalışmamız bitti, oraya taşıyoruz.

Hünkar Mahvili'nde duran, tarihi değeri çok yüksek olan halıların tamamı da Ayasofya Müzesi'ne taşınıyor. Hünkar Mahfili'ni de camiye katacağız. Oradaki drenaj kanallarının nasıl yapıldığı? Ne kadarlık alanı kapsadığı da ilk kez tespit edilecek. Bir süredir çalışılıyor bu konuda da. Su toplanıyor ama nereye gittiğini hala bilmiyoruz. Restorasyon bittiğinde o da ortaya çıkacaktır. "

'TAŞLARDA ERİME VE OYUKLAR VAR'
Raporda, "4 numaralı 2 şerefeli minarenin durumu" başlığı altında şu tespitlere yer veriliyor;

- Minarenin ikinci şerafesinin üstündeki bölüm, altında kalan bölüme göre yatayda 3-5 santim kaymış.
- Burdaki taşların stabilitesi kararlı değil.
- Taşlarda erime ve oyuklar var.
- Yüzeyi bozulan taşlarda uygun müdahale yapılmalı.
- Nitelikli bir yüzey temizliği yapılacak.
- Minare gövdesi taşlarında derz boşalmaları gözlendi.
- Bazı taşların arası görülebiliyor.
- Derzler özgün harca benzer özelliklerdeki bir malzemeyle onarılmalı.
- Düşük basınç altında yerleştirme yapılmalı.
- 2. şerefe üstündeki taşlar numaralandırılıp yeniden inşa edilmeli.

HÜNKAR MAHFİLİ DE CAMİYE KATILACAK
Sultan 1.Ahmet henüz 14 yaşındayken Osmanlı tahtına çıktığında İstanbul'un neredeyse tüm önemli tepeleri hünkar adlarına yapılan camilerle dolmuştu. O da Ayşe Sultan'a 30 bin altın vererek Sultanahmet Camii'nin yapılacağı yeri kamulaştırdı. İlk kazmayı bizzat kendisi 1609'da vururken; "Ya rab Ahmet kulunun  hizmetidir" diye dua etti. 7 yıl 5 ay 6 gün süren inşaat sonunda 6 minareli ilk cami açıldı.

Habertürk, Haber: Sultan Uçar, 31.10.2013

KIYMETİ BİLİNMEYEN 20 DUVAR MOZAİĞİ

 

 

Emlak Kredi Bankası tarafından 1947-1957 yılları arasında 4. Levent’te, mimarları Kemal Ahmet Aru ve Rebii Gorbon olan bir toplu konut projesi başlatıldı. Proje 100 hektarlık alanda 450 konuttan oluşu-yordu. Projeye bağlı olarak Konaklar Mahallesi’ndeki Akçam Caddesi ve bu caddeye bağlı sokaklarda bazı cephelerini süslemesi için birçok sanatçıya teklif götürüldü. Teklif götürülen sanatçılar ise dönemin usta isimleri olan Bedri Rahmi Eyüboğlu, Nurullah Berk, Ferruh Başağa, Sabri Berkel, Ercüment Kalmık ve Eren Eyüboğlu’ydu. Bu ustaların ellerinden çıkma 20 dev mozaik işlendi duvarlara. Cumhuriyet sonrası İstanbul’un kamusal alandaki ilk sanat örneklerini oluşturan bu mozaikler, Akçam Caddesi ve bu caddeye bağlı sokakları adeta açık hava müzesine dönüştürmüştü.  

 

Bir zamanlar mimarının amacının sadece bina yapmak olmadığı, bir çevre yaratmak gibi bir hedefleri olduğunun kanıtları olan bu mozaikler ne yazık ki zamanla unutuldu. Unutulmakla kalmadı 20 eserin 7’si montalama altında kaldı; altısının üzeri tabela ve reklam panolarıyla kapatıldı; iki tanesinin ise baca, sundurma, klima ve ben-zeri unsurlarla tahrip edildi. Nurullah Berk’in yaptığı bir duvar mozaiğinin ise vitrin açma amacıyla yıkılarak yok edildiği saptandı. Sadece 4 mozaik iyi durumdaydı.

 

Beşiktaş Belediyesi, elli yılı aşkın süredir kimsenin araştırmadığı bu önemli eserleri gün ışığına çıkarmak için geçen yıl bir proje başlattı. Proje kapsamında mozaiklerin cephelerde algılanabilmesi için boya renklerinden, eserlerin rölövelerinın alınmasına, restorasyon projelerine kadar ayrıntılı bir çalışma yapıldı. Belediye, 2012 yılı sonunda yirmi mozaiğin tamamının koruma altına alınmasın sağladı. İstanbul III. Numaralı Koruma Bölge Kurulunun aldığı kararın ardından, mozaiklerin üzerini kapatan ekler söküldü. İlk olarak Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun reklam panosu altında kalan iki mozaiği; bir restoranın kış bahçesinin içinde kaybolmuş Ferruh Başağa’nın mozaiği ve Eren Eyüboğlu’nun yarısı tabela altında gizlenmiş mozaiği gün ışığına çıkarıldı. Sabri Berkel’in üç mozaiği ve Ercüment Kalmık’a ait bir mozaik daha gün ışığına çıkacak. Projenin hedefi yıl başında İstanbul’u ‘eski’ sokak müzesine kavuşturmak.  

 

RÖLÖVE NEDİR?

Rölöve, bir yapının, kent dokusunun veya arkeolojik kalıntının yakından incelenmesi, belgelenmesi, mimarlık tarihi açısından değerlendirilmesi ve restorasyon projeleri hazırlanabilmesi için binanın iç ve dış mimarisine, özgün dekorasyonuna ve taşıyıcı sistemi ile yapı malzemelerine ait mevcut durumunun ölçekli çizimlerle anlatımıdır.

 


Tabelanın mozaiği kapatan bölümü kaldırıldı. (Eren Eyüboğlu)

 


Bedri Rahmi Eyüboğlu

 


Sabri Berkel

Evrensel, Haber: Nazife Yaşar, 31.10.2013

SFENKS KOPYALARI GERÇEĞİNİ ARATMIYOR

 

Medeniyeti'nin başkenti Hattuşa'da yürütülen kazı çalışmaları sırasında bulunan ve 1917 yılında restorasyon amacıyla Almanya'ya götürülen, yoğun diplomatik çalışmaların ardından 94 yıl sonra ana yurduna getirilebilen Boğazköy inin kopyası, Hattuşa'daki sfenksli kapıya yerleştirildi.

 









 

Medeniyeti'nin başkenti Hattuşa'da yürütülen kazı çalışmaları sırasında bulunan ve 1917 yılında restorasyon amacıyla Almanya'ya götürülen, yoğun diplomatik çalışmaların ardından 94 yıl sonra ana yurduna getirilebilen Boğazköy inin kopyası, Hattuşa'daki sfenksli kapıya yerleştirildi.

 

Alman Arkeoloji Enstitüsü adına kazı çalışmalarını yürüten Kazı Başkanı Doç.Dr. Andreas Schachner, AA muhabirine yaptığı açıklamada, 1917 yılında restorasyon amacıyla Türkiye'den Almanya'ya götürülen Boğazköy sfenksinin, Kültür ve Turizm Bakanlığının girişimleri sonucu 94 yıl sonra ana yurdu Hattuşa'ya getirildiğini anımsattı.

Önceki yıl Türkiye'ye getirilen ve İstanbul'da bakım çalışmaları yapılan Boğazköy sfenksinin, İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde sergilenen diğer sfenksle Boğazkale'ye getirildiğini anltana Schachner, her iki sfenksin de Boğazköy Müzesi'nde sergilenmeye başlandığını söyledi.

Yıllar sonra anavatanına dönen Boğazköy sfenksinin, Hattuşa'daki Yer Kapı'nın bulunduğu yığma tepenin orta noktasından çıkarıldığını dile getiren Schachner, "Buradan toplam 4 sfenks çıkarıldı. Bunlardan biri Almanya'dan getirilen, diğeri ise İstanbul Arkeoloji Müzesinde sergilenirken Boğazkale'ye getirilen sfenkstir. Biri bir yangın sonucu tamamen yok olmuş, diğeri ise büyük tahribat gördüğü halde orijinal yerinde durmaktadır" dedi.

Sfenkslerin orijinallerinin Boğazkale Müzesinde sergilenmeye başlanmasının ardından Yer Kapı'daki ait oldukları bölgeye birer kopyalarının yapılması için çalışmalara başladıklarını ifade eden Schachner, şöyle konuştu:
"Sfenkslerin, 1907 yılındaki orijinallerinin bulunduğu bölgeye yerleştirilmeleri, kazı ekibi olarak bize düştü. Daha önce İstanbul'daki müzede sergilenen sfenksin kopyasını, çıkarıldığı alana yerleştirmiştik. İstanbul Arkeoloji Müzesi ile İstanbul'dan bir firmanın desteğiyle bu yıl da diğer
sfenksin kopyasını yerleştirdik. Böylece her iki eserimiz de 1907 yılında bulundukları alana konulmuştur. Bu benim en büyük hayalimdi. Sfenkslerin ait oldukları noktalara yerleştirilmesi Hattuşa'ya yeni bir odak noktası kazandırdı."

Hattuşa'ya gelen ziyaretçilerin, sfenkslerin orijinallerini Boğazköy Müzesinde inceleyebildiklerini anlatan Schachner, "Buraya gelerek de bulundukları yerleri görebiliyor, eserlerin coğrafi çevresi ve şehir ile olan ilişkisini anlayabiliyorlar. Bu beni ve kazı ekibimizi çok mutlu ediyor" ifadelerini kullandı.

"Sfenksler, gösteriş için inşa edilmiş"
Schachner, sfenkslerin bulunduğu Yer Kapı'nın, anıtsal şehir kapılarından olmadığını, sadece yayaların kullandığı küçük bir kapı olduğunu söyledi.

Sfenkslerin bulunduğu noktanın şehrin tacı konumunda bulunduğunu ifade eden Schachner, "Burası adeta şehrin tacı konumunda. Etrafımızda 28 tapınak bulunuyor. Burada törenler ve ayinler yapılıyordu. Bu sfenksler, 15-20 kilometre uzaklıktan görülebiliyordu. Medeniyetin gücü ve muhteşemliği etrafa gösteriliyordu. Yani sfenksler, gösteriş için inşa edilmiş" diye konuştu.

Sabah, 30.10.2013

AMASYA'DA 2 BİN YILLIK TANRIÇALI MOZAİK BULUNDU

 


'da yapılan kazılarda ne ait belediye veya meclis binasına ait olduğu tahmin edilen yaklaşık 2 bin yıllık tanrıça motifli taban leri bulundu.

 

Yaklaşık 80 metrekare genişliğindeki mozaiğin üzerinde daha önceki kazılarda örneği görülmeyen 'KTICIC' ve 'IIAPE BOAH' yazılı iki figürün bulunduğunu belirten Müzesi Müdürü Celal Özdemir, birbirine karşılıklı bakar durumda tasvir edilmiş tanrıça figürlerinin bulunmasının ilginç bir hikayesinin olduğunu söyledi.

İmam Hatip Lisesi mevkisinde yol kenarında kaçak kazı yapıldığı bilgisini almaları üzerine işlemlerin ardından kazının üstünü örtmeye çalıştıkları esnada iş makinesine parçalarının takıldığını anlatan Celal Özdemir, 'Biz burada yapıların olduğu biliyorduk zaten. Ama tabanının mozaikli olduğunu bilmiyorduk. Bizim için sürpriz oldu' dedi.

Yaklaşık3 ay önce Yavru Köyü yakınlarındaki kazılarda iki mozaik bulunduğunu, yeni bulunan mozaiğin ise diğerlerinden farklı ve nadir figürlere sahip olduğunu belirten Özdemir, ''KTICIC' mozaiği genelde , erken Roma dönemi ve Bizans dönemindeki yapıların, vakıf eserlerinin üzerine binayı, yapıyı korusun diye yapılmış bir tanrıça. Diğer mozaikte yuvarlak madalyon içerisinde 'IIAPE BOAH' yazıyor. Biz bunun belediye meclis binası, resmi bir yapı olduğu kanaatine vardık' diye konuştu.

Müze Müdürü Özdemir, Kültür ve Turizm Bakanı Müsteşarı Özgür Özarslan'ın direktifleriyle devam eden kazıların Amasya tarihi için önemli olduğunu kaydetti.

Mozaiğin bulunduğu alanda Kültür ve Turizm İl Müdürü Ahmet Kaya ve diğer yetkililerle birlikte incelemelerde bulunan Amasya Valisi İbrahim Halil Çomaktekin ise, 'Amasya'nın her tarafından tarih fışkırıyor. Sahip olduğumuz yer altındaki serveti, insanlığın mirası olan yer altındaki bu değerleri bulup insanlarımızın hizmetine ve tanıtımına sunacağız' şeklinde konuştu.

Sabah, 30.10.2013

ZEİD'DEN 4.6 MİLYONLUK REKOR

 

 

Türk sanatçı Fahrelnisa Zeid’in dün Christie’s Dubai Müzayede Evi tarafından, Modern ve Çağdaş Ortadoğu Sanatı Eserleri müzayedesinde satışa çıkarılan ‘Break of the Atom and Vegetal Life’ (Atomun Parçalanışı ve Bitkisel Hayat) tablosu 2 milyon 300 bin dolara satılarak çağdaş Türk resminde rekor kırdı.

 

Zeid’in oğlu ve Ürdün prensi Raad Bin Zeid’in koleksiyonundan çıkan tablo için tahmini fiyat 3-5 milyon dolardı. Açık arttırma 1 milyon 600 bin dolarla başladı, sonunda satış 2 milyon 300 bin dolara (yaklaşık 4 milyon 570 bin lira) vergilerle 2 milyon 700 bin dolara, (yaklaşık 5 milyon 360 bin lira) gerçekleşti. Böylece Erol Akyavaş’ın 2013’te 2 milyon 300 bin TL’ye satılan ‘Kabe’sinin rekoru kırıldı. 1962 tarihli eserin yanı sıra müzayedede yer alan ve Türk sanatçılara ait diğer eserler; Murat Pulat’ın 32 bin dolara satılan ‘Kesik’i ile Ramazan Bayrakoğlu’nun alıcı bulamayan ‘Browns’uydu. 

Hürriyet, 30.10.2013

 

******


REKOR KIRAN TABLOYU ZAFER YILDIRIM ALDI

 

Dubai’de Christie’s Müzayede Evi tarafından önceki akşam düzenlenen müzayedede satılan Fahrünnisa Zeid’in 1962 tarihli tablosu “Atomun Parçalanışı ve Bitkisel Hayat”ı Orjin Group ve İstinye Park ortaklarından, sanat koleksiyoncusu Zafer Yıldırım aldı. Zeid’in tablosu 2 milyon 741 bin dolar (yaklaşık 5 milyon 450 bin lira) ile en pahalı çağdaş Türk resmi oldu. Daha önce bu unvan, Erol Akyavaş’ın bu yıl satılan ve 2 milyon 900 bin lira fiyatlı “Kabe” adlı eserine aitti. 2009 yılında Yıldız Holding Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker’in satın aldığı Burhan Doğançay’a ait “Mavi Senfoni” de vergileriyle birlikte 2 milyon 800 bin lira fiyatla üçüncü sırada yer alıyor.

Zafer Yıldırım’ın koleksiyonerliği 20 yıl öncesine dayanıyor. Hem dünyada, hem de Türkiye’de sanata yaklaşımın daha çekingen olduğu dönemlerde resim ve hat eserleri toplamaya başlayan Yıldırım, şu anda 800 parçalık bir koleksiyona sahip. Türk hat sanatçısı Emin Barın’ın yaklaşık 200 parçalık koleksiyonu da Zafer Yıldırım’ın koleksiyonunda bulunuyor.


Zafer Yıldırım, özellikle Zeid’in bu tablosunu Türkiye’ye geri getirmiş olmaktan dolayı çok mutlu. Dün görüştüğümüzde de bunu ifade etti ve böyle önemli bir eseri sanatseverlerle de paylaşmak istediğini söyledi.

Fahrünnisa Zeid’in tablosu 5.5 metre en, 2.1 metre boya sahip ve ölçüleri de sergilemek için özel bir alanı şart koşuyor.

 

FRANSA’DA ‘FAHRELNİSA’ İMZASINI KULLANDI
Birçok sanatçı yetiştiren Şakir Paşa Ailesi’nin ortanca kızı olan ve 14 yaşında resim yapmaya başlayan Fahrünnisa Zeid (1901-1991) bu satış ile Ortadoğu’da en yüksek fiyata satılan eserin sahibi olan sanatçı unvanını da kazandı. “Atomun Parçalanışı ve Bitkisel Hayat” sanatçının olgunluk dönemine ait bir eser. Fahrünnisa Zeid, soyadını Kral 1. Faysal’ın kardeşi ve dönemin Irak büyükelçisi olan Emir Zeid’le evlendikten sonra aldı. Modern üslupta önemli bir ressam olarak tanındığı Fransa’da “Fahrelnisa” adını kullandı. 

EN PAHALI ÇAĞDAŞ TÜRK RESİMLERİ
“Atom ve Bitkisel Yaşam Arasında” Zeid 5 milyon 450 bin TL
“Kabe” Erol Akyavaş 2 milyon 900 bin TL
“Mavi Senfoni” Burhan Doğançay 2 milyon 800 bin TL
“En-el Hak” Erol Akyavaş 2 milyon 780 bin TL

Habertürk, Haber: Esen Evran, 31.10.2013

TAKSİTLE ÇAĞDAŞ SANAT

 

 

Fiyatlar, artık çağdaş sanata merakı olan ve koleksiyonerliğe ilk adımı atmayı amaçlayanların gözünü korkutmayacak. Bu sene Contemporary Istanbul’da taksitle alışveriş mümkün.

 

BU yıl 7-10 Kasım tarihleri arasında İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda düzenlenecek olan 8’inci Contemporary Istanbul’da sanatseverler taksitle eser alma fırsatı bulacak. Contemporary Istanbul’un ana sponsorluğunu üstlenen Akbank Private Banking, sanat koleksiyonerliğinin üst gelir grubunun altına da hitap etmesini destekleyecek. Akbank Private Banking’den Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Saltık Galatalı, Akbank’ın bir yandan fuarın düzenlenmesine destek olurken, bir yandan da fuarda yer alan galeriler için POS hizmeti vereceklerini söyledi. Galatalı, “Bu hizmetimizle yalnızca üst gelir grubu değil, çağdaş sanata merakı olan ve koleksiyonerliğe ilk adımını atmayı amaçlayan müşterilerimiz de kredi kartlarıyla taksitle sanat eseri alabilecekler” dedi.

 

FİKİR VE KÜLTÜR ALIŞVERİŞİ

Yedi yıldır fuarın ana sponsorluğunu üstlenen Akbank Private Banking ayrıca şubesi olan illerde çağdaş sanat sohbetleri düzenleyecek. Galatalı, Contemporary Istanbul’un hızlı büyümesinden mutlu olduklarını belirterek şunları söyledi: “Art Basel ve Art Dubai’de ortak resepsiyonlar düzenleyerek yabancı koleksiyoner ve galerilerle iletişim ve karşılıklı fikir ve kültür alışverişi sağlıyoruz. Türkiye’de de fuar süresince VIP Lounge’a davet edilen müşterilerimiz ve VIP programlarla Contemporary İstanbul Uluslararası Çağdaş Sanat Fuarı’nın mümkün olduğunca çok kişiye ulaşmasına destek oluyoruz.”

 

92 galeri katılacak

8. Contemporary Istanbul bu sene 650 sanatçı, 3000 eser, 21 ülkeden 92 çağdaş sanat galerisi ile beraber 70 binden fazla ziyaretçiyi ağırlayacak. Dünyanın en önemli galerileri arasında yer alan Marlborough Gallery/New York; Galerie Lelong/Paris; Andipa Gallery/London; Opera Gallery/ Cenova; Galeria Filomena Soares/Lizbon; Galeria Javier Lopez/Madrid; Senda Gallery/İspanya; Michael Schultz/Almanya; Klaus Steinmetz/Kosta Rika ve Türkiye’den Dirimart, Galerist, Galeri Mana, Galeri Nev, Pi Artworks, Rampa, x-ist katılımcı galeriler arasında olacak. Contemporary Istanbul 8’inci senesinde yurtdışından birçok koleksiyoner grubunun da uğrak noktası olacak.

Hürriyet, 30.10.2013

RAKAMLARLA ÇAĞDAŞ SANAT

 

Artprice.com bu yılki çağdaş sanat pazarı raporunu yayınladı. Her yıl ekim ayında yayınlanan rapor tamamen dünyanın farklı kıtalarında yaşanan müzayede satışları sonuçlarından yola çıkarak hazırlanıyor. Yani rakamlarla çağdaş sanat ekonomisinin haritasını çiziyor. Çağdaştan kastedilen de rakamsal. 1945 yılı sonrası doğanlar çağdaş sanatçı sayılıyor. Sitenin kurucusu heykeltıraş Fransız Thierry Ehrmann, rapora yazdığı giriş metninde çağdaş teriminin artık iki aktif kuşağa işaret ettiğine dikkat çekiyor. Bilinenler, hali hazırda tanınanlar ve yükselenler...  Özellikle Avrupa’nın yaşadığı ekonomik krizin, satışları geçtiğimiz yıla oranla düşürdüğünü ifade eden rapor, bu anlamda en çok İspanya’nın çektiğine dikkat çekiyor. İspanya’da 2013 yılı itibariyle satışa çıkan eserlerin yüzde yetmişi satılmamış. Pazar geçen yıla oranla yüzde altmış iki küçülmüş. Bu da şu anlama geliyor. Modern eserlerini elden çıkaran pek çok koleksiyoner olmasına, çağdaş genç sanatçı ve galericilerin hayatının giderek daha zorlaştığına... Londra ve Paris, uluslararası alıcının 2013 yılında da gözdesi olmaya devam ederken İtalya’da da durumlar doğrusu hiç iç açıcı geçmemiş.

AmerikaÇin mi?
Dünyanın müzayedelerde en çok satılan sanatçısı bir ressam... Ne yazık ki 27 gibi erken yaşta ölen, bir Rock star gibi yaşadığı hayatıyla çağdaş sanatın bize yaşattığı paradokslarına örnek bir isim... Geçen yıl da olduğu gibi bu yılın da en çok satan ressamı Jean Michel Basquiat. 162 milyon Euro’luk satışıyla... Onu, Basquiat’nın aksine yaşarken ünün ve paranın tadını çıkaran Jeff Koons takip ediyor. Laleleri bugün bronz bir Giacometti’den çok daha pahalı. Üçüncü sıradaki Peter Doig’in 2.7 milyon Euro’luk satışta Dali’ye geçmesi o yüzden şaşırtmamalı! Amerika’da en çok satan sanatçılar listesinde sekizinci sırada şu sıralar SSM’de konuk olan Anish Kapoor bulunuyor. Dokuzda Rudolf Stingel ve onda George Condo var. Geçtiğimiz yıl Amerika’da çağdaş sanat adına bir zafer yaşanmış. Modern alımlarıyla tanınan Amerika, bu yıl çağdaş sanat satışıyla dünya pazarının yüzde 21.7’sini oluşturuyor. Dünyanın en çok satan ilk 100 sanatçısının Amerikalı, 42’sinin de Çinli olduğunu hemen belirtelim. Asya pazarının çoğuna, tam yüzde doksanına ise Çin sahip. Hong Kong ise dördüncü sırada. Beijing’den hemen sonra Paris’ten önce geliyor... 97.2 milyon Euro’luk pazara sahip.

İstanbul mu Dubai mi?
Raporda şehirler müzayedelerinde yaptıkları toplam satışlar üzerinden de listelenmiş. Elbette ilk sırada New York var. Onu Londra ve Beijing takip ediyor. New York ilk sırayı 344.475.704 Euro’luk satışıyla alabilmiş. Stockholm, Singapur ve Doha’yı geride bırakan İstanbul’da, 2013 yılında müzayedelerde çağdaş sanat toplamda 6 milyon 781 bin Euro etmiş. On beşinci sırada Dubai var. 4 milyon 339 bin Euro’yla... Yine müzayedelerde en çok paraya satılan sanatçılara ve onların arasındaki Türkiyelilere gelince... Dünyanın en çok satan 500 sanatçısı listesinde Ai Weiwei mesela 150. sırada. Thomas Ruff 144, Francis Alys 133, Kemal Önsoy 124, Enki Bilal 96, Banksy 58, Taner Ceylan 230, Canan Tolon 250, Azade Köker 338, Ahmet Oran 345. sırada yer alıyorlar. Rakamlarla çağdaş sanat yazmak da konuşmak da açıkçası hiç keyifli değil. Lakin bu rakamsal haritanın karşısına geçip derinlikli bir kültürel analiz yapmak da zaruri. Bunu, yani sanat dünyasının rakamlarından yola çıkarak rakamsız analizini önümüzdeki günlerde yapacağız, siz hiç merak etmeyin!

Milliyet, Yazı: Ayşegül Sönmez, 30.10.2013

İLLER BANKASI'NDAN KÜLLİYE RESTORASYONUNA 6 MİLYON TL KREDİ

 



İller Bankası, Hatay'ın Payas İlçesi'ndeki Sokollu Mehmet Paşa Menzil Külliyesi'nin restorasyonu için 6 milyon TL kredi sağladı. Külliyenin restorasyon çalışması önümüzdeki ay tamamlanarak hizmete girecek.

 

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın ilgili kuruluşu olan İller Bankası, tarihi eserlere sahip çıkıyor. Hatay'ın Payas İlçesi'nde yıllardır bakımsızlık ve ilgisizlikten kaderine terk edilmiş olan Sokollu Mehmet Paşa Menzil Külliyesi, İller Bankası'nın desteği ile yeniden hayata dönüyor.

 

Osmanlı Padişahı II. Selim zamanında döneminin ünlü sadrazamı Sokollu Mehmet Paşa tarafından Mimar Sinan'a yaptırılan ve 1571 yılında tamamlanan, bünyesinde 48 dükkan, hamam, han, cami ve sübyan mektebi, tabhane gibi mekanların yer aldığı külliye yıllardır bakımsızlıktan kaderine terk edilmiş durumdaydı. Payas Belediyesi tarafından Vakıflar Genel Müdürlüğü'nden 49 yıllığına kiralanarak rölöve, restitüsyon çalışmaları ve restorasyon projeleri hazırlanan külliye için İller Bankası 6 milyon TL kredi sağladı. İlbank Adana Bölge Müdürlüğü, ayrıca restorasyon uygulamasının projesine uygun olarak yapılması için Payas Belediye ile birlikte teknik kontrollüğünü de üstlendi.

 

İller Bankası Genel Müdürü Tuncay Karaman, İlbank olarak tarihi eserlere sahip çıktıklarını vurgulayarak, "Bu önemli projenin her adımında olmak bizleri mutlu ediyor. Böyle bir projenin Hatay ve ülkemiz turizmine kazandırılması ayrıca önemli. Daha önce de Zeugma gibi büyük projelerde yer almıştık. Dolayısıyla yerel yönetimlerimizin bu yöndeki projelerini önemsiyor, bundan sonra da destek sağlamaya devam edeceğimizi ifade etmek istiyorum" diye konuştu.

Projede sona yaklaşıldığını kaydeden Karaman, önümüzdeki aylarda çalışması tamamlanacak olan külliyede tabhane odalarının otel, han bölümünün restoran ve arastanın ise çarşı olarak değerlendirileceğini ve çeşitli sergi alanları oluşturacağını bildirdi.

haberler.com, 30.10.2013

'HURRİLERİN' İZLERİ İSTANBUL'DA

 

 

Küçükçekmece Gölü havzası içindeki Bathonea antik kent kazılarında bulunan erken Hitit, diğer adıyla ‘Hurri izleri’, yılın en büyük keşfi olarak nitelendiriliyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı izniyle devam eden kazılardaki bu keşifle, Avrupa kıtasında ilk defa Hitit izlerine rastlandı. Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik, “ İstanbul ’un aydınlanmayı bekleyen bir dönemini ortaya çıkarıyoruz” dedi. Tanrı ve tanrıça olarak iki ayrı yerde ele geçen demir heykelcikler, Kazı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Şengül Aydıngün’ü heyecanlandırdı: “Mezopotamya orijinli eserler İstanbul’un karanlık dönemi olarak bilinen MÖ 17 ve 15. yüzyıllarına tarihlenmektedir. MÖ 2000’e tarihlenen yine Mezopotamya kaynaklı bitümen (zift), kalay ve seramik parçaları da ele geçti.”

Mezopotamya orijinli
İstanbul’daki arkeolojik kazılar şaşırtmaya devam ediyor. Yenikapı ve Pendik’teki neolitik dönem bulgularından sonra Küçükçekmece Gölü havzasında devam eden ‘Bathonea’ kazısında Hurrilerin İstanbul’da izlerine rastlandı. Avrupa kıtasında Hurri yani erken Hitit izlerine ilk defa rastlanıyor. Son yılların en önemli keşfi olarak nitelendirilen buluntular, arkeoloji dünyasını ayağa kaldıracak nitelikte.


İki Hurri figürini, bitümen (zift, petrolün ham hali), kalay buluntuları ve seramik parçaları MÖ 1800’lü yıllara yani erken Hitit dönemine tarihleniyor. Bitümen sadece Mezopotamya’da çıkıyor ve gemilerin su geçirgenliğini engelliyor. Uzak deniz ticareti bu sayede gelişiyor. Petrol sadece bu bölgede çıktığı için bitümenin başka bölgelere taş kalıp halinde ticareti yapılıyor. Kalay, Tunç Çağı başlangıcında altından bile çok değerli. Kazılarda küp içinde rastlanan kalay, figürinlerin çıktığı yerde bulundu. Kalayın da Asurlular tarafından ticaretinin yapıldığı biliniyor. Ayrıca bu yılki kazılarda aynı yerde 301 tane de ‘Unguanterium’ denilen kutsal su, merhem ya da parfüm için imal edilmiş küçük pişmiş toprak şişeler ele geçirildi. MS 5-6. yüzyıllar arasında üretilen bu küçük şişeler ilk defa bir kazıda bu kadar çok bir arada bulundu.

Tanrıça ve tanrı
Küçükçekmece Gölü etrafında kazılar 2007 yılında yüzey araştırmasıyla başladı. Çalışma, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın izni ve İstanbul Valiliği’nin maddi desteğiyle 2009’da Bakanlar Kurulu kararıyla Yrd. Doç. Şengül Aydıngün başkanlığında bilimsel kazılara çevrildi. Dört yılda İstanbul’un bilinmeyen pek çok önemli yapısı ile aydınlanmayı bekleyen konular gün ışığına çıkarıldı.
Ancak bu yılki buluntular kazı ekibini bile çok şaşırttı. Bazilikal tipte bir dini yapının temelleri kazılırken bulunan Hurri tipi tanrıça heykelciği, 5.4 cm boyunda ve 14 gram. Demirden ve özel kalıpla üretildiği sanılan heykelcik yüzyıllar içinde korozyona uğramış. İkinci heykelcik ise 6.1 cm boyunda, 11 gram. Erkek tanrı heykeli de döküm tekniğiyle üretilmiş.


Kapı eşiklerinde, yapı temellerinde, ocak altlarında ele geçen bu tür eserler yapı adak heykelciği olarak adlandırılıyor. İçlerinde nikel olmadığı belirlendiğinden meteor demiri değil, cevherden kazanılan demirden üretildiği anlaşılıyor. En erken örnekleri Güney Mezopotamya’da MÖ 3000 yıllarında Erhanedanlar döneminde ortaya çıktı. Bu gelenek MÖ 18. yüzyıl başına kadar devam etti. Türkiye ’deki kazılarda benzer örnekleri Güneydoğu Anadolu ’da Alalah, Tilmen Höyük ve Zincirli Oylum Höyük’te bulundu.

 

Bakan Çelik: Yeni bir sayfa açıldı

Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik: Ülkemiz pek çok medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Üzerinde yaşadığımız topraklar tarih açısından oldukça bereketlidir. İstanbul’da Hitit izlerinin bulunması ve bunun ilk defa ortaya çıkması da bu açıdan bizi çok memnun etti. Kazılarda bulunan iki figürin Hitit ve Hurri dönemine ait. Bu izler bizi 4 bin yıl öncesine götürüyor. İstanbul’un aydınlanmayı bekleyen bir dönemini ortaya çıkarıyoruz. Gelecek yılki kazılar için daha da heyecanlanıyor ve umutlanıyoruz. Bu arkeolojik kazıların turizme de olumlu katkı sağlayacağından hiç kuşkum yok. Kazılara büyük önem ve destek veriyoruz. Bu yıl 30 milyon liranın üzerinde destek sağladık. Tarihi aydınlatan bu önemli çalışmalara desteklerimiz artarak devam edecek. Elde edilen yeni verilerle İstanbul’un ve Anadolu’nun kültürel derinliğinde yeni bir sayfa açılmış oldu. Bu heyecanı herkesle paylaşıyoruz.

 

Her yer çalılık ve ağaçlıktı

İstanbul İl Kültür Turizm Müdürü Prof.Dr. Ahmet Emre Bilgili: 2007 yılında yüzey araştırması için geldiğimizde her yer çalılık ve ağaçlıktı. Bu günleri göreceğimizi açıkçası ummuyordum. Ancak hocamıza güvendik, destekledik. Sayın Bakanımız ve Sayın Valimize teşekkür ediyoruz. Onların desteği ile İstanbul yeni bir tarihi yarımadaya kavuştu. Hurrilerin İstanbul’da izlerinin bulunması ve bunun bilim dünyasında ilk defa ortaya çıkması bu kazının ne denli önemli olduğunu ortaya çıkarıyor. Hititlerin Avrupa’da bulunan ilk izlerine ulaşmak büyük bir keşif. Gelecek yılki kazılar için daha da heyecanlanıyor ve umutlanıyoruz.

 

Kronolojik olarak karanlık bir dönem

Kazı Başkanı Yrd. Doç.Dr. Şengül Aydıngün: Biz 2007 yılında İstanbul’un tarihöncesi çağlar araştırmasına başladık. Çünkü Pendik’ten, Fikirtepe’den, Yarımburgaz’dan ve Marmaray kazılarından, ilk neolitik toplulukların yaşadıklarını biliyoruz. Bu toplulukların 1000-1500 yıl kadar izleri kalmış. Onların izleri kaybolduktan sonra ise MÖ 7. yüzyılda Yunanistan’dan gelen Megaralıların kurduğu Kalkedon (Kadıköy) ve İstanbul’un merkezindeki Bizantiyon kentlerini biliyoruz. Arada büyük bir kronolojik boşluk var. Yunanistan’da Mikenler, Akalar, Batı Anadolu’da Arzava, Orta Anadolu’da Hititler, Güneydoğu’ya doğru Hurriler, Asurlar, Mısır devletlerinin bulunduğu bir dönem MÖ 2000 ve bu döneme ait İstanbul’da hiçbir iz yok. Kronolojik olarak karanlık bir dönem var. Bulduğumuz iki figürin çok tipik erken Hitit ve Hurri dönemine ait diyebildiğimiz heykelcikler. İstanbul’da ilk defa bu döneme ait heykelcikler bulundu. Hitit izleri en batıda İzmir ve Troya’da ele geçmişti, Trakya’da ilk defa bulundu. İki figürinin yanında Mezopotamya kaynaklı MÖ 2000’li başka izler de görüyoruz. Özellikle bitümen topluluğu ele geçti, bazı kaplarda kalay bulundu. Butimen ham zifttir, Mezopotamya kökenli. Kalay da Asurlular tarafından Uzakdoğu’dan getirildi ve Anadolu’ya ihraç ettiler.

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 30.10.2013

TARİHİ YALI KÜL OLUYORDU

 

 

Koceli'nin Gölcük İlçesi'nde bulunan tarihi bir ahşap yalıda çıkan yangın, itfaiye erleri tarafından söndürüldü.

 

Gölcük İlçesi Değirmendere'de bulunan ve kullanılmayan tarihi bir yalıda yangın çıktı. Alınan bilgiye göre, Değirmendere Yalı Mahallesi'nde bulunan ve kullanılmayan 2 katlı tarihi ahşap yalıdan dumanlar çıktığını gören çevredeki vatandaşlar, durumu hemen itfaiye erlerine haber verdi. Kısa sürede olay yerine gelen itfaiye ekipleri yangına müdahale ederek alevleri büyümeden söndürdü. Yangının tarihi evin alt katında başladığı ve aniden yükseldiği belirtildi. Yangına çevrede bulunan madde bağımlılarının yol açmış olabilecekleri iddia edildi. Tarihi yalının Gölcük Belediyesi tarafından yapılacak olan Turizm Koridoru projesi içinde yer aldığı ve restorasyonları için Anıtlar Yüksek Kurulu'ndan onay bekledikleri öğrenildi. Yangın nedeniyle tarihi yalıda maddi hasar meydana gelirken, polis ekipleri olayla ilgili soruşturma başlattı.  

Kocaeli Kent Haber, 29.10.2013

3 BİN YILLIK KÖY KALINTILARI BULUNDU

 

 

Ilısu Barajı HES kurtarma kazıları kapsamında Beşiri’ye bağlı Işıkveren Köyü'nde 5. sezonuna giren Grê Emer Höyüğü kazılarında MÖ bin yıllık dönemde aynı alanda kurulmuş 4 köy veya kasaba bulundu. Kazıda ayrıca 3 bin yıl öncesine ait korunmuş taş evler, teraslar ile dokuma atölyelerine rastlandı. Grê Emer Höyüğü Kazıları Bilimsel Danışmanı, Koç Üniversitesi Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Yard. Doç.Dr. Gül Pulhan, kazılara ilişkin yaptığı açıklamada, bu yıl 5'inci sezona girilen Greamer Höyüğü kazılarında MÖ bin yıllık dönemde üst üste yerleşmiş 4 köy ya da kasaba bulduklarını söyledi. Garzan Çayı'nın doğu yamacındaki yerleşim biriminde bu günden 3 bin yıl öncesine ait büyük bir yerleşim alanını kazdıklarını ifade eden Pulhan, o dönemde çok iyi korunmuş taş evleri muhafaza edilmiş şekilde bulduklarını belirterek "Burada adeta bir erken demir çağı mahallesi var" dedi. Pulhan, bu mahallelerin hepsinin höyüğün doğu yamacında Garzan manzaralı olduğunu ifade ederek “Kendi aramızda buna Garzan konakları diyoruz. Bu bizim için çok önemli. Çünkü bu dönemde arkeologlar olarak özellikle Dicle bölgesinde bu tarz yerleşik bir hayatın olmadığını düşünüyorduk. Halbuki biz burada tarım ve başka faaliyetlerle uğraşan çok yerleşik bir hayatın izlerini bulduk. Şu ana kadar 6 tane yan yana büyük kil tekneye rastladık. Aşağı yukarı her yerden dokumacılıkla ilgili arkeolojik bulgulara rastlıyoruz. Belki kumaş belki de derileri boyadıkları bir yerdir. Kazılarda elde ettiğimiz bulgular o dönemlerde insanların dokumacılıkla ilgilendiklerini ortaya koyuyor" dedi.

Batman Gazetesi, 29.10.2013

UNESCO MARDİN'İ İNCELEDİ

 

 

2014 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne alınmak için başvuru yapak olan Mardin’de incelemelerde bulunmak üzere tarihi kentte gelen UNESCO heyeti Vali Dr. Ahmet Cengiz ile bir araya geldi.

 

Mardin'de yapılan Tarihi Dönüşüm Projesini yerinde inceleyen UNESCO heyeti daha sonra Mardin Valisi Dr. Ahmet Cengiz'i makamında ziyaret etti. Aralarında UNESCO Dünya Kültür Mirası Merkez Başkanı Prof.Dr. Bernd Van Droste, ve UNESCO üyelerinin bulunduğu yaklaşık 20 kişilik ekip Mardin Valiliği toplantı salonunda Mardin Valisi Dr. Ahmet Cengiz, ve kamu kurum müdürleri ile Mardin'in UNESCO'ya başvurusu konusunda toplantı düzenlendi.

 

Mardin'de yapılan Tarihi Dönüşüm Projesi hakkında Vali Ahmet Cengiz'den bilgi alan heyet daha sonra Mardin'in UNESCO'ya başvurusu hakkında genel bir değerlendirme yaptı.

 

Mardin'in kültürel farklılıkları ile tarihi değerleri ile bir dünya kenti olduğunu belirten UNESCO Dünya Kültür Mirası Merkez Başkanı Prof.Dr. Bernd Van Droste, geçmişte Mardin'de yapılan betonarmenin kentin tarihi dokusunu bozduğunu söyledi. 2009 yılında başlatılan Tarihi dönüşüm Projesi ile Mardin'de beton binaların yıkıldığını gördüğünü ifade eden Droste ," Bu da çok olumlu bir gelişmedir. Mardin'in UNESCO'ya adaylık başvurursu süresince kendisine verilen ödevi yerine getireceğine inanıyorum." dedi.

 

7 bin yıllık tarihi geçmişi ile 30 medeniyete ev sahipliği yapan Mardin'i dünya kenti yapmak için Tarihi Dönüşüm Projesine büyük önem verdiklerini belirten Mardin Valisi Dr. Ahmet Cengiz ise, 2014 yılında UNESCO'ya başvurmak için elimizdeki olan ciddi projeleri tamamlamak için hızlı bir döneme girdiklerini ifade etti. Tarihi Dönüşüm Projesi ile Mardin sit alanında ilk etapta yaklaşık 560 beton bina yıkılacağını kaydeden Vali Cengiz, " Proje kapsamında şu ana kadar 150'nin üzerinde beton bina yıktık. Geri kalan binaları 2014 yılına kadar yıkmayı hedefliyoruz. Şehrin alt yapı çalışması yüzde 90'nı tamamlandı. Sokak ıslahı ve restorasyon çalışmaları büyük bir hızla devam ediyor. Birinci cadde boyunca yer alan bütün esnafların iş yerleri Avrupa Projesi kapsamında yaklaşık 9 milyon EURO ile tek tip olacak şekilde çalışmalar başladı. Bir yılda tamamlamayı hedefliyoruz."

 

UNESCO'ya başvuru için bize verilen görevleri yerine getirmek için ciddi bir çalışma temposuna girdiklerini anlatan Vali Cengiz, konuşmasına şöyle devam etti." UNESCO Dünya Mirası Listesine girmek uzun bir süreci kapsıyor. Bunun için bazı kriterlerin yerine getirilmesi gerekiyor. Yaklaşık 9 yıl önce Dünya Mirası Listesine girmek için bir başvuru yapılmıştı.

Ancak eksiklikler nedeniyle talebin reddedilme ihtimali olması nedeniyle daha sonra bu başvuru geri çekildi. Şu anda o eksiklerin giderilmesi için büyük çaba gösteriyoruz. Amacımız Mardin'i UNESCO'nun Dünya Miras Listesine taşıyabilmektir. Bunu başaracağız. Mardin yakın bir tarihte bu listede yer alacaktır. Bundan kimsenin şüphesi olmasın. " şeklinde konuştu.

 

2014 yılında adaylık başvurusunda bulunacak olan Mardin kendisine verilen bütün ödevleri yerinde incelemek için UNESCO heyeti sürekli Mardin'e gelip incelemelerde bulunacağı belirtildi.

Zaman, Haber: Şeyhmus Edis, 29.10.2013

ÇALINMASIN DİYE İÇİNE BETON DÖKTÜLER

 

 

Heykeller karşı vandalizm sadece Türkiye ’ye has bir mesele değil. ‘Medeniyetin beşiği’ İngiltere ’de, kamusal alandaki paha biçilmez heykeller sırf metal oldukları için çalınıyor. Geçen ay İskoçya’da Glenklin Heykel Parkı’ndan Henry Moore’un 3 milyon sterlin değerinde bir heykeli çalındı. Dünyanın en ünlü heykel sanatçılarından biri olan Moore’un daha önce de bir heykeli çalınmış ve eritilip elektrik malzemesine dönüştürüldüğü tespit edilmişti.


Londra ’daki Dulwich Park’tan da ‘pek sevilen bir heykel’, Barbara Hepworth’un ‘Two Forms’ (Divided Circle) adlı bronz çalışması 2011 yılında çalınmıştı. Polis yine milyonluk sanat eserini bulamadı. Birkaç bin sterlin kazanmak için hırsızlar tarafından eritildiği düşünülüyor. Parkta boş kalan yeri doldurmak isteyen kent yönetimi ise kamusal alana heykel dikmek için ne yapılması gerektiğine dair örnek alınacak bir yol benimsedi. Yeni heykele karar vermek için çağdaş sanat derneği Contemporary Art Society’i görevlendirdi. Dernek bir yarışma açtı, finale kalanları sergiledi, binlerce kişi bu sergiyi gezdi ve halkın da görüşlerini alarak Conrad Showcross’un, heykeline karar verildi.


İşin ilginci yarışmanın koşullarından biri ‘metal kullanılmaması’ydı. Ne de olsa Londra, milyonlar ödediği heykellerin çalınıp durmasından artık bıkmıştı. Ne var ki sanatçı Showcross amaca yönelik başka bir çözüm üretti. Heykel demir boru formundan oluşuyor, ama bütün boşlukları çimentoyla dolduruluyor. Böylece hem yerinden taşınamayacak kadar ağırlaşıyor hem de kolayca eritilip demiri ayıklanamayacak bir hale getiriliyor…


Royal Academy ödüllü 1976 doğumlu sanatçının eseri hakkında bir güzel detay da şu: Dulwich Park sakinlerinin arzu ettiği gibi insanların üzerine oturacağı, hatta tırmanacağı yani dokunup hemhal olacağı bir heykel olarak tasarlandı.

Radikal, 29.10.2013

GÜNAY'DAN AKM SİTEMİ

 

Bugün Türkiye'nin gündemi Marmaray... Sosyal medyadan, sokaktaki vatandaşa; gazetelerin manşetlerinden haber kanallarına herkes 'asrın projesi'ne kilitlendi.

Marmaray'ın 29 Ekim 2013'te açılacağı çok önceden duyurulmuştu. Ancak yine bu tarihte açılacağı duyurulan bir başka proje daha vardı. O da yıllardır çözüm bulunamayan Taksim'deki Atatürk Kültür Merkezi...

Önce yıkılması istendi, ardından 'restorasyon'da taraflar uzlaştı. AKM’nin restore edilmesi için Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Sabancı Vakfı arasında da sponsorluk protokolü imzalanmıştı. Bu doğrultuda restorasyon sürecinde Sabancı Vakfı, 30 milyon lira katkıda bulunacaktı. Geçen yılın Mayıs ayında Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, AKM'nin açılışının 29 Ekim 2013'e yetiştirileceğini açıkladı.

ÇALIŞMALAR DURMUŞTU
Çalışmaların devam ettiği sanılırken, Gezi olayları sırasında direnişçilerin AKM'ye girmesiyle restorasyonun sürmediği anlaşıldı.

Ardından Başbakan Erdoğan, bir televizyon programında "AKM'nin yıkılabileceğini, yerine yeni bir opera salonu projesinin geliştirilebileceğini" söyledi.

Kültür ve Turizm Eski Bakanı Ertuğrul Günay, gazetevatan.com'a konuştu. Günay, "Keşke AKM de bugün açılsaydı da çifte bayram olsaydı" dedi.

POLİS KARAKOLU GİBİ KULLANILIYOR
Eski Bakan, sözlerini şöyle sürdürdü: "Orası restorasyon için ihale edildi. Ancak Mayıs'ta durduruldu restorasyon. Nasıl ve hangi hukuki gerekçelerle durdurulduğunu bilmiyoruz. Ama şu an ki hali içler acısı... Polis karakolu gibi kullanıldığı söyleniyor ve bu beni gerçekten çok üzüyor. Başbakan'ın sözünü ettiği 'yeni proje' konusunda da bir gelişme yok ve AKM şu anda eskisinden daha kötü bir halde..."

2008'in haziran ayında boşaltılan AKM'nin akıbeti henüz belli değil.

Vatan, 29.10.2013

TARİHİ YARIMADA YAŞAYAN BİR HÖYÜKTÜR

 

 

Günümüz dünyasının birçok büyük kentinin geçmişi çok eskilere uzanır ve bu kentlerin varlığı, kimliği uzun geçmişleri ile şekillenir. İstanbul’da bu yerlerden biridir, tarihi yarımada yaşayan bir höyüktür. Kuşkusuz Marmaray ile sadece bir ulaşım projesine şahitlik etmedik, bu sayede kentin uzak geçmişine açılan bir kapıdan da içeri girme fırsatı bulduk. Marmaray ile yerleşik yaşamın başlangıç aşamasına, başka bir deyişle Marmara Bölgesi’ndeki Neolitik dönem topluluklarına ait eşsiz bilgiler elde edildi. Deniz seviyesinin altında, oksijensiz ortam sayesinde organik malzemelerden yapılmış eşyalar dahi oldukça iyi korunmuş halde günümüze ulaştı. Sadece Neolitik dönem için değil, Erken Bizans Dönemi Theodosius Limanı’nda kimileri kargosuyla birlikte 37 batık açığa çıkarıldı. 4.-11. yüzyıllar arasına tarihlenen, aralarında 30 yelkenli ticaret gemisi ile beş kürekli kadırga bulunan batıklar eski dünyanın bu büyük limanında yaşananların, ticaretin kayıtlarını bize ulaştırdı.

 

1990’lı yıllarda Yarımburgaz Mağarası İstanbul’daki yaşamın izlerini 800 bin yıl kadar öncesine taşımış; 60’lı yıllarda Fikirtepe ve Pendik’teki kazılarda yine Neolitik topluluklar ile karşılaşılmışken bunların hiçbiri Yenikapı’nın keşfi kadar etkili olmamıştı. Yenikapı sayesinde İstanbul’daki yerleşik yaşamın en azından 8500 yıl kadar önce başladığı kabul edilir oldu, farkındalığımız arttı.

 

Marmaray sayesinde kent arkeolojisi ya da ‘serbest arkeoloji’ gibi kavramlar ile de tanıştık. Büyük bir metropolün içinde, defalarca hedef gösterilmelerine rağmen arkeologların, İstanbul Arkeoloji Müzelerinin başarı ile yürüttüğü kurtarma kazıları gerçekleştirildi. 20. yy başından itibaren Avrupa kentleri, arkeolojik, kültürel ve doğal miraslarıyla bütünleşik planlamalar dahilinde büyürken, İstanbul bununla Marmaray kazıları sayesinde tanışmış oldu.

 

Bugün modernizm ne yazık ki ülkemizde özellikle teknolojik gelişmişlikle ölçülürken, Marmaray Projesinin iki ayağından biri olan arkeolojinin bugün olmasa da gelecekte keyfini çıkaran bir toplum oluruz belki de.

Evrensel, Yazı: Necmi Karul, Doç.Dr. İst. Üniv., Arkeologlar Derneği İstanbul Şubesi Başkanı, 29.10.2013

 

Gerede’nin doğu yönünde yer alan ve Gerede’ye 20 km uzaklığı bulunan Ortaca Köyü’nde, önceki günlerde su kazı çalışması gerçekleştirildi. Su kazı çalışmaları sırasında, köyde bir antik kentin varlığına şahit olundu.

 

Kazı çalışmalarını sürdüren ekiplerin, durumu Gerede İlçe Jandarma Komutanlığı’na bildirmesi üzerine, jandarma ekipleri bölgeyi çevreleyerek, geniş çaplı bir araştırma başlattı.

 

Jandarma ekiplerinin durumu incelemesiyle kamuoyuna antik kent konusunda bilgiler paylaşılacağı aktarılırken, çalışmalar adım adım sürdürülüyor. Kazı çalışmalarının devam ettiği köyde, köy halkı da antik kente bir hayli merak saldı.

 

Geçtiğimiz yıllarda, Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Doçent Doktor Halil Aydınalp, tez araştırmalarında Ortaca Köyü’nde antik kent olduğunu savunmuştu.

 

Bilimsel araştırmalar ışığında bölgeyi inceleyerek, gözlemlediği bulgularını satır satır kaleme alan Aydınalp, bölge tarihinin antik dönemlere kadar uzandığı düşüncesiyle, “Gerede, antik Bitinya (Bithynia) ile Paflagonya (Pahplagonia) bölgeleri arasında bir sınır kentidir. Bölgede, Selçuklu ve Osmanlı hakimiyetlerinden önce, sırasıyla Paflagon MÖ 300, Bitinya MÖ 260-228, Pontus MÖ 89, Roma MÖ 70-71 ve Roma’nın MS 395’de ikiye ayrılmasıyla da Doğu Roma, yani Bizans hakimiyetleri görülmüştür. Kesin kuruluş tarihi bilinmemekle birlikte, Bitinyalılar tarafından diğer kentlerle aynı zamanda kolonize edilmiş eski bir Paflagonya kasabası olduğu anlaşılan Gerede’nin, MÖ 3. Yüzyıl’a kadar uzanan çok eski bir tarihe sahip olduğu düşünülmektedir. Gerede’nin ismi de bu antik dönemlerden kalmadır. Bölgenin ilk ismi Paflagonyalılara ait eski bir yerleşim alanı olan Cressa’dır. Bitinyalılar tarafından işgal edilip, bölgenin bir Bitinya kolonisi haline gelmesinden sonra, ismi “Kratia” olmuştur. Kratia ismi zaman içersinde, özellikle bölgenin Müslüman Türkler tarafından kontrol edilmesi sonrası, kuvvetle muhtemel söylenişi daha kolay olduğu için, Gerede’ye dönüşmüş olmalıdır” şeklinde tez bildiriminde bulundu.

 

İnceleme çalışmaları jandarma denetiminde sürdürülürken, uzman arkeologların araştırmayı derinleştireceği tahmin ediliyor.

Bolu Ekspres, 29.10.2013

OSMANLI ARŞİVLERİ DİJİTAL ORTAMDA

 

 

Osmanlı dönemine ait milyonlarca arşiv belgesinin tamamı gelecek yıldan itibaren dijital ortamda olacak. Osmanlı fermanları ve defterlerinin bulunduğu arşive Amerika’daki bir araştırmacı tek tıkla ulaşabilecek.
 

İstanbul Sultanahmet’teki 167 yıllık binasından geçtiğimiz haziran ayında Kağıthane’deki yeni binasına taşınan Osmanlı Arşivleri, internet ortamına taşınıyor. Belgelerin gelecek nesillere sağlıklı şekilde aktarılması için yoğun çalışma yürütülüyor. Bu amaçla 522 bin belgenin restarosyonu yapılırken, 13 milyon 300 bin belge de dijitalleştirildi. 
 

BÜROKRATİK SÜREÇ YOK

Osmanlı arşivlerinde 96 milyon belge, 370 bin defter bulunuyor. Yetkililer, önümüzdeki yıldan itibaren dijitalleştirme projesinin tamamlanacağını belirtiyor. Belgelerin yıl sonuna kadar on-line olarak tarih araştırmacılarının erişimine açılacağını belirten yetkililer, belgelerin Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nün internet sitesi üzerinden yayına sunulacağını ifade etti. 2013’ün 9 aylık döneminde 2072 yerli, 358 yabancı araştırmacı devlet arşivlerine inceleme izni için başvuruda bulundu. Dijitalleştirme projesi çerçevesinde araştırmacılar bürokratik süreçleri beklemeden, arşiv salonlarına gelmeden dünyanın herhangi bir yerinden web üzerinden Osmanlı belgesinin görüntüsünü elde edebilecek. 

Bugün, Haber: Metin Arslan, 29.10.2013

3 BİN 800 YILLIK
KÖLE SATIŞ BELGESİ

 

Sivas'ın Yıldızeli İlçesi'ne bağlı Hitit Şehri Kayalıpınar Harabe Ören Yeri'nde yürütülen kazı çalışmalarında yaklaşık 3 bin 800 yıllık esir satış belgesine ulaşıldı.

Kazının danışmanı Doç.Dr. Vuslat Müller Karpe, Asur ticaret koloni çağına ait Asurca yazılan tablette Tamura adlı kişinin esir satın almasından bahsedildiğini söyledi.

Sabah, 29.10.2013

İSTANBUL'A YENİ HALI MÜZESİ GELİYOR

 

İstanbul’a yeni bir halı müzesi yapılıyor. Ayasofya Müzesi’nin arkasında açılacak halı müzesi hakkında bilgi veren Vakıflar Genel Müdürü Adnan Ertem, müzede 1200’lü yıllardan başlayan ve günümüze kadar devam eden birçok halı örneğinin bulunacağını söyledi.

 

Ertem, müzede Selçuklu ve Osmanlı dönemine ait 2000-2500 civarında halının sergileneceğini açıkladı. Selçuklu ve Osmanlı’dan intikal eden camilerdeki halı ve kilimleri yıpranma, kirlenme ve çalınmaya karşı topladıklarını anlatan Ertem, şu anda Sultanahmet’te bir halı ve kilim müzesinin olduğunu, ancak bu müzenin yetersiz ve kullanışsız olmasından dolayı yeni bir müze açmaya karar verdiklerini anlattı. Ertem, “Sultanahmet’teki ilk müze ziyaret edilmeye uygun değildi. Müze olma noktasında sıkıntıları vardı. Hem alan küçüktü. Şimdi Ayasofya Müzesi’nin arkasında, imaret açıldı. Müze olarak tanzimi tamamlandı.” dedi.

Zaman, 28.10.2013

MISIR RESTORASYON ANLAŞMASINI ASKIYA ALDI

 

 

Mısır'ın Tarihi Eserlerden Sorumlu Devlet Bakanı Muhammed İbrahim, ülkesinde bulunan İslami ve Osmanlı dönemine ait tarihi eserlerin restore edilmesi amacıyla Türkiye ile daha önce yapılan özel anlaşmaların askıya alındığını belirtti.

 

Mısır'ın başkenti Kahire’nin kuzeyindeki İskenderiye kentinde bulunan bazı tarihi eserleri gezerken gazetecilere açıklamalarda bulunan İbrahim, “Mısır'daki İslami ve Osmanlı dönemine ait tarihi eserlerin restore edilmesi için Türkiye ile daha önce yaptığımız özel anlaşmaları askıya aldık” dedi.

 

İbrahim, karara gerekçe olarak Türkiye’nin, Mısır'ın seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin görevinden alınmasıyla sonuçlanan askeri darbe karşıtı tutumunu gösterdi.

 

Öte yandan İbrahim, bakanlık olarak Mısır'a ait tarihi eserlerin ABD’deki müzayedelerde satılmasını engellemek için gereken önlemlerin alındığını, bu konuda Mısır'ın Washington Büyükelçiliğine talimat verildiğini söyledi.

Anadolu Ajansı, 28.10.2013

BAŞKA BİR KÖPRÜ MÜMKÜNDÜ!

 

Mimar Hakan Kıran bu sistemin seçilme nedenini Haliç'in zemin sorununa bağlıyorsa da, günümüzde mühendislik çözümlerinin ulaştığı aşamayı anlamak için bir National Geographic belgeselini izlemek yeterli.

 

 

Özellikle 2011 ve 2012’de sıkça tartışılan Haliç Metro Köprüsü’nde 29 Ekim’de deneme seferlerine başlanması planlanıyor. Proje şimdiye kadar iki temel eksende tartışıldı. Birincisi, daha ziyade kentsel politikalar alanıyla ilgilenenlerin gündeme getirdiği projenin şeffaf olmayan tasarım ve yönetim süreci, ikincisi ise toplumun çok çeşitli kesimlerinin katıldığı, yapının Haliç’in derinliğine ve Süleymaniye Camisi silüetine etkisi.

 

Proje süreci

İstanbul metrosuna ait ilk çalışmalar 1950’li yıllara, ilk etütler 1980’lerin başına, güzergahın koruma kurulu tarafından onaylanması ve Haliç’i geçecek bir metro köprüsünün ilk tasarımları ise 1990’ların başına kadar uzanıyor. 90’ların başından 2004’e kadar koruma kuruluna çeşitli alternatifler sunuldu, ancak bu alternatifler onaylanmadı.


Haliç’e bir metro geçişinin tasarlanması, metro güzergahının planlanmasıyla eşzamanlı olsa da, Haliç’e nasıl bir köprü yapılacağı kamuoyunun gündemine, 2004’te Kadir Topbaş’ın yaptığı, 100 metre civarında yüksekliğe sahip, eğrisel formlu iki ayak (altın rengindeki boynuzlar) tarafından taşınan “ikonik” köprü tasarımıyla girdi.


1985’ten bu yana UNESCO Dünya Miras Listesi’nde bulunan İstanbul Tarihi Yarımada’da yapılacak veya bu alanları etkileyecek projelerin UNESCO Dünya Miras Merkezi’ne (DMM) bildirilmesi ve istişarelerde bulunulması gerekiyor. Tarihi Yarımada’yı ciddi şekilde etkileme potansiyeli olan bu projenin DMM’ye en başında bildirilmesi gerekirken, muhtemelen projenin alacağı tepkileri tahmin eden İBB yetkilileri, bu gerekliliği “ihmal etti”. 2006’da DMM’ye proje hakkında bilgi verildikten sonra bu, UNESCO nezdinde İstanbul’un en çok başını ağrıtan konulardan biri oldu.

 

Bu nasıl bir köprü?

Köprüler, mühendislik çözümünün mimari tasarımı en çok etkilediği yapı türlerinden biridir. Haliç Metro Köprüsü dünyada yaygın olarak kullanılan ve büyük açıklıkları geçmek için tercih edilen eğik kablolu köprü (cable-stayed bridge) teknolojisine sahip. Dünyada uygulanmış eğik kablolu köprülere baktığımızda, neredeyse tamamının şehir dışında bulunan, çok büyük açıklıkları geçmek için kullanıldıklarını görüyoruz. Son on yıl içinde bu teknolojiyle inşa edilmiş iki önemli köprü Millau ( Fransa ) ve Rio-Antirrio (Yunanistan) köprüleridir. Her ikisi de şehir dışında olan bu yapılardan Rio-Antirrio Köprüsü’nde toplam 2880 metrelik bir açıklık geçiliyor. Haliç Metro Köprüsü’nde ise bu ölçü yaklaşık 400 metre. Eğik kablolu köprü teknolojisinin sınırları düşünüldüğünde, böyle bir açıklığı geçmek için bu kadar büyük strüktürler inşa etmeye gerek yok.


Her ne kadar mimar Hakan Kıran bu sistemin seçilme nedenini Haliç’in zemin sorununa bağlıyorsa da, günümüzde mühendislik çözümlerinin ulaştığı aşamayı anlamak ve nelerin mümkün olabildiğini görmek için bir National Geographic belgeselini izlemek dahi yeterli. Ayrıca, UNESCO adına bağımsız bir değerlendirme hazırlamış olan dünyaca tanınan mühendis Jörg Schlaich raporunda, “verilmiş açıklık bilgileri ışığında değişik köprü alternatifleri üzerinde çalışılmış ve eğik kablolu köprü alternatifinin diğer birçok alternatiften sadece biri olduğu Hakan Kıran Mimarlık ile müzakere edilmiştir” diyor.


Sırf mimar olduğu için böyle bir köprüyü tasarlama hakkını kendinde gören Kadir Topbaş’ın ortaya attığı “boynuzlu köprü” fikrinin ardına takılan Hakan Kıran, bu teknoloji tercihini savunmak durumunda kaldı. Sonuç ürün, bu tercihin gerek silüet gerek mühendislik açısından ne kadar yanlış olduğunu gözler önüne seriyor.

 

Godzilla ayakları

İstanbul’un en önemli iki tarihi bölgesi arasına inşa edilecek bir köprünün uluslararası bir yarışmayla, olmadı ulusal bir yarışmayla, hiç olmadı köprü tasarımı alanında deneyimli bir mimara yaptırılmasını istemek, İstanbulluların en doğal hakkı. Ancak İstanbul’un, mimarlık kariyerlerinde böyle bir deneyimi olmayan iki mimarın yaratıcılığına ve tecrübesine mahkum bırakılması büyük haksızlık. Birçok sivil toplum kuruluşu, akademisyen, sanatçı ve İstanbullu çeşitli platformlarda bu haksızlığa karşı çıktı. İstanbul SOS Girişimi’nin başlattığı imza kampanyasına 4000’den fazla kişi destek oldu ve bu imzalar Cumhurbaşkanlığı’na, Başbakanlık’a, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na ve İBB’ye gönderildi, ancak bu kurumların hiçbirinden cevap alınamadı.


Mimarlığın zor yanlarından biri de tasarımın uygulanabilmesi. Çeşitli sebeplerden ötürü Türkiye ’de bunu başarmak daha da zor. Haliç Metro Köprüsü gibi büyük bir kamusal projede, kamuoyuna sunulan projenin uygulanmasını beklemek çok doğal. Fakat bu projede yapının en temel öğelerinin bile tasarlandığı gibi uygulan(a)madığını görüyoruz. Taşıyıcı ayakların, köprü tabliyesinin altında kalan bölümleri projeye ait 3 boyutlu çizimlerde eğrisel hatlı ve görece küçük kesitli olarak görülüyor. Ancak bu elemanların uygulanmış hallerinin, tarihçi Prof.Dr. Cemal Kafadar’ın deyimiyle, “Godzilla ayakları”na benzemesi kabul edilebilir değil. “Başka türlü bir köprü olamayacağını anlatmak için kendimi köprüde yakacağım” diyecek kadar tasarımını savunan Hakan Kıran’ın, asıl tasarladığının uygulan(a)madığını gördüğünde bir şeyler yapması daha yerinde olacaktır.

 

Durağın yeri

İstanbul’un önemli çağdaş mimarlık örneklerinden biri olabilecekken, tasarım ve yönetim süreci açısından bir dayatmaya dönüşen bu köprünün tasarım kalitesinin de çok tartışılması gerektiği açık. Özellikle de silüete olan etkisi çeşitli bakış noktalarından değerlendirilmeli. Tepebaşı’ndan Unkapanı Köprüsü’ne doğru inerken karşınıza çıkacak olan görüntüyle karşılaşmanız çok daha olası. Ama üşenmeyin bir gün Unkapanı ve Haliç Köprülerini yürüyerek geçin veya Tersane Caddesi’ne Azapkapı tarafından girin ve viyadüğün bir Sinan yapısı olan Yeşildirek Hamamı’nın üzerinden nasıl geçtiğini görün.


Köprünün üzerinde yer alan durak gerek teknik, gerek görsel gerekse işlevsel açıdan çokça tartışıldı. Bitirirken, Gezi Direnişi sonrasında, “bir otobüs durağının yeri bile değişse halka sorulacak” açıklamasını yapan Topbaş’a, metro köprüsünün üzerinde durağın ne işi var diye sormak istiyorum. Sanırım biçok İstanbullu bu sorunun cevabını merak ediyordur.
Radikal, Yazı: Barış Kalkan, Mimar, İstanbul SOS Girişimi, 27.10.2013

2000 YILLIK TAPINAK 3D TEKNOLOJİSİ İLE AYAĞA KALKACAK

 

 

Muğla'nın Yatağan İlçesi'ne bağlı Eskihisar Köyü'nde bulunan ve Hellenistik çağdan Osmanlı dönemine kadar gelmiş geçmiş tüm medeniyetlerin izlerini taşıyan Stratonikeia antik kentindeki İmparator Tapınağı, 3D teknolojisi ile gün yüzüne çıkarılıyor.

 

Mimari öğelerde bulunan bezemelerden yaklaşık 2000 yıllık olduğu anlaşılan ve İlk Roma İmparatoru Augustus'un adını taşıyan tapınak, çalışmaların sonuçlandırılmasının ardından parçaları birleştirilerek eski görüntüsüne kavuşacak. Kazıların sürdüğü kentte tapınağın önemli bir dini merkez olduğunu ifade eden Kazı Alan Sorumlusu Pamukkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Koray Alper, 2 bin yıl önce insanların Ege ve Adalar bölgesinden dahi tapınmak için buraya gelip adaklar sunduğunu ifade etti.

haberler.com, 27.10.2013

 

******


BİN 850 YILLIK KANALİZASYON

 

Pamukkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Sratonikeia Antik Kenti Kazı Başkanı Prof.Dr. Bilal Söğüt,  Stratonikeia antik kentindeki tarihi Roma hamamların ayağa kaldırılması için kazı çalışması yürüttüklerini söyledi.

 

Antik kentte 3 hamamın varlığını tespit ettiklerini, 2'sinin yerini tespit ederek kazı çalışmaları yürüttüklerini anlatan Söğüt, "Hamamın yaklaşık 7 metre yüksekliğe sahip olduğunu kazı çalışmalarında tespit ettik. 3,5 metrelik kısmı toprak dolgu. Etrafındaki düzenlemeleri yaptık, hatta avlu bölümünde de toprak dolguyu temizleyerek zemin seviyesine kadar inerek mermer döşemeleri ortaya çıkardık" dedi.

 

Yapının tamamını ortaya çıkarmayı planladıklarını, toprak dolguların temizlenmesi ile en son kullanılan dönemle ilgili kaide ve sütunları bulduklarını ifade eden Söğüt, hamamdaki kazıları bir dönümlük alanda sürdürdüklerini dile getirdi.

 

Kaideleri, sütunları ve diğer yapıları oldukları şekliyle ortaya çıkardıklarını vurgulayan Söğüt, şöyle konuştu:

"Burada bizim için en önemli gelişme, son zamanlarda kente çok aşırı yağmur yağdı. Yağmur dolayısıyla ciddi bir su birikintisi olabileceğini düşünüyorduk fakat gördük ki hamamda bin 850 yıl önce yapılan kanalizasyon sistemi çalışıyor ve yağmur yağdığı andan itibaren hiçbir şekilde su birikintisi olmadı. Antik dönemde yapılan kanalizasyonların tamamı çalışıyor. Kentteki su, bu kanalizasyon sistemlerinden akıp gidiyor. Bu olay bizi çok mutlu etti, çalışmalarımızı da kolaylaştırdı."

 

"Kanalizasyonun içerisinde bir kişi rahatça yürüyebilir"

Söğüt, 2011 yılı kazı çalışmalarında da kuzey şehir giriş kapısında 2 bin 300 yıllık kanalizasyon sistemi ortaya çıkardıklarını hatırlatarak, "Şehrin ana arterlerinde ve caddelerinde sistem çalışıyor. Kanalizasyon sistemi tamamen mermerden yapılmış. Kanalizasyon şebekesi, içerisinde bir kişinin rahatça yürüyebileceği şekilde düzenlenmiş. Tüm ayrıntılar en küçük detayına kadar düşünülmüş. Sistem şehrin ve arazinin yapısına göre hazırlanmış ve tıkanmalar olmayacak şekilde yapılmış. Yani şehrin belirli yerlerinde kot yüksekliği bile farklı şekillendirilmiş" diye konuştu.

 

Roma hamamları eski ihtişamına kavuşacak

Antik dönemdeki hamamların sadece yıkanılan yer değil, insanların gezdikleri, vakit geçirdikleri, dinlendikleri alanlar olduğunu vurgulayan Söğüt, hamamın önce giriş, daha sonra soyunmalık, ılık su, sıcak su bölümlerini ortaya çıkaracaklarını kaydetti.

 

Isıtma sistemiyle ilgili odunların yakıldığı alanlara varıncaya kadar tüm bölümleri bildiklerini anlatan Söğüt, belirli bir plan dahilinde bunları gün yüzüne çıkaracaklarını söyledi. Söğüt, yapıyı 3D ile ayağa kaldırdıklarını, kazı çalışmaları ile yapının iç detaylarının neler olduğunu tespit ettiklerini bildirdi.

 

Söğüt, arkeolojinin sürprizlerle dolu olduğuna dikkati çekti.

Bursa'da Bugün, 28.10.2013

MEZOPOTAMYA BÜYÜSÜ

 

Tarihi 3000 yıl önceye dayanan Sümer, Asur ve Babil gibi toplulukların büyüsü, İngiliz Müzesi'nde sergilenen 170 eser ile yeniden diriltildi. Çoğu Ur, Ninova, Babil gibi eski yerleşim yerlerinde keşfedilen eserlere başka müzelerden getirilen önemli eserler de eşlik etti. Royal Ontario Müzesi'nde ise konuyla ilgili seminer ve atölyelerin de dahil olduğu 6 haftalık program ile Mezopotamya atmosferi, Kuzey Amerika'yı sardı.

Sabah, 27.10.2013

TÜRK RESSAMLAR YENİDEN PARİS'TE

 

Paris’in sanat sokağı Saint Germain de Pres’teki ‘Petit Galery’de, Fikret Mualla, Atilla Bayraktar, Erdal Alantar ve Remzi’nin eserlerini içeren bir sergi açıldı.

 

Jacqueline Quillere-Üstünel öncülüğünde açılan sergi, 31 Ekim’e kadar gezilebilecek. Galeri sahibi ve Fikret Mualla uzmanı Quillere-Üstünel, “Hepsi de birbirinden önemli 4 ressamın da ortak yanı 1940’larda Paris’te Beaux-Arts yapan ilk ressamlar olması” diye konuştu.

Hürriyet, Haber: Arzu Çakır Morin, 27.10.2013

İŞTE YOL İÇİN YIKILAN CAMİLER

 

 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Yol için cami bile yıkarız.” sözleri bu hafta çok konuşuldu. Bugün tarihi bir cami yıkmak ne derece abes görülse de, karnemiz bu konuda hiç de temiz değil. Bugüne kadar farklı ideolojilerin birbirlerini suçladığı noktada tarihi belgelerden anlaşılıyor ki, Milli Şef’in CHP’si de Adnan Menderes’in Demokrat Parti’si de aynı suçu işlemiş! İşte yok olmuş onlarca cami arasından yol için feda edilenler...

 

İstanbul, yüzyıllardan beridir çeşitli vesilelerle yıkılıp yeniden inşa edildi. Doğu Roma ve Osmanlı İmparatorluğu izlerinin derin bir şekilde görülebildiği medeniyet başkenti, tarih boyunca onlarca kez doğal afet, yangın ve yağma atlattı. Fakat hiçbir zaman son yüzyıldaki kadar tahribata maruz kalmadı. İmparatorluğun bakiyesi olan şehri devralan başta cumhuriyet kadroları, toplumun manevi sütunlarını çatlatacak hamlelerde bulunurken, akabinde gelecek Demokrat Parti ise moderniteye ayak uydurabilmek bahanesiyle geniş yıkımlar gerçekleştirdi. Lastik tekerlekli otomobilleri tarihi yarımadanın her yerine ulaştırmakla övünen devrin yönetimi, arkalarında bugün bile derinden hissedilen yaralar bıraktı.

 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz salı günü partisinin grup toplantısında kesilen ağaçlarla ilgili tepkilere cevap verirken, ezber bozan ifadeler kullandı. “Yol medeniyettir… Medeni olmayanlar yolun kıymetini bilmezler. Bizim değerlerimizde yol engel tanımaz. Önünde cami bile olsa o camiyi yıkarız, gideriz, camiyi başka yerde inşa ederiz.” cümleleri, gündemde yoğunlukla yer tuttu. Zira bu sözler, Milli Şefli yılları ve 1950’li yıllardaki imar faaliyetlerini hatırlattı. Bu devrin iktidar sahipleri farklı gerekçelerle, kimi zaman keyfi uygulamalarla cami, medrese, imarethane, sebil ve mezarlıkları ortadan kadırdı. O tarihlerde devrin hükümeti, medenileşiyoruz sloganıyla Suriçi, Karaköy ve Beşiktaş’ta geniş yollar, bulvarlar yapmak üzere büyük bir istimlak hareketine girişmişti. Ne var ki bu geniş faaliyet planı, yeni yolları öngörüyorken bir yandan da tarihi yapıları talan hareketini içeriyordu. Aralarında Mimar Sinan’ın eserlerinin de olduğu Osmanlı yadigarları, kısa sürede moloz ve hafriyat yığınına dönüştü.

 

Yıkımlar Cumhuriyet ile başlıyor

Her ne kadar İstanbul’da ve yurdun dört bir köşesindeki tarihi yapılarla övünsek de bunlara saygı hususunda temiz bir karneye sahip değiliz. Bu bağlamda, Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren göz dikilen yapıların başında ne yazık ki camiler geliyor. Uzun süren savaşlar sonunda bitap düşen ve moderniteye kurban edilen eski yapılar, hep manevi yapılar olmuştu. Bu noktada atılacak ilk adım 1925 yılında Evkaf Umum Bütçesi Kanunu’na eklenen iki madde oldu. Buna göre, harap halde bulunan vakıf binaları ve arsaları para karşılığında elden çıkarılacaktı. Kanunun çıkmasıyla birlikte özellikle sabık Osmanlı devrinde kullanılan eğitim kurumları ve medreseler bir bir satıldı. Fakat halktan gelen tepkiler üzerine bu karar geçici bir süre tehir edilecekti. Uygulamalar gerekli zemin oluşturulduktan sonra 1927 yılında hayata geçirildi. Vakıflar tarafından sataşa çıkarılan medrese, imaret, han, hamam gibi yapıların fiyatları gazetelerde yayınlanmaya başlamış, hatta kullanılabilir durumdaki camiler, imam ve müezzinlerinin tasfiyesiyle birlikte depoya çevrilmişti.

 

Harap durumdaki eserlerin yerinde kısa sürede yeni yapılar yükseldi. Özellikle Türk mimarisinin ayrı bir güzelliğini yansıtan küçük mahalle mescitleri, çeşmeler, mezar taşları kısa sürede talan hareketine kurban verildi. 15 Kasım 1935 tarihli, cami ve mescit hademesine verilecek ek ödenek hakkındaki kanun, meselenin hangi boyutlara ulaştığını açıkça gösteriyor. 2845 numaralı kanunun ilk maddesi “Evkaf Umum Müdürlüğü’nce, cami ve mescidler hakiki ihtiyaca göre tadilen tasnif ve zaman ve mekan itibarile birleştirilmesi kabil olan vazifeler birleştirilmek ve hizmetlerin icablarına göre lazım gelen nakiller yapılmak suretile hademe kadroları tesbit olunur. Tasnif harici kalacak cami ve mescidler usul ve mevzuata göre kendilerinden başkaca istifade edilmek üzere kapatılır.” ifadelerini içeriyordu. Tüm bu girişimler, aynı zamanda büyük bir projenin de parçasını oluşturuyordu. Fransa’dan devrin meşhur mimarı Henri Prost özel bir davetle çağrılmıştı. Fransız mimar, İstanbul’da geniş tasarruflarda bulunacak ve Haliç’i sanayiye açmak gibi bugün dahi etkisi sürecek projelere imza atacaktı. Planların amacı şehre Avrupai hava katmaktı.

 

Bugünün muadili 50’li yıllar

Bu konuda sabıkalı tek parti dönemi geride kaldı derken, yıkım harekatı Demokrat Parti iktidarıyla adeta kılık değiştirip devam etti. Adnan Menderes başbakanlığındaki yeni hükümet, ekonomik yönden düzlüğe çıkan ülkede medeniyet adına yeni bir tahribat furyasına girişti. Gaye; toplumu, Batılı görünüme ve modern standartlara kavuşturmak ve dönemin medeniyet sembolü arabayı İstanbul’un her yerine götürmekti. Bu amaçlarla açılan başta Vatan, Millet caddeleri bir yandan medeniyet getirirken, eski medeniyeti yok edecek büyük kıyımlara sebebiyet verdi. Şehrin halihazırdaki ana arterlerini oluşturan yollar ve geniş bulvarlar, Başbakan Adnan Menderes’in İstanbul’da bizzat nezaret ettiği planla yapıldı. Ancak iyi niyetle girişilmiş bu yolların yapımı sırasında birçok cami, külliye, medrese, çeşme, han ile tarihi evler feda edilmişti.

 

 


Nakledilecek denilen cami yok olup gitti

Sultan II. Abdülhamit’in başmimarı İtalyan Raimondo D’Aronco’nun eseri Merzifonlu Karamustafa Paşa Camii, Karaköy Meydanı’nı süsleyen en güzel tarihi eserdi. Diğer ismiyle Yapkapanı Camii, 1900’lü yılların hemen başında, Art Nouveau tarzında yapılmıştı. 1930’lu yıllarda çıkarılan kanun gereği, imamı ve hizmetlileri tasfiye edilen cami, yıkılacağı 1958 yılına kadar boş kaldı. Yeni İmar Planı kapsamında, Karaköy Meydanı’nın genişletileceği ve bu yapının da yıkılacağı haberi tepki toplasa da yetkilileri kararından caydıramadı. Kamuoyunu sakinleştirebilmek adına Kınalıada’ya taşınacağı belirtilse de, cami kör kazmaya kurban gitti. Minaresi sahilde kaderine terk edilirken, kırılan mermerleri başka bir caminin temelinde kullanıldı. Camiyi aslına uygun imar etmek isteyen Büyükşehir Belediyesi, bu amacına ulaşmak için yıllardır çaba harcıyor.

 

 

Süheyl Bey Camii, kendi yerinde ama aslına benzemiyor

Beyoğlu Fındıklı’daki mescit, Necati Bey Caddesi’nin üzerinde. Mescit, Mimar Sinan dönemi yapısı olup Denizci Süheyl Bey tarafından yaptırılmıştı. 1873 yılında Sultan Abdülaziz devrinde tamir görmüştü. Bugüne kalan fotoğraflarında dönemin izleri görülüyor. 1958 yılın İmar Hareketi sırasında yol genişletme çalışmalarına kurban giden ibadethane, sekizgen ve fevkani yapısından gelen güzelliğiyle dikkat çekiyordu. Son dönemlerde restorasyon çalışmasıyla gündeme gelen mescit, alışveriş merkezini andıran yeni görüntüsüyle birçok mimar ve restoratörün hedef tahtası oldu. Semavi Eyice’nin deyişiyle mescit gereği yokken yıkılmış. Mescit, eski fotoğrafları ve çizimleri elde olsa da bir caminin yıkılıp başka bir yere yapmanın ne derece mantıklı olduğunu gözler önüne seriyor.

 

 

Üsküdar Yeni Çeşme Camii ve mezarlık geriye nasıl gelir?

Eski Üsküdar kartpostallarının vazgeçilmezi olan Çeşme Mescidi ve mezarlık, İsmet İnönü devrinde tahrip edilen kutsal mekanlardan biri. Ağa Camii ismiyle de anılan bu yapı, vaktiyle Ahmediye Meydanı’nın ortasına yakın bir yerdeydi. İlk banii Habeş asıllı bir harem ağasıdır. Pek çok hayratı vardı. Bu yapılar da Toptaşı Bulvarı yapılırken 1965’te yıktırıldı. Kesme taştan yapılan ibadethane, 1935 tarihinde yol genişletilirken yıktırıldı. Mabedin hemen karşısında bulunan mezarlık da yok edilerek, yerini PTT binası ile birçok dükkan ve apartman bulunan modern yapılara terk etti.

 

 

Balıkpazarı İskele Mescidi

Suriçi’nde geniş otoyolların yapımı için yıkılan onlarca cami ve mescitle birlikte, tarihi yarımadanın belli başlı merkezlerinde meydan genişletme çalışmaları yürütülmüştü. Galata Köprüsü’nün bir yanında Karaköy Meydanı, diğer ucunda da Eminönü Meydanı genişletildi. Hadikatü’l-Cevami kitabında yer alan bilgiye göre Sultan II. Mustafa döneminde adı bilinmeyen bir kadı tarafından yaptırılan bu şirin mescit, III. Selim Devri’nde İzzet Mehmet Paşa tarafından yeniden yaptırılıp vakfa bağışlanmıştı. Zindan Han ve Balıkpazarı arasında kalan yapı, 1940’lı yıllara kadar dayanabildi. Yıkımlardan sonra ortaya çıkan ve belli bir süre öylece bırakılan bu çokgen planlı cami, niçin yıkılmıyor diye mizah konusu bile olmuştu. İsmet İnönü devrinde meydan açma çalışmaları sonrasında meydanın hemen kenarında bulunan bina, o zaman yıkılan onlarca camiden sadece biriydi. Milli Şef ise 1966 yılında verdiği beyanatta döneminde hiç cami yıkılmadığını ifade etmişti.

 

 

Yedekçiler Mescidi yol oldu

Bir zamanlar İstanbul’da Kadıköy’den Eminönü’ne vapur ile geçen herkesin gözüne çarpan Yedekçiler Camii’nin yerinde Sirkeci-Florya sahil yolu geçiyor. Varlığı tarih kitapları ve fotoğraflardan anlaşılan cami, Kanuni Sultan Süleyman devrinde sarayın bostancıları için hasta bakımhanesi olarak imar edilmiş. Sarayın bostancı kışlasının bulunduğu mahal, 19. yüzyılda bu teşkilatın kaldırılmasıyla atıl bir hal aldı. Bu dönemin ardından bina Ahırkapı’da yaşayan ahalinin manevi ihtiyacını bir süre daha karşılamaya devam etse de 1930’lara gelindiğinde bakımsız düştü. Harap görüntüsü yüzünden minaresi yıktırılan cami, DP zamanında buradan geçecek yol ile tamamen ortadan kalktı.

 

 
Tarihi bir eser nasıl taşınır?

Geçtiğimiz aylarda ajanslara İsviçre’den gelen görüntüler tarihi esere saygı noktasında ibretlik manzaralar sunuyordu. Cenevre Kantonu’nun Chêne-Bourg şehrindeki tarihi tren istasyonu, yeni çevre düzenlemesi kapsamında yıkılmadı. 19. yüzyıldan kalan istasyon, kurulan bir düzenek sayesinde 33 metre ileriye taşındı. Beş saat süren nakil işlemi sırasında 710 tonluk bina, halkın dikkatli bakışları altında demir raylar üzerinde taşındı. Tarihi istasyondan boşalan yere yeni bir istasyon inşa edilecek. İsviçre Demiryolları CFF, eski dönemin sanatını yansıtan bu yapıyı meraklıları için sergiliyor.

 

Yola feda edilen diğer camiler

Mimar Ayaz Camii, Baba Hasan Alemi, Oruç Gazi Camii, Firuz Ağa Mescidi, Süleyman Subaşı Camii, Camcı Ali Mescidi, Çoban Çavuş Camii,  Çakır Ağa Mescidi, Bostancıbaşı Abdullah Ağa Camii, Sekbanbaşı İbrahim Ağa Mescidi, Kazasker Abdurrahman Camii, Abbas Ağa Camii.

Zaman, Haber: Erkam Emre, 27.10.2013

SURP KEVORK MANASTIRI YOK OLUYOR

 

 

Elazığ’ın eski adlarından biri de Harput. Binlerce yıl birçok medeniyete v sahipliği yapan Elazığ sınırları içinde birçok tarihi yapı geçmişle bugünü birbirine bağlar.


Surp Kevork Manastırı da bu yapılardan biri. Elazığ merkeze bağlı Şahinkaya Köyü'nde bulunan ve Ermeniler için önemli olan manastır, yok olma tehlikesiyle yüz yüze. Manastırın yok olmaması için köylüler ve duyarlı kurumlar, yetkililere başvurmuş. Her defasında manastırın korunması gerektiği cevabını almışlar ancak bu cevabı veren yetkililer hiçbir adım atmamışlar.

 

‘GÜNDEN GÜNE ERİYOR’

Şahinköy Muhtarı Fevzi Güvenç, manastırın bulunduğu arazinin sahibi olan ailelinin, manastırı iyi kullanmadığını dile getirdi. 1964 yılından beri köyde yaşadığını, manastırın durumunun her geçen gün kötüye gittiğini anlatan Güvenç, arazinin sahibi olan ailenin manastırın kötü gidişinden sorumlu olduğunu söyledi.

 

“Bu manastır günden güne eriyor diye benim içim gidiyor” diyen Güvenç, manastırın restore edilmesi için 2010 yılında Elazığ Kültür Müdürlüğü’ne başvuruda bulunduğu bilgisini verdi.
Kendisene gelen cevapta manastırın restore edilmesi gerektiğinin belirtildiğini anlatan Güvenç, 3 yıldır kimseden ses çıkmadığını söyledi.

 

‘RESTORE EDİLİRSE DESTEK OLURUZ’

18 yıl önce Dersim’den Şahinkaya’ya gelen Şahinkaya Cem ve Kültür Evi başkanı Turabi Engin de manastırın kurtarılması getektiğini söylüyor. 18 yıl önce ilk kez gördüğü manastırla şimdiki arasında çok fark olduğunu anlatan Engin, “Manastırın içi daha düzgündü, henüz hiçbir kazı yapılmamıştı ama şimdi manastırın içi ciddi şekilde tahrip edilmiş” diye konuştu. “Burayı korumak bizim görevimizdir” diyen Engin, restorasyon çalışmalarının başlaması halinde her türlü maddi ve manevi desteği verceklerini vurguladı.

 

KÜLTÜR PARKI ÖNERİSİ

 “Harabe haline gelmiş bu yapı en az bin yıllık bir tarihe sahiptir” diyen Çevre ve Kültür Varlıklarını Koruma Vakfı (ÇEKÜL) Elazığ Temsilcisi Mustafa Balaban, manastırın yok olmasını engelleyememenin üzüntüsünü yaşadıklarını ifade etti. Köy muhtarı, Cemevi derneğiyle birlikte hareket edeceklerini söyleyen Balaban, manastırın özellikle define arayanlar tarafınadan tahrip edildiğini belirtti. Yetkililerden destek beklediğini dile getiren Balaban, manastır çevresindeki asırlık dut ağaçlarının da koruma altına alınmasını istediklerini ifade etti. Manastır ve dut ağaçlarının bulunduğu alanın Kültür Parkı yapılabileceğini anlatan Balaban, korunmadığı için dut ağaçlarının da yok olduğunu belirtti. Kurum olarak yetkililere birçok kez verdiklerini, olumlu cevap aldıklarını anlatan Balaban, buna rağmen kimsenin adım atmadığını ifade etti.

