Haberler logo Mayıs '11 Arşivi

29 Mayıs - 4 Haziran 2011

SEVSEREK HAN, GÜN YÜZÜNE ÇIKARILIYOR

 

 

Tarihi Nemrut yolu üzerinde yer alan ve Selçuklu Devleti zamanından kaldığı bilinen Sevserek Han, gün yüzüne çıkarılıyor.


Kazının Bilim Başkanı ve Fırat Üniversitesi Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. İsmail Aytaç, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Yaygın beldesindeki kervansarayla ilgili olarak, mart ayının sonundan bu yana yürüttükleri kazı çalışmaları hakkında bilgi verdi.


Bu alanda iki han bulunduğunu kaydeden Aytaç, bunlardan birisinin Sevserek Han, diğerinin ise, tam karşısında ağaçların altında kalmış olan bir yapı olduğunu söyledi.
 

Kazı yaptıkları hanın Selçuklu döneminin kervansaray tipolojisinde bir yapı olduğunu anlatan Aytaç, Yaygın'daki bu yapıdan sonra Nemrut Dağı'na kadar 8 adet kervansaray tespit ettiklerini belirtti.
 

Aytaç, Sevserek Han'da 2 ayı aşkın süredir devam ettikleri kazının bitmek üzere olduğuna işaret ederek, ''Yapı bin 450 metrekarelik bir alana yayılmış. Bazı alanlarda 2 metre, bazı alanlarda 3,5 metreyi bulan bir toprak dolgu vardı. Üzerine da kavak ağaçları dikilmişti. Önce içindeki bu ağaçlar söküldü, temizlendi. Daha sonra yapının içindeki malzeme katman katman dışarıya çıkarıldı. Şu anda hanın büyük bir kısmında zemine ulaşmış durumdayız. Diğer kısımda da zemin araştırmalarımız sürüyor'' diye konuştu.
    
Kazının Malatya Valiliği'ne bağlı Koruma Uygulama ve Denetim Bürosu'nun kontrolünde gerçekleştirildiğini ifade eden Aytaç, bu çalışmalar bitirildikten sonra yapının restorasyon projesini hazırlayacaklarını, kısa sürede bitirilecek bu çalışmaların ardından Sevserek Han'ın restore edileceğini ve ayağa kaldırılacağını belirtti.


Selçuklu döneminde kervanların konakladığı bir kervansaray olarak kullanılan yapının 1580 tarihli vergi kayıtlarında kullanımdan düştüğünün anlaşıldığına değinen Aytaç, kazı sırasında 1755 tarihli bir Osmanlı sikkesi bulduklarını, bu buluntunun da yapının Osmanlı döneminde de kullanıldığını gösterdiğini anlattı.
 

İsmail Aytaç, ''Yapının içinde çok fazla maden kalıntıları çıktı. Buraya yakın mesafede maden ocaklarının olduğunu biliyoruz. Hem maden kalıntılarının, hem de at nalı ve inşaat çivisinin bulunması burasının Osmanlı döneminde maden eritme ocağı olarak kullanıldığını da gösteriyor. Sevserek Han'ın son 150 yıldır kullanılmadığını tahmin ediyoruz. Bugün de yeniden kullanıma açmak için çalışmalarımızı sürdürüyoruz'' diye konuştu.
 

Osmanlı İmparatorluğu'nun son ve Cumhuriyetin ilk yıllarında bu binanın taşlarının inşaat yapmak isteyen vatandaşlar tarafından alındığını kaydeden Aytaç, Malatyalı bir gazetecinin 1969 yılında çektiği fotoğraflarda Sevserek Han'ın üst örtüsünün ve tonozlarının da bulunduğunu gördüğünü, ancak bunların daha sonraki yıllarda çöktüğünü anlattı.
 

Aytaç, şu bilgileri verdi:
''Sevserek Han'ın duvarlarının büyük bölümü, ayak kemerleri duruyor. Bu anlamda yapı günümüze ulaşan Malatya'daki 3 handan biri. Yapının içindeki toprak katman bir anlamda hanın günümüze kadar gelmesini de sağlamıştır. Şu anda üst örtü hariç diğer kısımların büyük bir bölümü sağlam. Bu kervansaraylar güvenlik görevlilerinin kaldığı, aş hanesi, yatakhanesi, hayvanların kaldığı ahırı, samanlığı, nalbant, eczanesi olan yerler. Tam teşekküllü bir yaşam merkezi gibiler. Bunlar vakıf eseri.''
 
Sevserek Han'ın 13. yüzyılın ilk yarısına tarihlendiğini kaydeden Aytaç, şunları aktardı: ''Kazı çalışması sırasında bakır paralar bulduk. Bakır paralar Selçuklu Sultanı İzzettin Keykavus adına basılmış. Bu paralardan da anladığımız odur ki, 1256'lı yıllarda burası kullanılıyordu. Bu yapının 1220 ile 1250 yılları arasında yapılmış olduğunu tahmin ediyoruz. Zaten planı da onu gösteriyor. Ancak yapıya ait kitabeyi maalesef bulamadık. Bahsettiğim o inşaatlarda kullanılmak üzere götürülmüş olmalı. Kazımızda kervansarayın mescidine ait bir ayet kitabesi bulduk. Kitabede Tevbe Süresi'nin 18. ayeti yazıyor. 'Ancak Allah'a inananlar, Allah'ın mescitlerini yapar ve onarırlar' mealindeki kitabe Arapça yazılmış. 2 satır, 3 parça halinde bulundu. Çok küçük bir parçası da bugün için bulunamadı ama ayetin büyük bir kısmını okuyunca kitabeyi tamamlamak mümkün oldu.''
 

Sevserek Han'ın doğusunda bir su şebekesi bulduklarını anlatan Aytaç, Selçuklu döneminde yapılmış olduğu anlaşılan bu şebekenin içinde hala su bulunduğunu belirtti.
 

Tarihi kervansarayın tarihi İpekyolu'na bağlanan bir güzergah üzerinde bulunduğunu kaydeden Aytaç, Malatya Pütürge karayolunun tam üzerindeki tarihi yapıdan güneye doğru gidildiğinde Adıyaman, Diyarbakır ve Şanlıurfa'ya ulaşılacağını, bu güzergahın Selçuklu döneminde işlek olan bir güzergah olduğunu anlattı.
 

Bu güzergahın bir turizm güzergahına da çevrilebileceğini anlatan Aytaç, ''Adıyaman'dan Nemrut Dağı'na gelen turistler, oradan Malatya'ya geçebilir. Malatya'dan da Nemrut Dağı'na giden turistler Adıyaman'a geçebilir. Bu şekilde bu güzergah yeniden işlerlik kazanır. Böylece sadece Malatya ve Adıyaman'a değil bölgeye bir hareketlilik kazandırılmış olur. Çünkü bu güzergah yayla turizmi için de uygun coğrafyaya sahip. Ormanlık alanlar, bir çok kervansaray, köprü var. Amacımız bu güzergahı canlandırmak'' dedi.

Malatya Haber, 03.06.2011

HAREM'DEKİ TAHTI LOJMANINA TAŞITTI

 

 

Topkapı Sarayı Müzesi Müdürü'nün 3. Selim'in tahtını lojmanına taşıttığı, tarihi taht kapıdan geçmeyince depoya kaldırıldığı ileri sürüldü.

 

Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, 3. Selim’in Harem’deki ünlü tahtının Müze Müdürü Yusuf Benli’nin lojmanına taşıtıldığı iddiası üzerine soruşturma başlattı. Fotoğraflarla belgelenen iddia üzerine dehşete kapılan Bakan Günay, ‘‘Kimsenin gözünün yaşına bakmam. Topkapı Sarayı benim en çok önem verdiğim mekanlardan biri. İnceletiyorum. İddialar doğruysa gereğini yaparım’’ dedi.

Radikal'in haberine göre, Müze Başkanı İlber Ortaylı da olayı doğrularken, ‘‘Müdür Bey lojmanı, Harem’le karıştırdı herhalde. Soruşturuyoruz’’ dedi. Müze Müdürü Benli ise hakkındaki iddiaları inkar etti.

 

İddiaya göre, Topkapı Sarayı Müze Müdürü Yusuf Benli, Harem Hünkar Sofrası bölümünde bulunan 3. Selim tahtını müze içinde oturduğu lojmana taşıttı. Yağmurlu havada gelişigüzel taşınan eşsiz eser, lojmanın giriş kapısında sonradan ekleme yapılan bölmelerden geçmeyeceği anlaşılınca bir süre kapıda bekletildi. Bu sırada yağmurdan korunmak için de tahtın üzerine beyaz branda örtüldü.

 

Müze Müdürü Benli’ye tahtın geçmediği söylendi. Benli, sonradan ekleme bölüm için ‘‘Yıkın yine de içeriye sokun’’ talimatı verdi. Görevliler ekleme bölümü yıkmaya hazırlanırken, lojmanın iç kısmındaki orijinal kapının da dar olduğunun farkına varıldı. Sonradan ekleme kısım yıkılsa bile tahtın geçmeyeceği müze müdürüne bildirildi. Böylelikle taht lojmana girmekten kurtulup depoya götürüldü.

 

Müze Müdürü Benli ile ilgili iddialar bununla da sınırlı değil. Müdürün özel misafirleriyle Mecidiye Köşkü’nde tarihi eserler üzerinde oturup kahvaltı ettiği de ileri sürülüyor. Bu nedenle köşkün ‘İç Oda’ olarak adlandırılan kısmında bulunan üzeri resimlerle süslü mermerden 14. Louis masasında lekeler oluştuğu ve lekelerin çıkmadığı belirtiliyor.

Müze Müdürü: Taht depoda
Harem’deki 3. Selim tahtını lojmanınıza taşıttığınız iddia ediliyor, bu doğru mu?
Lojmana taşıtma diye bir şey yok.
Taşıtmadınız mı?
Bizim bu mobilyaları koruma altına almamız gerekiyor. En sıhhatli yere taşımalıyız.
Sıhhatli yer lojmanınız mı?
Lojman değil tabii.
Taht şimdi nerede?
Depoda...
Lojmana hiç taşıtmadınız mı?
Yok hayır, taşıtmadım.
14. Louis masasında kahvaltı ettiğiniz, mermer zemin üzerinde lekeler oluştuğu ve çıkmadığı iddia ediliyor...
Hayır, doğru değil. Ben kahvaltımı odamda yaparım.

Ortaylı: Burada lojman olmamalı
Topkapı Sarayı Müze Başkanı İlber Ortaylı: ‘‘Bakan Bey arayıp söyledi. Çok mahcup oldum, bilgim olmadığı için. Soruşturuyoruz. Lojman kapısından girmeyince geri gönderilmiş. Arkadaş Harem ile lojmanı karıştırdı sanırım. Lojmanda benim yerim yok. Ankara’dan kütüphanemi getirip lojmana koymuştum. Dışarı attırmış. Adamın kitapla işi yok. Burada lojman olması doğru değil. Seminer odası yapılmalı. Mecidiye Köşkü’nde kahvaltı ettiğini ben de duydum. Orayı kapattırdık. Bu arkadaş geldiği günden beri kendi başına takılıyor, pek bilgi verdiği de yok.’’

Michael Jackson o tahta oturmak istemiş ama reddedilmişti
Harem, Topkapı Sarayı Müzesi’nde ziyaretçilerin en çok merak ettikleri bölümlerden biri. Hünkar Sofrası ise Harem’in içinde sultanla harem kadınlarının birlikte eğlence düzenledikleri, bayramlaştıkları yer. Hünkar Sofrası, 16’ncı yüzyılda Mimar Sinan tarafından yapılmış kubbeli bir salon. Bu salonun hakim noktasında da sultanın tahtı bulunuyordu. 3. Selim’e ait olduğu söylenen taht, 18. yüzyıl şaheseri olarak Harem bölümüyle ilgili tüm fotoğraflarda yer alıyor.

Pop yıldızı Michael Jackson 1992 yılında tahta oturmak istemiş, ancak reddedilmişti. Türkiye’yi ziyareti sırasında ABD’li pop star Harem’e girdiğinde söz konusu tahta oturmak istedi ve tahtı klipte kullanmak istediğini söyledi. Ancak dönemin müze yönetimi Jackson’a izin vermeyince ünlü şarkıcı da Harem’de klip çekiminden vazgeçti.

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 03.06.2011

TARİHİ ESER OPERASYONU

 

Çorum'da düzenlenen operasyonda 8 parça tarihi eser ele geçirildi.

 

Edinilen bilgilere göre, İl Jandarma Alay Komutanlığı'na bağlı ekipler, il merkezine bağlı Çakır Köyünde A.E. Ş.Ş. H.Ş. H.C. ve H.Y. isimli şahısların elinde bulundurduğu tarihi eserleri satmak için müşteri aradığı bilgisine ulaştı. 

 

Bunun üzerine bir operasyon düzenleyen jandarma ekipleri, şahısların evlerinde yaptığı aramada 2 adet altın küpe, 1 adet 8 taşlı altın kolye, 3 adet yüzük, 1 adet kolye taşı ve 1 adet bronz sikke ele geçirdi.  Zanlılar A.E., Ş.Ş., H.Ş., H.C. ve H.Y. gözaltına alındı. Olayla ilgili soruşturma sürüyor.

Çorum Haber, 03.06.2011

FALCI DEFİNE VAR DEDİ, İŞYERİNİ KAZDI

 

Bursa’da ailevi sorunlarına çözüm bulmak için görüştüğü falcının, “iş yerinin altında define olduğunu” söylediği muhasebeci Kurtuluş Savut (62), minare alemi ustası Ayhan Savut (61) ve Mustafa Dağınık (58) şehrin göbeğinde 2 metre genişliğinde ve 21 metre derinliğinde tünel kazdı.

Osmangazi İlçesi Kayhan Mahallesi Simavlı Sokak’ta muhasebecilik yapan Savut, İzmir’de oturan bir falcıyla telefonda görüştü. Falcı, Savut’un kuzeni Ayhan Savut’un (61) iş yerinin bulunduğu binanın hemen yanındaki Bedrettin Camii’nin altında altın ve gümüş dolu bir hazine olduğunu söyledi.

Falcının Alex ismindeki bir rahibe de danıştığını ve söylediklerinin doğru olduğunu söylemesi üzerine, 3 kişi ahşap binada çalışmalara başladı. 45 gün önce kazıya başlayan 3 arkadaş, caminin altına ulaşabilmek için 2 metre genişliğinde ve 21 metre derinliğindeki bir tünel kazdı. Falcının “16 metre kazdıktan sonra defineye ulaşacaksınız” demesine rağmen 21 metrelik derinlik kazan 3 arkadaş, geceleri çıkardıkları hafriyatı da önce çuvallarla evde biriktirip ardından da kamyonlarla attı. Üç arkadaşı yönlendiren falcının bir kez Bursa’ya geldiği de öne sürüldü. Gelen ihbarı değerlendiren polis ekipleri kazı yapıldığı iddia edilen adrese sabaha karşı baskın yaptı. Şehrin en işlek yerlerinden olan Kayhan Mahallesi’nde 21 metre tüneli gören polis, 3 kişiyi gözaltına aldı.

Milliyet, Haber: Selahattin Budakoğlu, 03.06.2011

İSMD'NİN 'MİMARLIĞIN KÖKENLERİ' DİZİSİ GÖBEKLİTEPE İLE BAŞLADI

 

 

Seranit sponsorluğunda İstanbul Serbest Mimarlar Derneği (İSMD) tarafından düzenlenen ‘Mimarlığın Kökenleri’ Konferanslar Dizisi, ‘Göbeklitepe - Dünyanın İlk Tapınağı’ başlıklı konferans ile başladı. Yapı-Endüstri Merkezi'nde (YEM) gerçekleşen konferansta katılımcılar, arkeoloji uzmanları tarafından ‘dünyanın sürmekte olan en önemli kazısı’ olarak kabul edilen Göbeklitepe kazısını birinci ağızdan dinleme fırsatı buldular. Kazı başkanı Prof. Klaus Schmidt'in, başlangıcından bugüne Göbeklitepe kazısını aktardığı sunumda, Göbeklitepe bulgularının arkeoloji ve mimarlık tarihi açısından önemi anlatıldı.

Konferansın açılışını yapan İSMD Başkanı Oğuz Öztuzcu, “Mimarlığın kökenini anlamaya yönelik bir çaba olan konferans dizisi için Göbeklitepe’den daha uygun bir başlangıç yapılamazdı” dedi. Tarih boyunca kurulan uygarlıkların, dönemlerini tamamladıkça arkalarında mimarlık ürünlerini bırakarak tarih sahnesinden çekildiklerini belirten Öztuzcu, “Bugün bu ürünleri değerlendirerek insanlık tarihini oluşturmaya çalışıyoruz. Diğer bir deyişle, insalık tarihi mimarlık tarihidir” şeklinde konuştu. Öztuzcu, Anadolu topraklarının insanlık tarihinin izlerinin sürülmesi için dünyanın belki de en zengin kaynaklarını sunduğunu ifade ederek, Anadolu potasında eriyen uygarlıklar karışımına ilk katkıyı ise büyük olasılıkla Göbeklitepe’nin yaptığı değerlendirmesinde bulundu.

Öztuzcu’dan sonra söz alan Şanlıurfa Belediye Başkanı Ahmet Fakıbaba, 2004 yılında belediye başkanı olmak için aday olurken taşıdığı düşüncelerin nasıl zamanla değiştiğini aktardı.

Başlangıçta kenti insanlar için daha yaşanabilir bir yer haline getirmenin yollarını ararken, başkan olduktan sonra Şanlıurfa’nın aslında ne olduğunu görmeye başladığını söyleyen Fakıbaba, bunun için Tarihi Kentler Birliği’ne ve Çekül Vakfı’na da teşekkür etti. National Geographic’in ‘Dinin Doğuşu’ başlığıyla kapağına taşıdığı Haziran sayısını izleyicilere gösteren Fakıbaba, Göbeklitepe’nin sadece Şanlıurfa ya da Türkiye’ye değil, dünyaya ait bir miras olduğunu vurguladı. Henüz yüzde 5’i tamamlanabilen kazıların ilerde önemli çıkarımları olacağını ifade eden Fakıbaba, “Şanlıurfa, tarihi yeniden yazıyor” dedi.

Seranit İcra Kurulu Üyesi Ece Ceylan Baba ise MÖ 10 – 15 bin yıllarına yani paleotik döneme referans veren Göbeklitepe’nin ortaya çıkışını, mimarlık eğitiminde ve mimarlık tarihinde bir dönüm noktası olarak nitelendirdi. Ece Ceylan Baba, “Yerleşik yaşam kalıntılarının tarih öncesi döneme kadar yayılıyor olması, insanlık tarihinde kültürel ve dini mirasın yeniden değerlendirilmesini gerektirecektir” dedi. Bilimsel tabanlı dünya görüşünün Seranit’in marka değeri için vazgeçilmez bir unsur olduğunu belirten Ece Ceylan Baba, Seranit ve Serra markalarıyla bundan sonra akademik alanlarda daha çok yer alacaklarını da sözlerine ekledi.

Açılış konuşmalarının ardından kazı başkanı Prof. Klaus Schmidt'in Göbeklitepe kazıları ve düşündürdüklerini aktaran sunumuna geçildi. Ortadoğu’nun dünyanın diğer bölgelerine göre tarım ve yerleşik hayata geçişin en erken yaşandığı bölge olduğunu belirten Schmidt, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin ‘verimli hilal’ olarak tanımlanan yukarı Mezopotamya’nın en önemli parçalarından biri olduğunu, Göbeklitepe’nin de merkezde yer aldığını anlattı. 1995’te boş bir alan olan Göbeklitepe’de kazı çalışmalarının bulunan çok sayıda yuvarlak biçimli yapılarla başladığını, 1996’da kazı alanının genişletildiğini anımsatan Schmidt, T biçiminde sütunlarla çevrilmiş bu tapınakların merkezinde de T biçimli iki sütunun karşılıklı yer aldığını aktardı. Boyları 3 – 6 metre arasında değişen bu sütunların stilize edilmiş insan tasvirlerine benzediğini söyleyen Schmidt, bu görüşü sütunlar üzerindeki kol ve el tasvirlerine bağladı. Boğa, yaban domuzu, tilki, yılan gibi hayvan tasvirleriyle de karşılaştıklarını ifade eden Schmidt, buluntularının arasında koruyucu olduğunu düşündükleri heykeller de olduğuna değindi. Göbeklitepe’yi ‘yeni bir ‘Stonehenge’ olarak nitelendiren Schmidt, “Yakın gelecekte heyecan verici şeylerle karşılaşabiliriz” dedi.

Yapı, 02.06.2011

'YABANCI GELİN' EVRİMİN BİR PARÇASI

 

 

Bilim insanlarının, 1.7 ile 2.4 milyon yıl öncesinden kalma fosilleşmiş dişler üzerinde yatığı bir araştırma, ilk insanlar hakkında ilginç bir gerçeği ortaya koydu.

 

Araştırmaya göre, ilkel kabilelerdeki erkekler doğdukları yeri terk etmezken, kadınlar eş bulmak ya da buldukları eşin evine yerleşmek için başka kabilelere gidiyordu.

Diş fosilleri üzerindeki incelemeler, iki insan türünde “yabancı gelin” kültürünün doğmuş olabileceğine işaret etti.

Bugün Nature dergisinde yayımlanan çalışma, Güney Afrika’nın Sterkfontein ve Swartkrans mağaralarında bulunan iki insan türüne ait 19 diş fosili üzerinde yapıldı. Diş minesinden elde edilen bulgulara göre, kadınlar yetişkinliğe erişince yaşadıkları yeri değiştiriyordu. Buna karşın, erkeklerin yüzde 90’ı yaşadıkları mağaraları terk etmedi.

Güney Afrika’da iki farklı kazı alanında bulunan dişler, Australopithecus africanus ve Paranthropus robustus insan türlerine ait.

Araştırmanın başındaki isim, Colorado Üniversitesi’nden Sandi Copeland, “İlk insanların coğrafi hareketleri hakkında elde ettiğimiz bulgular, bize kadınların doğdukları yerleri kendi tercihleriyle terk ettiklerini gösterdi” dedi.

Araştırmada, kadınların iki insan türünün bulunduğu bölgeye dağıldığı tespit edildi. Her iki türün de, bugünün modern insanına çok benzediği belirtildi. Copeland, “günümüzde de bu geleneğin özellikle Çin ve Hindistan’da devam ettiğini, evlenen kadınların eşlerinin evine yerleştiğini” belirtti. Ancak bu geleneğin nerede doğduğu bilinmiyor. Copeland, bu geleneğin insanların yaşadığı bölgenin geçmişinden kalmış olabileceğini ifade etti.

A. africanus türü, 2 ile 3 milyon yıl öncesinde yaşadı. Bu türün, P. robustus ile akraba olduğu düşünülüyor. Modern insanlara benzeyen P. Robustus ise, 1.2 ile 2 milyon yıl önce yaşadı.

Radikal, 02.06.2011

KLEOPATRA VE GALENOS'UN İZLERİ HALA BERGAMA'DA

 

 

Hipokrat'tan sonra tıp bilimine en büyük katkıyı sağlayan Lokman Hekim Galenos şifasını Bergama'da dağıttı. Güzelliği dillere destan Kleopatra bu topraklarda yaşadı.

Alternatif tıbbın giderek önem kazandığı günümüzde, İzmir'in, EXPO 2015 adaylığı süresince ana teması sağlık oldu. EXPO 2015 süresince de Bergama gerek Asklepion'u gerekse Lokman Hekim Galenos'u ile daha da önem kazandı. Tıp, asırlar önce, bugün "alternatif tıp" olarak tanınan şekilde yapılırdı. İnsanlar ilkçağlardan itibaren şifa bulmak, eski sağlıklarını kazanmak, tedavi olmak için doğal su kaynaklarından yararlanmışlar ve hemen yakınında yerleşkeler kurmuşlardır.

Antik dönem tıp dünyasına bakıldığında karşımıza hiç kuşkusuz Bergama'lı Galenus önemli bir hekim olarak çıkar. Çok iyi öğretim gören Galenos, 26 yaşında Bergama Gladyatörle Kışlası'nın hekimliğini tek başına üstlenir. "İlkler Bergama"sında Bergamalı Galenos, tıp ve eczacılıkta birçok ilke imza atmaktadır. Toplardamar ve atardamar arasındaki farkı kavrar, kalbin anatomisini ve damar sistemini keşfeder. Galenos'un önemli araştırma ve çalışma alanlarından biri botanik ilaç yapımı ve uygulaması olmuştur. Ses telleri siniri Galenos tarafından bulunmuştur. Kendisinden sonra gelen tıp bilginlerine eşsiz bir kaynak ve birçok anahtar miras bırakmaktadır. Bu nedenle Bergamalı Claudios Galenos, Hipokrat'tan sonra tıp bilimine en büyük katkıyı yapan kişidir.

MS 130-201 tarihleri arasında yaşamış Bergamalı Galen, tıp ve felsefe alanında çalışmalar yapmış ve tıbbi ekoller ve yöntemler arasında bir sentez kurmayı başararak teorilerini, "Doğa boşuna hiçbir şey yapmaz" ilkesiyle hazırlamıştır. Galenos iyi bir hekim olmasının yanında, iyi bir eczacıymış da. Yaptığı ilaçlarda Anadolu topraklarında yetişen bitkileri kullanması bir rastlantı olmasa gerek. Örneğin gladyatörlerin yaralarının tedavisinde zeytinyağ ile sarımsak kullandığı biliniyor. Antik Çağ'da sarımsak, Sağlık Tanrısı Asklepios'un sembollerinden biridir. Ağrıdan mide rahatsızlıklarına, akrep, yılan ve arı sokmalarına, öksürüğe ve nefes darlığına kadar her derde deva üstün şifaya sahiptir.

Galenos ilaçlı tedavi yöntemlerinin yanında termal tedavi yöntemleri de kullanmıştır. Dünyanın ilk telkinle tedavi hastanelerinden biri Asklepion'dur. Yakınında yer alan Kleopatra Güzellik Ilıcası, sıcak suyla tedavi amacıyla antik çağlardan beri kullanılmaktadır. Anadolu'da ilk kaplıca tedavisinin Bergama'da MÖ. 400'lü yıllarda başladığı bilinmektedir.

Mısır Kraliçesi Kleopatra'nın bu kaplıcada yıkandığı ve dillere destan güzelliğini borçlu olduğu düşünüldüğünden ılıcanın adının Kleopatra olduğu söylenmektedir. Kaplıca, suyunun içerdiği minerallerin cilt hastalıklarına iyi geldiği, özellikle de cildi gerginleştirdiği için "Güzellik Ilıcası" denmektedir.

Çirkin çoban kızı nasıl güzelleşti?
Çoban kızı önceleri çirkin mi çirkinmiş. Sivilceli, yaralı bereli bir cildi varmış. Öyleyse bu kızı, Mısır kraliçesi ve kainat güzeli Kleopatra neden kıskanmış? Çünkü bu çoban kızı koyun güderken bir pınarın oluşturduğu gölcükte sıcacık sularda yıkanır, paklanırmış. Günler günleri kovalarken, çilleri yok olmuş, cildi ipek gibi, kaşı gözü yerine düşmüş. Irmak saçlı, kara kaşlı, kirpikleri nakışlı güzeller güzeli bir kız olmuş. Çoban kızının güzelliği duyulmaya başlamış, Derhal kızı saraya çağırtmışlar. Kraliçe güzelliğinin sırrını sormuş. Utangaç çoban kızı, "hiç" demiş. Bunun üzerine kraliçe, çoban kızını izletmiş. Kız sabah, öğle, akşam kuzularını güttüğü yamacın eteğindeki buhar çıkan sıcak suda yıkanıp dökünüyor. Hemen koşup çoban kızının güzelliğinin gizemini açıklamışlar. Kraliçe bunu duyar duymaz çıkıp gelmiş, adamları büyük bir çadır kurmuşlar ve kraliçe günde üç kez bu sularda yıkanmış. İnanamamış, cildi pırıl pırıl, yüzü gözü ışıl ışıl olmuş. Üstelik sağlık esenlik kazanmış, yanakları al al olmuş. Sonra buraya ılıca yaptırıp adına da "güzellik ılıcası" demişler.

Yeni Asır, 02.06.2011

TOPKAPI SARAYI'NDAKİ ASKERİ DEPOLAR MÜZELERE DÖNÜŞTÜRÜLECEK

 

Topkapı Müzesi’ndeki askeri depolar, sergi alanı, Tarihi Türk Müziği ile Mehter Takımı’nın konser vereceği mekanlar haline getiriliyor. Konuyla ilgili Topkapı Sarayı’ndaki Karakol Lokantası’nda bir basın toplantısı düzenleyen Bakan Günay, İstanbul, İzmir ve Güneydoğu’daki projelerle ilgili de bilgi verdi.

 

Konuyla ilgili olarak Topkapı Sarayı’ndaki Karakol Lokantası’nda bir basın toplantısı düzenleyen Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, depoların Milli Savunma Bakanlığı’ndan teslim alındığını hatırlatarak, “Bu yapılardan birisi Tarihi Türk Müziği Topluluğuna verilecek. Saray içine özellikle de Mehter’i getirerek, haftanın her gününde Topkapı Sarayı avlusunda bir biçimde görünmesini arzu ediyoruz. Belki kapı girişlerine de Osmanlı yeniçeri askeri kılığında düzenlemeler yapacağız” dedi.

 

Saray porselenleri, kaftanlar ve silahlar sergilenecek
Türkiye’nin Çin’den sonra en geniş porselen koleksiyonuna sahip olduğunu vurgulayan Günay, saray porselenlerinin de yeni sergi alanlarının birinde teşhir edileceğini söyledi. Binalardan birinde ise kaftanlar, silahlar başka yapılarımızdaki eserlerle ilgili bir sergi mekanı haline getireceklerini belirten Günay konuşmasını şöyle sürdürdü:

 

“Sarayda etkinlik, toplantılar ve periyodik sergi yapacağımız mekanlar son derece sınırlı. Böylece sarayın içinde herhangi bir sergi olmadan sarayı tamamen anıt müze haline getirmeye, sergileri de bu yeni mekanlarda yapmaya çalışacağız. Matbaa Lisesini mekana uygun bir biçimde yeniden toparladık. Restorasyon ve Rölöve Müdürlüklerinin çıktıkları yere de il müdürlüğümüz gelecek ve orada belki saray yönetimiyle ilgili de bir idari birim olacak. Bahçesindeki mekanı da yine halka açık olarak çeşitli etkinlikler için kullanılacak bir mekana dönüştürmeye çalışıyoruz. Hayalimiz, inşallah bu yılın sonunda o noktaya gelmiş olacağız. Topkapı Sarayı'nı, Kanuni Sultan Süleyman zamanındaki gibi bu coğrafyanın en gösterişli mekanlarından biri yapmak istiyoruz.”


Günay, bakanlar için makam mekanı olsun diye restore edilen Alay Köşkü'nü de İstanbul Müze Kütüphanesi yapmaya çalıştıklarını belirterek, Alay Köşkü'ne Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müze Kütüphanesi de yapmak istediklerini, böylelikle de Sur-i Sultani içine iki yeni müze gireceğini ifade etti.

 

Güneydoğu ve İzmir projeleri
Günay, “Orada büyük bir potansiyel var. Şehir turizmi açısından Mardin, Gaziantep, Urfa, Adıyaman, Hatay, Diyarbakır'da, bütün bu alanda büyük bir potansiyel mevcut. İkincisi de Ege'de, doğayı, tarihi, termal kaynaklarını, geleneksel yaşam tarzını, sivil mimarlık örneklerini, el sanatlarını, mutfağını da işin içine katan, daha yüksek kültür gruplarına hitap eden yeni bir destinasyon yaratmamız lazım. Turizm hamlelerinin bir ayağı Güneydoğu’da, bir ayağı da İzmir merkezli Ege’de başlayacak ve Türkiye kitle turizminin bir adım üstünde yeni bir turizm alanında daha büyük adımlar atmaya çalışacak” dedi.

 

İzmir’e de ‘Çılgın’ proje
Bir gazetecinin, İzmir’deki ‘çılgın proje’ ile ilgili sorusu üzerine de Bakan Günay, “Efes, bir liman kentiydi. Zaman içinde alüvyonlarla dolmuş ve denizle mesafesi 3 kilometre açılacak. Bir kanalla denizin tekrar Efes’e getirilmesi herkesin hayaliydi. Başbakan Erdoğan, bu hayalin gerçekleşeceğini açıkladı. Tarihsel dokuya zarar vermeden turizmin hizmetine açacağız. İzmir’de yapacak çok iş var. Başbakan, Bergama ve Efes’in birbirine bağlanacağından söz etti. Adnan Menderes Havaalanı’ndan gelen çok kolay ulaşabilecek. Bugün Diyarbakır projesini anlattı. Diyarbakır İçkale’yi müze yapıyoruz” diye konuştu.

 

Yassıada müze oluyor
İstanbul’da depolardan daha önemli bir projeleri bulunduğunu belirten Günay, “Yassıada’yı bir müze ve kültür merkezi haline getirmek istiyorduk. Bu proje için Genelkurmay Başkanlığı ile mutabık kalınması gerekiyordu. Genelkurmay Başkanımız, Maliye Bakanlığına devrine mutabakat gösterdiler. Bakanlık da Başbakan’ın talimatıyla Yassıada’yı Kültür ve Turizm Bakanlığına devretti. Yassıada’da demokrasi tarihimizin en acılı sayfalarından biri yaşandı. Haksız tutuklamalar ve infazlar yapıldı. O mekanı ‘yaslı ada’ olmaktan çıkararak, Demokrasi Tarihi Müzesi haline getirmeyi düşünüyoruz. Burada bir kütüphane oluşturacağız. Bu olayla ilgili bütün yayınları içerecek. Yanındaki Sivri Ada’da taş ocağının yarattığı doğal dokudan yararlanarak amfi tiyatro salonu yapacağız” şeklinde konuştu.

 

Saray bahçesindeki eserler gün yüzüne çıkarılacak
Günay, konuşmasının ardından sarayın içerisinde tescilli dört tarihi yapıda incelemelerde bulundu. Çevrede başka yapıların da boşaltılarak, teslim edileceğini vurgulayan Günay, şöyle devam etti:
“Sarayda tarihi dokuya uymayan yapıların hepsini kaldıracağız. Burada sadece tescilli yapılar kalacak. Saray içinde yeni bir yapı inşa etmeyeceğiz. Bahçenin belli bir alanında sondaj çalışmaları yapacağız. Burası Roma döneminde de saray alanı olarak biliniyor. Aya İrini’nin arkasında olduğu gibi arkeolojik alanlar da çıkacaktır. Osmanlı dönemine ait sarnıçlar var, çoğu bitki örtüsü altında kaybolmuş durumda. Buraya gelen insanlar bir yandan sergi alanlarını, bir yandan da arkeolojik mekanları gezme imkanı bulacak. İmparatorluk kültürünün bütün izlerini Sur-i Sultani’nin içinde görmüş olacağız.”

Turizm Gazetesi, Haber: Kerem Köfteoğlu, 02.06.2011

 

******


"EFES PROJESİ HAYALİMDİ"

 

Ege Serbest Bölgesi’nde Kapadokya Tekstil’de düzenlenen kahvaltıda iş adamlarıyla bir araya gelen Günay, Başbakan Erdoğan’ın İzmir için açıkladığı projelerle ilgili sorularını yanıtladı.


Günay, İzmir’i “Altyapısı, kentsel dokusu, tarihsel ve turistik yapısıyla, bütünüyle ele alan ve yeniden dünyaya hazırlamaya çalışan bakış açısı için” Başbakan Erdoğan’a teşekkür ettiğini belirtti. İstanbul ve Ankara’ya otoyol ve hızlı tren bağlantısının, İzmir’in, Türkiye’nin içiyle ilişkisi, turizm ve ticaret pazarı açısından çok büyük kolaylık sağlayacağını anlatan Günay, tüneller ve körfez geçişinin de İzmir’in kendi içinde ulaşımını yapağını söyledi.


Günay, kentsel dokunun yenilenmesinin, İzmir’in temel ihtiyaçlarından biri olduğuna işaret ederek, “Başbakan, ’Kimseyi mağdur etmeden’ diye altını çizdi. Çünkü bu doku yenilemeleri, bazen insanların ortada kalmasına yol açıyor. Biz bu konuda da sosyal duyarlılığı hep yukarıda tutmaya çalışıyoruz” dedi. Başbakan Erdoğan’ın açıkladığı projeler arasında Efes Antik Limanı’nı ve Limana Ulaşım Yolunu Canlandırma Projesi’nin de bulunduğunu anlatan Günay, şöyle konuştu:
“Efes’in kanalla, denizle buluşturulması, benim rüyalarımdan birisiydi. Türkiye turizmde çok başarılı bir yere geldi ama bir kademe yukarıdan, daha kültüre, tarihe, doğaya ve yaşam tarzımıza içeriden bakan bir bakış açısıyla dünyaya çıkmalıyız.”

Milliyet Ege, 02.06.2011

ŞEHİR PLANCILARI ODASI, AVRASYA TÜNELİ PROJESİ DEĞERLENDİRME RAPORU'NU HAZIRLADI

 

 

 

TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi'nin Avrasya Tüneli Projesi'ne yönelik hazırlamış oldukları rapor hakkındaki basın açıklamaları şu şekilde:

"Eski adı ile İstanbul Boğazı Karayolu Tüp Geçiş Projesi, yeni adı ile Avrasya Tüneli Projesi 5 yıllık bir maziye dayansa da, halk ve kamuoyuyla ancak, projenin temel atma töreni sonrasında paylaşıldı. Tarihi Yarımada'yı denizin altından tünel ile geçecek bir otoyolu ile Anadolu Yakası`na bağlayacak olan ve kamuoyunun yeterince aydınlatılmadığı bu projeyle ilgili gerek kamuoyunu gerekse İstanbulluları bilgilendirmek üzere Odamız tarafından bir rapor çalışması başlatıldı. Üç aylık bir hazırlığın ardından tamamladığımız "Avrasya Tüneli Projesi Değerlendirme Raporu"muzu anlaşılır, bilimsel ve kent gerçeklerine dayalı yalın dili ve çözüme dönük yapıcı değerlendirmeleriyle ilgi ve paylaşımınıza sunuyoruz.

 

Projenin temel atma törenine dek izlenen sürecin bilgi paylaşımı ve katılım yönünden kapalı yapısı, yapılan tüm eleştiri ve karşıt fikirlerin yeterince dikkate alınmayışı, projeye dair görüşme taleplerinin yanıtsız bırakılması proje hakkındaki soru işaretlerini arttırırken, yaratacağı etkileri nedeniyle İstanbul`un üst ölçekli planlarında ve Tarihi Yarımada özelindeki planlama çalışmalarında öngörülmeyen bu proje, ulaşım uzmanları, ilgili meslek odaları, STK`lar, tarih ve arkeoloji çevreleri ile UNESCO çatısı altında da endişeyle izlendi ve çok sayıda eleştiriye konu oldu.

 

Arka planında bu denli haklı gerekçeleri barındıran rapor çalışmamız, 2023 vizyonlu politik programlara planlardan ve bilimsel öngörülerden bağımsız projelerle varılmaya çalışılan bu günlerde, İstanbul`un geleceği ile ilgili duyduğumuz mesleki kaygılarımızın da somut bir ifadesidir.

Eleştiri, öneri ve yeni katkılara açık bir nitelikle sunduğumuz bu rapor çalışması, başta TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi`nin mesleki bilgi birikimi ile kaynakları kullanılarak ve Odamız bünyesinde kurulan Ulaşım Komisyonu`nun katkıları ile hazırlanmıştır. Yapıldığı taktirde, İstanbul`un korumak üzere Dünya`ya söz verdiğimiz tarihi mirasını ve geleceğini derinden etkileyecek bu projeye dair, mesleki ve bu kentte yaşayan bir birey olarak kentli görüşünüzün, sürdürülebilir ve daha sağlıklı bir yaşamı savunur nitelikte olması dileğiyle hazırlanan raporumuzu, sizlerin değerlendirmelerinize sunarız."

Arkitera, 01.06.2011

TARİHİ MEKANLARDA KİOSK ATAĞI

 

 

Türkiye'nin 4. büyük şehri olan Bursa'nın ülke çapındaki turizm pastasından yeterli payı alabilmesi için çeşitli çalışmalar yapılıyor. Bunlardan biri de kentin başta gelen tarihi yerlerine kiosk yerleştirilmesi. Şu ana kadar 8 mekana yerleştirilen kiosklar sayesinde yerli ve yabancı turistler, ziyaret etmek istedikleri yerler hakkında ayrıntılı bilgi elde etme imkanına sahip oluyor.

 

Turizm potansiyeli açısından İstanbul'dan sonra en önemli merkezlerden biri olan Bursa'da 'kiosk' atağına geçildi. Bursa Valiliği Kültür ve Turizm Tanıtma Birliği, kentin tarihi ve turistik mekanlarına kiosk (dokunmatik cihaz) yerleştirdi. Böylece turistler, gezmek üzere oldukları mekan hakkındaki bilgileri teknoloji yardımıyla öğrenmiş olacak. Bursa Valisi Şahabettin Harput, kentin turizm pastasından yeterli payı alabilmesi için başlattığı çalışmalara devam ediyor. Valilik öncülüğünde alınan karar gereği, kentin en önemli tarihi yerlerine konulan 8 adet kioskla tanıtım başlarken, otogar ve Güzelyalı'ya konulacak büyük ebatlı kiosklarla kentin tanıtımı yapılacak. Şu ana kadar Osmangazi ve Orhangazi türbelerinin bulunduğu Tophane başta olmak üzere, Muradiye Külliyesi, Süleyman Çelebi Türbesi, Hüdavendigar Camii ve Türbesi, Yıldırım Külliyesi, Yeşil Türbe ve Kapalıçarşı ve hanlar bölgesine kiosk yerleştirildi. Yapılacak tasarımlara ait ana menü ve alt menü başlıkları valilik tarafından belirlenecek. Bu menülere ait tüm görsel ve yazılı metinlerin temini ve siteye veri girişi yine valilik tarafından gerçekleştirilecek. Tasarımın içeriğine ve özelliğine göre, flash ve html uygulamalar da kullanılabilecek. Tasarımın anadili Türkçe olmakla birlikte, Arapça ve İngilizce de ek dil olarak tasarlanacak.

 

Turizm Tanıtma Birliği Müdürü Zeki Beyhan, tarihi mekanların daha iyi tanıtılması amacıyla 3 dilde hizmet vermek üzere 8 adet kiosk makinesi alındığını belirtti. Bu makinelerin 7'sinin kurulduğunu, birinin ise kurulma aşamasında olduğunu bildiren Beyhan, "Geçen sene itibarı ile toplam 11 binin üzerinde turist bu cihazları kullandı. Turistler en çok Tophane ve hanlar bölgesindeki cihazları kullanıyor. Bunları Yeşil ve Hüdavendigar Camii takip ediyor. Buradaki amaç, Bursa'ya gelen yerli ve yabancı turistlerin en iyi şekilde bilgi alabilmelerini sağlamak." dedi. Cihazların şu anda yazılı olarak doküman verdiğini anlatan Beyhan, ilerleyen günlerde bu cihazları, sesli hizmet verecek şekilde de ayarlayacaklarını söyledi. Zeki Beyhan, iki adet daha kiosk makinesi alınacağını belirterek, "Bunların bir tanesi Bursa terminaline, biri de Güzelyalı'ya konulacak. Bunlar daha büyük, dokunmatik ve içeriği daha zengin olacak." şeklinde konuştu. Cihazların 3G sistemi ile çalıştığını anlatan turizm yetkilisi, "Daha önce iç mekanlar için kiosk kullanan şehirler var, ancak dış mekan tanıtımı ilk defa Bursa'da kullanılıyor."dedi.

Zaman, Haber: Ensar Tuna Alatürk, 01.06.2011

JANDARMADAN KAÇIŞ YOK

 

Bolu İl Jandarma Komutanlığınca yürütülen ve (8) ay süren çalışmalar neticesinde, Mayıs 2010-Mayıs 2011 tarihleri arasında Türkiye genelinde birçok vatandaştan, toplam 2.400.000 TL’yi çeşitli senaryolarla dolandıran bir suç örgütü tespit edildi.

 

Suç örgütüne yönelik olarak Bolu İl Jandarma Komutanlığınca; 31 Mayıs 2011 tarihinde, “Suç İşlemek Amacıyla Örgüt Kurmak ve Dolandırıcılık” suçlarından şüpheli şahısların yakalanması maksadıyla, 10 ilde (İzmir, Çanakkale, İstanbul, Denizli, Afyonkarahisar, Mersin,  Gaziantep, Diyarbakır, Batman ve Nevşehir) eş zamanlı olarak yapılan operasyon neticesinde suç örgütüne üye (33) şüpheli yakalandı ve 26’sı şüpheli olarak gözaltına alındı. Şüpheliler ile birlikte (9) adet küp ve (60) adet sahte heykel ele geçirildi.

Bolu Olay, 01.06.2011

TROYA MÜZESİ'Nİ O YAPACAK

 

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca, UNESCO Dünya Miras Listesi’nde yer alan ve yaklaşık 5 bin yıllık geçmişi olan Troya Ören Yeri’nden çıkarılan arkeolojik eserlerin sergilenmesine yönelik Çanakkale’nin Tevfikiye Köyünde yapılacak Troya Müzesi için düzenlenen ”Troya Mimari Proje Yarışması” sonuçlandı.

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirliğinden yapılan yazılı açıklamaya göre, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürü Osman Murat Süslü, Troya Kazı Başkanı Prof.Dr. Ernst Pernicka, arkeolog Doç.Dr. Rüstem Aslan, şehir plancısı Prof.Dr. Baykan Günay, Asli Seçici Kurul Üyesi olarak Yüksek Mühendis Mimar Cengiz Bektaş, Yüksek Mühendis Mimar Cafer Bozkurt, mimar Han Tümertekin, mimar Emine Fatma Öğün, mimar Doç.Dr. Aysen Savaş, mimar Murat Tabanlıoğlu, inşaat mühendisi Prof.Dr. Ali İhsan Ünay, Yedek Seçici Kurul Üyesi olarak mimar Prof.Dr. Afife Batur, inşaat mühendisi Doç.Dr. Mehmet Halis Günel, mimar Erdal Civelek ve mimar Yrd. Doç.Dr. Hasan Fırat Diker’in yer aldığı Seçici Kurul, 27-28 Mayıs 2011′de toplandı.

 

Yapılan değerlendirme sonucu verilen ödüller ve sahipleri şöyle:

”Birinci Ödül: Ömer Selçuk Baz (mimar-ekip başı), Okan Bal (şehir plancısı), Cenk Kurtel (inşaat mühendisi), Mehmet Yılmaz (makine mühendisi), Berrin Yavuz (elektrik mühendisi). İkinci ödül: Ercan Ağırbaş (yüksek mimar, şehir plancısı). Üçüncü Ödül: Kutlu İnanç Bal (mimar-ekip başı), Hakan Evkaya (mimar), Cengiz Gündemir (mimar)”

 

Yarışmanın sergisi, 6 Haziran’da Ankara Atatürk Kültür Merkezi’nde görülebilecek. Kültür ve Turizm Bakanlığınca, UNESCO Dünya Miras Listesi’nde yer alan ve yaklaşık 5 bin yıllık geçmişi olan Troya Ören Yeri’nden çıkarılan arkeolojik eserlerin sergilenmesine yönelik Çanakkale’nin Tevfikiye Köyü'nde yapılacak Troya Müzesi için düzenlenen ”Troya Mimari Proje Yarışması” sonuçlandı.

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirliğinden yapılan yazılı açıklamaya göre, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürü Osman Murat Süslü, Troya Kazı Başkanı Prof.Dr. Ernst Pernicka, arkeolog Doç.Dr. Rüstem Aslan, şehir plancısı Prof.Dr. Baykan Günay, Asli Seçici Kurul Üyesi olarak Yüksek Mühendis Mimar Cengiz Bektaş, Yüksek Mühendis Mimar Cafer Bozkurt, mimar Han Tümertekin, mimar Emine Fatma Öğün, mimar Doç.Dr. Aysen Savaş, mimar Murat Tabanlıoğlu, inşaat mühendisi Prof.Dr. Ali İhsan Ünay, Yedek Seçici Kurul Üyesi olarak mimar Prof.Dr. Afife Batur, inşaat mühendisi Doç.Dr. Mehmet Halis Günel, mimar Erdal Civelek ve mimar Yrd. Doç.Dr. Hasan Fırat Diker’in yer aldığı Seçici Kurul, 27-28 Mayıs 2011′de toplandı.

 

Yapılan değerlendirme sonucu verilen ödüller ve sahipleri şöyle:

”Birinci Ödül: Ömer Selçuk Baz (mimar-ekip başı), Okan Bal (şehir plancısı), Cenk Kurtel (inşaat mühendisi), Mehmet Yılmaz (makine mühendisi), Berrin Yavuz (elektrik mühendisi). İkinci ödül: Ercan Ağırbaş (yüksek mimar, şehir plancısı). Üçüncü Ödül: Kutlu İnanç Bal (mimar-ekip başı), Hakan Evkaya (mimar), Cengiz Gündemir (mimar)”

 

Yarışmanın sergisi, 6 Haziran’da Ankara Atatürk Kültür Merkezi’nde görülebilecek.

Gerçek Gündem, 01.06.2011

KRAL III. AMENTOHEP'İN HEYKELİ BULUNDU

Mısır’ın Luksor kentinde Mısırlı ve Avrupalı arkeologların yaptığı kazıda, MÖ 1390-1352 döneminde hüküm süren Kral III. Amenhotep’e ait bir heykel bulundu.

 

Yetkililerin açıklamalarına göre, tapınak mezarında yapılan kazıda 18’inci hanedan firavunu III. Amenhotep’e ait heykelin bozulmamış haldeki beyaz mermerden yapılmış 2.5 metrelik baş kısmı bulundu. Bakan Zahi Hawass, heykelin yüzünü, “kralın şaheser portresi” olarak niteledi.

Habertürk, 01.06.2011

DOLMABAHÇE'YE GÜNLÜK 3 BİN ZİYARETÇİ SINIRI

 

 

İstanbul'un en çok ziyaretçi çeken sarayı Dolmabahçe'nin korunması için ziyaretçi sayısı günlük 3 binle sınırlandırıldı. Sayının aşılmaması için tamamen rezervasyon sistemine geçildi.

 

Bu karar doğrultusunda; rezervasyon yaptırmayan hiçbir ziyaretçi Dolmabahçe'yi gezemeyecek. Günlük 3 binin üzerine çıkıldığında rezervasyonlar durdurulacak.

 

Türkiye Büyük Millet Meclisi Milli Saraylar Daire Başkanlığı'ndan alınan bilgiye göre, Milli Saraylar Bilim ve Değerlendirme Kurulu, ziyaretçi sayıları ile ilgili yeni bir karar aldı. Karar, günlük ziyaretçi sayısının 3 bin ile sınırlandırılmasını ve ziyaretlerin rezervasyon dışında yapılmamasını içeriyor.

Kararda, "Dolmabahçe Sarayı'nın, ahşap mimari yapısının ve tarihi eserlerinin zarar görmesini engellemek" gerekçe olarak sunuluyor. Milli Saraylar'ın Dolmabahçe'yi koruma amaçlı kararı, seyahat acentelerine, tur rehberlerine de bildirildi.

 

Dolmabahçe Sarayı'nın günlük ziyaretçi sayısının 5-6 bini bulduğunu aktaran yetkililer, 2009 yılında alınan kararla, ziyaretçilerin 40'ar kişilik gruplar halinde, 15'er dakikada bir içeri alındıklarını belirtiyor. 6 bine yaklaşan ziyaretçi sayısı açıkta teşhir edilen tarihi eşyalara ve mimari dokuya zarar veriyor. Ayrıca sarayın içindeki fazla ziyaretçiden kaynaklanan trafik de gruplara yeterince zaman ayrılamamasına, dolayısıyla ziyaretçilerin yeterince bilgilendirilememesine sebep oluyor. Günlük 3 bin ve zorunlu rezervasyonla bu sorunların aşılması amaçlanıyor.

Zaman, Haber: Aslıhan Aydın, 01.06.2011

AKM ÜÇ YILDIR ÇÜRÜYOR

 

 

Tam üç yıl önce bugün, 31 Mayıs 2008’de, 16. İstanbul Tiyatro Festivali’nde sahnelenen “Operation: Orfeo” adlı oyunu izlemek için Atatürk Kültür Merkezi’ndeydim. Oyun çok güzeldi, etkileyiciydi; ama o gecenin daha önemli bir özelliği vardı, o da bu oyunun AKM’de, yenilenmek için kapatılmadan önce gerçekleştirilen son sanat etkinliği olmasıydı. Oyun üzerine yazdığım ve gazetemizde 2 Haziran 2008’de yayımlanan yazımda AKM’nin kapatılmasına şöyle değinmişim: “Bir buçuk yıl sonra, yenilenmiş olarak, pırıl pırıl yeniden açılmasını bekleyeceğimiz ve yenileme çalışmalarını yakından izleyeceğimiz AKM’de, onarım öncesi son sanat etkinliği…”

Şimdi, ne kadar iyimsermişim diyorum. Hem Kültür Bakanlığı’nın kapatırken, hem de İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın daha sonra yenilenmesini üstlenirken verdikleri sözlere inanmışım. Bunun nedeni de, sanırım, daha önce yıkılmak istenirken (“Yıkılarak yeniden yapılması 2 Kasım 2007'de TBMM'den geçen İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Kanunu'yla yasalaşmıştı!” - Oktay Ekinci, 3.2.2008, Cumhuriyet -) tepkiler üzerine vazgeçilip onarılmasına karar verilmesiydi. AKM döneminin mimarisinin önemli bir örneği (Bakın: İstanbul Ansiklopedisi) olduğu için de, karar, tüm sanatseverler gibi beni de mutlu etmişti.

AKM'siz 3 yıl nasıl geçti?
İstanbul Devlet Tiyatrosu, Devlet Opera ve Balesi ve Devlet Senfoni Orkestrası çıkarıldıktan sonra uzun bir süre AKM’de, duyduğumuza göre, koltukların sökülmesinden başka bir şey yapılmadı. Yenileme projesinin hazırlanmasını üstlenen, binanın mimarı Hayati Tabanlıoğlu'nun oğlu Murat Tabanlıoğlu’nun projesi açıklandıktan sonraysa gürültü koptu. Projede yer alan; en üst katta lokanta, girişte kafe, kitapçı ve ekran-önyüz gibi yeniliklere sanatçılar ve mimarlar karşı çıktılar. Açılan dava yürütmeyi durdurma kararıyla sonuçlandı. O gün bugün de AKM Taksim alanından geçen eski dostlarına yalnızca hüzün dağıtıyor.

Peki, neden böyle oldu? Benim görüşüm şu: AKM'yi kullanan kurumların yönetici ve çalışanlarının da söylediği gibi, uzun yıllar boyunca yapılması gereken onarım ve yenilemelerin yapılmaması nedeniyle bina çok kötü durumda olduğundan onarılması, tüm donanımlarının yenilenmesi gerekiyordu. Dolayısıyla yenileme kararı doğruydu. Ancak, nasıl yenileneceği konusunda söz hakkı binayı kullananların olmalıydı, çünkü orası onların eviydi.  Mimarın, AKB Ajansı'nın, Kültür Bakanı'nın ya da Başbakanın değil.