 

NE ZAMAN KURULDU?

Giriş kapısının yanındaki panoda Surp Kevork’un resminin bulunmasından ötürü kilisenin Surp Kevork’a adandığı anlaşılmaktadır. Ayrıca buradaki bulunan bir yazıdan da manastırın l064’de yapıldığı öğrenilmektedir. 

Evrensel, Haber: Orhan Kurul - Kerem Sayın, 26.10.2013

KAĞITHANE DEMİRYOLU İÇİN BİR PROJE DAHA

 

Kağıthane Belediyesi, 1915 yılında temelleri atılan tarihi demiryolu hattını yeniden hayata geçirmek için çalışmalara başladı. Kağıthane Belediyesi'nden yapılan yazılı açıklamada, ilçeyi modern zamanın ve tarihi dokunun harmanlandığı bir yer haline getirmek için çalışma başlatıldığı bildirildi.

 

 

Kağıthane Belediyesi, öncelikle Silahtarağa Elektrik Fabrikası’na kömür nakletmek üzere Birinci Dünya Savaşı yıllarında 'Haliç-Karadeniz Sahra Hattı' ismiyle kurulan Kağıthane Demiryolu’nun güzergahını belirledi. Daha sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin desteğiyle çalışmalarını hızlandıran Belediye, hattın tescillenmesi için Anıtlar Kurulu'na başvuru yaptı.

Belediyenin yaptırdığı incelemeler sonucunda, hattın aslına uygun olarak yeniden inşa edilebileceği, inşa edilecek tarihi demir yolu hattının şehir dışındaki bölümlerinden kültür turizmi için yararlanılabileceği, şehir merkezinde kalan kısmın ise toplu taşıma amacıyla kullanılabileceği öğrenildi.

Hatta bulunan 4 ana istasyondan, şehre en yakın olanı Kağıthane istasyonuydu
Tarihi kaynaklara göre, 1914 yılında İstanbul'da faaliyet gösteren Silahtarağa Elektrik Santrali'yle, şehrin kuzeyindeki linyit ocakları arasında bağlantı hattı olarak kurulan Haliç-Karadeniz sahra hattı, Zonguldak'tan çıkarılan ve denizyoluyla İstanbul'a getirilen kömürü Silahtarağa Elektrik Santrali’ne ulaştırıyordu. Birinci Dünya Savaşı yıllarında kömür temininde sıkıntı yaşamaya başlandığında ise hattın ikinci ayağı hizmete girdi.

Silahtarağa Elektrik Santrali’nden başlayarak Kağıthane Deresi'nin batı kıyısı üzerinden kuzeye ilerleyen ve Göktürk’den geçen hat, Kemerburgaz'da iki kola ayrılıyordu. Bir kol yine Kağıthane Deresi'ni izleyerek Uzunkemer'in altından geçerek Ağaçlı Köyü'nde Karadeniz'le buluşuyordu. Hatta bulunan 4 ana istasyondan şehre en yakın olanı Kağıthane İstasyonuydu.

Zamanla kullanıma kapatılan hattın rayları toprağa gömüldü. Toprak altında kalmayan bölümleri ise söküldü. Hattın geçiş güzergahının şehir dışında kalan bölümleri bugün bile varlığını sürdürürken, kilometre taşlarının pek çoğu günümüze ulaştı.

Haliç ve Anadolu Yakası bağlanacak
Projeyle, Haliç ve Anadolu Yakası’nın bağlanacağını ifade eden Kağıthane Belediye Başkanı Fazlı Kılıç, "Bu demiryolu Kağıthane tarihi açısından çok önemli bir kilometre taşı. Eğer biz bu yolun izlerinin tamamen ortadan kalkmasına göz yumarsak ve yeniden inşa etmezsek, tarihe karşı büyük bir kötülük yapmış oluruz. Ben belediye başkanı olmadan önce de bu demiryolunun hayalini kuruyordum. Göreve gelir gelmez bütün arşivi önümüze aldık ve ne yapılması gerektiği konusunda uzun uzun düşündük. Tarihçilerden ve teknik adamlardan bu konuda bilgiler aldık. TCDD yönetimiyle görüştüm ve eski hattın üzerinde bir haritalama çalışması yaptırdım. Kağıthane Belediyesi ve Devlet Demiryolları ekiplerinin ortaklaşa yaptığı haritalama çalışmasına son halini verdikten sonra, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş'ı demiryolu ve güzergahı hakkında, yerinde bilgilendirmek üzere davet ettik. Başkan Topbaş'ın bu konuda bilgili ve ilgili olduğunu gördük. Biz de harita ve güzergah hakkında ayrıntılı bir brifing verdik. Kadir bey, yol boyunca verdiğimiz bu brifingin bir anında, TCDD Genel Müdürü'nü arayarak teknik destek istedi. Kadir Topbaş, bu gezinin hemen ardından İstanbul Metropolitan Planlama Bürosu'na, hattın harita ve planlara işlenmesi, demiryolunun yeniden inşası için projelendirilmesi talimatı verdi. Bu talimat sonucu Metropolitan Plan Bürosu'nda kurulan çalışma grubu araziyi gezdi, hat üzerinde helikopter uçuşu yaptı ve bir ön çalışma hazırladı. Oluşturulan proje taslağı Nisan 2009'da tamamlandı. Bu yol iki denizi biraraya getirecek" dedi.

"Başbakanımızın verdiği müjdeyle, bir asırlık hayalimiz gerçek olacak"
Başkan Kılıç, bu aşamadan sonra arazideki çalışmaları sürdürdüklerini belirterek, "Hattın geçtiği diğer ilçe olan Eyüp ile istişare ederek belirli bir aşamaya geldik. Başbakanımız, geçen yıl Kağıthane'ye taşınan Karadeniz su kanalının açılış töreninde yaptığı konuşmada, Silahtar - Ağaçlı demiryolu hattının yeniden inşa edileceğinin müjdesini verdi. Böylece asırlık hayalimiz gerçeğe dönüşmeye başladı. Bu tren hattı, kuzeyde Çiftalan köyü yakınlarında Üçüncü Boğaz Köprüsü yoluyla birleşiyor. Biliyorsunuz ki bu yolda bir de tren hattı bulunacak. Bizim tren hattının yeni yolla birleşme noktasında bir transfer istasyonu da kuracağız. Böylece Asya Yakası'na geçmek isteyenler bizim trenden inip, diğerine binebilecekler. Böylece Haliç, Anadolu Yakası'yla da bağlanmış olacak" şeklinde konuştu.

Tarihi demir yolunun tekrar gün yüzüne çıkartılmasıyla İstanbul’un yeni markalarından birisi haline geldiği belirtilen açıklamada, Kağıthane'nin geçmişle modern dünyayı harmanlamaya devam ettiği kaydedildi.

Yapı, 26.10.2013

İSTANBUL'UN YERALTI ŞEHRİNE YOLCULUK

 

  

 

Yüzyıllardır toprağın altında yatan, zaman zaman hoyratça kullanılıp büyük bir bölümü yok edilen, üstüne çok katlı binalar dikilen ama buna rağmen ayakta kalmayı başaran İstanbul'un yeraltı kenti, yavaş yavaş ortaya çıkarılıyor. Büyük bir bölümü tarihi yarımadanın içinde yer alan ve çapı Roma'nın toprak altı kentinden sekiz kat büyük olan arkeolojik yapılar, yeniden insanlığın hizmetine giriyor. Anemas Zindanları, Zeyrek Sarnıcı, Nuruosmaniye Camii'nin altı, Tekfur Sarayı, Sultanahmet'teki hipodromun önemli bir bölümü, Şerefiye Sarnıcı ilk etapta açılacaklar listesinde yer alıyor. Günışığına çıkarılan yapılar sanat galerisi, kafe, sanat atölyesi ve müze olarak hizmet verecek. Projeler yapılırken, turizme kazandırılan ilk eser olan 1001 Direk Sarnıcı örnek alınıyor. İstanbul, yerin altında ve üstünde hem imparatorluklar öncesi uygarlıkların hem de üç ayrı medeniyetin izlerini taşıyor. 8500 yıllık bir yerleşik hayata tanıklık eden bu kentin altında Roma, Bizans ve Osmanlı devrinden kalma çok sayıda eser var.





GİZLİ GEÇİTLER VE DEHLİZLER
Medeniyetler üst üste kurulmuş. Tahta geçen her kral tarihe bir iz bırakmış. Roma kentinin aristokratları ve Osmanlı'nın paşalarıyla vezirleri de bu konuda iyi ki birbiriyle yarışmış. Kralın biri, ta Belgrad Ormanı'ndan su getirmek için toprağın altına bir insan boyunda horasan kanallar döşetmiş. Bir diğeri, toprak altında bir kilise inşa ettirmiş. Sarnıçlar gelmiş sonra ve yeraltı mezarlıkları. Dervişlerin çilehaneleri ve keşişlerin hücreleri de toprak altındaymış. Sonra savaşlar ve kuşatmalardan kurtulmak için, denize ve sur dışına açılan gizle geçitler yapılmış. Benzer geçitleri, tebdili kıyafet yapıp halkın arasına karışmak isteyen imparatorlar da kullanmış. Bu tüneller saraydaki harem ya da zifaf odasından başlayıp kentin çarşılarına kadar uzanmış. Çarşılardaki hanların altında içine 100 tane fil ya da 10 tane kervan sığacak kadar geniş binalar inşa edilmiş. Çocukluğu İstanbul'da geçen herkes o meşhur şehir efsanesini duymuştur. Hani "Yahu, Edirnekapı'dan bir tünele giriyormuşsun da sonra Sultanahmet'ten çıkıyormuşsun", "Sultanahmet'ten tünele daldın mı, kendini Beyoğlu gecelerinin ortasında buluyormuşsun" gibi iddialar bunlar. Hatta bazıları, aynı tünellerin bizi Beyazıt'tan alıp Burgaz Adası'na kadar götürdüğünü iddia edecek kadar ileriye gidiyor.

DEPREMLER VE YANGINLAR
Aslında bu efsanelerin bir kısmı doğru. Bizans yapılarının bir bölümü zaten Osmanlı devrinde kullanılıyordu. Ayrıca Alman mimar ve arkeolog Wolfgang Müller-Wiener'in 1977'de kaleme aldığı İstanbul'un Tarihsel Topografyası adlı eserinde kentin altındaki değerlere işaret ediliyordu. Benim de bu konuda yaptığım bir araştırma, Kültür AŞ Yayınları tarafından 2010'da Türkçe ve İngilizce olarak Yeraltındaki İstanbul (World Beneath İstanbul) adıyla kitaplaştırıldı. Son yıllarda Marmaray ve Metro kazılarıyla birlikte özellikle tarihi yarımada, Galata ve Üsküdar'da toprak altından çok sayıda eski yapı ve bu binaları birbirine bağlayan tüneller ortaya çıkarılınca, şehrin sırlarının bir kısmı ortaya çıkmış oldu. Tabii insanlar bu yapıların nasıl olup da yerin altına çekildiğini merak ediyor. Aslında bu binaların büyük bir kısmı, ilk yapıldıklarında yerin üstündeymiş. Ama tarih boyunca İstanbul'un yakasını bırakmayan depremler kenti defalarca hallaç pamuğuna çevirmiş. Haliyle kentin topografyası da alt üst olmuş. Bir de yangınlar var. Onlar da da kentin üstünde yeni katmanlar oluşmasını sağlamış. Depremlerin ve yangınların ardından ortaya çıkan molozlar, daha önce yapılan binaların bodrumlarını ve yer tabakasının üstünü doldurmuş. Eski temeller üzerine yeni binalar inşa edilince klasik kent yapıları toprak altında kalmış.

SULTANAHMET MEYDANI YÜKSELMİŞ
Örneğin Sultanahmet'teki Yılanlı Sütun, Milenyum Taşı ve Dikilitaş'ın tarihsel zeminlerini bulmak için anıtların çevresinde kazılan çukurlara baktığımızda olayı daha iyi anlıyoruz. Çünkü Sultanahmet Meydanı, Konstantin zamanından günümüze kadar 5 metre yükselmiş. Balat'taki en eski yapıların temellerinin 6 metre derine kadar indiğini, giriş katlarının toprağın içinde kaybolduğunu görüyoruz. Yenikapı'da üç yıl önce ortaya çıkarılan ve geçmişi 8 bin 500 yıl öncesine uzanan ilk yerleşim alanı ise şimdiki zeminden 6.5 metre derinde yer alıyor. İstanbul'un yeraltı kentinin önemli bir parçası olan ve 150 yıl kadar toprak altında uyuyan Yerebatan Sarnıcı, 1987'de hizmete açıldı. 2005'te hizmete açılan 1001 Direk Sarnıcı da İstanbul turizmine büyük bir değer kazandırdı. Kentteki tarihi mirası restore edilerek ayağa kaldırılmak için son yıllarda çok önemli çalışmalar yapıldı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Fatih Belediyesi ve Vakıflar Genel Müdürlüğü son 10 yılda yerin üstündeki binlerce eseri ihya etti. İlgili kurumlar, yeraltında kaybolmaya yüz tutmuş kültür miraslarına da el uzattı. Böylece önümüzdeki yıldan itibaren İstanbul'un yeraltı envanterinde bulunan çok önemli eserler, yeniden insanlığın hizmetine girecek.

ZEYREK SARNICI LİMON DEPOSUYDU
Fatih, Türkiye'deki ilçe belediyeleri içinde en fazla tarihi eseri restore ederek ayağa kaldıran belediye olarak biliniyor. Tabii bunda tarihi yarımadadaki kültür mirası envanterinin fazla olmasının da payı var. Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir göreve gelir gelmez, "Tarihi Mirasımızı Koruyoruz" başlıklı bir kampanya başlattı. Ve yüzlerce yapının insanlığa kazandırılmasını sağladı. Zeyrek Sarnıcı da bunlardan biri. Sarnıç eski adı Pantokrator Manastırı olan Molla Zeyrek Camii'nin bir parçası aslında. Manastır kompleksinin su ihtiyacını karşılamak için inşa edilmiş. Osmanlı çağında da bir süre sarnıç olarak hizmet vermiş. En son limon deposu olarak kullanılıyordu. Daha sonra terk edildi ve tinercilerin mekanı oldu. Mustafa Demir, burayı devraldıktan sonra tonlarca moloz ve çöp çıkardıklarını söyledi. "İstanbul da benzeri olmayan üç cephesi toprak üstünde ve iç kısmında su toplama galerileri bulunan tek sarnıç örneğidir" diyen Demir, yapıya ilk girdiklerinde eserin içinden geçirilen atık su kanallarıyla karşılaştıklarını belirterek "Maalesef bazı insanlar bir günlük çıkarı için bin yıllık binaya zarar vermekte bir beis görmemişler" dedi. Projelendirme çalışmalarında sistematik kazı çalışmaları ile birlikte yapının, kronolojik analizleri ve dönem analizine ilişkin raporlar, sanat tarihi raporları, malzeme analizi raporları yanında yapının kullanım fonksiyonuna yönelik done oluşturmak amacıyla yapı içerisinde nem ve basınç sıcaklık değerlerinin değişik mahallerden günlük ve standart saatlerde takibinin yapılarak yapı içi iklim değerleri çıkarılmış. Ve sonunda mükemmel bir onarımdan geçirilmiş. Başkan Demir, şu anda sarnıca nasıl bir fonksiyon verecekleri konusunda tereddütlü olduklarını belirterek, İstanbul turizmine hizmet edecek her türlü teklife açık olduklarını beyan etti.

MALKOÇOĞLU FİLMLERİ ANEMAS ZİNDANLARI'NDA ÇEKİLDİ
Roma ve Bizans devrinde İstanbul tarihi yarımada sınırlarında iki önemli saray vardı. Bunlardan ilki I. Konstantin'in Sultanahmet'te kurduğu Büyük Saray. İkincisi ise 10. yüzyıldan itibaren kullanıma açılan Eğrikapı ile Ayvansaray arasında yer alan Blakhernai Sarayı. İkinci sarayın içinde, tıpkı birincide olduğu gibi büyük bir zindan da yer alıyordu. Adi suçlular, İstanbul'un çeşitli semtlerinde bulunan genel cezaevlerinde yatarlardı ama imparatorluk için büyük bir tehdit oluşturan siyasiler saray kompleksinin içinde yer alan zindanlarda gün sayarlardı. Anemas Zindanı adını işte böylesi önemli birinden, Arap asıllı bir Bizanslı komutan olan Mikhael Anemas'tan alıyor. 1107 yılında devrin imparatoruna karşı suikast girişimini planlarken yakalanan Anemas, suçunu cezasını zindandaki bir kulede çekmiş. İmparator Aleksios, Anemas'ın gözlerine mil çekilmesini emretmiş. Ama Aleksios'un kızı Prenses Anna babasına yalvararak komutanın sürmeli gözlerini kaybetmesine mani olmuş. Sonra da affedilip orduda önemli bir göreve getirilmiş. Anemas'ın dışında da çok sayıda önemli şahsiyeti ağırlamış bu zindan. İmparator I. Komnenos, İmparator İsakios ve oğlu Aleksios, veliaht Andronikos ve Sultan Murat'ın oğlu Savcı Bey bu zindanda çile çekmiş. Osmanlı devrinde zaman zaman depo olarak kullanılan zindan, 1970'lerden itibaren Malkoçoğlu, Kara Murat, Kahpe Bizans, Şahmaran gibi sinema filmlerine mekan olmuş.

DÖRT YILLLIK RESTORASYON
Fatih eski Belediye Başkanı Sadettin Tantan, bu zindanın restore edilerek turizme kazandırılması için bir proje hazırlattı ama görev süresi bittiği için devamı gelmedi. Daha sonra Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir tarafından restore edilecek tarihi eserler listesine alınan Anemas Zindanı, büyük bir yatırım gerektirdiği için İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne devredildi. Son dört yıldır çok titiz bir restorasyondan geçen binanın içinden çıkarılan çok sayıda tarihi obje Arkeoloji Müzesi envanterine kaydedildi.

BAHARDA HİZMETE AÇILACAK
Binanın büyük bir bölümünün onarımı tamamlandı. Önümüzdeki yıl bahar aylarından itibaren hizmete açılması planlanıyor. Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, bu zindanın restorasyonu için öncülük etti ve ciddi bir onarım bütçesi oluşturulmasını sağladı. Eserin bir kısmı burada ömrünü tamamlayan ya da çile çeken insanların anısını yaşatmak için bir canlandırma müzesine dönüştürülecek. Klasik çağlardaki gibi halkalara geçirilen zincirlerle duvara bağlanan mahkumların canlandırılacağı bu müzede, burada yatan ünlü mahkumların balmumu heykelleri bulunacak. Kadir Topbaş, çok geniş bir alana yayılan Anemas Zindanları'nın bir kısmının sanat atölyelerine dönüştürülmesini planladıklarını söyledi.

NURUOSMANİYE'NİN ALTINDAN BİR SERVET ÇIKTI
Nuruosmaniye, Osmanlı mimari geleneği içinde çok önemli bir virajı oluşturan bir barok eser olarak bilinir. Vakıflar Genel Müdürlüğü, bu eserin restorasyonu için hayli yüklü bir bütçe ayırdı. Ama ilk etapta planlanan bütçe, caminin restorasyonunu karşılamadı. Çünkü eserin altından cami alanı büyüklüğünde olağanüstü güzel bir yapı ortaya çıktı. Caminin altına inen arkeologlar şaşkınlık içinde kaldı. O ana kadar hiç kimsenin bilmediği, 2 bin 42 metrekare büyüklüğünde bir yapıya ulaşıldı.12 odalı 19 bölmeli bu eserin içinde halen çalışır vaziyette olan bir kuyuya da rastlandı. 2014'te restorasyonu tamamlanacak olan eserin müze olarak değerlendirilmesi planlanıyor.





KAŞIKÇI ELMASI TEKFUR SARAYI'NDA
Tekfur Sarayı da tıpkı Anemas gibi büyük Blaknernai saray kompleksinin bir parçası. Bu kompleks içinde ayakta kalmayı başarabilen tek saray. Tekfur kelimesi Avrupa'daki kont, dük, lord gibi unvanların Bizans versiyonu. Aynı zamanda Bizans valileri için kullanılan bir san. Bu saray parçası hakkında ayrıntılı bir tarihsel bilgiye sahip olunmadığı için hangi aristokrat tarafından kaç yılında kurulduğuna dair malumata sahip değiliz. Bazı kaynaklar 11. Yüzyıl, bazıları ise 14. yüzyılda kurulduğunu savunuyor. Osmanlı devrinde ise burası ilk olarak 1492'de Endülüs'ten getirilen Yahudiler için toplu yerleşim alanına dönüştürülüyor. Mimar Sinan devrinde uzaktan gelen çinilerin nakli sorun olunca İznik'ten getirilen ustalarla bu sarayın içinde bir çinihane kuruluyor. İznik çinilerinden sonra en hatırı sayılır çiniler burada üretiliyor. Bu işlevini birkaç asır sürdürüyor. Bir ara hayvanat bahçesi olarak işlev görüyor. Meşhur Kaşıkçı Elması da bu sarayın içinde ortaya çıkarılıyor. Sarayın hemen altından Balat'a uzanan yolun şimdiki ismi Şişhane Caddesi, eski adı ise Şişehane Caddesi. Çünkü Tekfur Sarayı, 19. yüzyılda cam ve cam ürünleri imalathanesi olarak kullanılıyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından üç yıldır restorasyonu sürdürülen eserin bitmesine çok az kaldı. Ana bina restore edilirken bahçe içinden cam ve çini ocakları ortaya çıkarıldı. Bu ocaklar da aslına uygun olarak onarıldıktan sonra ziyaretçilere açılacak. İstanbul, Murano'dan başlayıp Kırım'daki Bahçesaray'a uzanan cam ustalığının en önemli halkalarından biri. Arkeoloji müzesinde ve saraylarda hem Bizans, hem de Osmanlı devrine ait çok sayıda cam eser var. Bu eserlerin büyük bir bölümü de sarayların ve müzenin altındaki depolarda öylece yatıp duruyor. İstanbul'un kültür ve turizm çevreleri yıllardır, bu eserlerin sergileneceği bir müzeye ihtiyaç olduğunu dillendiriyor. Ve Tekfur Sarayı'nın da bu iş için biçilmiş kaftan olduğunu ifade ediyorlar. Kadir Topbaş da bu fikre yakın duruyor. Bakalım onarım sonrasında Tekfur Sarayı'na nasıl bir fonksiyon verilecek.





1001 DİREK SARNICI ÖRNEK BİR MODEL
Yerebatan Sarnıcı bilindiği için bu yazıda ondan söz etmeyeceğiz. Ama Yerebatan'dan sonra İstanbul'un ikinci büyük su haznesi olan 1001 Direk Sarnıcı'ndan hem tarihi özelliği hem de örnek bir kullanım modeli olduğu için övgüyle bahsedeceğiz. Bizans kaynaklarına göre 4. yüzyılda Roma senatosunun üyelerinden Filoksenus'un sarayının su ihtiyacını karşılamak için inşa edilmiş. Osmanlı devrinde de bir süre sarnıç olarak kullanılmış, daha sonra da ipek iplik bükme atölyesine dönüştürülmüş. 19. yüzyılda terk edilen yapının içine yıllar boyunca çevredeki çöpler ve molozlar dökülmüş. 2002'de restorasyonuna başlanan binadan yüzlerce kamyon dolusu moloz çıkarıldı. Onarımı bittikten sonra da işletmesi Dom Turizm Şirketi'ne devredildi. Dünyadaki turizm trendlerini yakından takip eden bu şirketin yöneticileri kısa zamanda bu tarihi eseri dünya çapında bir işletmeye dönüştürdü. Çok sayıda Avrupalı ve Amerikalı zenginin düğünleri burada yapıldı, çok önemli kongre ve davetler için büyüleyici bir mekan oldu. Büyük çaplı fotoğraf ve maket sergilerine ev sahipliği yaptı. Mekanın doğru kullanımı açısından İstanbul'a bir örnek oluşturdu. İşletmenin sloganı ise "Şehir saklar, siz keşfedin..."




Sabah, 26.10.2013

NEOLİTİK DÖNEMDEN KALMA
YERLEŞİM YERİ

 

Çin Şinhua ajansının haberine göre, arkeologlar ülkenin Guangşi Cuang Özerk Bölgesi'nde neolitik dönem ile Cou Hanedanlığı (MÖ 1100 - MS 771) arasındaki döneme ait olduğu düşünülen 120 metrekare genişliğinde bir mağara keşfetti.

Mağarada günlük kullanım için kabaca tasarlanmış topraktan yapılma çanak ve çömleğin yanı sıra taş kürek, taş keski, değirmentaşı gibi kemik, taş ve istiridyeden yapılmış aletler bulundu. keşfin döneme dair araştırmalara ışık tutması bekleniyor.

Sabah, 26.10.2013

TARİHE SAYGI!

 

 

Alaaddin Camii'nin kuzey kapısı ve duvarının üzerindeki yazılar, yerli ve yabancı ziyaretçiler tarafından eleştiri konusu yapılırken tarihi eser üzerine yazı yazanların, karalama yapanların tarih, sanat ve estetik bilincinden ne kadar uzak olduğunu da gözler önüne seriyor. Tek umudumuz vatandaşın bilinçlenerek tarihi mekanlara hak ettiği saygıyı göstermesi...

 






Manşet Gazetesi, 25.10.2013

8 BİN YILLIK HEVSEL BAHÇELERİ DE UNESCO'YA ADAY

 

 

Dünya Kültür Miras Geçici Listesi'nde yer alan Diyarbakır Surları ile 8 bin yıllık Hevsel Bahçeleri de UNESCO'ya aday gösterildi.
 

Kültür ve Turizm Bakanlığı Dünya Miras Geçici Listesi'nde bulunan ve Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Kurumu (UNESCO) Dünya Mirası asıl listeye alınması için çalışmaların aralıksız devam ettiği dünyaca ünlü Diyarbakır Surları'nın yanısıra 700 hektarlık alanı kaplayan Hevsel Bahçeleri de UNESCO başvuru dosyasına eklendi. "Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri Kültürel Peyzajı" ismiyle hazırlanan taslak dosya, Kültür ve Turizm Bakanlığı aracılığıyla UNESCO'ya sunuldu.

Diyarbakır Kalesi ve Surları Alan Başkanı Nevin Soyukaya, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri'nin Dünya Kültür Mirası'na aday olduğunu ifade ederek, taslak dosyayı Kültür ve Turizm Bakanlığı üzerinden UNESCO'ya sunduklarını bildirdi.

Geçen yıl Kültür ve Turizm Bakanlığı himayesinde, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi bünyesinde kurulan Alan Yönetim Birimi ile Diyarbakır Surları ve Kalesi'nin, Dünya Kültür Miras Listesi'ne alınması için UNESCO'ya sunulmak üzere, Diyarbakır Valiliğince, kentteki tüm kurum, kuruluş ve sivil toplum örgütlerinin desteğiyle plan ve dosya hazırlandığını belirten Soyukaya, bu kapsamda nisan ayında uluslararası bir toplantı düzenlendiğini anımsattı.

Soyukaya, UNESCO'ya bağlı kalelerle ilgili teknik heyet olan ICOFORT delegasyonu ile Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi (ICOMOS) ve Türkiye ICOMOS ekiplerinin katılımıyla gerçekleştirilen toplantıya, 15'i aşkın ülkeden 70'i yabancı 200 uzmanın katıldığını ifade ederek, Diyarbakır Kalesi ve Diyarbakır'ın UNESCO sürecinin tartışıldığını kaydetti.

Toplantı sonucunda ortaya çıkan bazı önerileri değerlendirdiklerini anlatan Soyukaya, "Bu öneriler başında özellikle ICOMOS ve UNESCO uzmanlarının önerisi olan Diyarbakır Kalesi ile Hevsel Bahçeleri'ni de dosyaya dahil etmemiz geliyordu. Biz de bu öneriyi Kültür ve Turizm Bakanlığı ile yeniden değerlendirdik. Bunun çok doğru, yerinde bir öneri olduğuna karar verdik. Ondan sonra da alan sınırımızı değiştirdik. Bu kez dünya mirası olarak UNESCO dosyamızı 'Hevsel Bahçeleri ve Diyarbakır Kalesi' olarak hazırladık. 'Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri Kültürel Peyzajı" adıyla da UNESCO dosyamızı hazırladık" dedi.

KENTİN BESİN KAYNAĞI
Soyukaya, Diyarbakır Kalesi'nin bütünlüklü olarak korunup günümüze kadar gelişi, malzemesi, mimarisi, üzerindeki yazıt kuşağı, kabartma ve bezemeleriyle sadece bir savunma yapısı değil, çok ciddi belge niteliği taşıyan kültürel değer olduğunu belirterek, 8 bin yıllık kentle var olan diğer öğenin ise Hevsel Bahçeleri olduğunu kaydetti.

Hevsel Bahçeleri'nin Dicle Nehri'nin kıyısında, Kale ile Dicle Nehri arasındaki alanda bereketli alüvyonların yığıldığı topraklarda bulunan ve kentin kurulduğu günden bu yana besin kaynağı olan çok önemli bir yeşil kuşak olduğunu dile getiren Soyukaya, şöyle konuştu:

"Yurt dışından gelen uzmanlarımız da var olduğu günden bugüne korunmuş çok nadir örneklerden biri olarak yorumladıkları Hevsel Bahçeleri'ni özellikle sunmamızı tavsiye etmişlerdi. Bu nedenle Hevsel'i dünya mirası olarak sunduk. Dicle Nehri, Hevsel ve Kale'yi düşünmeden kenti düşünmemiz mümkün değil. Diyarbakır'ı besleyen bu unsurlar olmasaydı belki bu kadar uzun yıllar doğduğu yerde yaşayamazdı. Biz de bu iki özel değeri kültürel peyzaj olarak UNESCO'ya Kültür ve Turizm Bakanlığı üzerinden sunmuş olduk. Hevsel Bahçeleri 700 hektarlık bir alanı kapsıyor. Diyarbakır Surları ise yaklaşık 6 kilometrelik uzunlukta. Dünyada her iki değerin bire bir benzeri yok. Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri'ni özel kılan sadece büyüklüğü değil, inşa edildiği günden bugüne kadar bütüncül olarak korunarak günümüze kadar gelmiş olmasıdır. İşlevini yitirmeden yaşıyor olmasıdır. Hevsel Bahçeleri ise hala Diyarbakır'ın sebze ve meyve ihtiyacını bir nebze de olsa karşılıyor."

Paris'te UNESCO'ya yakın markaj
Soyukaya, taslak dosyayı bir süre önce UNESCO'ya sunduklarını ifade ederek, "Hazırlanan dosyayı Kültür ve Turizm Bakanlığına sunduk. Bakanlık da Dışişleri Bakanlığımız üzerinden UNESCO'ya sundu. Taslak dosyayı bire bir görüşebilmek için Paris'te uzmanlardan randevu aldık. 30 Ekim'de bu görüşmeleri yapmak üzere belediyeden bir heyet Paris'e gidecek. Oradan aldığımız öneri ve eleştiriler doğrultusunda nihai dosyamızı hazırlamaya başlayacağız. Nihai dosyayı da şubat ayında sunucağız. Dosyamızın onaylanması durumunda Diyarbakır'ın, Dünya Kültür Mirası olarak tüm dünyada anılan ender kentlerden biri olacağını umuyoruz" diye konuştu.

Bugün, 25.10.2013

PERU'DA BİN YILLIK CESETLER ORTAYA ÇIKTI

 

Peru'nun başkenti Lima'nın göbeğindeki bir arkeoloji alanında, Wari medeniyetine ait mezar ve içinde mumyalanmış iki ceset bulundu.

 

 

Lima'daki arkeoloji alanında çalışan biliminsanları, söz konusu mezarın bin yıllıktan fazla olduğunu, cesetlerin ise bir bebek ve bir yetişkine ait olduğunu bildirdi.

 

 

Bölgede çalışan arkeologlardan Isabel Flores, cesedi bulunan yetişkinin bir dokumacı olduğunu düşündüklerini aktardı. Flores'in verdiği bilgiye göre diğer ceset ise bu dokumacı yetişkin uğruna öldürülen ve yanına gömülen bir bebeğe ait.

 

 

Arkeologlar, cesetlerin organları üzerinde gerekli incelemeleri yaptıktan sonra daha detaylı bilgilere ulaşabilecekler.

 

 

Wari medeniyeti 600 ile 1000 yılları arasında, İnka İmparatorluğu ortaya çıkmadan yaklaşık 500 yıl önce bu bölgede varlığını sürdürmüştü. Şimdiye kadar Lima'daki bu arkeolojik alanda şimdiye kadar yaklaşık 70 Wari mezarı bulundu.

 





Hürriyet, 25.10.2013

MARMARAY'LA TARİH CANLANIYOR

 

 

Açılışı 29 Ekim’de yapılacak olan Marmaray Projesi kapsamında ortaya çıkarılan tarihi kalıntılar sergileneceği günü bekliyor.

Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü izniyle, İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü başkanlığında 2004 yılında Marmaray projesi kapsamında kazılar başlamıştı. Üsküdar, Sirkeci ve Yenikapı’daki istasyonların inşasıyla birlikte, üç ayrı bölgede sürdürülen bu kazılar tamamlanma aşamasına geldi. Proje alanında arazi çalışmaları bitirilirken buradaki atölye çalışmaları devam ediyor. İstanbul Metrosu Projesi Yenikapı Metro İnşaatı kapsamındaki kazının bir bölümü tamamlandı, diğer alanlarda ise kazılar sürüyor. Bugün gelinen aşamada, 32 bin 350 eser elde edildi. Taraf’ın edindiği bilgiye göre antik limandan çıkan gemi kalıntıları Yenikapı İstasyonu’nda yapılacak müzede fanusta sergilenecek.
 

32 BİN 350 ADET MÜZELİK ESER BULUNDU

Antik çağın en büyük limanı ve Neolitik dönemden kalma yerleşim yeri Marmaray kazılarında gün yüzüne çıktı. Marmaray kazısında 17 bin 650, metro kazısında ise 14 bin 700 esere ulaştı. 32 bin 350 müzelik eser açığa çıktı. Devam eden kazılarla bu sayının artacağı düşünülüyor. 60 bin metrekarelik alana yayılan ve yaklaşık 10 yıldır yürütülen kazılarda, dünyanın en büyük gemi filosu gün yüzüne çıkarıldı. 37 gemi batığına, yüzlerce insan iskeletine ve 22 bin hayvan kemiğine ulaşıldı. Marmaray projesi kapsamında yapılan kazılarla 8500 yıl öncesine ait insan yaşamının ipuçlarına erişildi. Böylelikle İstanbul’un yerleşik yaşama geçiş tarihi bir kere daha tespit edildi.
 

MÜZENİN DURUMU BELİRSİZ

Marmaray kazılarını bugüne kadar dünyanın dört bir yanından arkeologlar ziyaret etti. Geçtiğimiz Haziran ayında UNESCO’ya bağlı ICOM’un düzenlediği sempozyum için Türkiye’ye gelen 29 ülkeden 130 bilim insanı, Marmaray kazılarında Yenikapı’dan çıkan 36 gemiyi inceledi. Kazıların sonuçlarını yabancı bilim insanları ve dünya basını da merakla bekliyor. Taraf’ın edindiği bilgiye göre antik limandan çıkan gemi kalıntıları Yenikapı İstasyonu’nda yapılacak müzede fanusta sergilenecek. Çıkarılan eserlerin sergileneceği Yenikapı’ya yapılacak Arkeopark adındaki müzenin, Şehir Müzesi’ne mi yoksa Arkeoloji Müzesi’ne mi ait olacağı ise belirsiz. Ayrıca bu müzenin dışında kalan eserlerin ne şekilde korunacağı, hangi müzelerde sergileneceği de belirsizliğini koruyor.

EN BÜYÜK LİMAN GÜN YÜZÜNE ÇIKTI

Marmaray kapsamında yapılan Yenikapı kazılarında, 1 metre ile 6.30 metre arasında, antik dünyanın bilinen en büyük limanı ortaya çıkarıldı. Theodosius Limanı, Marmara Denizi kıyısına Roma İmparatoru I. Theodosius tarafından 379-395 yılları arasında Lykos şimdi ki adıyla Bayrampaşa Deresi’nin ağzına yaptırılmıştı. O yıllarda, uluslararası ticaret merkezi olarak kullanılan Theodosius Limanı, Likos deresinden gelen alüvyonlar yüzünden zamanla kullanılmaz hale geldi. Ayrıca Yenikapı Metro alanında sürdürülen kazılarda liman dolgusu üzerinde açığa çıkan ve MS 12-13. yüzyıllardan kalma olduğu düşünülen kilise kalıntısı da yine koruma altına alınarak Arkeopark projesine dahil edildi.
 

Proje 2019 yılında tamamlanacak

Boğaziçi’nin altına yapılacak tüp geçit ile Asya ve Avrupa’yı denizin dibinden birbirine bağlama projesi 1860 yılında Sultan Abdülmecid’in hayaliydi. 2004 yılında somut adımlar atılmaya başlanarak proje kapsamında 76 kilometrelik bir güzergah çizildi. Parça parça tamamlanacak olan projenin 13 kilometresi denizin altında. 29 Ekim’de açılacak Marmaray TÜP Tüneli’nin Kazlıçeşme, Yenikapı, Üsküdar, Ayrılıkçeşme ve Söğütlüçeşme’de durakları bulunuyor. Söğütlüçeşme- Yenikapı arası 12 dakikaya inecek. 2016’da Marmaray’ın yerüstünde 39 istasyonu olacak. Projesi kapsamında birçok metro çalışması da yürütülüyor. Bu çalışmalar 2019 yılında tamamlanacak.
Taraf, Haber: Billur Özgül, 25.10.2013

 

******


İSTANBUL'UN TARİHİ DEĞİŞTİ

 

 

Asrın projesi olarak nitelendirilen Marmaray bugün nihayet açılıyor. Her gün 1.5 milyon insan taşımayı hedefleyen proje İstanbul için büyük bir hizmet. Proje 4 yıl sarktı. Sebebi malumunuz üzere Yenikapı, Üsküdar ve Sirkeci istasyonlarında yapılan kazılarda çıkan ‘çanak - çömlekler’ gösterildi. Bu sebep doğru ya da yanlış tartışmasına girmeden arkeolojik kazılara göz atalım, bu sebebin fayda mı zarar mı getirdiğine öyle karar verelim.


Arkeolojik kazılar 2004 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın izni ile İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nce başlatıldı. Maddi desteği Ulaştırma Bakanlığı’nca sağlanan kazılara bakanlık verilerine göre 150 milyon liraya yakın bütçe ayrıldığı belirtiliyor. 60 arkeolog, 7 fotoğrafçı, 6 mimar, 6 restoratör, 600’den fazla işçi görev aldı. Ayrıca adli tıp uzmanları, zeolog, arkeobotanik, antropolog, sualtı arkeologları gibi farklı disiplinlerden çok sayıda bilim insanı da projeye destek verdi. 38 bin envanterlik yani müzelik değerde yaklaşık 40 bin kasadan fazla eser ortaya çıkarıldı.
İlk kazma vurulduğundan bu yana da İstanbul’un tarihini değiştiren çok sayıda arkeolojik veri elde edildi. Bir çırpıda sayılabilecek o kadar çok buluntu var ki ama en önemlisi sanırım Yenikapı’daki neolitik veriler. İstanbul’un tarihini MÖ 8500 yıllarına taşıyan bu buluntular tüm dünyada ses getirdi. Yüzlerce arkeolog, bilim insanı bu eserleri yerinde görmek için İstanbul’a geldi. Şimdi kazı alanlarını tek tek irdeleyelim.

Batık filo bulundu
YENİKAPI: 2004 yılında başlanan ve yılın 12 ayı kesintisiz kazı yapılan Yenikapı’da, Cumhuriyet ve Osmanlı dönemlerine ait kültür katlarının altında antik dünyanın bilinen en büyük limanı ortaya çıkarıldı. Antik kaynaklarda adı ‘Theodosius Limanı’ olduğunu bildiğimiz bu limanda, Bizans dönemi denizciliği, ticareti ve gemilerine ilişkin binlerce eser bulundu. En erkeni 4. yüzyıl en geç tarihli olanı da 11. yüzyıl olan liman içerisinde muhtelif zamanlarda batmış 37 adet batık gemi tespit edildi.


Bu batıkların 30 adedi yelkenli ticaret gemisi, 5 tanesi ise kürekli kadırgaydı. Yükleriyle batan 3 gemiden ise amforalar, tabaklar, kandiller, bronz ve altın sikkeler, cam eserler, bronz eserler, ahşap ve kemik eserler, fildişi eserler, deri eserler, heykeller bulundu.


Liman dolgusunun altında Tarihi Yarımada içerisinde ilk defa neolitik bir yerleşim tespit edildi. Marmara Denizi’nin tatlısu gölü olduğu dönemde var olduğu belirlenen İstanbul’un ilk sakinlerine ait yerleşim yeri, MÖ 6500 yılından itibaren kullanılmaya başlanmış yaklaşık 1000 sene boyunca su altında kalana kadar yerleşme kullanılmıştı.


Yerleşme içerisinde dal örgü mimari kalıntılar, mezarlar ve çok sayıda pişmiş toprak kap parçaları ile çakmaktaşı ve taş aletler tespit edildi. Dünyanın bilinen en eski ahşap aletleri, neolitik dönem insanlarına ait yaklaşık 2000 adet ayak izi de buluntular arasında yer aldı.

92 iskeletle bir Bizans yapısı
ÜSKÜDAR: Arkeolojik kazılar 2004 yılında başladı, 2008 yılında teslim edildi. Arkaik dönemden başlayarak klasik, Hellenistik ve Roma dönemlerine ait buluntular ile Bizans ve Osmanlı dönemlerine ait mimari yapılar tespit edildi. Rum Mehmet Paşa Vakfiyesi’ne ait bir arastanın temellerine rastlandı. 12 - 13. yüzyıllara ait Bizans dönemi apsidal bir yapının temelleri bulundu. Yapının içinde 92 iskelet ortaya çıkarıldı. Bu yapının yerinde korunmasına karar verildi.

 

MÖ 7. yüzyıldan beri limandı

SİRKECİ: MÖ 7. yüzyıldan sonra liman olarak kullanılan bölgede 4 noktada arkeolojik kazı yapıldı. Geç Osmanlı, Bizans ve Roma öncesine ait çok sayıda buluntu, Prosphorianos liman çevresine ait mimari yapı kalıntıları tespit edildi. İstanbul tarihini 8500 yıl geriye götürdüğü, bir müze kuracak kadar çok eser kazandırdığı ve şehir arkeolojisinin nasıl yapılabileceğini bize gösterdiği için başta tüm arkeologlara, destek veren Ulaştırma ile Kültür ve Turizm Bakanlıklarına sonsuz teşekkürler. İyi ki proje 4 yıl sarkmış.

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 29.10.2103

 

******


MARMARAY TARİHE ULAŞTI

 

 

İstanbul Arkeoloji Müzesi Müdürü Zeynep Sezin Kızıltan, Marmaray çalışması sırasında ortaya çıkarılan tarihi eserlerle ilgili olarak, "Burada 13 metrelik bir kültür dolgusuna ulaştık. Bunlar kent arşivi açısından çok önemli ve değerli bilgiler. Bu eserler, bilim dünyasının dikkatinin buraya yönelmesini sağladı" dedi. 

 

Kızıltan, yaptığı açıklamada; Marmaray projesinin önemli 3 istasyonunun kentsel ve arkeolojik SİT alanında kaldığını, bu nedenle de ilgili bölge kurulları tarafından, bu alanlarda İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü başkanlığında kazıların yapılmasına karar verildiğini belirterek, Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan alınan izinler çerçevesinde Üsküdar'da, Sirkeci'de 4 ayrı noktada ve en büyük istasyon olan Yenikapı'da, 2004 yılından itibaren arkeolojik kazılara başlandığını söyledi. 

 

Üsküdar'daki çalışmayı 2008 yılında, Sirkeci'deki çalışmayı da 2012'de tamamladıklarını, Yenikapı'da ise, en büyük alan olması sebebiyle çalışmaların sürdüğünü ifade eden Kızıltan, "Burada 13 metrelik bir kültür dolgusuna uluştık. Osmanlı döneminin yanı sıra Bizans (Doğu Roma) İmparatorluğu'nun önemli bir liman kalıntısına ve onun altında da kent tarihini yaklaşık 8 bin yıl geriye götürecek olan neolotik tabakaya ulaşmış olduk. Bunlar kent arşivi açısından çok önemli ve değerli bilgiler. Bu eserler, bilim dünyasının dikkatinin buraya yönelmesini sağladı. Bu güzel ve tarihi bilimsel sonuçlarla birlikte, bu projenin önemli bir sonucu da ortak işbirliği içerisinde oluşan bir projeydi. Hem Ulaştırma Haberleşme ve Denizcilik Bakanlığı'yla hem de İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) ile uyum içerisinde, geniş katılımlı ekiplerle, zaman zaman 24 saat, 3 vardiya şeklinde sürecek çalışmalarla tamamladık" şeklinde konuştu.    

 

Bu çalışmalarda Yenikapı kazı alanında açığa çıkartılan Theodosius Liman kalıntıları, tekneler, neolitik yerleşim, Sirkeci ve Üsküdar'da tespit edilen Osmanlı ve Bizans mimari kalıntıları ile bu kalıntılar altında bulunan arkaik klasik, Hellenistik ve Roma dönemlerine ait buluntuların, kent tarihinin yanı sıra dünya kültür tarihine de çok önemli katkılarda bulunduğunu ifade eden Kızıltan, bu tarihi değerlerin, kurulacak arkeo parkta ve Marmaray müzesinde sergileneceğini kaydetti. 

Dünya, 29.10.2013

 

******


200 BİN KASA ESER TAŞINACAK

 

Asya ile Avrupa kıtaları arasında deniz altından kesintisiz ulaşımı sağlayacak Marmaray’ın inşası sırasında Yenikapı’daki kazılarda gün yüzüne çıkarılan tarihi eserler yeni ‘ev’lerine taşınmayı bekliyor.

 

 

Marmaray ve Metro kazılarından çıkan eserlerin küçük buluntu adı verilen taşınabilir olanları bütün envanterleme ve belgeme işlemleri ile konservasyon, restorasyon işlemleri yapıldıktan sonra kazıları organize eden İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne naklediliyor.

Restorasyon sürüyor
Yine bu buluntular arasında yer alan 35 ahşap teknenin konservasyon ve restorasyon çalışmaları ise iki üniversite tarafından aralıksız sürdürülüyor. 5 ve 11. yüzyıllara ait teknelerden 4’ü Teksas A&M Üniversitesi’nden Cemal Pulat ve ekibi tarafından Bodrum Sualtı Arkeoloji Enstitüsü’nde, 31’i ise İstanbul Üniversitesi Taşınabilir Kültür Varlıkları Bölümü’nde bulunuyor. Konservasyon işlemine tabi tutulan teknelerin çalışmaların tamamlanmasının ardından sergilenmesi bekleniyor.
Marmaray çalışmalarında ortaya çıkan küçük buluntular ise Arkeoloji Müzesi tarafından kurulan ekiplerce gerekli konservasyon ve restorasyon çalışmaları yapıldıktan sonra müzeye naklediliyor. Şu anda bir kısmı da “Limandan Hikayeler Yenikapı’nın Batıkları” adlı sergide meraklıları ile buluşuyor.

Nakil için bekleniyor
Marmaray kazılarından çıkartılanlardan atölye çalışmaları devam edenler haricinde açıkta eser bulunmazken metro çalışmaları sırasında
erişilen tarihi eserler de uzman ellerce bakımdan geçirilmek için nakledilmeyi bekliyor. Yetkililer, metro alanındaki eserlerin, çalışmalar tamamlanınca başka bir alana aktarılacağını beliretek, nakledilmeyi bekleyen 200 bin kasa olduğunu söyledi. Nakil işlemi ile bu eserler de kapalı bir kamp alanına geçirilecek.

‘İzole olmayacak’
Uzmanlar da Marmaray çalışmaları sırasında tarihi eserlerin iyi bir organizasyon ile açığa çıkartıldığını, bundan sonraki aşama olan sergileme konusunda da çalışmaların devam ettiğini belirtti. İstanbul Üniversitesi’nden Prof.Dr. Mehmet Özdoğan, “Önemli bir kazanım gerçekleşecek ve izole bir müze olmayacak. Kentin can damarı ile birleşen son derece güzel bir proje ortaya çıkacak” dedi.

 

 

‘Önce kazı yapılmalıydı’

Diğer yandan arkeologlar, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın ‘Arkeologlara kalsa bu proje 2023’te anca biterdi’ açıklamalarına ise tepkili. Karul, “Ne yazık ki ülkemizde modernizm sadece teknoloji ile ölçülüyor. Oysa kültürel miras da modernizmde en az teknoloji kadar vazgeçilmezdir” derken proje boyunca arkeologların ve Arkeoloji Müzesi’nin ise son derece eksiksiz çalıştıklarını ve söyledikleri tarihte çalışmalarını bitirip, alanı devrettiklerini vurguladı. Benzer şekilde Özdoğan da “Arkeologlar işi uzatmadı” vurgusu yaparak, “Aslında yapılması gereken kazılar başlamadan önce orada kazı çalışmasının yapılmasıydı” dedi.

Milliyet, Haber: Burcu Ünal, 29.10.2013

MAKÜ ARKEOLOJİ BÖLÜMÜNCE KREMNA KEŞİFLERİ TAMAMLANDI

 

 

Burdur'un Bucak İlçesi'nde bulunan Kremna antik kenti ve çevresindeki yüzey araştırmalarının ilk sezonu tamamlandı.

 

Uzun soluklu olarak devam ettirilmesi planlanan araştırmalar bu yıl Kremna'nın kuzeyindeki, kentin egemenlik alanına giren kısımlarda gerçekleştirildi. MAKÜ'nün resmi sitesinde yayınlanan haber şöyle;
"Çalışmalar sırasında daha önceden literatüre girmemiş farklı niteliklere sahip pek çok yerleşim tespit edildi. Ayrıca savunma amaçlı gözetleme kalesi ve karakol işlevli yerleşimler Roma Dönemi'ne tarihlenen yerleşimlere rastlandı. 2013 Araştırma sezonunun en heyecan verici keşfi, ana tanrıça tapınımıyla ilgili olduğu düşünülen; kaya nişleri, kaya içine oygu kutsal mekanı ve tepe üstündeki tapınağıyla görkemli bir kutsal alan kompleksinin belgelenerek ortaya konması oldu. Kremna ve Çevresi Yüzey Araştırmaları Arkeoloji Bölümü öğretim üyelerinden Yrd. Doç.Dr. Hüseyin Metin başkanlığında; aynı bölümüm öğretim üyelerinden Yrd. Doç.Dr. B. Ayça Polat Becks ve Yrd. Doç.Dr. Ralf Becks'in bilimsel katılımıyla gerçekleştirilmektedir. İnterdisipliner olarak yürütülen araştırmada üniversitemizden jeomorfolog Doç.Dr. Yıldırım Atayeter ve ekibi katılım sağlamıştır. Ayrıca Akdeniz Üniversitesi ve Süleyman Demirel Üniversiteleri'nden alanlarında uzman bilim insanları görev almışlardır."

Burdur Gazetesi, 24.10.2013

AYASOFYA İSKELEDEN KURTULAMADI

 

 

1993’te ana kubbe onarımı için kurulup 17 yıl kullanılan, İstanbul’un 2010 Kültür Başkenti olması üzerine bakanlık talimatıyla kaldırılan dev iskele 3 yıl sonra yeniden kuruldu. Proje 650 gün sürecek.

 

Dünya harikası Ayasofya’da iskele geri döndü. 1993’te ana kubbe onarımı için kurulup 17 yıl kullanılan, İstanbul’un 2010 Kültür Başkenti olması üzerine bakanlık talimatıyla kaldırılan dev iskele 3 yıl sonra yeniden kuruldu. Bu kez iç duvarların onarımı için kurulan iskelenin proje süresi 650 gün olmasına rağmen birkaç yıl kalması bekleniyor. 2010’da yüzyıllar sonra yüzü açılan Serafim meleklerinden, yüzünün yarısı sağlam duran ikincisinin de bu dönem açılacağı bildirildi. Ayasofya Müzesi Müdürvekili Sefer Arapoğlu, müze içindeki 1. Mahmud Kütüphanesi’nin onarımının tamamlandığını ve 1 Ocak 2014’te açılacağını belirtirken, arka bahçede silüeti bozduğu gerekçesiyle iki kez yıkılan Fatih Medresesi’nin de yeniden inşasının planlandığını bildirdi. Ayasofya Müzesi geçen yıl 2 milyon 360 bin ziyaretçiyle Topkapı Müzesi’ni ilk kez geçmişti.

İSKELENİN TARİHİ
Müze uzmanı ve müdürvekili Sefer Arapoğlu iskeleyi ve yürüyen planları anlattı:
“İnşa tarihinden itibaren yaşanan depremler nedeniyle Ayasofya’nın içinde iskele hep var. Müzeye çevrilirken Amerikalılar ana kubbe onarımı için bir iskele getirmiş. Hareketli, sökülüp takılabilen. Ana kubbede sıva parçaları dökülmeye başlayınca, oradaki son derece kıymetli mozaikleri korumak için 1993’te bugünkü iskele kuruldu. Fakat gereğinden fazla kalıyor iskele. UNESCO’nun katkısıyla, İtalyanlarca onarım yapılırken, ödenek yetersizliğinden tüm kubbeyi onaracak şekilde kurulamıyor, 4 çeyrek halinde sökülüp takılıyor. 4 çeyreği dolaşırken yapılan onarımlarda da problemler çıktığı için aynı yerde ikinci defa kurulduğu oluyor. Ayasofya’nın en büyük sıkıntısı çatıdan kaynaklanıyordu. Çatı onarımı tümüyle yenilenmeden iç kısım çalışması çok doğru değildi. 2010’da tümüyle yenilendi.

17 YIL SONRA KALDIRILDI
Bakanlık İstanbul 2010 Kültür Başkenti projesi sözkonusu deyip iskele vs. kalmayacak talimatı verdi ve 2009 sonunda kalktı iskele. Kalktı ama iç cephe yan duvarlarında sıvalar dökülmüş, yağmur suları zarar vermişti. Ana giriş, batı cephesi, minareler ve ana mekanda çalışmalar sürüyor. 1. Mahmud Kütüphanesi bitmek üzere, 1 Ocak 2014’te açılışını yapacağız. Ayasofya canlı olduğu dönemlerde eğitim ve öğretim yeri aynı zamanda. En önemli din ve ilim adamları, rektör düzeyinde isimler ders veriyor. İç mekan adeta bir medrese gibi kullanılıyor. Üniversiteye eşdeğer eğitim verilince bir de kütüphane lazım. Çok önemli kitaplar var, dini ve ilmi alanda yazılmış 5 bin el yazması. 1935’te müze olmasıyla beraber kitaplar Süleymaniye elyazması kütüphanesine devrediliyor. Olması gereken yerde, okuyucuyla buluşması lazım. Burası müze olduğu için sadece seyirlik anlamda o kitapların fotokopileri sergilenebilir.”

Hürriyet, Haber: Ali Dağlar, 24.10.2013

CEHENNEM KAPISINDAN TARİH FIŞKIRIYOR

 

 

Denizli'nin UNESCO tarafından Dünya Miras Listesi'ne alınan beyaz cenneti Pamukkale'nin örenyerinde bulunan Hierapolis antik kentindeki Cehennem Kapısı olarak adlandırılan alanda kazı çalışmaları tüm hızıyla sürüyor. Pamukkale travertenlerine rengini veren suyun ana kaynağı olan ve havuzun da ortaya çıkarıldığı Cehennem Kapısı'nda Afrodit heykeli başı, kandiller ve MÖ 5. yüzyılda Frigya dönemine ait kiremitten çift flüt çalan insan figürü ortaya çıktı.

 

Denizli Valisi Abdülkadir Demir, cehennem kapısında inceleme yapıp, yeni çıkan eserleri inceledi. Antik Hieropolis kentinde Roma Dönemi'nde hayvanların kurban edildiği, yer altı Termal kaynak sularından çıkan karbondioksit nedeniyle Cehennem Kapısı olarak adlandırılan bölgede yapılan kazı ve restorasyon çalışmalarında geçtiğimiz günlerde kutsal alan ortaya çıkarıldı. Burada antik çağda ölülere hükmeden yer altı tanrısı Hades'in bekçiliğini yapan üç başlı köpek Kerberos'un 130 santimetre yüksekliğinde mermer heykeli de bulundu. Cehennem Kapısı'nın sağında Kerberos heykeli bulunurken, kapının solunda ise Hades'in simgelerinden olan yılan heykeli de ortaya çıkarılmıştı.

 

Cehennem Kapısı'nda devam eden kazı çalışmaları kapsamında muhteşem eserler gün yüzüne çıkmaya devam ediyor. En son yapılan çalışmalarda ise Afrodit heykeli başı, kandiller ve Frigya dönemine ait çift flüt çalan insan figürlü vazo parçası bulundu. İtalyan Kazı Heyeti Başkanı Ord. Prof.Dr. Francesco D'Andraia, Frigya dönemine ait eserin çok önemli ve tarihi bir belge olduğunu söyledi. D'Andraia, vazo parçası olan tarihi eserde kabartmalı bir insan figürünün çift flüt üflerken yer aldığını belirterek, 'Bu eserle Hierapolis antik kentinin MÖ 600 yıl daha öncesine gittik. O dönemde de frigler, buraya Termal suyla tedavi olmak için geliyordu. Eserdeki flütün biri doğru, diğeri ise boynuz şeklinde Kibele kültürünü yansıtıyor. Bu flütü Kibele rahipleri çalıyordu" dedi.

 

'ANTİK ÇAĞ'DAKİ GİBİ YAŞATMAK İSTİYORUZ'

Vali Abdülkadir Demir ise, Cehennem kapısındaki yapılan çalışmalarla bölgeyi antik çağdaki gibi yansıtmaya çalışacaklarını belirterek, 'Burada son yapılan çalışmalarla Afrodit heykeli ve kandiller ve çok çeşitli eserler ortaya çıktı. Önemli eserler kazanılmış oldu. Eski dönemde Plutonium buranın kutsal alanıdır. Burada dini ayinler törenler yapılıyor, boğalar kurban ediliyor. Burası Pamukkale'ye asıl rengini veren suyun çıkış kaynadır. Bu eserler kentin zengin olduğunu gösteriyor. Havuz da ortaya çıktı. Birası antik çağda da havuz olarak kullanılmış. Şimdi bu alanda üç boyutlu çalışma yapılıyor. 2014 yılında burayı orijinal dönemdeki gibi restore etmek istiyoruz. O törenleri sembolize edecek değerleri ortaya çıkarmak istiyoruz. Cehennem kapısıyla ilgili Pamukkale Üniversitesi Jeoloji Bölümü tespit çalışması yapacak. Suyun çıkış noktalarına ve orjinale zarar verilmeden daha da aşağıya inmek ve antik çağdaki gibi yaşatmak istiyoruz. Yapılacak çalışmalardan sonra burası antik havuz gibi gelenlerin özel ziyaret edeceği alan olacak. Gelecek açısından burası çok önemli. Kent yeniden keşfediliyorö dedi.

haberler.com, 24.10.2013

 

******


DENİZLİ'DE AFRODİT HEYKEL BAŞI BULUNDU

 

 

UNESCO Dünya Miras Listesinde yer alan Pamukkale'deki Hierapolis antik kentinde Plutonium Mağarası'ndaki kazılarda, Afrodit heykel başı bulundu.

 

Bölgede yapılan kazılarda bulunan arkaik döneme ait parçalar antik kentin bilinen tarihini 300 yıl geriye götürürken, kentin MÖ 6. yüzyılda kutsal alan olarak ziyaret edildiğini gün yüzüne çıkardı. Antik kentte 1957'den beri İtalyan kazı heyeti tarafından sürdürülen kazılarda, toprak altında kalan tarih gün yüzüne çıkarılmaya devam ediyor. Daha önce yılda bir ay yapılan kazılar, bu yıl Denizli Valiliği'nin desteğiyle yıl boyunca sürdürülüyor.

Pagan inanışın hakim olduğu Antik Çağ'da kutsal kent olarak görülen Hierapolis'te "ölüler ülkesine geçiş kapısı" olarak kabul edilen Cehennem Kapısı'ndaki kazılarda, üç başlı "Hades'in Cehennem Köpeği" ile yılan heykelinden sonra şimdi de Afrodit heykel başı bulundu. Plutonium Mağarası'nda yapılan kazılarda bulunan arkaik döneme ait parçalar ve çift flüt çalan insan figürü, antik kentin bilinen tarihini 300 yıl geriye götürürken, kentin MÖ 6 yüzyılda kutsal alan olarak ziyaret edildiğini gün yüzüne çıkardı. Titizlikle çıkarılan heykeller, Hierapolis Arkeoloji Müzesi deposuna kaldırıldı.

İtalyan kazı heyeti başkanı Prof.Dr. Francesco D'Andria, gazetecilere yaptığı açıklamada, Plutonium Mağarası'nda Cehennem Kapısı olduğunu, buradan termal su ve karbondioksit gazı çıktığını belirtti. Bölgenin 2 bin yıl önce çok önemli bir kutsal alan olduğunu dile getiren D'Andria, "Burada çok mermer heykel bulduk, çok parça bulduk, en güzeli Afrodit başı. Ama maalesef Bizans zamanında bazı heykelleri kireç ocaklarında yakılarak kireç yapıldı. Burada bir Dionysos heykeli bulduk, bu heykelin bütün vücudu var ama başı yok. Afrodit başı çok özel. Hellenistik zamanda yapılmış, yüzü, saçları, Hellenistik stili gösteriyor. Özel saç sistemi var. Kulaklarında iki delik var, küpe için. Eskiden heykele altın küpe takıyorlardı. Heykelin üzerine başı tutturmak için demir yeri var" dedi.

Mağara girişinde yılan ve üç başlı köpek heykeli bulduklarını hatırlatan D'Andria, şunları belirtti:
"Kerberos denen köpek, mitolijiye göre Cehennem girişini koruyor. Üç başlı olan bu köpek heykeli eşsiz bir eser. Böyle büyük bir heykel yok dünyada. Bu köpeğin heykeltıraşı, köpeğin başını Anadolu köpeği gibi, kangal gibi yapmış. Çünkü normalde Kerberos'un heykelini küçük normal köpek yapıyorlar ama burada kangal tipini kullandılar. Cehennem girişinde bulunan yılan heykeli de önemli. Bu iki hayvan, Cehennem girişini koruyor."

"Hierapolis tarihi 300 yıl geriye gitmiş oldu"
Cehennem Kapısı'nda çok sayıda kandil bulduklarını açıklayan Prof.Dr. D'Andria, "Kutsal alanda yapılan ritüelde kandiller çok önemli. Hellenistik dönemden, 2. yüzyıldan kalma. Her kandil farklı bir figürde. Dionysos, Hermes var. Bütün kandiller kullanılmış. Bu ritüel çok önemli. Çünkü insanlar, Antik Çağ'da buraya geliyorlar, Cehennem girişinde sunak yapıyorlar, kurban adıyorlar, boğa kurban ediyorlar. Bu kandillerin ateşini buradan çıkan zehirli gazlar söndürüyor. Ondan sonra bunu Tanrı'nın kabul ettiğine inanıyorlar, burada bırakıyorlar, eve götürmüyorlar" diye konuştu.

Hierapolis'te yeni bir gelişmeye şahit olduklarını ifade eden D'Andria, şöyle dedi:
"Plutonium alanında yapılan kazılar sırasında ilk kez arkaik döneme ait parçalar tespit edildi. Arkaik dönem MÖ 6. yüzyıl. Hierapolis'te şimdiye kadar en eski parçalar, buluntular MÖ 3. yüzyıl sonuna ait. Ama buradaki Plutonium mağarasında arkaik döneme ait, MÖ 6. yüzyıla ait parçalar tespit edildi. Hierapolis 3. yüzyılda yapıldı ama buradaki Plutonium mağarasına Frig kültürüne ait insanlar geliyorlardı. Hierapolis şehri yokken MÖ 6. yüzyılda Frig insanlar bu mağaraya geliyorlardı. Böylece Hierapolis tarihi 300 yıl geriye gitmiş oldu. Bu, bizim için çok önemli. Çünkü arkeolojik anlamda yeni bir perspektif açılıyor. Burada bir kabartma bulduk, çift flüt çalan bir insan. Bu çift flüt, Friglere ait çok tipik bir özellik, Kibele kabartması çok tipik. Antik yazar Strabon, "Bu mağaraya yalnız Kibele rahipler girebilirler" diyor. Buna çok uygun düşüyor."

Alanı ziyaret eden Denizli Valisi Abdülkadir Demir de gazetecilere yaptığı açıklamada Hierapolis antik kentindeki Plutonium Mağarası ve Cehennem Kapısında Prof.Dr. Francesco D'Andria başkanlığındaki İtalyan heyetinin, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Denizli Valiliği ve İl Özel İdaresinin desteği ile bu yıl çok önemli çalışmalar yaptığını ifade etti.

Kazı heyetinin yaptığı çalışmalarda çok önemli eserlerin ortaya çıktığını belirten Demir, "Burada bugün kazı başkanının ilk defa gösterdiği Afrodit başı heykeli çıktı, ayrıca kandiller çıktı. Burada sayamayacağımız kadar eserler kazanılmış oldu" dedi.

Türkiye Gazetesi, 24.10.2013



******


HİERAPOLİS'TE KİLİSENİN SÜTUNLARI AYAĞA KALDIRILIYOR

 

 

Denizli’de, Roma İmparatoru 1. Konstantin dönemine ait Laodikya antik kentinde bulunan bir kilisenin restorasyon çalışmasının ardından Pamukkale'deki Hierapolis antik kentindeki kilise de İtalyan Kazı Heyeti Başkanı Prof.Dr. Francesco D'Andria ve ekibi tarafından ayağa kaldırılıyor. Kilisenin restorasyonuna ve ona giden yolun yapılmasına, inanç turizmine etkisi olacağı düşüncesiyle Kültür ve Turizm Bakanlığı da maddi destekte bulunuyor.

 

Denizli Valisi Abdülkadir Demir, İl Özel İdaresi Genel Sekreteri Adem Oklu, Kültür ve Turizm İl Müdürü Mehmet Korkmaz'la birlikte Hierapolis'te incelemelerde bulundu. Hz. İsa (AS)'nın havarilerinden St. Philippus (Filip)'un gömülü olduğu sanılan şehitliği (martyrion) gezen Vali Demir, Prof.Dr. D'Andria'dan bilgi aldı. Burada bulunan ve sütunları kaldırılarak restore edilen kilisede açıklama yapan D'Andria, sütunlarda haç işaretleri gördüklerini söyledi. D'Andria, "Sütunların üzerine Grekçe harflerle, 'Tanrım beni koru' şeklinde yazılmış bir yazıt bulduk. Bu bizim için önemli." dedi. Demir de turistlerin kilise ve mezarı gezebilmesi için yolun yapıldığını ifade etti.

Zaman, Haber: Resul Cengiz, 26.10.2013

 

******


İTALYANLARIN 20 YILDA YAPAMADIĞI KAZIYI BİZ BİR YILDA BAŞARDIK

 

 

Denizli Valiliği, Pamukkale’deki Hierapolis’te İtalyanların yanı sıra Türk arkeologların da çalıştırılmasını sağladı. Beş-altı noktada başlayan kazılarda, önemli eserler ortaya çıkarıldı. Vali Abdülkadir Demir, “Pamukkale’yi sadece travertenlerle değil, antik kentleriyle öne çıkarmak istiyoruz.” diyor.

 

UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Batı Frigya’da, Lykos Vadisi’nin önemli antik kentleri arasında yer alan Pamukkale’deki Hierapolis’te kazıları İtalyan heyet yürütüyordu. Bölgede 56 yıldır kazı ve restorasyon çalışmalarını yapan İtalyanlar, çalışmalarının ağır ilerlemesi sebebiyle eleştirilmişti, kazı izninin iptal edilmesi gündeme gelmişti. Denizli Valiliği, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na başvurarak antik kentte Türk arkeologların da çalıştırılmasını sağladı. Beş altı noktada birden kazı başladı ve birçok önemli eser ortaya çıkarıldı. Latince “Plutonium” olarak adlandırılan “Ölüler Ülkesine Geçiş” mağarasının etrafında, antik dönemde Pagan inancına göre yer altı tanrısı olduğuna inanılan Hades’e boğaların kurban edildiği mağara girişinin üstü açıldı. Mağaranın içinden çıkan suyun, yer altından savaklarla travertenlerinden dolayı “beyaz cennet” olarak da adlandırılan Pamukkale’ye gittiği belirlendi. Bu termal sudan çıkan karbondioksit gazıyla antik dönemde kurban edilen boğaların öldürüldüğü tespit edildi. Bütün ödenekleri Kültür Turizm Bakanlığı ve Denizli Valiliği olarak karşıladıklarını dile getiren Demir, “Bu yıl yaklaşık 1 milyon lira civarında destek olduk. Hierapolis antik kentinde beş altı noktada çalışmalar yapıldı. 2013 yılında, son 20 yılda yapılandan daha fazla çalışma yapıldı.” dedi.

 

Hierapolis antik kentinde İtalyan kazı heyetinin yılda sadece bir ay çalıştıklarını belirten Denizli Valisi Abdülkadir Demir, “Buradaki hedefimiz, Pamukkale’yi sadece travertenlerle değil, antik kentleriyle öne çıkarmak.” ifadelerini kullandı. Denizli’de Çürüksu (Lykos) Vadisi olarak adlandırılan bölgede 19 antik kent bulunuyor. Kazı çalışmaları için üniversitenin arkeoloji bölümünün her türlü desteği verdiğini kaydeden Pamukkale Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Hüseyin Bağcı, “Sadece bizim milletimiz için değil, bütün insanlığa miras için uluslararası enstitüyle taçlandırmak istiyoruz.” dedi.

Zaman, Haber: Resul Cengiz, 31.10.2013

HİTİTLERİN HEYKEL ATÖLYESİ

 

 

'ın Sorgun İlçesi'ne bağlı Karakız beldesinde yapılan ön araştırmalarda döneminde heykel atölyesi olarak kullanıldığı belirlenen bölgede bulunan eserler turizme kazandırılmayı bekliyor.

Yozgat Müze Müdürü Hasan Şenyurt, yaptığı açıklamada Karakız beldesinde Hapis Boğazı mevkisinde bir bölümü tamamlanmamış haldeki heykellerin Hititler'den kaldığını söyledi.

Bu tarihi alandaki ilk tespitlerin 1982 yılında Müze Müdürlüğü tarafından yapıldığını bildiren Şenyurt, "1987 yılında da buralar Hapis Boğazı harabeleri olarak koruma altına alınmış. Hapis Boğazı'nda 2009 yılına kadar detaylı bir bilimsel çalışma olmamış. 2009 yılında biz Müze Müdürlüğü olarak 3 gün süren bir kurtarma kazısıyla silindirik bir mimarı yapının ortaya çıkarılması için Hitit Üniversitesi ile ortak çalışmalar yaptık. 2009 yılında Hapis Boğazı'ndaki harabeler ve Karakız Heykel Atölyesi olarak bu alan iki kısma ayrıldı ve tekrar tescillendi" diye konuştu.

Hititler granitten dev heykeller yapmışlar
Karakız beldesinde, milattan önce birinci binin ortalarından itibaren yerleşim görüldüğünü tespit ettiklerini anlatan Şenyurt, şöyle devam etti:
"Bu yerleşimin en önemli özelliği Anadolu'nun merkezinde bulunan Hitit başkenti Hattuşaş'a yakın olması. Hattuşaş ve çevresindeki önemli yerleşim yerlerinin kent girişlerinde bulunan büyük kapı binalarının önüne heykel kabartmaları bulunuyor. Burada bir heykel atölyesi var. Hititler özellikle granit malzemeyi büyük devasa heykellerin yapımında kullanıyorlardı. Burada da bol miktarda malzeme var. 2013 yılında Hitit heykel atölyesi içerisinde bulunan 2 aslan heykeli kabartmasının bulunduğu araziden alınarak belediye bahçesine taşınması için bakanlıktan izin aldık. İnşallah önümüzdeki günlerde bu çalışmayı yaparak heykellerimizi koruma altına almış olacağız."

Karakız beldesinde çok geniş bir alana yayılmış granit tabakası olduğunu dile getiren Şenyurt, "Bu alanda münferit yerlerde oyma suretiyle yaptıkları aslan heykelleri ve değişik mimari yapıdaki parçaların kalıntıları var. Yaklaşık 1,5 kilometrekarelik alanda kabartma heykellere ve mimari eser kalıntılarına rastlanıyor. İlerde bu eserlerin hem bulunduğu yerde korunması hemde ziyaretçilerin görmesi sağlanabilir. Bu konuyla ilgili Bakanlığımızı başvurumuzu yaptık. Ancak henüz bir çalışma gerçekleştirilmedi" diye konuştu.

Karakız Belediye Başkanı Durmuş Erdal ise heykellerin kurtarılması için yoğun bir çaba içerisine girdiklerini, yapılan yazışmaların ardından Kültür ve Turizm Bakanlığından Hitit dönemine ait oldukları belirlenen heykellerin kurtarılması için izin çıktığını ifade etti.

Bölgede incelemelerde bulunan arkeologların, bölgenin Hititler döneminde heykel atölyesi olarak kullanıldığı yönünde rapor hazırladıklarını dile getiren Erdal, Karakız beldesinde bulunan taş ocağının gün ışığına çıkarılması halinde Anadolu tarihine ışık tutacağına inandığını söyledi.

Defineciler heykellere zarar vermiş
Bölgede bulunan tarihi eserlere define arayan kişiler tarafından zarar verildiğini anlatan Erdal, "Bu heykelleri gören bazı kötü niyetli kişiler bölgede define olacağı düşüncesiyle kazılar yapmış ve birçok heykele zarar vermiş. Buraların kurtarılması ve kazı yapılmasını önlemek amacıyla 1997 yılında o zamanki belediye başkanımızın bir çalışması olmuş ve buralar sit alanı ilan edilmiş. Daha sonra Kazankaya bölgesi ve kasabamızın içinde bir bölge de sit alanına dahil edilmiş'' dedi.

Sabah, 23.10.2013



20 - 26 Ekim 2013

ARKEOLOJİK ALANA TAŞ OCAĞI MI?

 

 

Hekimhan İlçesi'ne bağlı Çimenlik Köyü'nde, bulunan ve taş ocağı ruhsatı verilen alanın eski tarihi bir alan olabileceği iddia ediliyor.

 

Yamadağı’nın yamacında bulunan Çimenlik Köyü'nde bir firmaya verilen taş ocağı ruhsatı bölgede tartışmalara neden oldu.

 

Malatya’da faaliyet gösteren bir firmaya verilen taş ocağı ruhsatı, Çimenlik Köyü'ndeki vatandaşların, “Burası tarihi bir alan, bu bölgede tarihi eser niteliğinde bulgular çıkıyor” ifadeleriyle tepki çekti.

 

Taş ocağı ruhsatı verilen bölgenin önemli bir kısmının arkeolojik alan olduğunu belirten Çimenlik köylüleri vatandaşlar, “Bölgeyi yöresel anlamda kale olarak nitelendiriyoruz. Bu alanda oyularak yapılmış basamaklar var. Su yatağında oluşturulan oyuklar, yani kuyular var. Çıplak gözle bile buranın eski bir yaşam merkezi olduğu görülüyor.  Kale olarak bildiğimiz noktanın zirvesinde bir oda büyüklüğünde kaya içine oyulmuş bir havuz var. Bölgenin mutlaka arkeolojik olarak incelenmesi gerekiyor” dedi.

 

Belirtilen alanda zaman zaman definecilerin de kazı yaptığı belirtiliyor.

 

Bu arada, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Malatya’daki envanter listesinde Çimenlik Köyü'nde arkeolojik alan olduğu belirtilen bir alan  yer almıyor.

Malatya Haber, 24.10.2013

ANTİK ENGEL!

 

Yer Alaaddin Tepesi ve Alaaddin Camii’nin hemen yanı.

Bu eserin koruma altında olması gerekirken “burada ne amaçla durduğunu” sorabilirsiniz, haddinizi aşıp “buna kimlerin beton döktüğünü” de…

O kadar tarihi eserimiz var ki, artık araçların geçişini önlemek için bile tarihi eserleri kullanıyoruz ve bundan çok mutluyuz(!)...

Manşet Gazetesi, 23.10.2013

8 BİN YILLIK 'BİLEZİK TİCARETİ MERKEZİ'

 

Eskişehir’in İnönü İlçesi yakınlarındaki MÖ 6 bin yılına ait Kanlıtaş Höyüğü’nde bulunan mermer bilezikler, bölgenin bilezik ticaret alanı olduğunu kanıtladı.

 

Kazı çalışmalarını sürdüren Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Ali Umut Türkcan, “Bir mekanda üç düzineden fazla erken kalkolitik döneme ait mermer bilezik ve bu bileziklerin yapımına ait aletler bulduk. Kanlıtaş Höyüğü’nün, mermer bilezik üretim merkezi olduğunu tespit ettik. Dönemin insanlarının buradaki bilezikleri taktığını düşünüyoruz” dedi.

Hürriyet, 23.10.2013

ATATÜRK EVİ ONARIMDA

 

 

Atatürk Caddesi (Kışla Caddesi) üzerinde Halk Eğitim Merkezi Salonu bitişiğindeki  Atatürk Evi Müzesi, onarıma alındı. Atatürk Evi’nin çatısının zarar gördüğü,  oluklarında meydana gelen yıpranma nedeniyle bir süredir yağmur suyu akıttığı belirtilerek onarım çalışmaları başlatıldı. 

 

Valilik İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nün koordinasyonunda İl Özel İdaresi’ne bağlı KUDEB’in (Koruma Uygulama Denetim Bürosu)  denetiminde sürdürülen onarım çalışmaları kapsamında Atatürk Evi’nin çatısı ile su oluklarının değiştirileceği öğrenildi.

 

Atatürk Evi Müzesi içindeki odalarda sergilenen eserler ise salona toplanarak odaların zaman içinde zarar gören kısımlarının alçılarının yeniden yapılacağı belirtildi. Alçıları yenilendikten sonra boya badana işlemlerinin tamamlanmasının ardından Atatürk Evi Müzesi’nin onarım çalışmalarının tamamlanarak 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’na yetiştirilmesinin planlandığı kaydedildi.

Malatya Haber, 23.10.2013

DÜYUN-U UMUMİYE OLARAK KULLANILAN KISACIKZADE KONAĞI RESTORE EDİLİYOR

 

 

Osmanlı döneminde dış borçların ödenmesi amacıyla kurulan Düyun-u Umumiye İdaresi olarak kullanılan tarihi Kısacıkzade Konağı, kültür merkezi olarak restore edildi.
 

Osmanlı döneminde dış borçların ödenmesi amacıyla kurulan Düyun-u Umumiye İdaresi olarak kullanılan tarihi Kısacıkzade Konağı, Adana Ticaret Odası tarafından aslına uygun olarak restore edildi. Tarihi yapı, toplantı, sergi ve sanat galerileriyle kentin kültür sanat ortamından örnekler sunabilecek prestijli bir anıt binaya dönüştürüldü.

 

Kısacıkzade Konağı’nın açılışı, 5 Ekimde Adana’ya gelen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından gerçekleştirilmişti. Adana Ticaret Odası Başkanı Atila Menevşe, Osmanlı döneminde yaşanan acı bir olayın simgesel anıtı haline gelen binanın, toplantı, sergi ve sanat galerileriyle Adana'nın kültür ve sanat ortamından örnekler sunan prestijli bir anıt binaya dönüştürüldüğünü ifade etti. Adana Ticaret Odası’nın kuruluş tarihi olan 1894 yılından günümüze kadar geçen 119 yıldır sadece ekonomik konularda değil, tarihi ve kültürel alanda verdiği hizmetlerle Adana’ya katkı sunan her faaliyetin içerisinde yer aldığını vurgulayan Menevşe sözlerini şöyle sürdürdü: “Bu yöndeki etkinliklerimizden birisi olan, Düyun-u Umumiye Adana Merkez binası olarak kullanılan Kısacıkzade Konağı’nın restorasyonunun Sayın Başbakanımız tarafından övgüye değer bulunması camiamız için son derece gurur ve mutlulukla karşılanmıştır. Böylelikle tarihimizin olumsuz bir dönemine vurgu yapmış olsa bile, geçmişe baktığımızda nereden nereye geldiğimize ışık tutan ve bugünlerin değerini daha iyi anlamamızı sağlayan bir anıt bina Adana Ticaret Odamızın katkılarıyla kentimize, ülke kültürümüze kazandırılmıştır.”

 

DÜYUN-U UMUMİYE NEDİR?

Hiçbir borç ödemesini yapamadığından alacaklılarıyla masaya oturan Osmanlı İmparatorluğu, 1879'da damga, alkollü içki, balık avı, tuz ve tütünden alınan vergi gelirlerini 10 yıl boyunca iç borçlar karşılığı olarak alacaklı Avrupa devletlerine bırakmasına rağmen, bu devletlerin tepkisiyle karşılaştı. Bunun üzerine 1881'de damga, alkollü içki, balık avı, tuz, tütün ve ipekten alınan vergilerin tüm geliri iç ve dış borçlara ayrıldı. Bu vergileri toplama ve alacaklılara ödeme görevi de Osmanlı’nın 20 Aralık 1881’de yayımladığı Muharrem Kararnamesi’yle kurulan Düyun-u Umumiye İdaresi’ne verildi. Ancak Osmanlı, mali sıkıntılar nedeniyle bu kurum kurulduktan sonra da dış borç almak zorunda kaldı.

 

Düyun-u Umumiye, yabancı devletlerin alacaklarını tahsil etmesi için halkın öz kaynaklarına bile el koyma izni verilen ayrıcalıklı bir kuruluştu. Osmanlı Devleti’nin dış borçlarının ödenmesi için kurulan ve yabancı devlet memurlarınca yönetilen Düyun-u Umumiye’nin genel merkezi bugünkü İstanbul Erkek Lisesi, Adana merkezi de yaklaşık yirmi yıl Adana’daki Kısacıkzade Konağı’nda faaliyet göstermiştir. Yani Düyun-u Umumiye adına vergi toplarken halka zulmeden, köylülerin tarlalarını yakan silahlı güçler bu binada görev yapmıştır. Osmanlı İmparatorluğu'nu yarı-sömürge seviyesine indiren Düyun-u Umumiye İdaresi’nin Yönetim Kurulu’nun 7 üyesinden biri Osmanlı, öbürleri borç veren ülke temsilcisi olmak üzere Avusturyalı, Hollandalı, İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan üyelerden oluşuyordu. Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara hükümeti tarafından gelirlerine el konan Düyun-u Umumiye İdaresi, Lozan Anlaşmasıyla kapatıldı. Osmanlı borçları ise -Lozan öncesinde- imparatorluğu oluşturan ülkeler arasında paylaştırıldı. En büyük borç Türkiye Cumhuriyeti’ne düştü. Türkiye, Osmanlı borçlarının geri ödemesini ilk borcun alındığı 1854 yılından tam 100 yıl sonra 1954 yılında tamamlayabildi.

Bugün, 23.10.2013

MÜZELER VE İHALELER...

 

Geçtiğimiz günlerde Cumhuriyet Gazetesi’nde “Müze gişeleri özelleşiyor” başlıklı bir haber yayınlandı. Selda Güneysu’nun haberine göre, Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde bulunan 105 müze ve ören yerinin gişe ve kontrol işlemlerinin özelleştirme işlemlerine başlanmış bulunuyor.[1]  Daha önce, zaten aralarında Topkapı Sarayı, Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi, Efes Müzesi gibi önemli kurumların olduğu 48 müzenin “gişe özelleştirmesi” ihalesi Eylül 2010’da tamamlanmıştı. Buna karşılık, Kültür Sendikası Danıştay’a gitmiş, yapılan özelleştirme ihalesinin yasaya aykırı olduğu gerekçesiyle iptali için dava açmıştı. Üç yıldır süren dava hala sonuçlanmadı, ama fark eder mi? Belli ki Kültür ve Turizm Bakanlığı vakit kaybetmeden bu özelleştirme sürecini tamamlamak istiyor.

 


Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi

 

Bu noktada akla ilk gelen soru şu: Gişe işletmelerinin özelleştirilmesi bütün müzelerin özelleşeceği anlamına mı gelmekte?  Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 2004 yılından beri çıkardığı bir dizi kanun ve yönetmelik ile kültür politikalarında özelleşme ve yerelleşmeye yöneldiği biliniyor.  Bu işin mantığı aslında çok basit: Bakanlığı tanımlayan kültür öğesini dış kaynak (outsource) ya da moda deyimle dış paydaşlara dağıtılması. Böylece turizmden gelecek kazancı artırma, kullanma, dağıtma ve yönetmeye daha çok zaman ve kaynak kalması; hatta mümkünse kültürün turizmin kapsayıcı alanına dahil edilmesi.

 

Yerelleşme faslı ayrı bir tartışma ama özelleşme önce, özel müzelerin açılmasının bürokratik olarak kolaylaştırılması, sponsorluğun teşvik edilmesi gibi fazla göze batmayan kanunlarla sessizce devreye girdi. Akabinde özel müzeler ve kültür işlerinin özel şirketlerce sponsor edilmesi konularında bir patlama yaşandı. Ancak bu yeterli değildi. Asıl hedef, Bakanlığın sırtında büyük bir yük olan kamusal müzelerin özelleştirilmesiydi. Bu yüzden de, 2004’te de Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nda yapılan değişiklik ile ziyaretçilere hizmet veren ünitelerin kiraya verilebilmesinin önü açıldı. İlk olarak Kültür ve Turizm Bakanlığı, kendisine bağlı müzelerdeki kafe ve hediyelik eşya dükkanı işletmelerini DÖSİM’den alarak ihaleyle TÜRSAB’a devretti. Bir adım sonrasında ise, 2008’de arkeolojik sit alanlarının tüzel kişilerce kiralanmasına izin veren ilke kararı çıkarıldı. Bu karar ile Roma İmparatoru Marcus Aurelius döneminin Aspendos Antik Tiyatrosu’nun binlerce yıllık taşları  Anadolu Ateşi Dans Topluluğu’nun gösterileriyle inledi. Tarkan konseri ve 50 davulun aynı anda çalınacağı Sultans of Dance gösterisi önce tepki çekti. Ama Bakanlık Koruma Kurulu’nun sesin 90 desibelin altında tutulacağına dair yaptığı rahatlatıcı açıklama ile her iki etkinlik de “sorunsuzca” gerçekleşebildi. 2010’da da 48 müzenin gişe işletmesi “Bilet gelirleri kontrol edilemiyor” gerekçesiyle TÜRSAB ve MTM İş Ortaklığı’na ihale edildi. Eski Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın yeni paydaşlarıyla kolkola resimler çektirdiği ihale toplantısında, ümitli temenniler havalarda uçuşuyor, Türkiye müzelerini “dünya standardına kavuşturmak”tan söz ediliyordu.  TÜRSAB Başkanı ve Ulusoy Otobüs Firması’nın sahibi Başaran Ulusoy “Bu bizim işimiz” diyerek  40 yıldır “turizm”e nasıl hizmet verdiğini anlatıyordu.[2] Kuşkusuz, Türkiye müzelerinin dünya standardına kavuşması için Ulusoy’un  turizm alanındaki deneyimleri paha biçilmezdi.  Gel gör ki, Kültür Sendikası’nın açtığı dava nedeniyle bu henüz tam olarak gerçekleşemedi. Kültür ve Turizm Bakanlığı da, anlaşılan süreci hızlandırmak için  geçtiğimiz hafta 105 müze ve ören yerinin daha ihaleye çıkarılmasına –dava devam etmesine rağmen– karar verdi.

 

Önce özel müzelerin kurulmasına izin verilen yönetmelikle başlayan sürecin giderek bütün kamusal müzelerin özelleştirilmesine doğru evrildiğini düşünmek çok da gerçek dışı değil.  Zaten Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 2010-2014 Stratejik Planı’nda da en çok geçen cümle “kültür hizmetlerinde özel girişimin payının artırılması”.[3]  Stratejik planların o sıkıcı sayfalarından ilginç noktalar çıkarmak mümkün. Örneğin Kültür Bakanlığı’nın vizyonu zaten “Kültür değerlerimizi yaşatan ve tanıtan, ülkemizi turizm alanında lider konuma taşıyan bir kurum olmak” olarak belirlenmiş...Akılda kalan üç kelime: Tanıtan, turizm, lider... Bu vizyonun gerçekleşmesine engel teşkil eden zayıf yönler arasında ücret yetersizliği ve dengesizliği, bürokrasi fazlalılığı, bütçe yetersizliği, insan kaynakları eksikliği gösterilmiş. Güçlü yönlerin arasında elbette ülkemizin tarihi ve doğal zenginliği, sonrasında ise özel sektörün bu zenginliğe karşı artan ilgisi gösterilmiş.

 

Bu özelleşme merakı elbette sadece bize özgü değil ve hatta dünyadaki diğer ülkelerin yönelimleriyle paralel olarak ilerliyor. Bilindiği gibi, Thatcher 1980’lerde İngiltere’de  bürokrasinin verimsizliği, bütçe yetersizlikleri, insan kaynakları eksikliği gibi gerekçelerle (!) kültür kurumlarının özelleşmesi işine girişmişti. Thatcherizm bir anda bütün Avrupa’ya yayılmış ve kamusal müzelerde ciddi bir sıkıntı içine girmişti. Sonraki yıllarda, bu politikanın devlet geleneği olan ülkelerin kültür kurumlarına ne kadar zarar verdiği tartışılıp durdu.[4] Geçen yıl Thatcher öldüğünde, Oz Büyücüsü’nün meşhur “Ding Dong The Witch is Dead” (Ding Dong Cadı Öldü) şarkısının bir anda radyo listelerinde bir numaraya yükselmesi elbette tesadüf değildi.

 

Bu sürecin en büyük fiyaskosu ise İtalya’da yaşandı. 2002’de İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi müzelerin özelleştirmesi işine girişti. Berlusconi de, gayet iyi niyetlerle İtalya’yı bir “açık hava müzesi” yapmak istiyordu. Bunun için müzelerin tıpkı özel sektördeki gibi iyi “işletilmesi” gerekiyordu. Sadece bu özelleştirme işiyle ilgilenen iki şirket kuruldu,  bu şirketler satılacak yapıları belirleyecekti. Sonrasında da, usul yerini bulsun diye Kültür Bakanlığı’ndan onay alacaktı.

Fakat, mesele İtalya olunca farklı bir durum ortaya çıktı. Zira, sadece İtalya’nın değil bütün Batı medeniyetinin mirası söz konusuydu. Uluslararası Müzecilik Konseyi (ICOM) acil olarak toplandı, dünyanın en önemli müze yöneticilerini biraraya getirdi ve İtalyan Hükümeti’ne bir mektup yazdı.

Müzelerin var oluş amacının kamuya hizmet olduğunun ve kar amacı gütmemesi gerektiğinin anlatıldığı mektup Berlusconi’yi duyarlı olmaya çağırıyordu. Bu çağrı, kısmen de olsa hızla ilerleyen özelleştirme furyasını yavaşlattı. Sonrasında ise  kültür varlığı olarak tanımlanmış pek çok yapının piyasa değerinin çok altında bedellerle yabancı bir emlak yatırım şirketine satıldığı ortaya çıktı. Asıl meselenin kültürel mirası daha iyi korunmasından çok turizm geliri adı altında İtalya’nın borçlarının finanse edilmesine yönelik olduğu anlaşıldı.[5] Berlusconi, bugün, bilindiği gibi uzun bir liste ile yargılanıyor.

 

Sözün özü, müzelerin özel sektöre devri basit bir işletme devrinden çok daha karmaşık bir süreci başlatıyor. Her şeyin ötesinde, bu Louvre Müzesi’nin kuruluşundan bu yana süregelen kamusal müzenin temelinin sarsılması demek. Louvre Müzesi de açıldığında, sadece koleksiyon kamuya mal edilmemiş, aynı zamanda herkese açık, herkesin eşit sayıldığı, birarada kendilerine ait bir kültürü paylaşıp üzerine konuştukları, tartıştıkları bir kamusal mekan, bir ritüel olarak tasavvur edilir. Eski rejimin yerini yeni bir ulusun aldığı, ulus için yurttaşın yaratıldığı, ulus ve yurttaşının insan dehasının sergilenmesiyle yüceltildiği bir yerdir müze. Yurttaş müzede kendisi için yazılmış tarihi okur. Müzede sergilenen ve kendisine ait olduğu söylenen kültürel mirası içselleştirir. Birbirini hiç tanımayan insanlar, bu ortaklık, biraradalık ve eşitlik yanılsamasıyla yurttaş olarak birleşir. Bu eşsiz mirasa sahip çıkan, koruyan ve onu yurttaşıyla paylaşan devletine güvenir, ona tabi ve sadık olur. Kamusal müzenin bu ritüeli ile toplum beslenir, kendi olur.

 


Winslow Homer'in betimiyle 1868'de Louvre Müzesi

 

Bu müze anlatısı, kuşkusuz ulus devlet kuruluşunun modernlikle yeşerdiği  süreçteki söylemlere işaret ediyor.  Dolayısıyla şu soru önemli: “post” ve “alter”lerin birbirini kovaladığı bu dönemde, halen bu tür bir kamusal müzenin yeri var mı?  Ancak burada tartışılan da yeni açılacak ya da kurgulanacak bir müzenin nasıl olması gerektiği değil.  Esas mesele belli bir dönemin bilgi-iktidar rejimine göre tasarlanmış müzelerin meşruiyetini dayandırdığı bu kamusallık ritüelinin işletmecilik anlayışıyla mas edilmesidir. İngiltere, Fransa ve İtalya’da kıyamet bundan kopmaktadır. Yoksa daha temiz, modern, iyi işletilen bir müzeye karşı çıkan romantik ve belki de anarşist bir akım henüz ortada yok!

 

Model alınan Amerikan müzeciliğine gelince, devletçilik yerine liberal politikaların egemen olduğu Amerika’da ilk müzeleri de zengin iş adamları kurar. O nedenle Washington dışındaki müzelerin hepsi “kar amacı gütmeyen özel müze” statüsündedir. Hepsinin tıpkı büyük şirketler gibi bir yönetim kurulu vardır ve bu kurul müzenin bütün işleyişine karar verir. Ancak Amerika’nın kendine özgü toplumsal yapısı, kamusallık ve hatta yurttaşlık ritüelini farklı bir sistemle yaratmıştır. Bu sistem kar amacı gütmeyen kurum ve etkinliklere verilen destekler sonucunda vergi muafiyetinden yararlanma hakkı üzerine kuruludur. Bilindiği gibi, Amerika’da ekonominin belkemiği olan vergi, toplumun her kesiminden, acımasız denecek kadar sıkı bir denetimle toplanır. Vergiden muafiyet aslında kamuya ait paranın harcanması anlamına gelir. Bu nedenle de, müze her ne kadar özel sektör tarafından yönetilse de, temelde kamunun malı olarak görülür. Hatta, özel sektör kamuya hizmet ettiğini, kazandığı zenginliği paylaştığını ve iyi bir Amerikan vatandaşı olduğunu müze aracılığıyla kanıtlar.

 

Üstelik vergi muafiyetinden yararlanma hakkı çok sıkı denetlenen etik ve yönetsel kurallara bağlanmıştır. Bunların başında da şeffaflık yani müzeye dair her türlü uygulamanın herkese açık hesap verilebilir olması ve kamusallık, yani müzenin Amerikan toplumunun yararına ve eğitimine hizmet vermesi gelir. Devletin haricinde, özerk bir kurum olan American Association of Museums (şimdiki adıyla American Alliance of Museums) / Amerikan Müzeleri Birliği  bu sürecin en ciddi takipçisidir. AAM her yıl yaptığı akreditasyon ile güvenilir ve prestijli müzeleri listeler. Bu liste dışında kalmak demek, müzenin dolayısıyla da onu yönetenlerin (ve elbette şirketlerinin) güvenilirliğinin sarsıldığı anlamına gelir. O nedenle, bugün “her şeyin özel sektöre devri”ne indirgenen Amerikan sistemi aslında kendi içinde tutarlı ve bir noktaya kadar işlerliği olan bir müzecilik işletim modelidir.  İlginç bir biçimde küreselleşme, Amerikan modeli müzeciliğin bu yönünü değil de, şirketleşmiş kültür ve sanat yönetimini dünyaya yaymayı başardı. Avrupa’da bu süreç halen devam ediyor. Ama en azından orada Louvre, Uffizi, British Museum, Altes Museum gibi en önemli ulusal koleksiyonların tümden özelleşmesi gibi bir akıl tutulması henüz yaşanmadı. Denemeler de, en azından halktan gelen tepkilerle yavaşlatıldı; bu süreçlerde projelerin içi boşaltıldı ya da ICOM gibi uluslararası özerk kuruluşların ağına takıldı.

 

Müzeciliğin hiç bir zaman Avro-Amerika’daki gibi etkin bir biçimde yapılmadığı Türkiye’de ise bu özelleşme sorunu düğümlenmiş bir yumak gibi önümüzde duruyor. Hükümet özelleşme yapılacağı umuduyla ya da yapılması için müzelere ödenek ayırmıyor. Müzeler, içindekilerle birlikte köhnüyor, ölüyor. Öte taraftan da, özel sektör ise bütün süreci turizme ya da daha basitçe kar-zarar çizelgesine indirgiyor. Üstelik süreç, pilot müzelerde denemeler yapılması, müzecilik uzmanları ve çalışanlarının yer aldığı kurullarca projeler geliştirilmesi, bu projelerin kamuoyuyla paylaşılması gibi akilane ve insani yöntemlerle de yürümüyor. En önemlisi, bütün sürecin nasıl denetleneceğine dair de hiçbir fikrimiz yok. Amerika’daki gibi çok sıkı denetlenen bir sistemin kurulması hayalini bir kenara bırakın, Türkiye’deki müzelerin çoğu ICOM’a bile üye değil...Yani anlaşılan tıpkı İstanbul’un kentsel dönüşümü gibi, olabildiğince özgür, olabildiğince laissez-faire, olabildiğince rantçı bir sistem arzulanan. O nedenle Osman Hamdi Bey’in Asar-ı Atika Nizamname’leriyle yabancı arkeologların elinden kurtardığı eserlerin yanında döner standlarının kurulduğunu ya da Halil Edhem’in binbir güçlükle topladığı “Elvah-ı Nakşiye” koleksiyonunun limonlu Türk lokumlarının arasında sergilendiğini tahayyül etmek hiç de güç değil; ya da Topkapı Sarayı’nın paha biçilmez hareminin iftar yemekleri için kiralandığı, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde fasıl gecelerinin düzenlendiğini. Üstelik eğer süreç, müzenin bütün işletmesinin özel sektöre devrine doğru evrilirse o zaman kültürel miras da piyasanın kurallarına devrolur. Yakın dönemin yarattığı kültür yöneticileri,  koleksiyonları kar-zarar hesabı üzerinden yeniden kurgularlar. Ratingleri yüksek eserleri tutarken, düşükleri birer birer elden çıkarılabilir. Her şeye rağmen, özel sektör yatırımından memnun kalmazsa Santralİstanbul modeli de rahatlıkla uygulanabilir. Hatırlanacak olursa,  Santralİstanbul el değiştirdiğinde müze işini yeteri kadar kazançlı görmeyen yeni yönetim,  Kültür Bakanlığı’ndan aldığı izinle bütün koleksiyonu müzayede ile satışa çıkarmıştı. Koleksiyonda Hakkı Anlı’dan Selma Gürbüz’e kadar pek çok dönemden sanatçının eseri, Türkiye sanat tarihinin bir parçası bulunuyordu. Evet, Santralİstanbul özel müzeydi; ama Topkapı Sarayı’ndan Arkeoloji Müzesi’ne kadar bütün müzeler özelleştiğinde benzer bir sürecin yaşanmayacağını kim garanti edebilir? Müzeler ve ihaleler, aslında bütün mesele bu!

 

105 müze ve ören yeri için “2 Aşama Müze ve Örenyerleri Gişelerinin İşletimi, Giriş Kontrol Sistemlerinin Modernizasyonu ve Yönetim İşi” ihalesi 30 Ekim Çarşamba günü gerçekleşecek.

 


[1] Selda Güneysu, “Müze Gişeleri Özelleşiyor”, Cumhuriyet Gazetesi, 10. Ekim. 2013, s. 19.

[4] Bu konuda elbette en iyi bilimsel çalışma Chin-Tao Wu (2005) Kültürün Özelleştirilmesi, İletişim Yayınları, İstanbul.

[5] Gül Pulhan (2009) Yeni Kültür Politikaları Açısından Kültürel Miras, Türkiye’de Kültür Politikalarına Giriş, S.Ada ve A.İnce (der.), İstanbul: Bilgi Yayınevi

E-skop, Yazı: Ayşe H. Köksal, 22.10.2013

DİYARBAKIR SURLARI TASLAK DOSYASI UNESCO'DA

 

 

Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi'nin Diyarbakır Surları ve Hevsel Bahçeleri'ni UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne alınması için hazırladığı taslak dosya UNESCO'ya ulaştı. Şubat 2014'te ise asıl dosya UNESCO'ya sunulacak.
 

Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi'nin kente biçtiği vizyonun bir gereği olarak Surlar ile Hevsel Bahçeleri ile ilgili çalışma İmar Planı ile başladı. Planın bir parçası olarak Suriçi Koruma Amaçlı İmar Planı oluşturan Büyükşehir Belediyesi, bir yandan da Surlar konusunda farkındalık çalışması yürüttü. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün 30 Aralık 2010'da Diyarbakır ziyareti sırasında Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir'in "Diyarbakır Surları UNESCO Dünya Miras Listesi"ne alınması yönündeki talepte bulundu. Baydemir bu görüşmede Cumhurbaşkanı Gül'e büyük bir turizm potansiyeli taşıyan Diyarbakır surlarının acilen restorasyonu konusunda talepte bulunarak, surların UNESCO'nun dünya mirası listesine alınması konusunda desteğini istedi. Bu görüşmede Baydemir "Kentin sosyo ekonomik yapısına etki edecek Dicle Vadisi Projesi'nin 1. Etabı için çalışma başlattık. Fiskaya Şelalesi tarihte olduğu gibi yeniden akacak. Ancak Dicle Vadisi Projesi'nin tamamlanması için başta üniversite olmak üzere diğer kurum ve kuruluşlarla eşgüdümlü bir çalışma yürütmemiz gerekmektedir. Diyarbakır Büyükşehir Belediyemiz merkezi hükümet başta olmak üzere tüm kurum ve yerel dinamiklerle eşgüdümlü çalışmaya her zaman açıktır" diyerek Cumhurbaşkanı'nın desteğini istedi.

 

Cumhurbaşkanı Gül de 31 Aralık 2010'da Surları gezerken "İnsan hayretler içinde kalıyor" diyerek Surları Cumhurbaşkanlığı himayesine aldıklarını açıkladı. Diyarbakır'ın bir açık hava müzesi olduğunu belirten Gül, restorasyon konusunda çaba göstereceğini bildirdi. Büyükşehir Belediye Başkanı Baydemir daha sonra 3 Ocak 2011'de Çankaya Köşkü'ne çıkarak Cumhurbaşkanı Gül'e başta Surlar olmak üzere kentin çözüm bekleyen sorunları konusunda 21 maddelik bir sunum yaptı. Çankaya'daki bu zirvenin ardından kentin yöneticilerinden oluşan bir heyet Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği başkanlığında ikinci bir uygulama toplantısı yaptı.

 

Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi içinde bulunduğu Yerel Gündem 21 Kent Konseyi'ni harekete geçirerek farkındalık çalışması yürütürken diğer yandan da kent dinamiklerini sürece katarak Diyarbakır Surları Alan Yönetimi'ni oluşturdu. Farkındalık çalışmaları kapsamında Ankara'da Diyarbakır Surları Fotoğraf Sergisi açıldı, İstanbul'da EMİTT Turizm Fuarı'nda sergiler açıldı, imza kampanyaları sürdürüldü. Aynı zaman dilimlerinde Diyarbakır, ICOFORD Genel Kurul Toplantısı ile UNESCO'ya danışmanlık yapan ve 15 ülkeden uzmanların katıldığı Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi'nin (ICOMOS) toplantılarına ev sahipliği yaptı.

 

12 Aralık 2011'de Alan Başkanını atayan Büyükşehir Belediyesi, Alan Yönetim Planı'nı hazırlayarak teknik çalışmalarına hız verdi. Bu kapsamda UNESCO Dünya Kültürel Mirası kriterlerine göre taslak dosya hazırlayan Büyükşehir Belediyesi, taslak dosyayı Eylül 2013'te Kültür ve Turizm Bakanlığı üzerinden UNESCO Dünya Kültürel Miras Sekretaryası'na iletti. Taslak dosya UNESCO uzmanları tarafından incelenmeye alınırken, Büyükşehir Belediyesi asıl dosyayı Şubat 2014'te aynı yolla UNESCO'ya sunacak.

Diyarbakır Belediyesi, 22.10.2013

AYVALIK ADALARI TABİAT PARKI'NIN KORUMA KALKANI KALKIYOR MU?

 

 

Ayvalık Tabiat Platformu, Ayvalık Adaları Tabiat Parkı'nın "koruma kalkanını" kaldıran imar planına karşı Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'na açtıkları dava Danıştaydayken iptal edilen hükümleri içeren yeni bir plan yapılmasına tepki gösterdi.

 

Balıkesir'in Ayvalık İlçesi'ndeki Türkiye'nin en büyük tabiat parklarından biri olan Ayvalık Adaları Tabiat Parkı, 20 Ada,  ve deniz dahil olmak üzere yaklaşık 18 bin hektarlık bir alanı kapsıyor.

 

"Bitki ve balığı korunması gereken bir yer"

Platform, parkın içerisinde farklı mini ekosistemler barındıran ve çeşitli endemik türler olmak üzere çok sayıda bitki ve balık türü ile korunması gereken çok özel bir alan olduğunu belirtiyor.

 

"Akdenizde sadece iki yerde bulunan Kızıl Mercanlar parkta yer alıyor. Kuzey Ege'nin bu nadide parçası hem doğal güzellikleri hem de bozulmamış özellikleri ile uzun zamandan beri çeşitli sermaye gruplarının gözde rant alanlarına dönüşmüş durumda.

 

"Tabiat Parkına yönelik olarak: Rüzgar Elektrik Santralleri (RES) için, maden için, otel için, çeşitli turizm faaliyetleri için, konut ve kooperatif için çok sayıda sermaye gruplarının girişimleri olduğunu biliyoruz. "

 

Parkla ilgili 2004 yılında "Uzun Devreli Gelişme Planı" kabul edildi. Platform, 2009'da bu planların revize edilmesine karşı parkın koruma kalkanının kaldırdığı gerekçesiyle birçok dava açtı; Danıştayın iptal ettiği hükümleri Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın temyiz etmesi nedeniyle dava sürüyor.  

 

"Mutlak koruma alanları kalmıyor"

Platform, dava sürerken aynı hükümleri içeren yeni plan yapılmasının hukuk dışı olduğunu belirtti.

 

* Danıştay'ın iptal ettiği hükümlerin yeni plana tekrar konması, bu da yetmiyormuş gibi planda Rüzgar Elektirik Santrallerine ilişkin özel hüküm konması ise planın kimin talepleri ile yenilendiğinin habercisi.
* Müze olması gereken yapılara 'foksiyon yükleme' maddesinin geri getirildi. Kişilere ait arazilerin yasal zorunluluk olarak kamulaştırılması maddesi varken tam tersi olarak park içinde kamuya ait arazilere 'satış ve kiralama" maddeleri kondu. Bu alanların nasıl kullanılacağına ilişkin yeni hükümler getirildi, mutlak koruma alanları ortadan kaldırıldı.

* Kamuya ait alanların özellikle seçilmiş bir bölümüne özel mülk ve tarım arazileri için konmuş kriterlerin aynısı uygulandı. Kamu arazileri başta olmak üzere, parkın neredeyse tamamındaki koruma kalkanı isim değişiklikleri adı altında zayıflatıldı. 

"Cunda'nın kuzey bölümünde RES için ayrıldığı söylenen alanları (Pateriça ile Maden Boğazı arası) Mutlak Koruma statüsünden çıkartıldı."

Bianet, 22.10.2013

ERDOĞAN'IN 'YOL İÇİN CAMİ YIKARIZ' SÖZÜ YIKILAN KARAKÖY CAMİSİ'Nİ HATIRLATIYOR

 

 

Başbakan Tayyip Erdoğan, AKP grup toplantısında, Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) arazisinden geçirilmesi için başlatılan yol çalışmalara tepki gösterenleri “modern eşkıya” olarak tanımladı. Erdoğan, “Yol uğruna her şey feda edilir, yol medeniyettir. Medeni olmayanlar, bunun değerini anlamazlar. Yolun önünde cami de olsa yıkar, o camiyi başka yere yaparız” dedi.

 

Eski başbakanlardan Adnan Menderes dönemini örnek gösteren, gerçekleştirilen icraatın önemini vurgulayan Tayyip Erdoğan’ın bu sözleri, Menderes döneminde yıkılan tarihi Karaköy Camisi’ni akıllara getirdi.

 

Menderes’in başbakanlığı döneminde başlatılan “İstanbul’da İmar Hareketi” kapsamında Karaköy Meydanı’ndaki tarihi Karaköy Camisi’nin “yol genişletme” gerekçesiyle yıkılmıştı.

 

1958 yılında tarihi caminin numaralandırılarak parçalanan taşları tekrar inşa edilmek üzere Kınalıada’ya götürülmek istenmişti. Ancak, geminin yan yatması sonucu caminin parçaları denizin derinliklerine gömülmüştü.

 

2002’de tekrar yapılması için harekete geçildi

“Batan” tarihi caminin mimarı Raimondo D’Aronco’nun çizimleri ışığında 2002 yılında tekrar inşa edilmesi gündeme gelen cami için Anıtlar Kurulu’ndan izin alınarak, AGS Mimarlık şirketi ile imzalanan sözleşme ile ilk adım atıldı. Başbakan Erdoğan’ın belediye başkanlığı döneminden bu yana sık sık gündeme gelen caminin inşası başlamadı.

 

Saray başmimarı yapmıştı

Karaköy Camisi olarak bilinen mescidin asıl adı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camisi’ydi.

Önceleri bu alanda Fatih Sultan Mehmed zamanında yapılmış bir tekke bulunuyordu.

 

Tekke zamanla harap olunca, 17. asırda yerine, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tarafından bir mescit inşa edildi.

 

Zamanla bu caminin de harap olması üzerine, 1893’te İstanbul’a gelen ve daha sonra saray başmimarı olan İtalyan mimar Raimondo D’Aronco’dan aynı alana yeni bir cami inşa etmesi istendi.

 

Mimar D’Aronco 1903’te, Sultan II. Abdülhamid’in emriyle, 20. asır başlarında moda olan ve İstanbul’da pek çok örneği bulunan “Art Nouveau” tarzında bir cami inşa etti.

T24, Haber: Ahmet Küçük, 22.10.2013

HEYBELİADA RUHBAN OKULU'NA SON DURUM

 

 

Demokratikleşme paketinin açıklanması ile yeniden gündeme gelen Heybeliada Ruhban Okulu, 42 yıldır açılmayı bekliyor. Kapandığı günden bu yana içerisinde hiçbir değişiklik yapılmayan okul, vatandaşlar tarafından ziyaret edilebiliyor.


Açılıp açılmaması ile ilgili yıllardır tartışmalara konu olan Heybeliada Ruhban Okulu, demokratikleşme paketi ile birlikte yeniden gündeme geldi. Demokratikleşme paketinde Heybeliada Ruhban Okulu'nun yer almaması, başta Avrupa Birliği ve ABD olmak üzere farklı kesimleri tepkisini çekti. Tartışmaların odağındaki okulun son durumu ise böyle görüntülendi.

 

Heybeliada'nın Ümit Tepesi'nde yer alan ve 1971'de kapatılan Heybeliada Ruhban Okulu, sınıfları, kütüphanesi, yemekhanesi, yatakhaneleriyle eğitim vermeye hazır halde ziyaretçilerini ağırlıyor. Ayatriada Manastırı, 1971'de kapatılan Heybeliada Ruhban Okulu ve 1985 yılından bu yana öğrencisi olmadığı için kapalı bulunan Heybeliada Rum Erkek Lisesi, her gün saat 08.30-16.30 saatleri arasında kapılarını vatandaşların ziyaretine açıyor. Son derece bakımlı bir bahçenin içinde lise ile 1971'de kapatılan Ruhban Okulu'nun bulunduğu tarihi bina, Ayatriada Kilisesi, patrik ve rahiplerinin mezarları yer alıyor. Manastırın bünyesindeki okulun bodrum katında yer alan, beş salondan oluşan kütüphanede ise dünyanın en eski matbu eserleri yer alıyor. Dünyanın 7. büyük kütüphanesi olma özelliğini taşıyan kütüphanede çeşitli dillerden 30 bine yakın eser bulunuyor.

Habertürk, 22.10.2013

AKM'Yİ İŞGAL Mİ EDELİM?

 

 

Ama hanımlar beyler, bu mesele öyle ‘şimdi sırası değil’ diyerek ötelenecek ya da üstü örtülecek bir mesele değil. Atatürk Kültür Merkezi’nin yıkıma terk edilmesi ve bu süreçte polis işgalinde tutulması onur kırıcıdır.

 

Gündeminiz batsın…

 

Atatürk Kültür Merkezi ve tüm kültürel kalıtların talanıyla ilgili söylenmedik söz bırakmadık, deyim yerindeyse dilimizde tüy bitti ama sizlerden ses çıkmadı.

 

Yandaş yazılı ve görsel basının umurlarında değil, gündemleri it izini sürmek.

 

Haziran Direnişi sırasında ‘Direnen Medya’ diye adlandırılan yayın organları da unuttular.

 

Anlayabiliyorum memleket talan yeri, bizlerin sorunlarına sıra gelene kadar haber yapılması-duyurulması gereken binlerce namussuzluk var!

 

Tamam.

 

Ama hanımlar beyler, bu mesele öyle ‘şimdi sırası değil’ diyerek ötelenecek ya da üstü örtülecek bir mesele değil.

 

Atatürk Kültür Merkezi’nin yıkıma terk edilmesi ve bu süreçte polis işgalinde tutulması onur kırıcıdır.

 

Kent kimliğine, yurttaşlık haklarına düşmanlıktır.

 

11 yıllık AKP döneminde sanat ve sanatçı düşmanlığının doruğa çıkışının göstergesidir.

Ama biz birlikte susuyoruz.

 

Ne olacak diye bekliyoruz.

 

Adamların niyetleri açık, o binayı yıkıp yerine gudubet bir yapı kondurarak ‘alın size Opera binası’ diyecekler.

 

Kent meydanı, ‘Taksim Yayalaştırma Projesi’ adıyla yasalar çiğnenip nasıl bir beton yığınına dönüştürülüp iç edildiyse aynı şey burada da yapılacak.

 

Açıkça söylüyorlar, söylemekle de kalmayıp gereğini yapıyorlar, binanın tüm aksamları söküldü, dışarıdan gördüğünüz dört duvar dışında içinde hiçbir şey kalmadı.

 

Sahnelerin teknik malzemeleri hurdacılara satıldı!

 

Tadilat için yapılan anlaşmalar, ihaleler çöpe atıldı, işi yüklenen firma susturuldu, fon tırpanlandı.

Susuyoruz.

 

‘Bu mesele sanatçıların meselesidir, önce onlar bir adım atsınlar da görelim’ diye mi bekliyorsunuz?

 

Eğer böyleyse, vah memleketin direnen yurttaşının ve direnen medyasının haline!

 

Gezi Parkı süresince yapılan her eylemde, elimize mikrofonu aldığımız her an tarafımızdan dillendirildiğinde hak veriyordunuz, hatta Taksim Dayanışması’nın tüm dünya insanlığına deklere ettiği dört maddelik çağrının içinde yer alıyordu ve tarafınızdan kabul görüyordu.

 

Şimdi ne oldu?

 

Birlikte teslim mi olduk!

 

Adam höykürdü bizler de sustuk öyle mi?

 

Yetmiyormuş gibi üstüne tuz-biber ekti, Hitler dönemi Almanya’sı gibi Polis Merkezi haline getirdi ve kabullendik öyle mi?

 

Siz susabilirsiniz, siz kabullenebilirsiniz, haber yapmazsınız, yazılanları söylenenleri umursamazsınız olabilir ama biz bu onursuzluğu daha fazla taşıyacak durumda değiliz.

 

Hiçbir şey yapamazsak don-gömlek sokağa çıkarırız, ya da şeytanın aklına uyup binayı işgal ederiz!

 

Bu mudur istediğiniz?

 

O binanın yıkılmaması için yıllarca eylem yapan, tadilat yapılması için mahkeme kararları aldıranlar olarak onurumuzu çiğnetmeyeceğiz.

 

Siz susun.

Sol Haber, Yazı: Orhan Aydın, 22.10.2013

TARİHİ KAPI TOKMAKLARI YOK OLUYOR

 

 

Muğla’daki yaklaşık 150 yıllık tarihi evlerin kapılarındaki, Ermeni veya Rum ustaların, dövme demirden yaptıkları, her biri sanat eseri sayılabilecek tokmaklarının sıyıları giderek azalmaya başladı. Çalınan tokmakların antikacılara satılmış olabileceği ileri sürüldü.
 

Mimar Ertuğrul Aladağ, ilgi duyduğu için araştırma yaptığı tokmakların sayılarının hızla azalmasının üzüntü verici olduğunu belirtti. 'Eski Muğla' diye anılan bölgede yaklaşık 4 bin 400 tarihi ev bulunduğunu, bunların 400’ünün tescilli olduğunu ve çoğunda insanların yaşadığını belirten Ertuğrul Aladağ, araştırması sonucu tokmaklarla ilgili öğrendiklerini şöyle anlattı:

"Ermeni veya Rum demir ustalarının hünerli ellerinden çıkan tokmaklar eski evlerin en önemli aksesuarlarındandı. Tokmaklar fonksiyonel işlevlerinin yanında sanat eseri özelliği de taşıyordu. Her evin tokmağının farklı olması çıkardığı sesi de farklı kılıyordu. Tarihi evlerde yaşıyan aile fertlerinden her biri tokmakları farklı şekilde çalıyordu. Evdeki de kimin geldiğini anlıyordu. Örneğin evin beyi geldiğinde tokmağı iki kez, çocuklar hızlı ve sert aralıklarla, misafirler ise daha yavaş çalardı. Evler birbirine yakın olduğu için hangi evin tokmağının çalındığı tınısından belli olurdu. Ev sahibi, kısa bir süre için bir yere gittiyse tokmağın üzerine kısa, uzun süre dönmeyecekse uzunca bir ip asardı. Yatıya gittiyse, kalın bir ip asar ve düğüm atardı. Gelen misafirler de ipe bakarak ne zaman döneceği hakkında bilgi sahibi olurdu. Muğla'nın tarihi kapı tokmakları, temsil ettikleri koca bir kültür ve yaşam biçimiyle beraber yok olmak üzere. Bir şekilde bunun önüne geçilmesi gerekir. Çalınan tokmaklar antikacılara satılmış olabilir."

Bugün, 22.10.2013

PISSARRO İSPANYA TURUNA ÇIKTI

 

Barcelona’daki Thyssen-Bornemisza Müzesi empresyonizmin büyük ustası Camile Pissarro’nun (1830-1903) İspanya’da bulunan bütün retrospektiflerini sergiliyor.

 

Sergi, Madrid Şehir Müzesi’ndeki 150. 000 kişinin ziyaretiyle başarılı bir aktivitenin ardından buraya taşınmış oluyor. Sergide büyük ressamın 1878 yılında paletinden çıkan eserlerin yanı sıra 1903 yılında yaptığı son otoportresini de içeriyor. 

Akşam, 22.10.2013

TRUVA MÜZESİ YÜKSELİYOR

 
Çanakkale merkezine bağlı Tevfikiye Köyü sınırları içindeki Dünya Kültür Mirası Truva antik kenti, çıkan eserlerin sergilenebileceği müzesine 2014’te kavuşacak. Antik kentten kaçırılan hazinelerin eve dönüşüne imkan sağlayacak müze yaklaşık 22 milyon liraya mal olacak.

 

UNESCO’nun 1998 yılında Dünya Kültür Mirası Listesi’ne aldığı 5 bin yıllık Truva antik kentinde, bir kötü haberin ardında bir de iyi haber geldi. Bakanlar Kurulu’ndan henüz izin çıkmadığı için bu sezon kazılamayan Truva antik kentinde, geçen temmuz ayında vurulan ilk kazmanın ardından müze inşaatının hızla ilerlemesi teselli kaynağı oldu. 19 Nisan’daki ihalenin ardından antik kentin bitişiğindeki müze yapımı, jürinin birinci seçtiği Ömer Selçuk Baz’ın projesi doğrultusunda 1 Temmuz’da başladı. Truva Müzesi inşaatı sırasında temel için zeminden 5 bin kamyon, yaklaşık 70 bin metreküp toprak çıkarıldı.

Yüklenici firma Trans-T İnşaat San. Tic. Ltd. Şti. tarafından inşaatı hızla devam eden Truva Müzesi, yaklaşık 22 milyon liralık bir harcamayla 23 Eylül 2014 tarihinde tamamlanacak. Müze, 3 bin metrekaresi sergi salonu olmak üzere toplam 10 bin metrekarelik kapalı alana sahip olacak. Proje tamamlandığında Truva, filmler, rekonstrüksiyonlar ve animasyonlar gibi modern müzecilik teknikleriyle mitolojisinden buluntularına kadar detaylı şekilde anlatılacak. Dünyanın 44 müze ve koleksiyonuna dağılmış eserler çıktığı topraklara geri getirilme imkanı bulacak. 125 yıl aradan sonra ABD’deki Pennsylvania Üniversitesi Arkeoloji ve Antropoloji Müzesi’nden (Penn Müzesi) Türkiye’ye getirilen ve 24 parçadan oluşan Truva eserleri de bu müzede sergilenecek. Ayrıca Alman arkeolog Heinrich Schliemann tarafından 1873 yılında antik kentten kaçırılan ve Truvalı hükümdarlara ait olduğu tahmin edilen ve şuan Rusya’nın Moskova kentindeki Puşkin müzesinde sergilenen yaklaşık 8 bin parçadan oluşan hazinelerin Türkiye’ye iadesi gündeme gelecek.

Yılda yaklaşık 500 bin kişinin ziyaret ettiği Truva antik kentini, müze tamamlandıktan sonra, yılda 1 milyon kişinin ziyaret etmesi bekleniyor.

Hürriyet, Haber: Burak Gezen - Ersan Küçükkuru, 22.10.2013

DENİZ PALAS SATILIYOR

 

 

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) 2009’un sonunda Şişhane’deki Deniz Palas’a taşınmıştı. İKSV’nin kurucularından Dr. Nejat Eczacıbaşı’nın adını taşıyan Deniz Palas, çok amaçlı performans merkezi Salon, Leyla Gencer Müzesi, tasarım dükkanı ve Haliç manzaralı X Restoran ile hayatımıza fırtına gibi girmişti. Ne ki, bir süredir kulislerde Deniz Palas’ın satılacağı konuşuluyordu. Bayram öncesi Deniz Palas’ta bir araya geldiğim İKSV Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı iddiaları doğruluyor.


“Vakıfta mali kriz söz konusu değil. Borçlar 10 yıl gibi uzun bir vadeye bağlandı. Vakfın güçlü destekçileri de var. Ama bu kararı almamıza yol açan faktörler önemli” diyor: “Borçlarını ödeyebilse de vakfın borçlu olması doğru değil. Faiz ciddi yük getiriyor. Vakıf fon yaratabilen bir kurum değil, kazandıklarıyla etkinlikler düzenliyor.” Yani birinci neden faiz yükü. İkincisi, binanın değeri. İKSV’nin Şişhane’ye taşındığı birkaç yıl öncesine göre bölgede emlak fiyatları kelimenin tam anlamıyla uçmuş. Deniz Palas da hayli değerlenmiş durumda. Eczacıbaşı tam rakam vermese de Deniz Palas’ın maliyetinin çok üzerinde bir değere ulaştığını belirtiyor.


İKSV taşındığında Deniz Palas’ın restorasyonunun 14 milyon dolara mal olduğu yazılmıştı. Binanın alımı için ödenen miktarla birlikte 20 milyon dolarlık bir maliyet söz konusu anladığım kadarıyla.


Bülent Bey, Deniz Palas’ın satışıyla vakfın 35 milyon lira tutarındaki tüm borçlarının sıfırlanacağını, ayrıca gelir sağlayacak bir öz varlığa sahip olacağını söylüyor. “Vakıf kendi binasında da oturmaya devam edecek” diye ilave ediyor. Yeni bina Eczacıbaşı Holding’in katkısıyla alınacak. Başarılı bir markaya dönüşen Salon’un, Leyla Gencer Müzesi’nin ve uğradığım tasarım dükkanının farklı mekanlarda olsa da yaşamaya devam edeceklerini söylüyor.

Radikal, Haber: Gila Benmayor, 22.10.2013



******


İKSV YÖNETİMİ DENİZ PALAS'I SATAMAZ...

 

İKSV yöneticilerinin, İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV), 2010 yılından bu yana ofis ve etkinlik mekanı olarak kullandıkları Deniz Palas binasını satmaya karar verdikleri, satıştan elde edilecek paranın getirisi ile cari harcamaları karşılayacakları bildiriliyor.


Bu bina İKSV’yi bugün yönetenlerin parası ile alınmadı. Benim ve benim gibi İKSV etkinliklerini izleyenlerin bilet paraları ve bağışlarıyla alındı. Kaldı ki vakıf varlıkları öyle kolaylıkla satılamaz. Vakıflar için gayrimenkul, kalıcı bir varlıktır. Gayrimenkulü satarak parasını cari harcamalarda kullanmak vakıf ilkelerine uymaz. Suç diyemeyeceğim ama günahtır.  


İKSV, Ocak 2010’da uzun uğraşlar sonucunda Beyoğlu’ndaki Luvr Apartmanı’ndan, bir başka tarihi bina olan Şişhane’deki Deniz Palas’a taşındı. İKSV’nin kurucularından Dr. Nejat Eczacıbaşı’nın vakfa kendine ait bir mekan kazandırma hayali, 1993’te İKSV Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı devralan Şakir Eczacıbaşı tarafından 2004 yılında gerçekleştirildi.

Şakir Eczacıbaşı’nın hediyesi
Mimar Georges Coulouthros’un tasarımına dayalı olarak, art nouveau stilinde inşa edilen, Pervititch haritalarında adı “Kirzade Apartmanı” olarak geçen Deniz Palas binasının yenilenme çalışmaları ünlü mimarımız Doğan Tekeli’nin danışmanlığında gerçekleştirildi. 2006 Eylül’ünde başlayan restorasyon, 2010 yılına kadar sürdü.


Binanın giriş ve birinci katında çeşitli sanatsal ve kültürel etkinlikler için 300 kişilik bir salon var. Binada ayrıca Leyla Gencer Evi’ne ve sanatla tasarımı buluşturan özel ürünler içeren İKSV Tasarım Mağazası gibi bölümlere de yer ayrılmış durumda.


Şakir Eczacıbaşı, hastalığının arttığı hayatının son günlerinde, sınırlı finansman kaynaklarını zorlayarak binanın tamamlanması için büyük çaba harcadı. Binanın hizmete girmesinden kısa süre sonra da hayata gözlerini yumdu.


Açık anlatımı ile Deniz Palas, İKSV’ye 16 yıl başkanlık yapan Şakir Eczacıbaşı’nın İKSV’yi sevenlere, destekleyenlere ve de vakıfa bir hediyesidir.


İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV), kar amacı gütmeyen bir sivil toplum kuruluşu olarak, İstanbul’da uluslararası sanat festivalleri düzenlemek amacıyla 1973 yılında Dr. Nejat F. Eczacıbaşı önderliğindeki 17 işadamı ve sanatsever tarafından kuruldu.

Ana kaynak bilet geliri
1973 yılında düzenlenen ilk İstanbul Festivali, programında klasik müziğe yer veriyordu. Daha sonra film gösterimleri, tiyatro, caz, bale performansları ve tarihi mekanlarda gerçekleştirilen sergiler de programda yer aldı. İzleyicilerin giderek artan ilgisi sonucu farklı sanat disiplinlerine ait etkinlikler, zaman içinde gelişerek ayrı festivaller olarak yapılandırıldı. 1987 yılından bu yana İKSV, Uluslararası İstanbul Bienali’ni düzenliyor.


Kurucular vakfı sembolik olarak birer Cumhuriyet altını bağışlayarak kurdukları için, İKSV kırk yıldır faaliyetlerini devletin, sanatsever kurum ve kişilerin parasal katkıları ve bütün bunların ötesinde kırk yıldır İKSV etkinliklerine katılan yaklaşık 32 milyon kişinin bilet satın alarak yaptıkları ödemelerle sürdürüyor.


Açık anlatım ile Deniz Palas, İKSV etkinlikleri için benim gibi bilet alan 32 milyon kişinin parasıyla alındı. Deniz Palas bizim binamız. İKSV yönetimi bizim binamızı satamaz. Ben böyle düşünüyorum. İKSV etkinliklerini izleyen ey sanatseverler, siz ne düşünüyorsunuz? Bu satışı sessiz sedasız izleyecek misiniz?

Milliyet, Yazı: Güngör Uras, 22.10.2013

SALT'IN ONLINE SERGİLERİ GOOGLE'DA

 

SALT, Osmanlı Bankası Arşivi’nden beş online sergiyle Google Cultural Institute’e katıldı. 

 

SALT Araştırma koleksiyonlarından biri olan Osmanlı Bankası Arşivi; kuruluşundan özel ticari banka statüsüne geçtiği 1933’e kadar, bankanın 80 yıllık süreçte yaşadığı önemli değişiklik, gelişme ve krizleri kronolojik olarak sunuyor. Google Cultural Institute ile paylaşılan beş sergi arasında; Kuruluş ve Zor Yıllar (1856-1880), Toparlanma (1881-1894), Genişleme (1895-1913), Savaş ve Kriz (1914-1920), Yeni Dengeler ve Son Söz (1921-1931) bulunuyor.

Zaman, 22.10.2013

ISLAK HAMBURGERE TARİHİ PROJE

 

 

İstanbul ’da Taksim’den yolu geçenlerin buluşma merkezi Aya Triada Kilisesi’nin önündeki dükkanların akıbeti belli oluyor. İşletmecilerle görüşen Balıklı Rum Hastanesi Vakfı, kilisenin önündeki dükkanların kaldırılmasına değil, bir proje ile düzenlenmesine karar verdi. Kararla meydana bakan dükkanların tabelaları değiştirilecek, jeneratörler ortak kullanılacak. İşletme sahipleri ise Başbakan’ın ‘kiliseyi meydana çıkarmak için dükkanları kaldırma’ önerisine “Dükkanlar zaten kiliseyi kapatmıyor” diyerek yanıt veriyor.


Aya Triada Kilisesi’nin Taksim Meydanı’na bakan dükkanlarıyla ilgili devam eden belirsizlik Başbakan Erdoğan ’ın sözleriyle başladı. Gezi Parkı eylemlerinin yaşandığı 2 Haziran’da Başbakan’ın bir televizyon kanalında ‘Taksim Camii’ projesini anlatırken kullandığı “Kilise vakfının önündeki tüm dükkanları kaldıralım diye vakıfla konuşacağız. Kilise meydana çıksın. Diğer tarafta cami olsun. Bizim medeniyet anlayışımızın çok güzel bir göstergesi olsun” ifadelerinin ardından gözler bölgeye çevrildi. 

Balıklı Rum Vakfı projeyi Başbakan’a sunacak
Aylardır süren ‘dükkanlar kaldırılacak mı, kaldırılmayacak mı’ tartışması 3 Ekim’de Balıklı Rum Hastanesi Vakfı yöneticileriyle işletmeciler arasındaki toplantıda masaya yatırıldı. Toplantıya katılanlardan, bölgenin en eski esnaflarından, Selvi Restaurant’ın 60 yıllık işletmecisi Ayvaz Hacızade, hazırlanacak projenin Vakfın Başkanı Dimitri Karayannis tarafından bizzat Başbakan Erdoğan’a sunulacağını söyledi.


Dükkanların tarihi değerini vurgulayan Hacızade, “Bu dükkanlar 130 seneden fazladır burada. Yeni değiller. Şimdi hazırlanacak proje ile dükkanların klima ve jeneratörleri düzenlenecek. Herkesin kendine ait jeneratörü olmayacak” dedi.


Ayvaz Hacızade, proje kapsamında kilisenin Sıraselviler Caddesi’ne açılan kapısının da açılacağını belirtti, “1955’te de kiliseyi tahrip etmişlerdi, kırıp dökmüşlerdi ama 1970’lerde Ecevit dönemindeki olaylar sonrasında o kapı kapatılmıştı. O zaman kapıdan çok sayıda kişi içeri girmiş, binayı mahvetmişlerdi” dedi. 

‘Esnaf olumsuzlukları tespit edip düzeltecek’
Selvi Restaurant’ın yanındaki dükkanı işleten yeğeni Hakan Hacızade de kilisenin yeniden açılacak kapısı için güvenlik projesi hazırlanacağını ve kameraların yerleştirileceğini söyledi. Hacızade, sürecin zamanlaması için ise “Projeler çizildikten sonra işletme sahipleri kabul edecek, vakıf onaylayacak ve ardından belediyeye sunulacak. Yani bu süreç 6 aydan önce bitmez” diye konuştu. Hem bölgenin işletmecilerinden hem de inşaat mühendisi olan Erol Yümlü de kiliseyi saran dükkanların proje kapsamında üçe ayrıldığını belirtti: “Bu yerlerde olumsuzlukları biz tespit edeceğiz. Dış cephe düzenlemesi hazırlayacağız. Esnaflar olarak projemizi oluşturuyoruz. Mal sahibimizin de destek verdiği proje için belediye ile görüşeceğiz.”


Yümlü, 1880 yılında ibadete açılan kilisenin tarihi niteliği bulunan dükkanlarının da korunmasıyla ilgili yasaları işaret etti: “Buradaki yapılar tescili olmamasına rağmen kolaylıkla tescil edilebilirler. Kanun ‘1957 öncesi yapılar tarihi eserdir’ der. 1930’larda çekilen fotoğraflarda da zaten buradaki dükkanlar görülmekte.” Projenin bölgeye prestij katacağını belirten Erol Yümlü kot farkı nedeniyle dükkanların kiliseyi kapattığı iddiasıyla ilgili olaraksa bunun imkansız olduğunu söyledi.


Yümlü, “Kilisenin önü Meşelik Sokağı’na bakar. O nedenle zaten önü kapalı değil. Bu dükkanlar kilisenin diğer cephesini de kapatmaz. Burayı yıksanız 3 metre yüksekliğinde toprak kütlesi ile karşılaşırsınız çünkü arada kot farkı var. Zaten bu nedenle de dükkanlar inşa edilmiştir” diye konuştu.

Radikal, Haber: Serdar Korucu, 22.10.2013

JOAN MİRO ESERLERİ GAZİANTEP'TE

 

Sanko Sanat Galerisi, resim dünyasının sembol isimlerinin eserlerini Gaziantep’te sanatseverlerle buluşturmaya devam ediyor.

 

Modern resmin en büyük öncülerinden dahi ressam Salvador Dali’nin ‘Zodyak’ sergisinden sonra, sürrealist akımın öncülerinden Joan Miro’nun ‘Düşlerimin Rengi’ adlı sergisi Sanko Sanat Galerisi’nde açılacak ‘Düşlerimin Rengi’ adlı sergi; resim tarihine adını altın harflerle yazdırmış olan Joan Miro’nun 1955 ile 1970 yılları arasında yaptığı 35 adet orijinal litografik eserini içeriyor. Sergi 10 Kasım’da sona erecek.

Akşam, 22.10.2013

ENDÜLÜS'TEN ÇİN SEDDİ'NE İSLAM SANATLARI

 

 

İslam sanatıyla ilgili birçok eser yayımlayan İskoçya’daki Edinburgh Üniversitesi, önümüzdeki ay İslam coğrafyasındaki mimari eserleri konu alan bir kitap yayımlayacak. Türkiye’den ve dünyadan pek çok sanatçı, bilim adamı ve mimarın katkıda bulunduğu çalışmayı, editörü Irvin Cemil Schick’ten dinledik.

 

İslam sanatı üzerine arşivi oldukça geniş olan İskoçya'daki Edinburgh Üniversitesi Yayınları kasım ayında bir eseri daha İngilizceye kazandıracak. Editörlüğünü İstanbul Şehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Irvin Cemil Schick ve İranlı mimarlık tarihçisi Muhammed Gharipour'un yaptığı “Calligraphy and Architecture in the Muslim World” adlı eser, Endülüs'ten Çin'e, hatta Kuzey Amerika'ya kadar hat sanatımıza ve mimariye dair kapsamlı bir çalışma.

 

İslam coğrafyasında inşa edilen eserlerle hat sanatı arasında nasıl bir ilişki var? Eserlerdeki kitabeler, içinde bulundukları mekanları nasıl etkiliyor? Yapıldıkları malzemeler neler? Hamileri, sanatçıları kim? Üslupları, içerikleri neyi ifade ediyor?.. Kitapta yer alan 28 makale ve onlara eşlik eden fotoğraflar, bu soruların cevabını veriyor. Uzun yıllardır Türkiye'de bulunan, İslam sanatları ve kültür tarihi üzerine çalışan Schick, 7. yüzyıldan 21. yüzyıla kadar tüm İslam coğrafyasını tarayan; Çin, Orta Asya, Hindistan, İran, Osmanlı İmparatorluğu, Arap dünyası ve Endülüs bölgesini içine alan bir eser hazırladıklarını söylüyor. Makalelerin bazıları belirli hattatlara, bazıları belirli bölgelere, bazıları himaye ilişkilerine, bazıları da binalara ve kitabelerin içeriğine yoğunlaşıyor.

 

Kitapta adı geçen sanatçılar, İslam coğrafyasının her yanına yayılmış eserlerde hatları bulunan önemli hattatlar. Osmanlı hattatlarından adı geçenler ise; Yesarizade Mustafa İzzet Efendi, Mustafa Rakım, Kazasker Mustafa İzzet Efendi, Şefik Bey, Abdülfettah Efendi, Abdullah Zühdi... Makale yazanların ise bir kısmı aynı zamanda sanatçı ama kitapta bilim insanı kimlikleriyle yer alıyorlar. Mesela Prof. Uğur Derman İstanbul'da yüzden fazla kitabesi olan Yesarizade Mustafa İzzet Efendi'yi, hattat Süleyman Berk Mustafa Rakım Efendi'yi, mimari yazılara yaptıkları önemli katkılar bağlamında ele alıyor.

 

Talip Mert ile Hilal Kazan, kitabelerin yazılmasının ardındaki süreçlere yoğunlaşıyor. Örneğin Kazan, Medine'deki Mescid-i Nebevi'nin yazılarının 19. yüzyılda nasıl yenilendiğini arşiv belgelerine dayanarak ortaya koyuyor. Nina Ergin, Mimar Sinan'ın inşa ettiği camilerdeki kitabelerin metinleriyle aynı camilerin vakfiyelerinde okunmaları şart koşulan metinler arasındaki ilişkileri anlatıyor. Amerikalı Olivia Wolf, Memluklü kadın hükümdar Şecerü'd-Dürr'ün türbesindeki kitabeleri toplumsal cinsiyet bağlamında inceliyor. Pakistanlı Tehnyat Majid, Mardin ve civarındaki bazı yapılarda bulunan makıli (hat sanatında kullanılan bir yazı türü) kitabeleri kaleme alıyor. Alman Barbara Stöcker-Parnian, Çin'deki camilerde Çince ve Arapça kitabelerin bir araya nasıl geldiğini aktarıyor. AlBaraka Türk'ün sponsorluğunda hazırlanan 532 sayfalık eserin Türkçede ne zaman yayınlanacağı henüz belli değil.

 

‘Restorasyonların yarardan fazla zararı oluyor’

Söz konusu mimari, hat sanatı ve kitabeler olunca söz dönüp dolaşıp yine restorasyonlara geliyor. Irvin Cemil Schick de son yıllarda yapılan tarihi eser restorasyonlarını eleştiriyor: “Mimari eserlerindeki yazılar, yani kitabeler, ister sanat açısından olsun, ister içerikleri açısından, korunmaları gereken önemli hazinelerdir. Oysa bunlar yıllardır yok ediliyor. Kimi siyasi nedenlerle, kimi bakımsızlıktan, kimi para hırsı yüzünden. Şimdilerde bir restorasyon furyası var, ama maalesef ehil ellere verilmeyince restorasyonun yarardan fazla zararı oluyor. Beyoğlu'ndaki Ağa Camii'nin kuşak yazısı, Kağıthane'deki Aziziye Camii'nin kubbesiyle mihrabı, daha birçok önemli eser mahvedildi. 'Yaptık' demekle olmuyor, nasıl yaptın, iyi yaptın mı, budur mesele.”

Zaman, Haber: Sevinç Özarslan, 22.10.2013

KÜLTÜR VARLIĞI ÇOK SİT ALANLARI İSE AZ

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı, Türkiye'nin kültür varlığı haritasını çıkardı. Bakanlık tarafından hazırlanan, 'Türkiye Geneli Korunması Gerekli Taşınmaz Kültür Varlığı İstatistikleri'ne göre Türkiye'de 94 bin 290 kültür varlığı var. Bunların 62 bin 444'ünü sivil mimarlık örnekleri, 9 bin 938'ini kültürel yapılar, 8 bin 763'ünü dinsel yapılar oluşturuyor. En çok kültür varlığına sahip iller arasında İstanbul 29 bin 767 kültür varlığıyla birinci sırada. İstanbul'u 6 bin 281 sayısıyla İzmir, 4 bin 235 sayısıyla Muğla takip ediyor. En az kültür varlığı ise 27 kültür varlığı ile Hakkari'de.

 

SADECE 60 SOKAK KORUNUYOR

En çok sivil mimarlık, dinsel ve kültürel yapılarda korunmaya alınan kültür varlığı varken, koruma altına alınan şehitliklerin sayısı 231, sokak sayısı ise 60. Öte yandan 'Türkiye Geneli Tescilli Sit Alanları İstatistikleri'ni de çıkaran Bakanlık verilerine göre Türkiye'de 11 bin 359 sit alanı var. Bunların 10 bin 976'sını arkeolojik, 255'ini kentsel, 151'ini tarihi, 32'sini kentsel arkeolojik, 445'ini ise diğer sit alanları oluşturdu. 707 sit alanı ile Muğla başı çekerken İstanbul'daki sit alanı sayısı ise sadece 96.

Yeni Şafak, Haber: Ayfer Mallı, 21.10.2013

TÜRKİYE'DE 1544 KOLEKSİYONCU VAR

 

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı, Türkiye’deki koleksiyoncuların haritasını çıkardı. Buna göre, “belirli bir sistemle sınıflandırılarak belirli şartlarda ve bir yerde saklanan korunması gerekli taşınır kültür ve tabiat varlıklarından oluşan grup” şeklinde tanımlanan koleksiyonları biriktiren koleksiyonerlerin Türkiye’deki sayısı

Verilere göre İstanbul 445 koleksiyonerle listenin başında yer alıyor. Koleksiyonerlerin başvuruları doğrultusunda izin verip koleksiyonların denetimini yapan müze müdürlüklerine bakıldığında ise İstanbul Arkeoloji Müzesi 98, Türk ve İslam Eserleri Müzesi 85, Hisarlar Müzesi 73, Topkapı Sarayı Müzesi 34, Ayasofya Müzesi 28, Yıldız Sarayı Müzesi 25 ve Türbeler Müzesi 2 koleksiyonerle kendini gösteriyor. İstanbul’u 193 koleksiyonerle Ankara takip ederken, İzmir 137 koleksiyonerle üçüncü sırada yer aldı. Sadece 1 koleksiyonerle Türkiye’de en az koleksiyoner bulunduran kent ise Uşak.

Habertürk, Haber: Aykan Çufaoğlu, 21.10.2013

BEİT HİLLEL SİNAGOGU'NA BÜYÜKŞEHİR ELİ

 

 

Çok köklü ve zengin bir kültür mirasına sahip olan İzmir’de, duvarlar arasında kalan ve dar sokaklara sıkışan köklü bir tarih daha gün yüzüne çıkarılıyor.





İzmir Büyükşehir Belediyesi, 29.5 milyon liralık kamulaştırma çalışmalarıyla birlikte  personel ve malzeme desteği de verdiği Agora kazılarının yanı sıra, sinagoglar ve çevresini rehabilite ederek Kemeraltı Çarşısı ile bütünleştirecek önemli bir adım daha atıyor. Bu çerçevede, tarihi 17. yüzyıla dayandığı bilinen Beit Hillel Sinagogu’nda başlatılan rekonstrüksiyon (yeniden yapım) çalışmalarının yıl başında tamamlanması öngörülüyor.

 

İzmir 1 No’lu Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu’ndan onaylanan projeye göre, yıkılmaya yüz tutmuş sinagog için öncelikle temizleme çalışmaları başlatıldı. Sadece ön cephesi ayakta kalan,  diğer kısımları ise tamamen yıkılan binanın arka kısmı ve çatısı kapatıldı. Sinagogun ön cephesinde taş ve sıva temizlikleri devam ediyor.  Ayrıca araştırma kazıları sırasında tespit edilen bodrum da işlevlendirilerek korunacak. Uzun yıllardır harabe konumunda olan yapı, çalışmaların tamamlanmasının ardından orijinaline uygun hale getirilecek ve müze olarak kentlinin hizmetine sunulacak.





İzmir’in tarihin farklı evrelerinde her kültüre, her inanca, her dile kapısını açan bir kent olduğunu söyleyen İzmir Büyükşehir Belediyesi yetkilileri, “İzmir, farklılığını zenginlik olarak algılayıp bu yönde hoşgörü içinde yaşayan insanların kenti. Biz de kentimizin bu özelliğini pekiştirecek farklı projeleri hayata geçiriyoruz. Emir Sultan’daki çalışmaların tamamlanmasının ardından Beit Hillel Sinagogu’nda rekonstrüksiyon projesini bitirme aşamasına getirdik. Ayrıca Doğanlar Kilisesi’ni yenileme çalışmalarına da başladık. Bu projeler tarihin farklı evrelerinde her kültüre, her inanca, her dile kapısını açan İzmir’e çok yakışacak” dedi.





İKİ YANGIN GEÇİRDİ

Kemeraltı’ndaki Beit Hillel Sinagogu’nun 17. yüzyılda yapıldığı biliniyor. Günümüze kadar geçirmiş olduğu iki yangın ile oldukça harap durumda olan binadan günümüze kalan tek yapı elemanı, ön cephe duvarı. Duvarın yüzeyi üzerinde, mimari karakterini bütünleyen taş söveli pencereler, taş söveli üç basamak ile geriye çekilmiş giriş boşluğu ve kapısı, kapının duvar yüzeyinde özgün ferforjeleri mevcut durumda. Uzmanlar, geçirdiği yangınlardan sonra ahşap taşıyıcı çevrenin de ana elemanlarının yandığı ve taşıyıcı işlevini kaybettiğini tespit etti. Mevcutta görülemeyen çatının izlerden yola çıkılarak asma bir çatı sistemine sahip olduğu tahmin ediliyor.

medya365.com, 21.10.2013

KÖY SİT ALANI İLAN EDİLİNCE...

 

Romalılar dönemine ait antik Erythrai şehri üzerinde kurulu olan İzmir'in Çeşme İlçesi'ndeki Ildırı Köyündeki sit nedeniyle köylüler evlere çivi dahi çakamayıp tarlalarında ekip biçme sıkıntısı yaşıyor - Köyde yeni evlenen çiftler ise, yeni bina yapılamadığından başka yerleşim alanlarında ev kiralamak, göçmek zorunda kalıyor - Köy sakinlerinden Muharrem Mete, "Yapılaşma yasağı olduğu için oturduğumuz evlere tek bir çivi bile çakamıyoruz. Ev yapamıyoruz, yaptığımız anda da büyük cezalar geliyor, yıkım kararı çıkıyor. Benim iki çocuğum evsizlikten İzmir'de oturuyor".

 

 

İzmir'in Çeşme İlçesi'ndeki Ildırı Köyü sakinleri, sit alanı ilan edilen köylerindeki evlerine çivi bile çakamazken, tarlalarını da ekip biçememenin sıkıntısını yaşıyor.

 

Uzun süredir köyleri için başka bir yerleşim alanı tahsis edilmesinin mücadelesini veren köylüler, sit nedeniyle yapılaşma olmadığından evlenen gençlerinin başka yerleşim alanlarında ev kiralamak zorunda kaldığını savunuyor.

 

Ildırlı Köyü, Romalılar dönemine ait antik Erythrai şehri üzerinde kurulu olması sebebiyle 1 No'lu Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından 1985 yılında arkeolojik sit alanı ilan edildi. Halen 2. derecede sit alanı olan yaklaşık 100 haneli köyün sakinleri, geçimlerini sağladıkları tarlalarının kazı için kamulaştırılması, evlerinde yaptıkları ufak bir tadilatta dahi ağır ceza mahkemesinde haklarında dava açılması, evlenen gençlerin ev bulamamaları nedeniyle başka yerleşim alanlarına taşınmalarından şikayetçi.

 

AA muhabirinin görüştüğü köy sakinleri, sit nedeniyle büyük sıkıntı yaşadıklarını bildirdi.

 

Köy sakinlerinden Muharrem Mete, yapılaşma yasağı olduğu için oturdukları evlerine tek bir çivi bile çakamadıklarını, ağır para cezalarıyla karşılaştıklarını söyledi. "Ev yapamıyoruz, yaptığımız anda da cezalar geliyor, yıkım kararı çıkıyor" diyen Mete, böyle bir durumda sürekli mahkemelerle uğraşmak zorunda kaldıklarını ifade etti.

 

Evlerindeki ufak bir tadilat için uzun uğraşlar sonucunda izin alabildiklerini kaydeden Muharrem Mete, küçük oğlu için evinde yaptığı tadilat nedeniyle yargılandığını belirtti. Köyde yeni bina yapılamadığı, evlerine bir oda ekleyemedikleri için evlenen gençlerin başka yerleşim alanlarında ev kiralamak zorunda kaldıklarını ifade eden Mete, iki oğlunun bu nedenle İzmir'de oturduğunu söyledi.

 

Mete şöyle konuştu:

"Onarım müsadesi alarak evimde tadilat yaptığım halde yargılandım. Bir sürü para cezası ödedim. Mahkeme 2 yıl hapis cezamı ertelendi, 5 yıl içinde bir ceza alırsam bu cezayı da çekeceğim. Çatım akarsa ne yapacağım? Şu an zaten akıyor. Sit bizi mahfetti. Bize, arazilerimize karşılık yeni belirlenen alanda yer verileceği söylendi ama bir gelişme yok. Ne yapılacaksa bir an önce yapılsın."

 

Asım Arpacı ise 60 yaşında olduğunu, tarlalarının sit alanında olması sebebiyle istimlak edildiğini söyledi. Çiftçilikle geçindiklerini, istimlak nedeniyle ekip biçecek tarlalarının kalmadığını belirten Arpacı, "Nasıl geçineceğiz? Tarlaların gün gelip satılmasından endişe ediyoruz. Köy gelişmiyor. Evlerimiz de sit alanında olduğu için tamir edemiyoruz. Evinin önüne gölgelik yaptığı için ağır cezada yargılananlar var" diye konuştu.

 

Balıkçılıkla geçimini sağlayan Vedat Timuçin de köy limanının yetersiz olduğunu, yeni liman taleplerinin SİT'te takıldığını ifade ederek, "Köyde yaşayanların yarıdan fazlası balıkçılıktan geçiniyor. Fırtınalı havalarda tekneleri koruyacak bir limanımız yok, limana kimin teknesinin gireceğinin kavgası oluyor" ifadelerini kullandı.

 

Köyündeki arazide ev yapamadığı için yakındaki yazlık sitede kirada kaldıklarını belirten Sadık Demir de, köy için belirlenen yeni yerleşim alanında yapılaşmaya bir an önce izin verilmesi talebinde bulundu.

Milliyet, 21.10.2013

BAKANLAR KURULU ONAYLARSA TRUVA'YI TÜRKLER KAZACAK

 

 

Kazıları devralan Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, çalışmalara başlamak için Bakanlar Kurulu kararını bekliyor.

 

Çanakkale’de bulunan Truva antik kenti, yaklaşık 5 bin yıllık geçmişe ev sahipliği yapıyor. Dünya kültür tarihine ışık tutan Truva, üst üste kurulmuş, yedi ayrı kültürü temsil eden 4 mimari kat ve 9 yerleşmeden oluşuyor. Çanakkale Tevfikiye Köyü sınırları içinde bulunan bu hazineyi gün yüzüne çıkarmak için 150 yıldır arkeolojik kazılar yapılıyor. Almanlar kazılara son verince, buradaki çalışmalar uzun bir aradan sonra ilk kez durdu. Kazıların Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’ne (ÇOMÜ) devredilmesi ve yeniden başlanması için Bakanlar Kurulu kararı bekleniyor.

 

Truva’daki ilk kazılar Malta’dan göç etmiş Frank Calvert tarafından 1863 yılında yapılır. Antik kentteki son kazılara ÇOMÜ’nün danışmanlığını yapmış hem de ÇOMÜ’den fahri doktora unvanını almış Almanya Tübingen Üniversitesi’nden Manfred Osman Korfman başkanlık ediyordu. Üniversite, kazı sezonundan önce, çalışmalarını durdurulduğunu açıklamıştı. Kazıları devam ettirmek için ÇOMÜ devreye girdi.  Kültür ve Turizm Bakanlığı’na başvuruda bulunan üniversite, Truva kazıları yapmayı istedi. Bakanlar Kurulu tarafından daha onanmadığı için bölgede kazılar yapılmıyor. Onay verilmesi durumunda ÇOMÜ bölgedeki kazıları yapacak ilk Türk üniversitesi olacak. ÇOMÜ Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Rüstem Aslan, “Truva’nın kalesine baktığımızda yüzde 90’ı kazılmış durumda ama hala cevaplanmayı bekleyen pek çok soru var. En önemlisi Truva’nın nekropolünün (mezarlık alanı) hala bulunamamış olması. Bununla ilgili elimizde ipuçları var. Eğer bu bulunursa belki de son 200 yıldaki en büyük arkeolojik buluş olacak.” dedi. Kale dışında kalan bölgede bazı mimari özellikleri tam olarak anlamadıklarını belirten Aslan, “Buraları araştıracağız. Troya’nın kazılmamış alt katmanları var. Vurduğumuz her çapa bir sürpriz getirecek. Ben bundan sonraki 100 yıllık süreçte Troya’nın arkeolojik buluntularının bize sürprizler sunacağından eminim.” ifadelerini kullandı.

Zaman, Haber: Mehmet Güler, 21.10.2013

 

******


TROİA'DA KAZILARA DEVAM!

 

 

Çanakkale Tevfikiye Köyü sınırları içinde bulunan Troia antik kentinde yaklaşık 150 yıldır yürütülen kazıların bu yıla ait bölümü için çalışmalara kısa sürede başlanacak. 

 

Çanakkale’deki antik kentte 1988’den beri süren kazılarda görev alan Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Rüstem Aslan, 2013 kazı çalışmaları başvurusunun, ÇOMÜ adına, geniş ve katılımlı uluslararası bir ekiple gerçekleştirildiğini söyledi. Aslan, bölgenin, yapımı süren Troia Müzesi, çevre düzenlemesi, restorasyon ve koruma çalışmalarıyla öne çıkan önemli bir antik yerleşim alanı olduğunu dile getirdi.

ÇALIŞMALAR AKSAMAYACAK
Aslan, “Buradaki çalışmaların, geniş katılımlı uluslarası bir ekip tarafından Kültür ve Turizm Bakanlığı destekleriyle gerçekleştirilmesi planlanmıştır. Böylesi önemli bir yerdeki çalışmaların kalıcı olması hedeflendiği için Bakanlar Kurulu tarafından kararlı kazı olmasının uygun görülmesi dolayısıyla izin işlemleri bu yönde başlatılmıştır” dedi. Aslan, izin işlemlerinin tamamlanma aşamasında olduğunu, kısa süre sonra kazılara yeniden başlanacağı, çalışmaların kesintiye uğramadan devam edeceğini belirtti.  

Akşam, 24.10.2013

SOYUT RESMİN BABASINDAN ESERLER

 

Soyut resmin babası sayılan Rus ressam Kazimir Malevich Amsterdam’daki Stedeljik Müzesi’nde. “Kazimir Malevich ve Rus Avangardları” başlığı altında 500 eserlik büyük sergi açıldı.

 

Nikolai Khardhiev ve George Costakis’in özel koleksiyondan düzenlenen sergide eserlerin büyük çoğunluğu saf soyutun babası diye anılan, 1878-1935 yıllarında yaşamış olan Malevich’e ait. Direktör Burt Rutten, ünlü “Siyah kare”, “Siyah daire” ve “Beyaz üstüne beyaz” süprematist tabloların, ressamının evrimin anlaşılması için tarihsel sıralamaya uygun sergilendiğini açıkladı.  

Akşam, 21.10.2013

ORYANTALİZMİ TÜKETEMEDİK

 

 

Son bir yılda oryantalizmi merkez alan dört ayrı sergi açıldı. Biri İstanbul’da, ikisi Mardin’de, biri de İzmir’de. İstanbul’daki kapandı ama Mardin ve İzmir’deki sergileri görmek için epey vakit var.

 

Bir roman kahramanı olan Enişte Efendi, berzahta kıyameti beklerken Batı ülkelerinde gördüğü resimlerin cazibesine kapıldığını hatırlar ve günah işlediğini sanarak af diler. Cevabı içinde hisseder: ‘Doğu da, Batı da benimdir’, ‘Peki, hepsinin, bütün bunların... Bu alemin anlamı nedir?’ İçindeki ses ‘sır’ gibi, ‘sev’ gibi bir şey der ve Enişte Efendi huzura kavuşur. Dünyada kalanlarsa çeşitli vesilelerle Doğu ve Batı’yı ayırmaya ve tartışmaya devam eder. (Benim Adım Kırmızı) Biz de bin bir bahaneyle yeniden ve yeniden tartışıyoruz bunu. Bazen tek bir kelimeden çıkıyoruz yola: Oryantalizm…

 

Oryantalizm üzerine nice sempozyumlar, paneller, açık oturumlar oldu ama tükenmedi konu. 2007’nin son aylarında Prof. Edhem Eldem Osmanlı Bankası Müzesi’nde ‘Doğuyu Tüketmek’ isimli bir sergi hazırlamış ve Doğu’yu tüketme iştahımızı popüler kültür ürünleri üzerinden anlatmıştı. Sanmıştı ki bu sondu. Zaten demişti: “Edward Said, tahakküm fikrinin nasıl ortaya çıktığını ve nasıl ötekileştirme politikasına dönüştüğünü yani meselenin kökenini damardan anlattı ve oryantalizmin ipliğini pazara çıkardı. Şimdi bunu temcit pilavı gibi yeniden keşfedip durmak biraz ayıp oluyor.”

 

Ama keşfedilecek bir şeyler kalmış olmalı ki son bir yılda oryantalizmi merkez alan 4 ayrı sergi çıktı karşımıza. İlki geçtiğimiz aylarda Sakıp Sabancı Müzesi’nde açılan ‘Oryantalizmin 1001 Yüzü’. Oryantalizmin; mimari, arkeoloji, fotoğraf sanatı ve moda üzerindeki etkilerini göstermeye çalışan sergi için, Müze Müdürü Nazan Ölçer; “Oryantalizmin önyargılı ve küçümseyici bir tarafı var, evet, ama olumlu yönleri de var. Doğuya merak sayesinde pek çok edebi çeviri yapıldı, üniversitelerde kürsüler kuruldu, Doğu dilleri araştırmaları merkezleri açıldı. Yani bir hayranlık da vardı ve bu da Batı’nın sahne sanatlarına, sinemasına, edebiyatına yansıdı. Biraz da böyle bakmak lazım.” demişti.

 

‘Oryantalizmin 1001 Yüzü’nü yaz başında Mardin’de açılan ve halen devam eden bir sergi izledi. Sakıp Sabancı Mardin Kent Müzesi Dilek Sabancı Sanat Galerisi’ndeki serginin ismi ‘Mardin’de Bir Oryantalist: Marius Bauer’ idi. Hollandalı ressam Bauer’den yola çıkarak oryantalizmi detaylıca anlatmaya niyetlenen sergi kapsamında ressamın 100’ü aşkın yağlıboya, oymabaskı ve eskizi bir arada sunuldu.

 

O sergi epey rağbet görmüş olacak ki geçtiğimiz günlerde yine aynı galeride ‘Batının Gözüyle Doğu Fotoğrafları’ isimli bir başka oryantalist sergi açıldı. Küratörlüğünü fotoğraf tarihçisi Engin Özendes’in üstlendiği sergide; dervişler, dilenciler, satıcılar, sokaklar ve köy pazarları başta olmak üzere 100 kadar tarihi kare bir arada. Serginin açılış töreninde konuşan Ölçer, “Mardin’de oryantalizm rüzgarları devam ediyor.” dedi ve ekledi: “19. yüzyılın ortalarından itibaren, Doğu her zaman Batılının gözünde hayali bir dünyaydı. Fotoğrafın bulunuşu bu hayal dünyasına farklı bir boyut kattı. Fotoğraf, Batılının zihnindeki Doğu imgesinin yanı sıra gerçek Osmanlı yaşamını da yansıtmaya başladı.”

 

İZMİR’DE ORYANTALİZM

Bu arada İzmir’de de 18 ve 19. yüzyılların İzmir’ini Batılı bir seyyahın gözünden anlatan bir sergi açıldı. Arkas Sanat Merkezi’nde 25 Eylül’de açılan ‘18 ve 19. Yüzyıllarda İzmir: Batılı Bakışlar’ isimli sergi, hiç sergilenmemiş pek çok eseri bir araya topladı. Sergi için Türkiye, Fransa, İngiltere, Belçika, Hollanda ve İsviçre’deki müze, kütüphane ve özel koleksiyonlardan yaklaşık üç yüz resim ve belge bir araya getirildi. Louvre, British Museum, Rijksmuseum Amsterdam, Greenwich The National Maritime Museum, Bibliothèque Nationale de France ve Marsilya Ticaret Odası sergiye eser veren önemli kurumlardan bazıları. Sergide ziyaretçileri; seyahatnameler, fotoğraflar, gravürler, tablolar, nüfus ve sosyal yaşama ait belgeler bekliyor.

Zaman, Haber: Jülide Güngör, 21.10.2013

'HAREM-SELAMLIK' YENİDEN DOĞDU

 

 

İzmir Büyükşehir Belediyesi, metruk durumdaki tarihi Ahmet Ağa Konağı'nı restorasyon çalışmalarıyla ayağa kaldırdı. Halk arasında Harem-Selamlık olarak da bilinen tarihi yapı, yıkılmak üzereyken adeta küllerinden yeniden doğdu.

 

İzmir Büyükşehir Belediyesi, yıllardır atıl durumda olan ve yıkılmaya yüz tutmuş Kemeraltı'ndaki Ahmet Ağa Konağı'ndaki restorasyon çalışmalarını tamamlayarak tarihi binayı kente kazandırdı. Yaklaşık 2 yıl süren çalışmalar sonrasında, halk arasında Harem-Selamlık olarak da bilinen metruk bina, adeta küllerinden yeniden doğarak eski görkemli günlerine kavuştu.

Kemeraltı'nda mülkiyeti Salepçi Hacı Ahmet Efendi Vakfı adına Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne ait olan bina, Konak İlçesi Hacı Mahmut Mahallesi 848 Sokak'ta bulunuyor. İzmi Büyükşehir Belediyesi, tarihi bina için Vakıflar Bölge Müdürlüğü ile 30 yıllığına "restorasyon karşılığı kiralama" sözleşmesi imzalamıştı.

TARİHÇESİ
19. yüzyılın ilk yarısında yapılarak kente kazandırılan Harem-Selamlık binası, iki ana bölümden oluşuyor. Birinci yapı "Selamlık", ikinci bina ise "Harem" olarak tespit edilirken, Selamlık binası iki kat, Harem binası da bodrum kat ve üzerindeki iki kattan oluşuyor. Harem binasının arka bölümünde ayrı bir bahçe bulunuyor. Zaman içinde oldukça yıpranmış ve zarar görmüş durumda olan bina, restorasyon projelerine uygun olarak kente kazandırıldı. Tarihi yapı, orijinaline uygun yapılan restorasyonunun ardından eski görkemli havasına yeniden kavuştu.

BUGÜNE KADAR NELER YAPILDI?
365 metrekare oturma alanına sahip bina, Büyükşehir Belediyesi bünyesinde hizmet vermeye başlayacak. Ahşap karkaslı yığma yapı özelliğindeki binanın zemininde yapılan araştırma kazıları sonrasında, bodrum katlar tespit edildi. Duvar karkaslarından çürüyenler değiştirildi, boşalmış moloz taş örgü sökülerek yenilendi. Tüm beden duvarlarında ve tespit edilen bodrum kat duvarlarında enjeksiyon imalatı yapıldı. Temel sistemleri yetersiz görüldüğünden yeni temeller oluşturuldu, taşıyıcı sistemi statik projeye göre yeniden yapıldı. Tüm döşeme karkasları mevcut yerleri korunarak değiştirildi, tavanlardaki işlemeler itinalı bir şekilde sökülerek korunabilenler sağlamlaştırılarak korundu, diğerleri ise orjinal örneğine uygun olarak yeniden yapıldı.

Star, 20.10.2013

HİTİT DÖNEMİ EKOSİSTEMİNİN İZLERİ SÜRÜLÜYOR

Hititlerin başkenti Hattuşa'ya ev sahipliği yapan Çorum'un Boğazkale İlçesi'ndeki kazı çalışmalarında gün yüzüne çıkarılan eski çağlara ait yapılardan alınan toprak örnekleri ile dönemin ekosistemi, tarım faaliyetleri ve iklim şartları belirleniyor. 

 

Alman Arkeoloji Enstitüsü adına kazı çalışmalarını yürüten Kazı Başkanı Doç.Dr. Andreas Schachner, AA muhabirine yaptığı açıklamada, 1906 yılında İstanbul Arkeoloji Müzesi adına başlatılan kazı çalışmalarının, 107 yıldır sürdürüldüğünü söyledi.

 

Temmuz ayında başlayan çalışmaları, işçilerin de bulunduğu 70 kişilik ekiple sürdürdüklerini ifade eden Schachner, kazı çalışmalarının bu ay içerisinde tamamlanacağını belirtti.

 

Önceki yıl başladıkları Aşağı Şehir Kesikkaya mevkisindeki kazı çalışmalarına bu yıl da devam ettiklerini dile getiren Schachner, "Kazı çalışmalarıyla ortaya çıkan alanda büyük bir anıtsal yapı var. Bu yapıyı açmayı hedefliyoruz. Tahminimizce burası bir devlet binası ancak fonksiyonu nedir bilmiyoruz" diye konuştu.  

 

Bölgedeki kazı çalışmalarında gün yüzüne çıkarılan yapılardan toprak örnekleri alarak inceleme yaptıklarını dile getiren Schachner, alınan örnekleri kazı evine kurulan bir sistem yardımıyla ayrıştırıp toprak içerisindeki buğday, arpa, mercimek ve üzüm çekirdeği gibi bitki tohumlarını açığa çıkarmaya çalıştıklarını kaydetti.

 

Toprak içerisinden çıkarılan tohum ve bitkilerin botanik uzmanlarınca incelendiğini ifade eden Schachner, şöyle konuştu:

"Yapılan çalışmayla dönemin ekosistemi, tarım faaliyetleri ve iklim şartları hakkında bilgi ediniyoruz. Böylelikle Frig, Demir Çağ ve Hitit dönemine ait önemli ekonomik bilgileri edinmiş oluyoruz. Burada sadece arpa ve buğday bulmuyoruz. Ekimi yapılmayan tohumlar da gün yüzüne çıkıyor. Bulduğumuz verilerle botanikçilerimiz dönemin ekosistemi, tarımı ve iklim şartlarının yanı sıra ormanların ne kadar uzakta olduğu yönünde bilgileri tahmin ediyor."

 

"Kaliteli tohumları devletten gizlemişler"

Hititler döneminde bölgede çok yoğun bir tarım faaliyeti yürütüldüğünü anlatan Schachner, yapılan araştırmalarda ilginç bulgulara rastladıklarını söyledi.

Hititler döneminde buğday tanelerinin daha kalın ve büyük olduğunu kaydeden Schachner, "Belli ki insanlar Hitit döneminde kaliteli tohumları devletten gizlemişler. İyilerini kendilerine seçmişler ve ayrım yapmışlar. Kazı alanındaki özel konutlarda bulunan buğday ile resmi yapılar içerisinde bulunan buğday arasında fark olduğu görülüyor. Konutlar içerisinde daha büyük ve daha iyi tohumların saklandığı, devlete vergi olarak daha küçük ve kötü tohumları verdikleri anlaşılıyor" ifadelerini kullandı.

 

"Bu yöntemle göremediğimiz şeyleri görüyoruz"

Kazı çalışmalarına paralel olarak gerçekleştirilen toprak araştırma işleminin önemine değinen Schachner, "Bu toprak örnekleri sayesinde, kullandığımız ayrıştırma yöntemiyle göremediğimiz şeyleri görüyoruz. Çünkü kazı sırasında ya da yüzeysel alan çalışmalarında o dönemde nasıl tarım yapıldığını göremiyoruz. Bunu ancak bu tür çalışmalarla anlayabiliyoruz" diye konuştu. 

 

Hititler döneminde en çok ekilen mahsulün buğday ve arpa olduğunu belirten Schachner, sözlerini şöyle tamamladı:

"Bunların yanı sıra birçok yabani meyve ve baklagil yetiştirildiği ya da toplatıldığı görülüyor. Hitit döneminin sonuna doğru buğday ekiminin azalıp arpa ekiminin çoğaldığını görüyoruz. Arpanın, buğdaya göre sıcağa daha dayanıklı olduğu için böyle bir yöntem izlenmiş olabilir. Dolayısıyla İç Anadolu ikliminin daha sıcak ve kurak olduğu görülüyor."

haberler.com, Haber: Gazi Nogay - İsmail Çimen, 20.10.2013

MİMAR SİNAN GENİM: "FARKLI DÜŞÜNENE 'GERİ KALMIŞ' DENEMEZ"

 

Hazırlıkları iki yıldır devam eden ve "Anne ben barbar mıyım?" temasıyla oluşturulan İstanbul Bienali'ne, son üç ayda Gezi olayları da dahil edildi.

 

İstanbul, 13. defa gerçekleşen Bienal ile bugün vedalaşıyor. Başladığı 14 Eylül'den bu yana kavramsal çerçevesi ve sergilenen bazı eserler birçok yazıya ve tartışmaya konu oldu. Bu yıl “Anne ben barbar mıyım?” teması ile oluşturulan 13. Bienal, iki senedir, kentsel dönüşümün sanat ve siyaset ile ilişkisini irdeleyen çalışmaları seçiyor; bu tür projeler sipariş ediyordu. Ta ki Haziran ayına dek. Nihayetinde Gezi süreci, başlamasına üç ay kala, Bienal'in kavramsal çerçevesine dahil oldu. Henüz sonucu ve etkileri belli olmayan bir toplumsal olayın, iki yıldır hazırlığı yapılan bir serginin merkezine oturması da Bienal'in tartışılan temel noktalarından biriydi.50 yıla yakın zamandır başta İstanbul olmak üzere, Türkiye'deki çok önemli yapıların mimarisini ve restorasyonunu yöneten; 2009 yerel seçimlerinde Ak Parti'nin Kadıköy Belediye Başkan Adayı olan Dr. Mimar Sinan Genim ile birlikte, Bienal mekanlarından Antrepo No.3'ü gezdik. Sergilenen çalışmalardan yola çıkarak güncel sanat, toplumsal hareketler, kentsel dönüşüm üzerine konuştuk.

Bienal'deki eserler üzerinden, siyasi meselelerin sanat yolu ile ifadesi konusunda ne düşünüyorsunuz?
Sanat kalıcı olduğu, iyi bir şey yapmaya çalıştığı müddetçe anlamlı. Gördüklerimin çoğu, üzerine çalışılmamış, iyi fikirler. Mesela Goldin ve Senneby, Bienal'de sergiledikleri işlerinde “Yatırımları açığa satmak” diyor. Bu, ekonomide de yeri olan, iyi bir fikir. Lakin bu fikri destekleyecek yeterli çalışma yapılmadığı için özensiz, etkisiz bir sonuç çıkmış ortaya. İlk akla gelen fikrin, genelde kötü olduğunu düşünürüm. Zihninizde oluşan fikri geliştirmez, onu bilginizle desteklemez, eksiklerinizi çalışarak tamamlamazsanız, kötü sonuçlar doğabilir.

Gezi sürecinde tartışılan kamusal alan meselesine Bienal'deki çeşitli çalışmalar da yer vermiş.
Kamusal alan orada yaşayan herkese, her şeye ait. Bazısı sokağa çıkmak istiyor. Diğerleri de “Ben böyle bir hali seyretmek istemiyorum” diyor. O halde ne yapmak gerekiyor? Kendinden farklı düşünüyor diye “Sen geri kalmışsın” mı diyecekler? “Acaba biz mi fazla ileri gittik?” diye düşünecekler mi? O olay benim için 3 gün ifade; ondan sonrası terörizm, şehri karmaşaya sürüklemek. Orası giderek zenginleşen, otellerin olduğu, turizm için önemli bir bölge. Ülkenin ekonomik açıdan sıkıntıya düşmesi ile, siyasal iktidarın direnci bir ölçüde kırılır. Böyle bir kaos ortamında ortaya çıkan bozukluklar sonucunda siyasal güç elde etmek amacıyla insanları sokağa çağırmak, bence çıkmaz bir sokak. Bu iş geçmişte de denendi; gelecekte de olacak.

Yaşanan protestolara da atıfta bulunarak şöyle diyor Bienal metninde: “İstanbul'da ve Türkiye'nin kentlerinde deneyimlediklerimiz kesinlikle herhangi bir sergi veya sanat etkinliği ile karşılaştırılamaz boyutta.”

Bazı insanlar düşüncelerini sanatsal çabalarla ifade etmek isterler. Bu oldukça doğal. Fakat, toplumu çağın ötesine taşıyacak sanat eserleri üretmek yerine slogan peşinde olmak, kısa sürede tüketilen çalışmalar yapmak, gerçek üreticinin de önünü kesiyor. Düşüncelerinizi beden ya da hareketlerle yaptığınız zaman kamu yönetimi, polis, jandarma müdahale ediyor. Sanat yoluyla yapılan ifadelerde çok fazla müdahale edilemiyor. Sanat bir ifade tarzıdır. Yüzyıllardan beri de böyle kullanılmıştır. 

Bienal'in Gezi ile bir kamusal alan oluşturabilme ve orada buluşup söz söyleyebilme refleksi oluştu fikrine ne diyorsunuz? 
İlk akla gelen fikir olduğu için bence kötü fikir.

İstanbul'daki kentsel dönüşüme dair çalışmalar da yer alıyor sergide. 
Mimarlar yüzyıllarca kalan eserler yapmak isterler. Bütün dünyada çağdaş sanatta, bienallerde benzer sıkıntılar var. Her şey çok çabuk tüketildiği için, herkes modaya uygun meta ve slogan peşinde. Örneğin Christoph Scafer'in çalışmasındaki Bostanorama bölümündeki 'Yedikuleli kent çiftçileri' sözü. Suni bir ifade. Kent, çiftçiliğe müsait bir mekan değil. İstanbul'un nüfusu 500 bin ya da 1 milyonken, Yedikule'de, surların hendeklerinin dolması sonucu zamanla oluşmuş bir bostan vardı. İnsanlar orada üretim yapıyordu. Şu an etrafında o kadar çok trafik ve pis su var ki, bugün orada yetiştirilen ürünlerin tüketilmesi çok sakıncalı. Bu sebeple orada üretim yapanları yüce bir mertebeymişçesine 'kent çiftçileri' olarak nitelemek; slogan peşinde olmak, bundan şahsi prim elde etmeye çalışmak gibi geliyor bana. Bunu da sanat adı altında tarif etmek doğrusu bana ters.

Kentsel dönüşüm tartışmalarının büyük kısmını da rant meselesi kaplıyor.
Rant kötü bir şey değil. Ranta artı değer diye bakıyorum. Artı değer olacak ki insanlar yiyecek, giyecek, barınacak; sağlık ve eğitim alacak. Resim, heykel, sahne sanatları, mimari, müzik, edebiyat artı değer olmazsa olmaz.

Türkiye'de yaşanan kentsel dönüşüm nasıl gidiyor?
İlk aşamada gecekondu problemimiz vardı. Onu önlemek için atılan adımlar çok başarılıydı. Bugün artık bir doyum noktasına gelindi. Şimdi de yıkarak yapmaya çalışılıyor. Artık bu meselede pansuman tedavisine ihtiyaç yok. İyi mimariyle oluşturulmuş, daha uygar yapılara ihtiyaç var. Spor alanları, parklar, hastaneler, okullar, dini yapıları da kapsayan projeler ortaya çıkarmak gerekiyor. Daha Cumhuriyet kurulurken Atatürk, İsmet İnönü “Cumhuriyet şehirleri müze olmayacak” diyor. Bu karar 1920'lerde alınıyor zaten. Dilini, inancını, kıyafetini reddettikleri bir kültürün şehrini de korumamışlar tabii.