Bu yazı AKM için atılan bir çığlık! Çünkü AKM çürümeye bırakıldı. Amacım, AKM konusunda karar verme yetkisini ellerinde bulunduranları – açıkladıkları çılgın projeler arasında bir tek kültür yapısı bile olmasa da – sağduyuya çağırmak. İnatlaşmaktan vazgeçmeye… 1 Haziran 2008’de AKM’den çıkarılmalarından bu yana çalışmalarını çok zor koşullarda sürdürmeye çalışan İDOB, İDSO ve İDT sanatçılarını ve izleyicilerini dinlemeye… AKM çürüyüp çökmeden yenileme çalışmasını başlatmaya çağırmak…  

AKM'nin mimari kimliği
Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı’nın ortak yayını olan “Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi”nin 1993 tarihli 1. cildinin 385 – 387. sayfalarında yer alan Atatürk Kültür Merkezi maddesinde, AKM’nin mimari özellikleri ve kimliği şöyle anlatılıyor. Aynen alıntılıyorum:

“Yapı 1950’li yıllarda mimarlığa egemen olan işlevselciliğin bir temsilcisi sayılır. Taksim Meydanı’na bakan giriş yüzü büyük bir pencere gibi düzenlenmiştir. Önündeki alüminyum güneş kesiciler bu yüze ilginç bir devingenlik kazandırır ve yapının kendine özgü görünüşünü oluşturur. İşlevleri gereği öteki yüzlerde sağır duvarlar daha ağır basmaktadır. Yapının içi aşırı gösterişe kaçmayan ölçülü bir biçimde düzenlenmiştir. Buradaki en çekici noktalardan birini giriş fuayesinin bir yanında boşluğa asılıymışçasına duran döner merdiven oluşturur. Yapı bütün bu özellikleriyle çağdaş mimarlığın İstanbul’daki en önemli örneklerinden biridir.”

Cumhuriyet Portal, Haber: Egemen Berköz, 01.06.2011

ÜRGÜP'TE TARİHİ KORUMA ÇALIŞMALARI DEVAM EDİYOR

 

 
Kapadokya’nın en büyük açık hava müzesi Nevşehir’in Ürgüp İlçesi'ne bağlı Mustafapaşa beldesinde tarihi yapıları koruma çalışmaları sürüyor.

 

Mübadele öncesi Rum ve Yunanlıların yoğunlukta yaşadığı ve Sinasos adını verdikleri Mustafapaşa beldesinde 36 kilise, 6 yeraltı şehri, 390 civarında da tarihi konak bulunuyor.

Mustafapaşa Belediye Başkanı Levent Ak, beldeyi Kapadokya bölgesinde hakkettiği yere getirmek amacıyla yaptıkları çalışmalarla yeniden şekillendirdiklerini söyledi.


Mustafapaşa’nın tarih, doğa ve kültür değerlerini kapsayan çok sayıda varlığa sahip olduğunu kaydeden Ak, “36 kilise, 6 yeraltı şehri, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nca tescili yapılmış 140, henüz tescili yapılmamış 250 olmak üzere toplam 390 adet tarihi konağa sahibiz. Tescili yapılmış konaklardan başkanlığa seçildiğim yaklaşık 2 yılda, 36 adet konağın restorasyon projesini Anıtlar Kurumu’ndan onaylattık. Bunlardan 20’sinin restorasyon çalışmalarını tamamladık. Kalan 16 konağın ki ise devam ediyor. Yine yaptığımız çalışmalarla mülkiyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı’na ait olan tarihi kiliselerin tahsisini belediyeye kazandırdık. Restorasyonlarına başladık. Tamamlandığında Mustafapaşa, Kapadokya’nın en büyük açık hava müzesi haline gelecek” dedi.

Turizm Gazetesi, 01.06.2011

ALTIN GÖRÜNÜMLÜ HEYKELLERLE 2 MİLYON 400 BİN LİRALIK VURGUN

 

Bolu İl Jandarma Komutanlığı, küplerin içerisine koydukları altın ve tarihi eser görünümü verilmiş heykelleri arazilerine gömdükleri vatandaşlarla birlikte çıkartarak para isteyen suç örgütünü 10 ilde düzenlediği operasyonla çökertti. Bir yıl içerisinde 2 milyon 400 bin liralık dolandırıcılık gerçekleştiren 26 kişi gözaltına alınırken, sahte eserlere ise el konuldu.

 

Geçen yıl Ekim ayında Bolu’ya gelen kişiler, adları açıklanmayan 2 köylüye arazilerinde tarihi eser bulunduğunu belirterek, eserleri birlikte çıkarma teklifinde bulundu. Daha önce araziye gömülen içerisinde altın görünümü verilmiş heykellerin bulunduğu küpleri köylüler dolandırıcılarla birlikte çıkarttı. Küpleri kırdıklarında içerisinden çıkan altın görünümü verilmiş heykelleri gören köylüler, dolandırıcıların tuzağına düştü. Tarihi eserleri birlikte pazarlama bahanesiyle birçok defa kendilerinden para isteyen dolandırıcılara para veren 2 kişi, dolandırıldıklarını anlayarak jandarmaya şikayette bulundu.

 

Bolu İl Jandarma Komutanlığı’nın 8 aydır yürüttüğü soruşturma kapsamında dün ’Suç işlemek amacıyla örgüt kurmak ve dolandırıcılık’ suçlamalarıyla İzmir, Çanakkale, İstanbul, Denizli, Afyonkarahisar, Mersin, Gaziantep, Diyarbakır, Batman ve Nevşehir’de eş zamanlı operasyon düzenlendi. 26 kişi gözaltına alınırken, dolandırıcılıkta kullanılan 9 küp, 60 altın görünümü verilmiş heykele el konuldu. Dolandırıcıların, bir yıl içerisinde birçok şehirde aynı yöntemlerle 2 milyon 400 bin liralık dolandırıcılık gerçekleştirdiği belirlendi.

 

Gözaltına alınan kişiler ifadelerinin ardından adliyeye sevk edilecek.

Milliyet, 01.06.2011

BİNLERCE YILDIR BULUNAMAYANI O BULDU

 

Mısır'daki kayıp piramitleri bulan arkeolog Sarah Parcak, 17 kayıp piramiti ve binlerce mezarı bulurken bilgisayarının karşısından bile ayrılmadı. Mısır-bilimci Parcak ve ekibi NASA'ya ve başka kuruluşlara ait uydu görüntülerini kullandılar.

 

Uydulardaki kızıl-ötesi görüntüler sayesinde Parcak ve ekibi yer yüzeyinin altındaki değişik maddelerin farkına varabildi. Muhtemel alanlar uydu fotoğrafları sayesinde işaretlendikten sonra saha çalışmasına başlayan Fransız kazı ekibi bin mezarı, kayıp piramitleri ve 3,100 adet antik yerleşim birimini yerinde buldu.

 

Parcak BBC belgeseline şu açıklamalarda bulundu; "Mısır'da bu kadar çok yeri ortaya çıkarttığımıza inanamıyorum. Bir piramit kazısına katılmak her arkeologun hayalidir. Kendi neslim ve gelecek nesiller için çok heyecanlıyım. 50 nesile yetecek kadar çok kazı var."

Hürriyet, 01.06.2011

TARİH KOKAN KROM VADİSİ TURİST BEKLİYOR

 

 

Gümüşhane'de hazırlanan "Medeniyetler Yolu Üzerinde Gümüşhane" projesiyle, kentin en önemli tarihi ve kültürel miraslarından Krom Vadisi tanıtılacak. İçerisinde 34 kilise, 33 şapel, 2 manastır, 5 kale, 50 tarihi çeşmenin yanı sıra birçok tarihi eser barındıran Krom vadisi, proje sayesinde ulusal ve uluslararası platformda adını duyuracak.

 

Gümüşhane'de hazırlanan "Medeniyetler Yolu Üzerinde Gümüşhane" projesiyle, kentin en önemli tarihi ve kültürel miraslarından Krom Vadisi tanıtılacak.

İçerisinde 34 kilise, 33 şapel, 2 manastır, 5 kale, 50 tarihi çeşmenin yanı sıra birçok tarihi eser barındıran Krom vadisi, proje sayesinde ulusal ve uluslararası platformda adını duyuracak.

Gümüşhane Kültür ve Turizm Müdürü Temel Yalçın, Krom vadisinin kentin en önemli tarihi zenginliğinden biri olduğunu belirterek, "Vadi, Doğu Karadeniz'in dağları arasında gizlenmiş, zengin madenlerin, antik yolların, milletlerin, dinlerin, kültürlerin geçiş ve kaynaşma potasıydı" dedi.

Geçmişten bugüne kadar tarihi dokusuyla gelen Krom Vadisi içerisinde çeşitli medeniyetlerden kalma 34 kilise, 33 şapel, 2 manastır, 4 cami, 5 kale, 50 tarihi çeşme, 300'e yakın tarihi konut, 5 kemer köprü bulunduğunu anlatan Yalçın, "Yörede eski yapılarda kullanılan doğal yapı taşları ve taş süslemeciliği alanında güzel örnekler var. Vadide farklı disiplinlerle yapılan çalışmalarla, kişilerin isteklerine bağlı olarak bütün bu güzellikleri görebilecekleri çeşitli istasyon noktaları ve bu noktaları birbirine bağlayan rotalar belirlendi" diye konuştu.

Antik Çağ'dan 19. yüzyıla kadar önemli bir ticari yol geçidi ve maden sahası olan Krom bölgesinin 1600 ile 1900'lü yıllar arasında 6 bin ile 25 bin nüfusu barındırırken, bu nüfusun günümüzde çoğunluğu yaşlılardan oluşan bin 288'e düştüğünü anlatan Yalçın, şöyle devam etti:

"Yöre halkının da yüzde 90'ı geçimini bölge dışındaki ticari faaliyetleri ya da aldığı emekli maaşından karşılıyor. Torul ilçemizin Cebeli Köyü'nde bulunan Karaca Mağarası'ndan başlamak üzere Cehennem vadisi güzergahını takip ederek ulaşılan Krom vadisini de içine alan 'Medeniyetler Yolu Üzerinde Gümüşhane' projesiyle ayrıca il genelindeki Santa Harabeleri, Süleymaniye Mahallesi, Satala antik kenti gibi geçmişten günümüze kadar gelen tarihi mirası ulusal ve uluslararası platformlarda tanıtmayı amaçladık. Antik kentlerimizin tanıtımı için ayrıca Türkçe ve İngilizce tanıtım levhaları yaptırarak uygun yerlere yerleştirdik."

Yalçın, 369 bin liralık proje için ilk etapta gelen 100 bin liralık ödenek geldiğini, bu ödenekle çalışmalara başladıklarını kaydetti.

Türkiye Gazetesi, Haber: İbrahm Özdemir, 01.06.2011

MÜZELERİN TEKNOLOJİ REKABETİ

 

 

Türkiye müzelerinde teknoloji rekabeti başladı. Pek çok müzemizde pek çok değişik uygulama var. Arkeoloji müzesi diye giriyorsunuz; ilgi çekici, interaktif ve eğlenceli bir sürü yeni medya işiyle oynayıp çıkıyorsunuz. Ziyaretçilerine hoşça vakit geçirterek eğitmek isteyen müzeler en ilginç, en yeni ve en heyecanlı sergileme tekniklerinin peşinde!

Geçtiğimiz günlerde açılan Eskişehir Eti Arkeoloji Müzesi'ndeki birbirinden ilginç teknoloji uygulamaları herkesin dilinde. Müzenin bu konudaki tek alamet-i farikası Başbakan'ın da başından ayrılamadığı gerçek zamanlı arkeolojik köy gezisi değil. Merak edenler için oradaki olay şu: Küçük bir at arabasına biniyor, dizginleri kavrıyor ve önünüzde uzanan arkeolojik köyü bir baştan bir başa dolaşıyorsunuz. Çamaşır yıkayan kadınlara, oyun oynayan çocuklara ve hatta bayırları saran kırmızı lalelere baka baka... Müzenin diğer uygulamaları arasında; ayaklarınızın altında kaçışan sikkeler; sayfalarını elinizin rüzgarıyla çevirdiğiniz kocaman bir dijital kitap; içinde heykeller, yüzükler, takılar ve çömlekler olan çift katmanlı bir hologram var.

 

"Yeni medya uygulamaları eğitici olduğu kadar da eğlenceli. Aslına bakarsanız eziyetli bir teknoloji. Eserleri tek tek modellemek gerekli." diye söze başlayan ODTÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı bölümü öğretim görevlisi Refik Toksöz'e göre yakında müzelerde teknoloji savaşları başlayacak. Neden? Cevap yine Toksöz'den: "Çünkü mesela bir müzeye bir uygulama yapıyoruz. Çok iyi oluyor. Tembihliyor müze: Aman bundan başka yerde olmasın, tek bizde olsun."

Geçmiş olsun. Pek çok müzemizde pek çok değişik teknolojik uygulama var artık. Arkeoloji müzesi diye giriyorsunuz; değişik, ilgi çekici, interaktif ve eğlenceli bir sürü yeni medya işiyle oynayıp çıkıyorsunuz.

 

Yeni medya uygulamalarından bol bol nasiplenenlerin başında Eskişehir Eti Arkeoloji Müzesi'nin yanı sıra Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi, Kaman Kalehöyük Arkeoloji Müzesi, Beypazarı Kent Müzesi, Galata Mevlevihanesi Müzesi ve Topkapı Sarayı Silahlar Bölümü var.

 

Geçtiğimiz günlerde adından epey söz ettiren Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi'nin en dikkat çeken uygulaması şu: 'Dyonsos'un Düğünü' mozaiğinin çalınan bölümünün fotoğrafı, eksik olan kısmı belli aralıklarla lazer yöntemiyle yansıtılıyor; definecilere ve eski eser kaçakçılarına ders verircesine... Müzede ayrıca 3 boyutlu film gösterileri, tabanlara yerleştirilmiş ışık oyunları ve interaktif mozaik panolar bulunuyor.

 

Bir başka yeni medya uygulayıcısı da geçtiğimiz yıl açılan Kaman Kalehöyük Arkeoloji Müzesi. Ziyaretçiler; Hitit, Demir çağı ve Osmanlı döneminde yerleşim bölgesi olan Kalehöyük'ü 3 boyutlu ve gerçek zamanlı dolaşabiliyor. Ayrıca bölgede bulunan önemli mühürleri büyütülmüş halleriyle inceleyebiliyor. Bu çok önemli çünkü son derece küçük olan mühürlerin hem altındaki desenin hem de ince bir işçiliğin ürünü olan sap kısmının ziyaretçiler tarafından görülebilmesinin başka bir mümkünü yok. Tekniğin adı etkivizyon.

 

Beypazarı Kent Tarihi Müzesi'ndeki uygulama ise insanı 1900'lü yılların başındaki Beypazarı sokaklarına götürüyor. Tarihi İpek Yolu üzerindeki binlerce yıllık geçmişe sahip Beypazarı'nın en meşhur konaklarını, sokaklarını ve yaşam alanlarını gerçek zamanlı ve 3 boyutlu gezebiliyor ziyaretçi.

 

2007'den beri kapalı olan ama önümüzdeki günlerde Başbakan'ın da katılacağı bir törenle açılması beklenen Galata Mevlevihanesi Müzesi'nde; eskiden dervişlerin hücresi olarak kullanılan bölümlerde Mevlevilik anlatılıyor. Enine boyuna... Balmumu heykeller, canlandırmalar ve panolar bir yana; odalardan birinde sürekli dönen bir semazen bulunuyor.

 

Önümüzdeki günlerde yine Başbakan tarafından açılacak Topkapı Sarayı Silahlar bölümü ise tam anlamıyla teknolojiye teslim. Muhtelif yansımalar, mehteran takımı canlandırması, 3 boyutlu askerler; daha neler neler... Söylenecek tek şey: Bugüne dek geleceği yakalamak için kullandığımız teknoloji, şimdi geçmişi anlamak için hizmetimizde!

Zaman, Haber: Jülide Karahan, 01.06.2011

KANUNİ'NİN YAPTIDIĞI CAMİ RESTORE EDİLECEK

 

 

Yeni Asır'ın 28 Ocak'taki haberinin ardından Kültür Bakanlığı onarım kararı almıştı. Ancak Bozüyük Belediye Başkanı Gencel, "Para yok. Bakan'la görüşüp destek isteyeceğim" ded.

Kanuni Sultan Süleyman'ın 1521 yılındaki Rodos seferi sonrası askerlerinin ibadet etmesi için Muğla'nın Yatağan İlçesine bağlı Bozüyük beldesine yaptırdığı caminin restore edilerek kullanıma açılması için çalışma başlatıldı. Bozüyük'e 1 kilometre mesafede şahsa ait tarla kalan 500 yıllık tarihi caminin hazine avcıları tarafından talan edildiği haberinin Yeni Asır'da yer almasından sonra yetkililer harekete geçti. Belediye, tarihi caminin restorasyonu için kamulaştırma işlemini tamamladı. Restorasyon projelerinin 5 hafta süreceğini belirten Bozüyük Belediye Başkanı Yaşar Gencel, "1 ay içinde çalışmaya başlıyoruz. Ödenek sıkıntımız var. Konuyu Kültür ve Turizm Bakanlığı'na ileteceğim" dedi.

 

Yağmaya el koyan Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, konuyla yakından ilgilenmişti. 1521'de yaptırılan ve 100 yıl kullanıldıktan sonra kaderine terk edilen caminin kurtarılması için Günay, Muğla Kültür ve Turizm İl Müdürü Kamil Özer'i arayarak talimat vermişti. Özer, Bozüyük'e giderek Bozüyük Belediye Başkanı Yaşar Gencel ile birlikte tarihi caminin olduğu bölgede incelemelerde bulunmuştu.

 

İzmir 2 Nolu Kültür ve Tabiat Varlıkları'nı Koruma Kurulu tarafından 1996'da han, köprü ve değirmenle birlikte tescil edilen caminin korunması için belediye 2009'da harekete geçti. Belediyenin talebiyle Muğla Kültür ve Tabiat Varlıkları'nı Koruma Kurulu tarafından bölge üçüncü derece doğal SİT'e çevrildi. Tarihi cami, köprü, han ve değirmenin tamamen yıkılmadan kurtarılması ve restore edilebilmesi için çalışma başlatan Bozüyük Belediyesi, şahıs arazilerini takas yoluyla belediye bünyesine katmak üzere konuyu belediye meclisi gündemine aldı. Toplantıda tarihi caminin bulunduğu arazinin takas yoluyla belediyeye devredilmesi kararı alındı. Şahıs arazileri içindeki tarihi yerlerin takas işlemi tamamlandıktan sonra restorasyon çalışmalarına belediye tarafından başlanacağı bildirildi.

 

Kanuni Sultan Süleyman'ın Rodos seferi sonrası askerlerinin ibadet etmesi için yaptırdığı cami talan edilmişti. Hazine avcıları, caminin zeminini ve duvarlarını, hazine bulma umuduyla kazıp delik deşik etti, bölgedeki bazı hayvan sahipleri de 500 yıllık yapıyı ahıra çevirdi. Caminin iç dekorasyonu kazılıp tahrip edildi Nadide işlemeler yok oldu, kubbesinde ve duvarlarında büyük oyuklar oluştu. Öte yandan tarihi camiden 1970'li yıllarda bir küp altının Rum bir kişi tarafından kazılıp, götürüldüğü belirtiliyor.

Yeni Asır, Haber: Mustafa Suiçmez, 01.06.2011

EVLİYA ÇELEBİ'NİN İMZASINI SİLDİLER

 

 

Adana şehir merkezindeki tarihi Hasan Ağa Camii'nin giriş kapısında bulunan Evliya Çelebi'nin imzasının silinerek yok edildiği ileri sürüldü.

 

Araştırmacı Tarihçi Cezmi Yurtsever, yaptığı açıklamada, Hasan Ağa Camisi'ne araştırmalar yapmak üzere gittiğinde ünlü gezgin Evliya Çelebi'nin Adana'yı ziyareti esnasında namaz kıldığı ve giriş kapısına da imzasını attığı tarihi yazıları görmek istediğini ancak Evliya Çelebi'nin imza yazısının silinmiş olduğunu gördüğünü söyledi.

 

Cami tarihini bilenlerden aldığı bilgilere göre, 1998 Adana depremi sonrasında ibadete kapatılan ve onarımdan geçen tarihi Hasan Ağa Camisi'nin giriş kapısı mermeri üzerinde bulunan Evliya Çelebi'nin imzasının silinerek yok edildiğini vurgulayan Yurtsever, "Adana'daki tarihi Hasan Ağa Camisi'nde Evliya Çelebi'nin imzasının bulunduğu yazıların yok edilmesi denetimden geçmeyen bir restorasyon rezaletidir" dedi.

 

UNESCO'nun, ünlü gezgin Evliya Çelebi'nin 400'üncü doğum yılına rastlayan 2011'i, Evliya Çelebi'yi anma yılı olarak kabul ettiğini hatırlatan Yurtsever, şöyle konuştu: "Caminin restorasyonunu gerçekleştirenler Hasan Ağa'nın mezarını da tahrip etmişler. İlginç olan bir durum daha var ki onarım esnasında caminin tuvaletini de yok etmişler. Adana'da ve Türkiye'de tuvaleti olmayan tek cami Hasan Ağa Camisi olsa gerek. Evliya Çelebi'nin sözlerinin yazılı olduğu Osmanlı-Türkçesi yazının orijinalinden kopyası ve günümüz Türkçesine çeviri levhası Hasan Ağa Camisi'nin giriş kapısına yerleştirilmelidir."

 

EVLİYA ÇELEBİ'NİN SÖZLERİ

Evliya Çelebi'nin Adana'daki Hasan Ağa Camisinin giriş kapısı mermer duvarı üzerine yazdığı yazının önemli tarihi mesajlar verdiğini belirten Yurtsever şunları anlattı:

 

"Evliya Çelebi'nin el yazısı ile yazdığı sözler, 'Melek Ahmet Paşa Seyyahı alem Evliya ruhiçun Allah rızasına Fatiha sene 1082 (M 1671).' Evliya Çelebi, 1671 yılı içinde Adana'ya geldiğinde Hasan Ağa Camisi başta olmak üzere şehir merkezinde bulunan camileri, çarşıyı ve Taşköprü'yü gezmiş, gördüklerini defterine yazmıştı. Evliya Çelebi Adana'ya geldiğinde kendisine yardımcı olan gezilerine destek veren aynı zamanda Sadrazamlık yapan Melek Ahmet Paşa'nın ölümünden dolayı üzüntülerini ve saygısını Hasan Ağa Camisine yazarak açıklamış. Evliya Çelebi, Taşköprü'nün uzunluğunu 550 germe adım olarak hesaplamıştı. Günümüzde ise Taşköprü'nün uzunluğu 350 adım geliyor. Adana'nın kent tarihi hakkında önemli bilgiler veren Evliya Çelebi'nin hatırası olan Hasan Ağa Camisi'ndeki el yazısı esas alınarak o dönem Adana tarihi ile ilgili Osmanlı Arşivindeki belgeler de Adana'da üniversitesi veya müzede sergilenmelidir."

Adana Kent Haber, 31.05.2011

İSTANBUL, KÜLTÜR BAŞKENTİ OLUNCA SANATA İLGİMİZ ARTMIŞ

 

 

İstanbul, 2010 yılında Avrupa Kültür Başkenti olarak yüzlerce kültür ve sanat programına ev sahipliği yaptı. Peki bu programlara halk ilgi gösterdi mi?

 

Bu sorunun cevabı İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı'nın yapılan etkinliklerle ilgili hazırlattığı raporda gizli. Kültür Başkenti anketi, 2010 yılında vatandaşın kültür sanat programlarına katılımının yüzde 63 oranında arttığını gösteriyor. Halkın yüzde 62'si ise kültür-sanat etkinliklerine daha sık katılacağını söylüyor. Halkın yüzde 42'si, İstanbul 2010 ile ilgilerini çeken yeni kültürel alanlar keşfettiklerini, yüzde 35'i yabancı katılımcılar sayesinde farklı kültürler hakkında bilgi sahibi olduğunu, yüzde 29'u program sayesinde farklı uluslardan insanlarla tanıştıklarını belirtiyor. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı'nın tüzel kişiliği 30 Haziran 2011'de sona eriyor. Koordinasyon Kurulu Başkanı Devlet Bakanı Hayati Yazıcı, dün düzenlediği basın toplantısı ile Ajans'ın faaliyetlerine ait değerlendirme raporunu açıkladı. Bakan Yazıcı, Ajans faaliyetlerini Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın çıraklık-kalfalık-ustalık üçlemesine gönderme yaparak, "Ajans, çıraklık ve kalfalık dönemlerini tamamladı. Tam ustalık döneminde tasfiye oluyor. Ajansın çalışmalarının etkisini ileriki yıllarda daha iyi göreceğiz." dedi. Hazırlanan raporda İstanbul'a kültür-sanat alanında ilk defa bu boyutta bir yatırım yapıldığına dikkat çekilerek, "288,7 milyon Euro ile en yüksek bütçeli Avrupa Kültür Başkenti (AKB) programıdır. İstanbul'un 2010 AKB olduğunu bilenlerin yüzde 73'ü, program kapsamında, İstanbul'a önemli derecede yatırım yapıldığını düşünmektedir." denildi. Halkın kültürel faaliyetlere daha kolay erişiminin sağlandığına dikkat çekilen raporda kültür-sanat izleyicisi olmayanlara da kültürel faaliyetlerin ulaştırıldığı kaydedildi. Raporda, "Yabancı ziyaretçilerin geceleme sayısı 2009 yılına oranla yüzde 12,6'lik bir artış ile tarihinin en yüksek seviyesine ulaşmıştır." denildi.

Zaman, Haber: Erkan Acar, 31.05.2011

1600 YILLIK ROMA LAHDİNİ ÇALDILAR

Kastamonu'nda boş bir arazide bulunan "Geç Roma" dönemine ait 1600 yıllık tarihi lahit, Ankara Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü'nün aldığı "Koruma altına alınsın" kararından 3 gün önce çalındı.

 

Kastamonu İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, Merkez Saraçlar Mahallesi'nde boş bir arazide bulunan "Geç Roma" dönemine ait 1600 yıllık tarihi lahdin müzeye alınması için Ankara Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü'ne başvurdu.

 

Koruma Bölge Müdürlüğü de tarihi eserin koruma altına alınması için 11 Şubat 2011 günü yazı gönderdi. Ancak tarihi lahdin, yazıdan 3 gün önce yani 8 Şubat günü hırsızlar tarafından çalındığı ortaya çıktı. Paha biçilemeyen bazalt lahdin yaklaşık 1 ton ağırlığında olduğu öğrenildi. Polis, 1600 yıllık lahiti çalan hırsızları arıyor.

Habertürk, Haber: Nihat Uludağ, 31.05.2011

ZEUS VE AFRODİT'İ POLİS KURTARDI

 

Denizli'den İstanbul'a gönderilen Roma dönemine ait bronzdan yapılmış Zeus ve aşk tanrıçası Afrodit'in heykeli, müşterisi tarafından beğenilmeyerek geri gönderilince polis tarafından ele geçirildi.

 

Alınan bilgiye göre, Denizli'nin Honaz İlçesinde R.M. ve H.A. isimli iki çoban tarafından izinsiz kazıda bulunan Roma dönemine ait bronzdan yapılmış Zeus ve aşk tanrıçası Afrodit heykelleriyle heykelden kopma el, A.A. ve S.D'ye satıldı. A.A. ve S.D. de aldığı heykelleri N.Y. ve S.Y. isimli şahıslara sattı.
 