Devletin sanat çalışmalarını desteklemesine nasıl bakıyorsunuz?
Devlet sanata ideolojik açıdan ya da başka bir düşüncenin ürünü olarak bakmamalı. Böyle düşünüp uzaklaştığında, sanat gibi enstrümanlar çeşitli grupların elinde kullanılır hale geliyor. Diğer kesim de bundan hoşlanmıyor ve geleneksel sanatlara dönüyor; onu da çağdaşlaştıramıyorlar. Bilakis devlet çağdaş sanatı etkili bir şekilde desteklemeli. Gezi'deki gibi tahrip edici olayları düzeltmenin ya da oradaki kaybın maliyeti Bienal gibi etkinliklerin bütçesinin bin misli. Böylece insanlar reaksiyonlarını öyle göstereceklerine resim, sanat, fotoğraf, video ile çok daha uygarca, hoş mekanlarda, herkesin kabul edeceği şekilde ifade edebilir. SBienaller, bu tür faaliyetler protesto mekanlarıdır zaten.

Türkye Gazetesi, Haber: Esra Demirkıran, 20.10.2013

"ÇAMLICA'DA CAMİNİN MAHSURU YOK"

Ünlü mimar Emre Arolat ile Büyükçekmece’deki Sancaklar Camii’nden Çamlıca’ya cami projesine, kentsel dönüşümden mimarlık algısına kadar her şeyi konuştuk.

 

İstanbul Büyükçekmece’deki Sancaklar Camii projesiyle her yıl Singapur’da düzenlenen Dünya Mimarlık Festivali’nde “en iyi ibadethane” dalında birincilik kazanan mimar Emre Arolat’la sohbet ettik. Arolat, Çamlıca’ya camiden kentsel dönüşüm projelerine, Taksim projesinden ülkemizdeki mimarlık algısına önemli açıklamalarda bulundu.

 

Bir cami söz konusuysa sadece mimari kriterler değil dini kriterler de önemli oluyor, değil mi?

Doğrusu İslam felsefesi ve ibadet mekanları uzun süre ilgimi çeken bir konu. Daha önce yaptığım araştırmalar, okumalar vardı. Ama bir cami projesi söz konusu olunca bunları tazelemek ve hatta biraz da genişletmem gerekti. O yüzden Sancaklar Vakfı böyle bir işi istediğinde biraz beni beklemeleri gerekeceğini söyledim. Onlar da anlayışla karşıladı. Aylarca tasarım grubu olarak derinlemesine bu konuyu tartıştık. Bilgi sahibi olduğunu düşündüğümüz derinlikli makaleler üzerinde çalışmalar yaptık. Bizim yaptığımız projeler içinde hayli küçük ölçekli sayılabilecek bu yapının tasarımına başlamadan önce çok uğraştık. Namaz ibadetinin olması gerektiği gibi ve huşu öiçin de gerçekleştirebilmesi için bu mekanın nasıl bir hissiyat üret mesi gerektiği üzerine çok uzun tartıştık. Neticede ortaya çıkan mekanın böyle bir işlevi yerine getirebilecek niteliklerde olması beni çok sevindiriyor.

 

Tasarımla ilgili en dikkat çeken hususlardan biri caminin yerin altında olması...

Bu cami aslında yerin altında değil. Öyle tarif ediliyor ama yerin üstünde. Sadece bulunduğu yerdeki eğimden dolayı üst kottan bakıldığında alt kot çok fazla algılanmıyor. Yapının üzerinde yer aldığı alanla kuvvetli bir bağının olması ilk aşamadan beri önemsediğimiz bir konuydu. Camiye yol tarafından yaklaşırken yatay avlu duvarlarının çevrelediği bir bahçedir algılanan.

 

Tasarımla ilgili diğer husus ise bence minaresi. Minare caminin en büyük işaretlerindendir ama sizin projenizde tam olarak minare olduğu anlaşılmıyor.

Projeye bütün olarak bakmak gerek. Bu proje iki farklı seviyeden algılanıyor. İlki üst avlu. Üç tarafı duvarlarla çevrili, bir tarafı ise açık, göle bakıyor. Bu anlamda eski namazgahları andırdığı söylenebilir. Bu alan da yer alan tek düşey kitle, bir minareden beklenebilecek işlevlerin önemli bir bölümünü üstleniyor. Uzaktan bakıldığında, buranın bir “yer” olduğunu imliyor.

Üzerinde bulunan ve yaklaştıkça okunaklı hale gelen yazı, buranın bir ibadet mekanı olduğuna dair izlenimleri keskinleştiriyor.

 

Tasarımında Hira Mağarası’ndan esinlendiğiniz doğru mu?

Bu tanım tam olarak doğruyu ifade etmiyor. Peygamber’in mağarada duyduğu huşuyu buraya yansıtmaya çalıştık. Ancak fiziksel yapıda böyle bir benzerlik olduğu söylenemez. Biliyorsunuz, hadislerde Hira Mağarası’na özel bir atıf vardır.

 

‘MİMARİNİN TARTIŞILMASINDAN ÇOK MEMNUNUM’

Son dönemlerde camiler çokça tartışılıyor. Örneğin Şakirin Camii fazla modern bulunuyor ya da Çamlıca’ya yapılacak caminin gereksiz olduğu söyleniyor. Siz ne düşünüyorsunuz?

Öncelikle cami veya başka yapılar üzerinden mimarinin tartışılmasından çok memnunum. Belki bu şekilde toplumda bir farkındalık oluşabilir. Şakirin Camii bence Osmanlı mimarisinin bütün yüklerini taşıyor ve bu açıdan bakıldığında kesinlikle modern olarak tanımlanamaz. Bizim yaptığımız iş de modern sayılmaz; esasen modern öncesi döneme ait çok daha fazla referans taşıyor. Bir cami yapılacağı zaman dikkat edilmesi gereken bir takım hususlar vardır. Öncelikle camilerin cemaate ihtiyacı vardır. Böyle bir şey Çamlıca’da var mı yok mu bu tartışılmalıdır. İkincisi şehre veya kamu oyuna anıtsal bir bina üzerinden bir mesaj verilmek istenebilir. Bu açıdan bakıldığın da bence Çamlıca’da bir cami yapılmasında hiç bir mahzur yok. Projeye mimari olarak baktığımdaysa hayli devrimci sayılabilecek işler yapan bir yönetimin mimari söz konusu olduğun da 500 yıl öncesine gidip o noktada tıkanıp kalmasını ve bugün hala böyle bir tahayyül üzerinden anıtsallık üretilmesini yadırgıyorum.

 

Tartışılan konulardan biri de İstanbul’a yapılan gökdelenler.

Bence nüfusu bu kadar hızla artan bir şehrin merkezinde belirli bir yoğunluğun oluşması doğaldır. Bunun nerede olacağının tespiti ve nitelikli bir şekilde tasarlanmasıdır aslolan. Bu bölgelerde hiç şüphesiz yüksek yapılar da olacaktır. Bunu yaparken ulaşım, yaya sirkülasyonu, altyapı gibi hususlar dikkate alınmalıdır. Önemli olan doğru yerde doğru projenin yapılmasıdır. Ben kişisel olarak yüksek yapıları ne desteklerim ne de durup dururken karşı çıkarım.



 

‘TÜRKİYE KENTSEL DÖNÜŞÜMÜ YENİ ÖĞRENİYOR’

Türkiye’nin adeta yeniden imarı anlamına gelen kentsel dönüşüm projelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bence kentsel dönüşüm projeleri tam olarak sağlıklı yürümüyor. Türkiye kentsel dönüşümü hem sektör olarak hem de siyaseten yeni deniyor ve yeni öğreniyor. İlerleyen dönemlerde daha doğru projelerin olacağına inanıyorum. Özellikle İstanbul’da ama genel olarak Türkiye’nin birçok kentinde kentsel dönüşüme ihtiyaç var. Dikkat edilmesi gereken sadece fiziksel şartlar değil. Projelerin sosyolojik ve demografik altyapıları da devreye alınmalı, farklı disiplinlerden oluşan kurullar tarafından açık ve şeffaf bir katılım süreci gözetilerek hazırlanmalı.

 

Kentsel dönüşüme paralel olarak Taksim yayalaştırma projesini nasıl değerlendirmek gerek?

Taksim projesi uzun yıllardır gündemde. Buradaki en büyük yanlışlık projenin sadece Taksim’e ait olduğunu düşünmek. Bu proje şimdikinden çok daha bütünsel bir anlayışla ele alınmalı. Bu alan ancak kentsel ölçekte ve İstanbul’un tamamına ilişkin bir tahayyülün önemli bir tamamlayıcısı olarak tasarlanabilir. Siz eğer Harbiye’deki trafiğin nerede kilitlendiğine dikkat etmiyorsanız, Taksim’e istediğiniz kadar otomobil tüneli yapın hiçbir şey fark etmeyecektir.

 

‘Köstebekdeğiliz ki delik arayalım’

İstanbul ve mimari söz konusu olduğunda akla daha çok tarihi yarımada da ki eserler, Kız Kulesi ya da Boğaziçi Köprüsü geliyor. Bütün bu eserler aynı zamanda “turistik” yapılar. Türkiye’de mimari algısı bu turistik yaklaşımdan nasıl kurtulur?

Mimarlığın toplumsallaşması ve tasarımın toplum tarafından daha fazla talep edilir hale gelmesi önemli. Ben bazı şehirlerin yepyeni sembollere ihtiyacı olduğunu düşünenlerden değilim. Örneğin Paris’in sembolü olarak Eyfel Kulesi gösterilir ama o turistik sembolüdür. Paris’in bütünü, yani fiziksel oluşumunun tamamı zaten şehir dokusu olarak önemlidir ve sembolleşmiştir. Aynı şey Londra için de geçerli. Bence İstanbul’un yeni sembolik binalardan ziyade ortalama mimarlık kalitesinin, niteliğinin artırılmasına çok daha fazla ihtiyacı var. Toplumsal olarak tasarımın talep edilir olması, nitelikli tasarımın özendirilmesi gerek. Tüm bunlar da eğitim seviyesinin artmasıyla, görgüyle ve bilinçle gerçekleşebilir. Bugün İstanbul’da yaşayanların büyük çoğunluğu kendisini bu şehrin sahibi olarak görmüyor. Burada kendisini misafir olarak hissediyor. Bu şehir açısından önemli bir zafiyettir.

 

Kültürel genlerimizde “başını sokacak bir delik” diye bir deyimimiz bile var. Konutlara bukadar önem atfedilmesi sizce bir problem mi?

Çevre insanı biçimlendirir. İnsanın hayatındaki kalite yaşadığı yere göre şekillenir. Konuta fazlasıyla önem sadece bizde atfedilmiyor. Biz mülkiyete önem atfediyoruz ama fiziksel niteliğiyle çok ilgilenmiyoruz. “Başını sokacak bir delik” tabiri sizin de söylediğiniz gibi bunun bir göstergesi. Biz karınca değiliz, köstebek değiliz ki delik arayalım. Bu bizim toplumsal kodlarımızın ve yaşadığımız çevreye ne kadar sahip çıktığımızın da göstergesi. Bir mahalleye, bir semte ait olmak hatta orayı manipüle etmek, orayı biçimlendirmek, o şehrin bütününün biçimlenmesinde etkin olmak demektir. Aslında kentli dediğimiz bireyde ancak bu şekilde oluşur. Ancak bunun gerçekleşmesi için kente 10 yıllar boyu sahip çıkan, kendisini o kentin gelip geçici bir kullanıcısı değil düpedüz sahibi olarak hisseden kuşakların oluşması gerekiyor.

Habertürk, Haber: Samed Karagöz, 20.10.2013

TARİHİ KÖŞKTE YANGIN

 

 

Balıkesir'in Altınoluk beldesinde çıkan yangında tarihi köşk kullanılmaz hale geldi.

 

Balıkesir'in Çam Mahallesi İstiklal Caddesi Birinci Sokak'ta bulunan ve yeni restore edilen tarihi köşkte henüz nedeni belirlenemeyen bir sebepten dolayı yangın çıktı. Taş ve ahşap yapıdan oluşan binada çıkan yangına Atınoluk Belediyesi İtfaiyesinin yanı sıra Edremit, Akçay, Güre Küçükkuyu İtfaiyeleri ve Edremit Orman İşletme Müdürlüğüne ait toplam 10 arazöz müdahale etti. Yaklaşık 3 saatte kontrol altına alınan yangında üç katlı tarihi bina kullanılamaz hale geldi. Tarihi köşkün sahiplerinin Bayram tatili için İstanbul'da olmaları sebebiyle yangın geç fark edildi. Tarihi köşk yangınında alevler komşu evlerin pencerelerine de sıradı. Küçük çaplı yanmalar anında söndürüldü. Plansız yapılaşmadan ve sokakların darlığından şikayetçi olan mahalle sakinleri, itfaiyenin yangına müdahalede sıkıntı yaşadığını söyledi.

Türkiye Gazetesi, 20.10.2013

BÜYÜK İHMAL KAZAYA DAVETİYE ÇIKARMIŞ

 

 

İstiklal Caddesi’ndeki tarihi Hasanbey Apartmanı’nın restorasyonu sırasında cuma sabahı kafasına binadan kopan bir taş düşen 57 yaşındaki İsmail Keskin ağır yaralanmıştı. Apartmanın inşaat iskelesinde kazaya neden olan açıklık dün sabah firma tarafından alelacele kapatıldı. Restorasyon çalışmalarının birkaç yıldır sürdüğü bilinen, Vastned Emlak Yatırım Ticaret A.Ş.’ye ait binada çalışma ise hala devam ediyor.


Bir insanı ölümün eşiğine getiren olayı değerlendiren Tüm Restoratörler ve Konservatörler Derneği Başkanı Restoratör Nazım Can Cihan, “İskele kurulurken yayaların altından geçtiği bir noktanın açık bırakılması ciddi bir ihmal. Ruhsatı veren belediyenin ve sorumlu firmanın iş güvenliği uzmanlarının bu iskeleyi denetlemesi ve açıklığı fark etmesi gerekirdi. Özellikle de inşaat çalışması sırasında binadaki titreşimler taşın kopmasını tetiklemiş olabilir” dedi.

En büyük yanlış....
İstiklal’de benzer kazaların geçen yıllarda da yaşandığını belirten Cihan, Türkiye ’de bu konudaki en büyük problemin güvenlik ve iş iskelelerinin projeyle kurulmaması olduğuna dikkat çekti ve ekledi: ”Projesiz hazırlanan iskeleler yarım yamalak ve güvensiz oluyor. Gerekli güvenlik önlemleri alınsaydı kaza önlenebilirdi.”


Cihan ayrıca bina üzerinde bir restorasyon tabelasının bulunması gerektiğine dikkat çekerek, “İnşaata başlarken ilk iş yapılacak çalışmanın ve firma bilgilerinin görülebileceği tabelayı asmaktır. Eğer kaçak bir iş değilse bu tabela her restorasyonda asılıdır. Bunun da ilgili kurum tarafından denetlenmesi gereklidir” uyarısında bulundu.


Civarda çalışan esnaf ise taş parçasının düştüğü yerin firma tarafından cumartesi sabahı alelacele kapatıldığını belirtirken, “Bu binanın altında yağmur yağdığında onlarca kişi bekliyor. Çok daha fazla kişinin yaralanmaması şans oldu” diye konuştular. Beyoğlu Belediyesi yetkilileri ise binanın ruhsat ve mülk sahibinin Vastned Emlak Yatırım Ticaret A.Ş. olduğunu ve firmanın taşın düştüğü noktaya ek platform taktığını söyledi. Belediyeden alınan bilgilere göre binanın ruhsatı 18.11.2011’de alındı, tadilat ruhsatı da 31.07.2013’te düzenlendi.


Şişli Etfal Hastanesi’ne kaldırılan Keskin’in hayati tehlikesi olmadığı ve beyin cerrahisi bölümünde tedavisinin devam ettiği öğrenildi.

Radikal, Haber: Elif İnce, 20.10.2013

TÜRKİYE'NİN EN ÇOK GEZİLEN SERGİSİ İSTANBUL BİENALİ

 

 

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından Koç Holding’in sponsorluğunda 13’üncüsü düzenlenen İstanbul Bienali, bu yıl inanılmaz bir seyirci ilgisiyle karşılandı. Henüz resmi rakamlar açıklanmadı ama bugün sona erecek 13. İstanbul Bienali’nin 350 bine yaklaşan ziyaretçiyle rekor kırdığı kesin. Bienali büyük bir sergi olarak düşünürsek Türkiye ’de bir sergiyi yaklaşık 350 bin kişinin gezmesi inanılmaz bir hadise, sadece İstanbul Bienali değil bir Türkiye rekoru.


Üstelik bu rakamın, yaklaşık bir ay gibi önceki bienallere göre hayli kısa sayılabilecek bir sürede elde edilmesi rekoru daha da anlamlı kılıyor. Zira İstanbul Bienali’nin önceki rekoru, 110 bin kişiyle iki yıl önce kırılmıştı ve o zaman bienalin süresi de yaklaşık iki aya yayılıyordu. Elimizde sağlam istatistiki veriler yok ama Türkiye’de kayıtlara geçen sergi rekoru 251 bin 500 kişiyle Sabancı Müzesi’ndeki ‘Picasso İstanbul’da’ya aitti. 2005 yılı kasım ayında açılan ‘Picasso İstanbul’da’ sergisi dört ay sürmüştü. Yine Sabancı’daki Salvador Dali sergisini ise 156 bin 720 kişi gezmişti.


Bu yılki bienalin bu kadar ilgi görmesinin en önemli sebeplerinden biri elbette girişin ücretsiz olmasıydı. Fulya Erdemci’nin küratörlüğünde düzenlenen ve ‘Anne ben barbar mıyım?’ başlığıyla ‘kamusal alan’ meselesini gündeme getiren 13. İstanbul Bienali’nde temaya uygun biçimde daha çok izleyiciye ulaşmak amacıyla girişi bedava yapma kararı alınmıştı. Hürriyet Gazetesi’nden Demet Cengiz’e konuşan İKSV Genel Müdürü Görgün Taner, “Cuma günü (18 Ekim) itibariyle 300 bin ziyaretçi sayısı aşıldı. Son güne bırakan ziyaretçiler sayesinde bu hafta sonu 350 bin rakamının aşılmasını bekliyoruz. Bu yıl ücretsiz yapınca maliyetleri düşürmek adına süreyi kısalttık. Gördüğü ilgiden çok memnunuz, sanat adına çok sevindirici ama maalesef süreyi uzatamıyoruz. 20 Ekim (bugün) son! Mekanlarla yapılan anlaşmalar da sona eriyor” dedi.
88 sanatçı ve sanatçı grubunun çalışmalarının yer aldığı 13. İstanbul Bienali süreci tartışmalı başlamıştı. Küratör Erdemci, bienalin kavramsal çerçevesini açıkladığında Taksim Meydanı, Gezi Parkı, Tarlabaşı bulvarı, Galata Köprüsü gibi ‘kamusal alan’ları mekan olarak kullanmak istiyordu. Daha sonra Gezi direnişi patlak verince bienal ‘kamusal açık alan’lardan kapalı mekanlara çekilme kararı almıştı. Bienalin mekanları Tophane’deki Antrepo No.3, Karaköy’deki Galata Rum Okulu, İstiklal Caddesi üzerindeki Arter ve Salt Beyoğlu ile Unkapanı İMÇ Çarşısı’ndaki 5533 olarak belirlenmişti. Ayrıca süresi iki aydan bir aya indirilmişti.


Son gün sürprizi: 
Gezi direnişi müzikali
13. İstanbul Bienali bugün sona eriyor. Bienalin son gün sürprizi ise Gezi direnişi müzikali. Çocuklar arasında bağ kurmak üzere özgün projeler üreten Koroçapulportre, Rum Okulu’nda bugün saat 19.00’da Gezi direnişini müzikal ve teatral olarak özetleyen bir performans gerçekleştirecek.

 

Bilge Örer: Çok mutluyuz

İstanbul Bienal’i Direktörü Bige Örer ise ‘rekor’ hakkındaki sorumuza şöyle yanıt verdi:
“Kamusal alan tartışmasını açmayı hedefleyen 13. İstanbul Bienali’nin üç yüz bini aşkın izleyici tarafından izlenmesi gerçekten bizi çok mutlu etti. Bir kez daha Bienal’in tüm sanatseverler tarafından ne kadar sahiplenildiğini görmüş olduk. Gerçeklestirildiği yer, zaman ve bağlamla derinden bir ilişki kuran bu bienalin, farklı alanlarda açmış olduğu tartışmalarla Turkiye sanat tarihinin önemli bir dönüm noktasını oluşturduğuna inanıyorum. Bu, sanatın farklı dilleri ve dünya tahayyüllerini mümkün kılabileceğine işaret eden bir sergi. Bienal bu sergiyle hem tarihsel hem güncel perspektiften kamusal alan tanımlarını yeniden açtı. Böylece izleyicisiyle farklı bir bağ kurduğunu da düşünüyorum. Vesileyle bir kez daha, iki sene süren yoğun bir hazırlık sürecini tüm zorluklara rağmen başarıyla tamamlayan bienal ekibine, küratörü Fulya Erdemci’ye, sanatçılara ve bienal izleyicisine çok teşekkür etmek istiyorum.”

Radikal, Haber: Erkan Aktuğ, 20.10.2013

TARİHİ YAKIP YIKTILAR!

 

 

soL gazetesi yazarı Sevra Baklacı, dünyanın en güzel antik kentlerinden biri olan ve UNESCO tarafından 1980 yılında Dünya Miras Listesi’ne alınan Tedmür (Palmira) antik kentinin başına gelenleri yazdı.

 

Palmira

Sömürgecilerin bölgedeki politikalarının sonucunda, dünyanın gözü önünde onbinlerce insan hayatını kaybetti Suriye’de ve hala kaybetmeye devam ediyor. Suriye’de savaşan silahlı çeteler, sadece insanları değil, insanlığın ortak mirasını da yok ediyor...

 

Tedmür (Palmira) dünyanın en güzel antik kentlerinden biri... Suriyeliler bu ona “Çölün gelini” diyorlar... Ülke dışından Suriye’ye gelenlerin ziyaret etmesi gereken en önemli yerlerden biri olduğu halde Suriye’ye gelişimden kısa bir süre sonra yolculuğun tehlike taşımaya başlaması sebebiyle Tedmür’e gidememiştim. Ancak Suriye’nin dünyaca ünlü dans grubu Enana’nın, tarihin tanık olduğu en kudretli kadınlardan biri olup birçok güçlü hükümdarın gösteremediği cesareti göstererek Roma’ya karşı ayaklanan Tedmür Kraliçesi Zennubiye’nin öyküsünü anlatan, olağanüstü gösterisini izleme fırsatı bulmuştum.

 

Şiire ve felsefeye olan ilgisiyle tanınan ve Yunanlı filozoflardan ders aldığı bilinen akıllı ve güzel kraliçe Zennubiye ile ilgili anlatılan efsaneye göre o, bir savaş sırasında Roma askerlerine esir düşmüş, kendi topraklarından koparılarak altın zincirlere vurulmuş ve ülkesi talan edilmişti.

 

Bir dönem Roma’ya dahi kafa tutabilecek parlak bir medeniyete ev sahipliği yapan bu kente giren vahşi teröristler, insanları tıpkı Zennubiye gibi topraklarından edip kenti yağmaladılar.

 

UNESCO tarafından 1980 yılında Dünya Miras Listesi’ne alınan ve tarihi MÖ 19. yüzyıla kadar gerilere giden antik tapınakları, tiyatro sahnelerini, çarşıları, koca koca sütunları yakıp yıktılar! Fenikelilerin tanrısı Baal adına inşa edilmiş ve müzeye çevrilmiş, eserlerin bir bölümü de zaten Fransa müzelerinde sergilenen, Baal tapınağına ait eserleri de çaldılar...

 

Suriye ordusunun güvenliği yeniden sağlamasının ardından kente dönüp binlerce yıllık eserlerin ne hale geldiğini gören halk “onları atalarımız alın terleriyle yapmıştı” diye gözyaşı döktü... Nasıl dökmesinler ki...

 

Bir de çölün ortasındaki kentte halkın en önemli geçim kaynaklarından biri olan koca koca hurma ağaçlarını ateşe verdiler. Ağaç düşmanlığı, tüm insanlık düşmanlarının ortak özelliği olsa gerek...

 

Sözüm, bu haydutlar tüm bunları yaparken “Esed”in henüz Esad olduğu, Başbakan’ın ona kardeşim dediği vakitlerde hiç Başbakan’ın bir diktatörle nasıl kardeş olabileceğini sorgulamayıp, sonradan “Esad, halkını ezen zalim bir diktatördür” propagandasını yapmaya başlayanlara... Bırakın insanları, tarihi eserleri yok etmenin “Esad’ın zalimliği” dahil, hiçbir gerekçesi olamaz. Asla... Dünyanın bölgede oynadığı güç oyununu görmezden gelip meseleyi Esad üzerinden tartışmak da art niyetliliktir.

 

İçinde bir ailenin yaşadığı bir evin kundaklandığını ve süren yangında kimi çocukların öldüğünü düşünün... Her şeyi bir kenara bırakıp evin babasının zalim bir adam olduğundan, aslında çocuklarına kötü davrandığından bahsetmek ne kadar abes ve gayri ahlakiyse şu durumda Esad’ın iyiliğini kötülüğünü tartışmak da aynı şeydir.

 

Çölün ortasında yapayalnız bir kent olan Tedmür’de doğan kız çocuklarının birçoğuna, hala Zennubiye adı veriliyor. Adlarını aldıkları kraliçe döneminde yaratılan muhteşem eserleri göremeyecekleri için ne kadar da şanssızlar...

Sol Haber, Haber: Sevra Baklacı, 20.10.2013

HALİÇ'LE KARADENİZ BULUŞACAK

 

 

Türkiye'nin ilk elektrik santraline kömür taşımak için kurulan, Kurtuluş Savaşı sırasında Kağıthane Baruthanesi'nden Kastamonu'ya kaçırılan silahları yüklenen, savaş bitince ormanın içindeki köylere ve Karadeniz'e yolcu taşıyan ve 1952'de kapatılan Silahtarağa'dan başlayıp Ağaçlı ve Karaburun'dan geçip Terkos'a uzanan demiryolu hattı yeniden açılacak. Bu yol iki denizi kavuşturacak, Çiftalan yakınlarında üçüncü çevre yoluyla buluşup Haliç'i Anadolu yakasına bağlayacak.

 

Bugün size çok değişik bir demiryolunun hikayesini anlatacağız. Macera 1. Dünya Savaşı'nın zor koşullarında başlıyor. Türkiye'nin ilk elektrik üretim merkezi olan, İstanbul'u ışıl ışıl aydınlatan Silahtarağa Elektrik Santrali'ne Zonguldak'tan kömür taşıyan gemiler Ruslar tarafından bombalanıyor. İstanbul yeni tanıdığı ışığın tadına varmadan karanlıklarda kalıyor. İşte bu tren hattı, Kemerburgaz ve Ağaçlı tarafından elektrik santraline kömür taşımak amacıyla 1915'te inşa edilmeye başlanıyor. İlk etap Silahtarağa-Ağaçlı arasına kuruluyor. İki deniz buluşuyor; Haliç ile Karadeniz, rüya gibi bir demiryoluyla birbirine bağlanıyor. 62 kilometre olan ilk etabın inşası sekiz ayda tamamlanıp ikinci etaba geçiliyor. Yol önce Karaburun'a, sonra da Terkos'a kadar uzatılıyor. Önceleri kömür taşıyor, sonraları yolcu. Dere kenarlarından, ormanlardan, bentlerden, tarihi su kemerlerinin altından geçen bu şiir misali demiryolu 1952'de kapatılıyor. Raylar sökülüyor, köprüler yıkılıyor, anılar uçup gidiyor. Her şey unutuluyor. 1996'da bir gün, birbirinden habersiz bu demiryolunun peşine düşmüş olan iki adam buluşuyor. Bu beyefendilerden biri Prof. Emre Dölen, diğeri de koleksiyoner Mert Sandalcı. Emre Dölen bir kimyager ama endüstri tarihi konusuna da meraklı. Bu merak ve araştırmaları onu Rahmi Koç Müzesi'nin kurucu müdürlüğüne kadar taşıyor. Aslında olay Prof.Dr. Dölen'in dedesinden başlıyor. Dede Hasan Mukadder Bey, Osmanlı devletinin dış borçlarını takip eden Düyun- u Ümumiye'de önemli bir bürokrat.

FOTOĞRAFLAR ENVER PAŞA'YA
Birinci Dünya Savaşı başlayınca askere alınıyor ve Ayastefanos (Yeşilköy) Şimendüfer Alayı'nda görevlendiriliyor. Hasan Mukadder Bey, hasta denilecek derecede bir fotoğraf tutkunu. Elinde devrin en klas makineleri var. Bu sebeple Silahtarağa'da başlayan yeni demiryolunu fotoğraflamak ona kalıyor. Demiryolu inşaatının başlangıcından açılış törenine kadar devam eden bu fotoğraf serüveni sonrasında ortaya çıkan albümün bir örneğini Enver Paşa'ya diğerini kendine ayırıyor. Sonunda söz konusu bu koleksiyon torunu Emre Dölen'e kalıyor. Kendisine mikro tarihçi diyen Mert Sandalcı ise çeşitli konularda fotoğraf ve kartpostal topluyor. Bunları biriktiriyor ve bilinmeyen, gizli, saklı kalmış tarihi dönemler üzerine araştırmalar yapıyor. 1980'lerin sonunda Sandalcı'nın eline de Silahtarağa demiryolunda çekilmiş inşaat enstantaneleri, açılış töreninden bölümler ve çeşitli aile fotoğraflarından tren hattında çekilmiş kareler geçiyor. Bu sayfalarda da göreceğiniz fotoğrafların bir kısmı Mert Bey'in koleksiyonuna ait. İşte bu iki adam bir kartpostal müzayedesinde karşılaşıyorlar. İkisi de demiryoluna ilişkin bir kareyi satın almak istiyor. Böylece tanışıyorlar. Ve koleksiyonlarını birleştirip ortak araştırma yapmaya karar veriyorlar. Prof.Dr. Dölen tren hattı konusunda ayrıntılı bir bilgiye sahip. Sonunda bir kitap yazmaya karar veriyor. İki senelik bir çalışma sonrasında eser ortaya çıkıyor. Tam bu noktada Hüseyin Irmak adında bir üçüncü şahıs giriyor devreye. Gazeteci ve belediyenin basın danışmanı olan Irmak da, Kağıthane konusunda devlet arşivlerinde araştırma yaparken bu demiryolu hakkında bilgilere rastlıyor. IRCICA arşivinde tren hattının haritasını da buluyor. Bunları birleştirip Silahtarağa'dan yola çıkıyor. Ve tüm hattı geziyor. Tren yolunun fotoğrafları üzerine araştırma yaparken de yukarıda sözünü ettiğimiz iki araştırmacıya ulaşıyor. Ve böylece geçmişin defteri kapanmasa bile tamamlanıyor, geleceğe doğru adım atılıyor. Hüseyin Irmak, kitabı Kağıthane Belediyesi'nin basmasını öneriyor. Kabul ediyorlar ve eser yayımlanıyor. Bu kitaptan haberdar olunca ben de o dönem çalıştığım gazetede demiryolu üzerine geniş bir haber yaptım. Söyleşiler sırasında, "Bu demiryolunu yeniden inşa etmek mümkün değil mi?" diye sordum. Çünkü tren hattına ait olan arazilerin büyük bir bölümü hala Hazine'ye aitti.

TEK BİR AĞAÇ KESİLMEYECEK
Ayrıca, tren yolu yapılırken rayların geçeceği zemine atılan zift ve traverslerdeki emprenye atıkları sayesinde hattın bulunduğu çizgide tek bir ağaç bile büyümemiş. Bu sayfalardaki fotoğraflarda da göreceğiniz gibi, Belgrad Ormanları'nın içinden geçen yol, daha dün yapılmış gibi ayan beyan ortada. Dolayısıyla trenin geçeceği koridorlarda tek bir ağacın bile kesilmesine gerek kalmayacak. Dönemin Büyükşehir Belediye Başkanı Ali Müfit Gürtuna'ya da demiryolunun yeniden inşa edilmesiyle ilgili sorular yönelttim. O da "Olabilir" dedi. 2003 yılında Rahmi Koç Müzesi'nde Gürtuna'nın başkanlığında bir toplantı düzenlendi. Bu toplantıya Prof.Dr. Dölen, Mert Sandalcı, Hüseyin Irmak ve ben katıldık. Taraflar demiryoluna dair hayallerini ve projelerini dile getirdi. Fakat belediye bütçesinin o dönemde bunu karşılayamayacağı gerekçesiyle, proje rafa kaldırıldı. Kağıthane Belediye Başkanı Fazıl Kılıç, göreve geldiği günden itibaren bu projeyle yakından ilgilenmeye başladı. Bunu Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş'a da anlattı ve Kağıthane'deki hattın üzerinde bir geziye davet etti. Topbaş, bu gezinin ardından projeye el attı ve geçen yıl Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, demiryolunun yeniden inşa edileceğini bütün dünyaya açıkladı.

 

HÜSEYİN IRMAK: BU TREN YOLU İSTANBUL'UN MODERN TARİHİNİ ANLATIYOR
Şimdi yeniden başlangıca gidelim ve demiryolunun hikayesine bir göz atalım. Burada sözü Hüseyin Irmak'a bırakalım. Irmak, Kağıthane Tarih Envanteri adlı kapsamlı araştırmada tren yolunun tarihi hakkında bize şu bilgileri veriyor: Kağıthane ve Alibey derelerinin Haliç'e döküldüğü üçgende 1912'de Macar Ganz firması tarafından kurulup 1914 itibariyle şehre elektrik vermeye başlayan Silahtarağa Elektrik Fabrikası / Santrali kömür ile çalışmaktadır. 1. Dünya Savaşı koşullarında, savaş halinde olunan İngiltere'den santral için ithal edilen kömürün sevkiyatı durur. Karadeniz Ereğli'sinden kömür taşıyan Şirket-i Hayriye gemileri ise Rus donanması tarafından batırılmaktadır.

LOKOMOTİF VE VAGONLAR ALMANYA'DAN
Santralin, gemilerin ve diğer fabrikaların kömürsüz, şehrin elektriksiz kalma riski nedeniyle, Bizans zamanından itibaren varlığı bilinen ama endüstriyel olarak hiç kullanılmamış olan Ağaçlı ve Çiftalan havzası linyit kömürünün santralde kullanılabilir olduğu test edildikten sonra orman içinden Karadeniz'den Haliç'e bir dekovil hattı kurulması kararlaştırılır. Kağıthane Demiryolu olarak tanınan fakat resmi adı Haliç Karadeniz Sahra Hattı olan dekovil hattı, Yeşilköy'de bulunan ve Ayastefanos Şimendüfer Alayı olarak bilinen fakat resmi adı Demiryol Alayı-Muhabere ve Muvasala Müfettişliği Umumiliği Şimendüfer Kıtası olan askeri birim tarafından Çorlu Amele Taburu işçiliğiyle kurulur. İnşa organizasyonunda Almanlar da bulunuyordu. Kullanılan prefabrik raylar, lokomotif ve vagonlar Alman yapımıdır ve Tuna Nehri yoluyla gemilerle Yeşilköy'e, oradan da yine deniz yoluyla Kağıthane'ye getirilir. İlk hat Kağıthane-Ağaçlı arasında kurulur. İkinci etap Çiftalan hattında inşa edilir. Toplam uzunluk 62 kilometredir. İstasyonların sayısı dokuzdur. Toplam 24 çift tren, 960 net ton güce sahiptir. Katar uzunluğu ise sekiz vagondur. Kağıthane Dekovil Hattı, kömür taşınmasının yanısıra demiryolcuların şimendüfer kurslarında da kullanılır. Kağıthane Kursu'nda yetişen elemanlar, Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu demiryollarında önemli hizmetlerde bulunur. Silahtarağa'dan Kağıthane'ye doğru dere kenarında yer alan ve İngiliz işgal kuvvetleri tarafından mühürlenmiş olan Kağıthane Baruthanesi depolarındaki silah ve mühimmat, Kağıthane Demiryolu üzerinden kaçırılır. Bu faaliyetin başında olan isimlerden biri Beşiktaş Jimnastik Kulübü kurucularından Mebus Mahmut Naci Bey'dir. Mahmut Naci Bey'in talimatları doğrultusunda Kağıthane Köyü'nden Hüseyin Ağa, köyden 40 kadar genç ile birlikte silah kaçırma işini organize etmektedir.

KURTULUŞ SAVAŞI KAHRAMANI
Sevkiyatın yapılacağı gecelerde köyün karakolundaki İngiliz askerleri için çalgılı-çengili eğlence tertip edilmekte, ilerleyen saatlerde askerler tamamen sarhoş edilmektedir. Ardından Şeftren Çavuş İbrahim Efendi'nin kullandığı tren hareket etmekte, Kağıthane ve Ayazağa karakollarını sessizce geçerek Ağaçlı üzerinden Karaburun'a ulaşmaktadır. Trende 40 kadar asker bulunmaktadır. İbrahim Çavuş, aldığı talimata göre, Ayazağa İngiliz Garnizonu'nun içinden geçerken trenin durdurulması durumu sözkonusu olursa askerlerini trenden indirip çatışmaya sokacak, tren ise hiç durmadan yoluna devam edecektir. Bir yıl boyunca bu talimata göre hareket edilir ve mühimmatlar Karaburun'da bekleyen takalara yüklenerek İnebolu'ya gönderilir. Biz bu hat üzerine araştırma yaparken, tren yolunun Ağaçlı'da Karadeniz'le buluştuktan sonra başka bir hattan güneye doğru döndüğünü ve Kemerburgaz'daki ilk hatla buluştuğunu ortaya çıkarmıştık. Ve bu demiryolunun sadece bundan ibaret olduğunu sanıyorduk. Fakat arşivlerde araştırma yaparken, Silahtarağa-Karaburun ve yine Silahtarağa- Terkos tren hattından söz edildiğini gördük. Sonra bunun izini sürmeye başladığımızda demiryolunun daha sonraki yıllarda Karaburun üzerinden Terkos'a kadar uzadığını saptadık. Tüm bu hat savaş bitip te kömür sıkıntısı kalkınca 1920'lerde atıl kalır. Cumhuriyet döneminde Etibank'a devredilen madenler ve hat işletilmek üzere ihale edilir fakat taliplisi çıkmaz. İkinci Dünya Savaşı yıllarına kadar asker ulaşımı ve köylülerin ormandan odun nakli için kullanılan hat, 1952'lerde alınan bir kararla sökülür. Buradan çıkan malzeme Çanakkale'de askeri bölge içindeki bir başka maden bölgesine götürülür. Sonrasında lokomotif, vagon ve rayların akıbeti belirsizdir.

 

FAZLI KILIÇ: İKİ DENİZ BULUŞACAK HALİÇ, ANADOLU YAKASINA BAĞLANACAK
Bu demiryolu Kağıthane tarihi açısından çok önemli bir kilometre taşı. Eğer biz bu yolun izlerinin tamamen ortadan kalkmasına göz yumarsak ve yeniden inşa etmezsek tarihe karşı büyük bir kötülük yapmış oluruz. Ben belediye başkanı olmadan önce de sıradan bir İstanbul vatandaşı olarak bu demiryolunun hayalini kuruyordum. Göreve gelir gelmez bütün arşivi önüme aldım ve ne yapılması gerektiği konusunda uzun uzun düşündüm. Tarihçilerden ve teknik adamlardan bu konuda bilgiler aldım. Devlet Demiryolları yönetimiyle görüştüm ve eski hattın üzerinde bir haritalama çalışması yaptırdım. Kağıthane Belediyesi ve Devlet Demiryolları ekipleri ortaklaşa yaptığı haritalama çalışmasına son halini verdikten sonra İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı sayın Kadir Topbaş'ı demiryolu ve güzergahı hakkında yerinde bilgilendirmek üzere davet ettik. Başkan Topbaş'ın bu konuda bilgili ve ilgili olduğunu gördük. Biz de harita ve güzergah hakkında ayrıntılı bir brifing verdik. Kadir Bey, yol boyunca verdiğimiz bu brifingin bir anında TCDD Genel Müdürü'nü arayarak teknik destek istedi. Kadir Topbaş, bu gezinin hemen ardından İstanbul Metropolitan Planlama Bürosu'na, hattın harita ve planlara işlenmesi, demiryolunun yeniden inşaası için projelendirilmesi talimatı verdi. Bu talimat sonucu Metropolitan Plan Bürosu'nda kurulan çalışma grubu araziyi gezdi, hat üzerinde helikopter uçuşu yaptı ve bir ön çalışma hazırladı. Oluşturulan proje taslağı Nisan 2009'da tamamlandı. Bu yol iki denizi bir araya getirecek.

BAŞBAKAN MÜJDEYİ VERDİ
Biz bu aşamadan sonra arazideki çalışmaları sürdürdük. Hattın geçtiği diğer ilçe olan Eyüp'le de istişare ederek belirli bir aşamaya geldik. Başbakanımız, geçen yıl Kağıthane'ye taşınan Karadeniz su kanalının açılış töreninde yaptığı konuşmada, Silahtar - Ağaçlı demiryolu hattının yeniden inşa edileceğinin müjdesini verdi. Böylece asırlık hayalimiz gerçeğe dönüşmeye başladı. Bu tren hattı, kuzeyde Çiftalan Köyü yakınlarında Üçüncü Boğaz Köprüsü yoluyla birleşiyor. Biliyorsunuz ki bu yolda bir de tren hattı bulunacak. Bizim tren hattının yeni yolla birleşme noktasında bir transfer istasyonu da kuracağız. Böylece Asya yakasına geçmek isteyenler bizim trenden inip diğerine binebilecekler. Böylece Haliç Anadolu yakasıyla da bağlanmış olacak.

 

GÜZERGAHTA ÇİLEK, ELMA ÇİÇEK VE KİRAZ KÖYLERİ
Büyükşehir Belediyesi'nin kurduğu İstanbul Turizm Atölyesi, bu demiryolu için çok güzel bir taslak proje hazırladı. Bu projeye göre, hattın geçtiği güzergahta bulunan köyler için de bir planlama öngörülüyor. İstanbul Turizm Atölyesi Başkanı Yüksek Mimar Tülin Ersöz, proje hakkında şu bilgileri verdi: "Tren yolu güzergahında geçmişin izlerini hala üzerinde taşıyan yedi köy var. Çiftalan, Ağaçlı, Karaburun, Kömürcüpınar, Akpınar, Terkos, ve Karabayır. Tren yolunun yapılması aşamasında bu köylere de çeşitli fonksiyonlar yüklenecek ve turizme yönelik destekler verilecek. Başkan Kadir Topbaş, bu köylerden birinin çilek, birinin elma, bir başkasının nar, dördüncüsünün kiraz ve vişne köyü olmasına onay verdi. Köylerde çok az sayıda apartman var. Bunlar istimlak edilerek ya da sahipleri teşvik edilerek İstanbul köylerinin geleneksel mimarisine göre yapılaşmalarına zemin hazırlanacak. İstanbul Valiliği İl Özel İdaresi de şehrin köylerindeki klasik yapı tiplerinin korunması için ciddi bir proje hazırlığı içinde. Bu, çok acil bir durum, çünkü bir müddet sonra çocuklarımıza İstanbul köyü diye bir yeri gösteremeyeceğiz. Tren hattındaki köyleri korursak elde var yedi olur. Bildiğiniz gibi Büyükşehir Belediyesi Park ve Bahçeler Müdürlüğü, kentteki çiçeklerin İstanbul civarındaki köylerde üretilmesi için bir proje başlattı. Tren hattındaki iki köy de çiçek üretim çiftliklerine dönüşür.

ÇİFTLİK EVİ VE PANSİYON
Trenle Karadeniz'e doğru yola çıkan vatandaşlar ve turistler, istedikleri istasyonda inerek ağaçlardan elma, tarlalardan çilek, bahçelerden çiçek toplayabilir, sepetlerin, meyvelerin ve çiçeklerin parasını üreticiye ödeyerek sonraki trenle yoluna devam edebilir. Yoluna devam etmeyip de kalmak isteyenler için de istasyonların bulunduğu köylerde çiflik konaklaması ve pansiyonculuğu teşvik etmeyi düşünüyoruz."

Sabah, Haber: Ersin Kalkan, 20.10.2013

TARİHİ HANDA YANGIN

 

 

Bursa'nın İnegöl İlçesi'nde 1721 yılında inşa edilen tarihi beylik hanında çıkan yangında çok sayıda dükkan kül oldu.

Bursa'nın İnegöl İlçesi'nde 1721 yılında yapılan tarihi beylik hanında sabah 07.30 sıralarında yangın çıktı. Edinilen bilgiye göre, neden çıktığı belirlenemeyen yangın bir anda bütün hanı sardı. Kısa sürede büyüyen yangına ilk müdahaleyi çevredeki vatandaşlar yaparken, olay yerine çok sayıda itfaiye ekibi sevk edildi. Ayrıca Yenişehir ve Bursa'dan da gelen takviye ekiplerle birlikte yangın yaklaşık 2 saat sonra kontrol altına alındı. Daha sonra olay yerine gelen İnegöl Belediye Başkan Alinur Aktaş, Kaymakam Ali Akça ve İlçe Emniyet Müdürü Murat Sevinç yetkililerden bilgi aldı. Olayla alakalı soruşturma sürüyor.

Sabah, 20.10.2013

SOMUNCU BABA'NIN 640 YILLIK SIRRI

 

 

Bursa Ulucami’nin yapımı sırasında pişirdiği ekmekleri yüzlerce işçiye ikram eden Somuncu Baba’nın fırını Osmangazi Belediyesi tarafından restorasyon için ziyarete kapatıldı.

 

Yaklaşık bir yıl sürecek yenileme çalışmaları kapsamında tarihi fırın elden geçirilecek, içerisi genişletilerek şadırvan yapılacak, engelli ve yaşlı ziyaretçilerin giriş çıkışlarını kolaylaştıracak imkanlar sunulacak. Çalışmaların devam ettiği fırınla ilgili büyük bir sır da ortaya çıktı. Fırının bir gözünde yanan ateşin, diğer gözdeki ekmekleri pişirdiği ancak ateş ve dumanın ekmeklere temas etmediği belirlendi. O dönemin fırınlarının hep tek gözlü olduğuna dikkat çeken Somuncu Baba Fırını Sorumlusu Baki Süha Banaz, “Ateşi, fırının sağ tarafındaki küçük gözünde yakmış, sol tarafında da sıcak hava ile somunlarını pişirmiştir. Son 30 senedir uygulanan sistemi Somuncu Baba 640 sene evvel hediye etmiştir.” diyor.

Zaman, 20.10.2013

'KAYIP ŞEHİR PTEİRA'NIN SURLARI ORTAYA ÇIKARTILIYOR

 

 

Yozgat'ın Sorgun İlçesi'ne bağlı Şahmuratlı Köyü yakınlarında bulunan ve "Kayıp Şehir Pteria Antik Kenti" olarak bilinen Kerkenes Harabeleri'ni çevreleyen surlar, gün yüzüne çıkarılıyor.

 

AA muhabirinin derlediği bilgilere göre, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Yozgat Müze Müdürlüğü, 19 yıldır yabancı arkeologların çalışma yaptığı kazı alanını, geçen yıl Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Abdülkadir Baran başkanlığındaki Türk arkeologlara teslim etti.

 

Çalışmalara başlayan kazı ekibi, 2 bin 600 yıllık tarihi alanı çevreleyen surların ortaya çıkarılması konusunda kısa sürede önemli mesafe katetti. Bu sezon, surların doğu kapısında çalışan ekip, 7,5 metre yüksekliğe sahip surların bir bölümünü gün yüzüne çıkardı. Ören yerinde bu sezon yürütülen çalışmalar tamamlandı.

 

Kazı alanı sorumlusu arkeolog Nil Dirlik, AA muhabirine yaptığı açıklamada, geçen yıl başladıkları kazı çalışmalarını 20 öğrenci ve 19 çalışanla bir aylık periyotlarla sürdürdüklerini söyledi.

 

İki alanda yürütülen kazı çalışmalarının geçen yılki bölümünde duvarları ortaya çıkardıklarını kaydeden Dirlik, şu bilgileri verdi:

"Surların görünür duruma getirilmesi için kazı çalışmalarımıza devam ediyoruz. Şu anda dördüncü kule yapısına daha ulaştık. 7,5 kilometrelik bir sur sistemine sahip olan Kerkenes, kendi dönemi içerisinde (Demir Çağ) en uzun sura sahip olan medeniyet. Üzerinde 7 kapısı var ve bu kapılardan biri daha önceki senelerde ortaya çıkarıldı. İki sezondur buradayız. Biz de doğu kapıyı kazıyoruz. Doğu kapı da o 7 kapıdan biri. Surun üst yapısı tahribata uğramış ama biz şu anda ortalama 7 metre yüksekliğinde bir kapı görüyoruz. Sur, 7,5 metre yüksekliğe sahip. Koruma tedbirleri kapsamında tamamını değil, belirli bir seviyesini açtık."

 

Kerkenes Harabeleri'ndeki kazı çalışmaları sırasında çok büyük bir yapı kompleksine ulaştıklarını belirten Dirlik, "Kerkenes, 750 yapı kompleksine sahip bir alan, çok büyük bir alan. Burada biz onların birinin üzerindeyiz" dedi.

 

Tarihi alanda Friglerin izlerini taşıyan bulgulara ulaşıldığını bildiren Dirlik, "Bunların en başında daha önceki sezonlarda yapılmış olan kazılarda ele geçmiş olan yazıtımız var. Frigçe bir yazıt söz konusu. Bunun dışında da Frig dönemine tarihlendirilen boyalı seramiklerimiz var" diye konuştu.

 

Dirlik, bu sezonki çalışmalarını tamamladıklarını belirterek, ortaya çıkan kompleks yapının Hititler'in başkenti Hattuşaş'tan daha büyük bir alan olduğunu savundu.

 

"Kazıldıkça çok daha önemli belgelere, bilgilere ulaşılacak"

Arkeolog Orhan Kaya ise bölgenin arkeoloji dünyası açısından önemine işaret ederek, "Eminim çoğu hocamız buradan çıkacak sonuçları merakla bekliyor çünkü üstünde 20 yıla yakın çalışılmış ama sonuç izlenememiş. Burası çok geniş bir alan. Hattuşaş'tan bana göre daha büyük ve geniş. Aynı dönem değil, üstüne pek çalışılmamış ve eminim yıllar sonra burası kazıldıkça çok daha önemli belgelere bilgilere ulaşılacak" diye konuştu.

haberler.com, Haber: Özcan Güney, 19.10.2013

TURİSTLER BU KÖPRÜLERDEN GEÇMEK İÇİN GELİYOR

 

 

Kültür turizmi tutkunlarının en büyük zevklerinden biri 240 metre uzunluğundaki Belkıs Köprüsü üzerinden yürüyerek geçmek. Antalya’daki bu köprüyü geçtiğimiz yıl 72 bin turist kullandı.

 

Roma döneminde anlı şanlı orduların geçmesi için yapılan, Anadolu Selçukluların yenilediği köprüler şimdi Antalya turizminin en önemli unsurlarından. Tarihi köprüler hem bu hikayeleri ve asırlık ömürleriyle hem de su sporlarına mekan olmakla turizme hizmet ediyor. Manavgat İlçesini Serik’e bağlayan Belkıs Köprüsü ve rafting su sporuyla özdeşleşen Beşkonak Köprülü Kanyon en meşhurları arasında.

 

Bir ismi de Oluk Köprü olan Köprülü Kanyon, Romalılar döneminde inşa edilmiş. Köprünün bazı kısımlarında çökmeler olması nedeniyle Selçuklu döneminde ikinci defa yapılmış.

 

Her yıl 1 milyon yerli ve yabancı turistin su sporu yaptığı bölgede raftingcilerin 17 kilometrelik parkurda başlangıç noktası Oluk Köprü.

 

Selçuklu döneminde Konya’dan Antalya’ya doğru gelenlerin geçmesi için Köprüçay üzerine inşa edilen Belkıs Köprüsü bugün ‘İpek Yolu Turları’na ev sahipliği yapıyor. Toplam uzunluğu 240 metre olan ve yedi ayak üzerine kurulan köprü üzerinden geçen kültür turizmi tutkunu İngiliz, Fransız, Rus, Kanada, Belçika, İsviçre, Almanya ve Hollandalı turistler geçmiş zaman yolculuklarını hayal ediyor. Geçen yıl ‘İpek Yolu Turu’ kapsamında Oluk Köprü ve Belkıs Köprüsü’nün üzerinden 72 bin turist geçti.

 

Unser Turizm Seyahat Acentesi sahibi Aziz Günyeli, İpek Yolu turlarıyla Belkıs Köprüsü’nden en çok İngiliz, Alman ve Fransız turistin geçtiğini söylüyor. Kültür turizmi tutkunu turistlerin 240 metre uzunluğundaki köprü üzerinden yürüyerek geçmekten, Köprü Çayı akıntısını izlemekten, tarihte buradan geçen orduları, insanları düşünmekten mutluluk duyduğunu anlatan Günyeli, “Belkıs Köprüsü ve Köprülü Kanyon, mimari yapısıyla turistlerin ilgisini çekiyor. Sekiz asırdır ayakta olan Belkıs Köprüsü’nden Selçuklu Sultanı I. Alaaddin Keykubat dört defa geçiş yapmış. Yine aynı şekilde Oluk Köprü’den Roma döneminde bölgenin zeytinyağı ve yöreye özgü ağaçları taşınmış. Artık günümüzde turistik geçişlere açık.” diyor.

 

Köprülü Kanyon, dünyada su sporunun simgesi oldu

Kültür turizmi uzmanı Olga Ahmetova, bu senenin ilk sekiz ayı içinde 9 bin Rus ve Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) turistini Belkıs ve Oluk Köprü’de geçmişe yolculuk turlarına çıkardıklarını söylüyor.

 

Beşkonak Turizm Geliştirme Kooperatifi Başkanı Refik Armağan, Oluk Köprü’nün bölgedeki rafting su sporunun simgesi olduğunu anlatıyor: “Bütün dünyada Oluk Köprü (Köprülü Kanyon) deyince Beşkonak’ta rafting akla geliyor. Tarihi köprü aynı zamanda su sporlarının marka ismi.”

Zaman, Haber: Abdurrahman Büyükkeskin, 19.10.2013

ANTİK ÇAĞLARA YOLCULUK

 

Yüzlerce yıldır birçok medeniyete ve uygarlığa ev sahipliği yapan Ankara ve çevresi, eski dönemlere ait yerleşke ve kazı bölgeleriyle ziyaretçilerini bekliyor.

 

ROMA HAMAMI
Ulus’ta yer alan Roma Hamamı’nda yapılan kazılar sonucunda sikke ve yazıtlar ile Korinth başlıkları gibi mimari buluntular ele geçti. Buluntuların İmparator Karakalla döneminde (211-217) inşa edildiği ve Bizanslılar döneminde de onarılarak kullanılmış olduğu anlaşılıyor. Hamam’ın bugün görülebilen kalıntıları alttaki ısıtma katları ile servis kısımları. Roma devri Ankara’sından toplanmış olan yazıtları kapsayan zengin bir koleksiyon, hamamda sergileniyor.

 

GORDİON VE GORDİON MÜZESİ
İlk olarak MÖ 3000 yılının sonlarında (Eski Tunç Çağı) kullanıldığı bilinen Gordion, İç Anadolu’nun en önemli antik kentlerinden birisi. Antik kentin bu çağdan başlayarak Hititler, Phyrigialılar, Persler, Yunanlar ve Romalılara ait olmak üzere çeşitli yerleşme tabakalarına sahip olduğu tespit edildi. Efsaneye göre Gordion’u MÖ 9. yüzyılda başkent yapan kişi Phyrigia Kralı Gordios. Kral Midas’ın yönetimi altında en parlak dönemini geçirdi. Roma egemenliği altında önemini kaybederek küçük bir yerleşim haline geldi. Yassıhöyük Köyünün doğusundaki geniş vadide tümülüsler dağınık bir şekilde bulunuyor. Bunlar üstleri yığma toprak tepeciklerle örtülmüş ve ağaçtan yapılmış mezarlar. Toplam sayısı ise 80’in üstünde. Gordion’daki tümülüslerin en büyüğü Kral Midas’a ait olduğu düşünülen büyük tümülüs. Bu mezar yaklaşık 300 metrelik çapı ve 53 metrelik yüksekliği ile Anadolu’daki ikinci büyük Tümülüs.


AUGUSTUS TAPINAĞI
Ulus’ta Hacı Bayram Camii’nin bitişiğinde bulunan Augustus Tapınağı, eski çağlardan günümüze kalmış yapıların en önemlilerinden birisi. Tapınak, Roma İmparatoru Augustus adına bir bağlılık nişanesi olmak üzere yaptırıldı. Tapınağın duvarlarında, İmparator Augustus tarafından, ölümünden önce vesta rahibelerine teslim edilen dört belgeden, yaşamı boyunca yaptığı işleri anlatan sonuncu belge “Index rerum gestarum” adlı belge Yunanca ve Latince yazılmış olarak yer alıyor. Tapınak kısa yanlarında 8, uzun yanlarında ise 15 sütunu kapsayan Korinth düzenindeki bir peristasis ile çevrili.

 

JULİEN SÜTUNU
Julien Sütunu, Ulus’ta, Defterdarlık ve Valilik binası arasındaki küçük meydanda bulunuyor. Sütunun 362 yılında İmparator Julien’in Ankara’yı ziyareti anısına dikilmiş olduğu düşünülüyor. Kare bir kaide üzerinde üst üste kurulmuş daireler şeklindeki tuğlalardan yapılmış olan 15 metre yükseklikteki sütun, Bizans dönemi Korinth başlığı ile sona eriyor.

 

GAVURKALE
Gavurkale, Haymana yakınında bulunan bir kaya kabartması. Kabartmada üç tanrı figürü tasvir ediliyor. Kayalık bir bölgede olan Gavurkale, Hitit döneminde yüksek ve düz bir alan elde etmek için düzenlenmiş. Vadiye bakan kayanın yüzüne çok silik olarak görülebilen, oturan bir tanrıça ve karşısında ayakta duran iki tanrı figürü kazınmış.

Hürriyet, 19.10.2013

BİENALE 'GELENEKSEL' BAKIŞ

 


Bienal gezimize Ömer Taşkale (fotoğrafta), Münevver Üçer (fotoğrafta), Muhammed Mağ ve sanat tarihçisi Ömer Faruk Şerifoğlu katıldı.

 

13. İstanbul Bienali’ni Geleneksel İslam sanatları hocalarıyla gezdik. Hem bienal izlenimlerini konuştuk hem de güncel sanatla geleneksel sanatlar ilişkisini... İlginç, çarpıcı ve şaşırtıcı tespitleri oldu. Organizasyonu eleştiriyor ve “Bianelde güncel sanatlar yansıtılmalı ve bugünün sanatında biz de varız.” diyorlar.

 

İçerisi tıklım tıklım. İkişerli sıra halinde el ele tutuşmuş ilkokul öğrencileri arasından sanat okulu öğrencisi olduğu belli üniversiteliler geçiyor, her bir panonun önünde meraklı gözlerle durarak. Epey yaşlı olan sanatseverler, önüne oturup izlenmesi için konulan banklarda, bir fotoğrafa bakıyor veya videoyu izliyor, pürdikkat. Bir eserin önünde toplanmış kalabalığın arasına giriyoruz. Rehber, Arjantinli sanatçının neyi, niçin yaptığını anlatıyor. İstanbul Modern’de geniş bir salon olan antrepoda labirent şeklindeki sergi alanında dört dönüyoruz. Yanımızda müzehhip Prof.Dr. Ömer Taşkale ve Yrd. Doç.Dr. Münevver Üçer var. Bir saat önce de sanat tarihçisi ve eleştirmeni Ömer Faruk Şerifoğlu ile dolaştık bu koridorlarda. Önceki gün hattat ve grafik sanatları hocası Yrd. Doç.Dr. Savaş Çevik ile İstanbul Rum Okulu’ndaki sergideydik. O gün ayrıca hattat ve müzehhip Muhammed Mağ ile İstanbul Modern’i gezmek için buluşmuştuk. Her biri geleneksel sanatlar üzerine çalışan bu sanatçılarla hem bienal izlenimlerini konuştuk hem de güncel sanat ile geleneksel sanatlar ilişkisini...

 


Müzehhibe Yrd. Doç.Dr. Münevver Üçer ve Müzehhip Prof.Dr. Ömer Taşkale

 

Modern toplumun yorgunlukları sanata yansımış

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Geleneksel Türk Sanatları bölüm başkanı Ömer Faruk Taşkale, İstanbul bienalini yakından takip ettiğini söylüyor. Bienallere dair genel bir değerlendirmesi var: “Bienallerde insanlar dünyaya dair kendi yorumlarını, bakış açılarını anlatan eserler ortaya koyuyor. Başkalarının beğenisine sunmak gibi bir dertleri, gayeleri yok. Önce kendisinin beğenmesi, kafasındakini insanlara anlatmak anlayışı var. Sanat anlayışı artık buraya doğru gidiyor.” Bu esnada bienali beraber gezdiğimiz müzehhip Münevver Üçer söze dahil oluyor: “Modern toplum yaşadıklarından o kadar yorulmuş ki bu durum sanata da yansıyor. O sebeple bir kargaşa ve karamsar bir hal var. Ben de çalışmalarımla Floransa bienaline katılmıştım. Orada da, burada da gözlemlediğim; insanlar bu yüzyılın sorunlarını çığlık atarak anlatıyor. Eleştirel bir yapısı var güncel sanatçının. Bazı sanatçılar sert bir eleştiriyle sanat yapıyor. Ben sanatımda bunu yansıtmak istemiyorum. Daha yumuşak, soft işler yaparak huzuru yansıtmaya çalışıyorum. Bir nevi Polyannacılık benimki.”

 

Önceki bienal için Faruk hocaya davet gelmiş. Çalışmalarından örnekler istenmiş. Gönderdikten sonra cevap olarak, çalışmalarını beğendiklerini ancak bienalin konusu için uygun olmadığını, daha sonraki bienallerde tekrar görüşmeyi amaçladıklarını söylemişler. Taşkale, daha sonraki davete karşılık vermemiş, gerekçesini şöyle anlatıyor: “Zannediyorum insanların bakış açısı değişmedi. Resim ve heykel gibi sanatlar mesaj vermeye uygundur. Geleneksel sanatlarda en azından şahsım adına mesaj verme gibi bir durum yok. Altyapısı itibarıyla estetik, renkler ve güzel duygular ön plandadır.”    

 

Münevver Üçer ise bu konuda şöyle düşünüyor: “Bizim sanatlarımız sözünü böylesi sert bir üslupta söylemez. İstanbul Bienali’nde tabii ki olmak isterim ama ben böylesi bir karamsarlık, kargaşa ve çığlıkla yer almam. Göz ardı edilmemesi gereken bienal, yapıldığı zamanın güncel sanatçılarının hepsini kapsamalı. Yani biz de olmalıyız. ‘Siz klasikçisiniz, geleneksel sanatları yapıyorsunuz’ diyerek bu organizasyonlardan dışlamamaları gerekiyor. Katıldığım Floransa bienalinde zulüm gören insanlardı konu ve benim eserlerim direkt zulmü anlatmıyordu.”

Her iki hocanın İstanbul Bienali’ne dair ortak bir eleştirisi var; kitap ve rehberle gezilen bir etkinlik haline geldi. Derler ki “Bienal, kitapçıklarla geziliyorsa, artık ziyaretçisine pek bir şey vermiyor demektir. Yani sanatçı kendi yapıtına artık alt yazı yazıyorsa bunda bir çelişki var demektir.”

 

İyi bir eleştiri tek başına sanat değildir

 


Sanat tarihçisi ve eleştirmeni Ömer Faruk Şerifoğlu

 

Sanat tarihçisi ve eleştirmeni Ömer Faruk Şerifoğlu ile İstanbul Modern’i gezdik. Her bir işi dikkatle inceleyen Şerifoğlu ile antreponun yanıbaşında Tophane’deki eski zaman kahvelerini andıran kafelerden birinde konuştuk. “Siz çağırmasaydınız gelip görmezdim. Merak etmiyorum ama iyi ki görmüşüm.” diye söze başlayan Şerifoğlu’nun bienal izlenimleri...  

 

İstanbul Modern’deki işleri gördük az önce. İzleniminiz nedir?

Lale Müldür’ün “Anne ben barbar mıyım?” dizesinin tema olarak belirlenmiş olması işi birazcık şehre ve politikaya çekmiş. Aynı zamanda şiire de çekmiş, şiirle ilişki kurulmuş ciddi anlamda. Bunlar işi boyutlandırmış. Negatif değil pozitif olarak gördüm bu temayı. Şehir 21. yy insanının problematiği. Her zaman hayatımızın içinde, bitmeyecek bir konu. Ama bunun dışında her zaman olduğu gibi bienallere karşı önyargıya dönüşmüş bir bakışım var. Çok da merak etmiyordum. Siz aramasaydınız görmeyecektim belki de. İyi ki gördüm, onu da söyleyebilirim. Ama zorlama işler var. Bu da gene 20. yy ikinci yarısında başlayıp günümüzde çoğalan bir iş… Eskiden desen çizemeyene ressam denmezdi. Şimdi bırak deseni, fırça tutmayı bilmiyor. Ya da en ufak bir emek sarf etmeksizin bir espriyi alıp ‘ben yaptım, sanat bu’ diyor. Evet sanatsal bir unsur barındırıyor ama sanat eseri dediğimiz şeyin birtakım olmazsa olmazları olmalı. Emek çok saygıdeğer ve kayda değer bir şey. Her emek harcayan sanatçı değildir tabii ki ama bir espriyle de, iki tane objeyi üst üste koymakla da sanat eseri olmaz. Tek başına yeter anlamı da çıkmamalı bu söylediğimden ama emeksiz sanat olmaz. Bir de buralardaki eylemlerin büyük bir kısmını biraz zorlama, biraz özensiz buluyorum. Özensizden kasıt emeksiz buluyorum. Belki çok güzel bir başlık koyuyor ortaya ama o çabanın altını dolduramıyor.

 

Küratörler neye göre seçiyor sizce?

İşte bu sanat algısındaki dönüşüm bütün dünyada var. Güncel sanat dediğimiz şey oradaki espriyi yeterli görüyor. Herkes oturup karakalem düzeninde çalışmak zorunda değil ama ortaya çıkan eserin de kalıcılığının olması gerekiyor. Güncel sanat bunu da tartışıyor. Kalıcı olmak zorunda değil diyor. 15 kişi gördüyse o da yeterli benim için diyor. Ama o zaman sabun köpüğü gibi bir şeye dönüyor sanat. Öyleyse tüketim toplumunun dayatmasının etkisidir bu. Her şeyi tüketiyoruz sanatı da tüketiyoruz. O zaman endüstrinin parçası haline geliyor. Bir de İstanbul bienalinde Türkiye’yi göremiyorum. İstanbul bienali, İstanbul’un bienali olmalı. Yerel sanatçılar daha fazla görülmeli. Bu eylemin öncelikle bu toprakların kültürünü, geçmişini, bugününü, geleceğini konu edinmesi, burayı tartışması gerekiyor. Doğru söylemek gerekirse yabancı sanatçıların öyle bir çabasını gördüm. Bir şekilde yaptıkları işleri Türkiye ve İstanbul’la ilişkilendirmeye çalışmışlar. Bunlar önemli, bizim sanat dünyamıza bir anlamda katkıdır.

 

Bienale birkaç defa geldim. Şimdiye kadar beşini görmüşümdür, altı değildir. Yurtdışında da gördüğüm bienaller, sergiler festivaller oldu. İstanbul Bienali’ni pek önemsenecek, abartılacak bir etkinlik olarak da göremedim bugüne kadar.

 

Neden?

Belli konuları, belli alanları, belli kesimleri dışlıyor olması, büyük ölçüde avangart tavır olması, bir de orada beni çok şaşırtacak bir şeyle karşılaşacağım, asla kaçırmamalıyım, muhakak görmeye değer bir şey olacağı hissi uyanmadı bugüne kadar. Kaçırmaması gereken olursa bir şekilde duyuluyor, yazılıp çiziliyor. İstanbul bienaliyle ilgili bugüne kadar ciddi bir çıkış görmedim.

 

Geleneksel sanatlarda bienal yapılabilir mi? Ya da bu bienalde olmalı mıydılar? 

Geleneksel sanatlar alanında ciddi bir kıpırdanma var, bu göz ardı edilmemeli ama bunun niteliği bütün üretim alanları gibi olabildiğince sorunlu. Cami mimarimizden hat sanatına, tezhibe… Geçmişi, taklidi hala kendimize birinci üretim çizgisi olarak koymuş durumdayız. Bunu bizim ciddi şekilde sorgulamamız gerekiyor. Taklit, eğitim içinde önemli bir unsurdur ama bir yerden sonra taklidi aşmalısınız.

 

O zaman yeterli görmüyorsunuz mevcut işleri, sanatçıları?

Görmüyorum. Işıksız değil ama ciddi bir sis tabakası var bu alanda da. Temcit pilavı gibi aynı şeyi döndürüp döndürüp aynı şeylerle aynı koridorda dolaşan insan çok. Bireysel çaba gösteren, özgün bir tavır ortaya koyan insanlar iki elin parmaklarını geçmiyor.

 

‘Sanat budur’ dayatması var

 


Hattat ve müzehhip Muhammed Mağ

 

İstanbul Modern’de bienal için buluştuğumuz tezhip hocası ve hattat Muhammed Mağ bu etkinliğin yakın takipçisi. Sanat hayatına resimle başlayan daha sonra tezhibe geçen Mağ, bienali ressam ve musikişinas arkadaşlarıyla gezmeyi tercih ettiğini söylüyor. İstanbul Bienali’ne dair izlenimlerini sorduğumuzda şunları anlatıyor: “Sanatkar diyebilmeniz için geçmişe çok iyi vakıf olması ve var olana yeni bir şey eklemesi lazım. Sabah uyandı, akşam yaptı olmuyor. Birikim ve tecrübe gerekli. Son üç bienali de gezdim. Gördüğüm bir dayatmaydı, sanat budur.”

 

Muhammed Mağ, son yıllarda büyük bir gayret içinde; geleneksel sanatlarda bir bienal organize etmek. Bunun için hem sponsor yani İstanbul Bienali’ni destekleyen büyük sermayeler gibi sermayeler gerektiğini hem de bu sanatlarla uğraşanların zanaatkarlıktan öteye geçmeleri gerektiğini söylüyor. Bunu da şöyle açıklıyor: “Bir ressamın fırçasını kullanması zanaatıdır. Bizde üretmek yerine zanaata çok önem vermeye başlandı. Zanaatkarların sanatkar olduğu bir dönemdeyiz.” Hocaya göre geleneksel sanatlarda taklidin dışına çıkmalı, güncel yakalanmalı. İşin bir de karşı tarafı var ki Mağ’a göre orada da mesela İstanbul Bienali’nin küratörleri, organizatörleri geleneksel sanatları görmezden geliyor: “Geleneksel sanatlarla uğraşanların kamusal alana bir eleştirisi yok mu? Bienalde tartışılan konulara dair söyleyecekleri yok mu? Gezerken aklıma çok proje geldi. Ama buradaki sanatçılara tanınan imkanlar, destek bize sağlanmıyor.” Mağ’ın bienalde sergilenen işlere dair kısa ve öz eleştirisi var: “Bir ressam fırçasını iyi kullanmıyorsa olmaz. Zanaat her sanatın bir süsüdür, olmazsa olmazıdır.”

 

Bu bir sergi değil şov

 


Hattat Yrd. Doç.Dr. Savaş Çevik

 

Hattat ve Haliç Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Tasarım bölümü öğretim görevlisi Yrd. Doç.Dr. Savaş Çevik ile İstanbul Rum Okulu’ndaki sergiyi gezdik. Okulun terasında güneşli bir İstanbul gününde Boğaz’a ve tarihi yarımadaya karşı oturup çay içerek izlenimlerini dinledik. Çevik, İstanbul Bienali’ni bir şov olarak gördüğünü söyledi.

 

Gördüklerinize dair değerlendirmeniz nedir? Burada sergilenen eserler size ne hissettirdi?

Genel görünüm ve verdiği izlenim; çağ insanının bunalımları, açmazları, doyumsuzlukları, sıkıntıları ve çıkmazları sergileniyor. Tüm bunları çağ insanının çözüm yolu arayışı içinde çabalamasının sonucu olarak görüyorum.  Bu bir sanat sergisi de değil aslında, bu tür sergiler dünyanın her bir tarafında belki var ama bizde daha fazla var, bu sergi değil, bir sunum. Bir soru işareti, bir ünlem işareti yaratmak için ortaya konmuş şov. Sergi farklı bir şey… Burayı insanı düşündürmeye yönlendiren, onları biraz daha politik ve siyasi olarak yönlendiren ve yönlendirme gayreti içinde olan şov mekanı gibi görüyorum. Sanatın belirli yapı taşları ve belirli bölümleri kullanılmış ama tümüyle bir sanat yapıtı, bir sergi olayı değil. Bu sadece insanların sözle anlatmak istediklerini, onların yönlendirmek istedikleri duygu ve düşüncelerini sanat malzemeleri, somut üç boyutlu malzemeler kullanarak daha vurgulu, daha anlamlı hale getirmek; biraz da sanatın sihirli gücünden, pozitif ve tarafsız etkisinden yararlanarak siyasi bir kanala yönlendirmek… Bu şovdan benim gördüğüm böyle. 

 

İstanbul Bienali’ni hep takip eder misiniz?

Kaçırdıklarım da oluyor ama ediyorum tabii ki. Ama Türkiye’nin henüz bu şekilde postmodern bir anlayışta yer almasına karşıyım. Bir kere pozitivist ve gerçekçi teknolojiyi yakalamış bir ülke değiliz ki… Birtakım şeyleri ortaya koyamadık daha. Avrupa’da birtakım sanatçılar altyapıyı oluşturmuş, sanatın somut ve pozitif yönlerini halletmiş, ondan sonra çılgınca işler yapabilmişler. Biz ise henüz o pozitif yapıyı yakalamış değiliz ki bunlara girelim. Eğer doğrudan böyle uzanırsak, altyapısı olmayan sadece kitsch birtakım hareketler içine girmiş oluruz, başka hiçbir şey değil. Yani ne teknolojide bir yerimiz var, ne herhangi bir sanatta belli bir seviyeye çıkmış değiliz. 

 

Dediğiniz seviyelere gelmeyi beklemek sanatta bir şeyler yapamayacağız anlamına gelmez mi? Çok şeyi kaçırmış ve geç kalmış olmaz mıyız?

Yapamayacağız tabii ki. Realizmi halledemeyen sürrealizme geçebilir mi? Mümkün değil. Önce realist olalım, konuyu kavrayalım. Her ülkenin olduğu gibi bizim de özgün sanatlarımız var. Çağdaş veya uluslararası sanat dediğimiz resim, heykel, mimari ve müzik anlamında önemli eserlerimiz var dünya çapında, ayrı bir şey ama bunlar yeterli değil, yenilikler ve birtakım katkılar ortaya koymamız lazım. Geleneksel sanatlar ilerliyor tamam. Bu sanatlar üzerine ilave edebildiğimiz yepyeni bir bakış açısı, yepyeni bir arenaya giremedik henüz. 

 

Bienalleri gezerken kendinizi işlerinizle burada hayal ediyor musunuz? İster misiniz katılmayı?

Benim klasik altyapıdan kaynaklanan farklı çalışmalarım var ama kendimi yeterli görmüyorum. Daha bunların çoğaltılması ve çeşitlenmesi gerekiyor çünkü. Sayısal olarak henüz yeterli değil. Ama şu da var ki bu organizasyonlar Türkiye’de belli tekellerin elinde. Olayı siyasallık ve bağnazlıktan uzaklaştırabilirsek herkes her yere katılabilir ancak. Ama bu maalesef yapılmış değil. Bu bienale de yansıyor. Buyurun burada var mı bizden bir esinti? Romen vatandaşlara dair işler yapmışlar, tamam o da bu toplumda bir realitedir inkar etmiyorum ama Türkiye’nin problemleri, çıkmazları bu mu sadece? Halen dar kafalılıktan uzaklaşamadık. Her kesimde ve başta laik çevre olmak üzere kendisini demokrat gören sanat çevresi laik ve demokrasiden söz ederken yaptığı uygulamalar ve kafa yapısıyla hala bağnazlıktan ileri gidemedi. 

 

Toplum olarak kafa yapılarımızda bir çıkmazımız var, aydınımızdan sokaktaki herhangi bir vatandaşa kadar; taklit ve aşağılık kompleksine sahip olmak. Dünyadaki bienallerin bir benzerini, başka bir versiyonunu niye yapalım? Farklı bir konsept ortaya koyabiliriz. Kimsenin görmediği, duymadığı, hayal edemeyeceği, hissedemeyeceği bir şey yapalım. Onun tekrarı, aynısının benzeri... Sanatta, mimaride, düşünce hayatında böyle olmuş.

Zaman, Haber: Gülizar Baki, 19.10.2013

HORASAN HARCININ SIRRI

 

 

Yüzlerce yıllık yapılarla kıyaslanınca 50-60 yıllık betonarme yapıların beli bükülmüş gibi durması aklımıza eski eserlerin nasıl olup da asırlardır sapasağlam kaldığı sorusunu getiriyor. Geleneksel üretim modellerine savaş açıldığı modern zamanlarda pratikliğinden ötürü bir nevi kutsallık atfedilen çimento yokken, binalarda yapı malzemeleri nasıl bir arada tutuluyordu? Çimentonun yerine ne kullanılıyordu yani? Asırları aşıp gelen o yapılarla ilgili bu soruya verilecek cevaplar arasında yapı malzemelerini bir arada tutan harç 'Horasan' da yer alıyor.

Eski Yunan'dan bu yana Horasan harcı kullanılıyor
Kireç kullanılarak elde edilen harç ve sıvalar, eski Yunan, Roma ve onu izleyen dönemlerden çimentonun bulunmasına kadar geçen sürede yapıların inşalarında kullanılmış. Harçlar çeşitlilik arz ederken, horasan harç ve sıvaları kireç harç ve sıvaları içinde tanımlanıyor. Kırıldıktan sonra öğütülüp toz haline getirilen kiremit, tuğla, çömlek vb. pişmiş killere 'Horasan' deniyor. Horasan harcı ise Horasanın belli oranlarda kireç, su ve bazı katkı maddelerinin eklenmesiyle üretilen bağlayıcı ve taşıyıcı özelliğe sahip bir malzeme. Bazı uygulamalarda harcın içerisine kum katılırken, bazılarında ise nohut büyüklüğünde, parçalar halinde tuğla, kiremit kırıklarına rastlanır. Bu ikinci grup harçlar, yapıda kullanılan yontulmuş taşları birleştiren, bağlayan klasik harçlardan farklı. Fonksiyonları bakımından günümüz betonuna eşdeğer olan bu harçlara da "horasan" denilse bile bunların "Horasan betonu" diye adlandırılmaları gerekiyor.

Ayasofya ve Süleymaniye'nin harcı horasan
"Horasan" kelimesi İran'ın doğusunda yer alan Horasan bölgesinden geliyor. Horasan harcı Roma döneminde "cocciopesto", Hindistan'da "surkhi", Arap ülkelerinde "homra" diye isimlendirilmiş. Harcın Mısır'daki Gizeh piramitlerinde ve Asur şehirlerinde kullanıldığına dair bulgulara ulaşılmış. Horasan harç ve sıvaları Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemi yapılarında, İstanbul'da Ayasofya, Süleymaniye camileri, Rumeli Hisarı, Sultanahmet külliyesi gibi tarihi yapılar dışında sarnıç, su kemerleri ve hamam gibi yapılarda da kullanılmış.

Osmanlı döneminde inşaat ustaları sınıflandırması yapılırken, “horasancı” denilen bir usta grubu da bulunurmuş. Horasan harcının “keyl” adıyla, hazır olarak satın alındığı da olurmuş. Horasan harcı mukavemet açısından, kireç harçlarından üstün. Ayrıca, renginden dolayı  tuğla yapılarda bir ahenk oluşturması Horasanı estetik açıdan diğer harçlara kıyasla daha tercih edilir yapmış. Eski yapılarda taşları birbirine rabt eden Horasan harcı yine o yapıların restorasyonunda da vazgeçilmez yapı malzemesi olarak kullanılıyor. Çünkü Horasan harcının taşla ortaya koyduğu uyumu çimento gösteremiyor.

Bağlayıcı malzeme kireç, agrega ise tuğla ve kiremit kırıkları
Horasan harç ve sıvalarında bağlayıcı olarak kireç, agrega olarak ise tuğla veya kiremit kırıkları gibi pişirilmiş toprak malzemeler kullanılmış. Kırma taş, tuğla kırıkları, çakıl, kum gibi dolgu maddelerini birbirine bağlayarak, bir manada yapıştırarak, yapay taş oluşumuna imkan tanıyan malzemelere 'bağlayıcı' deniyor. Horasan harcı yapımında kullanılan bağlayıcı malzeme ise kireç. Harçta 'agregalar' var ayrıca. Agregalar harç ve sıva üretiminde bağlayıcı maddelerle birlikte kullanılıyor. Mineral kökenli, farklı boyutlardaki bu malzemeler doğal veya yapay özellikteler. Kum ve çakıllar doğal agrega iken kırma taşlar, yüksek fırın cürufları, pişmiş killer ve bunların geliştirilmesiyle elde edilmiş olan maddeler ise yapay agrega oluyor. Başta kum olmak üzere, tuğla ve kiremit kırıkları, kırılmış taş, mermer, yüksek fırın cürufları ve küller eski yapılarda kullanılmış agregalar olarak biliniyor.

Islak mekanlar için en uygun yapı malzemesi
Hamamlardaki sıvalar su ile doğrudan veya yüksek orandaki nemin duvarlarda yoğunlaşması sonucu sürekli temas halinde olur malum. Hidrolik özelliklerinden dolayı horasan harcı ve sıvaları da suya karşı dayanıklı bir mahiyet arz ediyor. Hidrolik harçlarda kullanılan malzeme, su ile kimyasal reaksiyona girerek katılaşır. Sıvanın ihtiva ettiği kalkerleşmiş kireç, gözenek suyunun içinde çözülüp yeniden çökelir. Bu süreçte sıva tabakası bozulup tabakalara ayrışır ancak çöken kalsiyum karbonat sayesinde kopmaz. Bu durum sıvaların iç kısımlarında da gözlenir. Sıvada yer yer çözünen kalsiyum karbonat harcın içerdiği tuğlaların gözeneklerinde tekrar çökelip sıvanın dağılmasını önler ve daha dayanıklı olmasını sağlar. Bu açıdan bakıldığında suyla iç içe olan mekanlar için horasan harcının en uygun yapı malzemesi olduğu anlaşılıyor.

Deniz suyuna karşı direnci çok yüksek
Bu tür harçların suya, özellikle deniz suyuna karşı dirençleri oldukça yüksek. Bu nedenle nem oranının yüksek olduğu deniz kıyısı şehirlerinde Horasan harcı ve sıvası oldukça yaygın olarak kullanılmış.

Kireç, tuğla kırıkları ve kimi zaman da ince kumun çok iyi karıştırılmasıyla elde edilen Horasan harcı ağırlıkça yaklaşık "1 kireç-3 tuğla kırığı" karıştırılarak, sıva ise ağırlıkça yüzde 50'nin üzerinde kireç kullanılarak hazırlanıyor. Sıvada harçtan farklı olarak ince taneli agregalar kullanılıyor. Kimi tarihi yapıların harcında yumurta akı kullanıldığı ifade edilir günlük sohbetlerde. O yapıların inşasında kullanılan harç nedir bilmiyoruz ancak horasan harç ve sıvalarında yumurta akı tesbit edilmiş değil. Horasan harcı ve sıvaları çimentoyla imal edilen harç ve sıvalara göre daha gözenekli bir yapıya ve daha düşük yoğunluğa sahip.

TOKİ Haber, 19.10.2013

YÖRE MİMARİSİNE UYGUN YAPIYA 10 BİN LİRA TEŞVİK

 

 

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, kentsel dönüşümde tartışılan konuların başını çeken ‘mimari doku’yu korumaya yönelik önemli bir adım atıyor. 

 

Bakanlık, daha önce köylerde yöresel mimari geleneğini canlandırmak için başlatılan projenin kapsamını genişletti. Öncelikle her bölgenin geçmişten gelen kültürü ve iklimine uygun konut tipleri belirlenecek. Daha sonra bölgelere özel hazırlanan projeler vatandaşlara sunulacak. Bu çerçevede evini yıktırıp, yöresel tarzda yeniden yaptıranlara 10 bin lira teşvik verilecek.

 

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, eleştirilen konuların başında yer alan mimari dokunun korunmasına ilişkin yeni bir uygulama başlatıyor. Bakanlık, bu çerçevede, önce her bölgenin geçmişten gelen kültürü ve iklimine uygun konut tiplerini belirleyecek. Daha sonra bölgelere özel belirlenen projeleri vatandaşlara sunacak. Kentsel dönüşüm çalışmaları kapsamında evini yıkıp yöresel tarzda inşa edenler, 10 bin lira teşvik alabilecek. Dönüşüm kapsamında bugüne kadar riskli ilan edilen 44 bin 344 bina teşvikten faydalanabilecek. Kentsel Dönüşüm Yasası kapsamında Bakanlar Kurulu kararıyla ilan edilen alanlarda bulunan 357 bin bağımsız birim de teşvik alabilecek. Köyler de teşvik kapsamında sayılacak. Yöresel mimari kültürünü yaşatmak isteyen bakanlık, benzer uygulamayı köylerde de yapacak. Köylerde yöresel mimariyle ev yapanlar, aynı teşvikten yararlanabilecek. Karadeniz’de konuyla ilgili çalışmaları bitiren bakanlık, diğer bölgelerdeki çalışmalarına da devam ediyor. Her bölge için en az 12 tip proje hazırlanacak. Vatandaşlar, bu projelerden istediğini seçebilecek.

Zaman, Haber: Koray Tekin, 19.10.2013

ASIRLIK KAZILARDA HEYECANLANDIRAN BULUŞ

 

 

Türkiye'nin "ilk milli kazı alanı" unvanına sahip, Hitit Medeniyeti'nin önemli merkezlerinden Alacahöyük'teki kazı çalışmalarında, Hitit dönemine ait yazışmaların yer aldığı büyük bir tablet arşivi bulundu.

 

Kazı Başkanı Prof.Dr. Aykut Çınaroğlu, AA muhabirine yaptığı açıklamada, 1907 yılında başlatılan Alacahöyük'teki kazıların geçmişinin bir asrı aştığını hatırlattı.

 

Temmuz ayında başladıkları 2013 yılı kazı çalışmalarının eylül sonu itibarıyla tamamlandığını belirten Çınaroğlu, kazı çalışmalarına, boyu 2 metreye ulaşan yabani otların temizlenmesi ve çevre düzenleme çalışmaları nedeniyle 15 gün geç başladıklarını söyledi.

 

Kazı heyetinin yanı sıra çeşitli üniversitelerden öğrencilerin yer aldığı 20 kişilik ekiple bölgede çalıştıklarını ifade eden Çınaroğlu, 76 gün süren kazı çalışmaları sonunda 48 envanterlik eser ile 2 bin 790 adet etütlük eserin gün yüzüne çıkarıldığı kaydetti.

 

Hitit çivi yazılı tablet heyecan uyandırdı

Kazı ödeneğinin yetersiz olmasına rağmen güzel çalışmalar ortaya konduğunu anlatan Çınaroğlu, değişik buluntuların gün ışığına çıkarıldığı kazılarda Hitit çivi yazılı tabletin de gün yüzüne çıkarıldığını anlattı.

 

Alacahöyük'teki kazı çalışmalarının 106 yıl önce başladığını anımsatan Çınaroğlu, şöyle devam etti:

"Bilim alemi, kazıların başladığı tarihten itibaren Alacahöyük'te Hitit dönemine ait çok büyük bir tablet arşivi olduğunu biliyordu. Herkes de böyle bir beklenti içerisindeydi ama bu sonuca ulaşmak bu yıla nasip oldu. Hitit çivi yazılı çok güzel bir tablet bulduk. Alacahöyük, Hitit döneminde bir kült merkeziydi. Hitit kralı başkent Boğazköy'den buraya gelerek merkezde kalıyordu. Birtakım dini törende burada gerçekleştiriliyordu. Bulduğumuz tablet, bunları teyit eden bir buluntu oldu. Bu açıdan büyük bir buluntu sayılır."

 

"Kralın gönderdiği talimatlardan biri olabilir"

Hitit kralının Alacahöyük'te kaldığı süre içerisinde zaman zaman ayinler ve dini törenler yapıldığını dile getiren Çınaroğlu, gün yüzüne çıkarılan tabletin, kralın gönderdiği talimatlardan biri olabileceğini söyledi.