N.Y. ve S.Y. heykelleri İstanbul'da bir kişiye satmak için harekete geçti. Paketlenerek kargo yoluyla İstanbul'a gönderilen heykeller, müşterisi tarafından beğenilmeyince kargo yoluyla geriye gönderildi. Geriye gönderilen heykelleri kargodan almaya gelen N.Y. ve S.Y, polis tarafından gözaltına alındı. 

Yapılan sorgulamaların ardından daha önce üniversitede öğretim görevliliği yaptığı ve çeşitli suçlara karıştığı için görevinden uzaklaştırılan Ş.M.K. isimli şahsın da olayla ilişkisinin olduğu tespit edildi. Ş.M.K'nın evinde yapılan aramalarda, tarihi değer taşıdığı bildirilen 3 tabanca, 1 ruhsatsız av tüfeği, 135 tabanca fişeği ele geçirildi.


Gerçekleştirilen operasyonla ilişkisi olduğu iddia edilen R.M, H.A, A.A, S.D, N.Y, S.Y, Ş.M.K gözaltına alınarak adliyeye sevk edildi. Ele geçirilen heykeller ve tarihi değer taşıyan tabancaların Denizli Müze Müdürlüğüne teslim edileceği belirtildi.

Radikal, 31.05.2011

TARİHİ HAMAM'DA ARKEOLOJİK KAZILAR

 

 

Orhangazi’de Osmanlı İmparatorluğu’nun ikinci padişahı Orhan Bey’in emriyle 1338 sonrasında cami ile birlikte yaptırılan hamamın kalıntısı etrafında yapılan kazılar,  belediyenin meydan genişletme düzenleme projesini sekteye uğrattı.

 

1970’li yılları ve öncesini hatırlayanların  ’Biz bu hamamda yıkanıyorduk’ anımsamaları ile meraklı bakışların eksik olmadığı ve Bursa Müzesi tarafından yürütülen basit arkeolojik kazılar, ilçe belediyesinin isteği ile hamamın temelleri ve kapsadığı alanın belirlenmesi amacını güdüyor.

 

Orhangazi Belediyesi’nin yıkılan eski hükümet konağının bulunduğu alana, üstü yeşil alan ve park ile altı otopark ve yanıbaşındaki Cumhuriyet Alanı’nı daha da genişleterek yeni bir meydan düzenlemesi düşüncesi, 14. asırdan kalma tarihi hamam kalıntısının Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu’nun koruma alanı içinde kalması nedeniyle yaşama geçirilemiyor. Tarihi hamamın park ve meydan düzenlemesini hangi ölçülerde etkileyeceği konusunun gündeme gelmesi sonrasında belediyenin inceleme isteğiyle, Bursa Müze Müdürlüğü’nce 25 Mayıs’ta kazılar başlatıldı.

 

Bu arada kazıların bu hafta sonuna kadar sürebileceği öğrenilirken, kazılarda yeni bulgulara rastlandı. Kalıntının arka kısmında, hamamı alttan ısıtan fırın ile ısıtma kanalları görüldü. Bu duruma göre, büyük bir olasılıkla tarihi hamamın kalıntısı yine bu şekliyle saklanacak, ancak belediyece düşünülen geniş meydan düzenlemesi ise Orhan Bey tarafından yaptırılan caminin temellerinin düşünülen düzenleme alanının altında bulunması nedeniyle belki de sonuçsuz kalacak.

Bursa Şer’iye sicillerindeki kayıtlara göre, ’Pazarköy (Orhangazi) kasabasında ‘Orhan Vakfı’ndan kendi adına cami, kasaba Yunanlılar tarafından tamamı yıkıldığında çok önemli bir bölümü mahvolmuştur’ ibaresi yer alıyor. Öte yandan, 1970’li yıllarda yapılan kazılar ile temelleri görülen cami ise bahsedilen hamamın Cumhuriyet Alanı’na bakan bölümünde yer alıyor. Caminin arka tarafında da bahsedilen hamam bulunuyor. Halen etrafı çevrilmiş kalıntı hamamın ne olduğu ise karşıdan bakıldığında anlaşılmıyor. Selçuklu ve ilk Osmanlı mimarisi  tarzında inşa edildiği bilinen, 19 asırda büyük bir yangın geçiren hamamın yıkanma bölümündeki üç kurnadan ikisinin Orhan Bey dönemine ait olduğu kayıtlarda geçiyor.

Bursa Olay, Haber: Nevzat Okumuş, 31.05.2011

"SİT KURULLARININ KOMPOZİSYONUNU DA DEĞİŞTİRMEK LAZIM"

 

Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, genel seçim çalışmaları çerçevesinde Antalya'nın Kemer İlçesi'ne bağlı Tekirova beldesinin Ulupınar Köyünde vatandaşlarla bir araya geldi.


Gönül, seçim dolayısıyla birçok ziyarette bulunduğunu ancak Ulupınar gibi ''cennet gibi bir yerde'' olmaktan mutluluk duyduğunu söyledi. Tüm güzelliklerine rağmen her yerin sorunları olabildiğini belirten Gönül, bu ziyaretlerle AKP hükümetinin sekiz buçuk yıllık icraatlarını anlatmak ve ''yeri gelirse hesap vermek'' istediğini dile getirdi. Bugüne kadar yaptığı görevler hakkında bilgi veren Gönül, Antalya'yı tanıdığını ancak daha yakından tanımanın kendisi için önemli olduğunu vurguladı.

 

Ziyaret sırasında Ulupınarlıların sit konusunda sıkıntı yaşadıklarını, evlerini tamir bile ettiremediklerinden yakınması üzerine Gönül, sit uygulamasının 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal döneminde başlatıldığını söyledi. Suiistimallere karşı tarihi binaların korunması gerektiğini belirten Gönül, ancak doğal ve tarihi sit konusunda zaman zaman vatandaşların sıkıntı yaşadıklarını, evlerini tamir ettiremediklerini belirtti.

 

Hükümetin bazı yatırımları sırasında da sit nedeniyle aksamalar yaşandığına değinen Bakan Gönül, şöyle konuştu: ''Burada belki sit kurullarının kompozisyonunu da değiştirmek lazım. Çünkü bu kurul üyelerinin çoğunluğu üniversiteden geliyor. Üniversiteden gelenler ilim irfan bakımından mükemmel insanlar fakat hayatın içinden gelmiyorlar. 'İnsan ve tabiat beraber yaşasın' diyorsunuz, onlar da 'İlim ne diyorsa onu yapalım' diyorlar. Çok yerde sıkıntı var. Boğaz'ın altından geçen tünel var, bu tünel asırlar boyu bizim ecdadımızın da hayali olmuş, bu tünel tamamlanınca Londra'dan çıkan vagon aynı demiryolundan Pekin'e kadar gidebilecek. Muhteşem bir şey. Tünelin yarısına gelince üç-beş tane taş çıktı. Birkaç ay tüneli durdurdular. Sonunda anlaşıldı ki, o taşların mutlaka orada olması gerekmiyor. Yuvarlanarak gelmiş, yahut deniz getirmiş. Sonra tüneli yapmak mümkün oldu.''

Cumhuriyet, 30.05.2011

 

******


İZMİR'İN SİT ALANLARI YENİDEN DÜZENLENECEK

 

Eski Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, Foça’da seçmenlerle buluştu. Foça’ya ilk gelişinde balıkçıların büyük sorunları ve istekleri olduğunu ifade eden Yıldırım, “Arkadaşlarımız bana burada ayrıca sit problemi olduğunu söylediler. Değerli Foçalılar bazılarısit dendiği zaman bunu ‘otur’ anlamış, ‘hiçbir şey yapma’ anlamış. Artık bu anlayışı değiştiriyoruz. İhtiyaçlarınızı da yapacağız, tarihimizi de koruyacağız. Balıkçı barınağını da yaparken aynı sorunla karşılaştık. sit dediler, dur dediler, yılmadık, mücadele ettik” dedi.


Foça’nın turizm, balıkçılık ve tarih geçmişini ön plana çıkaracak projeleri hayata geçirmeye devam edeceklerini kaydeden Yıldırım, Aliağa ile Foça arasında 14 kilometrelik bölünmüş yol ihalesine çıkılacağını söyledi. Yıldırım, 26 kilometrelik bölünmüş yol için çalışmalara başlandığını, Foça’ya bir de tatil köyü yapılarak turizme kazandıracağını belirtti.


Foça’ya hastane sözü  Yıldırım, “Bir işi ehline vermezseniz, o işin devamı olmaz. Buraya bir de hastane kuracağız” diye konuştu.

"Yapılacak müzenin önüne sit engeli çıktı. Nereye gitsek önümüze sit çıkıyor. Tarihi tabii ki koruyacağız. Geçmişini bilmeyen, tarihini bilmeyen bir millet yok olmaya mahkumdur. O milletlerin geleceği olmaz, ama tarihi korumak demek, hiçbir şey yapmamak demek değildir. En önemlisi bu eserleri yaşatarak korumaktır. Biz de bunu yapacağız, bunu açıkça ilan ediyorum."

 

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, İzmir’in sit alanlarının yeniden gözden geçirileceğini söyledi.
Seferihisar Sığacık’ta   seçmenle buluşan Günay, bölgede Teos kazısı başta olmak üzere 21 çalışmanın olduğunu, göreve geldiğinde arkeolojik kazılara 14 milyon TL aktarılırken şimdi bu rakamın 30 milyon TL’ye çıktığını söyledi. Günay, şöyle konuştu:  “Dünyanın özel bir coğrafyası burası.  Önceki zamanlarda ‘biz geniş tutalım da bir yağma olmasın, eğer haklılık varsa gidilsin, düzeltilsin’ diye doğal ve arkeolojik sit alanları geniş tutulmuş. Yetkili arkadaşlarımızı Seferihisar, Çeşme bu bölgeye gönderdim. Çalışmalar devam ediyor. İzmir’de arazi planlaması yapmaya çalışıyoruz. Şimdi İzmir’in bu bereketten daha fazla yararlanması lazım. sit sınırlarını gözden geçireceğiz. Doğayı katletmeden daha fazla tarım yapılmasına, daha fazla topraktan bereket fışkırmasına katkı yapmaya çalışacağız ama bir yandan da yerel yönetimlerimiz, bakanlığımız ve öteki girişimcilerimizle işbirliği yapacağız.”
Milliyet Ege, Haber: Burcu Taner, 31.05.2011

KAZILARA 2010'DA 30 MİLYON KAYNAK

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, arkeolojik kazı yapan kurumlara kaynak bulmaya hazır olduklarını belirterek, “Arkeolojik kazılara 2010 yılında 30 milyon lira kaynak aktardık’’ dedi. Bakan Günay, Sığacık Yat Limanı’nda, Başbakanlık Tanıtma Fonu tarafından finanse edilen, Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Seferihisar Belediyesi’nin katkı sağladığı “Seferihisar Alternatif Deniz Turizminin ve Sualtı Sporlarının Geliştirilmesi Projesi’’ni başlattı.

 

Günay şunları söyledi:

“Burada Teos kazımız var, bizim zamanımızda başladı. İzmir’in tarihi zengin. 21 yerde kazı çalışmaları yapılıyor. Ören yerlerini daha fazla sahipleneceğiz. Geçen yıldan daha fazla çalışacağız. ‘Bana kaynak gerekiyor’ diyorsa kazı heyetleri, onu da sağlayacağız. Hangi bölge gayret gösterirse onun elinden tutmaya çalışacağız. Göreve geldiğimde arkeolojik kazılara 14 milyon lira kaynak aktarılıyordu. Arkeolojik kazılara 2010 yılında 30 milyon lira kaynak aktardık. Bu bölgede yapacak çok şey var, dünyanın özel bir coğrafyası burası. Tarıma, kültüre, turizme bakacağız.’’

Habertürk, 30.05.2011

KAÇAK DEFİNECİLER TARİHİ YOK EDİYOR

 

  

 

Şanlıurfa'nın Ceylanpınar İlçesi'nde, Kepez tepesi üzerinde bulunan tarihi alan, kaçak definecilerin uğrak yeri haline geldi.


Ceylanpınar ilçe sınırları içerisinde yer alan Kepez Tepesi'nin üst tarafında kaçak kazı yapan defineciler onlarca yeri kazarak, tarihi alanı şantiye haline getirdiler. Kaçak kazı yapılan bölgede birçok tarihi esere de rastlamak mümkün. Bu tarihi eserlerin içerisinde, parçalara ayrılmış çömlek parçaları ve sarnıçlar en dikkat çekicileri. İlçe halkı, ilgisizlik nedeniyle yıllardır, kaçak definecilerin uğrak yeri haline gelen tarihi Kepez tepesi ve civarının, daha fazla zarar görmeden yetkililer tarafından incelenip, bölge alanının turizme kazandırılmasını gerektiğini dile getirdiler. Kepez Tepesi ve bölgesinin tarihi MÖ 5000 yıllara dayanıyor. Bölge, Asurlular, Hititliler, Abbasiler ve Bizanslılar, Selçuklular ve Osmanlı İmparatorluğu gibi medeniyetlere ev sahipliği yaptı. Asurlar döneminde kurulmuş olan Mırri Mutani devletine başkentlik yapan Ceylanpınar, bu dönemde Vaşşugar olarak anılmaktaydı.

Türkiye Gazetesi, 30.05.2011

KONU MİMARLIĞA GELİNCE MÜZELER GEÇMİŞİ TERK EDİYOR

 

 

SFMOMA, Whitney, Barnes Foundation ve MoMA'yı da kapsayan bazı kurumlar için, çeşitli ek yapılar planlanıyor. Çağdaş mimarlar için bir patlama, ama mimarlık tarihi için bir fiyasko...

Ekonomik iyileşmenin aksamasına rağmen, Amerika müzeleri planlama yapmaya, büyük paralar harcamaya ve yeni ek binalar açmaya devam ediyor. Bir mimarlık eleştirmeni -en azından Renzo Piano'nun işlerine yüksek tolerans gösteren biri- tüm zamanını sadece bu projelerle ilgili yazılar yazmaya pekala harcayabilir.

 

Whitney Müzesi'nin 1966 yılında Marcel Breuer tarafından tasarlanmış olan binasının Metropolitan Sanat Müzesi'ne kiralanması ve Manhattan'ın batısına (tabii ki Piano tarafından tasarlanmış olan) yeni bir bina yapılması konusunda son zamanlarda yapılmış bir anlaşma var.

 

Modern Sanat Müzesi'nin (MoMA), Amerikan Halk Sanatı Müzesi'ni almak gibi ilginç bir kararı var. Burası, mimar Tod Williams ve mimar Billie Tsien tarafından tasarlanmış olan ve 53. Cadde'nin bir uzantısını MoMA ile paylaşan bir müze.

 

New York dışında, Barnes Foundation tarafından gerçekleştirilen, Merion varoşlarından Philadelphia'nın merkezine uzanan ihtiyatsız bir hareket söz konusu. Fort Worth'ta ise Kimbell Sanat Müzesi'nin, orijinal Louis Kahn eserini bir Piano eki ile ikileme kararı var. Ayrıca Diller, Scofidio + Renfro tarafından West Coast'ta yapılacak olan yenilikleri de atlamamak lazım; Eli Broad için bir müze ve Berkeley Sanat Müzesi ve Pacific Film Arşivi için yeni bir bina tasarlayacaklar.

 


İmajlar: SFMOMA'nın yeni ek binası render ve eskizleri (SFMOMA/Snohetta izni ile)

 

Haftanın en büyük müze-mimarlık haberine gelecek olursak, Perşembe günü San Fransisko Modern Sanat Müzesi'nin yeni binasının ilk planları sunulacak. Aynı zamanda New York'taki "Sıfır Noktası"na 11 Eylül Anıt Müzesi işini de yapan yetenekli Norveç firması Snøhetta tarafından tasarlanan SFMOMA ek yapısı, yaklaşık 102 metre uzunluğu ve 60 metre yüksekliğiyle kruvaze gemi büyüklüğünde bir yapı olacak ve İsviçreli mimar Mario Botta'nın eseri olan, 1995'te açılan mevcut müze yapısının arkasında yer alacak.

 

Önerinin üzerinde çalışılmaya devam ediliyor (Snøhetta'dan Craig Dykers, Perşembe günü gerçekleşecek olan kokteyli "ön gösterimin ön gösterimi" olarak nitelendirdi). Tam bir şematik tasarım sonbahara kadar yapılmayacak, dolayısıyla galerilerin ve diğer iç mekanların nasıl çalışacağı üzerine henüz çok az detay gördük. Ama halkla ilişkiler kampanyası yolunda gidiyor. SFMOMA ve müdürü Neal Benezre yeni ek binayı sessiz ve içine kapanık bir mimari yapı olarak görüyor, Botta binasına ve etraftaki kentsel dokuya çok saygılı olduğunu düşünüyor. Yenilikçi mimari üretme konusunda hiçbir zaman kolay bir kent olmayan San Fransisko'da, basın ise yeni fikirlere oldukça açık görünüyor. Geçtiğimiz günlerde basında şöyle bir başlık yer aldı:

"SFMOMA, yeni ek binası ile usulca genişliyor."

 

Snøhetta'nın tasarımı pek çok şey söylüyor olsa da, "usulca genişleme" bunlardan biri değil. Ek bina yontulmuş dev bir yaratık ve kütlesini saklamak, gölgelemek ve maskelemek için elinden geleni yapıyor olsa da, sonuç nedense aynı anda hem samimiyetsiz, hem etkileyici, hem de gülünç. Herkesi aslında bir buz küpü olduğuna inandırmaya çalışan bir buzdağı gibi...

 




 

Bazılarının Snøhetta'nın tasarımını uyumlu bulmasının sebeplerinden biri, Botta'nın binasının arkasında tahsis edilmiş bir iz gibi görünüyor olması. Duruşu, en azından nazik görünüyor. Dirseklerinin ve dizlerinin üzerine çökmüş gibi... Belki de bu nedenle SFMOMA tarafından yayınlanan iki imajda da yapı üstten görülüyordu, pek çok müze ziyaretçisinin hiçbir zaman göremeyeceği bir bakış açısından... Çünkü tasarım o baş döndüren açıdan kısmen ağırbaşlı görünüyor.

 

Mimarların yaklaşık 5,5 metre genişliğinde bir yaya yolu açmayı önerdiği Howard Caddesi boyunca, yeni ek bina aniden geniş açıklık ve kibar bir duyarlılık gösterme sözü veriyor. Tasarım, üst katlarında bir çift oldukça büyük teras yaratmak için dilimlenmiş bir açıklığa ihtiyaç duyuyor. Dahası, üst kısmı Timothy Pflueger'in 1925 Pacific Telefon Kulesi'nin manzarasını korumak için hafifçe eğilmiş. Biçimsel dili de oldukça anlaşılır: Zaha Hadid, Frank Gehry veya Daniel Liebeskind tasarımları müzeler gibi dalgalı, kıvrımlı veya keskin açılar cümbüşü içinde değil. Ama bu, yapının çok iri veya heybetli olmadığı anlamına gelmiyor. Tasarım, kütlesini olabildiğince genişletiyor: Howard Caddesi girişi üzerinde ek bina hiç geri çekilmeden yükseliyor ve dimdik, uçurum gibi bir cephe yaratıyor.

 

2009'da ölmeden önce, San Francisko Presidio'da Richard Gluckman tasarımı ve bir gurur kaynağı olan kendi müzesini planlayan Donald Fisher'in büyük bir koleksiyonunu elinde tutan SFMOMA, kesinlikle daha büyük bir alan kullanabilirdi. Ayrıca, Snøhetta'nın tasarımı, Minneapolis'teki Breuer'in Whitney ve Edward Larrabee Barnes'in Walker Sanat Merkezleri gibi daha kuvvetli ve zekice bir varlık gösterebilirdi.

 

SFMOMA'nın planları Amerikan müze dünyasındaki geniş trendlerin, sabırsız ve hırslı bir şekilde büyüyen bir alanın sembolü. Her müze, sahip olamadığı bir tür bina, bir çeşit iç mekan istiyor. Önemli mimari eserlerden vazgeçen veya onları yüzüstü bırakan müzelerin ayısı daha önce hiç olmadığı kadar artıyor.

 

Whitney, New York'taki savaş sonrası mimarinin tartışmasız en önemli dört veya beş yapısından biri olan bir binadan vazgeçiyor. Berkeley Sanat Müzesi hakettiği değeri görememiş olan, 1971'den kalma Mario Ciampi evini terk ediyor. Para konusunda çaresiz olan Halk Sanatı Müzesi Williams ve Tsien'ini satıyor. O binayı alan MoMA ise, işe kendi planları ile girişerek ve Jean Nouvel tarafından tasarlanan karma kullanımlı bir gökdelen önererek, yapının adeta rüzgarda oradan oraya savrulmasına izin veriyor.

 

 

Demode olma döngüsü artık her zamankinden daha hızlı işliyor. Bina, 45. SFMOMA'nın 16 yıllık demode, çaptan düşmüş evi haline gelirken, Whitney gemiyi gizlice terkediyor. MoMA, görünüşe göre Japon mimar Yoshio Taniguchi'ye 2004'te yaptığı 425 milyon Dolar'lık ek için yürekten teşekkür etti: Onu hemen havalimanına giden bir taksiye bindirip Nouvel'in Paris'teki ofisinin telefon numarasını çevirdi.

 

Tuhaf bir kültürel zamanda yaşıyoruz: Yetenekli mimarlarla çalışmak ve onlara cömert bütçelerden büyük komisyonlar vermek için bu kadar hevesli müzelere hiç sahip olmamıştık. Ayrıca müzeler hiçbir zaman mimarlığın kentsel veya tarihi değeri konusunda bu kadar ilgisiz olmamıştı.

Arkitera, Kaynak: Los Angeles Times, Çev: Pınar Koyuncu, 30.05.2011

İZMİT'İN 'TARİH KORİDORU' AÇILDI

İzmit Belediyesi’nce Osmanlı’nın son dönemine tanıklık eden, Cumhuriyet döneminin önemli tarihi ve turistik sembollerini barındıran “Tarih Koridoru’’ projesinin birinci etabı olan, saat kulesi, Atatürk heykeli ve yakın çevresinin düzenlenmesi ile yapay şelale inşa edilmesini kapsayan “Kültür Tepesi’’ törenle hizmete açıldı.

 

Kemalpaşa Mahallesi’nde Atatürk anıtının bulunduğu bölgede düzenlenen törende konuşan Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün, “Orduevi Sineması ve eski Kolordu binası yıkılıp Kültür Tepesi projesine dahil olacak. Av Köşkü’nün restorasyonu tamamlandı, redif binası onarıldı, tarihi mahkeme binası, savcılık binasının restorasyonu tamamlanmak üzere. Saat kulemiz son derece güzel, Atatürk heykelimiz var... Valimiz de Vali Konağı’nı oradan kaldırma düşüncesinde, ‘Gerekirse ben de buradan çıkarım, başka yerde otururum’ diyor. Orayı da Kültür Tepesi’ne dahil ederiz” dedi.

Habertürk, 30.05.2011

BİR KÜLTÜR MOZAİĞİ: SAKIP SABANCI MÜZESİ

 

 

Doğunun estetiğiyle batının modernliğini tek bir çatı altında toplayan Sakıp Sabancı Müzesi, ziyaretçilere bir kültür mozaiği sunmaya devam ediyor. Müze şimdilerde ise daha çok yeni olan Karşıdan Karşıya sergisinin heyecanını yaşıyor.
 

Uzun yıllar Sabancı ailesi tarafından sürekli konut olarak kullanılan Atlı Köşk, aynı zamanda Sakıp Sabancı'nın zengin hat ve resim koleksiyonunu da içinde barındırmış.1998 yılında da içindeki koleksiyon ve eşyalarla müzeye dönüştürülmek üzere Sabancı Üniversitesi'ne tahsis edilen köşk, modern bir galerinin eklenmesiyle 2002 yılında ziyarete açıldı. Müzenin sergileme alanları 2005 yılındaki düzenlemeyle genişletilerek, uluslararası standartlara uygun hale gelmiş. Açıldığı günden bu yana sergilediği Picasso İstanbul'da, Cengiz Han ve Mirasçıları, Salvador Dali gibi koleksiyonların yanı sıra Osmanlı hat sanatının 500 yıllık örneklerine, başta nadir el yazması Kuran-ı Kerim'ler olmak üzere kıtalar, murakkaalar, ferman, berat ve menşurlarla doğu ve batıyı yansıtıyor. Erken dönem Türk resminin seçkin örnekleriyle Osmanlı İmparatorluğu'nun son döneminde İstanbul'da çalışmış yabancı sanatçıların eserleriyle ise geçmişi ve günümüzü bütün ayrıntılarıyla ziyaretçilerle buluşturuyor. Müze şimdilerde ise MÖ 3 binde Kiklad Adaları ve Batı Anadolu'nun birbirleriyle ilişkilerini yansıtan 'Karşıdan Karşıya' sergisinin heyecanını yaşıyor. Boğaziçi'nin eşsiz manzarasına da sahip olan müze, her yıl ortalama 250-300 bin kişi tarafından ziyaret ediliyor.

 

Zengin koleksiyonu kabul ettiği kapsamlı uluslararası geçici sergileri, örnek eğitim programları, yapılan çeşitli konser konferans ve seminerleriyle çok yönlü bir müzecilik anlayışını yaşatan Sakıp Sabancı Müzesi, bahçesinde ise Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerinden günümüze ulaşmış eserler sergileniyor. Aynı zaman da Atlı Köşk adıyla da anılan müze bu lakabı ise bahçesinde bulunan iki ayrı at heykelinden alıyor.

Yeni Şafak, Haber: Yazgı Polat, 30.05.2011

MİLET MÜZESİ 1 YIL SONRA ZİYARETE AÇILDI

 

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Eskişehir Eti Arkeoloji Müzesi'nin açılışında Türkiye'deki özel müze sayısını 93'ten 141'e çıkardıklarını söyledi.


Bakan Günay, mevcut müze binasının statik sorunları yüzünden tehlike yaratması nedeniyle 2000 yılında ziyarete kapatılan Aydın Milet Müzesi'nin de açıldığı müjdesini verdi. 2007 yılının sonuna doğru temeli atılan yeni müze binasının tamamlandığını, eser teşhirlerinin de bitirildiğini söyleyen Bakan Günay, "Eti Müzesi kadar büyük olmasa da Milet Müzesi de tamamlandı. Yıllardır kapalı duran bir müzeyi daha kültür varlıklarımıza kattık" dedi.
Yeni Asır, 30.05.2011

SOLİ ANTİK KENTİ AYAĞA KALKACAK

 

Mersin’in merkez Mezitli İlçesi’nde geçmişi MÖ 700 yılına kadar uzanan antik liman kenti Soli Pompeipolis’te sütunlu caddenin güney ucundaki 14 sütunun ayağa kaldırılması için çalışma başlatıldı.

 

Bu yıl kazılar için 800 bin lira ödenek ayrıldığını belirten, kazı ekibinin başkanı Dokuz Eylül Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Remzi Yağcı, bugüne kadar liman, sütunlu cadde, tiyatro, Roma hamamı, kent duvarları, nekropol su kemeri gibi yapıların ortaya çıkarıldığı Soli Pompeipolis’te bu yıl 8 ay boyunca yürütecekleri çalışmalarda 14 sütunu ayağa kaldıracaklarını söyledi. 12 yıldır süren kazılarda, sütunların eski halini almasıyla antik kentin daha görkemli bir hale bürüneceğini belirten Prof.Dr. Yağcı, yerli ve yabancı turistlerin de daha çok ilgisini çekeceğini kaydetti. Kazılarda sağlık tanrısı Asklepios, tanrıların kralı Zeus, adalet tanrıçası Nemesis, bereket tanrıçası Demeter, sağlık tanrıçası Hygeiea, şarap tanrısı Dionysos gün ışığına çıkarıldığı vurgulayan Prof.Dr. Remzi Yağcı, “Neolitik, Hellenistik, Roma dönemleri gibi birçok dönemi bünyesinde barındıran ve büyüleyici yapısıyla hayranlık uyandırtan Soli, Mersin tarihinin ne kadar zengin olduğunu, ne kadar geriye gittiğini gösteriyor. Kazıların amacı tarih bilincini oluşturmak ve bu kalıntıları gelecek kuşaklara aktarmaktır” dedi.

 

Mezitli Belediye Başkanı CHP’li Uğur Yıldırım ise görüşmelerin ardından kazıların devamı için Mersin Valiliği İl Özel İdaresi’nin bu yıl 800 bin lira ödenek ayırdığını, ihalenin gerçekleştirildiğini belirtip, tarihe tanıklık eden sütunların yeniden ayağa kalkmasının turizm açısından önemli olduğunu söyledi. Yıldırım, “2011 yılı sonu itibarı ile antik kentimizin güney ucundaki 14 sütun ayağa kalkmış olacak. Tarihe tanıklık eden bu sütunlar ‘artık biz sessiz değiliz, yerde yatmıyoruz ayağa kalktık’ diyecekler. Biz o zaman insanlığın ortak mirası olarak kabul ettiğimiz bu alanın tamamının ayağa kalkmasını, bu tarihi değerlerimizin gün ışığına çıkarılmasını sağladığımızda dünyanın her yerinden akın akın insanlar buraya gelip bu tarihi alanı izlemek isteyeceklerdir” diye konuştu.

haberler.com, 30.05.2011

TARSUS GÖZLÜKULE HÖYÜĞÜ'NDE BU YIL KAZI ÇALIŞMASI YAPILMAYACAK

 

Tarsus Gözlükule Höyüğü’nde bu yıl kazı çalışması yapılmayacağı bildirildi.

 

Kazı ekibi Başkanı Boğaziçi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Aslı Özyar, Kaymakam Orhan Şefik Güldibi’ni ziyareti sırasında yaptığı açıklamada, “Geçtiğimiz 3 yıl boyunca yaptığımız kazı çalışmalarında elde ettiğimiz etütlük malzemeler üzerinde bilimsel incelemeler yapacağız. Bir ay sürecek olan bu inceleme çalışmalarımız aralarında Boğaziçi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih bölümü öğretim görevlileri Elif Ünlü ve Furyaliki Tasopaulau’nun da aralarında bulunduğu 12 kişilik öğretim görevlisi, uzman ve öğrencilerden oluşan bir ekip tarafından gerçekleştirilecek” dedi.

 

Özyar, Kaymakam Güldibi’ni bilgilendirdiği görüşmede, Gözlükule Höyüğü’nün Anadolu arkeolojisinde çok önemli bir yeri bulunduğunu belirterek, 2007 yılında başladıkları bilimsel kazı çalışmaları sırasında, yaklaşık 200 metre kare alanda 5 ayrı açma noktasında Neolitik çağdan itibaren Abbasi dönemi ağırlıklı olmak üzere Roma ve Geç Tunç Çağlarına ait bulgulara rastlanıldığını söyledi.

 

2007 yılında ilk kazı çalışmaları sırasında Abbasi dönemine rastlayan katmanlara rastladıklarını ve bu katmanları açığa çıkarmaya başladıklarını kaydeden Özyar, bunların arasında gündelik hayata ilişkin adetler, yaşam, camdan yapılmış deney tüpleri, tunçtan imal edilmiş tıp aletleri yer aldığını ve hijyen gibi konularda geniş bilgi ve bulgulara ulaştıklarını kaydetti.

 

Kaymakam Güldibi ise, Tarsus’un dünyanın ilk yerleşim yerlerinden biri olması nedeniyle turizm açısından da son derece önemli bir konuma sahip olduğunu belirterek, “Elde edilen malzemelerin incelenme çalışmalarında her türlü desteği veririz” dedi.

 

Güldibi ayrıca, Saint Paul Müzesi (Kilise) yanında bulunan hangarlarda Kültür Bakanlığı’nın restorasyon çalışmasının önümüzdeki günlerde başlayacağını belirterek, “Restore edilecek olan bu hangarlar, bilimsel çalışmalarda laboratuvar olarak kullanılacak” dedi.

haberler.com, 30.05.2011

SIKICILIĞI ALAŞAĞI EDEN MÜZE

 

 

Eskişehir Eti Arkeoloji Müzesi, önceki akşam Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Eti Onursal Başkanı Firuz Kanatlı'nın katıldığı bir törenle açıldı. Yaklaşık 10 yıldır ziyarete kapalı olan müzenin alamet-i farikası, sıkıcılık kavramını alaşağı etmesi. Müzenin ev sahipliği yaptığı 22 bin 543 eserden 2 bini, vitrinlerde ve bahçede sergileniyor.

 

Aslında epey eski bir müze bu. Şöyle: Eskişehir il ve ilçelerinden toplanan taşınır kültür varlıkları 1945 yılından itibaren Eskişehir Alaeddin Camii'nde toplanmış, orası bir depo müze olmuş. Eser sayısı artınca 1966'da Odunpazarı semtindeki Kurşunlu Camii Külliyesi'nde Eskişehir Müze Müdürlüğü kurulmuş ve teşhir başlamış. 1974 yılında Akarbaşı Mahallesi Atatürk Bulvarı'ndaki bir binada çalışmalar devam etmiş, ama bir türlü istenilen sonuç alınamamış. 2001'de müze binası yenilenmek ve çağdaşlaşmak gerekçesiyle ziyarete ve bilimsel çalışmalara kapatılmış. Yeni bir müze binası için kollar sıvanmış.

 

Sonrasını Eti Onursal Başkanı Firuz Kanatlı anlatıyor: "Bir gün yönetim kurulu toplantısındayız. Bir telefon: 'Bakan geliyor!' Atilla Koç. 'Ne zaman?' 'Yarım saat sonra.' 'İyi peki.' Toplantı dağıldı. Bakan Bey geldi, anlatmaya başladı: 'Böyle böyle bir müze var; elimizde patladı. Şuna bir el atın.' Biz devraldığımızda bitmemişti müze, sadece temelleri atılmıştı daha. Eskişehirliyiz biz, önemsedik bu olayı. Bakan Bey, 2 milyon 600 TL'ye patlar demişti, yıl 2007'ydi. 2008'de inşaat başladı. Valla bugün baktığımızda 9,5 milyon TL gitti. Ama değdi. İyi bir şey olsun istedik, çağdaş olsun dedik. Oldu. Eskişehir'e yakışan bir müze yaptık. Anahtar teslimi... Artık iş bakanlıkta, Eskişehirlide, ziyaretçide..."

 

Yeni medyalı arkeolojik müze

Eskişehir Eti Arkeoloji Müzesi, bir arkeoloji müzesinden beklenmeyecek şekilde eğlenceli. Bunda ODTÜ'den Refik Toksöz'ün TÜBİTAK desteğiyle geliştirdiği ve bazıları dünyanın hiçbir müzesinde bulunmayan dijital sergileme tekniklerinin büyük payı var. Bu teknikler -yeni medya uygulamaları- eğitici olduğu kadar da ilgi çekici. Topu topu 3-5 uygulama ama vitrinler dolusu arkeolojik eser arasında durdurup durdurup içine alıyor ziyaretçiyi.

 

Bir koridordan geçerken ayaklarınızın altında sikkeler kaçışıyor mesela. Az ötede kocaman bir dijital kitap var. Üzerinde bilgiler, açıklamalar, fotoğraflar, videolar... Sayfalarını dokunmadan, elinizin rüzgarıyla çeviriyorsunuz. İçine sonsuz bilgi eklemek mümkün. Çift katmanlı bir hologram var sonra; bir örneği Disneyland'taymış. İçinde heykeller, yüzükler, takılar, çömlekler...

Dokunmatik ekran; sağa sola, aşağı yukarı çevirip çevirip inceliyorsunuz eseri. Gerçek zamanlı bir atla arkeolojik bir köy gezisi var ki epey eğlenceli. Benzer şekilde bir kümülüs gezisi ayrıca...

Müzedeki eserlere gelince; çoğu Eskişehir'de bulunan ören yerlerinde yapılan kazı ve yüzey araştırmaları sonucunda açığa çıkarılan parçalar... Aralarında serçe parmağının yarısı boyunda bir lületaşı mühür var; Çavlum Mezarlığı'nda bulunmuş. İlk kez sergileniyor. Diğer eserler Eskişehir'in en eski yerleşim yerlerinden Keçiçayırı, mimarisi ile Anadolu yerleşim planının öncülerinden Küllüoba Höyüğü ve önemli yolların kavşak noktasında yer alan Şarhöyük'ten. Çorum Alacahöyük'te yapılan kazılarda bulunan bir Hitit Güneşi Kursu da unutulmamış elbette.

 

Paleolitik, Neolitik, Kalkolitik, Tunç, Hitit, Frig, Hellenistik, Roma, Doğu Roma, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait eserlerin bulunduğu müzeye rakamlar aracılığıyla baktığımızda; 7 bin 989 sikke, 3 bin 804 etnografik ve 7 bin 225 arkeolojik eserle karşılaşıyoruz. Eser sayısı, Seyitgazi ve Afyonkarahisar müzelerinden devredilen 3 bin 525 parçayla 22 bin 543'e ulaşıyor. Tabii ki bunların sadece 2 bin adedi sergilenebiliyor; vitrinlerde ve bahçede...

Zaman, Haber: Jülide Karahan, 30.05.2011

MÜZELERİMİZİN HAL-İ PÜR MELALİ

 

Kültür ve Tabiat Varlıklarını korumakla yükümlü olan devlet müzeleri ile ilgili haberler önceki dönemlerde olduğu gibi basında yer almıyor. Sanırım her türlü olanaktan yoksun müzeciler de artık kendi kabuklarına çekilmiş, rutin işlerle uğraşıyor olmalılar. Türkiye’nin pek çok yerinde olduğu gibi çarpık yapılanmalara, sit alanlarına, doğa tahribine sessiz kalıyorlar… Böyle olunca da başları müfettiş tahkikatları ile ağrımıyor, yer değiştirme gibi yaşamlarını altüst eden atamalar da gelmiyor…

 

Kısacası sallabaşını al maaşını… Başka bir deyişle ne şiş yansın ne kebap!...

 

Bunun nedenlerini hiç düşündünüz mü?

 

Cumhuriyetin kuruşundan 2000 yıllarına kadar geçen süre içerisinde özveriyle çalışan, varını yoğunu ortaya koyan müzeciler artık kalmadı. Eski müzeciler kurtarma kazılarıyla, müzelere kazandırdıkları eserler ve yayınlarla ön plandaydılar. Bugün onların çoğu, görevlerinden ayrıldılar veya özel müzelere, üniversitelere geçtiler. Üniversitelerin arkeoloji ve sanat tarihi bölümlerini bitiren birçok yetenekli öğrenci de müzelerde atama sistemindeki çarpıklıktan ötürü ilgi alanları dışındaki işlerde çalışıyorlar…

 

Geçtiğimiz Mayıs ayında UNESCO’nun öngördüğü, Türkiye’de de 1982’den bu yana değişik ülkelerde olduğu gibi kutlanan Müzeler Haftası ile ilgili, basında çıkan haberleri gören de olmadı. Oysa önceki yıllarda her müze kendi çapında sergiler, gösteriler düzenler yeni bulunan eserleri teşhir ederlerdi. 2002’den sonra bunların hiç birisi yapılmadı. Bu da gösteriyor ki, müzeciler keyifsiz (!) veya isteksiz (!), artık suya sabuna dokunmak istemiyorlar…

 

Müzeler Haftasında müzelerin ziyarete açık olduğu, ücretsiz olmasından ötürü yaşanan izdihamdan basında söz edildi…

 

Hepsi o kadar?

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yönetimindeki müzelerle ilgili ne gibi çalışmalar var diye düşünenler olabilir?

 

Kültür ve Turizm Bakanı ucube heykel konusunda açmaza düştükten sonra katıldığı televizyon programlarında kendi döneminde açılan tiyatroların çokluğundan söz etti. Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi'nin temelleri Bakanlığından önce atılmış, ileri düzeydeki teknoloji ile donatılmış müzeyi basındaki arkadaşlarımızla birlikte gezerek tanıtımını yapmış… Güzel bir çalışma ama müzelerimizin çoğu, uzman ve personel yetersizliğinden hemen hemen kapanma noktasında…

 

Zeugma Mozaik Müzesi açılınca peşinden de övgüler gelmekte gecikmedi… Nereden nereye; bir zamanlar SHP’li Kültür Bakanı Fikri Sağlar’ın danışmanı olan Mehmet Altan bakın köşesinde ne yazmış;

“Bakanı canı gönülden kutluyorum. Türkiye adına kendisine teşekkür ediyorum ve kendisinin siyasal sıfatını kendimce değiştirerek onu en azından kendi gönlümde İnsanlık Kültür Bakanı yapıyorum!..”

 

İyi ki o yazının çıktığı gün bizim semtteki bir markete gitmiş; her gün ücretsiz dağıtılan Star Gazetesi'ni almış, bu güzel doyurucu yazıyı (!) okuyabilmiştim.

 

Zeugma Mozaik Müzesi’nin açılması güzel, bir de müze rehberlerinin bir yığın şikayetleri olmasa... Onlardan da biraz söz edilse nasıl olur diye düşünüyorum.

 

Bunların başında Topkapı Sarayı Müzesi’nde 49 yıldır hizmet veren, geçmişi 105 yıl öncesine inen Konyalı Lokantasının turizm ruhsatı iptal edilmiş. Bakanlığın iptal yasasında sağlık kurallarına uyulmamasından ötürü turizm imajımız zedeleniyor denilmiş. Böyle olunca da turizm ruhsatı kaldırılmış. Fatih Belediyesi’nin verdiği ruhsatla hizmet devam ediyor. Ancak turizm ruhsatı olmadığından içki servisi yapılmıyormuş…

 

İçki servisi yapılmaması için çevrilen dolaba bakın…

 

Topkapı Sarayı’nda Kraliçe Elizabeth’den ABD Başkanlarından sayısız devlet adamının ağırlandığı lokantada hijyene uyulmuyormuş!..

 

Gülerler insana!...

 

Topkapı Sarayı Müze Başkanı Prof.Dr İlber Ortaylı bu konuda neden sessiz merak ediyorum doğrusu… Sürekli çıktığı Habertürk ekranlarında veya yazdığı Milliyet Gazetesi’nde neden bunu gündeme taşımaz diye!..

 

Rehberlerden, tanıdığım bir dostumun gönderdiği mail de içler acısı bir başka noktaya değiniyor.

“Müzeler Haftası dolayısıyla, müzelerin bedava olması şanssızlığına uğradım. O gün İstanbul’da dört büyük gemi vardı ve bütün öğrenci grupları Topkapı Sarayını işgal etmişlerdi. Hazine dairesinde 1 saat 45 dakikada, 2 kişilik grubumu ancak içeriye sokabildim.”

 

Bir başka rehber de şöyle yakınıyordu;

“Turist grubumla 1 saat 25 dakikada Topkapı Sarayı turnikelerinden geçebildim, kalabalık ürkütücüydü. Öğleden sonra Ankara'ya gideceğimden yalnızca harem ve hazineyi gurubuma gezdirebildim... Buna tanık olmayan ruh halimizi anlayamaz… Layıkıyla tur yapılamıyor artık…”

 

Rehberlerin şikayetleri bitip tükenmiyor; 

“Dün Çanakkale'de büyük umutlarla beklediğimiz yolcu gemilerinden bir tanesi geldi. Ama gereken her zalimliği liman yönetiminin başındakiler turistlere yaptı. Otobüsleri liman içerisine almadılar, giriş kapısıyla gemi arasındaki yaklaşık 600 m.lik alanı yürütmek istediler. Sonra akıllarınca bir çözüm buldular ve bir belediye otobüsüyle 8 otobüslük yolcuyu gemiden giriş kapısına kadar transfer etmeye başladılar ve bu da yetmedi turistleri X-ray den geçirerek çıkışlarına izin verdiler. İstanbul’u ziyaret başından olumsuz bir havada başladı. Yürüyemeyen yaşlılar ve onlara yapılan bu eziyet… Geçtiğimiz yıl 11 gemiyi bu mantıkla Midilli'ye kaçırmıştık. Bakalım bundan sonrakiler ne olacak?”  

 

“Bugün bilinçli veya bilinçsiz olarak turizm baltalanmak isteniyor… Böyle bir şey olamaz….
7–8 yasındaki okul çocukları, kara çarşaflılar… Sanki gizli bir örgüt Ayasofya’ya hücum etmiş. Ne giren ne giremeyen bir şey anlıyor… Topkapı Sarayı girişi ve içerisinin hali perişan… İlgililerin ilgisini çekmek gerek…”

 

“Bu görevlileri' kim buralara yerleştirir? Müze yöneticileri bize bağlı değiller deyip onların yaptıkları saygısızlıklardan sorumlu olmadıklarını söylüyorlar… Adamların turiste çemkirmeleri yetmeyecek yakında copla saldıracaklar!.. Rehberleri ile gezen gruplara özellikle mi müdahale etmeleri emredildi diye merak etmiyor değilim. Ayasofya’nın hatta bütün müzelerimizin içinde kontrolsüz bırakılan, koşuşan çocuklarımız onları nedense hiç rahatsız etmiyor?

 

Müze girişleri özelleştirildikten sonra, demek ki, Kültür ve Turizm Bakanlığı görevlileri bu kez özel sektörün çıkarlarını korumak adına hareket ediyorlar…

 

Bakanlık bazı müzelerde rehberlere, gruplara kulaklıkla anlatma zorunluluğu getirmiştir. Bir bakıma rehberlerin anlattıklarının birbirine karışmaması yönünden yerinde bir uygulamadır. Ancak müze görevlileri müze içerisi ile müze bahçesini birbirlerine karıştırmaktadır. Bununla da ilgili şikayetler rehberlerden gelmektedir;

 

“Bir yönden çok koşuşturma olan turlarda rehberlerin 10 dakikasının bile çok anlam kazandığı anlarda kulaklık alma sırasında vakit kaybettirmektedir. Yeni başlayan ama hala oturamayan bir uygulamadan dolayı Ayasofya Müzesi içerisinde kulaklık kullanım zorunluluğunun getirildiğini ama bunun zaman kaybından öteye gidememektedir. Müze görevlilerine Ayasofya’nın tarihi ile beraber içeride neler göreceklerini bahçede sakin bir şekilde anlatacağımı, sonra da içeriye girerek anlattıklarımı görmelerini grubuma söyledim, Gruptaki herkes bunu olumlu buldu… Ardından Ayasofya girişinde müşterilerime biletlerini dağıtarak turnikelerden sonra buluşacağımı söyledim. Turnikeleri geçtikten sonra yılların verdiği bir alışkanlıkla boş bir alana rahat bir anlatım yapmak için yöneldim. O sırada takım elbiseli kravatlı boynunda Turizm Bakanlığı kartı. ( TGB, Turizm Bakanlığı Görevlisi ) olan bir bey yaklaştı.

 

— Merhabalar…
— Merhaba…
— Grubunuz kaç kişi?
— 30  Kişi
— O zaman kulaklık sistemi almanız gerekiyor.
— Müzenin içerisinde anlatım yapmayacağım. Burada bahçede anlatıp insanları serbest bırakacağım…
— Olmaz bahçede bile anlatsanız kulaklık almanız gerekiyor. Lütfen kulaklık alın…
— Beyefendi ben Bakanlıktan gelen yazıyı okumuştum. Ayasofya’nın içinde anlatım yapılması yasak… Ama ben bahçede anlatacağım…
— Olmaz... Turnikelerden geçtikten sonra müzenin içinde sayılırsınız. Lütfen kulaklık alın…
— Beyefendi kulaklık sistemi Ayasofya’nın içerisindeki ses kirliliğini önlemek amacıyla getirilen bir uygulama… Ama ben Ayasofya’nın içerisinde değil kafeteryanın bir köşesinde bahçede anlatacağım. Bunun ses kirliliği ile bir alakası yok…
— Olmaz… Burada anlatamazsınız…

 

O sırada konuşmamıza kulak misafiri olan bir meslektaşım olaya müdahil oldu ve eğer burası gerçekten müzenin içerisi olarak kabul ediliyorsa nasıl olup da bu kadar kafeterya ve hediyelik eşya reyonlarının müzenin alanının işgal ettiğini, bu konuda haksız olduğunu belirtti. Bundan sonra görevlinin davranışları değişti.

 

— Beyefendi o zaman siz burada anlatacak sanız hakkınızda tutanak tutacağım.
— Tabii ki ki tutun ama bana bakanlığın yolladığı tebligatta müzenin bahçesinde anlatım yapılamaz yazısını gösterirseniz hemen kulaklıkları alayım…
— İsminiz, soy isminiz?
— İsmini soy ismini söyle. Elinizde böyle bir yazı var mı?
— Kokart numaranız?

 

Kokart numarası gösterildikten sonra turistlerin hayret dolu bakışları altında konuşma sürer…

 

— Siz bu tutanağı tutun, rehber bahçede kulaksız anlatma konusunda ısrar etti diye yazın bende imzalayayım…
— O kadar uzatmaya gerek yok… Ben bunu amirlerime belirteceğim. Onlarda gerekeni yaparlar ama ne yaparlar bende bilmiyorum…
— Problem değil ama isterseniz imzamı da atabilirim…
— Valla ben ne derlerse onu yapıyorum…
— Haklısınız size kolay gelsin, iyi çalışmalar…

 

Konuşma böyle bittikten sonra bulunduğum yerde yaklaşık 40 dakika her şeyi anlatıp insanlara içeriyi görmeleri için boş zaman verdim…

 

Bilmiyorum, hatalı olan ben miyim? Sizlerin ve yönetimin takdirine bırakıyorum…”

 

İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür şehri fiyaskosundan sonra müzelerimizin hali pür melali…

 

Günümüzde gerçek müzecilerin olmadığı yönetimlerde bakalım daha ne falsolarla karşılaşacağız…

Kenthaber, Yazı: Erdem Yücel, 30.05.2011

KOMET TABLOSU 260 BİN TL'YE SATILDI

 

Beyaz Müzayede tarafından dün Conrad Otel’de gerçekleştirilen müzayedede Komet’in 1992 yılına ait ‘Figürlü Kompozisyon’ isimli tablosu 260 bin TL’den alıcı buldu.

117 sanatçıya ait 293 eserin satışa çıkartıldığı müzayedede en değerli ikinci eser David Salle’nin ‘On The River’ adlı tablosu oldu.

Tablo, 240 bin TL’den satıldı. Müzayedenin üçüncü pahalı yapıtı ise 220 bin TL’den satılan Imi Knoebel’in ‘Zion’ isimli eseri oldu.

Müzayede yetkilileri eserlerin toplam satışından elde edilen gelir ve bütün eserlerin satılıp satılmadığı konusunda ise bilgi vermedi.

Radikal, 30.05.2011

İSTANBUL'DAN NEMRUT DAĞI'NA TÜRKİYE'DEKİ DÜNYA MİRASI

 

 

İnsanlığın ortak kültür hazinelerini, yeryüzünün en nadide doğal oluşumlarını belirleyip korunmasını sağlamayı hedefleyen Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) 1972’de, Dünya Kültürel ve Doğal Mirasın Korunması Sözleşmesi’ni kabul etti. Ardından insanlığın ortak mirası listelendi. Dünya Mirası Listesi’ndeki 911 yerden 9’u Türkiye’de. Yaz başında dünya miraslarımızı tanımak için yolculuğa çıkacaklar için bir rehber hazırladık.

 

İSTANBUL’UN TARİHİ ALANLARI

Listeden çıkarılma riskiyle karşı karşıya

Türkiye’de Dünya Mirası Listesi’ne alınan ilk yerlerden biri İstanbul’da Theodosios Surları’yla çevrili tarihi bölge olduğunu tahmin etmek için elbette kahin olmak gerekmiyor. Suriçi ya da Tarihi Yarımada olarak geçen bu bölge dünyanın önemli üç imparatorluğuna başkentlik eden, eski adıyla Bizans ve Konstantinopolis olarak geçen bölüm. Tüm dikkatler Sultanahmet’teki muhteşem anıtların (Ayasofya, Topkapı Sarayı, Sultanahmet Camii, Yerebatan Sarnıcı) üzerinde toplanmış ama aslında bu bölge muhteşem Süleymaniye Camii’ni ve hatta Vefa gibi semtlerin arka sokaklarında bulunan ahşap evleri de kapsıyor. Ne yazık ki eski İstanbul bugün nüfus baskısı, endüstriyel kirlilik ve kontrolsüz şehirleşmeden kaynaklanan büyük bir tehlikenin altında yaşıyor. Özellikle antik surların bazı yerlerinde yapılan restorasyon çalışmaları ise ciddi eleştirilere maruz kalıyor. Marmaray’ın tarihi bölgeden geçmesi ve belediyenin üzerine düşenleri yapmaması geçen yıl İstanbul’un listeden çıkarılması riskini getirmişti. İstanbul şimdilik listedeki yerini muhafaza ediyor. Gelecekte ne olacağını birlikte göreceğiz.

 

TROYA ARKEOLOJİK ALANI

Akhaların Truva atı 2800 yıl sonra bilgisayar virüsüne ismini verdi

Troya’yı duymayan var mıdır acaba? Hani İzmirli kör şair Homeros’un ünlü destanı “İlyada”da anlatılan, surlarını aşamayan Akhaların tahta ata sakladıkları askerlerle ele geçirdiği muhteşem şehir. Alman asıllı Heinrich Schliemann tarafından 1870’de gün ışığına çıkarıldığında uzmanlar onun en az Atlantis kadar heyecan verici olduğunu söylemişti. Eğer Efes ya da Afrodisyas’ı gördüyseniz bu antik şehri gezerken lütfen kıyaslama yapmayın. Aksi takdirde hayal kırıklığına uğramanız kaçınılmaz. Oysa ki Troya’nın Dünya Mirası Listesi’nde yer almasının nedeni sadece İlyada’nın sanatsal değeri ile açıklanamaz. Şehir, aynı zamanda Akdeniz ve Avrupa dünyasının Anadolu ile olan en eski ilişkilerinden birini ispat etmesi bakımından da çok önemli. Tek şehir değil Troya, üst üste yığılmış dokuz ayrı medeniyetten oluşuyor. 1996’da Milli Park ilan edildi, 1998’de UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne girdi. Şehrin tarihi MÖ 3000’e kadar uzanıyor ama girişte gördüğünüz çirkin tahta atın doğum tarihi 1970’li yıllar. Troya döneminin en güçlü ticari konumlarından birine sahip; Mezopotamya, Mısır ve Anadolu’yu birbirine bağlayan kavşakta yer alıyor. Bu nedenle de kendini savunmak zorunda kalan şehir güçlü surlarla çevrilmiş. Troyalılar, kalelerini inşa ederken diğer coğrafyalarda bilinmeyen demiri kullanmış. Bilinen ve beklenenden daha büyük bir alana yayıldığı saptanan şehirde MÖ 1600’lü yıllarda beyin ameliyatı yapıldığı da ele geçen bulgularla ispatlanmış.