 

Çınaroğlu, şöyle konuştu:

"Bulduğumuz tablet, Hitit kralının gönderdiği talimatlardan biri olabilir. Çünkü kral, burada kaldığı süre içerisinde atlılarla talimatlar gönderiyordu. Bunun yanı sıra Hititlere bağlı bulunan bölgeler de krala bazı yazılar gönderiyordu. Kralın Alacahöyük'te olduğunu bilenler, yazıları buraya gönderiyordu. Bu nedenle bilim alemi kesinlikle burada çivi yazılı tablet arşivi bulunması gerektiği üzerinde duruyordu. Bunun ipucunu bu yıl yakaladık. Kazıya devam edebilseydik bu tableti bulduğumuz yapının çok daha büyük bir bölümünü açığa çıkarmış ve görsellik kazandırmış olacaktık. Henüz bu yapının sadece 8 odasını tespit edebildik."

 

Tablet arşivini görmeye ömrü vefa etmedi

Prof.Dr. Çınaroğlu, geçen yıl ağustos ayında vefat eden kazı heyeti akademisyenlerinden İstanbul Üniversitesi Hititoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof.Dr. Ali Dinçol'un, akademik hayatı boyunca Alacahöyük'te bir Hitit tablet arşivi olduğuna inandığını belirterek, şunları kaydetti:

"Bunun bir gün açığa çıkacağına şiddetle inanıyordu. Bu konuda bize de çok destek veriyordu. Maalesef ölümünden bir yıl sonra tableti bulduk. Gelecek yıl yapacağımız bir sempozyumda Ali Dinçol'u anacağız. Hocamızın eşi tabletin tercümesi ve yayına hazırlanması konusunda bize destek oluyor."

Haber 7, 19.10.2013

BİLİMİN SON BULGUSU: AYRIM YOK, ATALAR AYNI

 

 

Science dergisinde yayımlanan bir makale, Homo habilis, Homo rudolfensis ve Homo erectus'un modern insana evrilen, aynı soyun içinde yer aldığına işaret ediyor.


Fakat aynı alanda çalışma yapan bazı bilim insanları ise bu görüşü paylaşmıyor.


Tartışma, Gürcistan'ın Dmanisi bölgesinde bulunan ve şimdiye kadar keşfedilmiş en bütün haldeki insansı kafatası üzerindeki incelemelerden doğdu.


Kafatası, Homo habilis'le aynı nitelikleri paylaşıyor: Küçük bir kafatasına, büyük dişlere ve uzun bir yüze sahip. Ama kafatası, Homo erectus'a "has" olduğu sanılan özellikleri de taşıyor.


1,8 milyon yıllık kafatası, dünyanın en büyük eski insan türleri kalıntıları koleksiyonuna ev sahipliği yapan bir bölgeden geliyor.


Gürcistan Ulusal Müzesi'nden makalenin yazarı David Lordkipanidze, "İlk insan yani Homo'ların ne olduklarına dair artık en iyi kanıta sahibiz." diyor ve ekliyor: "Bu kadar dikkat çekici bir koleksiyona sahip olmamız en önemli unsur. Bunların tek bir bölgeden toplanması ise nadir rastlanan bir şey."

'FARKLILIKLAR NORMAL DÜZEYDE'
Fosiller arasındaki kimi farklılıklar geçmişte araştırmacıların kafasını karıştırdıysa da Profesör Lordkipanidze, bu özelliklerin tek bir insan topluluğunda gözlendiğinin açık olduğunu söylüyor. Lordkipanidze, "Bu değişkenliklere bakıp verileri günümüz insanıyla karşılaştırdığımızda, farklılıkların normal boyutlarda olduğunu görüyoruz" diyor.


Bu kapsamda sekiz yıl önce bulunan kafatası, Afrika 'da bulunan ve en eskisi 2,4 milyon yaşında olan diğer Homo kafataslarıyla karşılaştırıldı.


İnsansı kafatasının karşılaştırılmalı analizinden yola çıkan ekip, en eski Homo fosillerinin Dmanisi insansılarıyla aynı canlı türü olduğunu düşünüyor.


Makalenin bir başka yazarı, Zürih Antropoloji Enstitüsü ve Müzesi'nden Christoph Zollikofer da, "Kafatası 5"in yüzünün ve kafatasının Afrika'da farklı bölgelerde bulunması durumunda, bunların farklı iki tür canlıdan geldiğinin düşünülebileceğini söylüyor.


Zollikofer, "Ne de olsa Kafatası 5, küçük beyin haznesi ve büyük yüz gibi daha önce eski Homo fosillerinde bir arada görülmeyen ana özellikleri birleştirdi. Buna ek olarak Afrika'da bulunan fosillerde benzer kalıplar ve farklılık çeşitleri olduğundan, vaktinde kıtada tek bir Homo türü olduğunu farz edebiliriz" dedi.


Ama başka paleoantropolojistler Afrika'da üç farklı insan türünün bir arada yaşadığına inanıyor.
Londra 'da bulunan University College'den Fred Spoor, BBC 'ye yaptığı açıklamada ekibin kullandığı analiz yöntemlerinin, bu fosilin aynı canlı türü olduğuna kanaat getirmek için yeterli olmadığını söylüyor.


Spoor, "Kafatasının genel olarak şeklini incelediklerinden yüzün ve beyin haznesini kaba bir biçimde tanımlıyorlar. Ama Homo canlı türleri genel kafatası şeklinin kaba anlatımıyla tanımlanmıyor" dedi.

Radikal, Kaynak: BBC Türkçe, Haber: Melissa Hogenboom, 18.10.2013

DEPODAKİ TARİH GÜN YÜZÜNE ÇIKARTILIYOR

 

 

Kayseri'nin en eski yerleşim merkezlerinden birisi olan Külte Kaniş Karum'da 66 yıldır devam eden kazılarda bugüne kadar sadece 23 bin 500 tablet bulundu. Birçok tarihi eserle birlikte bu tabletler Ankara Anadolu Medeniyetler Müzesi'nde ve deposunda saklanıyor. Uzun yıllardır depoda bekletilen tarih Kayseri Büyükşehir Belediyesi'nin, tarihi Kayseri Kalesi'nde yaptığı kültür merkezi dönüştürme çalışması sayesinde artık sergilenebilecek.

 

Kayseri Büyükşehir Belediyesi, Kayseri Kalesi'nde yaptığı yeni düzenleme çalışmalarını kısa sürede tamamlayarak burasını bir kültür merkezi haline getirecek. Belediye, burada yaptığı çalışma ile toprak altından çıkartılmış ama karanlık depolarda bekletilen çok sayıda tarihi eseri de insanlarla buluşturarak görücüye çıkartacak. Karanlık depolarda bekletilen tarih, kale içindeki çalışmaların tamamlanmasıyla gün yüzüne yeni çıkmış olacak.

 

Kayseri Arkeoloji Müzesi envanterinde yaklaşık 34 bin 300 eser kayıtlı bulunuyor. Müzede bu eserlerden sadece 850'si sergilenebiliyor ve insanlar yakından görme fırsatı buluyor. Kayseri'nin en eski yerleşim merkezlerinden birisi olan ve şehrin 6 bin yıllık geçmişini aydınlatan Kültepe Kaniş Karum'da yapılan kazılarda da çok sayıda eser çıkartıldı. Bu eserlerin hepsi Ankara Anadolu Medeniyetler Müzesi'nde. Çok sayıda eser bu müzesinin depolarında bekletiliyor ve tarihi eserler aracılıyla insanların tarihi bilgileri öğrenme imkanı da kısıtlanmış oluyor. Kültepe'deki kazılar sonucunda ortaya çıkarılan eserlerin neredeyse yüzde 90'lık bölümünün depolarda olduğu tahmin ediliyor. Büyükşehir Belediyesi, kale içinde yaptığı çalışma sonrasında depoda bekleyen bu eserlerin neredeyse tamamı Kaleiçi Kültür Merkezi'nde oluşturulacak Arkeoloji Müzesi'nde sergilenecek.

 

Belediyenin, Kayseri'deki müzede yer alan eserlerin sergilenerek yeniden tarihin gün yüzüne çıkartılmasının yanında Ankara'da yer alan bu eserlerin de yeniden çıkarıldıkları topraklara getirilmesini sağlayacak.

haberler.com, 17.10.2013

AVRUPA NE HEYKELİ VERİYOR NE SUÇLUYU

 

 

Adana’nın Ceyhan İlçesi'nde bulunan Sirkeli Höyüğü’nden 1996 yılında kaçırılan bronz ‘Üçlü Hekate’ heykeli yılan hikayesine döndü. Kaçırıldıktan sonra Avusturya’da bulunan Dorotheum Müzesi’nde 58 bin Euro’ya satışa sunulması üzerine Viyana’daki Türk Kültür Danışmanlığı devreye girdi. Heykelin Türkiye’nin milli varlıkları arasında önemli bir yer tuttuğunu ve bu şekilde satışa sunulmasının mümkün olmayacağının bildirilmesi üzerine satışı durduruldu. Satışının durdurulmasının ardından Viyana’da konuyla ilgili suç duyurusunda bulunan Türk yetkililerin açtıkları dava da sonuçsuz kalınca Türk İnterpol’u devreye girdi. Uzun süren takiplerin ardından İlginç detaylara rastlandı. Elde edilen bilgilere göre heykeli Bingöllü bir Türk vatandaşı olan Mehmet T’nin kaçırdığı ortaya çıktı.

 

Türkiye 10 yıldır takip ediyor

Mehmet T’nin heykelin satışı için Alman bir koleksiyoncuyla anlaştığı ve onun aracılığıyla heykelin satışını gerçekleştirmek istediği öne sürüldü. Hukuki sürecin sona ermesinin ardından heykelin iadesi gerçekleşmezken, uyuşturucudan sabıkası bulunan Mehmet T’nin de yaklaşık 10 yıldır Türk İnterpolu tarafından takip edildiği, Adalet Bakanlığı’na da gerekli tüm bilgilerin ulaştırıldığı, Almanya’dan iadesinin gerçekleşebilmesi için her türlü girişimin başlatıldığı öğrenildi.

 

Ancak ne Avusturya heykeli verdi, ne de Almanya Türk kaçakçıyı iade etti. 46 cm.  yüksekliğindeki heykel, yüzde 90’ı Türkiye’de yüzde 10’u ise Suriye sınırları içerisinde bulunan ender kültür varlıklarına ait bir parça olarak da biliniyor.

Star, Haber: Tahir Alperen, 17.10.2013

KENT VE MEDYA SÖYLEŞİLERİ: NİLAY VARDAR

 

Kenti başlı başına bir konu olarak gündemine taşıyan az sayıda gazeteden biri olan "Bağımsız İletişim Ağı" Bianet'in haber muhabiri Nilay Vardar, bugüne kadar güncel kentsel meselelerle ilgili sayısız habere imza attı. Kapadokya'daki otel işgalini, belediyelerin engelsiz kent söylemlerinin arkasındaki yanlış ve göstermelik uygulamaları, Romanlar'ın kentsel dönüşüm sürecinde yaşadıkları sıkıntıları ve daha nicelerini Vardar'ın yazılarından öğrendik. Kente odaklanan az sayıda gazeteciden biri olan Nilay Vardar ile keyifli sohbetimizde sıra...

 

Bahar Bayhan: Biraz kendinden bahseder misin? Kent haberlerine nasıl başladın?

Nilay Vardar: Galatasaray Üniversitesi Gazetecilik Bölümü mezunuyum. İki buçuk yıldır da Bianet'te çalışıyorum. Kent haberlerine insan hikayeleriyle başladım. Yıkım var diye Kentsel Küçükbakkalköy ve Ayvansaray mahallelerine gitmiştim. Küçükbakkalköy'de Romanların barakaları yıkılmış ve sokakta kalmışlardı. Solunum cihazıyla dışarıda kalan bir hasta vardı. Bir hafta sonra da Ayvansaray'a gittim. Tek başına yaşayan yaşlı kadınlar korku dolu gözlerle bana bakıyorlardı. Sokaktaki insanlar bana "Evlerimiz yıkılacak mı?" diye soruyordu. Halbuki ben onlara bu soruyu sormak için gitmiştim. Şirket sahipleri sürekli mahalleliyle görüşmeye geliyor, pazarlıklar sürüyordu. İnsanlar doğup büyüdükleri mahallelerini terk etmek istemiyorlardı. Ama büyük bir baskı vardı; ya evleri satılacak ya da kamulaştırılacaktı. Bu ilk iki mahallemdi, zaten şu anda Ayvansaray yerle bir oldu. Yerine o mahalleyle alakası olmayan her yerde görebileceğimiz karaktersiz lüks siteler yükselecek. Küçükbakkalköy'den kovulan Romanlar farklı yerlere savruldular. Bir kısmı Ataşehir'deki Emekevler Mahallesi'ne gitmişti. Bir hafta önce de orası yıkıldı. Bu böyle devam edecek. Merkezden çeperlere doğru bu insanları püskürtecekler. Ancak bu püskürtmenin sonu nereye varacak bilemiyorum. Yani kısacası ben insan hakları temelinden kent haberlerine bakmaya başladım. Ama bu sayede aslında hiç bakmadığım kente bakmaya, onu keşfetmeye başladım. Mesela mahallemdeki caminin o kadar eski olduğunu hiç fark etmemişim.

 

BB: Kentsel dönüşüm dışında hangi konular üzerine çalışıyorsun?

NV: Engelliler üzerine çalışıyorum. Tabii bunun en önemli ayağı da mimari engeller. Kapadokya'daki dönüşüm üzerine bir yazı dizisi hazırladım. En son da olimpiyatlar üzerine bir söyleşi yaptım.

 

BB: Kentsel dönüşüm mevzusunda özellikle Roman Mahalleri üzerine sıkça haber yapıyorsun. Biraz bize orada karşılaştığın hikayelerden bahseder misin?

NV: Bence dönüşümün en mağdur kesimi Romanlar. Çünkü örgütlenemiyorlar ve eğitim seviyesi çok düşük. Dolayısıyla o kadar kolay oluyor ki Romanları evlerinden çıkarmak. 5.000- 10.000 TL'ye evlerini satıyorlar. Mesela okuması yazması olmayan bir kadının sözleşme imzaladığını biliyorum. Şu anda yıkılan Romanların yaşadığı Sarıgöl'de Sulukule'deki dönüşümden gelen iki aile vardı, şimdi buradan da sürülüyorlar. Ne kadar devam edecek bu? Sulukule, İstanbul'da sembolleşen örnek ama Türkiye'nin her yerinde böyle. Bursa'da da aynı şeyi gördüm. Her yerde Romanları dağıtıyorlar. Bunun da şöyle bir sonucu oluyor; belli koşullar sağlanmadan bu mahalleler boşaltılınca bütün Romanlar farklı mahallelere dağılıyorlar. Diğer mahallelerde yaşayan insanlar da daha önce hiç karşılaşmamış Romanlarla. Yeni bir karşılaşma süreci başlıyor. Koşulları da düzelmediği hatta daha da kötüye gittiği için mahalle içinde çatışmalar ortaya çıkıyor. En son Bursa'da yaşanan olaylarda 1.000 kişilik bir grup Romanların evlerini taşladı, at arabalarını yaktılar. Tam bir linç manzarası. Ertesi gün belediye geliyor, 5 Romanın evini komik bir gerekçe göstererek yıkıyor. Yani mahallede uzlaşma sağlanmayınca çeşitli bahanelerle Romanları başka yerlere gönderiyorlar. İnsanlar başka yerlere dağıldıkça hem kendi içlerindeki dayanışma sistemleri parçalanıyor hem de bu tip karşılaşmalar toplumsal çatışmaya da neden oluyor.

 

BB: Olimpiyat meselesi de kentsel dönüşüm üzerinden tartışıldı. Oradaki eleştiri neydi sence?

NV: Cihan Baysal söylemişti bunu bana. Ayazma'ya Olimpiyat Stadı geldikten sonra maçlar yapılmaya başladığında belediye anons yaparmış; "Sokaklarda dolaşmayın, ışıklarınızı kapatın." diye. Çünkü o mahallenin görünmesi istenmez. Kentin varoş, fakir mahallesi stada gelen elit kesimi rahatsız etsin istenmezdi. Olimpiyatlar da böyle. Daha önce olimpiyat düzenlenen şehirlerde de durum aynı. Mesela Pekin'de olimpiyat tesislerinin çevresindeki yoksul mahalleler boşaltıldı, yok edemedikleri mahallelerin etrafını ise kocaman billboardlarla çevrelediler. Olimpiyat sürecinde tesisler hep yoksul mahallelerin yerine yapılıyor. Neden? Çünkü buralar hem masrafsız, hem de toplumun gözünde krimininalize edilerek yıkımları meşrulaştırılabiliyor. Olimpiyat zaten milliyetçiliğin kabardığı, her yolun mubah olarak görüldüğü bir süreç. Mesela Çin'e insan hakları ihlallerinin azaltılması için olimpiyatlar verilmişti ama binlerce insan bu süreçte evleri yıkılarak mağdur oldu. Uluslararası Konut Hakkı Örgütü'nün raporuna göre 4 milyon insan olimpiyat bahanesiyle evlerinden tahliye edilmiş. Bunun 1,5 milyonu Çin nüfusu. Ee peki, barınma hakkı insan haklarına girmiyor mu? Kısacası İstanbul olimpiyatları alsaydı, deprem ile meşruluk kazandırılmaya çalışılan dönüşüme olimpiyat heyecanı destek atacaktı.

 

BB: Geçtiğimiz haftalarda Başbakan'ın, Bodrum sahillerinin oteller tarafından işgal edilmesi üzerine bir serzenişi olmuştu. Sadece Ege, Akdeniz kıyılarından bahsedildi ancak aslında Anadolu'da da durum farklı değil. Mesela sen Kapadokya'yla yakından ilgilendin. Oradaki durumu biraz anlatır mısın?

NV: Kapadokya peribacalarıyla ünlenmiş, UNESCO'nun dünya mirası listesinde yer alan bir bölge. Hem kültürel hem doğal miras listesinde yer alan 27 yerden biri. Bu kadar özel bir yer. Burada özellikle son 5 yıldır hem butik hem de büyük otellerde inanılmaz artış var. Bu yatırımcılar artık yerel değil, başka yerlerden gelen büyük sermayelerden bahsediyoruz. Nasıl oteller bunlar? "Peribacalarında uyumak" diye bir fantezi çıktı ortaya. Bu peribacasına zarar vermediğin müddetçe makul bir şey. Ama iş çığırından çıkmış durumda. Her taraf otel olmuş. Hem silueti, hem de doğal taşları bozan bir yapılaşmadan bahsediyoruz. Bu bir şekilde devam etmiş. En son iki tane otel; Arinna Lodge ve CRR Hotels yükselmeye başlayınca halk ayaklanmaya başlıyor. İnşaatları durduruyorlar. Bu bir patlama noktasıydı. Sonra Mimarlar Odası Ankara Şubesi devreye girdi, davalar açıldı, bilirkişi incelemesi yapıldı. Şu anda beklemedeyiz. Bu iki otelden çıkacak karar halkı çok heyecanlandırıyor çünkü emsal teşkil edecek ve bundan sonraki yapılaşmanın da önüne geçmiş olacak. Fakat olumlu karar çıkmazsa da Kapadokya'yı kaybetmiş olacağız. Mimarlar Odası'nın şube temsilcisi görevden alındı, çünkü o otellerin lehine bir taraf aldı. Bu tarz Anadolu şehirlerindeki sorun, ilişkilerin çok girift olmasından kaynaklanıyor. STK çalışanları aynı zamanda otel sahibi, turizmle geçinen insanlar. Seslerini çıkardıkları an kurulla karşı karşıya geliyorlar. Mimarlar kurulla anlaşmak zorunda çünkü projelerini kuruldan geçiriyorlar.

 

 

Turizm adına yapılan, turizmi yok edecek. Kısa vadeli düşünülüyor. Peribacalarının korunması meselesi de çok sıkıntılı. Doğru düzgün envanteri bile çıkarılmamış. Çok incelmiş peribacaları var. Bunların korunması, restore edilmesi gerekiyor. Titreşim, su, nem, bunlar peribacalarını etkiliyor. Ama peribacalarının yanında diskotek yapılıyor. Yerel yönetimler "ne olacak, peribacası yeniden oluşur" diye düşünüyor. Bir peribacasının oluşması binlerce yıl alıyor, dünyada örneği yok. Tüm arkadaşlarıma söylüyorum, bir an önce gidin Kapadokya'yı görün, yoksa görecek bir Kapadokya kalmayacak.

 

BB: Engelli erişimi üzerine nasıl çalışmalar yürütüyorsun?

NV: Erasmus programıyla Fransa'ya gittiğimde "bu şehirde ne kadar çok engelli var" demiştim. Şehrin her yerinde tekerlekli sandalyeleriyle dolaşabilen insanlar görüyordum. Halbuki bizim ülkemizde de 8.5 milyon engelli var. Ama biz görmüyoruz, çünkü onlar evlerinden çıkamıyorlar. Daha kapıdan çıkar çıkmaz, apartman merdiveninin rampası yok. Kaldırımlar yok, varsa yüksek, kaldırımlarda arabalar park ediyor, esnaf mallarını yığıyor. Kaldırımdan karşıya geçmek için rampa yok, ışıklara görme engelli butonunu yeni getirdiler ama yaygın değil. Görme engelliler için yüzeyler yok, olanların büyük bir kısmı yanlış. Yüzeylerin devamlılığı yok, önüne elektrik direği geliyor. Korkunç bir durum var. 2005 yılında engelli yasası çıktı, 7 yıl içinde tüm kamusal alanların engellilere göre düzenlenmesi, erişebilir olması gerekiyordu. Aksi takdirde ceza verilecekti. Şu anda yasayı 3 yıl daha uzattılar.

 

İlk olarak 3 tane tekerlekli sandalyeli engelliyle Kadıköy'e çıktık. Arnavut kaldırımları çok severiz, sempatik gelir ama engelli için korkunç bir şey. Görme engelli yüzeyleri kafelerin içine giriyor. Başka bir gün İstiklal'e gittik, daha korkunçtu. Hiçbir restorana giremiyorlar, hepsinin girişi bir iki basamak yukarıda ve rampası yok. Bunun sorumluları; şehir plancıları, mimarlar, mühendisler, yerel yönetimler. Mesela engelli memurlar da atanamıyor çünkü fiziksel şartlar uygun değil. Çalışamıyorlar, sosyalleşemiyorlar, dışarıya çıkamıyorlar. Bu çok büyük bir toplumsal sorun.

Yurtdışında mimarlık öğrencilerini bir hafta görme bir hafta işitme bir hafta da fiziksel engellli olarak şehirde gezdiriyorlar ki ileride yapacakları projelerde bu hassasiyeti gözönünde bulundursunlar. Sanırım Türkiye'de de böyle şeyler gerek.

 

BB: Gezi Parkı'ndan sonra kentsel muhalefet oldukça ciddi bir dönüşüm geçirdi diyebiliriz. Semt forumlarının oluşturulması, sokakların mahalleli tarafından rengarenk boyanması... İnsanların kentsel meseleler üzerine bu kadar hızlı tepki verebilmesini nasıl değerlendiriyorsun?

NV: Taksim Yayalaştırma Projesi ile ilgili Taksim Platformu iki yıl önce ilk toplantısını yapmıştı. Ve gerçekten toplantıya basının hiç ilgisi yoktu. Bir şekilde seslerini duyuramıyorlardı. Eylem yapılıyor, 50 kişi geliyor, büyük hayal kırıklığı. Ağaçların söküldüğü gece ben çok umutsuzdum çünkü tüm bu gelişimi biliyordum. Gerçekten çok şaşırtıcı oldu. Bir mimarın dediği gibi belki de dünyada ilk kez mimari bir tepki üzerinden bu kadar büyük bir ayaklanma oldu.

 

BB: Yerel seçimler yaklaşıyor. Sence İBB adaylarının vaadlerinde Gezi Parkı'nın ve sonraki sürecin etkisi olur mu?

NV: Kent meseleleri muhakkak etkili olacaktır, kafası buna çalışmayan kaybeder yerel seçimlerde. Gezi'den sonra bu konuların ne kadar önemli olduğunu anlamaları gerekiyor. Bunu programlarına koymaları lazım. Nasıl bir dönüşüm yapacaksın? Şeffaf mısın? Çünkü insanlarda büyük bir tepki var. Hükümetin büyük dönüşüm hayali bana göre başarısız oldu. İnsanlar çok korkuyor ve evlerini dönüştürmüyorlar. Kentsel dönüşüm kelimesini dahi kullanmıyorlar, "deprem dönüşümü" diyorlar. Çünkü güven kalmadı. Afet yasası çok güçlü bir yasa olduğu için insanalar haklarını bile arayamıyorlar, elleri kolları bağlı. Yerel yönetimlerce bu dönüşüm meselelerinin iyi düşünülmesi gerekiyor. STK'ların, vatandaşların da bunu yerel yönetimlerden talep etmesi gerekiyor.

Yapı, 11.10.2013

TARİHİ SU SARNICI BULUNDU

 

 

Eskişehir'de yenileme çalışmaları yapılan Valilik Meydanı'nda yüzlerce yıllık olduğu iddia edilen su sarnıcı bulundu.

 

Valilik Meydanı'nda bir süre önce başlayan yenileme çalışmalarının son aşamasında direk dikmek için kazı yapan işçiler, yüzlerce yıllık olduğu tahmin edilen su sarnıcı buldu. Sarnıcı bulan işçiler örnek bir davranış sergileyerek, yetkilere haber verdi. Tarihi sarnıcı incelemek için Eti Arkeoloji Müzesi Müdürü Dursun Çağlar ile valilik görevlileri ve arkeologlar geldi.

 

İncelemelerin daha rahat yapılabilmesi için öncelikle su sarnıcının kapaklarından bir tanesi olduğu ileri sürülen tonlarca ağırlığındaki mermer parçası, iş makinelerin yardımıyla bulunduğu yerde çıkartıldı. Kapağın çıkarılmasının ardından da arkeologlar sarnıçta inceleme yaptı.

 

İncelemeler sonucunda tarihi su sarnıcının yerinden çıkarılıp çıkarılmayacağı konusunda yetkililerin karar vereceği öğrenildi

Eskişehir Kent Haber, 11.10.2013

ANTİK KENTTE İŞYERİ KALINTILARI

 

 

'da tarihi MÖ 8. yüzyıla dayanan nde, bu yıl yapılan kazılarda sıralı iş yerlerine ait kalıntılar gün yüzüne çıkarıldı.Celal Bayar Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Kazı Heyeti Başkan Yardımcısı Doç.Dr. Yusuf Sezgin, yaptığı açıklamada Aigai Antik Kenti'nin tarihçi Herodot'a göre, Batı Anadolu'ya Yunanistan'ın kuzeyinden göç ederek yerleşen Aioller tarafından kurulan 12 kentten biri olduğunu söyledi.

Bölgede sürdürülen kazıların 10. yılına girdiğini ve her geçen yıl kentin tarihi ve sosyal yaşamı ile ilgili yeni bilgilere ulaştıklarını ifade eden Sezgin, kazı çalışmalarının bu yılki bölümünde kentin ana girişlerinden ''Tiberius Kapısı'' yakınlarında yoğunlaştıklarını, bu alanda iş yeri olarak
kullanıldığı anlaşılan 18 mekanın gün yüzüne çıkarıldığını kaydetti.

Kazıların kentin sivil ve sosyal yaşamı hakkında bilgi verdiğini belirten Sezgin, kentin özellikle Hellenistik dönemde MÖ 3. yüzyıldan itibaren Pergamon Krallığı'nın da desteğiyle bölgede ekonomik ve kültürel çekim merkezi haline geldiğinin anlaşıldığını dile getirdi.

Sezgin, Roma döneminden kalan evler ile caddeye bakan dükkanlarda geçen yıl başlattıkları kazı çalışmalarının sonuçlarını bu yıl almaya başladıklarını belirterek, şöyle konuştu:

"Bu alanda ortaya çıkarılan 18 mekan, bölgenin o dönemlerde atölyeler mahallesi olarak kullanıldığını göstermektedir. Burası büyük bir ihtimalle sanayi alanı gibi düşünülebilir. Farklı iş kollarına ait işliklerin bulunduğu alanda gün yüzüne çıkan çok sayıdaki öğütme kırma, ezme ile ilişkili taş alet ve edevatlar, kentin ihtiyacını aşan oranda büyük bir üretime işaret etmektedir. Elimizdeki arkeolojik kanıtlar kentin, bazı kent pazarlarında yün dokumacılığı konusunda tekel olduğunu göstermekte. Bunun dışında Pergamonlular tarafından bulunduğu bilinen parşömenin üretiminde ihtiyaç duyulan keçi derisinin Aigai'den karşılandığını da düşünmekteyiz. Aigai'nin adının eski Yunancada keçi anlamına gelmesi ve kent sikkeleri üzerinde keçi tasvirlerinin yer alması keçi yetiştiriciliğinin önemini göstermektedir. Oldukça dağlık ve kıraç arazide yer alan Aigai'nin ekonomik gücünün keçi yetiştiriciliğinden geldiğini düşünmek yanlış olmasa gerektir. Zaten günümüzde de bölgede halen hayvancılığa dayalı bir ekonominin sürdürülmesi 2 bin 300 yıldır ekonomik sistemin çok fazladeğişmediğini göstermektedir."

Sezgin, Aigai'de yürütülen çalışmaların gerek kültürel açıdan gerekse de kırsal turizmin geliştirilmesi açısından Manisa ve Yunt Dağı bölgesindeki köylerin kalkınmasına önemli katkılar sağlayacağını sözlerine ekledi.

Sabah, 02.10.2013

SİMAV'DA KAZI BAŞLADI

 

 

Kütahya'nın Simav İlçesi Belediye Başkanı Kasım Karahan, ilçesinin tarihini ortaya çıkartmak ve turizmde hak ettiği yere getirmek için Bizans dönemine ait kalıntıların bulunduğu Hisar tepesinde kazı çalışması başlattıklarını söyledi.

 

Belediyeye ait 20 işçi ile başladıkları kazılara Kütahya Müze Müdürlüğü'nün de destek verdiğini ifade eden Başkan Karahan, yapılan çalışmanın Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan izinli olduğunu belirtti. Kütahya Müze Müdürü Metin Türktüzün'ün başkanlık ettiği kazı çalışmalarına arkeologlar Serdar Ünan ile Özkan Sulak'ın da destek verdiğini belirten Karahan, "Sur duvarlarının ortaya çıkmasının ardından, yetkililerin de onay vermesi halinde kentin en yüksek kesimindeki Hisar Tepesi'ne tarihi bir restoran yapılacak" diye konuştu.

 

Hisar tepesindeki tarihi kalıntıların Bizans döneminde savunma ve sığınma amacıyla yapılan kale duvarları olduğunu tahmin ettiklerini de dile getiren Kütahya Müze Müdürü Metin Türktüzün ise konuşmasına şöyle devam etti :

"Sur duvarlarına, kalenin yukarısından aşağıya doğru bir toprak akıntısı var. Yağmur suları ve değişik nedenlerden dolayı akan topraklar kalenin sur duvarlarını kaplamış. Öncelikle temizleyip sur duvarlarını ortaya çıkarmaya çalışıyoruz.

Kütahya Kent Haber, 24.10.2013

23 ASIR SONRA
YENİDEN TOPRAK ÜSTÜNDE

 

Kaunos antik kentindeki kazı çalışmalarında, Kaunos baş tanrısına adak olarak sunulduğu düşünülen genç kız heykeline ulaşıldı.

Heykelin stil özellikleriyle erken Hellenistik dönemde yontulmuş olduğu öngörülüyor.

23 asırlık genç kız heykelinin, konservasyon ve restorasyon çalışmaları sonrasında Fethiye Müzesi’nde sergilenmesi planlanıyor.

Yeniçağ, 21.09.2013



13 - 19 Ekim 2013

OKTAY EKİNCİ'Yİ KAYBETTİK

 

Cumhuriyet Gazetesi yazarı, Mimarlar Odası eski genel başkanı Y. Mimar Oktay Ekinci beyin kanaması nedeniyle tedavi gördüğü Alman Hastanesi'nde vefat etti.

 

 

Mimarlar Odası eski genel başkanı ve akademisyen Oktay Ekinci’yi (61) kaybettik.

 

Cumhuriyet Gazetesi'nin haberine göre, beyin kanaması nedeniyle Alman Hastanesi’nde bir süredir tedavi gören Ekinci dün (14 Ekim 2013) akşam saatlerinde solunum ve kalp durması sonucu yaşamını yitirdi.

 

Ailesine, yakınlarına ve tüm mimarlık camiasına başsağlığı dileriz.

 

Özgeçmişi
1952 yılında Balıkesir’de dünyaya gelen aslen Karslı olan Oktay Ekinci, ilkokulu Erzincan ve İstanbul’da okudu. Orta öğrenimini İstanbul Pertevniyal Lisesi’nde tamamlayan Ekinci yüksek öğrenimine 1969 yılında o zamanki adı Devlet Güzel Sanatlar Akademisi olan Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde Yüksek Mimarlık Bölümü’nde başladı. Öğrencilik yıllarında Politika gazetesinde ve birçok dergide gazetecilik ve çizerlik yaptı. Karikatür çalışmalarıyla sergilere katıldı, ödüller aldı. Fatih Halkevi’nde yöneticilik; Akademi’de öğrenci temsilciliği görevlerinde bulundu.

 

Mezuniyetten sonra 1978 yılında Muğla Belediyesi’nde İmar Müdürü olarak kamu görevine başladı. Muğla Kentsel SİT alanı ve doğal /tarihsel çevrenin korunmasına yönelik planlama çalışmalarına katıldı, uygulamaları yönetti. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra belediyedeki “atama” yönetimle anlaşamayarak istifa etti. Eşi yüksek mimar Zehra Ekinci ile birlikte serbest mimarlık yaptı. Mimarlar Odası’nın çeşitli kademelerinde yöneticilik görevleri üstlendi. Muğla’da Oda temsilciliği, merkezde yayın komitesi üyeliği ve 1988-1990 döneminde genel başkan yardımcılığı göreviyle Mimarlar Odası Merkez Yönetim Kurulu üyeliğinde bulundu.

 

1992-1996 yıllarında iki dönem Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Başkanlığı yapan Ekinci, 1998-2000 dönemi ve 2000-2002 dönemi için Mimarlar Odası Genel Başkanlığı’na seçildi. 1993 yılından itibaren MSÜ  Mimarlık Fakültesi-Şehir ve Bölge Panlama Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak, yüksek lisans öğrencilerine “Kentsel Planlamada Yerel Kimlik” ve “Koruma Politikaları” dersleri verdi. Ekinci, 1980’lerden itibaren Cumhuriyet gazetesinde yazıları çıkan Ekinci 1992 yılından bu yana da düzenli olarak köşe yazarlığı yapıyordu.

 

Ekinci, “ÇED Köşesi” ve “Uygarlıkların izinde” köşelerinde Türkiye’nin dört bir köşesindeki kültür varlıklarına yönelik tahribatı gündeme taşıyordu. Ulusal Kanal’da da “İmar Dosyası” adlı programı hazırlayıp sunuyordu.

 

1993 yılından itibaren de İstanbul, Erzurum, Antalya, Muğla’da koruma kurulu üyeliği yaptı. Ulusal Kanal’da Son olarak CHP’nin yerel seçimler için aday adayı olan isimlerine ders veriyordu. Ekinci evli ve iki çocuk babasıydı. 

 

Kitapları
Çevremiz de Demokrasi Bekliyor, Memleketimden Çevre Manzaraları, İnsan Hakları ve Çevre, İstanbul’u Sarsan 10 Yıl: 1983-1993, Dünden Bugüne İstanbul Dosyaları, Bütün Yönleriyle Taksim Camisi Belgeseli, Yüzyılın Direnişçisi Küba Devrimi ve Tarih Bilinci, Çevreciliğin ABC’si, Şeriatın Kravatlı Başkanı , Rant Demokrasisi Çöktü: Deprem Yazıları, İstanbul’un “İslambol” On Yılı: Mart 1994 - Mart 2004, Adanmış Yazılar/ Korumak Sevgidir!, Kars Kitabı. 

 

Ödülleri
Oktay Ekinci, 1995 yılında “İstanbul’u Sarsan On Yıl” araştırma dizisiyle Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin başarı ödülünü aldı. 1996’da Mimarlar Odası’nın “Kayaköyü Barış ve Dostluk Köyü” kampanyasındaki etkin çalışmaları nedeniyle “1996 yılı Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü”ne değer bulundu. 2001’de mimarlık mirasının önemi için kamuoyu bilincine katkısı nedeniyle Uluslararası Kültürel Varlıkların Restorasyonu ve Korunması Çalışmaları Merkezi  (ICCROM) tarafından dünya basınından örnek gösterdiği yazarlarla birlikte “Onur Ödülü”ne sahip oldu. 2002 yılında Avrupa-İstanbul yayın gurubunun “İstanbul - Kent Ödülü”nü aldı. 2002’de mimarlık sanatının tarihsel kaynaklarının korunmasındaki çabaları nedeniyle de Türk Sanat Kurumu’nun “Yılın Sanatçıları” ödül programı kapsamında “Sanat Onur Ödülü”nü aldı.

Yapı, 15.10.2013


BİLİNENLER GÜNCELLENİYOR, BİLİNMEYENLER GÜN IŞIĞINA ÇIKIYOR...



İSTANBUL İLİ YÜZEY ARAŞTIRMALARI (İstYA) PROJESİ





TC Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nün izni ile İstanbul Üniversitesi Prehistorya Anabilim Dalı’ndan Yrd.Doç.Dr. Emre Güldoğan başkanlığında geniş bir ekiple başlatılan İstanbul İli Yüzey Araştırmaları (İstYA) Projesi, 2 Eylül – 1 Ekim 2013 tarihleri arasında gerçekleştirilmiştir. İstanbul’un Avrupa ve Asya yakalarında yer alan 15 ilçede (Silivri, Çatalca, Büyükçekmece, Beylikdüzü, Gaziosmanpaşa, Sarıyer, Kartal, Pendik, Maltepe, Tuzla, Beykoz, Sultanbeyli, Sancaktepe, Şile, Çekmeköy) gerçekleştirilmesi planlanan projenin bu ilk yılki çalışma alanı Silivri ilçesi oldu.







İstYA Projesi kapsamında, yüzey araştırması çalışmalarının yanısıra sözlü tarih ve Coğrafi Bilgi Sistemi (CBS) uygulamaları da gerçekleştirildi. Silivri ilçesinden başatılan projede, ilçe sınırlarında bulunan 36 köyden 33 tanesinde yüzey araştırması çalışmaları tamamlandı (3 köy, yakın tarihte kurulan köyler olduğundan, arkeolojik-tarihsel veri barındırmamaktadır). Söz konusu bölgelerde yapılan araştırmalar sonucunda, daha önceki dönemlerde yapılan çalışmalarda tespit edilmiş olan arkeolojik-tarihsel kalıntıların son durumlarının belgelenmesinin yanı sıra, daha önceden tespit ve tescil edilmediği saptanan yeni buluntu alanlarıyla da karşılaşılmıştır.





Sözlü tarih çalışmaları sırasında, Silivri ilçesinin yerlisi olan ve en az 3 kuşaktır bölgede yaşamış, farklı meslek gruplarından kişilerle görüşmeler yapılmış ve bu görüşmeler kamera, fotoğraf ve ses kayıtları ile belgelenmiştir. Yine ilçenin gelişim ve değişimi konusunda görüşme yapılan kişilerden alınan bilgilerin yanısıra, resim, evrak vb. gibi belgelerle sözlü-görsel tarih arşivi oluşturulmaya başlanmıştır.





Coğrafi Bilgi Sistemi (CBS) uygulamalarında da, Silivri ilçesinde yüzey araştırmaları sırasında tespit edilen arkeolojik-tarihsel kalıntılar, harita üzerinde GPS koordinatlarına göre noktalanmış ve incelenen tüm alanlar bilgisayar ortamında haritalara işlenmiştir. İstYA Projesi 2013 yılı çalışmaları sonucunda elde edilen tüm bilgilerin, bir ön rapor olarak yayınlanma çalışmaları devam etmektedir.





Dr. Güldoğan, çalışmaların önümüzdeki yıllarda kapsamının genişletilerek sürdürüleceğini ve yeni teknolojilerin projede yoğunlukla yer alacağını belirtmiştir.

TAYHaber, 19.10.2013

YÜZ BİNLERCE YIL ÖNCESİNE IŞIK TUTUYOR





Antalya il sınırları içinde bulunan Karain Mağarası Anadolu’nun en önemli tarih öncesi yerleşimlerinden yalnızca biri. Onu benzersiz kılan ise yüz binlerce yıl öncesine, atalarımızın yaşamına ışık tutması.

Karain Mağarası, Antalya’nın yaklaşık 30 kilometre kuzeybatısında, Yağca köyü yakınlarında bir arkeolojik sit alanı. Yüzünü Akdeniz’e dönmüş kalkerli Şam dağının yamaçlarında bulunan Çadır Tepesi’nin içine oyulmuş Karain Mağarası, bölgede bulunan onlarca doğal mağaradan bir tanesi. Onu diğerlerinden ayıran yönü ise yalnız bölgenin değil Türkiye coğrafyasının iskan edilmiş en büyük mağara yerleşimi olması. Yüz binlerce yıl önce atalarımızın buraya yerleşmesinin de anlaşılır nedenleri var. Yapılan araştırma ve incelemeler ışığında, mağara çevresinde bulunan gür su kaynakları, yabani meyve ağaçları, yabani bitki kökleri ve sebzeler ve avlanmaya elverişli bol alan bulunduğu anlaşıldı. Tüm bu etmenler Karain Mağarası’nı atalarımız için cazibe merkezi haline getirmiş.

Karain Mağarası Prof. Dr. İsmail Kılıç Kökten tarafından 1946 yılında kazılmaya başlandı, 1973 yılına kadar kesintilerle birlikte devam etti. 1985’te ise Prof. Dr. Işın Yalçınkaya’nın yönetiminde araştırmalar günümüzde hâlâ devam ediyor.


KARAİN’DE KİMLER YAŞADI?

Karain Mağarası yaklaşık 11 metre kalınlıkta arkeolojik ve jeolojik dolguya sahip. Yapılan arkeoloji kazılarında Paleolitik (Yontma Taş Çağı), Mezolitik (Orta Taş Çağı), Neolitik (Cilalı Taş Çağı), Kalkolitik (Bakır Taş Çağı), Tunç Çağı’nda Karain Mağarası’nın yerleşim olarak kullanıldığı, Geç Roma-Erken Bizans döneminde ise tapınak-kutsal alan olarak işlev gördüğü anlaşıldı.

Karain Mağarası’nda yapılan araştırmaların en önemli sonuçlarından biri, Karain’de çağlar boyu süregelen alet teknolojisindeki evrimi izleyebilmek. Karain Mağarası’nda AltPaleolitik, Orta Paleolitik ve Üst Paleolitik dönemlerini temsil eden insan aletleri bulundu. Alt Paleolitik yani günümüzden yaklaşık 500 bin yıl öncesinde kullanılan alet teknolojisinin, Orta Paleolitik (günümüzden 125 bin yıl önce) ve Üst Paleolitik (günümüzden 14 bin yıl öncesi) dönemlerde sürekli geliştiğini Karain buluntularıyla takip etmek mümkün. Bu yüzeyli aletler içerisinde el baltaları, çakmak taşından kenar ve ön kazıyıcılar, taş delgiler, taş kalemler, uçlar, kemikten bizler, boynuz çatallarından yapılmış kamalar, kargı uçları dikkat çekenler arasında. Orta Paleolitik dönemde yaşamış olan Neandertal insana ait kafatası ve dişler, Üst Paleolitik döneme tarihlenen Homo Sapienslere ait kafatası ve iskelet parçaları, bütün taş çağları boyunca yaşadığı bilinen ve günümüzde çoğunun nesli tükenmiş olan hayvanlara ait diş ve iskelet parçaları, incir-buğday gibi fosilleşmiş bitki kalıntıları mağaradan çıkarıldı. Karain Mağarası’ndan çıkarılan eser ve kalıntılar Antalya Müzesi’nde sergileniyor.


MAĞARA BAKIMI HAK ETMİYOR MU?

Tarih öncesi araştırmalarında Türkiye’nin ve dünyanın sayılı merkezlerinden Karain Mağarası’nı gezmek isteyeceklere not: Hakkında daha önce bilgi sahibi değilseniz mağaranın önemini anlamanız zor. Yalnızca girişte Karain kazısı hakkında kısa bir not içeren pano dışında herhangi bir bilgilendirme mağarada yok. Bu yüzden kazılan dolgularda hangi kültür tabakaları tespit edildiğini ve hangi eserlerin bulunduğunu ise bilmek olanaksız. Mağaranın hemen yakınında çıkan eserlerin sergilendiği müze 3 yıl önce kapanmış. Karain Mağarası’ndan çıkan eserleri görmek için Antalya Müzesi’ne gitmek gerekiyor. Kanımızca Karain Mağarası daha özenli bir bakımı hak ediyor.

Evrensel/Antalya, Haber: Şiar Can Şener, 20.10.2013

SUALTI MÜZESİ YILDA 250 BİN ZİYARETÇİ AĞIRLIYOR

 

İngiliz heykeltıraş Jason de Caires Taylor'ın, Meksika'nın Cancun eyaleti açıklarında 2009'da kurduğu Museo Subacuatico de Arte isimli sualtı müzesi, sanatseverleri çok farklı bir ortamda ağırlıyor.

Suyun altında toplam 510 eseri bulunan heykeltıraş, okyanus ve denizlerde yaşayan canlıların doğal ortamlarının giderek zarar gördüğüne vurgu yapmak için heykelleriyle deniz canlılarını buluşturuyor.

Mercanlar, İngiliz heykeltıraşın en çok kullandığı canlı olmuş. Başta dalgıçlar olmak üzere, her yıl 250 bin ziyaretçisi bulunan Karayipler'deki bu sualtı müzesinin gördüğü ilgi nedeniyle kapasitesinin yükseltilerek, 8 bin eserlik bir müzeye dönüştürülmesi planlanıyor.

Sabah, 18.10.2013

NİŞAN TAŞLARI TEHLİKE ALTINDA

 

 

İstanbul’un Okmeydanı semtindeki nişan taşları, sokak aralarına sıkışmış durumda. Yıllardır aynı vaziyette duran taşların çoğu bugüne kadar harap olmuş, kalanlar ise çalınma ve tahrip olma tehlikesiyle karşı karşıya.

 

Bir ay oldu olmadı, gazete sayfalarında çarşaf çarşaf yayımlanan bir haberle tüm dikkat nazarımızı İngiltere’ye çevirdik. Türk halkı olarak bizi bu haberle alakadar eden, mükerrer olduğundan pek bir aşina olduğumuz hırsızlık hikayesiydi.

 

Londra merkezli bir internet sitesi, Karacaahmet Kabristanı’ndan çalınarak yurtdışına çıkarılmış dört mezar taşının satılığa çıkarıldığını ilan ediyordu.

 

Biz giden taşlara tüh tühlerle hayıflanıyorduk ki son anda bir el uzandı, sökülüp götürülen taşların imdadına yetişti. Kültür Bakanlığı, bu sanal müzayede sitesi üzerinden yapılan satışa müdahale etti ve gayri kanuni yollarla satılan taşları anavatana getirdi. Bir zafer öyküsü gibi duran bu operasyonun arka yüzünde bizden taraf binler ihmal var.

 

Şu bir gerçek ki el altında yıllar yılı bekleyen tarihi eserler ancak yabancı eline düştüğü vakit kıymete biniyor. Ne gariptir ki geri getirmedeki çaba ve gayreti, taş ustaları elinde bir hamur gibi incelen bu eserleri muhafazada gösteremiyoruz.

 

Tabii bir de el altından satılmış binlerce taş var ki, o konuya yürek dayanmaz. Pek tabii, o taşların itinayla hırsızlanıp, yabancı eline pazar edilmesine aracılık yapan talihsizler de yok değil.

 

Bu haberle sızlayan vicdanımız biraz olsun rahat etti etmesine ama başımıza gelen bu musibetin, kimseye nasihat olmadığı bir hayli aşikar.

 

Zira vaktiyle Altın Boynuz’un ok yarışlarıyla şenlenen yamaçları, bugünkü duyarsızlığın başka bir veçhesini açık ediyor. Bir zamanlar keskin gözlü okçuların kozunu paylaştığı ve keskin nişancılarıyla efsaneleşen Okmeydanı, unutulmak üzere olan kadim bir kültüre ev sahipliği yapıyor.

 

Geçtiğimiz aylarda İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nce buraya yapılan Okçular tekkesi sayesinde, okçuluk sporu küllerinden doğmayı başardı. Semtin göbeğinde inşa edilen büyük okçuluk külliyesi, içindeki namazgah ve son derece iyi tertip edilen müze ile bu kültürü yaşatmaya devam ediyor.

 

Sultana ait taşlar balkon hizasında


 

Semt bu kültürün şaşaalı günlerine döndürülmek istense de gel gör ki mahalle arasındaki son derece kıymetteki nişan taşları kaderine terk edilmiş durumda. Beton evlerin sıkışıp kalmış sokak aralarında, bahçe kenarında ve hatta kömürlük gibi mekanlarda bekleyen nişan taşları tahrip olma ve çalınma tehlikesiyle karşı karşıya.

 

Çarpık kentleşme ve bilinçsiz tahribat yüzünden yazıları silinmeye yüz tutan tarihi eserler, kendilerine sahip çıkılacağı günü bekliyor.

 

Okmeydanı, Çıksalın, Hasköy, Sütlüce, Tozkoparan merkezlerine serpiştirilmiş nişan taşları, ne yazık ki, hak ettiği kıymeti bugüne kadar göremedi. Aralarında Sultan II. Mahmut ve III. Selim’in de diktirdiği nişan taşları bugün mahalle köşelerinde, gecekonduların yerine yapılmış apartmanların duvarlarına bitişik durumda.

 

Bu konuda göçün en sık yaşandığı 1970’li yıllara ait gazete haberleri semtin bilinçsiz bir kitle tarafından nasıl yağmalandığını gözler önüne seriyor.

 

Gecekondulardan ip uzatıp bahçelerinde kalmış bu taşlara çamaşır asan da olmuş, yıkılan taşları evinin temelinde kullanan da. Osmanlı devrinde sadece seçkin kimselerce diktirilen bu taşların kıymeti aslında üzerinde yazılan kitabelerden de anlaşılabilir.

 

Okçuluk müsabakasında rekorlar kıran bir okçu adına ya da kıran kırana geçen bir müsabakanın ardından bir anı olarak dikilen taşlar, üzerindeki manzum yazılarla da edebi bir eser niteliğinde.

Belki bu tarihi sporun ve paha biçilmez taşların kıymeti zamanında bilinseydi Okmeydanı semti, tüm dünya okçuları için bir cazibe merkezi olabilirdi. 

 

İsmiyle müsemma bir semt

Okçuluk, bilindiği üzere ateşli silahlar icat edilene kadar Türkler arasında sıklıkla kullanılan bir savaş aleti olmuştu. Öyle ki gözünü kestirip attığını vuran okçular, halk arasında kemankeş olarak bilinir, sahip olukları maharetle her daim övgüyü hak edermiş. Tüfeğin çıkması, yıllardan beri yapılagelen bu sporun deyim yerindeyse kökünü kurutmuş. Okçular üzerine anlatılan hikayeler de yavaş yavaş tarihe karışmış. Bu yüzdendir ki “tüfek icat olundu, mertlik bozuldu” darbımeseli bugüne kadar çıkagelmiş. Fakat keskin gözcü okçuların toplanma yeri İstanbulluların da tahmin edebildiği gibi Okmeydanı idi.

 


Kaptanpaşa Mahallesi’nde, Hacı Beşir Ağa’ya ait celi sülüs kitabeli nişan taşı. Bahçe duvarına dayanan musanna taş 2004 yılından bu yana aynı vaziyette. (Şinasi Acar arşivi)

 


Beşir Ağa’nın 639 metrelik ok atışı sonrasında dikilen nişan taşı. 1930 yılında çekilen fotoğraftaki taşın külahı bugün kaybolmuş. Bir imalathane bahçesinde rastgeldiğimiz taş, hırsızlığa davetiye çıkarıyor. İşyeri sahibi, “Bu değerli eseri korumak istesem de izin vermediler.” diyor.

 


Gecekondulaşma sırasında bilinçsizce kırılan nişan taşları ibretlik bir görüntü sunuyor.

Zaman, Haber: Erkam Emre, 18.10.2013

KABE YENİ REVAKLARIYLA BÖYLE GÖRÜNECEK

 

 

Genişletme projesi yürütülen Kabe’nin restorasyonu bittikten sonra inşa edilecek tarihi Osmanlı revakları ile yeni halini gösteren proje fotoğrafına Hürriyet ulaştı.

 

Kabe’yi genişletme projesi kapsamında yıkılan tarihi Osmanlı revaklarının, Arafat’taki bir atölyede aslına uygun olarak restore edilme çalışmaları son hızla devam ediyor. Restorasyon bittiğinde revaklar yeniden Kabe’nin etrafını süsleyecek. Hürriyet, Kabe’nin revaklarıyla yeni halini gösteren projenin fotoğrafına ulaştı. Suudi yönetimi Osmanlı Revakları’nın yıkımına geçtiğimiz yıl başladı.

 

TAMAMEN YIKILACAKTI

Projenin başında revaklar tamamen kaldırılacaktı ancak devreye Başbakan Tayyip Erdoğan girdi. Revakların yeniden Kabe’nin etrafına yerleştirilmesi kararlaştırıldı. Kabe’nin etrafındaki 500 revaktan sökümü tamamlananlar, Türk inşaat şirketi Gürsoy Grup tarafından Arafat’ta kurulan bir atölyeye taşındı. Burada aslına sadık kalınarak restorasyon projesi başladı. Arafat’taki restorasyon atölyesinde devam eden sağlamlaştırma çalışmalarının ardından tarihi parçalar paketlenerek ait oldukları Kabe çevresine tekrar nakledilecek. Kubbe alemleri, rozet ve kitabeler taş dendanlar, cephe ve ayakları taş kaplamaları, kalemişi bulunan sıvalar, orijinal kubbelerin tuğlaları, kemer taşları, sütun, başlık ve kaideleri gibi mimari ögelerin tamamı da yine numaralandırılarak sökülüp, korumaya alınacak. Sökülen revaklar, bakımdan geçirildikten sonra 15 metre geri çekilip, tavaf alanıyla aynı seviyede olacak şekilde yeniden inşa edilecek.

 

PROJEDE TÜRK MÜHENDİSLER

Rekonstrüksiyon çalışmaları çerçevesinde sökülerek restorasyonu gerçekleştirilen bu elemanlar, hac dönemi sonrasında Türk mühendis ve mimarlar tarafından projesine uygun bir şekilde geleneksel yöntemlerle yeniden inşa edilecek revaklar da aynı şekilde kullanılacak.

 

1.5 milyonluk kapasite

Kabe'deki Osmanlı revaklarının zemin kotu avlu seviyesine, yani tavaf alanının kotuna indirilip aradaki fark ortadan kalkacak. Proje tamamlandığında, şu anda 50 bin kişilik olan tavaf kapasitesi 200 bine, 400 bin olan cemaatle aynı anda namaz kIlma kapasitesi 1.5 milyona çıkacak.
Hürriyet, Haber: Fatma Aksu, 17.10.2013

KARANLIK KONTES'İN 200 YILLIK SIRRI

 

Fransız Devrimi’nde kaçmayı başaran, kraliyet ailesinin en gizemli üyesi olan Marie Thérèse Charlotte’a ait olduğu sanılan Almanya’daki mezar kazılmaya başlandı.

 

 

1789 Fransız Devrimi’nde giyotinle idam edilen Kral 16. Louis ile Marie Antoniette’in en büyük kızları, kraliyet ailesinin en gizemli üyesi Marie Thérèse Charlotte’a ait olduğu sanılan Almanya Hildburghausen kasabasındaki mezar, önceki gün kazılmaya başlandı. Mezarda yatan, her zaman peçeli gezdiği bilinen “Karanlık Kontes” lakaplı kadının, Fransız Devrimi’nden kaçmayı başararak canını kurtaran tek kraliyet üyesi olan Marie Thérèse olduğu sanılıyor.

 

Cenaze töreni bile yapılmadı

1837’de 60’lı yaşlarında öldüğü sanılan Marie Thérèse Charlotte, muhtemelen dini bir tören dahi yapılmaksızın hemen defnedildi. Alman bilimadamları şimdi 1830 yılında 20 dakikalığına Fransa Kraliçesi de olan Marie Thérèse’nin 200 yıllık sırrını öğrenmek, mezarın ona ait olduğunu kesinleştirmek için DNA testi yapacak. Hildburghausen Müze Müdürü Michael Romhild, “Modern bilim Karanlık Kontes’in kaderini aydınlığa kavuşturacak” dedi.

 

DNA testi yapılacak

1830 yılında 20 dakikalığına Fransa Kraliçesi de olan Marie Thérèse’ya ait olduğu sanılan mezar iş makineleri yardımıyla kazıldı. Mezarın, Kral 16. Louis ile Marie Antoniette’in kızına ait olduğunu kesinleştirmek için DNA testi yapılacak.

Hürriyet, 17.10.2013

WARHOL VE MUNCH, CERMODERN'DE

 

 

CerModern yirminci yüzyılın sıra dışı iki ustasını ağırlayacak: Edvard Munch ve Andy Warhol.

 

6 Kasım-5 Ocak 2013 tarihleri arasında düzenlenecek sergi, bu sıra dışı iklinin, Varoluşçu-ekspresyonist Edvard Munch (1863-1944) ve sakin ve bağımsız Andy Warhol'un (1928-1987)  belirgin benzerliklerini ortaya çıkarmak amacını taşıyor.  Norveç Büyükelçiliği'nin desteğiyle Ankaralı sanatseverlerle buluşacak serginin küratörlüğünü  Patricia G. Berman ve Stave Pari üstleniyor. Yirmi yedi seçkiden oluşan sergide, Munch'ün yüzyılın başlarında ürettiği dört taşbaskı serisi olan Çığlık, Broş, Madonna, Eva Mudocci ve İskelet Kol adlı dört motifinin baskılarının yakından incelenmesi ve 1984 yılında Warhol tarafından özel tekniklerle oluşturulan pano baskı seriler yer alıyor. Edward Munch'un doğumunun 150. yılı anısına gerçekleştirilecek olan sergi, Andy Warhol Müzesi (NY), Munch Müzesi (Oslo) ve özel koleksiyonlardan derlenmiş ve şimdiye kadar çok az gösterilmiş eserlerden oluşuyor.

Zaman, 17.10.2013

KENDİ KÜÇÜK, TARİHİ BÜYÜK!

 

İtalya , Türkiye ve Yunanistan ortaklığında organize edilen Uluslararası Kentsel ve Mimari Restorasyon Bienali’nin ikincisine (BRAU 2), İstanbul Kemerburgaz Üniversitesi ev sahipliği yapacak. 30 Ekim’de Uluslararası Mimari Koruma Merkezi (CICOP) Başkanı Prof. Nina Avramidou’nun açılışını yapacağı bienalde İtalya, Yunanistan ve Türkiye’den uzmanların katılımıyla Via Egnatia Yolu üzerindeki mimari yapılara, tarihi eserlere, halklar arasındaki kültürel etkileşimlere dikkat çekilecek. Bienal, ‘Tüm Zamanların Yolu Via Egnatia’ ve Via Egnatia Yolu üzerinde bulunan ‘Kendi Küçük Tarihi Büyük’ eserlerin inceleneceği iki oturum şeklinde olacak. Ayrıca 22-31 Ekim tarihleri arasında İstanbul Kemerburgaz Üniversitesi’nde Via Egnatia üzerinde bulunan tarihi ve mimari eserlerin fotoğraflarından oluşan bir sergi düzenlenecek.

Radikal, Haber: Hazal Polat, 17.10.2013



Via Egnatia

PARİS'İN FİYATI 720 MİLYAR EURO

 

 

Dünyanın en çok ziyaret edilen kenti Paris’in fiyatı belli oldu. Tarihçi Patrice de Moncan ile Fransa Emlak Ajansları Federasyonu FNAIM Başkanı Gilles Ricour de Bourgies ortak bir kitap yazarak, Paris’teki tüm emlak varlığının fiyatını hesapladı. İki uzmanın hesabına göre, Elysee Sarayı ya da Eyfel Kulesi gibi tarihi binalar hariç bütün Paris’teki emlak varlığının toplamı 707 milyar euro . Paris’teki 1.3 milyon apartman ve evin fiyatı 525 milyar euro. Toplam 16 bin 818 metrekare genişliğindeki büroların fiyatı ise 142 milyar euro. Geriye kalan 84 bin butik ve atölyenin toplam bedeli ise 39.6 milyar euro. İki uzman bu hesaba tarihi binaların ederlerinin de eklenmesi gerektiğini belirtiyor. Yine aynı kitaba göre, paha biçilmez Elysee Sarayı’nın değeri 1.3 milyar euro, Eyfel Kulesi’nin 2.8 milyar, Louvre Müzesi’nin ise 7.5 milyar euro ediyor. Tarihi binalarla birlikte Paris’in toplam değeri yaklaşık 720 milyar euroyu buluyor.

Radikal, Haber: Arzu Çakır Morin, 17.10.2013

MERKEL VE PUTİN, TROYA MÜZESİ AÇILIŞINA DAVET EDİLMELİ

 

 

Troya Müzesi inşaatı geçtiğimiz günlerde resmen başladı. Müze açıldığında, Türkiye’den kaçırılan ve 44 farklı müze ve koleksiyona dağılan Troya eserlerinin geri dönmesi mümkün olacak. Doç.Dr. Rüstem Aslan’a göre müzenin açılışına, kültürel savaş ganimeti tartışmalarını sürdüren Merkel ve Putin de davet edilmeli.

 

Bir düş daha gerçekleşme yolunda. Başta Çanakkaleliler olmak üzere tüm Türkiye’nin, hatta dünyanın yıllardır beklediği Troya Müzesi inşaatı geçtiğimiz günlerde başladı. Üstelik çok da hızlı ilerliyor. Böyle giderse inşaatın 2014 sonunda biteceği söyleniyor; Troya Müzesi’nin de 2015 yılında açılacağı… Hatta tam da 1915 yılında kazanılan Çanakkale Zaferi’nin 100. yıldönümünde. Yani ışık göründü; özellikle de Troya’dan dünyanın dört bir yanına kaçırılan eserlerin yeniden ait olduğu yere, ülkemize getirilmesi ve sergilenmesi hususunda. Çanakkale On Sekiz Mart Üniversitesi-Arkeoloji Bölümü’nden Doç.Dr. Rüstem Aslan’a göre bu, yüzyılın projesi. Detayları ondan dinledik…

 

Siz uzun zamandır Çanakkale’de ve kazıların içindesiniz. Süreç nasıl ilerledi?

25 yıldır Troya’daki çalışmaların içindeyim. Öğrenci olarak katıldığım kazılar konusunda master ve doktora yaptım, ayrıca kazı eş başkanlığı görevini yürüttüm. Çanakkale’ye ilk kez 1988 yılında geldiğimde Troya, harabe harabesi bir ören yeri; Çanakkale de ören yerinden kopuk, küçük bir sahil kasabasıydı. 1988 yılında Troya’daki yeni dönem kazı ve restorasyon çalışmalarını başlatan M. Osman Korfmann; öncelikle tarih öncesi ören yerleri için çok zor bir işe girişti: Troya’yı anlaşılarak gezilebilen bir yere dönüştürdü. Daha sonra da yaptığı arkeolojik keşifler ve yayınlarla oranın bir Anadolu kenti olduğunu ortaya koydu. Korfmann’ın asıl önemli başarısı; elde ettiği sonuçları sergi, yayın ve belgesel filmlerle topluma anlatması oldu. Korfmann ayrıca; Türkiye’deki ilk Milli Park master planının gerçekleşmesi için de büyük çaba gösterdi. Troya Tarihi Milli Park süreci 1996 yılında sonuçlandı. Bunun hemen sonrasında da Kültür Bakanlığı’nın girişimleriyle ve yoğun bir çabayla 1998 yılında Troya, UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alındı.

 

Müze fikri ne zaman, nasıl ve hangi ihtiyaçlarla ortaya çıktı?

Çanakkalelilerin hayal bile etmedikleri Troya Müzesi fikri de yine 1998 yılından itibaren Korfmann tarafından dile getirilmeye başladı. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın kararlı tutumu ve Çanakkale’deki siyasi iradenin projeye her anlamda sahip çıkmasıyla da süreç hızlandı. Çanakkale kentinin 25 km uzağında, Troya’nın yani Tevfikiye Köyünün hemen bitişiğindeki müzenin projesi bir yarışmayla elde edildi. Oldukça önemli ve saygın jüri üyeleri günlerce tartışarak Ömer Selçuk Baz’ın projesini birinci seçti. Projede 10.000 metrekarelik bir gezi-sergi alanı bulunuyor. Karşımızda, ören yerini ezmeyen ve Troya’da tarih öncesi höyüğün öyküsünü anlaşılabilir bir şekilde sunan bir müze var. Troya; filmler, rekonstrüksiyonlar ve animasyonlar gibi modern müzecilik teknikleriyle mitolojisinden buluntularına kadar detaylıca anlatılacak.

 

Ankara ve İstanbul’daki müzelerde sergilenen Troya eserleri de bu yeni müzede toplanabilecek mi?

Bunun kararını Kültür ve Turizm Bakanlığı verecek. Ama tabii ki konsept yeni ve eski dönem eserlerin bir arada sergilenmesi üzerine kurulu.

 

Müze açılışını takip eden günlerde ne gibi gelişmeler olacak? Gerçekten de yurtdışına kaçırılan eserlerin dönüşü mümkün olacak mı?

Troya Müzesi’nin açılması arifesinde ulusal ve uluslararası kamuoyunu en çok ilgilendiren konulardan biri; Heinrich Schliemann’ın 1873 yılında Troya’dan kaçırdığı, ancak II. Dünya Savaşı sonrasında Rusların savaş ganimeti olarak Berlin’den Moskova’ya götürdüğü ve 1995 yılından itibaren Puşkin Müzesi’nde sergilenen ‘Troya Hazineleri’. Osmanlı İmparatorluğu’nun, topraklarından kaçırılan eserlerin geri dönmesi için başlattığı ilk hukuki süreç de yine Schliemann’ın kaçırdığı eserler üzerine… Osmanlı istediğini elde edememiş olsa da bu davanın sembolik bir önemi var. Şunu açıklıkla belirtmek gerekir ki ‘eserler çıktıkları yerde sergilenmelidir’ ilkesi akademik bir gerçek. Ancak bunun için eserlerin çıktığı yerdeki tüm fiziksel koşulların modern anlamda yerinde olması gerekiyor. Bu şart da Troya Müzesi’nin açılmasıyla sağlanacak. Müze açıldığında, Türkiye uluslararası komuoyunda sadece Troya Hazineleri’nin değil, Türkiye’den kaçırılan ve 44 farklı müze ve koleksiyona dağılan tüm Troya eserlerinin geri dönmesi için etik bir baskı yapabilecek; aynı zamanda hukuki süreci de daha etkili bir şekilde takip edebilecek.

 

Geçtiğimiz aylarda kaçırılan eserlerle ilgili oldukça olumsuz gelişmeler yaşandı. Türkiye bu konuda herhangi bir girişimde bulundu mu?

Önce olayı hatırlayalım: 20 Haziran 2013’te Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, St.Petersburg’daki ‘Uluslararası Ekonomik Forum’ kapsamında Hermitaj Müzesi’nde düzenlenen ‘Sınırların Olmadığı Avrupa’da Tunç Çağı’ başlıklı sergiyi Almanya Başbakanı Angela Merkel ile birlikte açmak istedi; ancak Almanya Başbakanı Merkel, sergi açılışını programından çıkardı. Putin’in yoğun çabaları sonrasında, son anda Merkel, açılışa katılmaya ikna edildi ve diplomatik bir kriz önlendi. Bu krizin nedeni Troya Hazineleri’ydi. Troya’dan kaçırılan eserlerin de bulunduğu sergiyi Merkel’le birlikte gezen Putin, II. Dünya Savaşı sonrasında Rus askerleri tarafından Almanya’dan kaçırılan eserlerin iadesiyle ilgili, “Gerçekten bir vatandaş için ne fark eder; yeri değiştirilen değerleri Almanya, St. Petersburg, Moskova ya da Türkiye’de görsün. Belki bu takdirde Türkler Schliemann’ın bulduklarını talep etmeyecek, biz de kimselerden Rus değerlerimizin iadesini istemeyeceğiz.” dedi. Düşünün… Troya’dan kaçırılan eserler, ikinci bir ülkeye kaçırılıyor ve sergilenmesi sırasında, eserlerin gerçek sahibi olmayan ülkenin politikacıları eserlerin akıbetini tartışıyor! Putin, sergi açılışındaki sözlerini bir politikacı olarak sarf etti. Merkel’in tavrı da politikti. Ancak Troya Hazineleri’nin aynı zamanda hukuki, bilimsel ve etik tarafları da var. Troya Müzesi açılışına, kültürel savaş ganimeti tartışmalarını sürdüren Merkel ve Putin’in de davet edilmesi; ama aynı zamanda çıktığı topraklardan koparılan Troya Hazineleri’nin, ödünç ya da benzeri bir anlaşmayla Türkiye’de sergilenme olanaklarının zorlanması gerekli. Bu amaçla müze inşasına paralel olarak, Troya eserlerinin geri dönmesi için bir an önce uluslararası kampanyalar başlatılmalı. Bunlar yapılırsa, hazinelerin geri dönüş süreci hızlanabilir. Troya eserleri her anlamda çıktığı topraklara ait ve ne olursa olsun geri dönmeli!

Zaman, Haber: Jülide Güngör, 17.10.2013

300 YIL DAYANDI,1 SAATTE KARARDI

 

 

Çin'de yapılan arkeolojik bir kazıda bulunan 300 yıllık bir mumya, tabutun kapağını açar açmaz, oksijenle temas etmesi nedeniyle yaklaşık 1 saat içinde simsiyah oldu.

 

300 yıl boyunca korunan mumyanın Qing Hanedanlığı (MS 1644-MS 1912) döneminde yaşamış olabileceği belirtildi. Arkeologlar, erkek mumyanın kıyafetlerinin de bu Hanedanlık döneminden izler taşıdığını belirtti. Aynı bölgede bulunan 2 diğer iskelet de inceleniyor.

 

Londra Üniversitesi öğretim görevlilerinden Çin Sanatları ve Arkeoloji uzmanı Dr Lukas Nickes, "Tabutu ilk açtığımızda mumyanın yüzü bembeyazdı. Hiç bozulmamış gibiydi. Ancak bir süre sonra yüzü simsiyah oldu ve vücudundan çürük kokuları gelmeye başladı. Aslında Çinliler eski Mısır'daki gibi ölülerini asla mumyalamazdı. Bu kişinin cesedinin neden çürümediğini inceleyeceğiz.Cesedi korumak için ona özel bir uygulama yapıp yapmadıklarını bilmiyoruz. Çünkü yakınlarda bulunan iki ayrı cesede ait ancak kemik kalıntılarına rastladık" dedi.







 

Cesedin, mangal kömürü ile doldurulan tabutun sıkı sıkıya kapatılmasından ötürü içeriye bakteri girmediği ve bu mumyalanmış hale geldiği düşünülüyor.

Habertürk, 17.10.2013

BİR ATIN TERKİSİNE YÜKLENEN TARİH

 

 

“Avni’nin atları” güzeldir çünkü bağımsızlık için savaşmak üzere binilir sırtlarına, o kavgayı taşırlar. Ferit Edgü’nün deyimiyle, “epik”tirler. Resim sanatının bir soyutlama olduğuna inanmadı pek. Belki o yüzden, çizdiği balıkçıda, demircide, figürden çok emeği görmüştür bakanlar.

 

Bir panelde, Nazım’ın şiirine anıştırmayla, “bazen kendimi at gibi hissediyorum” deyince, panel yöneticisinin, “aman estağfurullah” demesine şaşırmış Avni Arbaş. Çünkü, at olmak güzel bir şeymiş, o bunu övünmek için söylemiş. At var, at var. “Avni’nin atları” güzeldir çünkü bağımsızlık için savaşmak üzere binilir sırtlarına, o kavgayı taşırlar.

 

Ferit Edgü’nün deyimiyle, “epik”tirler. Destan yazarlar.

 

At, hareket, mücadele... Avni Arbaş, “clochar”ları da resmetti, Paris’in baldırıçıplaklarını. Mahmut Makal’ın “Bizim Köy”ünden esinle, Paris’in göbeğinde Türkiye’nin köylüsünü de çizdi. O köylüyü, Köy Enstitüleri’nden, Anadolu’yu gezerek tanımış, korkunç sefaleti ve insanı tanımıştı.


Kendine hiç ihanet etmediğini söylüyordu, 1919’da başlayan, 16 Ekim 2003’te sona eren yaşantısı boyunca.

 

Babasından aldığı ilk resim derslerini, akademide tamamladı. Paris’te yaşadı uzun yıllar. Ülkesine döndüğünde, vatandaşlıktan çıkarıldığını öğrendi. Kuvayi Milliye atlarını çizmeyi bırakmadı ama.

 

Resimde, Picasso ile kıyaslandı. Ahbabı Picasso’ya hiç öykünmediği, kendi olmak istediği ve olduğu bilindiği halde. Eşinin en çok tanışmak istediği iki kişiden biri Chaplin’di. Bunu tanıştıklarında ilk isim olan Picasso’ya da söyledi. Picasso, üçüncü bir isimsiz eksik olacağı kanısındaydı: Nazım.

 

Sonra bu anıyı dostları Nazım’a anlattılar.

 

Sonra Nazım’ı da desenledi Avni Arbaş. Atları hiç bırakmadan. Sağrıları o kadar doluydu ki o atların, o koca şair, üstünde duramayıp düştüğünü söyleyecekti... Bir de şiir yazacaktı...

 

“Bu atlar Avni’nin atları” diyecekti. “Kuvayi Milliye atları”...

 

Kuyruğuna memleketi satanların bağlanacağı atlar yine gelecekti, Nazım binemese bile sırtlarına. Ama oğlu binecekti elbet. Yine geleceklerdi, hem bu kez bayraklarının üzerindeki ayyıldız, orak-çekiçli olacaktı.

 

Sonradan, Avni Arbaş’la otururken, bu orak-çekici, “ışıklar içinde” olarak değiştirecek, bunun nedeni üzerinde tartışmalar başlayacaktı. Ama değişmeyen tek şey vardı ki, Avni’nin atları, görür görmez, orak-çekiçli bayrak taşıyan bağımsızlık savaşçılarının şiirini yazdırmıştı.

 

“İnce Memed”in kapağını desenler gibi çizmişti, hastane odasında yatağının yanındaki duvarları bile. Son nefesine kadar çizmek dedikleri, bu kadar somutlaşabilirdi.

 

Somut. Resim sanatının bir soyutlama olduğuna inanmadı pek. Belki o yüzden, çizdiği balıkçıda, demircide, figürden çok emeği görmüştür bakanlar.

 

Süvarinin ışık taşıdığını gördükleri gibi...

Sol haber, 16.10.2013

BU VADİDE TAŞ DEVRİNDEN BERİ İNSAN YAŞAMI VAR

İnönü İlçesindeki Kuzfındık Vadisi'nde yapılan kazı ve saha araştırmalarında, "Taş Devri" olarak bilinen dönemden bu yana 300 bin yıldır kesintisiz insan yerleşimi bulunduğu belirlendi.

 

Kazı Grubu Başkanı ve Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Ali Umut Türkcan, AA muhabirine yaptığı açıklamada, vadide çalışmaya, Eskişehir Arkeoloji Müzesi yetkililerinin yönlendirmesiyle 2006 yılında başladıklarını söyledi.

 

Kültür ve Turizm Bakanlığından 2008'de aldıkları izinle Kanlıtaş Höyüğü ve çevresinin daha iyi anlaşılabilmesi için İnönü Ovası'nın büyük bölümünü taradıklarını ifade eden Türkcan, burasının, Marmara Bölgesi ile Orta Anadolu'nun kesişim alanlarından biri olduğunu anlattı.

 

Bölgenin, Frigya'nın batı ucu olma özelliği de bulunduğuna dikkati çeken Türkcan, şöyle konuştu:

"Buradaki paleolitik dönem bulguları bizi şaşırttı. Bulgular ışığında bölgedeki yerleşimin, günümüzden 300 bin yıl öncesine kadar gidebildiğini tespit ettik. 'Alt ve orta paleolitik' dediğimiz Taş Devrini, 7 kilometre boyunca yoğun olarak belirledik. Bölgede Tunç Çağına ait yerleşimlerin olduğunu da saptadık. Örneklerine her yerde rastalanamayacak biçimde çok yoğun Roma ve Bizans dönemlerine ait tümsek mezarları bulduk. Kuzfındık Vadisi'nde Osmanlı'nın ilk dönemine ait kırsal bir yerleşkeyi belirledik. Vadide bu döneme kadar kesintisiz bir yerleşimin olduğu açık. Eskişehir'in en eskiye giden insan izlerini Kuzfındık Vadisi'nde bulduk. Paleolitik dönemden Osmanlı'ya kadar kesintisiz bir insan hayatını gördük."

 

Türkcan, bütün buluntuları kapsayacak şekilde çalışmalarını bir kitapta toplayacaklarını belirtti.

Milli Eğitim Bakanlığınca bu yıl Aşağıkuzfındık İlkokulunun kazı evi olarak kendilerine tahsis edilmesinden duyduğu memnuniyeti dile getiren Türkcan, "5-10 yıl kullanılabilecek bir kazı evi oluşturduk. Desteklerinden dolayı Anadolu Üniversitesi Rektörlüğü, İl Özel İdaresi, Eskişehir Arkeoloji Müzesi Müdürlüğü ve Aşağıkuzfındık Köyü sakinlerine teşekkür ederim" ifadesini kullandı.

haberler.com, Haber: Deniz Açık, 16.10.2013

46 MİLYON YAŞINDA

 

ABD’deki Smithsonian Doğa Tarihi Müzesi’nden bilim insanları 46 milyon yıllık bir sivrisinek fosilinin midesinde kan bulduklarını açıkladı.

 

Araştırmayı yürüten ekibin başında bulunan Dale Greenwalth, buluşun çığır açıcı olduğunu ancak ne yazık ki ellerindeki kan örneğinin Jurassic Park filmindeki gibi bir dinozora ait olamayacağını söyledi. Greenwalth, “Bu sivrisinek dinazorların soyu tükendikten 20 milyon yıl sonra yaşadı” dedi.

Hürriyet, 16.10.2013

KÜLTEPE'DE 4 BİN YILLIK ATIK SU KANALI ORTAYA ÇIKARILDI

 


 

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Kültepe Kazı Başkanı Prof.Dr. Fikri Kulakoğlu, bu yıl yapılan çalışmalar kapsamında Karum’da koloni çağının özellikle geç evresine ait yapıların araştırılmasına devam edildiğini söyledi.

 

Çalışmalar sırasında yerleşim planının daha iyi anlaşılmasının sağlandığını ifade eden Kulakoğlu, şöyle devam etti:

"Bu alandaki yerleşim planına baktığımızda, günümüzden bile daha iyi şartlarda, düzenli bir mahalle içinde yaşamlarını sürdürdükleri hatta o dönemde olağanüstü sayılabilecek büyük atık su kanallarının varlığını da görmüş olduk.Üzerleri sal taşlarıyla kaplı, kanalizasyon diyebileceğimiz atık su kanallarının varlığı bizleri şaşırttı. Aslında bunların varlığı biliniyordu ama bu kadar genişi ve büyüğü hele hele geç dönemde karşımıza çıkmamıştı. Yani o dönemde oldukça ileri şartlarda bir şehircilik anlayışıyla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz.

 

Kültepe’nin içinde bulunduğu Karahöyük Köyü'nde bugün bile kanalizasyon ya da atık su drenaj sistemi olmamasına rağmen, günümüzden 4 bin yıl öncesinde yerleşimde buna şahit olmak bizim için büyük bir şans. Bu o dönem Anadolu’nun ne kadar ileride ve gelişmiş olduğunu göstermesi açısından önemli bir buluntu."

 

Kulakoğlu, kanalın bütün mahalleyi dolaştığını belirterek, muhtemelen o dönemde var olan bir akarsuya bağlandığını ve atıkların buraya boşaltıldığını sözlerine ekledi.

Posta, 16.10.2013

TECAVÜZ HEYKELİ
POLONYA'YI KARIŞTIRDI

 

Jerzy Szumczyk adlı öğrenci, Sovyet askerlerinin II. Dünya Savaşı’nda Alman kadınlara tecavüzünü konu edinen heykeli, kentin Zafer Caddesi’ne dikti.

Ancak heykel ertesi gün izinsiz yerleştirildiği gerekçesiyle kaldırıldı. Heykeltraş öğrenci ise gözaltına alıp sorgulandıktan sonra serbest bırakıldı.

Milliyet, 16.10.2013

AYASOFYA'YI DA 'PAKETLEMEK' İSTİYORLAR

 

 

İstanbul Baş Vaizi Mustafa Akgül, Sultanahmet Camisi’ndeki bayram hutbesinde Ayasofya için de bir paket hazırlanmasını ve camiye çevrilmesini istedi.Gericilerin belli aralıklarla gündeme getirdiği Ayasofya’nın camiye çevrilmesi talebine, Erdoğan “önce Sultanahmet’i doldurun” diyerek göz kırptı.

 

Kiliseleri cami yapma modası, bayram namazlarındaki vaazlara da taşındı. Baş vaiz, bayram namazında Sultanahmet Camisi’nin dolmasını fırsat bilerek, Başbakan’a mesaj yolladı. İstanbul Baş Vaizi Mustafa Akgül, “Ayasofya cami olarak açılmalıdır” dedi. Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Hasan Kamil Yılmaz’ın imamlık yaptığı Sultanahmet Camisi’ndeki hutbeyi, İstanbul Baş Vaizi Mustafa Akgül okudu.

 

Herkes istediğini alıyor da!
Hutbede, Ayasofya’nın cami olarak ibadete açılmasını isteyen Baş Vaiz Mustafa Akgül, “Paketler açılıyor, birçok kardeşlerimiz de paketlerden istediklerini dile getiriyorlar. Biz de memnun oluyoruz çünkü herkes istediğini isteyebilir” dedi. Akgül, demokrasi paketine atıfta bulunarak başladığı vaazında “Peki ama bizim şu bayramda paketlerden bir talebimiz yok mu” ifadelerini kullandı. Sultanahmet’in cemaatle dolup taştığını belirten Akgül, “Ancak Ayasofya, cemaatten mahrum. Ayasofya ağlıyor, mükedder. Ayasofya’nın açılması için daha kaç paket bekleyeceğiz? Ayasofya büyük olduğu için mi paketlere sığmıyor? Bir gün Ayasofya cami olarak açılmalıdır” ifadelerini kullandı.

 

Başbakan ne demişti?
Ayasofya’nın yeniden camiye dönüştürülmesi için, yıl içinde dinci kesimler kampanyalar yapmıştı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bu taleplere “Siz önce Sultanahmet’i doldurun” yanıtını vermişti.

 

Ayasofya’ya bağlı Trabzon’daki Ayasofya Kilisesi de camiye çevrilmişti. Trabzon’da uzun süre müze olarak kullanılan Ayasofya, 52 yıl aradan sonra tekrar camiye çevrilmiş ve freskler perdelerle, zeminin üzeri ise halılarla kapatılmıştı.

Sol haber, 16.10.2013

GOYA'NIN TORUNU
HALKA AÇILIYOR

 

Romantizm akımının önde gelen isimlerinden olan ressam ve gravür sanatçısı Goya’nın, torununu çizdiği portresi 9 Ekim’de Dallas’ta halka açıldı.

 

İspanyol gerçekçiliğinin en büyük ustası Francisco Goya, 1827 yılında 27 yaşındaki torunu Mariano’nun portresini çizmişti.

Bu, 80 yaşını deviren sanatçının çizdiği son portre oldu. Dallas’taki Meadows Müzesi yetkilileri 2015 yılında gerçekleştirmeyi planladıkları ‘Barok’un 500. yılı’ sergisi için bu değerli tabloyu daha önceden müzelerine katmışlardı. 


Akşam, 16.10.2013

MASKÜLEN SERGİ PARİS'İ SALLIYOR

 

Orsay Müzesi’ndeki sergide erkek bedeni tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor. 70 tablonun yer aldığı sergi, ‘beden’ denince akla ilk gelenin kadın vücudu olması fikrine de karşı duruyor.

 

 

“Para azalınca, müzeler çıplaklığa sarıldı...” Bu cümle The New York Times gazetesi yazarı Doreen Carvajal’a ait. Son haftalarda Paris’i deyim yerindeyse ‘sallayan’ bir sergiden bahsediyor. Orsay Müzesi’nde açılan “Masculin/Masculin” (Maskülen) isimli sergi, 17. yüzyıldan günümüze erkek bedenini tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Carvajal’ın yorumu müzenin para sıkıntısı çekmesinden dolayı ilgiyi arttırmak için böyle bir yola başvurması...

 

Son günlerde Paris’in en merak edilen sanat etkinliğine dönüşen sergi, görkemli nü heykellerle başlıyor ve 70 tablo, 20 heykel, çok sayıda fotoğrafa yer veriyor. Sergiye internet üzerinden izlenebilen ancak 18 yaş sınırı konulan bir video da eşlik ediyor. Sergi için hazırlanan bu video serginin açıldığı 24 Eylül tarihinden bu yana yaklaşık 110 bin defa izlenmiş.

                                                                                                         
‘Bugünü yakalıyoruz’
Müze adına açıklama yapan temsilci Amelie Hardivilier, “Sergiyle bugünün toplumunu yakalıyoruz. Konseptimiz günümüz insanının ilgilerine yanıt vermek. Amacımız skandal yaratmak değil” diyor. Sergi aynı zamanda ‘beden’ denince akla ilk gelenin kadın bedeni olması fikrine de karşı duruyor.


2014’e kadar açık
Serginin tanıtımı için hazırlanan metinde, “Kadın bedeninin çıplaklığına dair sergiler düzenlenmesi alışıldık bir durum olmasına karşın, Viyana’da Leopold Müzesi’nde geçtiğimiz yıl düzenlenen bir sergi dışında, şimdiye dek yalnızca erkek çıplaklığına adanmış bir sergi, hiç düzenlenmemişti. Oysa erkek bedeni ve erkek güzelliği 17. yüzyıldan günümüze, akademik sanat eğitiminin bir parçası ve Batı sanatının yaratıcılığının da anahtar noktalarından biri oldu.” deniyor.


“Masculin/Masculin” başlıklı sergi, 2 Ocak 2014’e kadar Paris Orsay Müzesi’nde ziyarete açık olacak.

Milliyet, 16.10.2013

BANSKY ESERLERİNİ 60 DOLARA SATTI

 

İngiliz grafiti sanatçısı Banksy, New York’taki Central Park’ta açtığı bir stantta her biri yaklaşık 20 bin pound değerinde olan eserlerini 60 dolara sattı.

 

“Better Out Than In” temasıyla bir ay boyunca her gün yeni bir esere imza atacağı programı için New York’ta bulunan Baksy, websitesinde bir video yayımladı ve “Dün, bir stant kurdum ve %100 Banksy imzalı tuvalleri her biri 60 dolardan satışa çıkardım” yazdı. Gün boyunca yapılan satışlardan 420 dolar kazanan Banksy, “Lütfen bunun sadece bir kereye mahsus olduğunu unutmayın” dedi.

Akşam, 16.10.2013

ANTALYA'YA SUALTI MÜZESİ

 

 

Deniz Ticaret Odası (DTO) Antalya Şubesi, Meksika'nın Karayip Denizi'nde bulunan dünyaca ünlü sualtı müzesinin bir benzerini Antalya'da kurmayı hedefliyor.


Sualtı sporculuğunun gelişmesi, Antalya'nın bir dalış merkezi haline gelmesinin amaçlandığı proje için Batı Akdeniz Kalkınma Ajansı (BAKA) ile görüşmeler başladı. Antalya'da bu müze için Side'nin düşünüldüğü öğrenildi.

DTO Antalya Şubesi Başkanı İnanç Kendiroğlu, müzenin hem Antalya'nın hem de bölgenin sualtı turizm potansiyeli için dünya çapında tanıtım imkanı sağlayacağını söyledi. Kendiroğlu, projenin hayata geçmesi halinde Antalya'nın dalış turizminde çağ atlayacağını belirtti.

Proje hakkında BAKA Genel Sekreteri Tuncay Engin ile görüşen Kendiroğlu, "Oldukça olumlu yaklaşıldı" dedi. Turizmin 12 aya yayılması kapsamında destek paket için müracaat etmeye hazırlandıklarını anlatan Kendiroğlu, sualtı müzesi için proje çalışmaları yapılacağını da dile getirdi.

Meksika'da Cancun yakınlarında yer alan dünyanın ilk sualtı müzesi, yeni bir mercan resifi oluşması için 400 insan heykelinin yerleştirilmesiyle dikkatleri çekmişti. Mercan kayalıkları, deniz canlılarını gündeme getirme, doğal çevrenin korunmasına yönelik bilinç oluşturma amacıyla kurulan müze, dünyanın her yerinden gelen sualtı sporcuları için önemli bir cazibe merkezi konumunda.
 