 

Tarihi şehirdeki kazıları yöneten Schliemann’ın zekası tartışılmaz. Alman işadamı, amatör arkeolog Schliemann, genç yaşta Kaliforniya’da altın işine girip çok zengin oldu, savaşlardan gelir elde etti, satılabilen her türlü ürünün ticaretini yapıp para kazandı. Çocukluğundan beri ilgi duyduğu İlyada Destanı’nda sözü edilen hazinelerin Çanakkale yakınlarındaki Hisarlık Tepesi’nde olabileceği ihtimali üzerine harekete geçip, Osmanlı’ya kazı izni için başvurdu. Bulacağı kıymetli eserlerin yarısını devletle paylaşmak üzere anlaşma imzaladı. Hazine bulma umuduyla tarihi kenti talan etti, tarihi duvarlar, evler, sanat eserleri tahrip oldu. Hazineyi bulduğunda ise, hepsini yurtdışına kaçırdı. Osmanlı Devleti derhal yasal işlem başlattı. Fakat her nasılsa birkaç bin altın karşılığında uzlaşma kabul edildi. Schliemann “İlyada hakkında hiçbir bilgileri yok. Müzelerindeki tarihi eserler dünya için bir kayıptır” dediği Osmanlı’dan Troya hazinelerini kurtardığını ve bilim adına bundan da gurur duyduğunu söyledi her yerde. Bulduğu mücevherlerin çoğunu karısı Sophia’ya hediye etti, eşinin mücevherli fotoğraflarını basına dağıttı. Hazineler 1945’e kadar Berlin’de saklandı. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Sovyetler Birliği, Hitler’in ülkelerine verdiği zararın tazminatı olarak hazineye el koydu. Uzun yıllar nerede gizlendiği bilinmedi. Bu şahane eserler 1996’dan beri Moskova’da sergileniyor. Gördüğümde ülkemizden kaçırılan onca eser aklıma gelmişti ve içim acımıştı. Çocukluk rüyasını gerçekleştirip dünyanın en değerli hazinelerinden birini ele geçirmiş Schliemann ama arkasında şehrin harap olmuş katmanları ile telafisi mümkün olmayan zararlar bırakmış.

 

HİERAPOLİS/PAMUKKALE

2200 yıllık SPA merkezi

Batı Anadolu bölgesinde kalsiyum zengini suların akarken bembeyaz travertenler meydana getirdiği, sıcak suların yine kalsiyumun oluşturduğu havuzlarda toplandığı, Denizli yakınlarındaki Pamukkale ilginç bir yerdir. Burası tarihin ilk dönemlerinden itibaren pek çok kavim için çekim merkezi olmuş ve MÖ 190 yılında Bergama Kralı 2’nci Eumenes bir kaplıca merkezi inşa ettirmiş. Bu kaplıca yıllar içinde Yunanlılar ve Romalılar tarafından defalarca elden geçirilmiş. Tepenin kenarına kurulan Hierapolis şehrinin içine doğru genişletilmiş. Günümüzde ziyaretçiler çoğu zaman travertenleri görmenin telaşı içinde Roma döneminden kalma orijinal yolları ve büyük bir mezarlığın da olduğu bu muhteşem şehir kalıntılarını gözardı edebiliyor. İsa’nın havarilerinden Aziz Philippos burada öldürüldüğü için Hıristiyanlar kente dini bir önem atfetmiş. Adı “Kutsal Şehir” anlamına gelen Hierapolis’un tiyatrosunda sahne ile seyircilerin oturduğu bölüm arasındaki yükseklik farkı yapının gladyatör dövüşleri için yapıldığını gösteriyor.

 

XANTHOS-LETOON

Heredot tarihinin en kanlı sayfası Xantos’ta yaşanmıştı

Likyalıların bu iki şehri Fethiye ve Patara sahilleri arasında kurulmuş. Kınık’ın arkasındaki bir tepede bulunan Xanthos, en eski ve en büyük Likya yazıtı, tiyatrosu ve mezarlarıyla dikkat çekiyor. Xanthos, Likya’nın en büyük şehriydi. Ticaretle zenginleşen, yine bu sayede diğer kültürlerle tanışıp sanat, mimari anlayışlarını geliştiren Likyalılar şehirlerini birbirinden güzel anıtlar yaptılar. Heredot Tarihi’nden öğrendiğimize göre, gurur duydukları şehir MÖ 540’ta Persler tarafından kuşatıldı. Yenileceklerini anlayan Likyalılar teslim olmak yerine akropolisi yıktı, eşlerini, çocuklarını, kölelerini öldürdü. Sonra Perslerin üzerine intihar saldırısı düzenledi. 1838’de şehir bir başka felaketi yaşadı. Charles Fellows kalıntıların büyük kısmını Londra’daki British Museum’a götürdü. Eğer Londra’ya giderseniz müzedeki Likya Eserleri Bölümü’nü ziyaret etmeyi unutmayın, burada ülkemizden çıkarılan pek çok eseri görmeniz mümkün. Bu alanda bulunan “ epigrafik yazıtlar, Likya uygarlığını ve onların Hint-Avrupa dillerini anlamak açısından çok büyük önem arz ediyor. Her iki şehir de Likya gelenekleri ile Helen kültürü karışımından oluşmuş. Bu karışımın etkilerini özellikle mezar ve gömü sanatı üzerinde görmek mümkün. Antik dünyanın yedi harikasından biri olarak kabul edilen Halikarnas Mozolesi de Xanthos’taki Nereid Anıtı ile aynı aileden geliyor. Nereid Anıtı da ne yazık ki British Museum’da sergilenenler arasında. Kentte ele geçen en eski bulgular tarih sevenleri MÖ 8’inci yüzyıla kadar taşıyor. Letoon ise denize daha yakın bir yere kurulmuş ve başlangıçta Zeus’un sevgilisi Leto ile oğlu Apollo ve kızı Artemis için inşa edilen bir tapınakmış. Sık sık su altında kalan bu yer Xanthos gibi yaz kalabalıklarından kaçmak isteyen, sakinlik ve huzur arayanları bekliyor.

 

NEMRUT DAĞI

Dev heykellerin zirveye taşındığı bir muamma

Nemrut Dağı’nın “Dünyanın Sekizinci Harikası” olduğunu söylemek bir alışkanlık haline gelmiş. Dağa, Güneydoğu Bölgesi’nde, Malatya ve Adıyaman arasında. Zirvesindeki Antiochus’un (MÖ 69 - 34) muhteşem gömü alanını, höyüğün etrafını çeviren dev boyutlardaki kartal başları, arslan ve insan heykellerini görüp de hayran kalmamak elde değil. Burası tarihe dokunmak isteyen herkese tavsiye edilecek bir yer. Gezinizi daha keyifli hale getirmek için bir de ipucu verelim; şafakta ya da gün batımında akın eden kalabalıklardan kaçınmak, kendinizi bu antik harikaların sahibi gibi hissetmek istiyorsanız gün ortası saatleri tercih edin. Eğer dünyaki en güzel şafak ve günbatımlarından birine tanık olmak istiyorsanız, kalabalığa katlanmanız gerekiyor. Seçim sizin. Bir de uyarı; Türkiye’den Dünya Mirası Listesi’ne giren yerler arasında en zor ulaşılanı Nemrut. Antiochus mozolesi 2 bin 150 metre irtifada, Fırat Nehri’ne ve obalara hakim bir tepede yapılmış. Hellenistik dönemin en büyük ve azametli yapılarından biri olarak kabul ediliyor. Dağ yürüyüşüne uygun ayakkabılarınızı yanınıza almayı unutmayın. Burası bir yerleşim alanı değil, sadece Kommegene Kralı Antiochus Teos tarafından kendisi için yaptırdığı bir mezar ve Yunan ile Pers tanrılarının devasa heykellerinin olduğu bir kutsal alan. Heykellerin boyu 10 metre kadar. Buradaki eserlere bakıldığında iki büyük medeniyetin, Yunanlılarla Perslerin kaynaştığı ve bu krallığın kültürünü oluşturduğu görülüyor. Bu büyüleyici mekanda, 2002’de Akbank Oda Orkestrası, ertesi yıl zirveye taşıdığı piyanosuyla Tuluyhan Uğurlu birer konser vermişti.


İlk kez 1882 yılında araştırılmaya başlanmış Nemrut. Bir sonraki yıl Arkeoloji Müzesi’nin kurucusu Osman Hamdi Bey ekibine okuldaki heykeltraş Osgan Efendi’yi de alarak Nemrut Dağı’ndaki eserler üzerinde çalışmaya başlamış. Rüzgarın ve depremin etkisiyle devrilmiş dev heykeller ayağa kaldırılmış, zarar görenler onarılmış, yeni eserler ele geçirilmiş. Osman Hamdi Bey, buradaki çalışmaları anlattığı “Nemrut Dağı Tümülüsleri” adlı kitabını Fransızca yazdı. Avrupa’daki müzeler ve sanat okullarına gönderilen kitap bilim dünyasında büyük bir heyecanla karşılandı. Kitap, Türk arkeolojisinin ilk yayınlarından biridir.

 

USTA RESSAM, ÖNCÜ MÜZECİ OSMAN HAMDİ BEY

1842 - 1910 yılları arasında yaşayan Osman Hamdi Bey, Osmanlı sadrazamı İbrahim Ethem Paşa’nın oğlu. Paris’te eğitim gördü, sanatla tanıştı, gönül verdi. Paris’teki öğrencilik yıllarından arkadaşları Şeker Ahmet Paşa ve Süleyman Seyyid’le beraber Türk resim sanatının başlamasına öncülük etti; o zamana kadar kullanılmayan insan figürlü kompozisyonları resimlerinde kullanan ilk Türk ressamı oldu. En tanınmış eseri Kaplumbağa Terbiyecisi. 1882’de Sanayi-i Nefise Mekteb-i Alisi’nin (günümüz Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademisi) kuruluşunda önemli rol oynayan Osman Hamdi Bey, çağdaş Türk müzeciliğinin de öncüsü. Kurduğu ve uzun yıllar müdürlüğünü yaptığı İstanbul Arkeoloji Müzesi’ni dünyanın en prestijli kurumları arasına sokmayı başardı. Bir devrimci aynı zamanda. Osmanlı topraklarından çıkarılan eserlerin, yine bu topraklarda kalmasını savundu. Karl Humann’ın sultanın izniyle Bergama’dan Zeus Sunağı’nı yurt dışına götürmesi, Schliemann’ın da Troya’dan hazineleri kaçırması en çok onu üzdü. Dönemin güçlü ve zengin ülkelerinden büyük tepki alacağını bilmesine rağmen hazırladığı “Asar-ı Atika Nizamnamesi”nin 1884’de padişah tarafından onaylanarak yürürlüğe girmesini sağladı. Bu kanunla birlikte Osmanlı topraklarında bulunan bütün tarihi eserlerin devlete teslim edilmesi, yabancıların yürüttükleri kazı çalışmalarına bir müze görevlisinin refakat etmesi ve bulunanların her gün kazı defterine işlenmesi zorunluluk haline geldi. Dünya ayağa kalktı; Londra, Paris ve Berlin müzeleri bu uygulamayı protesto etti. Artık hiçbir Batılı bilimadamının Osmanlı topraklarında kazı yapmak istemeyeceğini, bunun da Osmanlı’da tarihi çalışmaların sonunu getireceği yönünde açıklamalar yaptı. Lübnan’da Sayda Kral Mezarlığı kazılarında bulduğu dünyaca meşhur İskender Lahidi’ni Kayzer 2’nci Wilhelm’e hediye etmek isteyen 2’nci Abdülhamid’in bile karşısına dikilme cesaretini gösteren Osman Hamdi Bey’in çıkarttığı kanun 1960’a kadar yürürlükte kaldı.

 

GÖREME MİLLİ PARKI VE KAPADOKYA

Peri bacalarına gizli 2300 yıllık sırlar

Göreme Milli Parkı, 1985’te UNESCO’nun ilk kez Türkiye’den Dünya Mirası Listesi’ne aldığı iki yerden biri. Tek özelliği bu değil elbette. En önemli özelliklerinden biri rüzgarın ve yağmurun zaman içinde yumuşak volkanik taşlar üzerine etki ederek oluşturduğu doğal güzelliklere bir örnek teşkil etmesi. Diğeri de kayalara oyularak inşa edilmiş kiliseler, şapeller ve yeraltı şehirlerine tarih sahnesinde atfedilen büyük önem. Geniş bir alana yayılmış Göreme Açık Hava Müzesi, Dünya Mirası Amblemini taşıma onuruna sahip. Bunun en önemli nedenlerinden biriyse Açık Hava Müzesi’nde göreceğiniz kiliselerde bulunan ve ikonakırıcı dönem sonrası Bizans sanatındaki gelişmeleri gözler önüne seren önemli kanıtlar.

 

HATTUŞA

Tarihin ilk antlaşmasını bu şehrin halkı imzalamıştı

Ankara’nın kuzey doğusunda, Çorum sınırlarındaki gözlerden ırak muhteşem bir yerleşim birimi Hattuşa. Son zamanlarda başlatılan yeniden yapılandırma çalışmaları uzman olmayanların gördüklerini daha kolay yorumlamasını sağlamış. Ancak diğer taraftan da sadelik yanlısı mükemmelliyetçileri rahatsız edip yapılanları eleştirmelerine neden olmuş. Bu bölgenin tarihi Hititlerin Orta Anadolu’da geniş bir alana hükmettikleri döneme, yani MÖ 2’inci binyıla kadar uzanıyor. İbadet ettikleri tanrıların kabartmaları ise şehrin çok yakınlarındaki Yazılıkaya’da görebilirsiniz. Hitit İmparatorluğunun MÖ 13. ve 17. yüzyıllar arasındaki başkenti.
Hititlerin büyük bir olasılıkla Kafkasya’dan geldiği, Orta Anadolu’ya yerleştikleri ve yerli halk Hattilerle kaynaştıkları sanılıyor. Hititler zamanının süper gücü. Bir diğer süper güç olan Mısır ile kıyasıya rekabet ve savaş içindeydi. MÖ 1269 yılında imzaladıkları Kadeş Barış Antlaşması günümüze ulaşan en eski yazılı antlaşma olma özelliğini taşıyor. Kendi zamanındaki uluslar ile kıyaslandığında insan haklarına saygılı bir uygarlık. Kölelerin, hatta ağaçların bile haklarının olması, kadınların saygı görmesi dönemin uygarlıklarında rastlanmayan sosyal hukuk özellikleri.
Şehir, “Hattilerin şehri” anlamında yerli halktan almış adını. Şehir yaklaşık 2 kilometre karelik alanı kaplıyor. Başkent olduğu için sadece kralların ikamet ettiği idari bir yer değil, aynı zamanda bir dini merkez. Ele geçirdikleri her ülkenin tanrısını, gazabından korunmak için kendi tanrıları arasına katan Hititler bu nedenle bin tanrılı uygarlık olarak biliniyor. O dönemin dinsel mitolojisini, ritüellerini kavramak için Hattuşa pekçok ipucu içeriyor. Hititler yapılarının temelini taş, üstünü kerpiçten yaptıkları için bugüne ulaşan sadece yapıların temelleri. Yine de çok sayıda sanat eseri ve mimari eser var. Ele geçirilen 30 binden fazla kile yazılı devlet kaydından (tabletlerden) devletin yapısı, çalışma şekli ve kanunlar ile ilgili bilgiler elde edilmiş. Yapılan kazılarda bir tahıl silosu ve büyük toprak kaplar ortaya çıkarılmış.

 

DİVRİĞİ ULU CAMİİ VE DARÜŞŞİFASI

Evliya Çelebi, onun güzelliğini övmek için sözcük bulamamıştı

Divriği’de Ahmet Şah için 1228 - 1229 seneleri arasında inşa edilen muhteşem külliye, Türkiye’den Dünya Mirası Listesi’ne dahil edilen yerler arasında en az bilineni ve Nemrut’tan sonra ziyaret etmesi en meşakkatli olanı. Sivas’ın doğusuna doğru yapacağınız yaklaşık üç saatlik bir yolculuk sonrasında kalabileceğiniz doğru dürüst bir otel bulabilmeniz bile ne yazık ki zor. Sivas şehri Selçuklu mimarisine ait birbirinden güzel örnekler barındırıyor. Bu eserlerin ortak özelliği ise tüm süslemelerin giriş bölümünde yoğunlaşmış olması. Oysa ki oymacılık sanatının farklı türlerine ve her seviyeden örneğine rastlayabileceğiniz Divriği’de süsleme tutkusu yapıların dışına da taşmış durumda. Bu özelliği onu mimari meraklıları arasında vazgeçilmez kılmış. Evliya Çelebi kapı ve duvarlardaki süsleme sanatının güzelliğini “methinde diller kısır, kalemler kırıktır” diye ifade etmiş. Hamam, şifahane ve camiden oluşan Anadolu’nun bu en eski külliyesi kabartma sülus yazıları, yıldız ve geometrik motifleriyle eşi benzeri olmayan bir yapı. Süslemeler hiç bir motife bağlı kalınmadan yapılmış ve motifler asla tekrar edilmemiş. Caminin kapısına güneş ışığı vurduğunda ortaya Kuran okuyan insan silüeti çıkıyor. Türkiye’den Dünya Mirası Listesine alınan ilk mimari yapı olma özelliğine sahip.

 

SAFRANBOLU

Her köşkü bir sanat eseri 
İstanbul Ankara arasında bulunan ve 19. yüzyıldan bugüne ulaşan en bozulmamış şehir hayatının izlerini bulabileceğiniz Safranbolu’ya muhakkak gidin. Burada küçük ama şirin Arasta Çarşısı etrafında yayılmış muhteşem Osmanlı evlerine hayran kalacaksınız, Otele dönüştürülmüş bu evlerde konaklamanın tadını da çıkarın. Safranbolu adını burada yetiştirilen safrandan almış. Sokakları geçmişin görkemine şahitlik ediyor. Yakınlarında da ilginç yerler var. Yörük Köyü bunlardan biri ve Safranbolu gibi çok sayıda tarihi evi bünyesinde barındırıyor.

 

LİSTE SÜRPRİZLERLE DOLU

Dünya Mirası Listesi hazırlama fikrinin geçmişi yarım asır öncesine uzanıyor. 1959’da uluslararası toplum bir araya gelmiş ve Mısır’daki Abu Simbel ile Philae tapınaklarının bakımı ve bu tapınakların Aswan Barajı’nın arkasında yapılan yeni gölün olası taşkınlarından korunması amacıyla daha yüksek bir yere taşınması için gereken parayı toplamayı başarmıştı. Bu çalışmaları kısa süre içinde yeni başvurular takip etti ama İtalya’daki Venedik, Pakistan’daki Mohenjo-daro ve Endonezya’daki Borobudur tapınakları için verilmesi gereken destekle birlikte önemli bir eksiklik de fark edildi. Kaybolmaları halinde dünyanın eskisi gibi olmayacağı konusunda fikir birliğine varılan eserleri kapsayan bir listeye ihtiyaç vardı. Dünya Mirası Listesi böyle hazırlandı. Günümüzde tam 187 ülke sözleşmeyi imzalamış durumda, hali hazırdaki son liste ise önemi tartışılmaz 911 bölgeyi kapsıyor. 151 ülkede bulunan bu yerlerin 704’ü kültürel, 180’i doğal ve 27’si de hem kültürel hem de doğal yerlerden oluşuyor. Bu son gruptakiler sayıca az oldukları için daha da önemli, onlardan biri de Pamukkale. Listenin tamamını internette, bulabilirsiniz. (www.whc.unesco.org/en/list)


Türkiye, Dünya Mirası Sözleşmesi’ni 1985’te imzaladı. Listenin en şaşırtıcı yönü İngiltere’den 28, Almanya’dan 33 yer belirlenmiş olmasına rağmen, onca uygarlığa ev sahipliği yapan Türkiye’den sadece dokuz bölgenin seçilmiş olması. Bu da bizim beceriksizliğimizi ve aynı zamanda listenin politik etkilemelerde kaldığını gösteriyor. Zeugma ve Antakya müzelerindeki mozaikler listede bile değilken Güney Kıbrıs’ta gördüğüm sıradan Paphos Mozaikleri’nin listeye girmesi bunun iyi bir örneği. Dünya Mirası Listesi ülkelere büyük maddi kazanım getirmiyor. Elbette ki UNESCO’dan bu yeri nasıl koruyacağına dair tavsiyeler alıyor. Ancak listelenen bölgenin, eserin restorasyon, bakım ve korunmasından tamamen kendisi sorumlu. Üstüne üstlük bunu yaparken BM’in onaylayacağı standartlara uymadığında listeden çıkarılabiliyor. Geçen sene İstanbul bu tehlikeyi yaşamıştı. Yine de listeye dahil olmanın prestij getirdiğini unutmamalı.


Dünya Mirası Listesi sürprizlerle dolu. Türkiye’den liste başına Efes’in yerleştiğini sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Onun yerine listeye Troya ve Pamukkale’deki daha az tanınan Hierapolis alınmış. Gezginler bazı yerlerin listeye dahil edilmedikleri için açık bir şekilde ihmal edildiğine inanıyor; Kars civarındaki Ani, Dicle’nin kıyısında kurulmuş ve bir baraja kurban edilecek olan Hasankeyf, Afrodisyas, Göbeklitepe, Çatalhöyük, Termessos ve Edirne’deki Selimiye Camii bu yerlerden sadece bazıları.

 

TÜRKİYE’DEN DİĞER ADAYLAR

* Alahan Manastırı (25/02/2000) * Alanya (25/02/2000) * Antik Likya Uygarlığı Kentleri (06/02/2009) * Afrodisyas Antik Kenti (06/02/2009) * Perge Antik Kenti (06/02/2009) * Sagalassos Antik Kenti (06/02/2009) * *Bursa ve Cumalıkızık Osmanlı ilk dönemi kırsal ve kentsel yerleşimleri (25/02/2000) * Edirne Selimiye Camii (25/02/2000) * Efes (01/02/1994) * Güllük Dağı Termessos Milli Parkı (25/02/2000) * Harran ve Şanlıurfa (25/02/2000) * İshak Paşa Sarayı (25/02/2000) * Karain Mağarası (01/02/1994) * Kekova (25/02/2000) * Konya Selçuk Medeniyetinin Başkenti (25/02/2000) * Mardin Kültürel Alanı (Eski Kenti) (25/02/2000) * Çatalhöyük Neolitik Kenti (06/02/2009) * Denizli Doğubeyazıt güzergahında Selçuklu Kervansarayları (25/02/2000) * St. Nikolas Kilisesi (25/02/2000) * St. Paul Kuyusu ve çevresindeki tarihi bölge (25/02/2000) * Sümela Manastırı (25/02/2000) * Diyarbakır Kalesi ve Surları (25/02/2000) * Ahlat Urart Mezartaşları ve Osmanlı Kalesi (25/02/2000)

 

UNESCO DÜNYA MİRASI GEZGİNLERİ DERNEĞİ GENEL SEKRETERİ AYNUR KOÇ

Dünyada 10 kriterden 9’una sahip tek yer Hasankeyf, fakat listede yok

Televizyondaki bilgi yarışmalarında “UNESCO Dünya Mirası nedir? Ülkemizde kaç adet UNESCO Dünya Mirası vardır” sorusu yöneltilse, yarışmacılar bir yana ekran başındakilerin arasından doğru yanıt veren çok az kişi çıkar. Coğrafi konumu nedeniyle özellikle Anadolu’dan onlarca medeniyet geçmiş, her birinden bugüne kadar gelen eşsiz eserler kalmış. Böylesi zenginliğe sahip ülkemizden UNESCO Listesi’ne sadece 9 yer girebilmiş. Bunlardan İstanbul’daki Tarihi Yarımada, geçen yıl listeden düşme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Bizler, dünyayı gezen, diğer ülkelerdeki Dünya Mirası yerlerinin çoğunu gören gezginler, 2010 Mayısı’nda bir araya gelerek Başkanımız Atila Ege liderliğinde Dünya Mirası Gezginleri Derneği’ni kurduk. 911 adetlik listede, Atila Ege, sanıyorum 600’e yakın yerle Türkiye’de en fazla Dünya Mirası gören kişi.


Derneğin amacı hem UNESCO Listesi’ne daha fazla yer sokabilmek için diğer kuruluşlarla çalışmalar yapmak, toplumsal bilinç yaratmak, konferanslar vermek, internet sitesi ile uluslararası bilgilendirme yapmak, listedeki yerlerin UNESCO ambleminin genel olarak her şeyde kullanılmasını sağlamak ve okullarda Dünya Mirası konusunda öğretmenler ve öğrencilere bilgi aktarmak. Oluşturduğumuz Eğitim Komitesi, İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü’nün de desteği ile bu yıl okul çalışmalarına başladı. UNESCO Dünya Mirası evrensel, ortak bir miras. Tüm ülkeler bu mirasta söz sahibi. Bir ülke ne kadar çok Dünya Mirası’na sahipse o kadar prestij sahibi oluyor ve turistin o ülkeyi tercih etmesine neden oluşturuyor. Tur ilanlarında artık ülkelerin Dünya Mirası sayılarını daha sık görüyoruz. Allianoi ve Hasankeyf, UNESCO Listesi’nde olsalardı ne kumla örtüleceklerdi ne de sular altında kalacaklardı. UNESCO’nun Dünya Mirası olabilmek için 10 kriteri var. Dünyada sadece Hasankeyf bu kriterlerin 9’unu taşıyor. Fakat listede değil. Efes de hala listede yer almıyor. Edirne Selimiye Camii ve Alanya Kalesi aday adayımız. Her ikisi için de saha yönetimi olarak adlandırdığımız ekipler gerekli dosyaları hazırlayıp UNESCO’ya iletti, şimdi örgüt yetkililerinin bu yerleri ziyareti ve kararı bekleniyor. Diyarbakır Surları gibi daha pek çok yerimiz listeye girmeyi beklerken, Divriği Ulu Camii gibi listede olan yerlerimiz bakımsızlıktan değer kaybediyor. Ülkemizdeki eserlerin değerini bilelim, sahip çıkalım, koruyalım. Gelin siz de bize katılın. (www.dunyamirasigezginleri.com)

Hürriyet, Haber: Saffet Emre Tonguç, 30.05.2011

AHISKA AHMEDİYE CAMİSİ RESTORE EDİLECEK

 

 

Gürcistan hükümetinin aldığı karar doğrultusunda Ahıska'da bulunan Ahmediye Camisi'nin yeniden müze olarak restore edileceği bildirildi. 1944 yılında Stalin döneminde sürgün edilen Ahıska Türklerinin Ahıska'ya dönmeleri başlayınca müze olarak kullanılan ve harabe durumundaki cami, tekrar cami olarak kullanılmaması için Gürcistan hükümeti bir dizi çalışmalar gerçekleştiriyor. Gürcistan hükümeti Ahıska'ya dönen Ahıska Türklerine adeta baskı uygulayarak geri dönmeleri için gereken her şeyi yapıyor. Şimdide aldığı kararla ecdat yadigarı camiyi müze olarak restore ederek hizmete sunulacağı günü bekliyor. Caminin yeniden ibadete açılabilmesi için Ardahan Valisi Mustafa Tekmen'den yardım istendi. Vali Tekmen ise bu konuyla ilgileneceği müjdesini verdi.

Ahıska Atabeklerinden Hacı Ahmed Paşa, Ocaklı Çıldır Ahıska Beylerbeyi iken, Ahıskalı ustalara, İstanbul Selatin Camileri örneğinde çok Güzel bir medrese, çeşme/sebil ile Ahmediye adlı bir ulu cami yaptırdı. 1749 Yılında biten Ahmediye külliyesinin küçük bir örneğini de yine Ahıskalı Ustalar, Atabekli Küçük İshak Paşanın Sancak Beyi olduğu Doğubayazıt Kalesinde 1785'te yapmışlardır. Her iki cami de Türk mimarlığının şaheserleridir. 1828 Ahıska felaketinin ardından Ruslar, Ahmediye'nin ak minaresini sökerek kiliseye çevirdiler. Bu mimari eserler, Ahıska 'ya gelenleri büyüleyecek kadar güzeldi. Erzurum ulemasından İspirli Divan Şairi ve İbrahim Hakkı Hazretlerinin Farsça Hocası Hazık Efendi (1690 1763), tertip ettiği Divan'ında Ahıska'daki cami, medrese ve iki çeşme üzerine, tarih düşürdüğü manzumeler yazmıştır.