Cnn Türk, 16.10.2013

EYÜP SULTAN TÜRBESİ'Nİ YAZI TAHTASINA ÇEVİRDİLER

 

 

Eyüp Sultan hazretlerinin türbesinin çevresinde görüntü kirliliği yaşanıyor. Türbenin ön tarafına yazılan yazılar yerli ve yabancı turistlerin tepkisine yol açtı. Türbeye dua etmek için gelenler bu yazıların silinmesini istiyor.

 

Kurban Bayramı tatilinde Eyüp Sultan hazretlerinin türbesini ziyarete gelenler türbenin çevresindeki ilginç yazıları görünce şaşkına uğruyor. Duvardaki yazılarda oğluna iş arayandan. kendisine kısmet arayana kadar çeşitli mesajlar yer alıyor. Her tarafa yazılan bu mesajlardan dolayı türbenin etrafı da yazı tahtasına dönüş durumda. Yerli ve yabancı turistler de bu durumu tepki ile karşılıyor. Türbenin çevresinin bu şekilde kirletilmesinin yanlış olduğunu söyleyen ziyaretçiler. yetkililerin yazıları silmesini ve türbenin çevresinde oluşan bu görüntü kirliliğinin giderilmesini istiyor. Bayram ziyareti için Almanya'dan geldiğini ifade eden bir vatandaş, "Biz zaman zaman Eyüp Sultan hazretlerinin türbesini ziyarete geliriz. Burada dua etmek gerçekten çok farklı. Ancak bu yazılar buraya yakışmıyor. Bu manevi atmosferi bozuyor. Buraya yazı yazanlar yanlış yapmış. Bu yazılara engel olmamak ve buradan silmemek başka bir yanlış. Biran önce bu ilginç yazıların silinip tertemiz bir ortamda ziyarete açılmalı." diye konuştu. Türbenin çevresine yazılan ilginç mesajlardan bazıları şöyle: “Oğlum Fethi inşallah diplomat olsun. Benim bütün dileklerim gerçekleşsin. Gülşen halama gönlüne göre ver. Allah’ım Namık kulunun içine sevgi ver. Emre’ye devlette iş ver. Güvenliğin işten atılmasını istiyoruz. Allah’ım Efran’la bana aşık olan benimle evlensin. Allah’ım kocamı bana dönder. ”

Zaman, 15.10.2013

2 BİN 500 YILLIK TARİHİ YOL KADERİNE TERK EDİLDİ!

 

 

Antik çağda Pamphylia olarak anılan Antalya’yı Ege ve İç Anadolu bölgelerine bağlayan tarihi yollar kaderine terk edildi.

 

Bölgede pek çok örneği bulunan ve günümüze kadar varlığını sürdüren antik yolların büyük çoğunluğu unutulmuş durumda. Kimi yerde taş ocakları ve benzeri girişimlerle izleri yok edilen antik yollardan biri olan Elmalı İlçesindeki tarihi yolun önemine değinen Araştırmacı Yazar Giray Ercenk, yaklaşık 2 bin 500 yıllık geçmişi bulunan yolun Roma döneminde son şeklini aldığını ve geçmişte önemli bir ticaret ve yönetim merkezi olan Elmalı için değerinin büyük olduğunu dile getirdi.

 

Antalya'yı Ege'ye bağlayan 2 bin 500 yıllık yol
Elmalı’nın Kışla Köyü yakınlarında önemli bir kısmı korunarak bugüne ulaşan taş döşeli antik yolun Korkuteli'den çıkarak Antalya'yı Ege'ye bağlayan yollardan biri olduğunu söyleyen Araştırmacı Yazar Giray Ercenk, tarihi yolun, Bayındır Köyü'nden geçerek Baltasıgedik ve Sinan-i Ümmi türbelerinin bulunduğu hat üzerinden Elmalı'ya ulaşan bir ticaret yolu olduğu bilgisini verdi. Elmalı Güğü Beli geçidini aştıktan sonra ayrı yerlere ulaşmak ürere yeniden ikiye ayrılan yolun, sol koluyla Seki üzerinden Fethiye'ye, sağ koluyla da yeniden Milyas'a doğrulduğunu dile getiren Ercenk, “Dirmil, Gölhisar, Tefenni, Karamanlı ve Burdur üzerinden İç Anadolu ve de Gölhisar Acıpayam üzerinden Batı Anadolu'ya bağlanıyordu. Bu yolun tarihi yaklaşık 2 bin 500 yıl geriye gidebilir. Son şeklini ise Roma döneminde almıştır” dedi.

 

‘Arap akınlarıyla harabe oldu, Selçuklu döneminde canlandı'
Antalya bölgesindeki antik yollar hakkında uzun yıllardır araştırmalar yapan ve kitaplar yayınlayan Ercenk, başlangıçta birer izlekten ibaret olan tarihi yolların özellikle Anadolu'daki Roma’nın egemen olduğu MÖ 1. yy ile MS 4. yy arasında yüksek standarda kavuşturulduğunu belirterek, “Bizans döneminin ilk bir kaç yüz yılında önemini ve standartlarını koruyan bu yolların özellikle de denizciliği öğrenen Müslüman Arapların yaptıkları yıkıcı yağma akıncılarının, limanların, kent ve çiftliklerin boşalmasına neden oldu. Ve ardı arkası kesilmeyen Arap akınları nedeniyle tacir, sanatkar ve yönetici halkın daha güvenli bölgelere çekilmesiyle kentler tarımdan sanayiye üretim, ticaret ve yönetim merkezi olma özelliklerini yitirdiler. Kısa süre içinde birer harabe haline geldiler. Yolların yeniden iskan edilerek canlanması, bölgedeki liman kentlerinin Selçuklu egemenliğine girmesiyle olmuştur” bilgisini verdi.

 

Antik yoldaki taş yapıların sırrı
Elmalılı arkeolog Ünsal Özçakır ise, taş döşendiği için yörede ‘naldöken’ olarak da anılan antik yol üzerinde bulunan bir dönemin kültür ve inancını yansıtan ayrıntılar hakkında bilgiler verdi. Antik yolun Kışla Köyü yakınlarındaki bazı bölümlerinde bulunan taş yapıların pagan inancını yansıtan ibadet yerleri olduğunu dile getiren Özçakır, bölgede çok sayıda bulunduğunu belirttiği söz konusu yapıların bölgeyi istila ettikleri dönemde Pers ordusunda bulunan pagan Türkler tarafından yapılmış olabileceğini öne sürdü.

 

Arkolog Ünsal Özçakır: Taş yapılar bana göre şaman tapınağı
Antik yolla bağlantılı olduğunu belirttiği taş yapıların yaratıcı güçlerle iletişim kurmak amacıyla kullanılmış olabileceğini dile getiren Özçakır, “bunlar bana göre Şaman tapınakları. Bu yapıların içindeki küçük taşlarla tanrılarla iletişim kuruluyordu. Antik yol boyunca mola yerlerinin yanı başında yapılmışlar. Bu yapılar hakkında bir araştırma yapılmış değil. Bu çok üzücü bir durum. Bu yapıların tescil edilip korunması gerekiyor. Bunlar yalnızca birer taş yığını değil, köklü bir kültürün bugüne uzanan izleridir” ifadelerini kullandı.

Sol Haber, Haber: Yusuf Yavuz, 15.10.2013

ÜNİVERSİTEDEKİ ARKEOLOGSUZ İNŞAATI ÖĞRENCİLER DURDURDU

 

 

İstanbul Üniversitesi , tescilli tarihi eser olan Fen Fakültesi binasını depreme dayanıklı hale getirmek için 27 Mart 2013’te İstanbul 4 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na başvurdu. Kurul, üniversitenin güçlendirme projesine onay verdi. Onay üzerine inşaat çalışmaları başladı. Ancak 1/1000 ölçekli Koruma Amaçlı Uygulama İmar Planı’na göre 2. dereceden koruma bölgesinde olan fakülte binasında yapılacak herhangi bir faaliyetin arkeolog gözetiminde olması gerekiyordu. Hafriyat çalışması yapılırken müzeden arkeolog görevlendirilmedi. Arkeologsuz çalışma, Sanat Tarihi, Arkeoloji ve Taşınabilir Kültür Varlıklarını Koruma ve Onarma bölümü öğrencilerinin gözü önünde yapılınca öğrenciler müdahale etti.

‘Öğretilene ters yapılıyor’
Hafriyat çalışması sırasında çıkan keramik ve su künkü parçalarını inceleyen öğrenciler, inşaatın durdurulması için İstanbul 4 Numaralı Kültür Varlıkları Koruma Bölge Kurulu’na başvurdu. Öğrencilerin şikayeti üzerine İstanbul Arkeoloji Müzesi’nden uzmanlar inşaat alanında inceleme yaptı. Uzmanlar inşaatın durdurulmasını istedi. Şimdi keramik ve su künkü parçalarının incelenmesinin sonucuna göre çalışmaya yön verilecek. İstanbul Üniversitesi Taşınabilir Kültür Varlıklarını Koruma ve Onarım bölümü öğrencisi Cenk Yürükoğulları ”Bize öğretilen ilk kural, koruma alanında yapılacak herhangi bir çalışmanın arkeolog gözetiminde yapılmasıdır. Durum bunun tam tersi” dedi.

Radikal, Haber: İdris Emen, 15.10.2013

İLK RESSAMLARIN ÇOĞU KADINMIŞ

 

Araştırmacılar yıllardır, özellikle avlanmayı gösteren mağara resimlerinin binlerce yıl önce erkekler tarafından çizildiğini düşünürdü.

 

ABD’deki Penn State Üniversitesi’nde antropoloji profesörü Dean Snow’un araştırmasına göre onbinlerce yıl sonra bu resimleri çizenlerin çoğunun kadınlar olduğu anlaşıldı. On yıl boyunca çoğu Fransa ve İspanya’daki mağaralarda olan 20-40 bin yıllık mağara resimlerini inceleyen Snow’un araştırmasına göre basit el sanatı örneklerinin yaklaşık yüzde 75’i kadınların çalışmalarının ürünü. Snow, “Eğer kadınlar mağaralardaki resimlerin çoğunu çizdilerse, avcı ve toplayıcı toplumlarda sanılandan daha önemli ve büyük rol oynamış olabilirler” dedi. Araştırma National Geographic’de yayınlandı.

Hürriyet, 15.10.2013

BUZULLAR ALTINDA BİN YILLIK ORMAN ÇIKTI

 

 

Alaska'daki Mendenhall buzulunun altından orman çıktı... Yarım asır boyunca buzdan başka bir şey görülmeyen bölgede 2012'den itibaren ağaçlar görülmeye başlandı. Güneybatı Alaska Üniversitesi Jeoloji Bölümü Başkanı Cathy Connor, "Hala yaşayan ve hatta gelişmekte olan ağaçları bulmamız son derece heyecan verici" dedi. Connor şimdiye dek ağaç kabukları, dal parçaları gibi kalıntılarla sık sık karşılaştıklarını fakat hala kökleriyle sıkı sıkıya toprağa bağlı ağaçları yeni keşfettiklerini söyledi. Kimi ağaçların bin yaşında olduğunu, boylarının 1.2 metre ile 1.5 metre arasında değiştiğini belirten Connor, ağaçların cinsinin ise ladin olduğunu bildirdi.

HALK ENDİŞE DUYUYOR
Böylesine bir keşfin bin yıl öncesinin dünyasına açılan bir kapı anlamına geldiğini bildiren Connor, bölgeden topladıkları numuneler üzerinde araştırmaların devam edeceğini de sözlerine ekledi. Araştırmacıların ağaçların yaşını hesaplamak için radyokarbon testine tabi tuttuğu öğrenildi. Mendenhall buzulu, 2005'ten beri senede ortalama 52 metre küçülüyor. Uzmanlar bu sene aşırı yüksek yaz sıcaklıkları dolayısıyla bu küçülmenin daha da artacağını öngörüyor. Bilim insanları bu durumun tehlikeli olduğunun farkında olsa da, bin yıllık bir orman keşfetmenin verdiği heyecana kapılmadan edemiyor. Fakat bölge halkı hızla küçülen buzulun çevredeki göl ve akarsuların seviyesini yükselteceğinden endişeli.

Sabah, 15.10.2013

KARAMAN KALESİ ÇALIŞMALARINDAN 'CİN DARI' ÇIKTI

 

 

Karaman Kalesi'nde başlatılan kazı çalışması devam ederken, mescit olarak kullanıldığı tahmin edilen yerin altında, kilolarca bitki tohumlarına rastlandı.

 

Karaman Müzesi kazı sorumlusu arkeolog Ertan Yılmaz, AA muhabirine yaptığı açıklamada, tarihi kalede yapılan arkeolojik kazı ve temizleme çalışmaları sırasında eskiden mescit olarak kullanıldığı tahmin edilen bölümde kendilerini heyecanlandıran buluntularla karşılaştıklarını söyledi.

 

 Burada toprak altında, çok miktarda "cin darı" ismiyle litaratüre girmiş bitki tohumlarından bulduklarını ifade eden Yılmaz, "Ziraat mühendisleriyle, akedemisyenlerle görüştük. Buluntulardan örnekler gösterdik. Buluntuların cin darı tohumu olduğu kesinleşti. Cin darı süpürge tohumu olarak da bilinen, genellikle ekmeğin yoğunluğunu artırmak için kullanılan bir bitki türü. Kuş yemi olarak da kullanıldığı biliniyor" dedi.

 

Karaman tarihiyle ilgili eski araştırmalarda, 1933 yılında Karaman kalesinde yapılan tamirat ve restarasyon çalışmaları sırasında bir dehlizden ve yine buradan 2 vagon kadar cin darı tohumunun bulunduğunu ve bunun da İstanbul'da bir fabrikaya götürüldüğünün belirtildiğinin altını çizen Yılmaz, şunları kaydetti:

"Tarihçi, araştırmacı yazar İbrahim Hakkı Konyalı'nın 'Karaman'ın Tarihi' isimli kitabında burada bir taşın düştüğü ve oradan yere cin darı tohumlarının aktığı da belirtilmektedir. Ayrıca yaşlı insanlar da bunu doğrulamakta... Bulunan tohumların bir çoğunun özelliğini kaybettiğini fakat sağlam olan bazılarının da tekrar ehlileştirilerek günümüzdede tohum olarak kullanılabileceği bilgisini aldık. Şu anda çeşitli üniversitelerle görüşmelerimiz devam ediyor. Bu tohumların ne zamandan kaldığını tespit etmek şimdilik zor. Bu bizim uzmanlık alanımız dışında. Bunun ziraat fakültelerinden, arkobotanikçilerin yapacağı çalışmalardan sonra net bir şey söylemek mümkün.  Ama bu kadar geniş bir alanda yoğun bir depolamanın yapılması cin darının eskiden önemli bir bitki olduğunun göstergesi."

 

Karaman Kalesi'nin en parlak ve zengin dönemini Karamanoğulları döneminde yaşadığının bilindiğini vurgulayan Yılmaz, "Fakat 1459-1460 senelerinde Karamanoğulları ile Osmanlı'nın çekişmesi sırasında Gedik Ahmet Paşa buraya bir sefer düzenlemiş. Burada çok büyük bir savaş olmuş. Her taraf, yerle bir olmuş. Kalenin içinde bulunan yapı kalıntıları da o dönemden kalma. Yine Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nde, bu savaş sırasında Karaman'da çok büyük bir kıtlık olduğunu, bu kıtlığın etkisiyle halkın evlerinde zor günlerde kullanılmak üzere çeşitli tahıllar sakladığını söylemekte. Bundan da yola çıkarak bu cin darıların kıtlık sırasında depolandığı ve savaş sırasında da toprak altında kaldığı düşünülebilir" diye konuştu.

haberler.com, Haber: Mehmet Çetin, 15.10.2013

BEYKOZ KASRI BAŞBAKANLIK'A TAHSİS EDİLDİ

 

Dolmabahçe’deki Başbakanlık Ofisi, Beykoz Kasrı’na taşınıyor.

 

TBMM Milli Saraylar Dairesi, Beykoz Kasrı’nın Başbakanlık’a tahsisine onay verdi. Erdoğan, İstanbul’daki resmi temaslarını Dolmabahçe’deki çalışma ofisinin yanı sıra Anadolu yakasındaki Beykoz Kasrı’nda da yürütecek.

Bugün, Haber: Metin Arslan, 14.10.2013

ÇÖPLÜĞÜN ALTINDAN TARİH ÇIKIYOR


 

İzmir'in kent merkezindeki tarihi ören yeri Agora'da kazı yapılan alan 51 dönüme ulaşırken, yer altından tarih fışkırmaya devam ediyor.

 

İzmir Büyükşehir Belediyesi ve İzmir Ticaret Odası'nın desteği ile süren Agora kazıları devam ederken, kazı alanı ise yapılan çalışmalarla her geçen gün daha da genişliyor.

 

Bu kez doğu bazilika bölgesindeki çöplük alanda yapılan kazılardan tarih fışkırmaya başladı.

 

Kazı Başkanı Yard. Doç.Dr. Akın Ersoy, Agora çevresindeki mezbelelik alanların yıkılmasının ardından, kaldıralan çöplerin altından tarihin fışkırmaya başladığıdını belirterek, “Çöplerin kaldırıldığı doğu bazilikada arkeolojik kazılara başladık. Şu an geç osmanlı dönemine ulaştık, yakın bir zaman içinde Roma dönemine ulaşacağız. Bu bölgeden hem Agora hem de Basmane'ye giden Roma yolu da bulunuyor. Bakanlığa projeyi gönderdik. Bu yolu yapılacak düzenlemelerden sonra turizme açacağız. Agora, yapılan çalışmalarla 51 dönümlük bir alana ulaştı. Kamulaştırmalar bittikçe daha da büyüyecek” dedi.

Hürriyet, Haber: Mustafa Oğuz, 14.10.2013

1 MİLYONLUK TARİH VURGUNA POLİS DARBESİ

 

 

Motosikletli yunus timleri, şüphelendikleri iki kişinin kimliklerini kontrol etmek istedi. Kaçarken yakalanan zanlılardan 1 milyon TL’lik tarihi eser ele geçirdi.
 

Ankara’da önceki gün Mamak’ta devriye gezen yunus timlerinin dikkatiyle 1 milyon TL tutarında tarihi eserler ele geçirildi. Mamak Plevne Caddesi’nde rutin devriye kontrolleri yapan motosikletli 2 yunus timi ellerindeki siyah çantalar ile gezen Y.G ve A.A’yı kimlik kontrolü için durdurmak istedi.

Ancak Y.G. ve A.A. polisin ihtarının ardından koşarak kaçmaya çalıştı. Ara sokaklarda yaşanan kovalamacanın ardından şüpheliler yakalandı. Yunus timleri şahısların ellerinden çantaları alıp incelemeye başladı.

Çantanın içinde gazete kağıtlarına sarılı vaziyette tarihi eserlerin olduğu anlaşıldı. Değeri 1 milyon liradan fazla olduğu tahmin edilen Osmanlı tuğralı ve Osmanlıca yazılı sikkeler, kadın ve insan figürlü, kelebek sembollü oyma taşlar ve haç işaretli kolye ele geçirildi.

ADLİYEYE SEVK EDİLDİLER
Emniyette ifadeleri alınan şahısların eşyaları “Çöpte bulduk” dedikleri öğrenildi. Tarihi eser kaçakçılığı ve ticareti yapmadıklarını ifade eden zanlılar işlemlerinin tamamlanmasının ardından adliyeye sevk edildi.

Bugün, Haber: Ömer Ozan, 14.10.2013

İTALYA PARASIZLIKTAN
TARİHİ ESERLERİ SATIYOR

 

Borç yükünü hafifletmek isteyen İtalyan hükümeti, nispeten düşük kıymetteki 50 tarihi eser ve kalıntıyı açık artırmayla satıyor.

Maliye Bakanı Fabrizio Saccomanni, bütçede aldıkları ilave tedbirlerin yanında, satıştan 500 milyon euro dolayında gelir beklediklerini açıkladı.

Satışa çıkarılan eserler ve yerler arasında Katolik bir kardinalin sarayıyla, Venetion Lagünü'nde bir ada da yer alıyor. İtalyan hükümeti geçen sene de bazı adaları satmıştı.

Sabah, 14.10.2013

DÜNYANIN EN İYİ DİNİ YAPISI TÜRKİYE'DE

 

 

Emre Arolat Architects tarafından tasarlanan Sancaklar Camisi, alanında dünyanın en önemli etkinliklerinden Dünya Mimarlık Festivali'nde dünyanın en iyi dini yapısı seçildi.

 

 

Singapur’da düzenlenen Dünya Mimarlık Festivali’nde, bu yıl dini yapılar kategorisinde birincilik ödülü alan Sancaklar Camisi için seçici kurul, ışık ve maddenin en saf şekilde ortaya konduğu bu yapının iç mekanında hissedilen sükunet ve arınmışlık duygularından çok etkilendiklerini vurguladı.

 

 

Mihrap duvarından sızan ve gün içinde sürekli değişkenlik gösteren doğal ışık ve kullanılan malzemelerin doğallığı övgüye değer bulundu.

 

 

Büyükçekmece'deki Sancaklar Camisi projesi, Emre Arolat Architects tarafından, biçim ve simgelere dayalı güncel mimari yönelimlerin aksine, sadece dinsel bir mekanın özüne odaklanarak tasarlandı.

 

 

Bildik cami tipolojilerine referans veren tasarım vurgusundan olabildiğince uzak duran, kısırlaştırıcı kültürel yüklerden arınmış, neredeyse ilksel bir iç dünya yaratımı fikriyle yola çıkılan projede; yapının içinde yer aldığı çevre ile hemhal olmak üzere, bulunduğu arazinin eğiminde kaybolması, sanki hep o yerde imiş gibi toprağa karışması amaçlandı.

 

 

Uluslararası mimarlık platformlarında bu yapının, cami mimarlığı hakkında Türkiye’de son yıllarda biçim, tipoloji ve referanslar arasına sıkışıp kalan tartışma ortamındaki tıkanıklığını açabilecek nitelikte bir tasarıma sahip olduğu belirtiliyor.

 

 

Bu yıl altıncısı düzenlenen Dünya Mimarlık Festivali (World Architectural Festival), dünyanın dört bir yanından mimarların bir araya gelerek farklı kategorilerde binlerce projeyi değerlendirildiği, günümüzün en önemli mimarlık etkinliklerinden biri olarak kabul ediliyor.

 

 

Emre Arolat Architects, önceki yıllarda da aynı etkinlikte yer almış, içinde Antakya Müze Otel ve Abdullah Gül Üniversitesi Sümer Kampüsü’nün de bulunduğu projeler ile ödüller kazanmıştı.

 


Sözcü, 14.10.2013

DOĞU ROMA'NIN BAŞKENTLİĞİ İÇİN İSTANBUL İLE YARIŞAN KENT: ALEXANDRİA TROAS

Ankara Üniversitesi () Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Erhan Öztepe, Ezine İlçesi'ne bağlı Dalyan Köyü yakınında bulunan "Alexandria Troas Antik Kenti"nin, zamanında Doğu Roma İmparatorluğu'na başkentlik yapma konusunda İstanbul ile yarıştığını söyledi.

 

Alexandria Troas'taki kazıların başkanlığını da yürüten Öztepe, AA muhabirine yaptığı açıklamada, burasının, antik dönemin Anadolu'daki yerleşim alanlarından biri olduğunu ifade etti.

 

Kentin MÖ 311 yılında kurulduğunu ve varlığını 9'uncu yüzyıla kadar sürdürdüğünü, bugünkü ölçeklerle büyük sayılabilecek bir yerleşim alanı olduğunu belirten Öztepe, "Kenti önemli kılan birtakım özellikler var. Bunlardan biri; konumu. Kentin hemen karşısında Bozcaada bulunuyor. 8 bin 200 metrelik bir sur uzunluğuna sahip. Bu surların bugün bir kısmı ayakta ve görülebilir nitelikte. Surların içindeki yerleşim alanı ise 5 bin dönümlük bir arazi" dedi.

 

Öztepe, kentin nüfusunun antik dönemde 100 binle ifade edilebilecek kadar önemli olduğu bilgisini verdi.

 

Alexandria Troas'ın, 4'üncü yüzyıla kadar önemini koruduğunu anlatan Öztepe, şöyle konuştu:

"4'üncü yüzyılda, 'İstanbul mu yoksa Alexandria Troas mı Doğu Roma'nın başkentliğini üstlenecek?' tartışma ya da düşüncelerinin oluştuğu dönemde, kent gerçekten İstanbul ile yarışabilecek imkanlara ve ölçülere sahipken kararın İstanbul'da kılınması nedeniyle önemini yitirmeye başlamış. Bunun en önemli sebepleri arasında kente olan ilginin azalması, yaşanan birtakım depremler ve kenti uzunca süre önemli kılan limanın işlevini yavaş yavaş kaybetmiş olması sayılabilir. Kentin bulunduğu alan, Çanakkale Boğazı'na yaklaşan gemicilerin, denizcilerin hala kullandığı önemli sığınma noktalarından biridir. O dönem İmparator Augustus, gemi geçişlerinden kente gelir getirilmesini sağlıyor. Antik dönemde burada limanın da olduğunu düşünürsek bugün içinde hala su muhafaza eden, iç limanı olan tek yerleşim burası. Bu sebeplerden dolayı kent gerçekten çok önemli bir konuma sahip olmuş."

 

Kentteki mimari elemanlardan bazıları İstanbul'a götürülmüş

Erhan Öztepe, kentin, önemini yitirmeye başladığı yıllardan sonra buradan gelip geçenlerin, göçerlerin hatta korsanların yatağı haline geldiğini, kazılarda bulunan bazı yapılarda, geç dönem göçebelerinin konakladığı mekanları görebildiklerini bildirdi.

 

Piri Reis'in, eserlerinde kentle ilgili bazı bilgilere yer verdiğini dile getiren Öztepe, şunları kaydetti:

"Piri Reis buradaki önemli yapı kalıntılarından söz ederken bazı mimari elemanların İstanbul'a taşındığını söylüyor. İstanbul'da o dönemde büyük boyutlu camilerin yapımında bu mimari elemanların kullanılması nedeniyle de kentin, 'eski İstanbul' ismiyle anıldığından bahsediyor. Gerçekten 16-18'inci yüzyıllarda İstanbul'da büyük boyutlu dini yapılar inşa edilmeye başladığında buradan götürülen malzemelerle binaların oluşturulduğunu görüyoruz. Örneğin elimizde, İstanbul'daki Valide Sultan, Piyale Paşa camilerindeki bazı mimari elemanların, Alexandria Troas'tan götürüldüğüne dair bilgiler var."

haberler.com, Haber: Mehmet Bayer, 13.10.2013

ÜÇ BAŞLI KÖPEK KERBEROS'UN HEYKELİ BULUNDU

 

 

Denizli'de Hierapolis antik kentinde, mitolojide ölülere hükmeden yeraltı tanrısı Hades'in bekçisi üç başlı köpek Kerberos ve yılan heykelleri ortaya çıkarıldı.

 

UNESCO tarafından Dünya Miras Listesi'ne alınan Denizli, Pamukkale'deki Hierapolis antik kentindeki kazı çalışmalarında, mitolojide ölülere hükmeden yeraltı tanrısı Hades'in bekçisi olarak bilinen üç başlı köpek Kerberos ve yılan heykelleri ortaya çıkarıldı.

Cehennem Kapısı olarak adlandırılan alanda İtalyan kazı heyeti tarafından yürütülen çalışmalarda ortaya çıkarılan heykeller, Pamukkale Arkeoloji Müzesi'nde koruma altına alındı.

İki önemli heykelin gün yüzüne çıkarıldığı alan, antik Hieropolis kentinde Roma Dönemi'nde hayvanların kurban edildiği, yeraltı termal kaynak sularından çıkan karbondioksit nedeniyle Cehennem Kapısı olarak adlandırılan bölge.

Hristiyanlığın kabulüyle Bizans döneminde mermer bloklarla kapatılan Plutonium'daki Cehennem Kapısı'nın bulunduğu alan, iki metre derinliğinde kazılıp, mermer bloklar vinçle kaldırılınca, Hades'in bekçiliğini yapan üç başlı köpek Kerberos'un 130 santimetre yüksekliğinde mermer heykeli bulundu.

Cehennem Kapısı'nın sağında Kerberos heykeli bulunurken, kapının solunda ise Hades'in simgelerinden olan yılan heykeli de ortaya çıkarıldı.

130 santimetre büyüklüğünde
Arkeoloji camiasında heyecan uyandıran 130 santimetre uzunluğundaki mermer Kerberos heykeli ve yılan kabartmasının MS 1. yüzyıla ait olduğu tespit edildi.

Çok tanrılı dönemde, Karanlıklar Ülkesi'ne geçiş yeri olarak adlandırılan ve Hades'in Cehennem Kapısı olarak bilinen alanda, İtalyan arkeolog Francesco D'Andraia başkanlığında yürütülen kazı ve restorasyon çalışmalarının yıl sonuna kadar tamamlanması hedefleniyor.

Bulunan heykeller hakkında bilgi veren arkeolog Haşim Yıldız, Hades'e ait kutsal alanın Anadolu'daki antik kentler içerisinde en önemli yerlerden biri olduğunu söyledi. Yıldız, "Plutonyum olarak adlandırılan kutsal alan, şu anda bilinen en önemli yer. Kapısının iki yanında cehennem köpeği dediğimiz Kerberos ve Hades'in simgesi olan yılan bulunuyor. O alan Hades'e boğa kurban etmek için kullanılıyor. Orada fay kırığı var, su çıkıyor bol miktarda karbondioksit var. Törenle boğa getiriliyor, giriş kısmından içeri sokuluyor. Boğa karbondioksit gazıyla ölüyor. Töreni izlemek için de oturma kademeleri var. Kazı ve restorasyon çalışmaları bittikten sonra Kerberos, yılan, giriş kapısı tamamen açığa çıkarıldıktan sonra dünyadaki en ilginç yerlerden biri olacak" diye konuştu.

Cnn Türk, 13.10.2013

ZAFER RÖLYEFİ İCRALIK

 

 

Kütahya’nın Dumlupınar İlçesi'ne Dumlupınar Zaferi rölyefi ile hükümet konağı önündeki Atatürk heykelini yapan heykeltıraş Filinta Önal belediyeden parasını alabilmek için icraya başvurdu. Önal alacağının yarısının ödenmediğini belirtirken, belediye, rölyefteki tahribatların sanatçı tarafından giderilmesinin ardından parayı ödeyeceğini açıkladı.

 

Ünlü şair Ahmed Arif’in heykeltıraş oğlu Filinta Önal, dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın, Dumlupınar Belediyesi’ne 60 bin lira bütçe vererek, kendisinden istediği Dumlupınar Zaferi rölyefi ile hükümet konağı önündeki Atatürk heykelini yaptı. Eserin bedelinin tamamını bir türlü alamayan Önal, İçişleri Bakanlığı’na başvurudan sonuç alamayınca icra takibi başlattı.


Önal, eserin bedelinin yarısı ödenmeyince, 12 Ağustos 2013’te İçişleri Bakanlığı Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü’ne başvurdu ancak sonuç alamadı. Kurtuluş Parkı’na yerleştirilmek üzere 2 tane 2x7 metre ve 1 tane 3.60x2.15 metre ölçülerinde, yüksek kabartma tekniğiyle yapılan bronz görünümlü rölyef panolar için Dumlupınar Belediye Başkanı Derviş Kavak ile 53 bin lira karşılığı sözleşme yaptığını belirten Önal, başvurusunda özetle şunlara yer verdi:

 

“17 Aralık 2012’de banka hesabıma 22 bin 415 lira gönderilerek başlamam söylendi. Eseri tamamlayıp, Mayıs 2013’te parktaki duvara montajını yaptım. Montaj sırasında, başkanın ricasıyla parkta daha önce başka heykeltıraşlarca yapılan anıt heykellerin koruma işlerini de yaptım. Başkan beyin atölyemde proje kontrolü sırasında gördüğü ve Dumlupınar’da yapılan hükümet konağı girişine konulmak üzere almak istediği 2.30 metre yükseklikte polyester Atatürk heykelini de ısrarı üzerine vergiler hariç, sadece masrafı olan 7 bin 500 lira karşılığında vermeyi kabul ettim.

Heykelin orijinal bronz dökümü sayın Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın İlçesi Rize, Güneysu’da bulunmaktadır. Sayın Kavak, kaymakam beyden bu heykelin ücretini alarak 1 hafta içinde göndereceğini söylemişti. Temsil ettikleri konuma güvenerek her şeyi eksiksiz şekilde teslim ettim. Ancak Kavak’a 3 ay telefonla ulaşamadım. Temmuz 2013’te aramalarıma dönerek, Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’ne başvursam dahi etkisi olmayacağını, paranın kontrolünün kendisinde olduğunu, ödeneğimin çoktan başka yerlere harcandığını, kaynak gelmesi halinde ödeyeceğini söyledi. Yasal yollara başvurmam halinde kendisinin, montajdan sonra rölyefin kenarlarına taş kaplama yaptırdığını, projenin üzerine çimento döküldüğünü, şikayetim halinde eserin tahrip edilerek benim işi eksik ve kusurlu teslim ettiğimi söyleyerek ödeme yapmayacağını belirtti. Başkan, dilediğinde küçük taksitlerle ödeme yapabileceğini, daha önce de heykeltıraşlara benzer şeyler yaptığını söyledi. Ayrıca kaymakam beyin henüz Atatürk heykeli için ödeme yapmadığını ekleyip kapattı. Belediye ve kaymakamlıkça kullanılan projelerimle ilgili (31 bin 85 lira) alacaklarım şüpheli alacak durumuna düştü.”

 

TAMİRDEN SONRA ÖDEYECEĞİZ

İçişleri Bakanlığı’nın talebi üzerine Dumlupınar Belediye Başkanı Derviş Kavak’ın Dumlupınar Kaymakamlığı’na verdiği yanıtta Önal’la sözleşme yaptıklarını ve 22 bin 500 lira ödediklerini kabul ederek, özetle şunları söyledi: “Montajın yapıldığı kaide kabartma, andazit taşla kaplanmıştır. Taş kaplama çalışmaları sırasında her ne kadar dikkat edilmiş olsa dahi, çimento tozları ve çimento suyu rölyef üzerinde tahribata sebep olmuştur. Heykeltıraş bu çalışmalardan sonra olabilecek sıkıntıların şahsı tarafından giderileceği sözünü vermiştir. Belediye Başkanlığımız tarafından Önal’ın hesabına 1 Ağustos’ta 5 bin lira, 9 Eylül’de 5 bin lira gönderilmiştir. Kalan 20 bin 500 lira, heykeltıraş tarafından söz verilen bakım, tamir ve boya işleri yapıldıktan sonra hesabına gönderilecektir. Hükümet konağı girişine konulan Atatürk heykelinin kurumumuzla ilgisi yoktur. Sadece heykeltıraşa, yeni yapılan hükümet konağına heykelin yakışacağı, hediye verilmesi ilçemizi memnun edecektir şeklinde konuşulmuştur.”


İçişleri Bakanlığı’ndan sonuç alamayan Önal, bedelin geri kalanını alabilmek için icra takibi başlattı.

 

Ödüllü heykeltıraş

1972 Ankara doğumlu heykeltıraş, lisans ve lisansüstünü Hacettepe Üniversitesi’nde yaptı. Mersin Üniversitesi ve Bilkent Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. ODTÜ heykel yarışmasında 1’inciliği, 57’nci Devlet Resim Heykel Yarışması’nda Başarı Ödülü bulunan sanatçının yurtiçi ve yurtdışında diplomatik anıtsal projeleri var.

 

Belediye: Ödüyoruz

Dumlupınar Belediyesi Yazı İşleri Müdürü Korhan Özbek, belediye başkanının dışarıda olduğunu, sorulara daha sonra yanıt vereceğini belirterek, “Filinta Bey’e belediye bütçemiz doğrultusunda gerekli ödemeler yapılıyor. Ağustos ve eylül aylarında ödemeler yaptık. Muhasebecimiz dün de bir ödeme yapıldığını bildirdi ama miktarını bilmiyorum” dedi.


Filinta Önal ise önceki gün itibarıyla bir ödeme olmadığını belirtti.
 

Önal’a işi veren Ertuğrul Günay ise “Belediyelere anıtlar için destek veriyoruz. Ödeme yapılmaması konusu benim konum değil. Belediyeyle sanatçı arasındaki ilişki, şu anda bakanlığın takip etmesi gereken bir konu” diye konuştu.

Hürriyet, Haber: Ali Dağlar, 13.10.2013

"OSMANLI İSTANBUL'A NE YAPTIYSA MEKKE-MEDİNE'YE DE ONU YAPTI

 

Prof.Dr. Mustafa Sabri Küçükaşçı, akademik anlamda Mekke-Medine tarihini çalışan ilk Türk tarihçi. Osmanlı'nın en zor dönemlerinde dahi, kutsal toprakları ihmal etmediğini söyleyen Küçükaşçı, “Mesela Medine'deki işler, sessiz ve hassas bir şekilde yapılırdı. Hazret-i Peygamber'in huzurunda bulunulduğu, hiçbir zaman unutulmazdı. Mekke'de ise Kabe'den daha yüksek bina yapmamaya özen gösterilirdi.” diyor.

 

Osmanlı, kutsal topraklarda ne zaman görülüyor ilk olarak?

Osmanlıların Yıldırım Bayezid zamanından itibaren Haremeyn'e surre gönderdiklerine dair kayıtlar var. Aşıkpaşazade, II. Murad'ın her yıl Mekke, Medine, Kudüs ve Halilürrahman'a surre gönderdiğini Manisa ve Ankara'da bazı köyleri Haremeyn'e vakfettiğini kaydeder. Osmanlılar kendi hacıları da dahil olmak üzere haccın güvenli bir şekilde yapılması için yol boyunca tedbirler alıyor. Bazen bu müdahaleler Memlüklüler ile Osmanlılar arasında probleme dönüşüyor. Fatih zamanında olduğu gibi…

 

Neden?

Siyaset devreye giriyor. Çünkü Mekke ve Medine'ye hizmet etmek İslam aleminde perestiş vesilesi... Memlüklüler Haremeyn'e ve hacılara hizmete kendileri dışında müdahale edilmesini hoş karşılamıyorlar. Ortaçağ'da bir devletin siyasi varlığını İslam dünyasında gösterebilmesinin iki yolu var: Abbasi halifesinden menşur almak, Mekke ile Medine'ye giden hacılara bu iki şehirde yaptıkları yatırımla varlıklarını göstermek. Osmanlılar, Yavuz'un Mısır seferinden sonra Haremeyn'e hakim oldular ve halifeliği Abbasilerin mirası olarak değil İs­lam'ı ve mukaddes yerleri koruma ve onla­ra hizmet etme olarak algıladılar.

 

Mesela ne yapıyor devlet?

Osmanlılar, hac mevsimi dışında da buraya ulaşımın gü­venlik içerisinde gerçekleşebilmesine yönelik tedbirler aldılar. Hac yolunun güvenliğinin sağlanması dışında Mekke ve Medine'de yaşayan halkın ihtiyaçları­nın karşılanmasına yönelik politikalar geliştirdiler. Surrenin düzenli olarak ulaşması konusuna büyük önem veriyorlar. Devlet, içerde ne kadar ekonomik sıkıntı çekerse çeksin surre gönderme işini hiçbir zaman ihmal etmedi ve hiçbir kısıntıya gitmedi. Bu arada Sultan II. Abdülhamid, Haremeyn'e kendi şahsi malından en çok yatırım yapan padişah. Mekke ve Medine'ye yatırımlar aslında pahalı…

 

Niçin?

Her şey, malzeme ve insan gücü İstanbul'dan, Anadolu'dan gönderiliyor. Önce Mısır'a, oradan Mekke ve Medine'ye götürülüyor. Bütün bunlar devlete ciddi maliyet getiriyor. Devlet maliyetin yüksek olmasına değil hizmetlerin aksamamasına bakıyor. Haccın sekteye uğraması ve hac günlerinde yaşanan sıkıntılar padişahın prestijinin sarsılması demek.

 

Haremeyn için Osmanlı'nın yükü epey ağırmış…

Tabii… Mekke ve Medine'ye yapılacak her türlü faaliyet İstanbul'da sergileniyor. Mesela, IV. Murad zamanında Kabe'nin yeniden yapılması olayı var. Okmeydanı'na Mekke'ye göndermek için temin edilen malzemeyle maket Kabe kuruluyor. Törenler buradan başlıyor ve Mısır'a ulaşıyor. Mısır'dan da yine törenle Mekke'ye gidiyor. Osmanlı'da padişahlar Mekke ve Medine'ye hizmet etmede birbirleri ile adeta yarışıyorlar. Ama iki isim öne çıkıyor: Birincisi IV. Murad. Onun zamanında Kabe, gelen sel suları nedeniyle ciddi zarar görüyor, yıkılan yerleri oluyor. Kabe'yi yıkıp yeniden yapmak normal bir bina yapmak demek değil. Taşlar numaralandırılıyor, kullanılamayacak hale gelen malzeme tespit ediliyor. Kabe'nin hasarlı yerleri onarılıyor. Zarar görmeyen taşlar yeniden yerlerine konuyor. Zarar gören taşlar ise artan malzemeyle birlikte Mekke yakınlarında bilinmeyen bir yere gömülüyor. Kabe, Allah'ın evi olduğu için oradaki malzemenin başka yerde kullanılması uygun görülmüyor.

 

Diğer ikinci padişah kim?

Sultan Abdülmecid Han… O da Mescid-i Nebevi'yi yıkıp yeniden yapıyor. Selatin cami gibi yapmak istiyor ama ulema mescidin, ‘Hz. Peygamber zamanındaki bölümünün otantikliği bozulacak' diye izin vermiyor. Ayrıca altın oluğu değiştiriyor. Şu anki altın oluk büyük ihtimalle onun değiştirdiği oluk. Haremeyn, Osmanlı açısından ayrıcalıklı konumda... Osmanlı İstanbul'a ne yaptıysa Mekke ve Medine'ye de yapmış. Mesela İstanbul'a elektriğin geliş tarihi ile Mekke ve Medine'ye geliş tarihi aşağı yukarı aynıdır. Orada yapılan işlerde, tarihsel dokunun korunmasına büyük önem verildiğini görüyoruz. Mesela Medine'de yapılan işler, sessiz ve hassas bir şekilde yapılırdı, Hazret-i Peygamber'in huzurunda bulunulduğu hiçbir zaman unutulmazdı. Mekke'de ise Kabe'den daha yüksek bina yapmamaya özen gösterilirdi.

 

Bugün Zemzem Towers var…

Evet, bugün var maalesef. Bunlar, tarihi formasyonumuza, Osmanlı bakış açısına zıt şeyler.

 

Kutsal topraklar, Osmanlı'nın son askeri Fahreddin Paşa'nın çekilmesinden sonra nasıl bir hale büründü?

Osmanlı çekildikten sonra orada güzel bir miras bıraktı aslında. Ama o mirasın korunması hususunda bizdeki Cumhuriyet sonrası gelişmeler oraya sahip çıkacağımız gücü bize vermedi. Suudilerin kendi anlayışlarını öne çıkaran uygulamalarına karşı eserlerimizin korunması hususunda ciddi bir siyaset geliştirme şansımız olmadı.

 

Peki, Osmanlı Mekke-Medine'si ile bugünün Mekke-Medine'si arasında nasıl bir fark var?

Günümüz açısından baktığımız zaman Osmanlı izlerinin kaldığını söyleyemeyiz. Mekke'de Mescid-i Haram'ın içinde Osmanlı revakları var. Onlar da kalktığı zaman çok bir şey kalmayacak. Ama Medine'de özellikle Abdülmecid zamanında yapılmış olan işler, Ravza-ı Mutahhara ile Hücre-yi Saadet çevresinde aynen duruyor. Bundan otuz sene önce daha çok Osmanlı eseri vardı. Osmanlı Medine'si Mescid-i Nebevi merkezliydi, Mekke'si de Mescid-i Haram merkezliydi. Ama bugün itibarıyla Mekke ve Medine'nin merkezleri de değişti. İbadetler hariç, hayat buralarda değil artık.

 

Osmanlı'nın din anlayışındaki farklılık da söz konusu…

Tabii… Osmanlı'nın din anlayışı ile şu anda mevcut olan Suudilerin din anlayışı arasında meşrep farklılığı var. Bu da Osmanlı kültürünün yaşamasına izin vermiyor. Ve geçmişteki devletlerin yaptığı gibi Suudi hükümeti de Mekke ve Medine'ye yaptığı hizmetleri göstermek istiyor.

 

2001'de Ecyad Kalesi'nin yıkılması epey gündem olmuştu. Osmanlı eserlerine karşı gerçekten bir tahribat söz konusu mu?

Osmanlı eserleri silinmek isteniyor, burası gerçek. Revakların yıkımı Kabe çevresinin genişletilmesi hususunda bir gerekçe olarak gösterilebilir, doğru olmasa da… Ama Ecyad Kalesi için böyle bir şey söz konusu değil. Kale tavaf alanıyla doğrudan ilgili değil.

 

Akademik olarak Mekke ve Medine alanında çalışan ilk Türk tarihçisisiniz… Buna ne zaman karar verdiniz?

1990 yılında fakülteyi bitirdikten sonra İslam tarihi alanında yüksek lisans yapmaya karar verdim. Bu arada benim yetişmemde çok katkısı olan rahmetli amcam Ali Ulvi Kurucu’nun -babaannemle amca çocuğu oluyorlar- bir sözü hatırıma gelmişti: “Medine-i Münevvere’de olmak bize çok dost kazandırdı.” Biz onun sayesinde çok kimse ile tanışma imkanı elde ettik. Aynı zamanda Mekke ve Medine’ye ilgi duymaya başladım. Tez hocam Prof.Dr. Mustafa Fayda’ya gittiğim zaman, “Sen, ileriki zamanlarda bir Kabe tarihi yazarsın.” diyerek tez konumu Haremeyn merkezli seçmemi tavsiye etti. Bu tavsiye, Ali Ulvi amcamın çok hoşuna gitmiş ve bana, “Haremeyn bize sadece dost değil sana da konu kazandırdı.” demişti. Bundan sonra profesörlüğe kadar akademik hayatımın her yanında Haremeyn çalışmaları ön planda oldu.  

 

Bir tarihçi olarak sizce hacılar, kutsal topraklara gittiğinde nelere dikkat etmeli?

İlk başta, Allah’ın misafiri ve Hazret-i Peygamber’in huzurunda olduklarını unutmasınlar. Hazret-i Paygamber’in hatırasını ve O’nun mücadelesini hatırlamak için bulunduğu yerleri görüp ziyaret etmeye önem vermeleri lazım. Mekke ve Medine arasında yolculuk yaparken Bedir Savaşı’nın yapıldığı alanı görme imkanı var. Mekke’de Mescid-i Cin, Mescid-i Bey’a, Mescid-i Hayf, Cennetü’l-Mualla ile Sevr ve Hira mağaraları mutlaka görülmeli. Medine’de Yedi Mescit, İki Kıbleli Mescit ziyaret edilmeli. Mekke’de Hazret-i Peygamber’in bu dünyayı teşrif ettiği eve gidilmeli. Medine’de Mescid-i Kuba, Mescid-i Kıbleteyn, Mescid-i Gamame, Mesacid-i Seb’a, Mescid-i Cum’a, Cennetü’l-Baki, Uhud Savaşı’nın yapıldığı Uhud Dağı ile Uhud Şehitliği mutlaka ziyaret edilmeli.

Zaman Pazar, Haber: Samet Altıntaş, 13.10.2013

DİKİLİ'NİN ANTİK TARİHİ GÜN IŞIĞINA ÇIKIYOR

Alman Arkeoloji Enstitüsü Müdürü ve Bergama Kazı Başkanı Prof.Dr.Felix Pirson, Heidelberg Üniversitesinden Bergama Kazı Başkan Yardımcısı Dr. Güler Ateş ve Manisa Müzesinden Kültür Bakanlığı Temsilcisi Arkeolog Emin Torunlar, Dikili Belediye Başkan Vekili Yusuf Altıparmak'ı ziyaret etti.

 

Dikili ve çevresinde yapılacak olan arkeolojik çalışmalar hakkında Başkan Vekili Yusuf Altıparmak'ı ziyaret eden ekip çalışmalar ve projeler hakkında bilgi verdi. Dikili-Çandarlı kıyıları antik liman kalıntıları ile ilgili hazırlanan proje ile ilgili bilgi veren Bergama Kazı Başkanı Prof.Dr.Felix Pirson çalışmaların Avrupa Birliği tarafından finanse edileceğini söyledi. Pirson önümüzdeki yıl yaz aylarında yapılacak çalışmalarla antik liman kalıntılarının dönemin yaşam tarzına ışık tutulacağını ifade ederek çalışmalarda Dikili Belediyesi'nin desteklerini istedi.

 

KİTAP MÜJDESİ

Ziyaretten dolayı memnuniyetini dile getiren Dikili Belediyesi başkan Vekili Yusuf Altıparmak; "Yaşadığımız toprakların kimlerin yaşadığının, ne gibi medeniyetlerin olduğunun araştırılması, gün ışığına çıkarılması çok önemsediğimiz bir konu. Çünkü tarih evrenseldir. Tarih çalışmaları bugünkü yaşamımıza, insanlığa ışık tutabilecek sırlarla dolu. Ayrıca bu çalışma Dikili'nin antik dönemdeki yaşam tarzına ışık tutacak ve antik turizm meraklılarının Dikili'ye ilgisini arttıracak. Bugün itibarıyla Dikili Belediye Başkan Vekili olarak her türlü desteğin ve ilginin gösterileceğinin sözünü verebilirim" dedi. Manisa Müzesinden Kültür Bakanlığı Temsilcisi Arkeolog Emin Torunlar ise başkan vekili Altıparmak'ın ifadelerinden memnun kaldıklarını dile getirirken, Bergama Kazı Başkan Yardımcısı Dr. Güler Ateş Dikili'de ki Atarneus antik kenti ile ilgili çalışmaları kitaplaştırdıkları müjdesini verdi. Ateş, çalışmalara beş yıl önce başladıklarını ve burada yüzeysel çalışmalarla çok önemli bilgiler elde ettiklerini belirtti. Ateş ayrıca kitaptaki araştırmaların burada ne kadar önemli bir kenti olduğu bilgisini vereceğini, bunun da birçok arkeologun dikkatini çekeceğini ve kısa bir zaman sonra kazı yapmak isteyebileceklerini söyledi.

 

Bergama Kazı Başkanı Prof.Dr.Felix Pirson ve Başkan Yardımcısı Dr. Güler Ateş daha sonra proje hakkında Dikili Belediyesi Başkan Vekili Yusuf Altıparmak'a harita üzerinde bilgiler verdi. Ekip, ziyaretten ayrılırken ise destek sözünden dolayı Altıparmak'a teşekkür ederek belediyeden ayrıldı.

haberler.com, 12.10.2013

TARİH DEĞİŞTİREN EZBER BOZAN KAZI

 

 

İstanbul’u anlatan cümleler “MÖ 700 kentin kuruluşu...” diye başlardı ta ki en büyük ulaşım projelerinden Marmaray-Metro kazıları bu bilgiyi tepetaklak edene dek...

 

Yarımadanın tarihi MÖ 6000’lere kadar indi bu kazılarla. Yaşı 8 bin yıldan büyük bir alan ortaya çıkarıldı. Neolitik dönem yeni bir devrin başlangıcı. Marmara Denizi günümüz seviyesinden 15-20 metre daha aşağıda. Boğazlar oluşmamış henüz. Burada tarım, avcılık ve balıkçılık yapılan bir kültür yaratılmış. Pişmiş toprak ve çakmak taşı kullanılıyor. Erimeye başlayan buzullar, su seviyelerinde büyük değişimlere neden olunca sular 6800-7000 yıl önce Yenikapı’ya ulaştı ve dolayısıyla bu yerleşim yeri terk edildi.

 

BATAKLIK GÜNÜMÜZE ULAŞTIRDI

Binlerce yıl denizin dibinde kalan Neolitik köyün günümüze ulaşmasının sırrı, yanındaki bataklığın koruyucu bir tabaka oluşturmasında gizli. Deniz seviyesinin daha da yükselerek Bayrampaşa Deresi vadisinden (Lykos) içeri girip ikinci haliç oluşturması doğal bir koy formasyonunu meydana getirdi. Bu koy önce, MÖ 6-4 yüzyılda, Marmara’dan Karadeniz’e açılan gemilere sığınak oldu. Deniz tabanındaki seramikler, Yenikapı Limanı’nın antik Yunan kentlerinin Karadeniz boyunca koloniler kurduğu bu devirde de işlevi olduğunu ispatlıyor.

 

İmparator Konstantin, M.S 330’da başkent yaptığı şehirde, tıpkı antik Roma’da olduğu gibi halka bedava tahıl dağıtırdı. Bu tahılların dağıtılması, taşınması ve depolanması için bir düzenleme gereği duyan İmparator I.Theodosius, Lykos Deresi’nin ağzında oluşan derin koya büyük bir liman inşa etti. II. Theodosius ise tüm şehri hem karadan hem de denizden kuşatan surları yaptırarak limanı da korunacak alanlara dahil etti. Zamanla eklenen iskelelerle başkente yakışır bir liman oldu. Üstelik sadece tahıl değildi taşınan; şarap, balık ve inşaat malzemeleri de dahil olur ticari mallara. Liman 641’de, Mısır’ın Arapların eline geçişiyle önemini kaybetse de 11. yüzyıla dek kullanıldı. Liman Lykos’un yığdığı millerle doldu ve bir kısmına yapılar yapıldı. Kazılarda bulunan ve 13. yüzyıla ait küçük kilise ve yazılı kaynaklar bölgenin Yahudi mahallesi olduğunu gösteriyor.

 

15. yüzyılda, yani Fatih Sultan Mehmet şehri fethettiğinde bölge tamamen toprakla doluydu ve adı Bizans dönemindeki gibi Vlanga, Langa’dıydı. Kazılarda Osmanlı dönemine ait pek çok su kuyusunun yanı sıra sarnıç ve su dolapları da çıktı. Osmanlı’nın son devrinde önce Küçük Langa olarak bilinen bostan, liman oldu. Cumhuriyet devrinde ise geri kalan bostanlar iskana açıldı. Öyle ki bölge kazıların başladığı zaman çok katlı apartmanlarla doluydu.

 

600 işçi, 60 arkeolog, yedi mimar, altı restoratör ve altı sanat tarihçisinin dokuz yıl boyunca çalıştığı alanda toplam 353 bin 624 metreküp toprak elle kazıldı. Deniz seviyesinin 6.3 metre altında ulaşılan, 8000 yıl yaşındaki neolitik yerleşim İstanbul’un tarih yazılımını değiştirdi. Bu yerleşimin birkaç metre altından çıkan ayak izleri ise insanlığın ortak mirası. Bu mirasın çıkarılması kadar korunması ve gelecek nesillere aktarılması da önemli. 2860 sayılı yasayla kapsam dışı eserler geri gömülüyor, günümüzden geleceğe madeni para bırakılarak.

 

Kazının sağladığı, toplu en büyük tekne koleksiyonu, arkeobotanik ve zooarkeolojik veriler çok önemli. Binlerce yıl su altında kalan pek çok sır; farklı hayvan ve bitki türünün bir arada görüldüğü çeşitlilik, ticaret ve beslenme alışkanlıklarına dair ipuçlarıyla güzyüzüne çıktı.

 

Bu kazıdan çıkanlar şu an İstanbul Arkeoloji Müzesi’ndeki Saklı Limandan Hikayeler-Yenikapı’nın Batıkları sergisinde. 25 Aralık’a kadar gezilebilecek olan sergi; kataloğunda da yazdığı üzere hem kentin ilk sakinlerinden bugüne bir kesit sunuyor hem de Konstantinopolis’in hayatına dair çok boyutlu bakış sağlıyor. 

 

DÜNYANIN BİLİNEN EN ESKİ LİMANI

İlk kez antik limana arkeolojik kazı yapılıyor İstanbul tarihinde. 2004’te başlayan kazılar, büyük bir ‘kurtarma kazısı’dır. Liman alanı çok büyük. 58 bin metrekareder fazlası kazılır ki bunun 40 bin metrekaresi elledir. Önce Osmanlı izlerine ulaşıldı. Ve çok az bir derinlikten geldi şaşırtıcı ilk haber. Sadece bir metre derinlikte Konstantinopolis’in en önemli limanını bulundu. Bu, dünyanın bilinen en eski limanı olan ‘Theodosius Limanı’dır.

Star, Haber: Belkıs Kamu Aktürk, 12.10.2013

ORMANDAKİ KAYIP KENT ORTAYA ÇIKARILDI

 

 

Antalya'nın Demre İlçesi'nde Andriake antik kentinin çalı, sazlık ve ağaçlarla kaplı olduğu için bugüne kadar gezilemeyen batı bölümü, temizlenerek gün yüzüne çıkarıldı.

 

Noel Baba Müzesi, Simena ve Myra antik kentleriyle açık hava müzesini andıran Demre'ye 5 kilometre uzaklıktaki Çayağzı Limanı mevkiinde Likya uygarlığının önemli limanlarından Andriake antik kentinin ağaçlar, çalılık ve sazlıklarla kaplı batı bölümü gün yüzüne çıkarıldı. Bugüne kadar antik kentin hep doğu bölgesinde kazılarını sürdüren ekipler, geçen eylül ayında ilk kez kentin batı bölgesinde alan temizliği yaptı. Çalışmalarda, kentin bugüne kadar gizli kalan ve kimsenin görme şansı bulamadığı batı bölümü açığa çıkarıldı.

 

ROMA DÖNEMİNE AİT ESERLER BULUNDU

Roma granaryumunun batısında Antalya Müzesi'nden restoratör Serkan Akçay gözetiminde yapılan çalışmalar, 30 gün sürdü. 9 işçi bölgedeki çalı ve sazlıkları kesti, ağaçların yere yakın dallarını budadı. Ekiplerin yorucu çalışmaları sonunda ortaya çıkan 300 metre uzunluğunda ve 50 metre enindeki antik kentte, Roma ve Bizans dönemlerine ait kemerli yapılar, konutlar, kilise binası ve kent boyunca uzanan surlar insanlık tarihine kazandırıldı.

 

KAZI YAPILACAK

Antalya Müzesi Müdürü Mustafa Demirel, bilim adamları tarafından bilinen ve orman örtüsü altında kaldığı için bugüne kadar gizli kalan kentin batı kısmını turizme kazandırdıklarını söyledi. Her yıl yaklaşık 600 bin kişinin ziyaret ettiği Demre'ye yeni bir tarihi zenginlik kazandırdıklarını vurgulayan Demirel, "Özellikle Kekova bölgesi ve Çayağzı Limanı'nı ziyaret eden turistler için antik kent yeni bir görünüme kavuştu. Gelecek yıllarda burada yapılacak arkeolojik kazılarla yer altında kalan zenginlikler de bölgeye kazandırılacak. Yapılan çalışmayla antik kentte bütünlük sağlandı" diye konuştu.

haberler.com, 12.10.2013

URFA'DAKİ TARİHİ ERMENİ KİLİSESİ AHIRA DÖNÜŞTÜRÜLDÜ

 

 

Şanlıurfa’daki Germuş Köyü'nde bulunan tarihi Ermeni kilisesi ahır olarak kullanılıyor.

 

Şanlıurfa’nın yerel haber sitesi olan urfadabugun.com’un yaptığı habere göre Germuş Köyü'ndeki tarihi Ermeni kilisesi ahır olarak kullanılıyor. 10 yıl önce Ermeniler tarafından restorasyonu yapılan kilise 3 yıl önce turizme açılması gerekirken şimdi ahır halinde.

 

Tarihi kilisenin girişine Şanlıurfa İl Özel İdaresi tarafından 3 dilde tanıtım tabelası asılmış durumda ancak kilise turistik mekan olarak kullanılmaktan oldukça uzak.

 

Germüş Köyü, Ermenilerden kalma bir köydür. Bugünkü ismi Dağeteği Köyü’dür.Haber sitesinde yer alan iddiaya göre ise toprak altında bulunan geçitlerden haberdar olan defineciler ise köyde sonsuz kaçak kazılar yapmaktalar. Tarihi kilisenin nasıl bu hale geldiğine yönelik ise yetkililerden açıklama bekleniyor.

 






Sol Haber, 12.10.2013

AKM CAN ÇEKİŞİYOR

 

Cemil Çiçek’in ‘ucube’, Ertuğrul Günay’ın ise ‘çirkin’ dediği AKM, bakımsızlık nedeniyle can çekişiyor. Kırık kaldırım taşları, metro çalışması nedeniyle yükselen toz bulutları ve her yağmur sonrası oluşan küçük göletleri ile AKM, yıl içinde onlarca kente ev sahipliği yapıyor.

 

 

Başkent’te, hemşehri günlerine ve pek çok etkinliğe ev sahipliği yapan Atatürk Kültür Merkezi(AKM), bakımsız haliyle dikkat çekiyor.

 

Her köşesinde ayrı bir problem olan merkezin bir tarafında Keçiören-Tandoğan metrosunun inşaatı için kurulan beton santrali nedeniyle toz bulutu oluşuyor. Ayrıca har yağmur sonrasında göle dönen yol ve kırık dökük duvar taşları da vatandaşların tepkisine neden oluyor.

 

Hürriyet'ten Ender Baykuş'un haberine göre, Ankara’ya şehir dışından gelen illerin kendi kültürel değerlerini, yöresel yemeklerini, kıyafetlerini tanıttığı AKM’nin, içler acısı haliyle ilgili vatandaşlar, “Başkent, misafir illerin tanıtımını yaparken, kendi kötü reklam oluyor. Artık kendi ilimiz dışında etkinliklere katılıyoruz” dedi.

 

Bakımsızlıktan dökülüyor

Yıllardır devam eden “yıkılacak yeniden yapılacak” tartışmaları arasında gün geçtikçe kan kaybeden AKM’nin bakımsızlıktan duvarları dökülür hale geldi. Merkezin girişinde misafirleri karşılayan kaldırım taşları onarılmayı bekliyor. Merkezin bahçesinde devam eden Keçiören-Tandoğan metrosunun inşaatı çalışmaları nedeniyle kalkan toz ise misafirlere nefes aldırmıyor. Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne bakan taraftaki yol ise her yağmur sonrası göle dönüyor.

 

Üst geçit yok

AKM çevresinde üst geçit bulunmaması kazaya davetiye çıkarıyor. Dolmuş ve otobüse binmek için vatandaşlar, hızla giden araçlar arasından geçmek zorunda kalıyor.

 

Ziyaretçi sayısı azaldı

AKM’yi ziyarete gelen vatandaşların yanı sıra çevre esnafı da durumdan şikayetçi oldu. Taksiciler, 3-4 yıldır merkezin toz içinde olduğunu dile getirerek, “Müşteri kaybını bir kenara bıraktık, Ankara prestij kaybediyor. Gün içinde defalarca cam siliyoruz. Ancak daha da kötüsü ziyarete gelenlerin sayısındaki düşüş” diye konuştu.

 

Yıl 2009

Çirkin yapı

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Ankara’daki Atatürk Kültür Merkezi’ni (AKM) ‘çirkin ve estetikten yoksun bir yapı’ şeklinde tanımlayarak, “Oradaki o çirkin yapıyı kaldırıp, yerine yapılacak onun 5 misli büyüklüğündeki yeni müzeyi gelecek yıl açacağız” dedi.

 

Yıl 2012

‘Ucube'den kurtulalım

TBMM Başkanı Cemil Çiçek, ‘ucube’ dediği AKM binasıyla ilgili, “Kıbrıs müzakereleri bir sona gelecek ama bu binanın akıbetinin ne olacağına karar vermek lazım. Bu çirkinlikten bir an evvel kurtulalım” diye konuştu.

 

Yıl 2012

Müze protokolü

Atatürk Kültür Merkezi alanında yer alacak Türkiye Uygarlıklar Müzesi’nin yapımına ilişkin protokol, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ile Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek tarafından imzalandı. Gökçek, AKM alanında yapılacak müzenin çok önemli bir proje olduğunu vurgulayarak, AKM alanında dev bir Ankara Meydanı oluşturulmasının da faydalı olacağının altını çizdi.

Yapı, 12.10.2013

SİT ALANINA ZARAR VERENE 5 YIL HAPİS!

 

Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu'nda değişiklik, Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi.

 

Düzenlemeyle, sit alanlarının zarar görmesine kasten neden olanlar, 2 yıldan 5 yıla kadar hapisle cezalandırılacak.

 

Değişiklikle, kültür ve tabiat varlıklarını yurt dışına kaçırmaya çalışanlara verilecek cezalar da arttırılıyor. Koruma altına alınan yerlerde, izinsiz tamirat ve tadilat yapanlara ise 6 aydan 3 yıla kadar hapis veya adli para cezası verilebilecek.

Yapı, 11.10.2013

KRAL MEZARI'NDA YÜRÜTÜLEN KAZI ÇALIŞMALARI

 

 

Milas'ta 2010 yılında kaçakçılar tarafından talan edilmesinin ardından güvenlik güçlerinin operasyonuyla ortaya çıkarılan ve yüzyılın arkeolojik buluşu olarak nitelendirilen Kral Hekatomnos'a ait anıt mezardaki kazı çalışmaları devam ediyor.  

 

Muğla Koruma Kurulu Başkanı, Uzunyuva Kazı Koordinatörü Yrd. Doç.Dr. Abuzer Kızıl, gazetecilere yaptığı açıklamada, 2010 yılında başlatılan arkeolojik kazı çalışmalarının ivme kazanarak devam ettiğini söyledi.  


Platformun dört ayrı bölümünde kazı çalışmaları sürdürdüklerini belirten Kızıl, "Bu çalışmaların bilimsel esaslara bağlı kalınarak hızlı bir şekilde tamamlanması hedefleniyor. Ağır kış şartlarının başlamasına az bir zaman kala önemli mesafe kat etmeyi istiyoruz. Onun için çalışan sayısını artırdık" dedi. 

 

Kral Hekatomnos'a ait mezar odasındaki duvar resimlerinin korunması için Türk ve İtalyan ekiplerce çalışma yürütüldüğüne işaret eden Kızıl, "Türk ve İtalyan ekipler tarafından yapılan çalışmayla özellikle mezar odası duvarlarındaki resimlerin uzun vadede korunabilmesi ve gelecek nesillere olduğu gibi aktarılmasını amaçlıyoruz. Duvar resimlerinin korunabilmesi için ekipler özel bir teknik uygulayacak" diye konuştu. 


Milas Müze Müdürü ve Kazı Heyeti Başkanı Ali Sinan Özbey ise bölgede çeşitli amaçlarla kullanılacak  8 tarihi Milas evinin restorasyon çalışmalarının hızlı bir şekilde sürdürüldüğünü, evlerdeki çalışmaların yıl sonuna kadar tamamlanacağını dile getirdi. 

 

Tarihi binalardaki çalışmaların İzmir Röleve Anıtlar Müdürlüğü gözetiminde devam ettiğini vurgulayan Özbey, binaların çatılarının ve dış katlarının restore çalışmalarına hız verdiklerini ifade etti. 


Özbey, Hekatomnos Tapınağı kutsal alanında yapılan kazı çalışmalarının bir ayağı olan kutsal alanı çevreleyen Temenos duvarlarının sağlamlaştırılması ve restorasyon çalışmasının da devam ettiğini bildirdi.

Anadolu Ajansı, 10.10.2013

HİTİTLERİN KUTSAL ŞEHRİ NERİK ORTAYA ÇIKIYOR

 

 

Vezirköprü İlçesi'ne bağlı Oymaağaç Köyü'nde 8 yıldır devam eden arkeolojik kazı çalışmalarının bu yılki bölümü tamamlandı.

 

Kazı Başkanı Alman Arkeolog Doç.Dr. Rainer Czichon, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Oymaağaç'ta 2005 yılında çalışmalara başladıklarını söyledi. İlk iki yıl yüzeysel araştırma yaptıklarını, daha sonra kazı çalışmasına başladıklarını belirten Czichan, şöyle devam etti: "Amacımız Oymaağaç'ın Hititlerin kutsal şehri 'Nerik' olduğunu ispatlamak. Zaten buranın Hititlerin yerleşim yeri olduğunu biliyoruz. Yüzde 100 diyemem ama yüzde 95 buranın Hititlerin kutsal şehri 'Nerik' olduğunu ispat edecek çivi yazılı tabletler bulduk. Bu yıl ortaya çıkardığımız 4 çivili tablette 'Nerik' ile ilgili yazıtlar var. Nerik'in içinde Tahanga diye bir bölüm var. Tahanga, Nerik'in hava tanrısı mabedinin içinde bir bölüm. Tahanga ismi, çıkardığımız iki tabletin üzerinde çıktı. Bu da Oymaağaç'ın Nerik olduğu yönünde güçlü bir kanıttır. Kazılarda çıkan yazıtlar buranın yüzde 95 Hititlerin kutsal şehri 'Nerik' olduğunu ortaya koydu."Çivi yazılı tabletler dışında mühür baskılar da bulunduğunu ifade eden Czichon, "Bir katibin mühür baskısı... Hattuşa'da bu çok normal bir şey ama Hitit İmparatorluğu'nun en kuzey sınırındayız. Yani bu bölge için bu süper olağanüstü bir şey. Bizim için o dönemin insanlarının kendi yazıları çok önemli. Çünkü o dönemde ne düşündüler, neler yaptılar, neyle ilgili konuştular, yaşam tarzları bize ışık tutacak" dedi.


Bu yıl Nerik'te hava tanrısının mabedinde kazılara devam ettiklerine değinen Czichon, "Bir değil, en az üç üst üste yapılmış mabet bulduk. Bir de ilk defa binanın içinde taban bulduk. Avlularını bulmuştuk, içinde taban bulmamız son derece önemliydi" diye konuştu.


Doç.Dr. Czichon, kazı çalışmalarına dünyanın her tarafından arkeologlar, filologlar, jeologlar, mimarlar, antropologlar ve zooarkeloglar katıldığını, yaklaşık 40 kişilik luslararası bir ekibin yazın 3 ay Türkiye'nin eski tarihini incelemeye çalıştığını sözlerine ekledi.

Star, 09.10.2013

ÇUKUROVA'DA TARİH YENİDEN CANLANIYOR

 

Adana Ticaret Odası yönetimi, Çukurova'nın binlerce yıla ulaşan süreç içerisindeki tarihine ışık tutması beklenen Misis ve Tatarlı höyüklerindeki antik kent kazı alanlarında incelemelerde bulundu. ATO Meclis Başkanı ve Misis Arkeoloji Kazılarını Destekleme Derneği Başkanı Tarkan Kulak, tarihsel zenginliklerin gün yüzüne çıkmasının dünyanın dikkatini de bölgeye çekeceğine ve turizm sektöründe önemli gelişmelerin önünü açacağını bildirdi.

ATO yönetiminin arkeolojik ziyaretleri kapsamında ilk durağı Misis oldu. Kültür ve Turizm Bakanlığı Adana Müzesi Başkanlığı'nda, Atatürk Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç.Dr. Nurettin Öztürk, İtalya'nın Pisa Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Giovanni Salmeri, Roma Enstitüsü'nden Anna Lucia D'Agata ve Yüreğir Belediyesi koordinasyonunda başlatılan çalışmalarda tarihte 'Ölümsüzlük Şehri' olarak tanımlanan Misis'in gün yüzüne çıkarılması hedefleniyor.

ATO Heyeti'ne, kazı çalışmalarına ilişkin bilgi veren Pisa Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Giovanni Salmeri, 9 bin yıllık geçmişe sahip Misis Antik Şehri'ni Kurtarma Projesi'nde, Roma dönemine ait bir tapınağın ortaya çıkarıldığını belirtti. Yüreğir Belediye Başkan Yardımcısı Zülfü Çelik de Misis'in Roma devrinin önemli kentleri arasında yer aldığını, 7000 yıldan günümüze kadar kesintisiz kullanılan Çukurova Kültür Havzasının en önemli kenti olduğunu söyledi.

Adana Ticaret Odası yönetimi daha sonra geçtiği, Ceyhan İlçesinde Tatarlı höyüğündeki 3 bin 500 yıllık Kizzuwatna Uygarlığı'nın izini sürmek ve tarihi kalıntıları gün ışığına kavuşturmak için Kültür ve Turizm Bakanlığı, Çukurova Üniversitesi ve Ceyhan Belediyesi'nin katkıları ile sürdürülen kazılarda ortaya çıkarılan anıtın 'A Yapısı', 'Taş Döşemeli Şehre Giriş Bölümü' ve 'Sur Yapısını' inceledi.

Çalışmalar hakkında bilgi veren Yrd. Doç.Dr. Serdar Girginer, yaklaşık 2 kilometrekarelik alanı kaplayan höyüğün altındaki tarihin ortaya çıkartılması için yürütülen kazılarda 7. yıllarını doldurduklarını dile getirerek, bu yıl yapılacak olan kazılarda yukarı ve aşağı kent olarak adlandırdıkları, iki kenti gün ışığına çıkarmaya çalıştıklarını ifade etti. Bu yılki kazılarda şehrin doğusunda yer alan ve Geç Tunç Çağı'nda farklı evreleriyle kullanılmış bir yapıya ait kalıntılara ulaşıldığını ifade eden Yrd. Doç.Dr. Serdar Girginer, "Çalışmalarımız neticesinde tapınağın 4 bin yıl önce kurulduğunu ancak 3.500 yıl önce kullanıma başlandığı bilgilerine ulaştık. Sağlamlığı ve hiç restore edilmemesiyle Orta Anadolu dahil tüm Türkiye'nin en büyük yapısı olma özelliğine sahiptir." diye konuştu.

Kazılarda şimdiye kadar bulunan iki binden fazla eserin müzeye kazandırıldığını anımsatan Girginer, "Bu eserlerin çoğu da bölgenin özelliğiyle bağlantılı olarak tekstil ve kumaşla ilgili buluntular. Kutsal inanışlarla bağlantılı olanlar da var." dedi.

Adana Ticaret Odası yönetimi daha sonra kazı evine geçerek kazılarda çıkan Hitit dönemine ait değerli taş ve buluntuların restorasyon çalışmalarını inceledi. Tarihi eserlerin burada yapılan restorasyon çalışmalarının ardından müzeye teslim edildiği öğrenildi.

ATO Meclis Başkanı ve Misis Arkeoloji Kazılarını Destekleme Derneği Başkanı Tarkan Kulak, kazıların Adana için bir şans olduğunu belirterek, "Ceyhan Nehri kenarındaki Misis ve Tatarlı höyükleri Çukurova'nın en önemli tarihsel zenginlikleri arasındadır. Bu bölgelerin, toprak altındaki stadyum, su kemerleri, tiyatro, kaya mezarları, mozaikler gibi kalıntılar ortaya çıkarıldığında Türkiye'nin en önemli turizm merkezlerinden olacağına eminim. Bu kazılar sayesinde dünyanın dikkatinin de Çukurova'ya çevrileceğini düşünüyorum. Sayın Ömer Çelik`in Kültür ve Turizm Bakanı olmasının da bizim için ve bu projelerin sağlıklı ve hızla ilerleyebilmesi bakımından büyük bir şans olduğuna inanıyorum." diye konuştu.

ATO Yönetim Kurulu Başkanı Atila Menevşe de bu tür projelerin mutlaka desteklenmesi gerektiğine işaret ederek, "Adana'nın turizm geliri çok az. Her iki bölgedeki arkeolojik kazıların tamamlanmasıyla birlikte kentimiz tarihsel ve turistik açıdan önemli bir değere sahip olacaktır. Bu höyüklerdeki tarihi değerlerin gün ışığına çıkarılmasıyla Adana'nın turizm sektöründen de en az tarım ve sanayi alanında elde edilen gelir sağlayabileceğine inanıyorum. Ancak önemli bütçe ve zaman gerektiren kazı çalışmaları için kentte bu alanda sağlanacak destek ve işbirliğine önemli oranda ihtiyaç bulunduğu da ortada duran bir gerçektir." ifadelerini kullandı.

TimeTürk, 09.10.2013

"BARAJLAR SAYESİNDE TARİHİ VARLIK YOK OLMUYOR, GÜN YÜZÜNE ÇIKIYOR"

 

Prof.Dr. Mehmet Özdoğan, baraj sayesinde tarihi varlıklar sadece yok olmadığını aynı zamanda gün yüzüne çıkarılma fırsatı da bulduğunu söyledi.

 

Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü tarafından organize edilen Ilısu Barajı Arkeoloji Sempozyumu'nun 2.si Siirt Üniversitesi’nde yapıldı.Ege Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji bölümü öğretim üyesi Doç.Dr. Haluk Sağlamtimur başkanlığında, yerli ve yabancı birçok bilim adamının katılımıyla düzenlenen sempozyumun birinci oturumunda söz alan Prof.Dr. Mehmet Özdoğan, baraj sayesinde tarihi varlıklar sadece yok olmadığını aynı zamanda gün yüzüne çıkarılma fırsatı da bulduğunu söyledi. Barajlar sayesinde yer altında kalacak birçok eserler gün yüzüne çıktığını belirten Özdoğan, “Türkiye’de ilk organize edilmiş proje olan Keban barajı ile Orta Anadolu’da toprak altında kalan eserlerin kurtarılması için başlatılan proje ile birçok medeniyete ışık tutacak eserler kurtarılarak müzelere taşındı. Bu vesile ile Keban Barajı Doğu Anadolu medeniyetlerine ait eserlerin çıkarılması ile arkeolojik kazılarda dönüm noktası oldu" diye ifade etti. AKP Siirt Milletvekili Afif Demirkıran ise yaptığı konuşmasında, 10 yıl öncesine kadar enerjide dışa bağımlı olan Türkiye’nin enerji üzerinde birçok önemli çalışması bulunduğunu belirtti.Bu coğrafyanın Mezopotamya medeniyeti ile yakın doğu ile Anadolu kültürlerinin birleştiği ve kaynaştığı bir yer olduğunu belirten Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı Abdurrahman Arıcı ise “Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde binlerce yılın izlerini taşıyan çok sayıda arkeolojik kazıyı görmek mümkün. Ülkemizde hidroelektrik santralleri, karayolları ve boru hatları Türkiye Cumhuriyeti makamlarınca karar verilerek yapılır. Ilısu Barajı, kültür varlıklarının tespiti, korunması, çıkarılması ve taşınması için bakanlığımız 1980 yılından beri projelerle desteklemektedir. Bugüne kadar 4 bin 500 eser müzelerimize kazandırılmıştır" dediSiirt Valisi Ahmet Aydın da, Siirt’in 12 bin yıl öncesine dayanan tarihi kimliğinin keşfedildiğini belirterek, şunları söyledi, “10 yıl önce yapılan araştırmalarda Siirt’in tarihinin 3 bin yıl öncesine dayandığı, Ancak yapılan arkeolojik kazılarda bu tarihin 3 bin değil, 12 bin 500 yılına dayandığı tespit edildi. Demek ki yapılan bulgularda elde edilen bilimsel araştırmalarda ilk yerleşim birimi Siirt’tir." Sempozyum daha sonra Prof.Dr. Harun Taşpınar tarafından ‘Ilısu Baraj Gölü Alanının Paleolitik Çağı’, Vecihi Özkaya tarafından ‘Kortik Tepe kazısı’, Yutaka Miyake tarafından Hasankeyf Höyük kazıları konulu sunumu ile sona erdi.3 gün sürecek olan sempozyumda arkeolojik faaliyetler ve baraj altında kalacak kültür varlıklarının korunmasına dair bilimsel teknikler, uygulamalar ve öneriler hakkında 47 bildiri sunulacak.

Zaman, 08.10.2013

NEKROPOLÜN ALTINDA TARİH YATIYOR

 

 

Antalya Side antik kenti, üstünü rüzgar kumlarının kapladığı Doğu Nekropolü'nün altında tarih yatıyor.

 

İzmir Efes'ten sonra Side antik kentinde 66 yıldır kazı çalışmasına rağmen kum kaplamasına bağlı kazı yapılamayan tek yerin Doğu Nekropolü olduğu belirtiliyor. Rüzgarın getirdiği kumullar Side'de turistlerin ilgisini çekiyor. Antik kentte Side Antik Tiyatro, Bizans Hastanesi, Devlet Agorası, Tüke Tapınağı, Büyük Hamam, Piskoposluk Sarayı, Anıtsal Çeşme, surlar, Athena, Apollon Tapınağı ve asırlık cumbalı Osmanlı evlerini gezdikten sonra kumul alanda yürüyüş turuna çıkıyor.

 

Anadolu Üniversitesi Arkeoloji Bölümü ve Side Kazı Başkanı Prof.Dr. Hüseyin Alanyalı, 1947 yılında Arif Müfid Mansel'le başlanılan kazı çalışmalarında 66 yıl içinde antik kentin bugüne kadar yüzde 10'nun gün yüzüne çıkarılabildiğini söyledi. Antik kentin doğu bölgesinin kumlar altında olduğu için bugüne kadar hiç kazı çalışması yapılmadığını belirten Alanyalı, kazı çalışması yapılmadığı için kumun altında hangi arkeolojik varlıkların bulunduğu bilinmediğini söyledi. Alanyalı, "Halihazırda antik kentin yüzde 10'u bile gün yüzünde değil. Nekropolün bulunduğu alan kumlarla kaplı olduğu için bugüne kadar hiç kazı çalışması yapılmamış. Bölgede Anadolu Üniversitesi olarak 5 yıldır çalışma yapıyoruz. Kumun altında çok büyük arkeolojik zenginliğinin olduğuna inanıyoruz. Kumul alanın temizlenmesi ve antik kentin tamanının gün yüzüne çıkması kısa sürede mümkün değil. Tüm gücümüzle çalışma yapsak bile kazılar en az 4 nesil sürer." diye konuştu.

Kültür ve Turizm Bakanı Yardımcısı Dr. Abdurrahman Arıcı, Türkiye'nin ilk turizme açılan penceresinin Side olduğunu, Roma'da olmayan Roma eserlerinin Side'de bulunduğunu söyledi. Antik kentin gün yüzüne çıkması için desteklerinin süreceğini belirten Arıcı, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın turizm tanıtımlarında sembolü olan Apollon Tapınağı'nın korunması ve restorasyonuna özel önem verdiklerini kaydetti.

Milliyet, 08.10.2013

BODRUM'DAKİ PEDASA ANTİK KENTİNDE KUŞCİNSLERİ ARAŞTIRILACAK

 

Muğla'nın Bodrum İlçesi'ne bağlı Konacık beldesinde bulunan 3 bin 500 yıllık Pedasa antik kentinde, kuş cinsleri araştırması yapılacak. Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölüm Başkanı ve Pedasa Kazı Başkanı Prof.Dr. Adnan Diler ile Konacık Belediyesi ve Doğa Derneği tarafından, geniş bitki örtüsüyle dikkat çeken antik kentte geniş çaplı bir araştırma yapılacak.

 

Prof.Dr. Diler, konu hakkındaki açıklamasında Pedasa'nın, tarih ve arkeoloji için çok önemli bir bölge olduğunu söyledi. Eski belgelerde "karların atası" olarak gösterildiğini ifade eden Diler, "Bu yarımadanın arkeolojik araştırması çok önemli ama bugüne kadar yaptığımız çalışmalarda gerçekten çok yol aldık. Burada çok daha önemli olan bir şey var. Bundan sonraki süreçte yeni bir çalışmayı daha başlatıyoruz. O da Pedasa'nın çok iyi korunmuş bir doğal yapısı var. Kültürel mirasın korunması kadar doğal dokusunun korunması da çok önemli. Doğa tarihi çalışmalarının başlatılması için yeni bir çalışma içerisine girdik." dedi.Konacık Belediye Başkanı Mehmet Tosun ise antik kentin toprağın altında olduğu kadar, üstündeki boyutunun da önemli zenginliklere sahip olduğunu belirterek şunları söyledi: "Bu yörede korunabilmiş bir bitki örtüsü var. Bitki örtüsüyle birlikte canlı türleri var. Bugün, geçmişten bu yana yürüttüğümüz çalışmalara yeni bir anlam katıyoruz. İnşallah Doğa Derneği ve diğer üniversitelerle burada yerin üzerindeki hem bitki örtüsüyle ilgili hem de kuş türleriyle ilgili çalışma yapma, kayıt altına alma suretiyle inşallah Bodrum yarımadamızın turizmine burayı kazandırmayı düşünüyoruz. Hem ülke içinden hem de ülke dışından insanların ziyaretine açmayı düşünüyoruz."Doğa Derneği Doğa Alanları Sorumlusu Can Yeniyurt da Pedasa'nın, Türkiye'deki önemli doğa alanlarından bir tanesi olduğunu kaydetti. Antik kentin aynı zamanda önemli bir kuş alanı olduğunu dile getiren Yeniyurt, "Bu alanda birçok kuş türü var. Bu kuşların incelenmesi ve araştırılmasına yönelik Doğa Derneği olarak buradayız. Bu canlıları izlemek, bunlara yönelik çeşitli çalışmalar yapmak ve bu arkeolojik alanın doğal zenginliklerini ortaya koymak için buradayız. Burada yapılacak bilimsel çalışmalara her zaman destek vereceğiz." ifadelerini kullandı.

Zaman, 07.10.2013

BİZANS DÖNEMİNE AİT YERALTI ŞEHRİ TESCİLLENECEK

 

 

Çorum'un Evci beldesinde yol genişletme ve istinat duvarı kazı çalışmaları sırasında ortaya çıkan şehir tescillenecek. Bahse konu alanda incelemelerde bulunan Çorum Valisi Sabri Başköy, Bizans dönemine ait olduğu düşünülen ve 8 odadan oluşan yeraltı yerleşkesinin korunması ve tescillenmesi için çalışmaların devam ettiğini ifade etti.

Yol genişletme çalışmaları esnasında söz konusu yerleşkenin ortaya çıktığını anımsatan, Vali Başköy, yerleşkenin incelem çalışmalarının devam ettiğini kaydetti. Buradaki incelemelerin ardından Başköy ve beraberindekiler, 1 milyon 365 bin 410 metre küp homojen kil çekirdekli kum-çakıl dolguya sahip evci zirai sulama göletinin yapım çalışmalarını da inceledi.

Vali Başköy, Evci gölet inşaatının planlanan zamanda tamamlanacağını belirterek, kentin tarımına olumlu katkıları olacağını kaydetti. Gövde sıyırma ve dolu savak kazılarının tamamlandığını ifade eden Başköy, 'Evci zirai sulama göletinin devreye girmesi ile Boğazkale İlçemize ait bin 40 dekar arazimiz suya kavuşacak. Göletinin sulama kanalları Ağustos ayında ihale edildi ve inceleniyor. İhale aşaması tamamlanır tamamlanmaz bin 40 dekar araziyi sulayacak olan 6 bin 821 metre uzunluğundaki sulama kanalları inşaatı başlayacak. Dolayısıyla gölet inşaatı ile kanal inşaatının aynı zamanda tamamlanacağına inanıyorum.' dedi.

Gölet inşa alanında incelemelerini tamamlayan Vali Başköy, yüklenici firmanın gölet alanında yer alan şantiyesini ziyaret ederek, proje detayları hakkında teknik bilgi aldı. Vali Başköy'e Boğazkale Kaymakamı Zeliha Uyan, Boğazkale Belediye Başkanı Rıza Soysat, Evci Beldesi Belediye Başkanı Nihat Sarıerik eşlik etti.

Time Türk, 03.10.2013



6 - 12 Ekim 2013

AV KÖŞKÜ İHALEYE ÇIKACAK

 

 

Selçuklu Çağı Anadolu Türk mimarisinin önemli örneklerinden biri olan ve 13 yıl önce Kemer’e gelen Finlandiyalı bir Türkolog tarafından ortaya çıkarılan Selçuklu Av Köşkü’nün kültür turizmine kazandırılması için yürütülen çalışmalar devam ediyor. Kemer’de Selçuklular döneminden kalan tek yapı olan Av Köşkü’nün gerçeğe uygun bir şekilde projesini hazırlatarak restore edilmesi planlanıyor. Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun İl Özel İdaresi fonlarından sağlamak üzere restorasyon ve mühendislik proje çalışmaları için 55 bin TL’lik fon hazırladı. Av Köşkü’nün ihalesini ise İl Özel İdaresi yapacak. İhale tarihi ile ilgili kesin bir tarih verilmezken, Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Komisyonu’nun keşfinden sonra yapılması planlanıyor. Daha sonra ise yapılacak işlemin maliyeti hazırlanacak. Ayrıca Av Köşkü’nün çevre düzenleme projesi yapıldığı kaydedilirken, söz konusu yerin kendi yapısıyla ilgili Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun bir çalışma yapacağı aktarıldı. Bu çalışmayla ilgili ödeneklerin hazır olduğu ve ihale aşamasının da proje tavsiyesi niteliğinde yapılacağı vurgulandı. Öte yandan Kemer Kaymakamlığı, Av Köşkü’nün bir bölümünü halkın kullanması için piknik ve mesire yeri olarak 10 yıllık kira sözleşmesi yaptı. Alandaki bütün ağaçların kodlanması için ağaç rölöve işlemleri tamamlandı. Söz konusu alanın, günübirlik olarak yerli ve yabancı turistlerin uğrak noktası haline getirilerek, alternatif turizme sunulması amaçlanıyor.