Erzurum Gazetesi, Haber: Halil İbrahim Ataman, 30.05.2011

İMAMA KAÇAKÇILIKLA MÜCADELE ÖDÜLÜ

 

İlk kez bir din adamına, ‘’Kaçakçılıkla mücadelede başarı ödülü’’ verildi. Eski eser hırsızlıkları ve kaçakçılığına karşı mücadelede katkı sağlayan, çalınan bir eserin de bulunmasında rolü olan İstanbul Beşiktaş Küçük Mecidiye Camii imamı Cavit Coşkun Vakıflar Genel Müdürlüğü'nce ödüllendirildi.
 

Vakıflar Genel Müdürlüğü'nde, çalınan tarihi eserleri izleyen ‘’Kaçakçılıkla Mücadele Bürosu’’ buluyor. Türkiye genelindeki binlerce vakıf eseri ve camiye dadadan hırsızlar, antika halı ve kilimlerden hat levhalarına, çinilerden şamdan ve kazanlara kadar pek çok değerli eşyayı çalıyor. Hırsızlığın en çok yaşandığı illerin başında ise en fazla tarihi eserin olduğu İstanbul geliyor.
 

Vakıflar Genel Müdürlüğü, çalışmalara katkı sağlayan ve “Boğaz'ın sanatkar imamları” arasında yer alan Beşiktaş Küçük Mecidiye İmamı Cavit Coşkun’u da ödüle layık gördü. Kaçakçılık ve hırsızlıkla mücadeleye destek veren Coşkun, yaklaşık 16 yıldır Küçük Mecidiye Camii’nde görev yapıyor.
 

Hat sanatı ile uğraşan Coşkun, ünlü hattat Aydın Ergün’den de eğitim aldı. İmam Coşkun,  Beşiktaş semtindeki camilerde bulunan hat eserlerinin dokümanlarını da çıkardı. Fotoğraflarıyla birlikte, bütün eserlerin eni, boyu, yazı çeşidi, hattatın kim olduğu da anlatan Coşkun, kayıtları sayesinde Sinan Paşa Camii'nden çalınan bir eserin bulunmasını da sağladı.
 

Vakıflar Genel Müdürlüğü, Coşkun’un yanı sıra, Kaçakçılıkla Mücadele Birim Sorumlusu Zübeyde Cihan Özsayıner, Birim Şube Müdürü Serpil Özçelik, vakıf uzmanı Mahir Polat, ve arkeolog-komiser İsmail Şahin’e de katkılarından dolayı ödül verdi.

gazeteport.com, 29.05.2011

BİN 882 TARİHİ ESERİ GERİ ALDIK

 

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı Kazılar ve Araştırmalar Daire Başkanı Melik Ayaz, yurt dışına kaçırılan tarihi eserlerin iadesine yönelik çalışmalar sonucu, 2011 yılında bin 882 tarihi eserin Türkiye'ye kazandırıldığını söyledi.

 

İnönü Üniversitesi'nde gerçekleştirilen 33. Uluslararası Kazı, Araştırma ve Arkeometri Sempozyumu'na katılan Ayaz, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın şu anda en önemli faaliyetlerinden birisinin yasa dışı yollarla yurt dışına çıkarılmış eserlerin iadesi olduğunu ifade etti.

 

Bu konuda son 4 yıl içerisinde çok ciddi mesafeler kat edildiğini belirten Ayaz, “Bakanlığımızın çalışmaları kapsamında 2011 yılında yurt dışına çıkarılan bin 882 eser Türkiye'ye kazandırıldı. Bunların hepsi yasa dışı yollarla yurt dışına çıkarılan eserlerimizdi” dedi.

 

Uluslararası yasalar ve mevzuatlar açısından yurt dışına çıkarılmış eserlerin iadeleri konusunda sıkıntılar yaşadıklarını ifade eden Ayaz, şunları kaydetti:

“Herhangi bir eserin yasa dışı yollarla bulunduğu ülkeye, iadesi konusunda girişimde bulunduğumuz takdirde, 1970 yılında bizim de taraf olduğumuz UNESCO Sözleşmesi karşımıza çıkıyor. Burada bağlayıcı olan iki hüküm var. Birisi, söz konusu olan eserin bir envanter kaydının olması. Eserlerin envanter kaydını ispatlayabiliyorsanız iadesi mümkün. Diğeri ise, eserlerle ilgili çalındığı andan itibaren bir hukuk davasının olması. Bunun dışında bir şekilde yurt dışına çıkarılmış eserlerin iadesi mümkün olmuyor.”

 

Eserlerin iadesi konusunda ikili kültürel anlaşmalara önem verdiklerini dile getiren Ayaz, Türkiye gibi bu konuda mağdur olan ülkelerle işbirliği yaptıklarını, haksız yere eserlerini iade etmeyen ülkelerle kültürel ilişkilerini sınırlandırdıklarını söyledi.

 

Türkiye'den yurt dışına çıkmış olan eserlerin yüzde 90'ının kaçak kazılar yoluyla gittiğini belirten Ayaz, şöyle devam etti:

“Türkiye'de çok fazla kaçak kazı yapılıyor. Uluslararası alanda bu işin piyasası, pazarlanması var. Perde arkasında bilmediğimiz bir çok güç var. Ülkemiz çok fazla arkeoloji zengini. Kaçak kazıları önlememiz bu anlamda çok zor. Burada önemli olan toplumsal kültür bilincinin arttırılması. Kültür varlığı, uluslararası literatürde insanlık mirası olarak değerlendirilir. Bizim mevzuatımıza göre de devlet malı olarak nitelendiriliyor. Böyle olunca kamunun ortak malı sayılıyor. Bir bireyin bunu kullanması yasal ve insani hatta ahlaki değil. Bu bilincin oluşturulması lazım” diye konuştu.

 

Ayaz, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın bir diğer önemli çalışmasının da ülkedeki müzelerin teknik imkanlarının artırılması olduğunu belirtti.

 

Bölge bazında yapılan tip müzeler yerine, yörenin ikLim şartlarına uygun olarak yeni bir yapılanma içerisine girdiklerini anlatan Ayaz, “Eserlerin tarihi niteliklerine göre teşhir ve tanzim edilerek, yeniden dizayn edilmesi konusunda Bakanlığımızın ciddi çalışmaları var. İnşallah önümüzdeki sezon içinde müzelerimiz, çağdaş müzecilik nitelikleri neleri gerektiriyorsa, o çerçevede bir konuma oturtulacak” dedi.

 

Türkiye'de 100'e yakın devlet müzesi, 100'e yakın da sivil toplum kuruluşlarının müzeleri olduğunu aktaran Ayaz, açıklamasını şöyle tamamladı:

“Şu anda Türkiye'deki tarihi zenginliği dikkate aldığımız da, mevcut müzelerin yeterli olduğunu söylemek mümkün değil. İleride bölge müzeleri niteliğinde daha büyük çaplı ve donanımlı müzelerin oluşturulmasını hedefliyoruz. Bu manada konumları itibariyle bazen arkeolojik kazıların bulunduğu mekanlarda müzeler açılarak, normal müzelerin dışında bu konunun güçlenmesi için ciddi gayret gösteriyoruz. Bir çok eserimiz şu anda teşhir ve tanzim alanları yeterli olmadığı için depolarda tutulmaktadır. Tabi bunları sağlıklı bir şekilde sergilemek amacıyla bu çalışmalarımız yoğun bir şekilde devam ediyor.”

Hürriyet, 29.05.2011

KESTEL KALESİ GÜN YÜZÜNE ÇIKIYOR

 

Kestel’e adını veren ve bölgenini en eski kalesi olan tarihi Kestel Kalesi’nin bölge turizmine kazandırılması için çalışmalar başladı.

 

Kestel Belediyesi tarafından yürütülen çevre düzenleme ve restorasyon çalışmaları hakkında bilgi veren Belediye Başkanı Yener Acar, ilçenin en önemli sembollerinden olan kalenin, tarihi dokusunu yeniden ortaya çıkaracaklarını söyledi. Başkan Acar, ’Geçmişte oluşan çarpık yapılaşma yüzünden kaybolan tarihi kalenin yeniden ilçeye kazandırılması amacıyla, kamulaştırma çalışmaları kapsamında kamulaştırılan 3 adet binanın daha yıkımını gerçekleştiriyoruz. Binaların yıkılması sonrasında Büyükşehir Belediyesi ile birlikte çevre düzenleme çalışmalarına başlanacak’ dedi. Beşken Acar, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün onayladığı proje ile de aynı zamanda restorasyon çalışmalarını sürdüreceklerini sözlerine ekledi.

Bursa Olay, Haber: Osman Güneş, 29.05.2011

MAGNESİA ANTİK KENTİNE TURLAR BAŞLADI

 

Aydın’ın Germencik İlçesi Ortaklar Beldesi’ne bağlı Tekinköy sınırları içinde bulunan Magnesia antk kentine turlar başladı.

 

Antik kentteki kazıları yürüten Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Prof.Dr. Orhan Bingöl, 1984 yılından bu yana Magnesia’da çok önemli eserleri ortaya çıkarttıklarını ve buranın turizme açılmasının zamanının geldiğini söyledi. Tura Turizm’in de bu fırsatı değerlendirdiğini kaydeden Bingöl, günde 4- 5 otobüs turist geldiğini belirtti.

 

Magnesia’nın önce Perslerin, ardından Hellenistik krallıklarından Seleukos ve Bergama’nın (MÖ 189) hakimiyeti altına girdiğini kaydeden Bingöl şu değerlendirmede bulundu:

“Bu yıllar kentin en görkemli dönemleriydi. Kent Priene- Ephesos- Tralleis üçgeni arasında ticari ve stratejik açıdan önemli bir konumdaydı. Magnesia’nın bu görkemi MS 262′de Ephesos ve Priene gibi, Gotlar tarafından yakılıp yıkılmasıyla sona ermiş gibi görünüyor. Kent, MS 620-630 yıllarında Pers kralı II. Hüsrev’in ordularının akınlarına karşı koymak üzere Artemis kutsal alanı çevreleyen surun içine çekilmişti. Magnesia 12′ci yüzyılda bir Bizans kenti ve piskoposluk merkezi olarak geçmektedir. Kentin 1300′lerden sonra Aydınoğulları Beyliği’nin hakimiyeti altına girdiği, daha sonra karşılaştığı nehir taşkınlarının getirdiği hastalıklar sonunda da terk edilmesiyle, ortadan tamamen kalktığı anlaşılmaktadır.”

haberler.com, 29.05.2011

OĞUZ ATAY İÇİN NE YAPMALI?

 

'Tutunamayanlar'ın yazıldığı binadan bir süredir balyoz sesleri geliyordu. Oğuz Atay severler haberle huzursuzlanıp ayaklanmışken bina sahibi ortaya çıktı. Tolga Sobacı, bilmeden yaptığı 'edebi' yatırımı anlatırken ikinci katın akıbetini 'sevgili okuyucuya' soruyor.

 

‘‘Köyde oturduğum sırada bir gün ‘ilginizi umarak’ diye imzalanmış bir kitap gelmişti bana: ‘Tutunamayanlar’. Çok beğendiğim halde bunu Oğuz Atay’a bildirmek gereği duymamıştım.

Böylesine güzel bir roman yazan birinin başkalarını da yazacağını, benim yargıma gereksinmeyeceğimi düşünmüştüm. Yıllar sonra bir tanıdığına benim için ‘Romanımla ilgilenmedi’ demiş. Bunu duyduğuma üzüldüm. Ölmemiş olsaydı ne yapar eder, onu bulur konuşurdum.”
Yusuf Atılgan 1984’te Nokta dergisine Oğuz Atay için bunları söylemişti. Ben de ‘Oğuz Atay’a Armağan’ kitabından (ıletişim Yay.) okuyorum.


Böyle bir talihsizliği vardı Oğuz Atay’ın. Yazdıklarına dair çevresinin yargısına, takdirine hala ihtiyaç duyarken, 43 yaşında çok erken öldü. Gönlünden geçen kadar insana ulaşamamış, hayal ettiği kadar patırtı yaratmamıştı yazdığı. Zamanında suları, safraları benzer Yusuf Atılgan’ın hakkındaki fikrini kulaklarıyla duyamadığı ‘Tutunamayanlar’ çok sonradan tutundu; Oğuz Atay sonradan tutuldu. Üzerine onlarca tez yazıldı, ‘tutunamamak’ Turgut Özben’i, Selim Işık’ı aşar gibi bir halin adı oldu. 

‘Küçük hesaplar’ peşinde
Çarşamba günü ‘Oğuz Atay’ın evi de tutunamadı’ başlıklı bir yazı yazmıştım. Beyoğlu, Hayriye Caddesi’nin 9 numarasına denk düşen binadan, Oğuz Atay’ın 1968’de Sevin Seydi’yle birlikte oturduğu ve ‘Tutunamayanlar’ın doğduğu o apartmandan balyoz sesleri yükseliyordu çünkü.
Birkaç nedenden iç burkucuydu bu sesler. Öncelikle sevdiğimiz yazarlarla kurduğumuz edebi ilişkinin romantizmiyle, Atay’ın daktilosundan kalkıp da önünde sigara yaktığı o ikinci kat penceresi bir başka görünmüştü gözüme. ıçimdeki Olric ‘Dursa ne olacaktı ki, mum mu dikecektin’ diye bu nevi hassaslıklarla dalga geçse de, oraya gıpgıcır bir bina dikilmesi ihtimali içimi bulandırmıştı.


Bunun ötesinde, inşaat mühendisi bir yazarın mahsulleri üzerinden bir şehirleşme modelinin altını çizmek istiyordum. ılla geçen yüzyıl başından tescilli tarihi eser olması gerekmiyor; son yıllarda bilhassa revaçta mahallelerde 60’larda, 70’lerde yapılmış bir sürü sapasağlam bina yıkılıyor. Neden? Kat sahipleri ortaklaşa karar verip diyorlar ki, dairemiz büyür, üzerine bir ebeveyn banyomuz olur, bir de ankastre mutfak taktırırız. Verelim bir müteahhite, çıkabildiği iki katı da kendi alsın... ış hesap kitapsa, öyle bir daire verip iki tane almak bile yok yani yekunde. ‘Tutunamayanlar’ zaten bu ‘küçük hesapların’, bu yetinmez küçük burjuva muhayyilesinin romanı değil midir? 

‘Kendimizi zincirlesek mi?’
Bu yazıya dair sosyal ve de bireysel iletişim metodlarıyla o kadar çok fikir beyan eden oldu ki inanamadım. Orhan Pamuk iki tür Oğuz Atay okurundan söz eder. 1. ‘Ah canım Selim!’ duyarlığına ilgi duyan kültür ve melodram düşkünü okur. 2. ‘Bat dünya bat’ sinizmini seven alaycı okur. Bir de buna ‘ıstanbul nereye gidiyor?’ kitlesini ekleyin. Hüzünden esef duymaya, imza toplamaktan apartman önüne kendilerini zincirlemeye varan çeşitlilikte tepki geldi. Bilmem Oğuz Atay nasıl bakardı bu işe?


Gelen mail’lerden biri ise biraz farklıydı. şöyle başlıyordu: “Merhaba Pınar Hanım. ısmim Tolga Sobacı. Oğuz Atay’ın yaşamış olduğu binanın sahibiyim.”


Sobacı, fikren yazılanlara katılsa da bir düzeltme yapmak istiyordu. Bu muhtemelen birçok insanı da sevindirecek, yaklaşık bir buçuk ay önce başlayan inşaatta bir yıkım söz konusu olmadığını, sadece restorasyon yaptıklarından bahsediyordu: 

‘Biz de sonradan öğrendik’
“Çatı tamamen işlevini yitirmiş, en üst katın tavanı çökmeye başlamış ve merdivenlerde de bina statiğini riske sokan çatlaklar oluşmuştu. Bina mevcut durumu muhafaza edilecek şekilde restore ediliyor ve yazınızda endişe ettiğiniz gibi binanın yıkılması veya iki kat eklenmesi gibi bir durum söz konusu değil. Tadilat belediyeden gerekli izinler alınarak yapılıyor. Binanın statik olarak güçlendirilebilmesi için belli noktalara güçlendirme yapılması gerekiyor. Bu esnada maalesef biraz balyoz sesi eşlik ediyor bu duruma. Yani Oğuz Atay’ın evinin tutunabilmesi için yapılıyor aslında şu anda yapılanlar.”


Üstelik restorasyon sonrası ikinci katı sıradan bir konut olarak değerlendirmek istemiyor ve soruyordu: Oğuz Atay için ne yapılabilir?


Ertesi sabah buluştuk. Bir iş toplantısından koşturarak gelmiş, 1973 doğumlu bir genç profesyonel... Ankara’da Mülkiye’yi bitirdikten sonra sekiz yıl ABD’de yaşamış, akademik kariyer yapmış. Dönünce de birtakım çokuluslu büyük şirketlerde iş hayatı başlamış.


Bundan iki-üç sene önce kardeşiyle birlikte yatırım amacıyla bu binayı satın aldıklarını anlatıyor. ımzaları attıklarında Oğuz Atay’ın bir dönem burada ikamet ettiğini bilmiyormuş. Hemen bitişikteki Apel Galeri’nin sahibi Nuran Terzioğlu anlatmış ikinci katın hikayesini. Duyunca çok mutlu olduğunu itiraf ediyor. 

Tutunamayanlar Apartmanı
Sobacı’nın bir okur olarak Oğuz Atay’la ilişkisi ‘Tutunamayanlar’ üzerinden sadece. ABD’de yaşadığı dönemde, yaz tatili için geldiği sırada, 1996’da okumaya başlamış. Dünyasının karanlığı biraz ürkütmüş onu. Sayfalarca noktasız malum cümle kalmış aklında. Dışarıdan heybetli görünse de bu apartmanın daireleri 50 metrekareden bile küçük. ‘Tutunamayanlar’a yakışacak bir büyüklük olarak tarif ediyor.


Bir süredir kullanılmadığı için içerisi harap halde olan apartmanda, esnaftan alınan malumata göre bir süre tinerciler yaşamış. Bir de kulağına gelen şehir efsanesine göre binada 30 küsur yıl yaşayan bir adamdan söz ediliyor; ‘eski kulağı kesiklerden’... Beyoğlu’ndaki her kavgaya koşar, yaralanana bir de pansuman yaparmış.


Tuhaf bir karakter...
Restorasyondan sonra diğer katları konut olarak kiralamayı düşünürken, bu ikinci katı sıradan bir daire gibi kullanmak istemediğini söylüyor Sobacı. Bir ara apartmanın adını ‘Tutunamayanlar’ koyma fikri gelmiş aklına, ama yaşayanlar için fazla depresif olabileceği ihtimalini de ekliyor. Depresyondan ne anladığınıza bağlı tabii. 

Seneye 35. ölüm yıldönümü
Viyana’da turist olarak gezdiği Mozart’ın evi misali müzelerin, içlerindeki her tür yeniden üretilmişliğe karşın o şahsa dair fikir ve his verme yeteneğine sahip olduğu kanaatinde. Fakat sorular da mebzul miktarda... Gerekli olan bir Oğuz Atay müzesi mi? Yahut klasik müze tariflerinin ötesinde Oğuz Atay’a mahsus bir alan nasıl yaratılabilir? Hazır hemen iki sokak aşağıda kapılarını ziyaretçilere açmayı bekleyen Orhan Pamuk’un ‘Masumiyet Müzesi’ varken, şehrin tamamını kapsayan bir yazarlar evi rotası çizilebilir mi? Başka hangi yazarların, şairlerin evleri ayakta? Apartmanın ikinci katı ziyaretçi akışı için çok müsait olmazsa girişteki dükkan kısmı bir kültürel girişim olarak değerlendirilebilir mi? Ya da sadece o daire, belli süreler için kalmak isteyenlere düzenlenebilir mi? “Ben yazar olsam kesin orada bir gece geçirmek isterdim” diyor mesela Sobacı.


Arka arkaya çok fazla soru oldu. ınşaat planlandığı gibi giderse 60’lardan kalma bu apartman ekim ayında restore edilerek cilalanmış hale gelecek. 2012 yılının Atay’ın 35. ölüm yıldönümü olduğu düşünülürse, tüm bu sorulara cevap vermek için vakit var gibi görünüyor. Peki kim verecek bu cevapları? Öncelikle ailesi, kızı... Sonra dostları, sonra da onu yaştan azade ahbabı bilenler, sevenler...


‘Tutunamayanlar’ içinde ‘Ne yapmalı?’ diye bir bölüm vardır. Ben işte kendimi o son kategoriden hissetmekle, karşımda ‘Ne yapmalı?’ diye düşünen birinin meramını aktardım. Gelen fikirler arasındaki trafiği sağlama vazifesi şimdilik bizde olsun.

Neşriyat bilgisi
Oğuz Atay’ın bütün eserlerini ıletişim Yayınları basıyor. ‘Bir Bilim Adamının Romanı’, ‘Eylembilim’, ‘Günlük’, ‘Korkuyu Beklerken’, ‘Oyunlarla Yaşayanlar’, ‘Tehlikeli Oyunlar’ ve ‘Tutunamayanlar’ dışında Atay’a dair derlemeler de mevcut. ‘Oğuz Atay’a Armağan-Türk Edebiyatının ‘Oyun/Bozan’ı’ (Haz. Handan ınci), ‘Oğuz Atay ıçin - Bir Sempozyum’ (Haz. Handan ınci-Elif Türker), ‘Ben Buradayım -Oğuz Atay’ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası’ (Yıldız Ecevit). 1989 basımı ‘Oğuz Atay’ın Dünyası’ (Tatjana Seyppel) sahaflarda bulunabilir. Yanda ortadaki, o dönemki sevgilisi ressam Sevin Seydi’nin yaptığı ilk kapak.


Bu arada Notos dergisinin Haziran-Temmuz sayısında bir Oğuz Atay dosyası mevcut. İlgililere duyurulur.

Radikal, Yazı: Pınar Öğünç, 29.05.2011

RUS KÜTÜPHANESİNDEK TÜRK EL YAZMASI ESERLER, YUVAYA DÖNÜYOR

 

Kültür mirasımızın önemli ürünleri arasında yer alan Türkçe elyazmaları, yabancı ülkelerle aramızda köprü kuracak nitelikte.

 

Çünkü Rusya Bilimler Akademisi Doğu Elyazmaları Enstitüsü ile Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi arasında yapılan anlaşma çerçevesinde elyazması eserlerin dijital kopyası iki ülke arasında değiş tokuş edilecek. 65 dilde eserin mevcut olduğu St. Petersburg Kütüphanesi'ndeki Türkçe 3 bin, Arapça 10 bin, diğer dillerde yazılmış 87 bin eserin dijital kopyası Türkiye'ye getirilecek. Bu eserlerin önemli bir bölümünü, Sovyet Rusya döneminde elçilerin bulundukları ülkelerden satın alarak Rusya'ya götürdüğü eserler oluşturuyor.

Zaman, Haber: Ünal Livaneli, 29.05.2011

İZMİR'İN TÜRK MÜHRÜNE VAKIFLAR EL ATTI

 

İzmir'in Türk hakimiyetine girmesinde önemli rol oynayan Emir Sultan'a ait türbe, Büyükşehir Belediyesi ile Vakıflar Bölge Müdürlüğü'nü karşı karşıya getirdi.

 

Restorasyon çalışmalarını 2006 yılında bir protokolle üstlenen belediye, vaadini beş yıl boyunca yerine getirmeyince Vakıflar Bölge Müdürlüğü, harekete geçti. Bunun üzerine belediye, Vakıflar Bölge Müdürlüğü'ne 'kesin teminat' adı altında 50 bin 483,19 lira yatırarak, restorasyonu iki yılda tamamlama sözü verdi. Sivil toplum örgütü temsilcileri, "Ya restorasyona bir an önce başlayın ya da protokolü iptal edin, Vakıflar Müdürlüğü yapsın." diyerek belediyenin restorasyona başlamamasına tepki göstermişti.

Zaman, Haber: Ömer Oruç, 29.05.2011

3 DİN İÇİN ÖRNEK SAYGI DURUŞU

 

 

Türkiye tarihinde ilk kez restore edilen bir Ermeni kilisesi. İlk kez devlet töreniyle gömülen Yahudi bir vatandaşın önce tinercilere kaptırılan, sonra bekar odaları haline dönüştürülen anıt mezarı. Ve nihayet, İslam tasavvufunun en derin kollarından Mevleviliğin yeniden dirilen mekanı: Galata Mevlevihanesi. Üçü de tepeden tırnağa yenileniyor.

 

Kumkapı'nın bilinen kalabalığından ve keşmekeşinden kurtulup arka sokağa geçince Ermeni Patrikhane’sinin ve karşısındaki 3 kilise ile birlikte Bezciyan Okulu’nun bulunduğu genişçe bir meydan karşılar sizi. O 3 kiliseden birisi olan Vortvots Vorodman Kilisesi yıllardır tam bir harabe halindeydi. İsmi Ermenice’de, ‘Gökgürültüsünün Çocukları’ anlamına gelen mabet, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin restore edilen ilk kilisesi olarak hayat kazanıyor. ‘Mesrob Mutafyan Kültür Merkezi’ adı altında hizmete girecek olan Vortvots Vorodman Kilisesi, muhtemelen bir süre sonra Kumkapı’nın çehresini de değiştirecek. (Ahtamar da restore edildi ama bilindiği gibi o kilise olarak değil, müze olarak kayıt altında.)

Şirket-i Hayriye ve Tramvay Şirketi’nin kuruculuğundan ilk modern bankacılığa uzanan, sanatsever kimlikleriyle Louvre’u veya d’Orsay Müzesi’ni özel koleksiyonlarıyla besleyen Kont Abraham Kamondo’nun Hasköy’deki anıt mezarı ise hakikaten hazin bir hikaye. Meraklı olmayanların sadece Bankalar Caddesi’ndeki Kamondo Merdivenleri’nden tanıdığı bu önemli Yahudi ailesinin en önemli ismi olan ve Paris’te yaşayan Kont Abraham Kamondo, İstanbul’da toprağa verilmeyi vasiyet etmiş ve zaten ölmeden önce de kendi mezarını yaptırmıştır. Kont Kamondo, Türkiye tarihinde devlet töreniyle toprağa verilen ilk ve Silvio Ovadio’nun ifadesiyle, aynı zamanda son Yahudi’dir. Ne var ki, Hasköy sırtlarındaki bu anıt mezar, zamanla önce tinercilere mekan olacak, hazine var umuduyla her tarafı kazılıp parçalanacak, arkasından da bekar odalarına dönüştürülecektir. Kamondo anısına sahip çıkmaya çalışan cemaat mensupları ise silahla kovalanacaktır üstelik. Şimdi burası da müze-park haline getiriliyor.

Galata yokuşunun hemen başındaki Galata Mevlevihanesi ise bütünüyle yenilenmiş olarak serin bahçesinde mütevekkil zamanlar armağan ediyor tasavvufa gönül verenlere. Mevlevihane’nin hemen girişinde yatan büyük şair Şeyh Galip, yıllar sonra Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Yahya Kemal’e, Orhan Pamuk’tan Beşir Ayvazoğlu’na uzanan bir çizgide pek çok farklı isme ilham vereceğini bilseydi acaba bir şey değişir miydi bilmek mümkün değil elbette. Bilebileceğimiz yahut bilebiliyormuş gibi yapabileceğimiz, modern zaman efsanelerine bu kadar yakın bir mekanda, modern zaman efsanelerine zerre prim vermeden varolabilme imkanı.

Bu 3 mekan yanında başka pek çok mekanı da İstanbullulara kazandıran 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı ise haziran ayı itibariyle kepenkleri kapatmaya hazırlanıyor. Restorasyon projeleri bitirilecek elbette ama Prof. İlber Ortaylı’nın, “Topkapı Sarayı’nı 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı kurtardı. Müzecilik konusunda büyük desteklerini gördük. Bu nedenle devam etmeli” sözlerini unutmamak gerekiyor. Topkapı Sarayı gibi sürekli restorasyon gerektiren projeleri, normal prosedürü takip ederek onarmak mümkün değil çünkü.