Kemer Gözcü, 10.10.2013

VİLAYET MEYDANI DÜZENLEMESİ TARİHİ ORTAYA ÇIKARTTI

 

 

Eskişehir'de devam eden Vilayet Meydanı düzenlemesi çalışmaları sırasında Roma dönemine ait su kanalı ortaya çıktı.

 

Vilayet Meydanı'ndaki düzenleme çalışmaları kapsamında yerleştirilecek led ekranlar için kazı yapan işçiler, büyük mermer bloklara rastlamaları üzerine durumu Eskişehir Valiliği'ne bildirdi. Valilik de Eskişehir Müze Müdürlüğü'ne haber verdi. Bunun üzerine Eskişehir Kültür Varlıkları Koruma Bölge Kurulu Başkanı Prof.Dr. Cengiz Işık ve Eskişehir Müze Müdürlüğü uzmanları, kazı alanında inceleme yaptı. İnceleme sonunda Roma dönemine ait olduğu belirlenen üzeri mermer bloklarla kapalı alanın 'temiz su kanalı' olduğu tespit edildi. Söz konusu yerdeki led ekran çalışmalarının devam edip etmemesine Eskişehir Kültür Varlıkları Koruma Bölge Kurulu'nun karar vereceği öğrenildi.

Yapı, 10.10.2013

MİRO'NUN KAYIP ESERİ BULUNDU

 

İspanyol sanatçı Joan Miro’nun yaklaşık 3 yıl önce, bir müzayede sırasında kaybolan “Guadi XIX” isimli eseri İspanyol polisi tarafından bulundu.

 

Sanatçının 1975 yılında “Guadi” serisi için yaptığı eseri, 3 yıl önce düzenlenen bir müzayedede 450 bin eurodan satışa sunulmuş ve satışın ardından İspanya’da bir galeride sergilenmek üzere bir taşıma şirketine teslim edilmişti. Ancak, eserin galeriye transferi sırasında kaybolduğu anlaşıldı. 2011 yılından bu yana aranan     eser, taşıma şirketinin sahibinin odasında bir kolide, paketi hiç açılmamış bir halde bulundu.

Mlliyet, 10.10.2013

DÜNYA ANITLAR FONU 2013

 

Dünya Anıtlar Fonu (World Monuments Fund) tehlike altında bulunan kültürel yapılar listesine bu yıl Türkiye’den sadece Kars’taki Mren Kilisesi’ni aldı.


1996 yılından beri, her iki senede bir tehlike altında bulunan kültürel değerlere dikkat çekmek amacıyla hazırlanan gözlem listesinde önceki yıl Türkiye'den Haydarpaşa Tren Garı, Büyükada Rum Yetimhanesi ve Gürcü Oshki Manastırı yer alırken 2013 listesinde sadece Kars’ın Digor bölgesinde bulunan 7’inci yüzyıla ait Mren Ermeni kilisesine yer verildi.

 

 

Dünya Anıtlar Fonu tarafından New York’ta yapılan basın toplantısında açıklanan listeye giren Mren Kilisesi’nin, Bizans ve Pers savaşları sırasında inşa edildiği ve yüzyıllardır atıl durumda olduğu kaydedildi.

 

 

Türkiye-Ermenistan sınırındaki askeri bölge içinde yer aldığı için sadece hükümetten alınan özel izinle ulaşılabilen Mren Kilisesi’nin Güney cephesinin çöktüğü, zorunlu olan sağlamlaştırma veya iyileştirme önlemleri alınmadığı takdirde tamamen göçme tehlikesi bulunduğuna dikkat çekildi.

Bu yılki listede 41 ülkeden korunmaya muhtaç 67 yapı ve bölgeye yer verildi. Yeniden sular altında kalan Venedik listedeki yerini korumaya devam ederken Suriye’deki iç savaşın etkisiyle tahrip olma tehlikesi yaşayan tüm tarihi mekanlar toplu halde gösterildi.

 

 

İşte listeden bazı örnekler:

ABD'nin Teksas eyaletindeki Chinati Sanat Müzesi


 

ABD'nin Pennslyvania eyaletinde George Nakashima'nın evi


 

ABD'de Hudson Nehri kıyısındaki Cloisters malikanesi


 

Ekvador'da yazar Remigo Crespo Toral Müzesi


 

Endonezya'daki Peceren ve Dokan kasabaları

 

Ermenistan'daki St. Gregory Manastırı


 

Kenya'daki antik Lamu şehri


 

Kolombiya'da San Jorge sel havzası


 

Makedonya'da Poloshko Manastırı


 

Afrika ülkesi Mali'deki kültürel miras alanı


 

Meksika'nın Monterrey kentindeki Fundidora Parkı


 

Mısır'ın başkenti Kahire'deki Bayt el Rezzaz Sarayı


Hürriyet, Haber: Razi Canikligil, 10.10.2013

"İSTANBUL'UN FETHİ"NE 761 BİN 500 TL

 

 

İstanbul’un 1453’te Fatih Sultan Mehmet tarafından fethini resmeden, İtalyan bir ressama ait olduğu tahmin edilen bir yağlıboya tablo, Sotheby’s müzayede evinin dün Londra’da gerçekleştirdiği İslam Eserleri Müzayedesi’nde 240 bin pounda yani yaklaşık 761 bin 500 TL’ye satıldı.

 

15. yüzyılın sonu, 16. yüzyılın başlarına ait olan tabloyu kimin aldığı açıklanmadı. Resim, 21 yaşındaki Fatih Sultan Mehmet’in liderliğindeki Osmanlı ordusunun İstanbul’u ele geçirdiği günü betimliyor. Müzayede evinin verdiği bilgiye göre eser, İstanbul’un fethini gösteren bilinen en eski yağlıboya tablo olma özelliğini taşıyor. Bu erken tarihli tabloda dumanlar şehrin üzerinde gezinirken, Kerko-porta (Belgrad Kapısı) ismindeki yan geçitte ve Yedikule’de Türk bayrakları görülüyor. Bu detaylar, tablonun İstanbul’un resmen fethedildiği 29 Mayıs 1453’ü betimlediğini gösteriyor.

 

Resmin kompozisyonunda aynı zamanda eski Bizans şehrinin en iyi bilinen abidelerinden olan Aya Sofya Kilisesi’ni, Hipodrom’u (Sultanahmet Meydanı) ve arka plandaki Valens (Bozdoğan) Su Kemerleri’ni görmek mümkün. Resmin sağında Galata bölgesinin bir kısmı ve sol alt köşesinde Vlanga (Yenikapı) Limanı da görülüyor. Eser, sanat değerinin yanı sıra Türk, İslam ve Avrupa tarihi açısından da büyük belge önemi taşıyor.

Milliyet, 10.10.2013

HALİFE ABDÜLMECİD VE TARTIŞILAN TABLO

 

 

İmzasız bir tablo, birileri “Halife Abdülmecid Efendi’ye ait!” dedi diye ona ait olur mu? “Avluda Kadınlar” tablosu büyük ihtimalle Gustave Boulanger’ye yahut onu ustaca taklit eden başka bir ressama ait olmalıdır. Bu tablonun Abdülmecid Efendi’ye ait olduğunu söyleyebilecek bir eksperin çıkabileceğini sanmıyorum. 

 

Dolmabahçe Sarayı Sanat Galerisi’nde Sultan Abdülaziz’in Polonya’da, Krakov Müzesi’nde muhafaza edilen bir albümdeki eskizleriyle bu eskizlerden yola çıkarak yapılmış, Osmanlı zaferlerinin tasvir edildiği tabloların yer aldığı harika bir sergi açıldı: “Eskizlerden Tablolara: Ressam Sultan Abdülaziz”.

 

Küratörlüğünü Lütfi Şen’in, sanat danışmanlığını Ömer Faruk Şerifoğlu’nun üstlendiği serginin bir tezi var: Biri Askeri Müze’de, diğerleri Milli Saraylar Tablo Koleksiyonu’nda korunan savaş konulu on altı tablonun Sultan Abdülaziz tarafından yapıldığı... Eskizlerdeki şaşırtıcı yetkinlik ve dinamizm, gerçekten söz konusu imzasız tabloların Sultan Abdülaziz’in fırçasından çıkmış olma ihtimalini güçlendiriyor.

 

Aslında bu yazıda, bu sergiden uzun uzun söz etmek niyetindeydim. Fakat önceki gün, bir müzayedede bir milyon altı yüz bin liraya alıcı bulan “Avluda Kadınlar” adlı tablo vesilesiyle Ahmet Hakan’ın yazısında ismimin geçtiği haber verilince kararımı değiştirdim. Havuzlu bir bahçede çıplak kadınları eğlenirken gösteren bu tablo Sultan Abdülaziz’in oğlu olan son halife Abdülmecid Efendi’ye aitmiş. Bir yazar, “Son halifenin bu tablosunu duvarına asabilecek zengin bir muhafazakar var mı?” diye soruyor. “Halife hazretleri bile ‘nü’ yapmış, siz nerelerde otluyorsunuz!” demek istiyor zahir. Herhangi bir yanlışı halife yaptı diye doğru mu kabul edeceğiz? Diyelim herhangi bir papa homoseksüel çıktı; homoseksüellik bütün Katolikler için meşru mu olur? Bu nasıl bir mantıktır? Kaldı ki hilafet, papalık gibi ruhani değil, siyasi bir makamdır.

 

Peki, imzasız bir tablo birileri “Halife Abdülmecid Efendi’ye ait!” dedi diye ona ait olur mu?

 

Ahmet Hakan, benim bu tablonun Abdülmecid Efendi’ye ait olmadığı yolundaki görüşüme kimsenin itibar etmediğini yazmış. Evet, böyle bir görüş serdettim, ama tam altı yıl önce... Bu köşede 13 Aralık 2007 tarihinde “Aklıma Takıldı Bir Kere, ‘Nü’nün Peşine Düştüm” başlıklı yazımda bu meseleyi ele almış, “Abdülmecid Efendi’nin her gün yaşadığı ortamı, yani haremi, kendi fantezilerini ‘harem’ diye dünyaya pazarlayan oryantalist ressamların gözüyle tasvir edebileceği nasıl düşünülebilir?” diye sormuştum. Bu yazı çıktıktan sonra, söz konusu tablodan tam altı yıl hiç söz edilmedi. Demek ki fikrime fena halde itibar edilmiş.

 

Söz konusu tablonun Abdülmecid Efendi’ye ait olduğunu ilk defa Hamit Kınaytürk iddia etmiş, yıllarca çıkardığı Sanat Çevresi dergisinin Eylül 1990 tarihli 143. sayısının kapağında kullandığı 117 x 175 cm. ebadındaki bu tablo hakkında şunları yazmıştı: “Bu sayıdaki Sanat Çevresi’nin kapağında gördüğümüz ve ilk defa yayımlanmakta bulunan ‘Avluda Kadınlar’ adlı eser, Şehzade Abdülmeci’in, döneminin ne denli aydın bir kişisi olduğunu var gücü ile kanıtlamaktadır. 1899 tarihini taşıyan bu resim sanatçının 31 yaşında yaptığı mükemmel bir kompozisyondur.”

 

Gelecek yıl (1991) Abdülmecid Efendi’nin eserlerinden oluşan bir serginin açılacağından da söz eden Kınaytürk, bu vesileyle rahmetli Sezer Tansuğ’dan bir yazı istemiş. “Şehzade Abdülmecit Efendi’nin İlgi Çekici Ressam Kişiliği” başlıklı yazısında -Kınaytürk kendisini haberdar etmemiş olmalı ki- “Avluda Kadınlar”dan hiç söz etmeyen Tansuğ, tam aksine şunları yazmış: “Abdülmecit Efendi modernleşen saray yaşamını resimde, kla­sik bir soyluluk içinde yansıtmanın ötesinde geleneksel yaşam değerlerine yönelik kompozisyon çalışmalarını, aynı üslup değerlerinin ayrıntı zenginliklerine kavuşturmamış, ama hiçbir zaman or­yantalizmin yapay ve sahte, düzmece gerçekçilik yolunu da tutmamıştır.”

 

Son halife, harem resimleri yapmamış mıdır? Yapmıştır! Mesela “Haremde Goethe”, “Sarayda Beethoven”, kızlarının ve Ofelya Kalfa gibi cariyelerin portreleri, bazı saraylı kadınlar... Bunların hiçbiri çıplak değil. Bildiğim kadarıyla tek kadın çıplağı vardır, onun da bütün anatomik özelliklerini kalın bir tüle bürünmüş gibi belirsizleştirmiştir.

 

Abdülmecid Efendi’ye ait olduğu iddia edilen tablo, Gustave Boulanger’nin mesela “Le Harem du Palais” (Sarayda Harem), The Bathers (Yıkananlar), “The Slave Market” (Köle Pazarı) ve “A Summer Bath at Pompeii” (Pompeii’de Bir Yaz Hamamı) adlı tablolarıyla karşılaştırılırsa birbirine benzeyen birçok ayrıntı görülecektir. Bu resimlerin hepsine internetten erişilebilir. “Avluda Kadınlar” tablosunun tam ortasında çeşmenin yanında çömelmiş kadın figürünün neredeyse aynısı “The Slave Market”ta, geniş yapraklı ağacın bir benzeri “Le Harem du Palais”da, çiçeklerin sarıldığı sütunların benzerleri de “A Summer Bath at Pompeii”de vardır. Bu tabloların üçünde, “Avluda Kadınlar”daki gibi yerde serili ve perde gibi kullanılan birbirine benzer halılar göze çarpmaktadır.

 

Hemen her resmine bir de siyahi cariye konduran Boulanger’nin akademik üslubu benzerlerinden rahatlıkla ayırdedilebilir.

 

Amatörlüğü aşmış bir ressam olmakla beraber, üslubundaki naifliği hemen fark edebileceğiniz Abdülmecid Efendi’nin herhangi bir tablosuyla Boulanger’nin herhangi bir tablosunu yan yana koyunuz; ikisinin aynı fırçadan çıktığını söylemenin imkansız olduğunu göreceksiniz. Abdülmecid Efendi aptal mıdır ve harem bilmediği bir mekan mıdır ki, hayali harem sahnelerine iltifat etsin. Tabloyu gençliğinde yaptığı iddia ediliyor. Peki, gençliğinde ulaştığı teknik ustalık, yaşlılığında yaptığı tablolarda niçin yok?

 

Kısacası, “Avluda Kadınlar” tablosu büyük ihtimalle Gustave Boulanger’ye yahut onu ustaca taklit eden başka bir ressama ait olmalıdır. Bu tablonun Abdülmecid Efendi’ye ait olduğunu söyleyebilecek bir eksperin çıkabileceğini sanmıyorum.

 

Az kalsın unutuyordum: Tam altı yıl önce yazdığım yazıyı şu cümleyle noktalamıştım: “Yakında “Abdülmecid’in Nü’sü müzayedeye çıkıyor!” diye bir haber okursanız, sakın şaşırmayınız!”

Zaman, Haber: Beşir Ayvazoğlu, 10.10.2013

ANTİK TİYATRO ONARILMIYOR, ÜZERİNE YENİ TİYATRO YAPILIYOR

 

 

Ulus Tarihi Kent Merkezi Yenileme Alanı Projesi kapsamında antik Roma tiyatrosu yeniden inşa ediliyor. “Restorasyon” adıyla sürdürülen çalışmada, seyirci bölümü aslına uygun olmayan bir şekilde beyaz mermerle yeniden yapıldı. Yapının orjinalinde kullanılan “Ankara taşı” diye bilinen malzemenin rengi ise beyaz değil. Başkentin göbeğindeki sit alanı, “Faal hale getirilme” gerekçesiyle tarihinden koparılıp konser mekanı hale getiriliyor.

 

Bir yılı aşkın süredir devam eden Ulus Tarihi Kent Merkezi Yenileme Alanı Projesi kapsamında Ulus ve Kale çevresinde birçok bina yıkıldı, ahşap evler “onarıldı”. Projeyle ilgili Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek “eski Ankara’nın Ulus’ta yeniden doğacağını” ifade etmişti.

 

SİT ALANINDA TAHRİBAT

Roma dönemine tarihlenen, MS 1. ile 2. yüzyıl arasında inşa edildiği tahmin edilen tiyatro, Ankara Kalesi’ne çıkarken sol tarafta kalıyor. 2007 yılında tespit edilen antik tiyatro, kazılar sonucu tamamen ortaya çıkarıldı. Sahnesi, sahne arkası ve seyirci bölümüyle 5 bin kişilik olduğu tahmin edilen antik Roma tiyatrosu, yenileme projesi kapsamında büyük mermer bloklarla yeniden inşa edildi. Aslına hiç benzemeyen, beyaz mermer taşından yapılan seyirci bölümü görenleri hayrete düşürdü. Söz konusu çalışma, başkentin göbeğinde bir sit alanının nasıl modern bir tahribata maruz bırakıldığını gözler önüne serdi.

 

AKADEMİSYENLER TEPKİLİ

3 Ekim 2013’te Bilkent Üniversitesi’nde düzenlenen “Mimari Mirasın Korunmasına Giriş” başlıklı çalıştayın ilk gününde tartışmaya konu olan antik tiyatro yenilemesi, uzmanlar tarafından da eleştirildi. Çalıştayda konuşan uzmanlar, antik tiyatronun koruma veya onarıma tabii tutulmadığını, yeniden inşa edildiğini ifade ettiler.

 

BELEDİYE: ÖZGÜN YAPI KORUNACAK

Ankara Büyükşehir Belediyesi, restorasyona “tarihi dokuyu canlandırmak ve antik tiyatroyu tekrar faal getirmek için” için başladığını duyurmuştu. Belediyenin internet sitesinde tiyatronun, Ankara Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun onayladığı rölöve, restitüsyon ve restorasyon projeleri doğrultusunda “özgün yapı korunarak” restore edildiği iddia ediliyor.

 

Ancak aynı sayfada, oturma sıralarının (cavea) restorasyon projesi ile yok olduğu belirtiliyor. Yeniden yapımda ilk iki sıra için özgün formda oturma sıralarının, sonraki sıralarda ise üzeri kompozit ahşap döşemeyle kaplanacak Gabion kutularının kullanılacağı ifade ediliyor. Bu açıklamalar Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin “faal hale getirmek” adına antik tiyatronun dokusunu nasıl tahrip ettiğinin adeta itirafı niteliğinde.

 

Büyükşehir Belediyesi’nin internet sayfasında, tiyatronun sahne binasının yıkılmış duvarlarına ilişkin ise “mümkün olduğu kadar özgün malzeme kullanılarak tamamlanması sağlanacak” ifadeleri kullanılıyor.

 


Eski Hali


Evrensel, Haber: Şiar Can Şener, 09.10.2013

900 YILLIK AMFORA'NIN İÇİNDEKİ SIVI, SIRRI ÇÖZÜLEMEDEN KATILAŞTI

 

 

Sinop’ta 2003 yılında balıkçı Şükrü Zarflıoğlu tarafından bulunarak, Sinop Müze Müdürlüğü’ne teslim edilen ve 800-900 yıllık olduğu tahmin edilen amforanın içerisindeki sıvı sırrını hala koruyor. 10 yıldır sıvı ile ilgili herhangi bir inceleme yapılmazken, aradan geçen zamanda katılaştığı bildirildi.

 

Sinoplu balıkçı Şükrü Zarflıoğlu, 2003 yılı Mart ayında Kastamonu’nun Çatalzeytin İlçesi açıklarında avlanırken 80–85 metre derinlikte trol ağlarına amfora takıldı. Ağzı kapalı ve içinde sıvı bulunan ’Amfora’yı Sinop’a götürerek Müze Müdürlüğü’ne teslim etti. Amforanın yapılan incelemede yaklaşık 800-900 yıllık olduğu belirtildi. Aradan geçen 10 yıla rağmen amforanın içindeki sıvının ne olduğu incelenmedi. Sinop Müze Müdürü Hüseyin Vural, kentte amforanın içerisinde sıvının ne olduğunu tespit etme şanslarının olmadığını İstanbul veya Ankara’daki laboratuvarlarda incelenmesi gerektiğini söyledi. Amforanın açılması için Kültür ve Turizm Bakanlığından izin alınması gerektiğini dile getiren Vural, "Bakanlık uygun görürse bu amfora açılır içindeki malzemenin tahlili yapılır. Bunun içerisinde şarap veya zeytinyağı olabilir. Bunun için biz bakanlıkla yazışmalar yapacağız. Bakanlık uygun görürse bu tahlilleri yapılabileceğimiz uygun bir laboratuvar belirleyeceğiz ve içerisinde ne olduğu tahlil sonrası belirlenecek" dedi.

 

SIVI KATILAŞTI

Arkeolog Fuat Dereli ise geçen zaman içinde amforanın içinde bulunan sıvının katılaştığını söyleyerek, "Bu amforanın 800 -900 yıllık bir eser olduğunu düşünüyoruz. Bu eser bize müzemizin tadilatta olduğu bir dönemde geldi. Biz de bu eserleri nemden korumak için bir depoda topladık ve kapattık. Ancak müzenin tadilatı için ödenek parasının gelmesi iki sene kadar gecikti. Bu amforada 2 sene kadar bekleyince üzerindeki çeperler de denizden çıktığı için kurudu. Bu kuruyan kısımlarda içindeki sıvıyı emdi ve katılaştı" diye konuştu.

 

10 yıl önce müzeye teslim ettiği amforayı görünce heyecanlandığını ve içerisinde ne olduğunu merak ettiğini söyleyen Sinoplu balıkçı Şükrü Zarflıoğlu ise, "Balık avına çıktığımızda trol ağımıza takılmıştı. Bu amforanın ağzının kapalı bir şekilde bulunması ona değer kazandırdı. Bunun içerisinde artık sıvı kalmamış, katılaşmış. Keşke devletimiz bunu koruyabilseydi de sıvı şekilde saklayabilseydi" dedi.

Milliyet, Haber: Songül Korkmaz, 09.10.2013

BAĞIŞ'TAN ATİNA'YA CAMİ FORMÜLÜ

 

AB Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, Atina’da Müslümanların ibadeti için bir cami bulunmamasının “Yunanistan’ın ayıbı” olduğunu belirterek Yunan başkentinde Osmanlı’dan kalma iki caminin küçük onarımlarla kısa sürede pekala ibadete açılabileceklerini söyledi.

 

Bağış, Atina’da düzenlediği basın toplantısında, Akropolis mabedi eteklerindeki Fethiye ve Dizdar Mustafa Ağa camilerini kastederek “Atina’da Osmanlı’dan kalma iki cami var. Küçük bir tamiratla hemen hizmete açılabilirler” dedi. Yunan Deniz Kuvvetleri’nin bir hangarını camiye dönüştürme projesini de eleştiren Bağış, “Atina’ya gelen Müslüman turistlerin cuma namazını kılmaları için bir cami bulunmaması Yunanistan’ın ayıbıdır. Garajdan dönme bir cami yakışmaz. Demokrasinin beşiğinde, Olimpiyatların yapıldığı bir şehirde inanç özgürlüğünün kısıtlanması ne AB ruhu ne de mantıkla izah edilebilir” dedi.

 

İşte o iki aday
Fethiye Camisi: Ömer Paşa tarafından, 1458’de eski bir Bizans kilisesi kalıntıları üzerinde inşa ettirilen cami, Yunanistan’ın Osmanlı’dan bağımsızlığı sonrasında askeri depo, hapishane ve kışlaya dönüştürüldü.


Dizdar Mustafa Ağa Camii: Voyvoda Camii ve Cisteraki Camii diye de biliniyor. 1759’da başlayan inşası 1764’te bitti. Mustafa Ağa tarafından yaptırıldı. 1975’den beri seramik sergisi olarak hizmet veriyor

Hürriyet, Haber: Yorgo Kirbaki, 09.10.2013

CUMHURİYET SANATINA BAKIŞ

 

 

Pera Müzesi, sonbaharı iki yeni sergiyle karşılıyor. İlki, Cumhuriyet’in 90. kuruluş yıldönümü anısına, modern Türk resminde Cumhuriyet imgesini irdeleyen ‘Düşler, Gerçekler, İmgeler’ başlıklı karma sergi.


Modern Türk resim sanatından örnekler ve imgeler üzerinden yakın dönemin tarih okumasını yapan sergi, Avni Arbaş, Nuri İyem, Abidin Dino, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Cihat Burak, Turan Erol, Nedim Günsur, Yüksel Arslan gibi isimlerin eserlerinden oluşuyor. Bu geniş dağılımlı seçki, Kuvayı Milliye yılları, köy yaşamı, göç, gecekondulaşma ve kentleşme, modern yaşamın yalnızlaşan bireyleri ile geçmişi yorumlama gibi alt temaları içerecek şekilde sergileniyor. Bu serginin diğer birçok modern Türk resmi sergisinden farkının kronolojik değil tematik dizilişinde olduğunu belirten Ekrem Işın’ın küratörlüğünde hazırlanan, 21 sanatçının 63 adet resminin yer aldığı sergi, 10 Kasım’a dek ziyarete açık kalacak. 

Vari ilk kez Türkiye ’de
Müzenin ev sahipliği yaptığı bir diğer sergi ise Akdenizli sanatçı Sophia Vari’nin ‘Heykel ve Resimler’ sergisi. Vari, New York ’tan Paris’e, Roma ’dan Atina’ya, Kuala Lumpur’dan Pekin’e, birçok yerde ilgi uyandıran sergiler açan; heykelleri ve resimleri birçok kişisel ve kamusal koleksiyonlarda yer alan bir sanatçı. Türk sanatseverlerle ilk kez buluşacak sanatçının eserleri, renkleri ve kendine özgü anıtsal formlarıyla dikkat çekiyor. Pera Müzesi’nin iki katına yayılan, Marisa Oporesa ve Maria Topal küratörlüğünde iki senede hazırlanan sergide sanatçının bronz ve gümüş gibi malzemelerden yaptığı 27 heykelinin yanı sıra 32 resmi sergileniyor. Sanatçı ayrıca Pera Müzesi’nin kafesinde sergilnen Maria Callas’ın piyanosunun üstüne üç küçük heykel yerleştirmiş. Bu heykeller de sergi süresince piyanonun üstünde görülebilecek. Türk sanat dünyasıyla 2010 yılında eşi Fernando Botero’nun Pera Müzesi’ndeki sergisinde tanışan Vari’nin bu ilk konukluğu, 19 Ocak’a dek sürecek.


Her iki sergi de ‘Uzun Cuma’ kapsamında her Cuma 18.00-22.00 saatleri arasında ücretsiz gezilebilecek.

Radikal, Haber: Elif Ekinci, 09.10.2013

"RESTORASYONLARDA HATALAR YAPTIĞIMIZ DOĞRU"

 

Türkiye 2003 yılından bu yana tarihi eser şantiyesine döndü.

 

Bugün başta İstanbul olmak üzere, Anadolu’nun hangi şehrine giderseniz gidin mutlaka etrafı çevrilmiş yapılarla karşılaşıyorsunuz. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün uzun yıllar ihmal edilen işlere dört elle sarılmasını konunun uzmanları takdirle karşılıyor, fakat peşinden de eleştirilerini sıralıyorlar. ‘Restorasyonlarda hatalar yapıldığını, özellikle nakışların tahrip edildiğini, tarihimize sahip çıkıyoruz anlayışı ile tarihi eserlere bilinçsizce kıyıldığını’ söylüyorlar. Bazıları hangi camide, ne tür yanlışlar olduğunu bizzat gidip fotoğraflıyor. Bu eleştirilerin en yetkili muhatabı, on yılda 4 bine yakın eserin restorasyon projesini başlatan Vakıflar Genel Müdürlüğü. 14 Ekim 2010’dan beri kurumun başında olan Dr. Adnan Ertem’e eleştirileri sorduk. Ertem’in ayrıca, şubatta açılacak Ortaköy Camii’nin restorasyonunun uzamasıyla ilgili söylenenlere verdiği cevaplar ile caminin içindeki yeni sürprizleri, Üsküdar Mihrimah Sultan Camii’ndeki hatları neden kaldırdıklarını, müftülüklerin cami restorasyonlarına artık niye karşı çıktıklarını, Dünya Vakıflar Konferansı’nın sonuçlarını ve yakında açılacak yeni müzeye dair verdiği bilgiler de önemli.

 

Vakıflar Genel Müdürlüğü yoğun bir şekilde tarihi eser restorasyonu yapıyor. Son durum nedir?

Son on yıldır tarihi eserlerin restorasyonunda muazzam bir inkişaf var. ‘İhmal edildi’ cümlesini ben bir bürokrat olarak kullanmak istemezdim ama bu konuda özellikle ihmali vurgulamak gerekiyor. Hakikaten ülkemizin tarihi zenginliğine uzun yıllar sahip çıkılmadı.

 

Son rakamlara göre kaç eser restore edildi?

1998 ile 2002 arasında sadece 50 eserin restorasyonu söz konusu iken 2002’den bu yana 4 bin eserin restorasyon projesini yaptık. Kimi bitti, kimi devam ediyor. Devletten bize para mı geldi, hayır.

 

Bütün restorasyonlar vakıf gelirleri ile mi yapılıyor?

Biz devletten bir kuruş alan bir kurum değiliz. Devletin hiçbir katkısı olmuyor. Tamamen kendi gelirlerimizle giderlerimizi karşılıyoruz. Bu mal varlığı daha önce de yöneticilerin elindeydi. Niçin yapılmadı, bunların hepsi tabii ki belli.

 

Niçin yapılmadı peki?

Bilinçli bir ihmal var gibi geliyor bana. Bir Sultanahmet’i, Süleymaniye’yi, Fatih Camii’ni hiç kimse göz ardı etmemeliydi. Hangi yönetici olursa olsun, Sultanahmet Camii’nin turistik anlamında yaşaması bu ülkenin kazanımıdır. Ama bu kadar göz önündeki eserler bile ihmal edildi. Nedeni bence şu: iş yapmak, sıkıntı almak demektir; icra, soruşturmalar, incelemeler, dedikodular hepsi beraberinde gelir. Yapmazsanız rahatsınız demektir.

 

Siz de bu sıkıntıları mı yaşıyorsunuz? Mesela restorasyonlar bir yandan takdirle karşılanıyor, bir yandan eleştiriler var. Sizce bu eleştiriler haksız mı?

Haklılar. Söyledikleri doğru. Ben buna itiraz etmiyorum. Yaptığımız işler, dört dörtlüktür, mükemmeldir iddiasında bulunmuyorum. Mutlaka hatalarımız var, yanlış uygulamalarımız var. Bunu da açık açık söylüyorum. Mesela Sivas Gök Medrese’de yanlış uygulamalar yapıldı.

 

Ne yapıldı?

İş bitirilemediği için orası yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya. İşi alan firmanın müteahhidi iflas ettiği ve tekrar geri alma noktasında hukuki süreç biraz uzadığı için biz ancak şimdi müdahale edebiliyoruz camiye. Divriği Ulucamii’nde 50 sene önce yapılan yanlış uygulamayı kaldırmak için yeni bir proje yapıyoruz. Yanlış uygulamalar olabilir, hatalı restorasyonlar olabilir, restorasyon yaparken tahribat da olabilir. Bunlara itiraz etmiyorum ama bizim bilinçli olarak bunu yaptığımızı kabul etmiyorum.

 

Tabii ki bilinçli olarak yapmıyorsunuz; fakat Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün bir bilim kurulu yok mu?

Oraya gelecektim şimdi… İstanbul’daki restorasyonlarımızla ilgili çok fazla şikayet yok. Çünkü İstanbul’daki eserlerin hepsine ayrı bir bilim kurulu oluşturuluyor.

 

İstanbul’la ilgili yanlış uygulamaları hocalardan duyuyoruz aslında…

İstanbul ile ilgili son yaptığımız restorasyonlarla alakalı bana pek bir şikayet gelmiyor. Varsa ayrıca onun üzerine gideriz. Fatih Camii’nin kitabesinin takılmasıyla ilgili bir eleştiri geldi. Ama bu yanlış bir uygulama değil. Benim yanlış uygulamadan bahsettiğim tezyinatı (süsleme) bozma, çiniyi sökme, caminin yapısına uymayan bir taş taklidi yapmak…

 

Peki bu bilim kurulunda kimler var?

Hepsi eski eserden anlayan uzmanlar. Yerine göre hattat, taş ustası, kalemkar, sanat tarihçisi…

 

O zaman bilim kurulunda hattatlar, kalemkarlar yok iddiası doğru değil.

Bizim her camimizin bilim kurulu var ve hepsi de alanında uzman isimler. Fakat hattat veya diğer uzmanları her bilim kuruluna koymak durumunda olamayabiliriz. Caminin yapısına göre değişiyor.

 

Ama camilerin genelinde hat var…

Problem sadece bu değil. Ben bilim kuruluna hattat da, kalemkar da koyuyorum. Fakat bu sefer, ‘o ne anlar hat işinden, o hattat değil, eseri tahrip etti’ diye tartışma çıkıyor.

 

Hattatlar birbirlerini beğenmedikleri için mi çıkıyor bu tartışmalar?

E, tabii kimse kimseyi beğenmiyor. Camiada tartışmasız tek bir isim Ahmet Ersen hoca. Herkes onun dediğine tamam diyor. Ama söz konusu kalemişi, tezyinat, bezeme, hat olduğu zaman birçok eleştiriler geliyor.

 

Olay sadece hattatların birbirini beğenmemesi mi?..

Biz yaptığımız restorasyonlara çıplak gözle baktığımızda ‘bu ne biçim olmuş’ tepkisi oluyorsa orada gerçekten çok büyük bir tahribat vardır. Detaya indiğinizde bilim insanlarının, sanatkarların, zanaatkarların tartışmasına girdiğimiz zaman işin içinden çıkamayız. Bakın bizim Anadolu’da yaptığımız restorasyonlarda sıkıntımız var. Bunu açık açık söylüyorum.

 

Nereden kaynaklanıyor bu sıkıntılar?

Öncelikle Anadolu’da müteahhit bulamıyoruz. İstanbul’daki müteahhitler İstanbul işlerine ancak yetiyorlar. Ayrıca firmalar Anadolu’ya çıkmak istemiyor, biraz işler küçük olduğu için, biraz şantiye kurmak maliyetli olduğu için, biraz da dağılmamak için. Anadolu’da her yer aynı değil tabii. Diyarbakır’da restore ettiğimiz Ulucami çok güzel oldu, Erzurum’daki Çifte Minare de güzel oluyor. İhale sistemi var sonuçta, firmaları seçemiyorsunuz.

 

İhale ile inşaat şirketlerine tarihi eser onarımı yaptırılması da çok eleştirilen bir konu…

Onda artık yapacak bir şeyimiz yok. Yasal düzenleme o şekilde, öbür türlü olsa peşkeş çekildi deniliyor. İkisinin arası yok.

 

İhaleye katılan şirketlerin ehliyeti nasıl belirleniyor?

Eski eser restorasyonu konusunda karneleri var. İşi nasıl bitirmişler, ne zaman bitirmişler vs. gibi konularda yeterliliklerine bakılıyor. Eski eser restorasyonu yapmayan hiçbir firmanın ihaleye girmesi mümkün değil.

 

Karneleri iyi olanlar da başarılı mı sizce?

Başarılı olanlar var, kendisini bizimle geliştirenler var. Hala eksik, hala istediğimiz düzeyde iş yapamayanlar da var.

 

İnternet sitenizde sadece Vakıf İnşaat’ın linki var. Onların sizinle ilgisi nedir?

Vakıf İnşaat’ın yüzde 50’si bizim, yüzde 50’si TOKİ’nin. Yönetim çoğunluğu onlarda ama sonuçta onlar da ihaleye giriyor. Yani ayrıcalığı yok. Eskiden Bakanlar Kurulu kararı ile onlara verilebiliyordu bazı işler, fakat yeni ihale kanunuyla bu kaldırıldı.

 

Restoratör konusunda da tecrübeli, yetişmiş eleman yetersizliği hep dile getiriliyor. Sizin bir restoratör politikanız var mı?

Dört-beş yıldır Restoratörler Derneği KOREFD ile çalışıyoruz. Müteahhitlerle çalışan restoratörleri bu dernekle birlikte eğitiyoruz, sertifika veriyoruz. Eğitimlerini eserlerin restorasyonunda alıyorlar. Müteahhitlere de onlarla çalışmalarını şart koşuyoruz. İkincisi, bugünlerde İtalya ile bir projeye başlayacağız. Biliyorsunuz İtalya restorasyon konusunda oldukça ileri. Onlarla protokol imzaladık. Şeyh Süleyman Mescidi’ni birlikte restore edeceğiz, tecrübelerinden faydalanacağız. Oradan gelen uzmanlar restoratörlerimizi eğitecekler. Bunu ilk defa uyguluyoruz. Eğer başarılı olursa projeyi devam ettireceğiz. Gerekirse bizim restoratörlerimizi İtalya’ya göndereceğiz. Eğitimler üç hafta sürecek.

 

Üç hafta yeterli mi?

Eğitim almış, altyapısı olan bir restoratör için yeterli.

 

Genel müdürlüğünüzün ne kadar restoratör kadrosu var?

16 kişi. Yeterli mi, değil. Ama biz de her kurum gibi her sene belirli sayıda personel istihdam etme şansına sahibiz. Bütün Türkiye için 60-70 restoratör istihdam etmemiz lazım. 50’si sadece İstanbul’a lazım. Anadolu’ya şimdilik 20 yeterli. Ama siz zannediyorsunuz ki bizim imkanlarımız var da kullanmıyoruz.

 

Bu kanun sonuçta değişemez mi, belki kültür politikasının yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor?

Bunu söylüyoruz, söylemiyor değiliz. Sonuç itibarıyla bize sunulan sınırlar içinde elimizden geleni yapıyoruz. Her sene restoratör alıyoruz.

 

“Üsküdar Mihrimah Sultan Camii’ndeki hatları kaldırdık

Üsküdar Mihrimah Sultan Camii’nin duvarlarındaki hatları, 1950’li yıllarda uygulandığı için kaldırdık. Tıpkı Edirnekapı’daki camide olduğu gibisıva kaldırılacak, orijinal taş duvar gözükücek. Çok daha iyi bir görüntü oluyor. Bunları kendi irademizle yapmıyoruz. Kurul kaldırın diyor, kaldırıyoruz.”

 

Ayasofya İmarethanesi Halı Müzesi oluyor

“İstanbul ve Anadolu’da bize bağlı toplam 13 müze bulunuyor. Ayasofya Müzesi’nin arkasında Ayasofya İmareti var. Restorasyonu uzun sürdü biraz ama tamamladık. Müze şeklinde teşhir tanzim işleri yapıldı. Bugünlerde Halı Müzesi olarak açılışını yapacağız. Sultanahmet Camii Hünkar Kasrı’ndaki Halı Müzesi’ni oraya taşıyacağız. Sultanahmet’teki Halı ve Kilim Müzesi’ydi. Şimdi ikisini ayırıyoruz. Tamamen modern, günün müzecilik anlayışıyla düzenledik orayı. Müzecilik bizim işimiz değil müzecilik kolay da değil, biraz acemiliklerimiz olabilir. Eğer burada başarılı olursak diğer müzelerimizin de günümüz müzecilik anlayışıyla yeniden teşhir ve tanzimini düzenleyeceğiz.”  

 

Vakıfların gelirleri iyi değil mi?

İyi mi kötü mü bir şey söyleyemem ama bizim paramız bereketli. Ben göreve başlayalı üç sene oldu. İki tane vakıf üniversitesi kurulmuştu. Bezm-i Alem ile Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi. Fakat henüz faaliyete başlamamışlardı. Her iki üniversitenin muazzam derecede nakit ihtiyacı vardı. Eğitim dönemi başlayacağı için öncelikle maddi olarak onlara yöneldik. İster istemez restorasyon programı biraz yavaşladı. Ama çok fazla değil. Birinci sene böyle geçti. Şimdi müftülükler bize ‘artık camileri restorasyona almayın.’ diyor.  

 

Neden?

E, şimdi Karaköy’den yola çıkın bakın. Kılıç Ali Paşa Camii’nin restorasyonunu yeni bitirdik, yanında Nusretiye camiinin restorasyonu başladı, hemen ileri gidin Fındıklı’daki Molla Çelebi’nin karşısında Süheyl Efendi Camii, biraz daha ileride Ortaköy Camii’nin restorasyonu devam ediyor. Biraz geride ise Küçük Mecidiye Camii restorasyonda. Biraz yukarı çıkın Yıldız Hamidiye Camii’nde çalışma var. Cemaatin namaz kılacak camisi kalmadı.

 

Müftülükler bu yüzden mi yapmayın diyor?

Evet, Üsküdar’da Mihrimah Sultan Camii’ni restorasyona aldık. Orada zaten Aziz Mahmud Hüdai Camii restorasyonda. Yanındaki Valide Sultan Camii’ni de başlatalım istedik. Fakat, müftülük ‘hayır’ dedi. Haklılar. Cemaatin öncelikli olarak namaz kılması lazım. Mihrimah Sultan bitince diğerine başlayacağız. Beyazıt Camii’nin restorasyonu için de Nuruosmaniye Camii’nin restorasyonunun bitmesini bekledik. İster istemez müftülüğün bu itirazını dikkate almaya başladık.  

 

Ortaköy Camii’nin restorasyonunun uzamasıyla ilgili de eleştiriler olmuştu...

Ama uzamasının sebebiyle ilgili çok yanlış yönlendirmeler var. Esnaf haklı olarak diyor ki, burayı bitirin. Doğru. Esnafa soruyorsunuz, Ortaköy Camii’nin manzarasından istifa ediyor musunuz, peki Vakıflar’a bunun bir katkısı var mı, yok. O zaman bize köstek olmasınlar. Restorasyon uzadıkça ticari anlamda sıkıntı oluşuyor, sıkıntı olmasa bile istedikleri kadar getirisi olmuyor. Ama hep söylüyoruz Ortaköy Camii’nde 1960’lı yılların yanlış uygulamaları var. Onları bertaraf etmek öyle kolay olmadı. Çimento uygulamalarını, eklemeleri hepsini kaldırdık. Yeni halini gören bambaşka bir yere geldik diyecek. Mesela caminin girişi iki katlıydı, bir katı kaldırdık, çünkü ilave edilmiş. Orijinalinde böyle bir kat yok. Eski haline getirdik. O katı aldığınız zaman girişte muazzam bir ihtişam ortaya çıkıyor. Ortaköy Camii’nde eski uygulamalar ile yeni uygulamalar noktasında devrim yapıldı. Bu çok önemli bir husus.

 

İkincisi Ortaköy Camii’nde hiçbir yerde olmayan bir uygulama var. Şutuk, yani mermer görünümü veren süslemeler… Bu uygulama camilerde çok var fakat ustası yok Türkiye’de. Sadece Dolmabahçe Sarayı’nda var uzmanlar ve onları da artık zamanlarında istihdam ederek bu işi yetiştirmeye çalışıyoruz. Bir alçı ustasıyla işleri daha çabuk bitirebiliriz ama o zaman istediğimiz güzellikte olmaz, biz orijinaline yakın olsun istiyoruz. Şöyle de bir gerçek var, hiçbir eski eserin restorasyonu öngörülen tarihte bitmez.

 

Şutuk ustaları nereden geldiler?

Kendilerini yetiştirdiler. Bu alanda hakikaten açık var. Ben müteahhitlere bu alanda adam yetiştirmelerini öneriyorum. O uygulamalar en fazla zaman kaybına neden oldu. Ama bütün bunlara rağmen şubat ya da mart ayında bitireceğiz. Ama beni üzen asıl başka bir konu var.

 

Nedir?

Ortaköy Camii’ni Kuveyt Türk’ün sponsorluğunda restore ediliyor. Dolayısıyla Kuveyt Türk’ün reklamı camiyi çevreleyen panolara asıldı. Restorasyonun bitmemesi bu olaya bağlanıyor; ‘ne kadar uzun sürerse o reklam orada duracak, bundan dolayı bitirilmiyor’ diye yazıldı. Asla böyle bir şey yok. Biz gerekirse Kuveyt Türk’ün reklamını indiririz, hemen bugün hiç problem değil. Kuveyt Türk yetkilileriyle de görüştüm. Onlar da buna razılar. Ama eğer bir kişi, kurum böyle önemli tarihi eser restorasyonlarına katkı sağlıyorsa reklamından da istifade etsin, ne olacak? Aynı şeyi diğer kurumlara da söylüyorum. Herhangi bir caminin restorasyonunu yapın, siz de reklam panonuzu asın diye…

 

Aslında sponsorluk ülkemizde çok destekleniyor. Bu bilerek gündeme getirilen bir durum mu?

Bilerek kaşınıyor. Bir kere bir eski esere girdiğinizde sıvaya raspayı vurduğunuzda ne çıkacağı belli değil, bambaşka bir dünyayla karşılaşıyorsunuz. Bunları kimse hesap etmiyor.  

 

"Vakıf kurma konusunda daha atak olmalıyız”

23-24 Eylül 2013’te Dünya Vakıflar Konferansı düzenlediniz. Uluslararası vakıflar geldi Türkiye’ye. Bu konferanstan muradınız neydi?

Batı tipi vakıflar ile İslam dünyası vakıflarını bir potada nasıl değerlendirebiliriz, bu konuları konuştuk, tecrübelerimizi paylaştık. Yeni Zelanda’dan Avustralya’ya kadar ilginç tecrübeler var. İslam ülkeleri arasında yeni bir vakıf kanunu çalışması var, sekreteryasını Kuveyt Vakıf Bakanlığı üstleniyor. Vergi muafiyeti olmadığı sürece vakıfçılık ya da hayırseverlik sisteminin özel şahıslara geçebileceğini sanmıyorum. Biz bu konuda epey çalışma yaptık. Vakıf kurmak isteyenlerin kuruluş mal varlığını ayrım gözetmeksizin 500 bin TL’lerden 50 bin TL’ye düşürdük. 3-4 yıldır uygulanıyor bu. Ama vakıf sayısında sıçrama olmadı. Benim özlediğim düzeyde değil. Vakıflar Medeniyeti olan bir devletin torunları olarak vakıf kurma konusunda biraz daha cesaretli, atak olmamız lazım.

 

Batı dünyası her geçen gün vakıf adı altında çeşitli örgütlenmeler yapıyor. Sivil toplum kuruluşları çok aktif ve etkili. Her alanda yardımlaşmayı, hayırseverliği ön plana çıkarıyorlar. Ve bunları aktif hale getirecek her türlü argümanı kullanıyorlar. Aslında Batı, vakfı bizden öğrendi ama bizden çok ilerideler, çünkü geliştirdiler. Bizdeki eksiklik vakıf kurmayı cazip hale getirecek ekipmanları oluşturmak. Vakıflar için vergi muafiyeti belirli şartlara bağlanmamalı, her vakfın vergi muafiyeti olmalı ve vakıf sayısı çoğalmalı diye düşünüyorum.

Zaman, Haber: Sevinç Özarslan, 09.10.2013

98 YILLIK TARİHİN FOTOĞRAFI ÇEKİLDİ

 

 

Çanakkale Kara Savaşları'nın yaşandığı Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkı'nda, 'Anzak (Arıburnu) Savaş Alanı Üzerine Türkiye, Avustralya ve Yeni Zelanda'nın Ortak Tarihsel ve Arkeolojik Araştırması Projesi'nin bu yıl ki çalışmaları tamamlandı.

 

Türkiye ve Avustralya başbakanlarının 2005 yılında üzerinde anlaştığı ve Yeni Zelanda Başbakanı’nın da sonradan bu görüş birliğine katıldığı, ana amacı Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkı için var olan gelişme planları çerçevesinde kilit alanların korunması için belirgin bir temel geliştirmek olan proje, dördüncü yılına ulaştı. 2010 yılında başlanan ve bu yıl dördüncüsü gerçekleştirilen çalışmalar 10-30 Eylül arasında yapıldı.

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı temsilcisinin nezaretinde ve Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Park Müdürlüğü kurum üyesinin de katılımıyla bu yıl yapılan araştırmalar, 25 Nisan- 12 Aralık 1915 tarihleri arasında cephenin en sıcak çatışmalarının yaşandığı kısımda sürdürüldü. Avustralyalılara ait Lone Pine (Tekçam) bölgesinde, Ağustos ayında el değiştiren bölgede yoğun çalışmalar yapıldı. Bu alan Anzak siper sisteminin en görünür alanı olarak dikkat çekti. Bombasırtı (Quinn's Post), tarafların ön cephelerinin birbirine en yakın olduğu noktada mesafenin yalnızca 27 metre olduğu belirlendi. Yapılan araştırmada 6 sıra Malone Taraçaları ve en üstte de Deniz Manzarası Taraçalarının yerleri tespit edildi. Sahada, Şevki Paşa haritasında yer alan pek çok siper, lağım çukuru, makineli tüfek yeri ve telekomünikasyon siperleri tespit edildi. Ayrıca savaş sırasında siper yapımında kullanılan aletler, savaşta kullanılmış mermi parçaları, şarapnel parçaları ve siperlerde askerlerin kullandığı diğer malzemeler bulundu. Türk hatlarında kullanılan tuğlalar ve tel örgüler görüldü.

 

 

DENİZ MÜZESİ’NE TESLİM EDİLDİ
Envanterlik malzemelerin Kültür ve Turizm Bakanlığı nezaretinde Çanakkale'deki Çimenlik Deniz Müzesi'ne telim edildiğini açıklayan Proje Başkanı Yrd.Doç.Dr. Mithat Atabay, Gelibolu Yarımadası'nda Ortak Tarihsel ve Arkeolojik Araştırması Projesi kapsamında, gerek Şevki Paşa haritası, gerekse Avustralya ve Yeni Zelandalılara ait haritalarda yerleri 98 yıl önceden belirlenen savaş alanları, siperler ve lağım çukurlarının jeofizik radarla yüzey taramasının yapılmasındaki amacın, bunların 98 yıl sonraki durumunu görmek olduğunu ifade etti. Yrd.Doç.Dr. Atabay, jeofizik radarlarla yaptıkları taramalar ve elde ettikleri görüntülere göre ise, “Bu yıl araştırma yaptığımız bölgede yer altında kalan toplam 5 bin 50 metre siperin bugün hangi durumda olduğunu tespit ettik. Aradan geçen 98 yılda nasıl bir değişikliğe uğramışlar. Hangi amaçlarla kullanılmışlar, savaş sırasındaki durumları nasıldı, bugün ne halde bulunuyorlar. Nereden nereye uzanıyorlar. Bizim çalışmamız bunu içeriyor” dedi.

 

 

Yrd. Doç.Dr. Atabay, 2014 yılında da devam edecek olan 'Anzak (Arıburnu) Savaş Alanı Üzerine Türkiye, Avustralya ve Yeni Zelanda'nın Ortak Tarihsel ve Arkeolojik Araştırması Projesi' sonucunda 2015 yılında Türkiye, Avustralya ve Yeni Zelanda'da bir sergi düzenleneceğini, çalışma sonuçları ve Çanakkale Savaşları konusunda bilimsel verilere dayalı olarak hazırlanmaya başlanan kitabın 2015 yılında Türkçe ve İngilizce olmak üzere iki ayrı dilde yayınlanacağını kaydetti.

Akşam, 08.10.2013

OSMANLI REVAKLARI TÜRKİYE'DE KALACAK

 

Genişletme projesi nedeniyle Kabe’den sökülen Osmanlı revakları, Türk işçilerce aslına uygun onarılıyor.






 

Harem-i Şerif'i genişletme çalışmaları kapsamında Kabe'nin çevresinden sökülen Osmanlı revakları, Türkiye'den gelen ekip tarafından aslına uygun onarılıyor. Arafat yolu üzerindeki bir şantiyede bakıma alınan eserler, proje bittiğinde söküldükleri yerlere monte edilecek.

Osmanlı padişahı Sultan II. Selim tarafından yapımına başlanan ve oğlu III. Murad döneminde tamamlanan revaklar, yaklaşık 450 yıldan beri Hacıları bölgenin sıcağından koruyor. Tavaf alanının belirlenmesi vazifesi de gören revakların büyük bölümü, 40 milyar liralık genişletme projesi kapsamında Kasım 2012'de yerlerinden sökülmüştü.

Projeyi yürüten Bin Ladin Grup, tarihî eserlerin restorasyonunu Türk şirketi Gürsoy Grup'a verdi. Sökülen revaklar tek tek numaralandırıldı. Aslına uygun restore edildikten sonra revakların zemini, tavaf alanına indirilip aradaki kot farkı ortadan kalkacak.

Kubbe alemleri, kitabeler, taş dendanlar, taş kaplamalar, kalem işi sıvalar, kubbe tuğlaları, kemer taşları, sütün, başlık ve kaidelerin tamamı yerlerine konulacak. Sökülen revaklar, 15 metre geri çekilip tavaf alanıyla aynı seviyede olacak şekilde yerleştirilecek.

Mescid-i Haram'dan sökülen revaklar, Mekke'den Arafat'a gidiş yolu üzerindeki bir şantiyede restore ediliyor. Dışarıdan da rahatlıkla görülebilen restorasyon çalışmalarında Türkiye'den gelen 200 işçi görev yapıyor. Revaklara ait tarihî parçaların üzerinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi İmar ve Şehircilik Daire Başkanlığı Koruma Uygulama ve Denetim Müdürlüğü'nün logosu bulunuyor. Ayrıca sertifika sınıflandırma notu yer alıyor. Revakların üzerindeki izin sertifikasında, eserlere ‘müdahale’ edilebileceği belirtiliyor.

Haberimport, Fotoğraflar: Zaman, 08.10.2013

BRİTANYA RESMİNİN KEN LOACH'U

 

 

Londra ’da bir sergi ziyarete açılmadan önce farklı mecralarda tanıtılır ve biletleri ön satışa sunulur. Bazen açılır ve ön satıştan bilet almadıysanız haftalarca giremezsiniz sergiye. Bu kadar vahim bir yoğunluk olmasa da kayda değer bir örnek: Tate Britain tarihindeki en fazla bilet satışıyla L.S. Lowry sergisi. Peki nedir Lowry’yi bu kadar kıymetli yapan Britanyalıların gönlünde?


1887– 1976 yılları arasında yaşayan Lowry, bu dönemin İngiltere ’sini resmetmiş. Bu dönemde hızla sanayileşen ve Avrupa’nın en büyük 5 şehrinden birine dönüşen Manchester, yeni bir peyzaj türünü de Lowry eliyle izleyiciyle tanıştırmış. Fabrika bacaları, futbol sahaları, parkları, fuarları, geometrik şehirleşmeyi, yani şehir peyzajını tuvaline yansıtmış. Modern hayatın ressamı, hem Monet hem de dönemdaşı izlenimciler için kullanılır. Lowry onlara mesafeli yaklaşıyor: “Onların resminde hayattaki mücadele yok” diyor.


Lowry’ye gore, doğa manzarasında ağaçlar, nehir, dağlar önemlidir ama şehir manzarası resmediyorsanız, insan ana unsur olmak zorunda. Onun figürleri de işe giden, işten gelen, intihar eden, panayırda eğlenen, hastanede sıra bekleyen insanlar ve köpekler. İşçi sınıfının resmini yapan Lowry, işçinin şehirle ilişkisini, bu anı görünür kılıyor. Fabrikalar biraz uzakta, sıra dağlar misalı yükseliyor. Sanatçı, şehir hayatının ve işçilerin en önemli eğlencelerinden biri olan futbolu da unutmuyor elbette. Kalabalıklar, sürekli bir yerden bir yere hareket eden insanlar, sıkış tıkış sokaklarla Lowry manzaraları kaotik ve bir miktar karanlık. Resimleri de örneğin Daisy Nook fuarına küçük bir çocukken gitmiş olan Britanyalılar için ayrı bir önem taşıyor.


Amerikalı iki sanat tarihçisinin küratörlüğünü yaptığı sergide, dönemin yaşam ve sanat şartları da Charles Baudlaire, George Orwell, John Berger gibi isimlerin kalemlerinden kısa metinlerle tarif edilmiş. “Bugün yaşasa Lowry, Londra’nın finans merkezi Canary Warf’ı resmederdi” diyenler var. Britanya resminin Ken Loach’u, belki de yine Manchester’ı, futbolu, göçmenleri ve işçileri anlatırdı. Keza Londra’da hastane sıraları onun resmettiğinden farklı değil bugünlerde. Farklı olmayan bir başka unsur ise gökyüzü… Lowry resimlerinde de gördüğümüz o şehirde, çamur, buzlanmış sokaklar, kahverengi akan nehir, evler, fabrika bacalarında, gökyüzünde asılı dumanda insanın içini açmayan bir şey var. Diyorlar ki, hava kirliliği Londra’yı güzel bir şehir yapıyor; gün batımındaki o eşsiz pembeliği buna borçluyuz. Belki de öyle… Sergi için bilet hala bulunabiliyor, gezmek için son gün 20 Ekim.

Radikal, Haber: Gülnaz Can, 08.10.2013

KURBAN BAYRAMINDA MÜZELER AÇIK

 

Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı müze ve ören yerleri, Kurban Bayramı’nda ziyaret edilebilecek.

 

AA muhabirinin Bakanlıktan aldığı bilgiye göre, ülke genelindeki 189 müze ve 131 düzenlenmiş örenyeri, bayramın 1′inci günü öğleden sonra ziyarete açılacak.

 

Bakanlık, bayram tatiline gidenlere bulundukları yerlerdeki tarihi, sanatsal ve kültürel zenginliği keşfetme, yaşadıkları şehirlerde kalanlara da önünden defalarca geçmelerine rağmen ziyaret etme fırsatı bulamadıkları müzeleri gezme imkanı sunuyor.

 

Saraylar da açık

TBMM Milli Saraylar Dairesine bağlı saray, köşk, kasır ve müzeler de bayramın 2. gününden itibaren misafirleri ağırlayacak.

 

Bayramda Osmanlı sarayların ihtişamını görmek isteyenler için Dolmabahçe Sarayı ile Beylerbeyi ve Yıldız saraylarının kapıları da açık olacak.

 

Aynalıkavak, Beykoz, Ihlamur, Küçüksu ve Maslak kasırlarının yanı sıra Florya Atatürk Deniz Köşkü ile Yalova Atatürk Köşkleri, Aynalıkavak Musiki Müzesi, Dolmabahçe Saat Müzesi ve Saray Koleksiyonları Müzesi de ziyaret edilebilecek.

 

Kapalı müzeler

Yurt genelinde restorasyon, teşhir ve tanzim çalışmaları nedeniyle kapalı olan müzeler ise şunlar:

 

Adana Etnografya Müzesi, Diyarbakır Müzesi, Manisa Müzesi (Arkeoloji Bölümü), Sivas Aşık Veysel Müzesi, Van Müzesi, Zonguldak Ereğli Müzesi, Hasankeyf Örenyeri, Aksaray Ihlara Vadisi (Kısmen), Nevşehir Göreme (Kızlar Manastırı), Çanakkale (Kilitbahir Kalesi), Şanlıurfa Harran İç Kale ile Şanlıurfa Kalesi, İzmir Atatürk Evi Müzesi, Efes Müzesi ile Bergama Müzesi Bağlı Birimi Kızılavlu, İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesi ile Kariye Müzesi, Gaziantep Hasan Süzer Etnografya Müzesi ile Arkeoloji Müzesi, Mersin Anamur Müzesi, Bursa Mudanya Mütareke Evi Müzesi, Muğla Fethiye (Kayaköy’de Bulunan İki Kilise), Konya Akşehir Taş Eserler Müzesi ile Mevlana Müzesi (Matbah-ı Şerif bölümü) ve Adam Mickiewicz Müzesi.

Turizm habercisi, 08.10.2013

HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR MÜZESİ İÇİN SEVİNDİRİCİ KARAR

 

 

Heybeliada’da bulunan Hüseyin Rahmi Gürpınar Müzesi binasının İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne (İBB) devredilmesi talebi bugün İstanbul İl Genel Meclisi’nce reddedildi.

 

Konuyla ilgili geçtiğimiz hafta toplanan İl Genel Meclisi İdari İşler Komisyonu hazırladığı raporda olumsuz karar vermişti. Komisyon, tarihi köşkün ada merkezine uzak olması ve adada fayton dışında ulaşım aracı olmamasını kararına gerekçe olarak göstermişti.

 

Mülkiyeti İl Özel İdaresi’nde, kullanım hakkı ise Kültür ve Turizm Bakanlığı’nda olan tarihi Hüseyin Rahmi Gürpınar Müzesi’nin İSMEK olarak kullanılması üzere İBB’ye devredilmesine ilişkin İstanbul İl Genel Meclisi’nde bugün yapılan oylamada teklif oy birliğiyle reddedildi.

 

Yazar Gürpınar'ın (1864-1944) evi olan ve sonradan müzeye dönüştürülen köşkün İSMEK'e devredilmesi girişimi, aydınların ve Heybeliada'da yaşayan yurttaşların tepkisini çekmişti.

Sol Haber, 08.10.2013

II. ULUSLARARASI ILISU BARAJI ARKEOLOJİ SEMPOZYUMU

 

Ilısu Barajı ve HES Projesi kapsamında gerçekleştirilen çalışmaların sunulup tartışılacağı II. Uluslararası Ilısu Barajı Sempozyumu başladı.

 

Siirt Üniversitesi’nde 07-10 Ekim 2013 tarihleri arasında gerçekleştirilecek sempozyum, Prof.Dr. Mehmet Özdoğan, DSİ Ilısu Bölge Müdür Yardımcısı İnan Gündüz, GAP Başkan Yardımcısı Mustafa Kölmek, Siirt Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Murat Erman, AKP Siirt Milletvekili Afif Demrikıran, Bakan Yardımcımız Abdurrahman Arıcı ve Siirt Valisi Ahmet Aydın’ın konuşmaları ile başladı.

 

Büyük ilgi gören sempozumun açılışında AKP Milletvekili Osman ÖREN ve çok sayıda protokol üyesi, bilim insanları, öğrenciler ve konuya ilgili vatandaşlar katıldı.

 

Sempozyumda, Türk bilim adamları ile İtalya, Japonya, Fransa ve İngiltere’den katılacak yabancı bilim adamları tarafından anılan proje kapsamında yürütülen arkeolojik faaliyetler ve baraj altında kalacak kültür varlıklarının korunmasına dair bilimsel tekniklerin, uygulamaların ve önerilerin değerlendirilip, tartışılacağı 47 bildiri sunulacak. 10 Ekim ‘de gerçekleştirilecek Tillo ve Çattepe Höyük gezisiyle sempozyum sona erecek.

Turizm Habercisi, 08.10.2013

'SON YEMEK' REKOR FİYATA SATILDI

 

 

Ünlü Çinli ressam Zeng Fanzhi'nin "Last Supper (Son Yemek)" adlı tablosu, Hong Kong'ta düzenlenen açık artırmada 23,3 milyon dolara alıcı bularak şimdiye kadar en yüksek fiyata satılan çağdaş Asya sanat eseri oldu.

Sotheby's Müzayede Evi, tablonun açık artırmaya telefonla katılan iki koleksiyoncu arasında 10 dakikadan uzun süren çetin bir çekişmenin ardından satıldığını açıkladı.

Zeng'in Rönesans döneminin İtalyan ustası Leonardo da Vinci'nin aynı adlı eserinden esinlenerek yaptığı tablo, yaklaşık 4 metre uzunluğunda.

 

İsviçreli koleksiyoncular Guy ve Mariam Ullens tarafından satışa çıkarılan tabloya 10,3 milyon dolar değer biçilmişti.

Daha önce en yüksek fiyata satılan çağdaş Asya sanat eseri, 2008'de 15,1 milyon dolara alıcı bulan ünlü Japon heykeltıraşı Takashi Murakami'nin "My Lonesome Cowboy (Benim Yalnız Kovboyum)" adlı heykeliydi.

Sotheby's Müzayede Evi, Hong Kong Ofisi'nin açılışının 40. yıl dönümü için düzenlediği Çağdaş Asya Sanat Eserleri Müzayedesi'nde 11 Asyalı sanatçının 61 eseri satışa sundu.

Eserlerden 55'inin toplam 145,2 milyon dolara satıldığı öğrenildi.

Müzayede Evi, açık artırmaya 25 ülkeden koleksiyoncuların katıldığını ve çağdaş Asya sanatına duyulan ilginin son yıllarda büyük artış gösterdiğini belirtti.

Habertürk, 07.10.2013

LEONARDO DA VINCI'YE AİT OLDUĞU SANILAN BİR TABLO BULUNDU

 

 

İsviçre'de bir banka kasasında ortaya çıkarılan 400 tabloluk koleksiyonda Rönesans döneminin efsanevi ismi Leonardo da Vinci'ye ait olduğu sanılan bir tablo bulundu.

 

Yağlıboya tablo, İtalyan ustanın 1499'ta tamamladığı İtalyan asilzade Isabella d'Este'nin portresi ile büyük benzerlik gösteriyor. Da Vinci'nin İtalya'nın Lombardi bölgesinde yaptığı karakalem portre, halihazırda Paris'teki Louvre Müzesi'nde sergileniyor.

Los Angeles'taki California Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü'nden Ordinaryüs Prof. Carlos Pedretti, 61x46 santimetrelik eserin da Vinci'nin elinden çıktığına hiçbir şüphe olmadığını söyledi.

Pedretti, İtalyan Corriere della Sera gazetesine yaptığı açıklamada, şunları kaydetti:
"Da Vinci'nin tekniği ve tarzı, özellikle yüz kısmında son derece belirgin. Markiz Isabella d'Este'nin, karakalem çalışmayı gördükten sonra ünlü ustadan portresini yağlıboya olarak da yapmasını istediğini biliyoruz. 'Bir sanat eseri, asla tamamlanmaz sadece terk edilir' ifadesini kullanan Da Vinci, zaman yetersizliğinden ya da ilgisini yitirdiğinden eseri tamamlamamış olabilir. Çünkü da Vinci, karakalem portrenin ardından Floransa belediye binası duvarına Anghiari Savaşı'nı çizmeye, 1503'te ise Mona Lisa üzerinde çalışmaya başlamıştı."

Arizona Üniversitesi laboratuvarında yapılan karbon tarihleme testi de eserin 1460 ve 1650 yılları arasında yapıldığını gösterdi. Bu zaman aralığı, da Vinci'nin döneminin en etkili kadını olan Markiz Isabella d'Este ile tanışıp karakalem portresini yaptığı döneme denk düşüyor.

Kullanılan astar ve boyaların belirlenmesi için yapılan testler de eserin İtalyan ustanın kariyeri boyunca kullandığı malzemelerle yapıldığını kanıtladı.

Bazı sanat tarihi uzmanları ise tablo tuval üzerine boyandığı için da Vinci'ye ait olmadığını ileri sürüyor. Ünlü usta, tahta panoları tercih ediyordu.

Koleksiyon, adı açıklanmayan bir İtalyan aileye ait banka kasasında ortaya çıkarılmıştı.

Cnn Türk, Fotoğraf: www.telegraph.co.uk, 07.10.2013

İMPARATORLARIN TAPINAĞI AYAĞA KALDIRILIYOR

 

 

Yatağan'ın Eskihisar Köyü'nde bulunan Stratonikeia antik kentindeki İmparatorlar Tapınağı, 3D yöntemiyle gün yüzüne çıkarılıyor.

 

Pamukkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Sratonikeia Antik Kenti Kazı Başkanı Prof.Dr. Bilal Söğüt, AA muhabirine yaptığı açıklamada, kentteki önemli yapıların ayağa kaldırılması için çalışma yürüttüklerini, her yıl önemli verilere ulaştıklarını söyledi.
İmparatorlar Tapınağı'nın bulunduğu alandaki çalışmaları 30 kişilik ekiple sürdürdüklerini anlatan Söğüt, kentte yürütülen kazı çalışmalarında Roma amamından tapınağa, Selçuklu camisinden Türk evine her yapıyı aşamalar halinde gün yüzüne çıkardıklarını kaydetti.

Stratonikeia antik kentinde antik dönemden günümüze kadar Osmanlı, Roma, Bizans gibi farklı dönem eserleri ortaya çıkardıklarını dile getiren Söğüt, "Burada yaklaşık 2 bin 600 yıllık bir kutsal alan düzenlemesi olduğunu biliyorduk. Yapılan kazılarla burada Agustus Tapınağı inşa edildiğini, bunun kentteki tiyatroyla bağlantılı olduğunu, buradan da bir kutsal alana çıkıldığını tespit ettik" dedi.

Kazı çalışmaları yürütülen tapınağın günümüzden yaklaşık 2 bin yıl öncesine ait olduğunu ifade eden Söğüt, imparatorlara burada saygı duyulduğunu, onların adına düzenlemeler yapıldığının bilindiğini söyledi.Kazılar sırasında çıkan heykel tarzı eserlerin bir bölümünün müzelerde bulunduğunu, bu nedenle kentin en önemli ve en eski merkezlerinden birinin burası olduğuna dikkati çeken Söğüt, şöyle konuştu:
"Tapınağın içerisinde bazı heykeller bulunuyordu. Bu nedenle içeride ve çevresinde törenler düzenleniyordu. Yapılan törenler, bu alanın kutsal alan haline geldiğini gösteriyor. Antik dönemde yapılar çok ihtişamlı, çok gösterişli yapılıyordu. Gerçekten o dönemde insanlar artık bir daha yıkılmasın diye yapılar yapıyordu ama ne yazık ki o dönemde de ciddi depremler meydana gelmiş. 360 yıllarında kentte yaşanan depremde birçok yapının tahrip olduğunu belirledik. Bu depremden sonra kentteki birçok yapı bir daha ayağa kaldırılamamıştı." Söğüt, tapınakla ilgili kazı çalışmalarında yapıların ve sütunların depremde yıkıldığı şekliyle sağlam bulunduğunu belirterek, bunun sevindirici olduğunu dile getirdi.

Çalışmalar tamamlanıp yapılar ayağa kaldırıldığında ziyaretçilerin kentin merkezinden tiyotroya yöneldiklerinde birçok yapı elemanını göreceğini anlatan Söğüt, şöyle devam etti: "Kentin birçok noktasında yaptığımız çalışmayı burada da uyguladık. 3D ile tapınağı ayağa kaldırdık. Ziyaretçiler kenti gezmeden önce 3D ile tapınağın ayağa kaldırılmış haliniz izliyor ve bilgi sahibi oluyor. Arkeologlar ve kazı ekibi olarak buralarda neler olduğunu, hangi yapıların çıkabileceğini algılayabiliyoruz ama ziyaretçiler Osmanlı dönemi yollarında yürürken tapınağın eski halini 3D ile gördüklerinde daha mutlu oluyor, yapıları daha iyi algılıyorlar. Bunun için her yıl kentin bir yapısını 3D ile ayağa kaldırıyoruz. Böyle olunca kente gelen ziyaretçiler bizim duyduğumuz heyecanın aynısını duyuyor."


Dünyanın en büyük mermer kentleri arasında yer alan Stratonikeia antik kentinin, bünyesinde çok önemli yapıları barındırdığını vurgulayan Söğüt, "Esasında burada yapmak istediğimiz şey, yapıları 3D ile ayağa kaldırarak ziyaretçileri bilgi sahibi yapmak. Böylece insanların eserleri sevmesini, onları korumasını ve çevresindekilere anlatmasını sağlamak istiyoruz. Evrensel kültürel mirasımızın herkes tarafından sevilmesini, korunmasını sağlamaya çalışıyoruz" diye konuştu.

Hürriyet, 07.10.2013

DENİZ MÜZESİ YENİDEN AÇILDI

 

 

Beş yıl süren inşaat ve restorasyon çalışmaları tamamlanan Deniz Müzesi, dünyada yaşayan en eski gemi olan ve Yavuz Sultan Selim Han dönemine ait bulunan bir gemi ile Atatürk'ün kayıklarının da yeraldığı bir sergiyle yeniden açıldı.

FLORYA'DAKİ O KAYIK
Genelkurmay Başkanlığı'ndan yapılan açıklamaya göre, 2008 yılında başlayan inşaat ve restorasyon çalışmaları tamamlanan nin açılış töreni, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral 'nun katılımıyla, Cuma günü yapıldı.

Osmanlı Padişahlarının Boğaz ve Haliç gibi yakın sularda kullanmış oldukları 14 adet Saltanat Kayığı, XVII. yüzyıla tarihlenen ve dünyada yaşayan en eski gemi olan Tarihi Kadırga ve Atatürk'ün Ankara Gazi Çiftliği ve Florya Köşkü'nde kullanmış olduğu 3 adet kayık ile piyade, tenezzüh, mabeyn olarak adlandırılan kayıkların sergilendiği "Tarihi Kayıklar Sergisi"nin yanı sıra, "Osmanlı Ahşap Sanatı", "Türk Deniz Tarihinden Sayfalar", "Bahriye Nazırı Odası" ve "Seçilmiş Ressamlar" sergileri de 05 Ekim 2013 tarihinde Yeni Müze Binasında ziyarete açıldı.

Sergiye ilişkin fotoğraflar Genelkurmay Başkanlığı'nın internet sitesine de konuldu.

Sabah, 07.10.2013

PADİŞAH'A 'KÖŞK' GELİYOR

 

 

İstanbul Çengelköy’deki Vahdettin Köşkü, Başbakanlığa tahsis edildi. Emsalsiz Boğaz manzaralı köşkün etrafındaki yapılar için kamulaştırma çalışması başladı.


İstanbul Çengelköy’de son Osmanlı Padişahı Vahdettin’in yaşadığı ve şair Orhan Veli’nin “İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı” şiirini yazdığı 60 dönümlük koruluk alan ve köşkün çevresinde, dev bir kamulaştırma yapılacak. İnternet sitesi Gazeteport’un haberine göre; Bakanlar Kurulu kararı uyarınca Çengelköy’de 138-145 pafta, 813-827 ada arasında bulunan araziler kamulaştıracak. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nce yapılacak kamulaştırmanın ardından “Vahdettin Köşkü ve Çevresi Yol Düzenlemesi Projesi” uygulamaya sokulacak. Projenin tamamlanması sonrası, Vahdettin Köşkü’nün “Başbakanlık Anadolu Çalışma Ofisi” ve yabancı misafirler için “Devlet Konuk Evi” olarak düzenleneceği belirtiliyor. Bilindiği gibi Başbakan Erdoğan İstanbul’dayken Avrupa Yakası’nda Dolmabahçe Sarayı’nın Başbakanlık Çalışma Ofisi’nde işlerini yürütüyor. Evi ise Anadolu Yakası’nda Üsküdar’a bağlı Kısıklı’da. Çengelköy’deki köşkle 2’nci bir çalışma ortamına kavuşacak olan Başbakan Erdoğan evine de artık rahatça dönebilecek. Üstelik Başbakan, Vahdettin’in Köşkü’nde de eşsiz bir Boğaz manzarasıyla çalışacak.

 

Trafik tek yön akacak!

Hazırlanan plana göre, Boğaziçi sahil şeridi öngörünüm bölgesi uygulama imar planı ve Vahdettin Köşkü çevresi Yol Düzenlemesi Projesi kapsamında vatandaşların tapulu arazilerinden 2-197 metrekare arasında toplam 4 bin metrekarelik alan istimlak edilecek. Proje kapsamında Çengelköy’den Boğaziçi Köprüsü yönüne olan trafik tek yönlü hale gelecek. Osmanlı’nın son padişahı Vahdettin’in adını taşıyan köşk, 2. Abdülhamit’in padişahlığı döneminde Fransız mimar Alexandre Vallaury’ye yaptırıldı. Soğan başlı kubbesi olan köşkün bulunduğu 60 dönümlük koru içinde müştemilatlar, bahçıvan evi ve sera da yer alıyor. Köşk 1984 yılında, korunması gerekli taşınmaz kültür varlığı olarak tescillenmişti.

Sözcü, 07.10.2013

15 EL TARİHİ 'İADE' KARARINA KALKACAK

 

 

Mor Gabriel Manastırı'na ait arazilerin iadesi, bugün toplanacak Vakıflar Meclisi'nde ele alınacak. Genel Müdürlüğün en üst seviyedeki karar organı Vakıflar Meclisi, bugün toplanıyor. Meclisin gündeminde manastıra ait arazinin iadesi de yer alacak. Mardin'in Midyat İlçesi Güngören Köyü'ndeki Süryani Deyrulumur Mor Gabriel Manastırı ve Vakfı, yurt genelindeki 165 cemaat vakfından biri. Vakıflar Meclisi'nin bugünkü toplantısında daha önce problem yaşadıkları 276 dönümün vakıf adına tescil edilip edilmemesi konusu ele alınacak. Konu, Vakıflar Kanunu'nun geçici 11. maddesine göre karara bağlanacak. Alınan karar toplantı sonunda kamuoyuyla paylaşılacak. Vakıflar Genel Müdürü Adnan Ertem'in aynı zamanda başkanlığını yaptığı Meclis, 15 üyeden oluşuyor. Vakıf mallarına ait kararlar konusunda Vakıflar Genel Müdürlüğüne gerekli tasarruf yetkisinin verildiği Vakıflar Meclisi'nde kararlar üye tamsayısının salt çoğunluğuyla alınıyor. Genel Müdürün çağrısı üzerine ayda en az iki defa toplanan Meclis'te çekimser oy kullanılamıyor. 397 yılında kurulan manastır dünyanın en eski ve faal Hıristiyan manastırlarından biri olma özelliğini taşıyor. Savaş ve karışıklık dönemlerinde boş kalmasının dışında 16 asırdır manastır yaşam tarzını yaşatabilen ender manastırlar arasında gösteriliyor. Tarihsel dönemde farklı isimlerle de anılan manastırın bugün kullanılan adı 7. yüzyılda yaşamış ve birçok mücizeyi hayata geçirdiği inanılan, sadece yaşamıyla azizlik mertebesine yükselen, iyi yönetimiyle manastırın gelişmesinde önemli rol oynayan Manastır ve Turabdin Metropoliti Mor Gabriel'in adından geliyor.

SÜRYANİ CEMAATİ YILLARCA HUKUK MÜCADELESİ VERDİ
Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne geçtiğimiz yıl nisan ayında başvuruda bulunan Süryani cemaati, 1615 yıllık Mor Gabriel Manastırı'nın iadesi talebinde bulunmuştu. Aynı zamanda yıllardır manastır için hukuk mücadelesi veren Süryaniler, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun "Mor Gabriel işgalci. Orası Hazine arazisidir" yönündeki kararı nedeniyle tek umut olarak "tarihi iade" sürecini görüyordu. Süryani cemaatine iade edilecek Mor Gabriel Manastırı, aynı zamanda azınlıklara yapılacak 'en büyük iade' olma özelliğini taşıyor. Mor Gabriel Manastırı Vakfı Başkanı Kuryakos Ergün, iade kararı için "Sayın Başbakan, kabine üyeleri ve emeği geçen herkese sonsuz şükranlarımızı sunuyoruz. Bu sorun artık ülkemizde bir kambura dönüşmüştü ve çözülmesiyle bizim açımızdan bir eşik atlandı. Bir kamburdan kurtulduk. Tapuyu aldığımızda mutluluğumuz katlanacak" demişti.
Sabah, Haber: Burcu Çalık, 07.10.2013

 

******


MOR GABRİEL MANASTIRI'NA İZİN ÇIKTI





Vakıflar Genel Müdürü Adnan Ertem, Vakıflar Meclisi Toplantısı'nın sona ermesinin ardından düzenlediği basın toplantısında, Meclis'te alınan kararlara ilişkin bilgi verdi.

Toplantıda Mor Gabriel Manastırı'nın talebinin de gündeme geldiğini ifade eden Ertem, "Bugüne kadar problem olarak gözüken, yargı kararına da intikal etmiş 12 parselin iadesiyle ilgili, Meclisimiz oy birliğiyle olumlu karar verdi" diye konuştu. Bundan sonraki süreç hakkında da bilgi veren Ertem, şunları kaydetti:

*Vakıflar Meclisi kararlarından sonra iki aylık bir süre var, tapuya tescilinin yapılabilmesi için. Vakıf bu kararın kendilerine tebliğinden itibaren iki ay içerisinde taşınmazı kendi vakıfları adına, Deyrulumur Süryani Manastırı Vakfı adına tescilini gerçekleştirecekler. Süreç öylece tamamlanacak. Bizim kararımızla tek başına taşınmaz vakfın olmuyor. Bizim kararımız kanundaki süreçle alakalı ilk aşamalardan birisi. Burada Meclis olumlu karar alacak, bu olumlu karardan sonra tapu, şu anda o yerlerin tescilini yapacak.

KIYMETLİ YERLERİN İADELERİ GERÇEKLEŞTİRİLDİ
Vakıflar Meclisinin 15 üyesinin tamamının iade konusunda olumlu karar vermesini sevindirici olarak nitelendiren Ertem,  "Bizim kanundaki şartları taşıması sebebiyle kanuna uygunluk denetimi yapmış olan bir Meclis var burada. Kanundaki şartları taşıması nedeniyle iade noktasında karar verildi" dedi.  

Bir gazetecinin "Bunu, cumhuriyet tarihinde yapılmış en büyük iade olarak tanımlayabilir miyiz" demesi üzerine Ertem, "Evet, 244 dönüm taşınmazların büyüklüğü. Hacim, yüzölçümü olarak çok büyük ama kıymet anlamında buradan çok daha kıymetli yerlerin iadeleri gerçekleştirildi" karşılığını verdi.  Mor Gabriel Manastırına ait araziyle ilgili Yargıtay kararının olduğu hatırlatılarak, Meclis kararı sonrası bir yargı kararının gerekip gerekmediğinin sorulması üzerine Ertem, şunları söyedi:

"Meclis'te de tartıştığımız hususlardan biri buydu. Ortada bir yargı kararı var. Yargıtayca buranın vakfa ait olmadığına dair verilmiş bir karar vardı. Burada yaptığımız iş, kanuna uygunluk denetimi. Tabii ki bu konularla ilgili verilen yargı kararlarını biz dikkate alırız. Fakat kanunda çok açık şekilde şu ifade ediliyor: 'Vakıflar Meclisinin olumlu kararından sonra...' Öncelikli olarak bizim karar vermemiz gereken mesele bu. Ondan sonra ancak mahkeme aşaması çalışabilir. Burada sıkıntılı olan şu: eş zamanlı olarak  Mor Gabriel'in müracaatıyla yargı kararının aynı zamana gelmiş olması. Yoksa Vakıflar Meclisi olarak biz daha önce yargıya konu olmuş, yargı tarafından hüküm altına alınmış birçok konuda karar verdik. Çünkü biz kanuna uygunluk denetimi yapıyoruz her ne kadar yargı o şekilde karar vermiş olsa bile."  

TARAFLAR MAHKEMEYE GÖTÜREBİLİR
Vakfın söz konusu arazisine ait süreç hakkında da bilgi veren Ertem, "Bu kararımızdan sonra da yargı yolu açık. Her idare kararından sonra yargı yolu nasıl açıksa bundan sonra da açık. Taraflar veya ilgililer bunu mahkemeye götürebilirler" ifadesini kullandı.

Bir gazetecinin "Taraflardan kastınız Hazine ile Mor Gabriel Manastırı mı" sözleri üzerine Ertem, "Evet" karşılığını verdi. Ertem, aldıkları kararın idari bir işlem olduğunu, yargı aşamasının bir süreci olmadığını yineledi.

Şimdiye kadar ne kadar taşınmazın cemaat vakıflara iade edildiğinin ve bundan sonra ne kadar müracaatın kaldığının sorulması üzerine Ertem, şu açıklamalarda bulundu:

"Bekleyen 500 taşınmaz için daha  müracaat var, onların kararını vereceğiz. Bugüne kadar bin civarında taşınmaz için müracaat edildi. Bunlardan 250'siyle ilgili olumlu karar verdik. Bize yapılan müracaatların 600'ünün hiçbir geçerliliği yok. Hiçbir bilgi taşımıyor. Nerede, nasıl, adresi yok, tapu bilgisi yok. Oralarla ilgili bizim karar vermemiz mümkün değil. Ondan dolayı bununla ilgili hiç değerlendirme yapamadık. Bunu düştüğünüzde zaten geriye 400 müracaat kalır bunun da 250'si hakkında zaten olumlu karar verdik."

 

PAPAT AKYÜZ: KARAR SEVİNDİRİCİ 
Mardin’deki Süryani Kırklar Kadim Kilisesi Papazı Gabriel Akyüz, Vakıflar Meclisi'nin Mor Gabriel Manastırı Vakfı'na ait 12 parselin iadesi yönünde olumlu karar almasının sevindirici olduğunu söyledi.

Akyüz, AA muhabirine yaptığı açıklamada,kararla birlikte hakkın yerini bulduğunu kaydetti.

Kararın alınmasında emeği geçenlere teşekkür ettiğini belirten Akyüz, "Bu olağanüstü karar, harika bir şey, bizleri çok sevindirdi. Demokratiklaşme paketinde Mor Gabriel Manastırı Vakfı arazisinin vakfa idae edileceğini açıklayan ve bu arazilarin vakfa iade edilmesinde büyük rol oynayan Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 'a, kararda emeği geçen herkese teşekkür ederiz. Bu kararla adalet ve hak yerini buldu" dedi.

Mor Gabriel (Deyrulumur) Manastırı, dünyanın ayakta duran en eski Süryani Ortodoks manastırı olarak biliniyor. Manastır, Mardin'in Midyat İlçesi'ne bağlı Güngören Köyü sınırları içerisinde Süryanilerin anayurdu olarak kabul edilen Turabdin platosunda bulunuyor. 

Milattan sonra 397'de Mor Şmuel ve Mor Şemun tarafından kurulan manastır, 5. ve 6. yüzyıldan kalan Bizans dönemi mozaikleri, kubbeleri, çan kuleleri, hareketli terasları, kapıları ve Midyat kesme taşlarından yapılan kapı ve motif süslemeleriyle dikkat çekiyor.

 

Mor Gabriel Manastırı

Mor Gabriel (Deyrulumur) Manastırı, dünyanın ayakta duran en eski Süryani Ortodoks manastırı olarak biliniyor. Manastır, Mardin'in Midyat İlçesi'ne bağlı Güngören Köyü sınırları içerisinde Süryanilerin anayurdu olarak kabul edilen Turabdin platosunda bulunuyor.

Milattan sonra 397'de Mor Şmuel ve Mor Şemun tarafından kurulan manastır, 5. ve 6. yüzyıldan kalan Bizans dönemi mozaikleri, kubbeleri, çan kuleleri, hareketli terasları, kapıları ve Midyat kesme taşlarından yapılan kapı ve motif süslemeleriyle dikkat çekiyor.

Radikal, 07.10.2013

İŞTE KANUNİ'NİN KALP SERÜVENİ

 

 

Pecs Üniversitesi’nin gündeme getirdiği Kanuni’nin kalbi hikayesini 2005’te araştırmaya başlayan Prof.Dr. Metin Kunt, “Macarcada ‘Turbek’ diye bir isim yok. Bu da iddiaları güçlendirmiş oluyordu” diyor.

 

Eylül ayında Macaristan’da bulunan Pecs Üniversitesi’nin Prof. Norbert Pap’ı görevlendirmesi üzerine 1566’da Zigetvar seferinde hayatını kaybeden Kanuni Sultan Süleyman’ın kalbi yeniden araştırma konusu oldu. İddialara göre Zigetvar Kalesi kuşatması sırasında hayatını kaybeden ‘Muhteşem Süleyman’ın cesedi askerler arasında moral bozukluğu yaratmaması için gizlenmiş, iç organları çıkarılarak ilaçlanıp burada gömülmüştü. Bedeni ise fetihten sonra İstanbul’a getirilerek Süleymaniye Camii avlusundaki bugünkü yerine defnedilmişti. Sabancı Üniversitesi Tarih Bölümü’nden Prof.Dr.Metin Kunt araştırmanın hikayesini anlattı. 

MACARLAR BİZDEN YARDIM İSTEDİ
“Bu hikaye şöyle başladı. 2005’te Zoltan Nagy adında bir Macar araştırmacı bize başvurdu. Josef Molnar adında bir hocası varmış. Macaristan’da Osmanlı eserleri üzerine çalışıyor. İddialar üzerine yaptığı çalışmalar sonucunda kendince birtakım sonuçlara ulaşmış. Orada da bir kanaat oluşmuş. Zigetvar’ın kuzeyinde bir abide var. Ama Kanuni’nin iç organları orada değilmiş. Üniversitenin izniyle Nagy ile oralara gittik. Beni bambaşka yerlere götürdü. Peç şehri yakınlarındaki türbe Habsburglar tarafından yer ile yeksan edilmiş. Etrafına palanga yapılmış. Bir miktar asker konmuş. Bir kilise var o yakınlarda, yine Habsburglar tarafından yapılmış, işte onun türbenin üzerine inşa edildiği iddia ediliyor.” 

İSİM İDDİAYI KUVVETLENDİRDİ
“Bölge o zamanlar bataklık. Ziget zaten Macarcada ‘ada’ anlamına gelir.Yakınlarında Türbek adında bir köy var. Bağlarıyla meşhur. Macarcada aslında böyle bir kelime yok. Bu da iddiaları kuvvetlendiriyor olsa gerek. Zaten Feridun Ahmet Bey’in “Nüzhetü Esrari’l Ahbar - Der Sefer-i Sigetvar” adlı eserindeki ‘bir tümseğe koydular’ deniliyor. 

 

ASKERLERE BENZERİNİ GÖSTERDİLER

“Sultan öldüğü zaman saltanat devri nasıl olur bilmek gerekli. Kanuni’nin vefatı üzerine Sokullu Mehmet Paşa, Şehzade Selim’e bir haber gönderiyor. Bir an önce İstanbul’a gelmesini istiyor. Fakat şehzadelerin bulundukları yerden payitahta gelmeleri olacak iş değil, kurallara uygun değil. Tahta yönelik bir eylem olarak anlaşılabilir.  Kargaşa çıkabilir diye vefatı da gizliyorlar. Kanuni 20 yıldan fazla nikris(gut) hastası, seferlerde daha çok arabada götürülüyor. Şehre gelindiğinde atına biniyor, şehir geçildiğinde tekrar arabaya geçiyor. Ordu onu arabada görmeye alışkın. Kendisine çok benzeyen Hasan Ağa diye bir zatı arabaya bindiriyorlar dönüş yolunda, o da arada bir orduyu selamlıyor. Sağ olduğuna dair bir intibaa olayı bu. Şimdi Pecs Üniversitesi tekrar girişimde bulundu. İyi şeyler bulacaklarına inanıyorlar demek ki.”

 

TİKA HEYETİ KİLİSE İÇİNDEKİ TÜRBEYE GİTMİŞTİ

TİKA, Macaristan’da Kanuni’nin kalbi ve iç organlarının defnedildiği belirtilen yeri tespit ederek, incelemelerde bulunmuştu. TİKA Başkanı Serdar Çam’ın başkanlığındaki Türk heyeti, padişahın kalbi ve iç organlarının gömülü olduğu belirtilen Zigetvar Kalesi’ne yaklaşık 3 kilometre mesafede bulunan, Macarca’da “türbe” anlamına gelen Turbek Kilisesi’nin içine girmiş ve tarihi kaynaklara göre Kanuni Sultan Süleyman’ın kalbinin ve iç organlarının gömülü olduğu türbenin, Turbek Kilisesi’nin içinde yer aldığını belirtmişti. Zigetvar Kalesi’ne yaklaşık 3 kilometre mesafede bulunan Turbek Kilisesi’nin girişindeki duvarda yer alan yazı, adeta Kanuni’nin kalbi ve iç organlarının burada defnedildiğini belgeliyor. 1913’te kilisenin girişine asılan yazıda, “Kanuni Sultan Süleyman Hazretleri’nin kalbi ve iç organları bu yerde gömülmüştür ve bir anıt dikilmiştir. Allah rahmet eylesin” ifadesi bulunuyor.

Akşam, 07.10.2013

İŞTE BAŞBAKAN'IN BAHSETTİĞİ O CAMİ

 

 

Başbakan Tayyip Erdoğan'ın atv ve ahaber ortak yayınında dile getirdiği Heybeliada Ruhban Okulu'yla Atina'daki Osmanlı döneminden kalan Fethiye Camisi'nin beraber açılması teklifi, gündemi belirledi. Erdoğan'ın ilk kez 2006'da teklif ettiği Fethiye Camisi'nin restore edilmesi, Yunan makamlarca 2011'de kabul edilmiş ancak daha sonra ekonomik kriz yüzünden çalışmalar durdurulmuştu. Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethinden 3 yıl sonra Atina'yı ele geçirmesi, bölgenin Osmanlı hakimiyetine geçmesini sağlamıştı. Fatih'in 1458'de Atina'yı ziyareti sırasında sultanın onuruna Ömer Paşa tarafından yaptırılan cami, bölgede yapılan ilk cami olarak biliniyor. Cami, eski bir Bizans kilisesinin kalıntıları üzerine inşa edilmiş.

TAPINAĞIN YAMACINDA
Atina'nın merkezindeki Akropol Tapınağı'nın yamacındaki Plaka semtinde bulunan caminin inşa edildikten sonraki tarihi de son derece ilginç. 1687'ye kadar bölgedeki Müslümanların en önemli ibadet adresi olan cami, Atina'yı işgal eden Venedikli Morozi tarafından Katolik kilisesine dönüştürülmüş. Ancak Atina tekrar Osmanlıların eline geçince Yunanistan'ın bağımsızlığını kazandığı 1824'e kadar yine cami olarak kullanılmış. 1824'te ilk önce askeri amaçlı depo, bir dönem de şehrin hapishanesi olarak hizmet veren cami, kışla mekanı da olmuş. 1890'dan önce un ambarı, 1935'e kadar ise uzun yıllar ordunun ekmek fırını olarak hizmet vermiş. Şu anda kilitli olan camide eski eserlerin bulunduğu belirtiliyor. Caminin sanatsal faaliyetler için açılacağı duyuruldu.

AYASOFYA'NIN TÜRDEŞİ
Osmanlı döneminin en önemli sanat eserlerinden biri olarak anılan Fethiye Camisi, kutrefoil nizamı adı verilen mimarisiyle İstanbul'daki Ayasofya, Yeni Cami ve Sultanahmet Camisi'nin mimari olarak türdeşi olarak kabul ediliyor. Yunan mimarlar, inşaat mühendisleri ve arkeologlardan oluşan uzmanların, Fethiye Camisi'nin dış cephesininin ve içinin aslına dönüştürülmesi için hazırladıkları proje, Yunan Kültür Bakanlığı'na bağlı Arkeoloji Enstitüsü tarafından kabul edildi. Ekonomik kriz nedeniyle durdurulan çalışmaların, AB fonlarından gelecek yardımlar kapsamında yıl içinde tekrar başlayacağı açıklandı. Fethiye Camisi'nin ibadete açılmasının mümkün olmadığına dikkat çeken yetkililer, sanatsal faaliyetler için açılacağını belirtiyorlar. Yunan hükümeti ise Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılmasına karşılık Atina'daki Fethiye Camisi'nin açılması teklifine sıcak bakmıyor.

ATİNA'DA OSMANLI'DAN KALMA BİR CAMİ DAHA VAR: ÇESTERAKİ CAMİSİ
Atina'da Osmanlı'dan kalma bir cami daha var. O da Atina merkezindeki Monastiraki meydanında bulunuyor. 1759'da, etrafındaki antik sütunlardan yararlanılarak inşa edilen caminin adı, o dönemde Osmanlı yönetiminin Atina'ya tayin ettiği Çesteraki adlı bir Hıristiyan tarafından yaptırılmasından hareketle seçilmiş. Cami, 1980'li yıllardan bu yana "halk sanatları müzesi" olarak kullanılıyordu. Ancak Monastiraki ve çevresinde yapılacak düzenlemeler çerçevesinde boşaltılan caminin onarılmasından sonra yine müze olarak kullanılacağı belirtiliyor.

MİNARESİ YERLE BİR OLMUŞ...
Dikdörtgen plana göre inşa edilmiş olan Fethiye Camisi'nin minaresi yıkılmış durumda. Minarenin sadece bir metre yükseklikteki temel duvarları 5 basamağıyla açıkça belli oluyor. Cami, ana kubbe, ana kubbeyi destekleyen 4 yarım kubbe ve ana kubbeyi taşıyan 4 sütundan oluşuyor. 4 daha küçük kubbe ise caminin dört bir köşesine yerleştirilmiş. Son cemaat yeri, 4 mermer sütun üzerine oturan 5 kubbeden oluşuyor. Sade mermer kapı, Osmanlı motifleriyle süslenmiş.

Sabah, Haber: Stelyo Berberakis, 07.10.2013

ASURLULAR HAKKINDA BİLMEDİKLERİMİZ

 

Anadolu’nun kültürel mirası ve arkeolojik zenginliği üzerine araştırma yapan Aktüel Arkeoloji Dergisi’nin bu ay yayımlanan 35. sayısında Kültepe / Kaniş’te bulunan kalıntılara yer veriliyor.

Asurlu tüccarların Anadolu’yu bir ticaret merkezi haline getirmesi, beraberinde yazıyı Anadolu’ya taşıyarak önemli kalıntılar bırakmaları gibi konuların ayrıntılarıyla işlendiği sayıda; Asurluların uzun yıllar ticaret yaptıkları Kültepe’de yerli halkla kurdukları ticari ve sosyal ilişkiler mercek altına alınıyor. Asurlu tüccarların borç senetleri, kervan, alacak verecek kayıtları, iş sözleşmeleri, iş mektupları ve ticari anlaşmazlıklarla ilgili mahkeme kayıtlarının oluşturduğu kalıntılar bu alanda bildiğimizi sandığımız her şeyin tekrar gözden geçirilmesi gerektiğine işaret ediyor.

Zaman, 07.10.2013

94.290 TAŞINMAZ KÜLTÜR VARLIĞIMIZ VAR


Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü, Türkiye genelinde korunması gereken taşınmaz kültür varlıklarının dağılımını inceledi. Sonuçları veri halinde raporlaştıran Bakanlık, sivil mimarlık örneği, dinsel, kültürel, idari, askeri ve endüstriyel-ticari yapılar, mezarlıklar, şehitlikler, kalıntılar, korumaya alınan sokaklar, anıt ve abideler başlıklarıyla varlık türlerini değerlendirdi. Sonuçlara göre Türkiye'de toplam 94 bin 290 korunması gereken kültür varlığının olduğu ortaya çıktı.


Söz konusu varlıkların türlerine ve sayılarına göre dağılımına bakıldığında 62 bin 444 ile Türkiye'deki sivil mimarlık örnekleri ilk sırada yer aldı. Bunu 9 bin 938 varlıkla kültürel yapılar takip etti. Geçmişten günümüze yansıyan görkemli dinsel yapılar 8 bin 763 adetle listede üçüncü sırada bulundu.

EN ÇOK SİVİL MİMARLIK ÖRNEĞİ
Taşınmaz kültür varlıklarının sayıları ve türleri
- Sivil mimarlık örnekleri 62 bin 444
- Kültürel yapılar 9 bin 938
- Dinsel yapılar 8 bin 763
- Endüstriyel ve ticari yapılar 3 bin 481
- Mezarlıklar 3 bin 387
- İdari yapılar 2 bin 530
- Kalıntılar 2 bin 79
- Askeri yapılar bin 51
- Anıt ve abideler 326
- Şehitlikler 231
- Korunmaya alınan sokaklar 60

İSTANBUL AÇIK ARA ÖNDE
Taşınmaz kültür varlıklarının şehirlere göre dağılımına bakıldığında ise İstanbul büyük bir farkla öne çıktı. Şehirlerin varlık sayıları ve türleri şöyle:


İstanbul: 24 bin 517'si sivil mimarlık örneği, bin 995 kültürel yapı, bin 104 dinsel yapı; toplam 29 bin 767.
İzmir: 4 bin 211'i sivil mimarlık örneği, 402 dinsel yapı; toplam 6 bin 281.
Bursa: 3 bin 119'u sivil mimarlık örneği, 408'i dinsel yapı; toplam 4 bin 235.
Muğla: 2 bin 566'sı sivil mimarlık örneği, 219'u dinsel yapı; toplam 4 bin 176.
Balıkesir: 2 bin 299'u sivil mimarlık örneği, 177'si dinsel yapı; toplam 2 bin 916.
Antalya: Bin 334'ü sivil mimarlık örneği, 158'i dinsel yapı; toplam 2 bin 363.
Ankara: Bin 230'u sivil mimarlık örneği, 211'i dinsel yapı; toplam bin 920.
Trabzon: Bin 9'u sivil mimarlık örneği, 239'u dinsel yapı; toplam bin 744.
Eskişehir: bin 229'u sivil mimarlık örneği, 130'u dinsel yapı; toplam bin 727.
Manisa: 795'i sivil mimarlık örneği, 168 dinsel yapı; toplam bin 574.
Çanakkale: 917'si sivil mimarlık örneği, 127'si dinsel yapı; toplam bin 553.
Şanlıurfa: Bin 130'u sivil mimarlık örneği, 107'si dinel yapı; toplam bin 474.
Konya: 406'sı sivil mimarlık örneği, 400'ü dinsel yapı; toplam bin 399.
Edirne: 535'i sivil mimarlık örneği, 140'ı dinsel yapı; toplam bin 355.
Nevşehir: 882'si sivil mimarlık örneği, 200'ü dinsel yapı; toplam bin 273.

TAŞINMAZ KÜLTÜR VARLIKLARI
Taşınmaz kültür varlığı örnekleri kapsamında ise şunlar yer alıyor:


"Kaya mezarlıkları, yazılı, resimli-kabartmalı kayalar, resimli mağaralar, höyükler, tümülüsler, ören yerleri, akropol ve nekropoller; kale, hisar, burç, sur, tarihi kışla, tabya ve istihkamlar ile bunlarda bulunan sabit silahlar; harabeler, kervansaraylar, han, hamam ve medreseler; kümbet, türbe ve kitabeler, köprüler, su kemerleri, su yolları, sarnıç ve kuyular; tarihi yol kalıntıları, mesafe taşları, eski sınırları belirten delikli taşlar, dikili taşlar; sunaklar, tersaneler, rıhtımlar, tarihi saraylar, yalılar ve konaklar; camiler, mescitler, musallalar, namazgahlar; çeşme ve sebiller, imarethane, darphane, muvakkithane, tekke ve zaviyeler; mezarlıklar, hazireler, arastalar, bedestenler, kapalı çarşılar, sandukalar, siteller, sinagoglar, bazilikalar, kiliseler, manastırlar, külliyeler, eski anıt ve duvar kalıntıları; freskler, kabartmalar, mozaikler ve benzeri taşınmazlar."

Habertürk, Haber: Aykan Çufaoğlu, 06.10.2013

OSMANLI'NIN SAKLANAN HATIRASI BU MÜZAYEDEDE

 




Osmanlı padişahlarından Sultan Abdülaziz’in oğlu son halife Abdülmecid Efendi’ye ait “Avluda Kadınlar” yağlı boya tablosu bugün yapılacak müzayedede tarih meraklılarının ve sanatseverlerin beğenisine sunulacak.

 

Bugüne kadar sadece Sanat Çevresi adlı derginin kapağında 1990 ve 1994 yıllarında yayımlanan, son halife Abdülmecit Efendi’nin 31 yaşında resmettiği “Avluda Kadınlar” isimli yağlı boya kompozisyonu bugün satışa çıkarılacak. Alif Art Antikacılık tarafından Esma Sultan Yalısı’nda saat 14.00’te yapılacak müzayede “Gravür, Harita ve Kitap Müzayedesi-V” ile “Osmanlı ve Karma Sanat Eserleri Müzayedesi” olmak üzere iki başlık altında toplam 582 eserle gerçekleştirilecek.

En önemli parça olan “Avluda Kadınlar” 1 milyon 200 bin liralık muhammen bedelle açık artırmaya sunulacak.


“Avluda Kadınlar”, ressam Gerome’un “Sarayın Terası” adlı yapıtıyla da kompozisyon olarak benzerlikler taşıyor. Gerome’un çıplak kadınları resmederek Osmanlı haremini yansıttığı tabloya karşın Abdülmecit Efendi’nin de yarı çıplak gösterdiği figürler ile Osmanlı’nın sanat anlayışı, saray yaşamı belgelenmiş.


Müzayedede II. Abdülhamit dönemine ait “Dömeke Muharebesi”, “Zafer Dönüşü” konulu anonim bir tablo ile 19’uncu yüzyıla ait “Topkapı Sarayı’nda Sultan Abdülmecit’in Cülus Merasimi” gibi önemli dönem tabloları da yer alacak.

Milliyet, 06.10.2013

 

******


'AVLUDA KADINLAR'A 1 MİLYON 600 BİN TL!

 

Bugüne kadar sadece ‘ Sanat Çevresi’ dergisinin kapağında 1990 ve 1994 yıllarında yayımlanan, Osmanlı padişahlarından Sultan Abdülaziz’in oğlu, son halife Abdülmecit Efendi’ye ait ‘Avluda Kadınlar’ isimli yağlı boya tablosu, bugün gerçekleştirilen müzayede sonucu satıldı.

Alif Art Antikacılık tarafından Esma Sultan Yalısı’nda gerçekleştirilen müzayedede, ‘Avluda Kadınlar’, 1 milyon 600 bin liraya alıcı buldu. Müzayedenin en yüksek bedelli satışı bu olurken, tabloyu alan kişinin ismi açıklanmadı.

'Avluda Kadınlar’ın satışı 1 milyon 200 bin liralık muhammen bedelle açık artırmaya sunulmuştu.

Abdülmecit Efendi’nin 31 yaşında resmettiği yağlı boya kompozisyonu, ünlü ressam Gerome’un ‘Sarayın Terası’ isimli yapıtıyla benzerlik taşıyor. Gerome’un çıplak kadınları resmederek Osmanlı haremini yansıttığı tabloya karşın, Abdülmecit Efendi’nin yarı çıplak gösterdiği figürler, hem Osmanlı’daki sanat anlayışını hem de Harem yaşantısını belgeler nitelikte.

Radikal, 06.10.2013

 

******


'AVLUDA KADINLAR' ÇETİNDOĞAN ÇİFTİNDE

 

Son halife Abdülmecid Efendi’nin ‘Avluda Kadınlar’ adlı nü tablosunu 1 milyon 600 bin TL’ye Demet Sabancı Çetindoğan ve eşi Cengiz Çetindoğan’ın aldığı ortaya çıktı. Tablo çiftin Haliç’te açacağı müzenin en değerli parçası olacak.

 

HALİFE Abdülmecid Efendi’nin 31 yaşında yaptığı, bugüne kadar nerede olduğu bilinmeyen ve birçok makale ile röportaja konu olan ‘Avluda Kadınlar’ tablosu, Alif Art Antikacılık AŞ’nin geçen pazar günü Ortaköy’deki Esma Sultan Yalısı’nda gerçekleştirilen müzayedesinde 1 milyon 600 bin liraya satın alınmıştı. Müzayedeye telefonla katılan ve ismini gizleyen alıcının Demet Sabancı Çetindoğan’ın eşi Cengiz Çetindoğan olduğu ortaya çıktı. Çetindoğan Ailesi eski Türkçe imzalı, hicri 1315 (M. 1899) tarihli, tuval üzerine yağlıboya ve 117x177 cm ebatlarındaki ‘Avluda Kadınlar’ için 1 milyon 600 bin lira ödedi.  Çetindoğan çifti çok bilinçli birer sanat koleksiyoneri.. 1000 parçayı aştığı söylenen koleksiyonlarında Şeker Ahmet Paşa, Hüseyin Zekai Paşa, Osman Nuri Paşa, Nazmi Ziya, Avni Lifij, Namık İsmail, İbrahim Çallı gibi Türk resminin öncülerinin eserleri var. Çift belli bir büyüklüğe ulaşan koleksiyonlarını sanat severlerle buluşturmak için Haliç’te bir bina satın aldı. Mimarisi Iraklı mimar Zaha Hadid’e yaptırılacak müzenin 2014 sonu ya da 2015’in ilk aylarında açılması planlanıyor.


Demet Sabancı Çetindoğan “Bu müze, S.Ü. Sakıp Sabancı Müzesi’nden farklı olarak, başlangıçtan günümüze kadar Türk Resim Tarihi’nin sürecini gözler önüne serecek. Türkiye’deki en geniş kapsamlı koleksiyon müzesi olacaktır” diyor. 

Hürriyet, Haber: Sibel Arna, 09.10.2013


******

 
"O TABLOYU BİZ ALMADIK"

 

Demet Sabancı Çetindoğan ve Cengiz Çetindoğan’ın avukatı, son halife Abdülmecit’in çizdiği ‘Avluda Kadınlar’ adlı tablonun geçen pazar yapılan müzayedede 1 milyon 600 bin liraya satılmasına ilişkin haberle ilgili bir açıklama yaptı.

 

Açıklamada “Haberin içeriği gerçeği yansıtmamaktadır. Müvekkillerim haberde bahsi geçen tabloyu satın almamıştır, böyle bir durum söz konusu değildir” ifadesine yer verildi.

Hürriyet, 09.10.2013

İDDİA ŞEHRİ: TARİHİ YARIMADA

 
Tarihi 8 bin yıl öncelerine dayanan Tarihi Yarımada’yı, sekiz yıldır yöneten Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir’le yeniden keşfe çıkıyoruz.

 

Efsaneye göre Yunanistan’daki Megaralılar, bir şehir kurmaya karar verir; Delfi kahinine gidip, şehirlerini nereye kurabileceklerini sorarlar. Kahin, “Körler ülkesinin karşısında bir yer var” der. Bunun üzerine Megaralılar, liderleri Bizans öncülüğünde, bugünkü Sarayburnu kıyılarına varır. Bizans’ın gözleri Kadıköy’e ilişir; “Körler ülkesi burası olmalı. Çünkü güzelim kıyıyı bırakıp karşı kıyıya yerleşen insanlar muhakkak kör olmalı” diye düşünür. O sırada aklına Delfi kahininin sözü gelir. Bizans, şehrini dünyada eşi benzeri olmayan bu ‘yedi tepeli’ yere kurmaya karar vermiş. Böylece kısa sürede kurulan bu şehir de adını ilk kurucusu olan Bizans’tan almış.


Tarih boyunca İstanbul’un en büyük probleminin su olduğuna ve Topkapı Sarayı’nın bahçesinde 20’den fazla sarnıç olduğuna dikkat çeken Başkan Mustafa Demir, dünyanın ilk ve en büyük barajları olarak Çarşamba Çukurbostan, Fındıkzade Çukurbostan ve Karagümrük Vefa Stadı’nın bulunduğu yeri gösteriyor. Bir iddia şehri olarak tanımladığı ‘Şehirlerin sultanı, sultanların şehri’ İstanbul’un (Tarihi Yarımada) başlangıçta aslında bir proje olduğunu söyleyen Demir’in ifadesiyle, doğunun en batısı, batının en doğusudur İstanbul. 8500 senelik yerleşik tarihiyle bilinen 125 hükümdar, üç medeniyet ve imparatorlukla dünyayı buradan yönetmiş, tarihini burada yazmıştır.

 

DÜNYANIN MERKEZİ SULTANAHMET

Bir sonraki durak: Dünyanın merkezi. Kim bilir siz de bizim gibi kaç kere geçtiniz yanından, dünyanın sıfır noktasında olduğunuzu bilmeden. Sözünü ettiğimiz yer, bir süre önce İBB Başkanı Kadir Topbaş’ın yaptırdığı düzenlemeyle ortaya çıkardığı Doğu Roma’dan kalma bir anıt: Million Taşı. Eskiden seyyahlar, gezginler, tacirler dünyada bulundukları konumlarını belirlemek için Sultanahmet’teki Million (sıfır taşı) Taşı’na uzaklığına göre kendilerini konumlandırırlarmış. Anlayacağınız, Greenwich hikaye. Dünyayı kuzeyden güneye, doğudan batıya böldüğünüzde, zamana da bakarsanız dünyanın merkezi İstanbul.


Roma, Bizans ve Osmanlı’nın, medeniyetlerin yarıştığı topraklar Tarihi Yarımada... O medeniyetlerin kendilerine ait en iddialı eserlerini koyduğu, birbiriyle yarıştığı yer... Küçücük bir şehirde üç medeniyete ait iddialı eserlerin bulunmasının nedeni işte bu yarıştır. Mesela Ayasofya... 1500 yıldır dünyanın en büyük ve önemli anıt eseri. “Düşünün” diyor Demir anlatırken. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’ne atıfta bulunup, sözü günümüze getiriyor. Ve inceden, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın adını, tarihin ünlü isimleri arasına bakın nasıl koyuyor: “Ayasofya’yı Justinyen yapmıştır. Justinyen’den bin yıl sonra Kanuni Sultan Süleyman aynı bölgeye Süleymaniye Camii’ni, Bizans’la yarışmak iddiasıyla yapmış. Justinyen Ayasofya’yı yaparken Kudüs’e dönmüş, kendisinden 1500 yıl önce yaşamış Hz. Süleyman’a ‘Ey Süleyman ben seni geçtim’ demiş. Çünkü, Hz. Süleyman’ın Kudüs’te yaptırdığı mabetten daha muhteşem bir mabet yaptırdığı... Kanuni de, Justinyen’den bin yıl sonra Süleymaniye’yi yaparken, Justinyen için aynısını söylemiş. Marmaray da böyle iddialı bir proje. Ayasofya ve Süleymaniye, yer üstünde ve görünür halde. Ancak, Marmaray Projesi’nin su altında olması onun ne kadar önemli ve iddialı bir proje olduğunun görülmesini engelliyor.”

 

DÖRDÜNCÜ SUR: KANALİSTANBUL!

İstanbul’da birinci sur, Suri Sultani. Yani, Topkapı Sarayı’nın surları. İkinci sur ise Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nin duvarının dibinden Etyemez Tekkesi’nin bulunduğu yere uzanan Teodos Surları. Zaman içinde şehir büyüyünce surlar genişletilmiş ve üçüncü surlar olan Yedikule ile Ayvansaray arasındaki surlar yapılmış. Başkan Demir, 5. Yüzyıl’da, Doğu Roma İmparatoru II. Theodosius tarafından yaptırılan Tarihi Yarımada’daki toplam 22 kilometre uzunluğundaki surların sınırlarını genişletip, ilginç bir iddiada bulunuyor. Demir, İstanbul’un dördüncü suru olarak, Başbakan Erdoğan’ın çılgın projesi, ‘Kanal İstanbul’u gösteriyor. Ama şehrin maneviyatının sadece bu abidevi yapılardan kaynaklanmadığını söylüyor Demir. Ona göre bu şehir üç semavi dinin ibadethanelerini, azizlerini, erenlerini, evliyalarını da bağrında saklar. Sahabelerin, Nimel- Ceyş, çağ açan çağ kapatan imparatorlukların ayak izleri vardır bu şehirde. Eyüp Sultan’lar, Sümbül Efendi’ler, Gül Baba’lar, Aziz Mahmut Hüdai’ler, Merkez Efendiler şehrin maneviyatına maneviyat, ruhuna ruh, değerine değer katar. Fatih’ler, Yavuzlar, Süleyman’larsa hedef koyar, ufuk açar.

Kapalıçarşı’nın hanları otel oluyor

 

Kapalıçarşı’da, Ali Paşa Han, Yüncü Han, Sarnıçlı Han başta olmak üzere 27 han, Fatih Belediyesi tarafından restore ediliyor. 1 milyon 650 bin lira bedelle ihale edilen 7600 metrekarelik alanda, 8 han ve 634 dükkan bulunuyor. Proje alanında yer alan han yapılarının röleve, restitüsyon ve restorasyon projeleri onay almak üzere Yenileme Kurulu’na sunuldu.


BODRUM HAN: Bodrum Han günümüzde depolar ve ticari satış birimlerini barındırıyor. Ali Paşa Han ve Camili Han’da olduğu gibi cephe düzeni korunuyor. Hanın Kapalıçarşı içinden olan özgün girişi tutulmuş, Çadırcılar Caddesi’nden olan olan girişi ise nitelikli bir hale getirilmiş. Engelli erişiminin sağlanabilmesi için avluda katlar arası çalışan şeffaf bir asansör eklenmesi önerilmiş. Bodrum Han hücrelerinin geleneksel ticarete hizmet eden satış birimleri olarak düzenlenmesi öngörülmüş.


SARNIÇLI HAN: Sarnıçlı Han’ın avlusunun ortasında çay ocağı olarak kullanılan bir şadırvan bulunuyor. Hanın diğer katları genellikle tekstil firmaları tarafından dükkan olarak kullanılıyor. Tarihi Yarımada hanları ticaret özelliğinin yanı sıra, ikamet amacıyla da kullanılıp, günümüz otellerine benzer bir işlev göstermişler. Bu bağlamda plan şeması otel işlevine oldukça uygun olan Sarnıçlı Han’ın, otel olarak yaşatılması önerilmiş.


Projede yapının plan ve cephe düzenine genel anlamda sadık kalınmış. Revak düzeni ve avlu korunmuş ancak işlevin gerektirdiği plansal düzenlemeler yapılmış.


Sarnıçlı Han’ın avlusunun cam strüktürlü hafif bir sistemle örtülmesi önerilmiş. Hanın avlusunun altında, avluya diyagonal durumda bulunan sarnıç yapısının ise sadece gerekli temizleme işlemleri yapılarak özgün haliyle bırakılması, giriş basamaklarının avlu kotuna göre ayarlanarak tonozlu girişinin ortaya çıkarılması öngörülmüş. Sarnıcın otel işlevini destekleyen, mutfak hizmetleri gerektirmeyen hafif servisin yapıldığı, tarihi yapı algısını güçlendiren atmosfere sahip bir mekan olarak değerlendirilmesi düşünülüyor. Yeniden fonksiyonlandırılarak, birinci derece anıt eser niteliğinde olan Bodrum Han ve Sarnıçlı Han’ın hayata kazandırılması ve ticari hayatın da canlanmasını sağlayarak sosyal olgular ile bütünlük teşkil ederek Kapalıçarşı’nın ekonomik, kültürel, tarihsel ve sosyal açıdan daha da fazla ivme kazanması amaçlanıyor.

Hürriyet, Haber: Fatma Aksu, 06.10.2013

"80'LERDE ANDY WARHOL ALIN DEDİĞİMDE BENİMLE ALAY ETTİLER"

 

Ünlü galerici Yahşi Baraz galericiliğin Türkiye’deki gelişimini anlattı: “Ben 80’li yıllarda müşterilerime Andy Warhol almalarını teklif ettiğim zaman ‘Bunlar resim mi!’ diye benimle alay ettiler. Bugün ise Türkler dünyadaki önemli galerilerin alıcılarından...”

 

 

Yahşi Baraz’ın Kurtuluş’taki galerisindeyiz... Ne şahane bir yer burası. İnsan burada sıkılmadan günlerini hatta haftalarını geçirebilir. İnceleyecek o kadar çok şey var ki... Ziyaret sebebimiz ise Yahşi Baraz’ın yeni kitabı: “Sanatçılar Galericiler Koleksiyonerler”. 1985’ten 2013 yılına kadar Yahşi Baraz’ın çeşitli dergi ve gazetelerde yayımladığı 79 makalesinin bir araya getirilmesiyle oluşturulan bu kitabı biraz bahane ettik ve Türk sanat piyasasının gelişmesine katkıda bulunan en önemli isimlerden biri olan Baraz’a aklımızdaki soruları sorduk.

Bu kitap fikri nereden çıktı?
Aşağı yukarı 38 senedir sürekli olarak hem sergiler açtık hem dokümante etmeye çalıştık. Galeri açtığım zaman çok büyük bir zorlukla karşılaştık çünkü dokümante edilmemişti Türk resmi, yayın çok azdı. Güzel Sanatlar Akademisi’nin ya da müzelerin böyle bir çalışma alanı yoktu o zamanlar, belki bugün bile şüpheli... Ben daha açılış yıllarında hissettim bu eksikleri ve doldurmak için fotoğraflar çektik, yayın hayatına girdik, dokümanlar topladık. 1985 yılından itibaren çeşitli konularda yayımlanmış olan yazılarımı bir kitap halinde sunmak ve kalıcı bir şey yapmak arzusuyla yaptım bu kitabı. İleriki dönemlerde sanat tarihçileri, araştırmacılar kendi makalelerini hazırlarken bunlardan yararlanabilir diye düşündüm.

 

Heykel deyince yan yatmış küp ve araba tekerleği...”
Yıllar önce Amerika’dan Türkiye’ye geldiniz ve bir galeri açtınız. Eminim iki ülke arasında bir uçurum vardı. Bugün geldiğimiz noktada bu uçurum ne kadar kapandı? Neler değişti?
Ben galeri açtığım zaman Türk burjuvazisi sanattan anlamayan bir burjuvazi idi. O zaman koleksiyoncu diye başlayanlar klasik resim alıyordu. Yabancı olarak da üç-dört ressamın ismini ezberlemişlerdi; Ayvazovski, Zonaro, Preziosi, De Mango. Heykelde ise bahçeye konan, yan yatmış bir terra cota küp ve araba tekerleği çok rağbet görüyordu! Aslında bu çok trajikomik bir şey. Türk ressam olarak da o zamanın en meşhur isimleri Necdet Kalay, İbrahim Safi ve Erdoğan Değer’di. Bugünün gözünden bakarsanız biraz tuhaf oluyor tabii, onlar kötü ressamdı anlamında söylemiyorum bunu ama... Bu estetik anlayış bugün değişti. Mesela ben 80’li yıllarda müşterilerime yabancı resim almalarını tavsiye ettim. Andy Warhol almalarını teklif ettiğim zaman benimle alay ettiler bunlar resim mi diye. Bugünkü nesilde Batı’dan almalar başlamıştır, ilerleme kaydetmiştir Türkiye. Bu da çok sevindirici bir şey. Bugün Gagosian, White Cube, Marlborough, Ropac gibi başlıca galerilerin müşterileri arasındadır Türkler. Demek ki hem eğitim hem kültür hem de parasal açıdan büyük bir değişim geçirmiş. Sermaye birikimi sanatı da beraberinde getirmiştir. Yani ekonomik gelişim de çok büyük bir etken hatta başlıca etkendir.

“38 yıldır bu iş yapıyorum, Kültür Bakanlığı’ndan bir kişi gelmedi galerime”

Başka neler yapılabilir gelişim için?
Son elli sene geriye doğru gittiğimizde -Bülent Ecevit’i ayrı tutarsak, kendisi sanat yazıları yazmıştı, entelektüel bir biriydi- siyasetle uğraşan parlamenterlerin dahi özel hayatlarında sanatla bağlantıları çok azdır. Bu böyle olmamalı. Mesela bunu Amerikalılar çok iyi başarmış ve sanatı dış siyasetin bir parçası olarak kullanmıştır. Her sene Beyaz Saray’a sanatçı davet eder, onore ederek basında çıkmasını sağlarlar. Bizde öyle bir şey yok. Şunu da söylemek isterim; ben
38 senedir galericiyim, çok çaba sarf ettim, Kültür Bakanlığı’ndan bir kişi gelmedi galerime. Çok enteresandır burada bu kadar sergi açtık, davetiye yolladık, hiçbir görevli gelmemiştir.
Bu kadar çalışma yaptım ama sanki böyle bir şey hiç yokmuş gibi davranılıyor ki bu çok üzücü bir şey. Bakanlığın en büyük eksikliği masa kurmaması; resim masası, müzik masası, tiyatro masası... Eğer bunu kuramazsan 500 sene de burada galericilik yapsak kimsenin ruhu duymaz.

Bugün Kültür Bakanlığı’nda kaç kişi çalışıyor plastik sanatlarla ilgili?

 

“Mavi Senfoni” atölyenizde on sene boyunca beklemiş, satamamışsınız. Sonra aradan yıllar geçiyor, rekor fiyata satılıyor... Nasıl olabiliyor bu?
Ben 1976 yılında ilk olarak Burhan Doğançay’ın sergisini açan galericiyim. O yıllarda herkes bu resimlerle alay etti ve 2 bin dolar falan resimlerin fiyatı. Aradan belirli bir zaman geçtikten sonra bir bilgilenme, bilinçlenme döneminden sonra işler değişti. Bu resim zaten burada yapıldı 1987 yılında, alt katta yapıldı.Dört-beş kere sergiledim, 10 bin dolara kimse almadı. Sonradan Burhan Doğançay, bunu kimse bilmez, 70 yaşına kadar çok parasız yaşadı, son 10-12 senesinde biraz para kazandı. Çok zor şartlarda satış yaptı fakat sonradan estetik anlayışlar değişince bu resim devreye girdi. Aradan 20 sene geçtikten sonra bu resimler para etmeye başladı.  

 

“Sanatçıların sadece yüzde 2’si sanattan para kazanır”

Sanatçıların zor günler geçirdiği bilinir. Siz de röportajlarınızda bahsediyorsunuz bundan. Sanatçının zor şartlarda yaşaması işin doğasında mı var? Eserlerin değerinin anlaşılması için üzerinden zaman mı geçmeli mutlaka?
Genç bir ressam ille de çok büyük bir para edecek diye bir şey yok. Onu toplum tartıyor, 20-30 sene boyunca koleksiyoncular, müzeciler onu takip ediyor. Bir ressamın iyi para kazanması için 50 yaşına kadar bayağı bir zorluk çekmesi lazım. Dünya istatistiklerine baktığımızda sanatçıların yüzde 98’i sanattan para kazanmaz, yalnızca yüzde 2’si kazanır. Çoğu başka işler yapıyor; badanacı oluyor, taksici oluyor. Bugün mesela Bedri Baykam’ın başkanlığını yaptığı Plastik Sanatlar Derneği’nin 2 bin 500 üyesi var. Bu kadar alıcı yok ama.

 

Galerici olmak isteyen birine ne önerirsiniz?
İlk olarak çok iyi bir mimara, çok iddialı bir hacim, bir galeri yaptırması lazım. Türkiye’de bunu hiç kimse ciddiye almadı. Türk resmi en kötü yerlerde sergilendi, apartman dairelerinde... Bütün keyfi kaçtı. Bugün galeri açan biri ışığıyla, derinliği ve yüksekliğiyle çok güçlü bir hacim yaratmalı. Bizim nesil yapamadı bunu, ben de çok idealize ettim bunu ama olmadı. Bir de çok seçme, genç kuşak sanatçıları bularak bir çıkış yapması lazım. Yaş ortalaması 30-40’ı geçmemeli. Antikacı kafasıyla artık galericilik yapılmaz. Bizim dönemimizde yarı antikacılık gibi bir şeydi. Ben Osman Hamdi’den Bedri Baykam’a kadar her türlü resim sattım. Benim durumumda olan hiçbir galeri yoktur Türkiye’de.

 

“Türkiye’de çoğu kişi düne kadar Anish Kapoor’u bilmiyordu”

 İstanbul’da son zamanlarda sergi, uluslararası sanat etkinlikleri sayısında çok ciddi bir artış oldu. Üstelik talep de var bu yönde, sanatın izleyicisi arttı. İnsanlar çoluk çocuk sergi izlemeye gidiyor. “Anish Kapoor gelmiş, kaçırmayalım” diye gezer olduk ortalıkta. Nasıl yorumluyorsunuz bu gelişmeyi?
Çok önemli tabii. Batı ülkelerinde cumartesi ve pazar günleri bütün müzeler doludur, önünde kuyruk olur. Bizde de bu yöndeki meyil çok faydalı bir şey. Sanatla kişiliğini geliştiren bir nesil savaşmak istemeyebilir, hayata daha hümanist bakabilir. Sanat entelektüel bir şey olduğu kadar bir yatırım aracıdır da. Aynı zamanda prestijli bir şeydir. Dolayısıyla insanlar aileleri ile birlikte sergileri gezmeye başladı.


Özellikle yurt dışından gelen sergiler çok iyi organize edildi. Basın yoluyla da çok desteklendi. Anish Kapoor’u düne kadar çoğu kişi bilmiyordu Türkiye’de. Bir de sergileri, galerileri gezmek tiryakilik gibi bir şeydir, başladınız mı bir daha bırakamazsınız. Kumar oynamak
gibi bir enerjisi var.

 

Cem Yılmaz, Beren Saat, Kenan Doğulu gibi isimlerin çok büyük faydası oluyor”

Satın aldıkları işlerle diğer alıcıların da o sanatçılara yönelmesini sağlayan koleksiyonerler kimler oldu?
70’li yıllarda Ali Koçman, 80’li yıllarda en büyük koleksiyoncular Erol Aksoy ile Halil Bezmen’di. Bu iki kişi resim aldığı zaman hangi sanatçı almışsa bu sanatçı öne çıkmıştır. 95’ten sonra da bu işin önünü Cengiz Çetindoğan çekmektedir. Meşhur işadamlarının aldıkları da takip edilir. Toplum onları izler ne yiyor, ne içiyor, mesela gittiği bir restoran da meşhur olabilir, aldığı bir yatın markası da gündeme gelebilir. Resim için de biraz böyle bu. 2000’den sonra ise Oya veBülent Eczacıbaşı ismi öne çıkıyor. Eczacıbaşı’nın çok büyük bir özelliği var; hem şahsına alıyor yani evine asmak için hem vakfa alıyor hem de müze için. Üç ayrı alım gücü olan tek ailedir. Doğal olarak onun yaptığı müze de en çok izleyici çeken ve en beğenilen müze konumunda.

 

İşin popüler kültür kısmına kayacak olursak, Cem Yılmaz, Kenan Doğulu, Beren Saat’in de resim aldığı, koleksiyon yaptığı biliniyor.Bu isimler nasıl etkiliyor?
Yatırım aracı gibi değil de sevdikleri için alıyorlar diye tahmin ediyorum. Şahsen tanışmıyorum, herhangi bir eser de satmadım kendilerine, daha çağdaş, güncel sanata eğilmiş kişiler sanırım. Onların almasının çok büyük faydası var.  Çünkü onlar popüler insanlar, yapmış olduğu herhangi bir aktivite basına yansıyor.

 

 En basitinden sanatçının ismi geçmiş oluyor ve onun alıcısı artıyordur değil mi?
Yüzde yüz... Sanatçıların ismi ne kadar yaygın olursa o kadar artıyor. Yeter ki sanat yanı kuvvetli olsun. Bizde başka sorunlar da var; mesela bir ressamın, bir heykeltıraşın, bir müzisyen ya da bir film yıldızı gibi çıkış yapması doğru değildir. Çok fazla medyatik olduğunuz zaman da birçok şey kaybedebilirsiniz.

Milliyet Pazar, Haber: Aydil Durgun, 06.10.2013

'100 YILLIK' RESTORASYON

 

 

1911’de yapımına başlanan ve 1913’de bitirilen Mimar Kemalettin’in imzasını taşıyan asırlık bina Avukat Suat Ballı tarafından restore edildi.

 

2011’de binayı restore etmek için çalışmalara başladıklarını ifade eden Ballı, çalışmaların 2013 yılında bittiğini dile getirdi. Binayı sağlamlaştırarak ömrüne bir asır daha eklediklerinin altını çizen Ballı, binayı otel olarak tasarladıklarını ve isminin ‘Corinne’ olduğunu söyledi.

OPERA SANATÇISI
39 odalı otele ismini veren ‘Madam Corinne’in Atatürk’ün mektup arkadaşı İtalyan bir opera sanatçısı olduğunu belirten Ballı, “Madam Corinne Atatürk’ün dostu olmakla kalmıyor Milli Mücadeleyi de destekliyordu. Mustafa Kemal’in, Milli Mücadele için hazırlıklarını Corinne’nin çok yakınımızdaki Bursa Sokak’taki evinde de yaptığı biliniyor. Mütarekede İngiliz subayları bu evi basmış ve duvardaki Mustafa Kemal resmini indirmesini istemişler. Corinne bu isteği şiddetle reddetmiş fakat İtalya’ya kaçmak zorunda kalmış. 1941 yılında İstanbul’da aynı eve dönen Madam Corinne 1946’da vefat etmişti. Madam Corinne’nin yeğeni halen yan binamızda yaşıyor. Corinne’nin unutulmamasını istedik” dedi.

Hürriyet, 06.10.2013

CAMİ TARTIŞMASINDA SON DURUM

 

Taksim’e yapılması planlanan cami projesinin Başbakan’ın masasında olduğu haberleriyle İstanbul’un camileri yeniden gündeme geldi. Bunlar Mimar Sinan’ın kopyası mı, fazla mı modern? Camilere neler oluyor?

 



 
Yedi tepeli şehr-i İstanbul’un imzalarından biridir camiler. İstanbul siluetinin ayrılmaz birer parçasıdır. Çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede camilerin ne kadar önemli olduğu konusuna hiç girmiyorum bile. İşte bu nedenlerle İstanbul’da her büyük cami projesi öncesi tartışmalar yaşanır; kimi cami çok modern bulunur, kimi Mimar Sinan kopyası olmakla eleştirilir, kimi silüete zarar vermekle, kimi yer seçimiyle...


“Sinan Çağı: Osmanlı İmparatorluğu’nda Mimari Kültür” kitabının yazarı, Prof.Dr. Gülru Necipoğlu geçtiğimiz hafta Milliyet Pazar’a verdiği röportajda “Yeni camiler modern teknolojilerle ve alelade betonla yapılan, şiirsellikten yoksun ibadethaneler. Sinan’ın kullandığı değerli ve işlemesi zor taş veya mermer gibi malzemeler kullanılmıyor. Dolayısıyla camiler ucuzluyor” ifadesiyle katkıda bulundu bu tartışmalara.


Son olarak Taksim’e yapılması planlanan Taksim Cumhuriyet Camii ile yeniden gündeme gelen camiler konusunu masaya yatırdık.

 

 

“Taksim Meydanı’na cami yapılması bence toplumun kabul edeceği bir şey değil”

Doğan Tekeli  / Mimar
* Taksim Meydanı’nda Maksem’in arkasındaki otopark alanına yapılması düşünülen bir cami projesini gördüm. Bu projenin, daha yalın bir hale getirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Gerçekleştirilecek olursa, herhalde üzerinde daha çok çalışılacaktır.


* Cami büyüklüğü ile meydan büyüklüğünün birbirine oranı önemlidir. Örneğin Taksim’in ortasına Sultanahmet’i getirirseniz orası artık meydan değil cami olur. Büyüklüğü ne olursa olsun, laik cumhuriyetin simgesi olan Taksim Meydanı’na cami yapılması, kanımca  toplumun kabul edeceği bir eylem olmayacak. Ancak meydanın bir kenarına ve Maksem’in arkasındaki otopark alanına çağdaş, yalın ve modern bir cami projesi toplumla, paylaşılması, geniş kesimlerden görüş alınması kaydı ile kabul edilebilir.


* Yukarıdaki düşüncelerin ışığında Çamlıca’da inşaatına başlanan camiyi olumlamıyorum. 16’ncı yüzyılda, Sinan’ın talebesi Sedefkar Mehmet Ağa’nın inşa ettiği Sultanahmet Camii’nin genel görünüş, plan kurgusu, strüktür gibi açılardan benzeri olan Çamlıca Camii’nin günümüzde inşa edilmesi çağımız sanatına olan inançsızlığın göstergesi ve geçmişe saplanıp kalınması olarak yorumlanmalı. Ayrıca Başbakan’ın bazı mimar hocaları yanına alarak projede iyileştirmeler yaptığı haberleri beni şaşırtıyor.


* Mimar Sinan, Osmanlı cami mimarlığında bir zirveyi temsil eder. Mimar Sinan’ı örnek almak, onun yer seçiminde, planlamada, strüktür sistemi ve kitle plastiğinde nelere dikkat ettiğine bakmak nasıl bir başarıya ulaştığını görmek demektir. Ama onun yarattığı biçimleri taklit etmek, açıkça hırsızlıktır. Diğer yandan, Sinan’ın en başarılı eseri sayılan Edirne-Selimiye Camii’ni  örnek alarak, onun büyüğünü, küçüğünü, benzerini yapmaya çalışırsak sanatta, mimarlıkta gelişmenin önünü nasıl açabiliriz? Ataşehir’de son yıllarda yapılan Sinan Camii’ni yer seçimi bakımından çok talihsiz, mimari kalitesi bakımından, aslından çok geride buluyorum.


* Cami sayısındaki artışın, nüfus sayısındaki artış göz önünde tutulursa, gerekli olduğu anlaşılacaktır. Ancak camiler, sadece haftanın, yılın belirli günlerinde geniş bir nüfus topluluğu tarafından kullanıldığı için gerekli kapasiteler iyi hesaplanmalı kaynak israfına gidilmemeli.

 

“İstanbul silüetine, karşı yakadan gölge düşecek”

Edhem Eldem / Öğretim Üyesi
* İstanbul en az iki asırdan beri modern cami mimarisi konusunda çeşitli arayışlara sahne olmuştur. 18’inci yüzyılda barok sayılan bir üslupta, 19’uncu yüzyılda ampir ve gotik tarzlarda, 20’nci yüzyıl başında ise art nouveau veya moresk stillerdeki denemeler bu arayışların tipik örnekleridir. Bunların ne derecede başarılı olup olmadığı tartışılabilir fakat en azından geleneksel bir yapıya yeni bir yorum getirmek gibi bir çabanın ürünü olduklarını teslim etmek gerekir.


* Cumhuriyet ile birlikte bunun büyük ölçüde kaybolduğu göze çarpmakta. Kemalist dönemde cami inşasının neredeyse durduğu biliniyor fakat 1950’lerden itibaren tekrar hız kazanan bu sürecin en büyük özelliği, geç Osmanlı döneminin tam aksine, yenilik arayışı yerine eskiyi canlandırma üzerine kurulu olmasıdır. Bunun en bariz ve nitelikli örneği, 1940’ların ikinci yarısında inşa edilen ve “klasik” tarzda Osmanlı cami mimarisinin bir tekrarı olan Şişli Camii’dir. Bundan sonraki camiler de giderek daha da artan bir şekilde bu tür sözüm ona “Sinan camilerinin” kötü taklitlerinden ibarettir. Kötü bir malzemeyle, zevksiz ve özensiz bir şekilde inşa edilen, üstelik de taklit etmeye çalıştıkları modelin orantı ve mantığını bile tutturmaktan aciz olan bu camiler maalesef şehrin genel çirkinliğini daha da perçinlemekten başka bir şey yapmamaktadır.

 



İki ay önce temeli atılan Çamlıca Camii’nin böyle görünmesi planlanıyor.

 

* Son zamanlarda iyice artan Osmanlı ve İslami kimlik merak ve vurgusunun etkisiyle bu durum anıtsal bir boyut kazanmaya başlamıştır. Çamlıca Tepesi’ne inşa edilecek olan cami bunun belki de en bariz ifadesidir. Osmanlı mimarisine öykünen ama boyutlarıyla, görüntüsüyle, konumuyla ve malzemesiyle aslında bu kültürün esaslarını inkar eden dev ve kötü bir Süleymaniye inşa edilerek, tam da Mimar Sinan’ın zevk ve maharetinin ifadesi olarak algılanan İstanbul’un silüetine, karşı yakadan gölge düşürülmüş olacak.


* Üstelik bu dev yapı şehirden kopuk tasarlandığı için, esin kaynağı olduğu iddia edilen Osmanlı geleneğini tersine çeviriyor: Şehir içinde yaşayan bir nüfusun ihtiyacını gidermek yerine, şehir dışındaki boş bir alana yerleştirilerek insanların oraya sırf bu iş için taşınmalarını gerektiren bir durum yaratılmış oluyor. İşin garip tarafı, şeklen kötü bir Osmanlı taklidi olan bu proje, işlevi bakımından daha çok 19’uncu yüzyılda Avrupa’da inşa edilen ve bir tür anıtsal hac mekanı olarak kurgulanan dev kiliseleri hatırlatıyor. Kısacası, şeklen yenilik getirmekten aciz, boyutlarıyla kente ve çevreye zarar verecek nitelikte, işlevsel olarak 100-150 yıl öncesinin Batı modernlik anlayışını hortlatan garip bir proje.

 

“Bugün isteyen istediği yere cami konduruyor”

Saffet Emre Tonguç / Rehber  (İstanbul Camileri isimli kitabın yazarı)
* Ahmet Vefik Alp geçmişte farklı partilerden İstanbul belediye başkan adayı olmuş ve adalardan geçen otoban gibi olmayacak projeleri gündeme getirmişti. Taksim’e yapılması planlanan cami ile gene enteresan bir projeyle ortaya çıkmış.


* İstanbul’un silüeti bana göre 8 bin yıllık Tarihi Yarımada’dır. Osmanlı yedi tepeli şehrin her bir tepesine farklı camiler inşa ederek oluşturmuş bu silüeti. Topkapı Sarayı, Ayasofya ve Beyazıt Kulesi de renklerini katmış bu görünüme. Çamlıca’ya yapılan camiye gelince, Boğaz’da sadece cuma günleri kullanılacak bu kadar büyük bir cami ihtiyacından emin değilim.


* Her büyük cami projesi öncesi bir Mimar Sinan tartışması olmasıyla ilgili şunu söyleyebilirim; bence Mimar Sinan’ı mezarında rahat bıraksınlar. Böyle bir dehadan tabii ki esinlenmeli ama kopyalamak yerine yaratmak daha önemli. Her ne kadar çok eleştirilse de Şakirin Camii’nin özgün olduğuna inanıyorum.


* Yeni dönem camilerinin çoğu silik, silüete katkıları yok. Kente artı değer katmadıklarına hatta bir dönemi çarpık bir şekilde yansıttıklarına inanıyorum. Eski İstanbul camileri ile karşılaştırınca çoğu örnekte estetik ve zarafet oldu-bitti ve zevksizlik ile yer değiştirmiş.

* Osmanlı’da adap varmış. Ancak sultanlar birden fazla minare yaptırabilirlermiş. Sultanların yaptırdığı camilere selatin, deniz kenarındakilere de yalı camii denmiş. Camiler cemaatin ihtiyacına göre yapılmış. Bugünse isteyen istediği kadar minareyle her yere cami konduruyor.

 

İslam dinini en katı uygulayan Suudi Arabistan dahi 80’lerden itibaren çağdaş cami mimarisine geçti”

Ahmet Vefik Alp Taksim’e yapılması planlanan cami projesinin mimarı
* Mimari gününü yansıtıyorsa değerlidir. Ben bugün 500 yıl evvelki mimariyi kopyalarsam kültürel kodlama hatası yapmış, gelecek toplumları yanıltmış olurum. Mimar Sinan, Ayasofya’dan da etkilenerek o zaman tek malzeme olan taşı kullanarak o şaheserleri yaratmıştır.  Kubbeler, kemerler taşa özel yapısal formlardır. Siz bugün taşın şekillendirdiği mimari formları betondan dökerseniz bir nevi “mimari sahtekarlık” yapmış olursunuz. Sinan dahi kendini taklit etmemiş, farklı geometriler denemiştir. Bugün İstanbul’da Sinan camilerini tekrar etmek Sinan’ın ruhunu muazzep eder.

“Cumhuriyet kodlarını kullanarak tasarladık”
* İslam dinini en katı uygulayan Suudi Arabistan dahi 1980’lerden itibaren çağdaş cami mimarisine geçiş yapmıştır. Biz neden 50 yıl evvelki cami modeline takılı kaldık?


* Taksim Cami Kültür ve Sanat Vakfı bize geldi, bizden bir proje talep ettiklerini bildirdiler. Arkadaşlarımla çok çalıştık, İslam dünyasını inceledik. Projemiz biri çok önemli olmak üzere üç uluslararası ödül aldı, yerli ve yabancı dergilerin kapaklarını süsledi. Ödülleri hep yabancı mimarlardan oluşan jüriler verdi. Gayrimüslim bir jüri üyesinin İslamofobi ile özdeşleşmiş çağımızda bir İslam mabedine oy vermesi kolay olmuyor. Demek ki iyi şeyler yapmışız. Yaklaşık 1.5 milyon mimar ve şehir planlayıcıyı temsil eden Union Internationale des Architectes’in (Dünya Mimarlar Birliği) birincilik ödülü bizim için çok kıymetli olmuştur.


* Taksim Cumhuriyet Camii cumhuriyetin kodları kullanılarak tasarlanmıştır. İstiklal Caddesi çıkışındaki devasa Aya Triada Rum Kilisesi’nin cüssesi altında ezilmeyen, Taksim Anıtı’nı da ezmeyen hassas bir dengeye ulaşılmıştır. İşte sihirli formül buradadır. Yukarıdan bakıldığında ise ay-yıldız algılanmaktadır. Biz burada dinimizi, bayrağımızı, cumhuriyetimizi birleştirdik.


* Aynen bir buzdağı gibi projenin yedi katı yerin altındadır. Camiler külliyeleriyle zenginleşir. Arsamız küçük olduğundan biz düşey bir külliye yaptık. Ana namazgah 350+70 hanım olmak üzere 420 kişilik ve yükseltilmiş bir çanak üzerinde yer alıyor. Ayrıca çanağın altında da 350 kişi namaz kılabiliyor. Burası bir sosyalleşme mekanı. Cumaları, bayramları açık alanlar ile toplam 1450 kişi namaz eda edebiliyor. İlk iki bodrumda konferans salonu, sınıflar, kütüphane gibi kültürel işlevler var. 3’üncü, 4’üncü, 5’inci bodrumlar Dinler Müzesi’ni barındırıyor. En altta Musevilik, ortada Hıristiyanlık, en üstte de İslam dini katı yer alıyor.


* Şunu da ifade etmek isterim ki çağdaş camiyi yorumlarken beynimizde yer etmiş Osmanlı
camii silüetinden de kopmamak lazım. AVM gibi cami olmaz. Kubbe ve minare güncel teknolojiye göre yorumlanmalı ve projede yer almalıdır. İlk haliyle ana kubbenin “sonsuzluk” adını verdiğim bir dokusu vardı. Bazıları buna “kuş yuvası”, bazıları “ağaç kabuğu” dediler. Ancak daha sonra revizyon yaptık.

“İstanbul alzheimer oldu”
* İstanbul’un imzası Tarihi Yarımada’daki görkemli camilerdir. Ayasofya ve Topkapı Sarayı bunlara dahildir. Ne yazık ki Zeytinburnu sahilindeki konut gökdelenleri Sultanahmet Camii’ni, yeni tamamlanan Haliç Metro Köprüsü de Süleymaniye Camii’ni bazı açılardan taciz etmektedir. Büyük Çamlıca Tepesi’ndeki inşaatı süregelen cami de kanımca Tarihi Yarımada’nın dünyaca tanınmış ve kabul edilmiş silüetinin değerini düşürmektedir. İstanbul’un özgün ve derin kimliğinin hızla yitirildiğini bizzat yaşamak bendenizi kahretmektedir. İstanbul alzheimer oldu.

 

Kuran’dan ayetlerle kubbe

Ahmet Vefik Alp: “Bu camide kubbe Kuran’dan ayetler ile oluşturuldu: Küre dünyayı simgeliyor ve İslam da dünyayı sarıyor. Burada verilmek istenen mesaj budur. Fecr Suresi göze çarpar öncelikle: (Allah şöyle der) Ey huzur içinde olan nefis! Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön! (İyi) kullarımın arasına gir. Cennetime gir. (27-30. ayetler)”

 

 

“Edirne’de Selimiye bir şaheserdir; kopyası Kocatepe büyük bir binadır, o kadar”

Murat Belge Yazar - Öğretim Üyesi
* Her bina bir ihtiyacı karşılamak için yapılır. Bütün insanlık tarihi somut ihtiyacı karşılar karşılamaz insanın yaptığı binayı süslemeye, güzelleştirmeye başladığını gösteriyor. Demek ki estetik de bir ihtiyaç. Ama neyin güzel olduğu, estetik olduğu, cevabı kolay bulunan bir soru değil. Camiler de İslam tarihi boyunca, onun için Osmanlı tarihi boyunca, buna uyan bir yol izledi. Osmanlılar İstanbul’un fethine kadar çok güzel bir cami mimarisi geliştirdiler. İstanbul’un fethinden sonra imparatorluk bilinci doğdu. Bu da her alanda olduğu gibi mimaride bir büyüme eğilimine yol açtı. Osmanlılar “ölümlü insan”ı yüceltme taraflısı olmadığı için, bunu daha çok cami mimarisine yönelttiler, anıtsal camiler inşa ettiler. Bu bakımdan en ileri gitmiş kişi de Sinan oldu.


* Sinan belirli bir mimari gelenek içinde ve çağının maddi imkanlarıyla çalışarak çok sayıda, çok güzel bina inşa etti. Bugünün mimarisi, her şeyden önce, Sinan zamanına göre çok farklılaşmış bir maddi yapıyla, bir inşaat malzemeleri manzumesi ile var oluyor. Yaratıcı bir sanat anlayışı geliştiren bir mimarın öncelikle bu malzemenin kendisine ne gibi imkanlar sunduğunu ve
bu imkanları en iyi nasıl kullanılacağını düşünmesini beklerim. Yani, beton kullanarak Sinan’ın taşla ördüğü şeyi taklit etmenin sanatsal bir başarı olduğu kanısında değilim. Edirne’de Selimiye bir şaheserdir; Ankara’daki kopyası Kocatepe büyük bir binadır, o kadar.


* Büyük bir cami yapmayı istemenin çeşitli anlaşılır nedenleri olacağını kabul ediyorum. Ama büyüklüğün kendisi estetik bir öğe değildir. Çok zaman estetiği bozar da. Buna karşılık, küçük bir yapı estetik bakımından çok üstün olabilir. Rüstem Paşa, Yavuz Selim’den; Sokollu Cami, Eyüp ya da Fatih camilerinden çok daha güzeldir. Kara Ahmet Paşa, Sultanahmet’ten daha estetiktir.

“Çamlıca Camii’nin tek meziyeti gözden ırak olması”
* Bugünlerde İstanbul’la ilgili çeşitli cami plan ve girişimlerinde insanın gözüne ilkin bu “gigantizm” tutkusu çarpıyor (aslında, başka yapı tiplerinde de). “Büyük bina”, “her yerden görülmek”, “çok sayıda minare”, estetikle ilgili düşünceler değil; oldukça çocuksu ve estetik öncesi düşünceler. Çamlıca’daki “ulu” caminin tek meziyeti, her yerden görülmesi değil, gözden ırak olması olabilir.


* Bu konularda yer fetişizmi gibi eğilimlerim yok. “Taksim’de cami olmaz” diye bir diretmenin anlamını da kavrayamıyorum. Ama olacaksa güzel olmalı. Bunda da ısrarlıyım.

Milliyet Pazar, Haber: Aydil Durgun, 06.10.2013

4 BİN YILLIK BEYNİN SIRRI ALÜVYONLU TOPRAK

 

Kütahya'nın Seyitömer Höyüğü'nde 2010 yılında bulunan yanmış beynin sırrını çözmek için bilim adamlarının çalışmaları devam ediyor. İngiliz bilim dergisi New Scientist, konuya ayırdığı dosyasında, alternatif nedenler üzerinde durdu. Dergiye değerlendirme yapan Haliç Üniversitesi'nden Dr. Meriç Altınöz, beynin sahibinin bir deprem veya volkanik patlamada toprak altında kaldığını, çıkan yangında da oksijenin tükenmesi nedeniyle beynin çürüyüp yok olmadığını alüvyonlu topraktaki potasyum, magnezyum ve alüminyum, beynin çevresini mum gibi sararak çürümeyi önlemiş olabileceğini söyledi.

Sabah, 06.10.2013

MÜZİK MÜZESİ OLACAK GALİBA!

 

 

Etem Ruhi Üngör’ün koleksiyonu ile ilgili dava, kızı Zerrin Ergül lehine sonuçlandı. Koleksiyonun müzik müzesine alınması konusunda hiçbir engel kalmadı. Kültür Bakanlığı yetkililerinin bir an önce harekete geçip bu koleksiyonu koruma altına alması gerekiyor.

 

Resmen kurulan ama cismen henüz ortalıkta olmayan müzik müzesinin temelini teşkil edecek Etem Ruhi Üngör koleksiyonu ile ilgili mahkeme süreci sona erdi. Yaklaşık üç yıl süren dava sonucunda mahkeme koleksiyonun veraset hakkının Üngör’ün kızı Zerrin Ergül’e ait olduğuna karar verdi. Böylece devletin koleksiyonu almasında yasal bir engel kalmadı. Bir an önce bu koleksiyonun koruma altına alınması gerekiyor. Ayrıca devlet için adeta yüzkarası olan ulusal müzik müzesinin açılması gerekiyor.

 

Türkiye’de yaklaşık 30 yıldır müzik müzesi kurulmaya çalışılıyor. 1983 yılında dönemin TBMM Başkanı Necmettin Karaduman’ın yaptığı ilk girişimin ardından, eski kültür bakanları Namık Kemal Zeybek, İstemihan Talay, Atilla Koç ve Ertuğrul Günay da müzenin kurulması için çalışmalar yaptı. 2006 yılında Bakanlar Kurulu kararı ile müzik müzesi resmi olarak kağıt üzerinde kuruldu. Lakin ne mekanı ne de koleksiyonu olmadığı için açılamadı. 2009’da Etem Ruhi Üngör’ün vefatından sonra bendeniz dönemin kültür bakanı Ertuğrul Günay’ı telefonla arayarak müze açılana kadar çalgıların koruma altına alınmasını rica etmiştim. Konu İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın gündemine geldi. Bir kurul oluşturularak ekspertiz yapıldı. Koleksiyona 795 bin 306 lira bedel biçildi. Üngör’ün tek varisi gözüken kızı Zerrin Ergül de bunu kabul etti. Ancak proje, Üngör’ün eşinin vetosuyla suya düştü.         

   

Zerrin Ergül, geçtiğimiz günlerde telefonla arayarak mahkemenin lehine sonuçlandığı müjdesini verdi. Hemen kendisi ile buluşup detayları konuştuk. Süreçten maddi ve manevi olarak yıprandığını söyledi. Çünkü koleksiyonun bulunduğu ve Etem Ruhi Üngör’ün ölene kadar ikamet ettiği ev, davayı açan Nefise Bige’ye ait. Ergül, mahkeme sürecinde yaklaşık üç yıl boyunca evin kirasını ödemiş. Ayrıca herhangi bir hırsızlık olayına karşı güvenlik sistemi ve çalgıların temizliği gibi konular için de harcama yapmış. Şimdi de bambaşka sorunlar bekliyor Ergül’ü. Dünyanın en büyük özel çalgı koleksiyonlarından olan Etem Ruhi Üngör koleksiyonunu da. Zira Nefise Bige, eşyaların evden çıkarılmasını talep edebilir. Bu da en fazla bir yıl daha koleksiyonun rahmetli Üngör’ün düzenlediği hali ile kalması demek. Eğer koleksiyon zamanında alınıp mevcut hali ile korunmaz ise taşınma esnasında bütünlüğü bozulup, zarar görebilir.

 

Bakanlık harekete geçmeli    

Kültür ve Turizm Bakanlığı, bir an önce harekete geçip bu koleksiyonu satın almalı. Bu iş için toplanan yaklaşık 800 bin liranın halihazırda duruyor olması gerek. Eğer para ortadan kayboldu ise bu da ayrı bir skandal olur. Bunun ardından, koleksiyonun müze açılana dek korunaklı, iklimlendirmeli özel bir mekanda saklanması gerekiyor. Koleksiyonda Sultan Abdülaziz’in lavtası, Tamburi Cemil Bey’in tamburu gibi nadide eserler de var. Zerrin Hanım’a babasının ölümünden sonra koleksiyonla ilgili birçok teklif gelmiş. Özellikle Arap ülkelerinden ve Avrupa’dan birçok koleksiyoner ciddi rakamlar teklif etmişler. Ama onun arzusu, müzik aletlerinin ve arşivin bir bütünlük içinde Üngör adının verileceği müzik müzesinde sergilenmesi.

 

Yedi yıldır kağıt üzerinde kalan müzenin de açılması gerek. Eğer bu yapılamayacaksa, devlet “Biz bu işte yokuz.” deyip özel sektörün önünü açmalı. Bankalar ya da büyük şirketler pekala bu müzeyi hayata geçirebilir. Ya böyle olacak ya da bu koleksiyonun başka ellere ya da başka ülkelere gitmesini seyre duracağız. Umarım ilki olur.

 

Klarnete iade-i itibar

Klarnet ülkemizde uzun yıllar boyunca hep oyun havalarına eşlik eden bir çalgı olarak algılandı. Lakin son yıllarda bu algı kırıldı. Özellikle Serkan Çağrı ve Hüsnü Şenlendirici’nin yaptığı çalışmalar bu enstrümanı gündeme getirdi. Artık birçok genç, klarnet eğitimi alıyor. Konuyla ilgili en önemli gelişme ise uluslararası bir klarnet festivalinin düzenlenmiş olması. Serkan Çağrı’nın gayretleri ile sahnede Giora Feidman, İsmail Lumanovski, Ara Dinkjian gibi sanatçıları gördük. Festivalin en önemli etkinliği ise klarnet denince ilk akla gelen isim Mustafa Kandıralı’nın yıllar sonra klarnetiyle sahneye çıkmasıydı. Kandıralı “Artık ben gidiyorum, size Serkan’ı bırakıyorum.” diyerek varisini açıkladı. Bu festival diğer sanatçılara da ilham olur inşallah. Neden uluslararası bir ney, bağlama ya da ud festivalimiz olmasın?

Zaman, Haber: Ali Pektaş, 05.10.2013

TOPKAPI'YA DOĞALGAZ GELİYOR

 

Padişahların, sultanların şömineler ve ocaklarla ısındığı Topkapı Sarayı’na yüzyıllar sonra doğalgaz geliyor.

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı, Topkapı Sarayı Müzesi’ne doğalgaz getirmek için kolları sıvadı. Bakanlık, bugüne kadar katı yakıt ile ısınan sarayın ısıtma sisteminin doğalgaza dönüştürülmesi için 22 Ekim’de ihaleye çıkıyor.


Açık usul ile gerçekleşecek olan ihalenin İstanbul Rölöve ve Anıtlar Müdürlüğü’nde yapılması planlandı. Sadece yerli isteklilerin katılabileceği ihalede, sözleşmenin imzalandığı tarihinden itibaren beş gün içinde yer teslimi yapılması kararlaştırıldı. İş teslim tarihi ise yer tesliminden dört ay sonra olarak belirlendi.

 

ŞÖMİNE VE MANGAL

Geçmişte Topkapı Sarayı’nda ısıtma, şömineler ve ocaklar ile sağlandı. Belli başlı yerlerde ana şömineler bulunuyordu. Ateş de buralarda yakılıp, mangallar ile taşınıyordu. Hamamlar ise
duvar içlerindeki kanallar vasıtasıyla ısınıyordu. Kışın ısı kaybının önlemesi için de pencerelere kalın deriler geriliyordu. Sövelerin üzerindeki aparatlara asılan bu deriler, yalıtım için kullanıldı.

Hürriyet, 05.10.2013

MİMAR SİNAN'IN CAMİSİ 5 ASIR ALTTAN ISITILMIŞ

 

 

Taraklı İlçesi'nde bulunan ve yakınındaki hamamdan döşenen tesisatla alttan ısıtılan tarihi Yunus Paşa Camii, ziyaretçilerin ilgisini çekiyor.

 

1517 yılında Osmanlı sadrazamlarından Yunus Paşa tarafından Mimar Sinan'a yaptırılan cami alttan ısıtma sisteminin bugün bile kullanılır vaziyette olduğu, fakat günümüzde hamam faal olmadığı için ısıtma faaliyetini yerine getiremiyor. 

 

17 Ağustos 1999 Marmara Depremi'nde hasar görmeyen cami, mimari yapısı ve sağlamlığıyla dikkat çekiyor. Halk arasında 'Kurşunlu Camii' olarak bilinen Yunus Paşa Camii'nin en büyük özelliği ise inşaatında harçtan çok eritilmiş kurşun kullanılması.

 

Mimar Sinan, caminin taş bloklarını yerleştirirken, her iki taşı ortalarından oyup demir çubuk yerleştirdikten sonra üzerine harçtan çok eritilmiş kurşun döktürmüş. Kare planlı, tek minareli, duvarı ince yontu küfeki taşından inşa edilmiş cami, yapıldığından bu yana ibadete açık.

haberler.com, 04.10.2013

KYZİKOS'TAN BİR DÜNYA HARİKASI DAHA ÇIKTI

 

     

 

Balıkesir'in Erdek İlçesi Düzler mevkiinde bulunan Kyzikos antik kentinin gün ışığına çıkması için 15 Ağustos tarihinde başlanan kazı çalışmalarının bu yılki bölümü tamamlandı. Dünyanın 8'inci harikası olarak kabul edilen Hadrianus Tapınağı'nın da bulunduğu Kyzikos'taki kazılar sırasında Roma dönemi içersinde yapılan en büyük sütun başlığı ortaya çıkarıldı.

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü ile Erdek Belediyesi'nin desteği ile yürütülen bu dönem kazıları, Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Doç.Dr. Nurettin Öztürk Başkanlığı'nda, bir Yardımcı Doçent, bir doktora, 3 yüksek lisans ve 20 lisans öğrencisi ile 30 işçiden oluşan ekip tarafından yürütüldü.




Yapılan kazılarda, Hadrian Tapınağı'ndan parçalar halinde ulaşılan sütun başlıklarından birinin sağlam olarak çıkarıldığını belirten Kazı Başkanı Doç.Dr. Nurettin Öztürk, yaklaşık 20 metre yüksekliğe sahip sütunların üzerinde yer alan başlığın, 1.90 metre çapı, 2.50 metre yüksekliği ve 20 ton ağırlığı ile Roma dönemine ait çıkarılan en büyük sütun başlığı olduğunu söyledi.

 

'Didim ve Efes'le boy ölçüşür'

Daha önce Hadrianus Tapınağını'nı dünyanın 8'inci Harikası olarak değerlendirdiklerini ifade eden Doç.Dr. Öztürk şunları söyledi: "Tapınağın ölçü olarak, Didim ve Efes'le boy ölçüşeceğini söylemiştik. Buna örnek olarak da sütun tamburlarını gösteriyorduk. Sütun tamburlarının da alt kısmı 2 metre 15 santim, üst kısmı da da 2 metre çapındaydı. Bu yıl gün yüzüne çıkardığımız bu sütun başlığının büyüklüğü de bunu doğruluyor. Kyzikos Hadrian Tapınağı'nı, dünyanın en büyük ve gösterişli korinth düzenindeki tapınağı olarak kabul edilen Lübnan sınırları içinde yer alan Baalbek Jupiter Tapınağı'nın ölçüleri ve sütun başlığının büyüklüğüyle karşılaştırdığımızda, daha büyük ve daha zarif olduğu ortaya çıkıyor."





Doç.Dr. Öztürk ayrıca, bu dönem kazıları Hadrian Tapınağı'nın batı kenarında sürdürdüklerini belirterek, bu kısımda daha önceki yıllarda ortaya çıkarılan ve tapınakla ilgisi olmayan yapıya ait duvarın yanı sıra, tapınağın alt yapısını oluşturan tonozlara da ulaşıldığını kaydetti.

 

Kazı Başkanı Doç.Dr. Nurettin Öztürk, batı kısmında daha önceki yıllarda olduğu gibi insan figürlerinin, vücutlarının değişik yerlerine ait kırık, küçük parçaların yanı sıra büyük bir kartal pençesi, bir boğa figürünün gerçek boyutlarından daha büyük baş kısmını da gün yüzüne çıkardıklarını sözlerine ekledi.

Cumhuriyet, 04.10.2013

SİT GASPINA KARŞI ACİL YASA GELİYOR

 

Anayasa Mahkemesi'nin verdiği karar tarihi eser ve sit'lerin gaspının önünü açınca Meclis'te zamana karşı bir yarış başladı. Sit ve tarihi eserleri ve Hazine arazilerini kurtaracak düzenleme bayramdan önce yasalaştırılacak. Bir vatandaş sit alanı üzerindeki ağaçları kestiği, bir vatandaş da tarihi esere kat çıktığı için mahkemeye verildi. Davalar, Anayasa Mahkemesine kadar gitti. Mahkeme, "Biz buranın tarihi eser, sit alanı olduğunu bilmiyorduk" diyen vatandaşları haklı buldu. Mahkeme kararında, "bu tür yerlerin sit alanı, tarihi eser olduğunu devletin bildirmesi gerekirdi" yönünde bir karar verdi. Mahkeme gerekli düzenlemenin yapılması için 13 Ekim'e kadar süre verdi.

HAFTAYA ÇIKARTILACAK
13 Ekim'den önce yasal bir düzenleme yapılmaması halinde sit alanları ile tarihi eserlerin "ben buranın sit alanı, Hazine arazisi, tarihi eser olduğunu bilmiyordum" diye gaspının önünün açılması ihtimali nedeniyle AKP adeta olağanüstü hal ilan etti. Sit alanları ile tarihi eserleri internet aracılığı ile duyurmasının yolunu açacak düzenlemeyi komisyon gündemine aldı. Düzenleme bu hafta komisyonlar, önümüzdeki hafta da Genel Kurul'dan çıkarılacak.

Sabah (Kısaltarak), Haber: Zübeyde Yalçın, 04.10.2013

HİERAPOLİS ANTİK TİYATROSUNUN RESTORASYONU TAMAMLANDI

 

Bin 800 yıllık ""nun restorasyon çalışmaları Kültür ve Turizm Bakanlığınca sağlanan 1 milyon 750 bin lira ödenekle tamamlandı.





Bakanlıktan yapılan yazılı açıklamaya göre, mitolojik kabartmaları ve sahne binasıyla özgün bir yere sahip Hierapolis antik tiyatrosu, yapılan bu restorasyon çalışmaları sonrasında 12 bin kişilik kapasitesiyle kültürel ve sanatsal etkinlikler için faal duruma getirildi.

Adını Amazonlar kraliçesi Hiera'dan aldığı düşünülen antik tiyatro, Yunan tanrıları adına inşa edilen kutsal alanları, tarihi hamamı, surları, su kanalları ve kiliseleriyle Anadolu'nun en çok turist çeken destinasyonları arasında bulunuyor.





Yeni mezar yapısı ortaya çıkarıldı
İtalya Lecce Salento Üniversitesinden Prof. Dr Francesco D'andria başkanlığında, Denizli'nin merkezinde yer alan antik kentte uzun yıllardır sürdürülen kazı ve restorasyon çalışmaları ise devam ediyor.

Tripolis Caddesi ve Kuzey nekropolü içinden geçen yol çevresinde yapılan çalışmalarla, bugüne kadar yolun yaklaşık olarak 150 metrelik bölümü açığa çıkarılırken, daha önce tespit edilemeyen bir mezar yapısıyla da karşılaşıldı.





Persophone'nin yeraltı dünyasının girişi olarak kabul edilen Plutonium kutsal alanındaki kazı çalışmalarında da, dini törenlerde kurban edildiği anlaşılan boğa ve kuş kemiklerine rastlandı. Menderes Vadisi'nde bulunan Nysa antik kenti ve Magnesia antik kentinde yapılan törenlere benzer törenlerin burada da yapıldığı öngörülüyor.

Antik kaynaklardan edinilen bilgiler kapsamında Cicero, İmparator Hadrian ve Caracalla ile filozof Damascius tarafından ziyaret edildiği bilinen Plutonium kutsal alanındaki kazıların en önemli buluntularının ise mermer Dionysos heykeli ile Aphrodite başı olduğu belirtiliyor.

Sabah, 04.10.2013

HİTİT ASKERİNİN 3 BİN 550 YILLIK GÜNLÜĞÜ BULUNDU

 

 

Sivas’ta, “Hitit Şehri Kayalıpınar Harabe Ören Yeri”ndeki kazı çalışmalarında, MÖ 1550′li yıllara ait olduğu tahmin edilen, bir Hitit askerinin yaşadıklarını çivi yazısıyla yazdığı tablete ulaşıldı.

 

Sivas’ın Yıldızeli İlçesi'ne bağlı Kayalıpınar Köyü'ndeki “Hitit Şehri Kayalıpınar Harabe Ören Yeri”nde yapılan kazılarda, MÖ 1550′li yıllara ait olduğu tahmin edilen, Sivas’tan Halep’e sefere giden bir Hitit askerinin yaşadıklarını çivi yazısıyla yazdığı tablete ulaşıldı.

 

Bölgede 2005 yılında başlayan kazı çalışmalarına, 3 yıl sonra ara verilmişti. Sivas Müze Müdürlüğü Başkanlığı ve Arkeolog Doç.Dr. Vuslat Müller Karpe’nin bilimsel danışmanlığında, 27 Ağustos’ta yeniden başlayan kazılarda, MÖ 1550′li yıllarda, bir Hitit askeri tarafından yazılan ve o dönemde Sivas’tan Halep’e sefere gidildiğini anlatan tablet çıkarıldı.

 

Doç.Dr. Karpe, AA muhabirine yaptığı açıklamada, kazı yapılan bölgede, ev sahipliği yaptığı 4 medeniyete ait kalıntıların bulunduğunu söyledi. Yakın zamanda çıkarılan yazılı kaynaklar olduğuna da değinen Karpe, bir askerin Hitit çivi yazısıyla tablet üzerine yazılmış günlüğüne de ulaşıldığını söyledi.

 

Tabletin bir sefer sırasında yaşananlar hakkında bilgi içerdiğini dile getiren Karpe, “Kazılarda bulunan tabletlerden birinde o dönemde sefere giden bir askerin sefer hakkında tuttuğu günlük var. Bu günlükte bugünkü Halep şehrine kadar uzanan bir seferden bahsedilmekte. Sefer sırasında da Hatay bölgesinde olan “Tell Açanna” diye bir şehirden bahsedilmekte” diye konuştu.

 

Sefer sırasında Çukurova’ya gidildiğinin de anlatıldığına değinen Karpe, “Bu tablet, MÖ 1550′li yıllarda Sivas ve Halep arasında bir ilişki olduğunu, buradan oraya bir sefer düzenlendiğini ve bir Hitit ordusunun bulunduğunu bildirmesi açısından oldukça önemli” dedi.

 

Vuslat Müller Karpe, bu tipte günlüklerin çok fazla bulunmadığını, tabletin kırık olduğunu ve sadece bir kısmının çözümlenebildiğini belirterek, şu bilgileri verdi:

“Orta Hitit yazı üslubunda yazılmış olan metinde, Mersin, Adana (Kitzuwatna) ve Alalah’a (Hatay ili, Tell Açanna Höyüğü) yapılan bir sefer anlatılmakta. Metinde ayrıca Kitzuwatna ülkesindeki şehirlerden Kummanni, Adanija (Adana), Tarşa (Tarsus) ve Winuwanda’dan bahsedilmekte. Bu sefer, metinden anlaşıldığı kadarıyla 2 komutan tarafından yönetilmiş. Bu komutanların isimleri Ehli Tenu ve İli Şarrumma. Ne yazık ki bu komutanlar hakkında başka bir bilgimiz yok. Aynı şekilde, bu seferi anlatan kişinin kimliğini tabletin üst kısmı kırık olduğu için bilmiyoruz. Ehli Tenu ve İli Şarumma dağlardan geçerek denize ulaşırlar. Çeşitli kentleri kuşatıp, yağmalayıp yakıp yıkarlar. Sonuç olarak 1. Tuthaliya’nın MÖ 15. yüzyılın sonunda Kizzuwatna (Mersin, Adana Bölgesi) Bölgesinin Hitit İmparatorluğuna kattığı ve Halep Antlaşmasında bahsedilen Halep seferi söz konusu ediliyor olmalı. Ancak bu çivi yazılı tableti okuyan Prof.Dr. Wilhelm’in düşüncesine göre de daha sonra hüküm sürmüş (1.Tuthaliya’dan sonra) Hitit Kralları 1. Arnuwanda, 2. Tuthaliya ve hatta Şuppiluliuma’nın krallığının ilk yıllarında da bu sefer gerçekleşmiş olabilir. Tam tarihlemek şu anda mümkün değil.”

 

Tablet, Sivas Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor.

Turizm Habercisi, 04.10.2013

BURAYA HES, BİR KATLİAM!

 

 

Arapgir'deki Kozluk Çayı’nın, HES kurulmak istenen bölgesinin ön tarafından bulunan ve mevcutta 3. Derece Doğal SİT alanı olan yerde yapılan incelemelerde Roma dönemine ait 8 kilometrelik sulama kanalı kalıntısı bulunduğu bildirildi. Arapgir’in Eskişehir Mahallesi’nde bulunan ve Roma döneminden kalan Arapgir Kalesi’ne suyun taşınması amacıyla yapıldığı düşünülen sulama kanallarından geriye kalan kalıntıların korunması amacıyla bölgenin, 1. Derece Arkeolojik, Tarihi ve Doğal Sit Alanı ilan edilmesi için çalışma başlatıldı.

 

SİVAS KORUMA KURULU GÖRÜŞ İSTEDİ 

Arapgir’de bulunan Kozluk Vadisi üzerindeki Geyikpınarı ile Uzunsay Tepesi mevkiinde Osmaniye Enerji tarafından gerçekleştirilmesi planlanan HES projesi ve beton santraline ilişkin olumlu rapor verilen ÇED sürecinin askıya çıkmasıyla ilçede HES’e karşı tepkiler bir kez daha yükselirken, söz konusu projenin kurulmak istendiği alanın ön tarafından bulunan ve zaten 3. derece doğal SİT alanı olan bölgede Roma dönemine ait olduğu tahmin edilen kapalı sistem sulama kanalı bulunduğu bildirildi.

 

2013 yılı Eylül ayı toplantısını gerçekleştirmek üzere Arapgir’e gelen Sivas Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu üyeleri, sahada yaptığı inceleme sonucu, su kanalının Roma döneminde Kaleye su taşınması amacıyla yapıldığını tahmin ediyor. Ancak bugüne kadar kanalın sadece 8 kilometrelik kısmının kalıntıları gelebilmiş. Sivas Koruma Kurulu’ndan uzmanlar, sulama kanallarının bulunmasının bölgenin çok eski uygarlıklara ev sahipliği yaptığı ve bunun dışında da birçok arkeolojik eseri barındırabileceği gerekçesiyle 3. derece SİT alanı olan bölgenin 1. derece SİT alanı ilan edilmesi için Çevre ve Orman Bakanlığı ile Müzeler Genel Müdürlüğü’nden görüş istedi. 

 

CÖMERTOĞLU: OLDUBİTTİYE GETİRMEK İSTİYORLAR 

HES projesine ilişkin ÇED’in askıya çıktığını hatırlatan Arapgir'in AKP'li Belediye Başkanı Cömertoğlu, “Ancak Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’nden gelen yazıda askı sürecine ilişkin bir bilgi olmadığı gibi, bu toplantıların ve vatandaşın görüş ve önerilerinin nasıl alınacağına dair da bir bilgi yok. Doğal sit alanı olan bir bölgede bir oldu bitti ile Arapgir’i yok edecek HES projesi hayata geçirilmek isteniyor” dedi.

 

‘ROMA DÖNEMİNE AİT SULAMA KANALI TESPİT EDİLDİ’

Geyikpınarı ile Uzunsay Tepesi mevkiinin,  Kültür Turizm Bakanlığı Sivas Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Bölge Kurulu’nun 21.04.2010 tarih ve 1734 sayılı karar ile Doğal Sit Alanı ilan edildiğini hatırlatan Cömertoğlu, ayrıca Uzunsay Tepe Mevkiinde bugün artık restore edilerek ayağa kaldırılan ve 1. derece koruma alanında bulunan onlarca tarihi eserin yer aldığını hatırlatarak, Sivas Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun 18 Eylül’de Arapgir’de yaptığı toplantı sonrasında sahada yaptığı incelemede Roma dönemine ait olduğu tahmin edilen 8 kilometrelik sulama kanalı tespit ettiklerini söyledi.

 

Cömertoğlu “Bütün bunlar Arapgir’in çok eski bir yerleşim yeri olduğunun da en iyi göstergesi. Sivas Koruma Kurulu, bölgenin Roma döneminden bu yana önemli bir yerleşim yeri olabileceği, çok önemli kazıların gerçekleştirilebileceği, tarihi ve arkeolojik birçok eseri barındırabileceği düşüncesiyle buranın 1. Derece SİT alanı olması için Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Müzeler Genel Müdürlüğü’nden görüş istedi. Umuyoruz ki bölge hakkında verilecek olumlu bir karar ile hem tarihimiz hem tabiatımızın korunması yolunda önemli bir adım atılmış olacak’ diye konuştu. 

 

‘TABİAT PARKI OLMALI’ 

HES kurulmak istenen Kayaarası Kanyonuna yakın bölgedeki tarihi eserlerin yanı sıra kanyonun yaban hayatının birçok zenginliğini de barındırdığını belirten Cömertoğlu “Bugün yaban hayatını izleme etkinliğinin yapıldığı bu bölgede 600’ün üzerinde dağ keçisi, 100’ün üzerinde porsuk, 3 farklı türden 30’un üzerinde ayı, kınalı keklik, tavşan cinsleri ve sadece bu yöreye ait sarı sazan, bahar aylarında beyaz kelebek, kapari, ters lale, doğal incir gibi hayvan ve bitki türleri tespit edilmiş. Biz, bu bölgenin Doğal Tabiat Parkı ilan edilmesi için de başvuru yaptık. Milli Parklar Bölge Müdürlüğü de Ankara’ya teklif yazısını yazdı. Bunun da sonucunu bekliyoruz” dedi. 

 

‘HUKUKİ MÜCADELEMİZİ SÜRDÜRECEĞİZ’

HES projesinde tünel yapılacağını ve tünel için dinamit patlatılacağını ifade eden Arapgir Belediye Başkanı Cömertoğlu, “Dinamitle tarihi eserlerimiz zarar göreceği gibi kanyonun  suyu da kuruyacak. Beton kırma tesisleri, tarihi dokuya, tabiat güzelliğine, yaban hayatına, Kozluk üzerinde bulunan ekim sahalarına ve ahşap evlerimize zarar verecektir. Arapgirliler  İlçesi'nde HES istemiyor. Kozluk vadisinin bu şekilde yok edilmesine seyirci kalmayacağız. Bütün Arapgir halkı olarak HES’lere karşı hukuki mücadelemizi sürdüreceğiz” diye konuştu.

Malatya Haber, Haber: Güler Hazar, 02.10.2013




.. TAY Projesi . Kuruçeşme Cad. 67/B
34345 Kuruçeşme İstanbul
Tel: 0 (212) 265 7858 - Faks: 0 (212) 287 1298
e.posta: info@tayproject.org

Copyright©1998 TAY Projesi