Hürriyet, Haber: Sefa Kaplan, 29.05.2011

KAÇIRILAN TARİHİ ESERLER KOLEKSİYONERLE GERİ GELİYOR

 

İstanbul Vakıf Camilerinden Çalınan Kültür Varlıkları Uluslararası Sempozyumu Taksim Hill Otel`de başladı.

 

Sempozyumla ilgili bir açıklama yapan Adell Armatür Abı Hayat Koleksiyonu Kurucusu Dr. Ercan Topçu "Avrupa ve Amerika`daki Sotheby ve Christy`s gibi ünlü müzayede kuruluşlarının müşterilerinin çoğunu Türkler oluşturmaktadır. Özellikle Türk ve İslam, Osmanlı eser müzayedelerinde salondaki müşterilerin çoğu Türklerdir. Bu ülkemiz adına sevindiricidir. Bir şekilde yıllar önce Türkiye`den yasal veya kaçak çıkmış, kaçırılmış eserler Türkiye`ye geri getirilmektedir" şeklinde konuştu.

Bazı sanat sever işadamlarının çok önem arz eden eserleri satın alarak devlet müzelerine bağışladığını hatırlatan Ercan Topçu, iş adamı Zeynel Abidin Erdem`in Sultan II. Abdülhamid`in bizzat kullandığı mührü ciddi bir paraya Fransa`da müzayededen satın alarak Topkapı müzesine bağışlamasını örnek olarak gösterdi.

Son dönemlerde Türkiye`de kültür ve sanat severlik, tarihi eser koleksiyonerliğin sevindirici bir şekilde arttığını anlatan Topçu, "Artık bu koleksiyonlar müzelere dönüşmektedir. Açılan ve açılması planlanan birçok özel müze vardır. Adell armatür İstanbul Su ve Hamam Müzesi açmak için yer arayışlarını sürdürmektedir. Yıllardır talan edilen ve yurtdışına kaçırılmış olan bu topraklara ait tarihi eserlerimiz artık Türkiye`ye artan bir şekilde dönmektedir. Bundaki en önemli sebeblerden biri de milli ve tarihi kültürümüze sahip çıkan ve müze açmayı hedefleyen koleksiyonerlerdir" dedi. 

İstanbul Ajans, Haber: Selma Aktaş, 28.05.2011

'FUTBOL MAÇI' TABLOSU SATILDI

 

1976 yılında 88 yaşında hayata gözlerini yuman İngiliz ressam LS Lowry'nin "Futbol Maçı" (The Football Match) isimli tablosu, İngiltere'nin başkenti Londra'da, Christie's Müzayede Evi'nde yapılan bir açık artırmada 5.6 milyon sterline (14.8 milyon Türk Lirası) satıldı.


1949'da yapılan ve son 20 yıldır sergilenmeyen tablonun kimin tarafından satıldığı ya da alındığı açıklanmadı. Modern bir başyapıt olarak kabul edilen tablo, İngiltere'nin Manchester kentindeki bir futbol maçını resmediyor. Uzmanlar tablonun 3.5 ile 4.5 milyon sterlin arasında bir fiyattan satılacağını tahmin ediyordu. Tablo tahminlerin üzerine çıkarak tam olarak 5.641.250 sterline alıcı buldu.

Habertürk, 28.05.2011

TARİHİ İMARET 600 YIL SONRA ASLINA DÖNDÜ

 

Bursa Büyükşehir Belediyesi, Çelebi Sultan Mehmet tarafından 1400'lü yılların başında yaptırılan ve zaman zaman amacı dışında kullanılan Yeşil İmareti'ni yeniden aşevi olarak hizmete açtı. Çelebi Sultan Mehmet'in Cuma namazları sonları aş dağıttığı tarihi imarette 6 asır sonra Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, vatandaşlara çorba dağıttı.

Çelebi Sultan Mehmet'in Hacı İvaz Paşa'ya 1415 – 1419 yılları arasında yaptırdığı Yeşil Külliyesi'nin bir bölümünü oluşturan ancak yakın tarihe kadar sadece yemekhane kısmına ait duvar kalıntılarının ayakta kalabildiği Vakıflar Genel Müdürlüğü mülkiyetindeki İmaret, Büyükşehir Belediyesi tarafından aslına uygun fonksiyonlandırıldı.

Restorasyonu önemli ölçüde tamamlayan Yeşil İmareti'ni Büyükşehir Belediyesi'ne tahsis edilmesinin ardından başlatılan çalışmalarla tarihi imaret yeniden aşevi olarak hizmet vermeye başladı. Çelebi Sultan Mehmet'in Cuma günleri bizzat kendisinin yemek dağıttığı Yeşil İmareti Aşevi Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe'nin yanı sıra Milletvekili Ali Kul, Yıldırım Belediye Başkanı Özgen Keskin, Vakıflar Bölge Müdürü Mürsel Sarı ve çok sayıda davetlinin katıldığı törenle hizmete açıldı.

Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, sultanların kurduğu semtlerden oluşan bir kente hizmet etmenin mutluluğunu yaşadıklarını söyledi. Tarihi Çarşı ve Hanlar Bölgesi'nin Orhan Gazi, Muradiye'nin Murat Hüdavendigar, Yıldırım'ın Yıldırım Beyazıt tarafından kurulduğunu hatırlatan Başkan Altepe, "Bugün de Çelebi Sultan Mehmet tarafından kurulan Yeşil semtindeyiz.

Onun yaptırdığı bu külliyede bizzat kendisi Cuma günleri aş dağıtırdı. Ancak bu tarihi değer zaman zaman amacı dışında kullanıldı. Ecdat eserlerini aslına uygun kullanmak amacıyla tarihi yapının tahsisini Vakıflar'dan aldık. 600 yıl sonra yapıyı gerçek kimliğine kavuşturduğumuz için çok mutluyuz" dedi.

Başkan Altepe, Emirsultan'daki eski gasilhanenin yerine yapılacak aşevinde pişen yemeklerin burada dağıtılacağını, tarihi aşevinin Somuncu Baba Vakfı tarafından çalıştırılacağını ve kendilerinin de gerekli desteği vereceklerini sözlerine ekledi.

Bursa Milletvekili Ali Kul ise Bursa'nın ruhaniyeti olan mistik bir kent olduğunu belirterek, bu değerlere sahip çıkılması gerektiğini hatırlattı. Tarihi ve kültürel mirasın ayağa kaldırılması açısında çok verimli dönemlerin yaşandığını dile getiren Kul, "Bu tarihi imarette ecdadımız yoksullara aş dağıtmış.

Ancak ben biliyorum ki bu bina zaman zaman eğlence mekanı olarak kullanıldığı ve ecdadımızın kemikleri sızladı. Ancak şimdi Büyükşehir Belediyemizin çalışmalarıyla bu bina yeniden aslına uygun hale getirildi" dedi.


Yıldırım Belediye Başkanı Özgen Keskin de ilçedeki tarihi eserleri ayağa kaldırmak için yoğun çaba harcadıklarını belirterek, bir ecdat yadigarı eserin daha Bursa'ya kazandırılmasına koydukları katkı nedeniyle Başkan Altepe'ye teşekkür etti.

Vakıflar Bölge Müdürü Mürsel Sarı da 4 ilde faaliyet gösterdiklerini vakıf eserlerinin onarımı ve restorasyonunun yanında binlerce öğrenciye burs verdiklerini hatırlattı. Sarı, kendileri tarafından önemli bir bölümü restore edilen tarihi imareti aşevi olarak Bursa'ya kazandırdıkları için Başkan Altepe'ye teşekkür etti.

haberler.com, 28.05.2011

ÜÇ DİNİN ÜÇ ESERİ YENİDEN CANLANIYOR

 

 

Geçmişi 8500 yıl öncesine uzanan ve pek çok medeniyete ev sahipliği yapan İzmir’de, duvarlar arasında kalan, dar sokaklara sıkışan köklü tarihi gün yüzüne çıkarabilmek için çabalar sürüyor. Büyükşehir Belediyesi, projeleri 1 No’lu Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu’ndan onaylanan Emir Sultan Türbesi ve Zaviyesi ile Doğanlar Kilisesi ve Beit Hillel Sinagogu’nda restorasyon yapılacak.


Namazgah’taki Emir Sultan Türbesi bahçesinde Latife Hanım’ın dedesi Uşakizade Sadık Bey ve eşi Makbule Hanım ile Aydın Valisi Ahmet Esat Paşa’nın naaşları da yer alıyor.


Bornova Doğanlar’daki kilise restorasyonu için de onay verildi. 19. yüzyıldan kalma ve Hristiyanlık sanatında görülen bazilikal düzene sahip dikdörtgen planlı bu tarihi yapı, semt merkezi olarak kullanılacak.


Kemeraltı’ndaki Beit Hillel Sinagogu için hazırlanan proje de onaylandı. Uygulama sürecinde olan yapı, müze olarak kentlinin hizmetine açılacak.
 

İzmir’in tarihin farklı evrelerinde her kültüre, her inanca, her dile kapısını açan bir kent olduğunu söyleyen İzmir Büyükşehir Belediyesi yetkilileri, “İzmir, farklılığını zenginlik olarak algılayıp, bu yönde hoşgörü içinde yaşayan insanların kenti. Biz de kentimizin bu özelliğini pekiştirecek söz konusu üç projeyi bir an önce hayata geçirmek istiyoruz. Önümüzdeki aylarda yapılacak olan ihale süreçlerinin ardından başlayacak olan çalışmalarla bu 3 yapımız orijinal halleri korunarak kent kültürü açısından tekrar ayağa kaldırılacak” dedi.

Milliyet Ege, 28.05.2011

KARGOYLA
MUMYA
KAÇAKÇILIĞI

 

Kargo ile hayvan uyuşturucu kaçırma haberlerini duymuştuk.

Ama Arjantin'de polis, bu kez kargo içinde Bolivya'dan gönderilen kafatasları ile mumya parçaları ele geçirdi.

Tarihi eser kaçakçılığının geldiği nokta polisleri bile şaşırttı.

Cnn Türk, 28.05.2011

OLİMPOS'TAKİ GİŞE ÜCRETİ TARTIŞMA YARATTI

 

Antalya’nın Olimpos tatil beldesinde yapılan özelleştirme sonrasında köylüler ve turistlerden 3 TL gişe parası alınması tepkilere neden oldu. Köylüler ve turizm işletmesi sahipleri, bu durumun düzeltilmesi için yetkililerden yardım beklediklerini söyledi.


Olimpos’un 1980 yılında sit alanı ilan edilmesinin ardından sahil yolu trafiğe kapatılırken, günübirlik Olimpos’a gelen tatilciler için de giriş ücretli hale getirildi. Yörede oturan köylüler para ödemezken, işletmelerde kalan turistler için haftalık bilet uygulaması getirildi. 5 TL karşılığı bilet alan turistler, bir hafta boyunca bu kartla sınırsız denize gidip geldi.

 

Özelleştirme kararı ardından 7 ay önce gerçekleştirilen ihale ile sahile inen gişelerin işletim hakkını, TURSAB kazandı. 3 ay önce gişelerin devri yapılan firma, ücretsiz geçiş ve haftalık bilet uygulamasını kaldırarak, her geçişten 3 TL almaya başladı.

Uygulamaya tepki gösteren Kumluca’ya bağlı Yazır köylüler, kendi köylerindeki denize girebilmek ve komşu Adrasan Beldesi’nde oturan akrabalarını ziyaret edebilmek için bile kişi başı 3 TL ödemek zorunda kaldıklarını söyledi. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na tepki gösteren işletme sahipleri ve köylüler, özelleştirme kararının en kısa zamanda gözden geçirilmesi için yetkililerden yardım istediklerini belirtti.

 

Tarihi mekanlar ve plajın temizliğiyle bakımını kendilerinin yaptığını, bu yerleri ziyaret etmek veya serinlemek amacıyla denize girmek için ayrıca para ödemelerine bir anlam veremediklerini belirten köylüler, "Bizim suçumuz ne?" diye sordu.


Yazır Köyü Muhtarı Halil Karataş, Yazır’da yaşayan köylülerin, yıllardır antik alanda bulunan tarihi dokuyu canla başla koruduklarını belirtti. Muhtar Karataş, Yazır Köyü’nün, doğal güzelliği bozmamak için oluşturulan ağaç evler konseptiyle dünyada kendinden bahsettiren önemli merkezlerden biri haline geldiğini söyledi. Olimpos’ta oluşturulan alternatif turizm sayesinde binlerce yerli ve yabancı turiste hizmet vermeye çalıştıklarını belirten Karataş, bakanlığın yürüttüğü bu çalışmadan, beldede faaliyet gösteren, tamamına yakını köy ahalisi olan 70’e yakın turizm işletme sahibinin olumsuz etkileneceğini söyledi. Karataş, şöyle devam etti:

 

"Olimpos’ta kalan turist, günlük kişi başı yaklaşık 9 TL plaja giriş ücreti vermek istemiyor. Şimdiden plaja gelen bazı gruplar, girmeden dönmeye başladı. Tursab’a başvurduk, sorunun çözüleceğini söylediler. Kumluca Kaymakamlığı kanalıyla, durumu Kültür ve Turizm Bakanlığı yetkililerine de ilettik. Ama bugüne değin çözüm üretilmedi. Köy halkı turizm sezonunun başladığı şu günlerde yaşanan olaylardan dolayı çok rahatsız ve tepkili."

 

Çözümün, bakanlığın eskiden olduğu gibi işletme sahiplerine haftalık bilet vermesi ya da Olimpos antk kentine giriş kapısı yapılması olduğunu dile getiren Karataş, "Yoksa Olimpos’a turist gelmeyecek" dedi.

 

Dünyaca ünlü Kadir’s Ağaç Evleri’nin sahibi Kadir Kaya ise başta Almanya olmak üzere İngiltere, Amerika, Kanada ve Avustralya’da katıldıkları fuarlarla Olimpos’u dünyaya tanıtmaya çalıştıklarını söyledi. Beldenin alternatif turizmde geldiği seviyenin yadsınamaz olduğunu anlatan Kaya, özelleştirme sonucu bölgede faaliyet gösteren işletmelerde kalan müşterilerin ek masraf katacağı için Olimpos’u tercih etmeyeceğini aktardı. Bu nedenle müşteri kayıpları olacağını ve bunun da ülke turizmine olumsuz yansıyacağını belirten Kaya, belde halkının tanıtım için yaptığı bu kadar çabayı bakanlığın görmezden gelmeyeceğini umut ettiğini kaydetti.

 

Kumluca Kaymakamı Salih Işık, Olimpos’ta sorunun çözümü için Yazır Köyü Muhtarlığı kanalıyla Turizm İl Müdürlüğü nezdinde girişimlerde bulunduklarını söyledi.

Turizm Gazetesi, 27.05.2011

GÜNAY: SON 3,5 YILDA ÜÇBİNDEN FAZLA TARİHİ ESERİ GERİ GETİRDİK

 

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, yurtdışına götürülen tarihi eserleri tek tek geri getirmeye başladıklarını söyledi. Son 3,5 yılda 3 binden fazla eseri geri aldıklarını, bunların başında da İzmir'in Bergama İlçesindeki Hattuşaş sfenksinin geldiğini kaydetti.

 

Berlin'deki temasların netice verdiğini ve Alman yetkililerin kendilerini haklı bulduğunu aktaran Günay, Almanların yaptığı Hattuşaş kazılarının 94. yılında götürülen eserin bu yıl geri alınacağını belirtti. Türkiye'nin üzerinde oturduğu tarihi zenginliğin kültürlerin gelişmesiyle açığa çıktığını vurgulayan Bakan Günay, "Ondan önceki beş altı yılda ise 2 bin küsur eser götürülmüş ama biz ısrarlı bir takiple son üç yıl içinde, bir kısmı sikke olan arkelolojik eserlerin birçoğunu geri aldık. Biz petrol değil ama inanılmaz bir tarihi zenginliğin üzerinde oturuyoruz. Dünyada ulaşım imkanları arttıkça, dünya daha bilgili hale geldikçe bizim bu zenginliğimizin kıymeti de gün artacak" dedi.

 

Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği (TÜRSAB)'nin İzmir Hilton Oteli'nde düzenlediği etkinlikte konuşan Kültür ve Turizm Bakanı, ülkenin kabuğunu kırdığını ve turizmde önde bir konuma yükseldiğini söyledi. Hedef olarak yedincilik yerine ilk beşi planladıklarını aktaran Bakan Ertuğrul Günay, "Türkiye'ye gelen turistlerin sayısını 15 milyon arttırdık; 1983'ten 2003 yılına kadar ise sayı 13 milyondu. Bu da Türkiye'nin altyapısının, imajının ve iç barışının gelişmesi sayesinde oldu." şeklinde konuştu.

 

TÜRSAB Başkanı Başaran Ulusoy ise 2016 yılında müzelere 50 milyon ziyaret ve 1 milyar 157 milyon dolar gelir hedeflediklerini kaydetti. Müze Kart sayesinde 50 milyon kişinin müzeleri gezdiğini, 7 milyon 800 bin kaçağın da önlendiğini aktaran Ulusoy, İzmirlilerin Bakan Günay'ın kıymetini bilmesi gerektiğini ifade etti. Toplantıya, eski Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım da katıldı.

Turizm Gazetesi, 26.05.2011

"MİTOLOJİK AMAZONLAR YERİNE YAŞANMIŞ KÜLTÜRLER CANLANDIRILMALI"

 

Ondokuz Mayıs Üniversitesi (OMÜ) Eğitim Fakültesi Tarih Eğitimi Bölümü Öğretim Üyesi ve Genel Türk Tarihi Uzmanı Doç.Dr. İbrahim Tellioğlu, mitolojik kadın savaşçısı Amazonlar’ın Karadeniz’de yaşadıklarına dair tek bir tarihi delil bulunmadığını söyledi.

 

Doç.Dr. Tellioğlu, Amazon efsanesinin arkeolojik kazılar gibi kaynaklarla doğrulandıktan sonra kullanabileceğini kaydetti.

 

Samsun’daki Batı Park dolgu alanına trilyonlar saçan Büyükşehir Belediyesi, Amazon heykelinin ardından Amazon Parkı ve köyünün yapımını sürdürüyor. Amazon kültürünün tanıtılacağı köyün yapımı için çalışmalar sürerken, olmayan bir kültürün canlandırılmak ve yaşatılmak istenmesine anlam verilemiyor. Sivil toplum örgütleri, efsaneler yerine kent tarihinde yaşamış kültürlere sahip çıkılmasını isterken, yetkililer ise tepkilere kulak asmıyor.

 

Konuyla ilgili Zaman’a konuşan Doç.Dr. İbrahim Tellioğlu, inşa edilmeye çalışılan yapının tarihi gerçeklikle alakası olmadığını belirtti. Bunun kent tarihi içinde düşünülmemesi gerektiğini ifade eden Doç.Dr. Tellioğlu, “Amazonlar hakkındaki bilgilerin çoğu Yunanlı tarihçilerin yazdıklarından esinlenir ve bu yazılanlarda Yunan mitolojisinin izleri görülür. Tarihi bakımdan efsanelerde anlatılan bilgileri ince eleyip sık dokumak gerekir, çünkü bunların büyük kısmının gerçek olma ihtimali yoktur. Mitolojik bilgiler ancak arkeolojik kazılar gibi kaynaklarla doğrulayarak tarihi delil olarak kullanabilir.” dedi.

 

Amazon efsanesinin ortaya çıkışına değinen Doç.Dr. Tellioğlu, “Yunanlı tarihçiler, İskitlerin Amazon adında bir kadınlar topluluğu olduğunu yazmışlardır. Bu savaşçı kadınlar topluluğunun başkenti de Themiskyra isimli bir bölgeymiş. Onlardan alıntı yapan pek çok araştırmacı da bu topluluk hakkında bir şeyler kaleme alarak efsaneyi günümüze kadar taşımışlardır. Ancak Terme ya da çevresinde onların var olduğunu ispat edecek iğne ucu büyüklüğünde dahi olsa tek bir tarihi delil yoktur. Yani mitolojideki çok başlı ejderhalar, insan yiyen canavarlar, kanatlı atlar vs. ne kadar gerçekse Amazonlar da o kadar gerçektir. Amazon Köyü ve heykeli turistik bir varlık olarak düşünülmelidir.” bilgisini verdi.

 

Samsun’un yaşatılacak çok önemli varlıkları olduğuna değinen Doç.Dr. Tellioğlu, “Mübadiller ve Kafkaslardan göç edenlerle birlikte 30′a yakın etnik grup kader birliği yapıp Samsun’un nüfusunu zenginleştirmiştir. Cumhuriyet’in kuruluşuna da beraber tanıklık etmişler. O yüzden bu insanlar arasındaki kaynaşmayı artıracak simgeler seçilmelidir. Samsun, Milli Mücadele’nin simge şehridir. Hiçbir simge, bunun önüne geçmemelidir. Tütün İskelesi’nin benzeri ve Bandırma Vapuru simgelerdir. Seydi Kutbiddin, İsa Baba, Kılıçdede önemli dini motiflerdir. Çarşamba’nın bin yıllık çivisiz camisi, Vezirköprü’nün Köprülü ailesi, Havza’nın Atatürk tarihi gibi birçok değer hak ettiği ilgiyi görememektedir.” görüşünü savundu.

Zaman, 26.05.2011



22 - 28 Mayıs 2011

MÜZELERDE GİŞE SOYGUNU

İstanbul’daki müze gişelerinde yaşanan yolsuzluklar şeytana pabucunu ters giydirecek türde. Ayasofya Müzesi ve Topkapı Sarayı’nda çalışan gişe memurlarının bu akıl almaz planları, sonunda bakanlığı pes ettirdi. Çareyi gişeleri özelleştirmede gören bakanlık şimdi özel sektörü nasıl kontrol altına alacağını düşünüyor. Sadece bu iki müzenin görünen yıllık geliri 60 milyon lira. Çalışanların bazılarıın mal varlığında ciddi artış belirlendi. Yurtdışına seks partilerine gittikleri, Kıbrıs’ta kumar oynadıkları, bir yıl içinde ev, otomobil aldıkları tespit edildi. Devam eden davalarda bakanlık hakkını arıyor. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, gişelerin kasım ayında özel sektöre devrinden sonra gelirlerin yüzde 40 arttığını söyledi. Günay “Bu fark daha önce birilerinin cebine gidiyordu’’ dedi. (Kasımdan itibaren bugüne kadar olan dönem ile geçen yıl aynı dönem karşılaştırıldığında yüzde 40’lık artış oldu. Yıl geneline yayıldığında 24 milyon liralık artış oluyor.)

Gişe ve turnikede duran memurların özelleştirmeden önce çok farklı yöntemlerle yolsuzluklar yaptığı tespit edildi. Bir yöntemde müze kartlar kullanılıyordu. Müze Kart’la içeriye giren ziyaretçi aynı kartla 3 saat sonra yeniden giriş yapabilme hakkına sahip. Yabancı turistlerin kullanması yasak olmasına rağmen, bilet sattıkları yabancı ziyaretçileri Müze Kart ile gezdirdiler.

İddiaya göre 2010 yılında Topkapı Sarayı’nda gişe memurunun sattığı biletle turnikenin başına gelen turist, turnikedeki görevli tarafından bilet barkodu hiç okutulmadan içeriye sokuluyordu. Çünkü turnikede görevli memurun pantolonunun altında, bacaklarına yapıştırılmış 10’a yakın Müze Kart vardı. Turnike kartı uzaktan algıladığı için görevlinin sadece diz hareketiyle turnike açılıyor, şüphe çekmeden turist içeriye alınıyordu. Toplanan biletler tekrar gişeye götürülüp satılıyordu. Topkapı Sarayı Müzesi’nde görevli polis memuru bu olayı suçüstü yaparak tutanak altına aldı. İki görevli İstanbul 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanıyor.

Düzenek kurdular!

Ayasofya Müzesi’nde yaşanan olay bardağı taşıran son damla oldu. Gişe görevlileri ile turnikede görevli memurlar organize olarak yeni bir yöntem icat ettiler. Biletler kâğıt olarak gişeye geliyor, ziyaretçinin istediği bilet bilgisayarla gişede barkodlanıyordu. Öğrenci, ücretsiz ya da tam biletler görevlice bilgisayarda işaretlenerek basılıyordu. Bu sistemde barkodun yazdığı yeri selobantla kapatarak tam biletlere öğrenci ya da ücretsiz barkodu yazılıyor. Böylelikle ziyaretçinin elindeki bilette tam yazmasına rağmen, kayda öğrenci olarak geçiyor. Aradaki fark şebekenin cebine gidiyor. Gişedeki kamera görüntülerinde de her şey normal görünüyordu. Kendi aralarındaki paylaşımda anlaşmazlığa düşünce yolsuzluk ortaya çıktı. 5 kişi işten atıldı, 8 kişinin görev yerleri değiştirildi. Savcılık soruşturması devam ediyor.

Döner Sermaye İşletmeleri Merkezi yetkilileri bir başka yöntemin de çalışanların serbest geçiş kartları üzerinden yapıldığını anlattı. Serbest geçiş kartlarıyla da ziyaretçilerin içeriye sokulduğu tespit edildi. Çalışanların serbest kartları bir kişi tarafından toplanıyor, her defasında farklı kişinin kartı kullanılıyordu. Kartını kullandıran görevliye de günde 50 lira veriliyordu. Sadece Topkapı Sarayı Müzesi’nde serbest geçiş izni olan 100’den fazla çalışan var. En büyük vurgun ise turlardan yapılıyor. 50-60 kişilik turist kafilesi getiren bazı turizm şirketleriyle anlaşılarak Müze Kartlarla geçiş yapılıyor. Böylece devlet zarara uğratılıyor. Yolsuzlukları önlemek için sistemlerini sürekli yenilemek durumunda kalan Kültür ve Turizm Bakanlığı ise `kötü niyetli’ çalışanlarının hızına yetişmeye çalışıyor.

Şirketi kim denetleyecek?

Bakanlık kasımda müze gelirlerini özelleştirdi. TÜRSAB (Türkiye Seyahat Acentaları Birliği)–MTM Bilişim Teknolojileri ortaklığı ihaleyi kazandı. Müze gelirlerinin yüzde 11’ini bu şirket alacak. Gişe ve turnikede artık bakanlık personeli durmuyor. Şirketin kontrolündeki gişelerde yolsuzluğun nasıl önleneceği ise belirsiz. Müzelerde gişe yolsuzlukları aslında yeni değil. 2002 yılında Ayasofya Müzesi’nde turnikelere yapılan özel bir düğme ile turnikelerin boşa dönmesi sağlanıyor, böylelikle aynı biletle ziyaretçiler defalarca müzeye sokularak haksız kazanç elde ediliyordu. Bu durum tespit edilip müze müdürü dahil 10 müze çalışanı görevden alındı. Bakanlık 2005’ten sonra gişelerde bilgisayar sistemine geçti. Ancak yolsuzluğun önüne geçemedi. Bu kez Türk ve yabancı ziyaretçilere ayrı bilet fiyat uygulamasından yararlanan gişe çalışanları, 3 lira olan Türk ziyaretçi biletlerini verdikleri turistlere 10 lira değerinde yabancı bilet ücreti alarak aradaki farkı cebe indiriyorlardı. Bu nedenle bakanlık yerli ve yabancı fiyat ayarlamasından vazgeçti. Gişelere kamera yerleştirdi. Ama bu da yolsuzluğu bitirmedi.
Kadıköy Gündem, 29.5.2011

SANAT AYAĞA KALK!



 

Fatih Sultan Mehmet'in yargılanıp elinin kesilmesine karar verilen Üsküdar'daki Fatih Mahkemesi, kültür sanat merkezi oldu. Üsküdar Mahkemesi'nin öncülüğünde restorasyonu tamamlanan bina artık İstanbul Kültür Sanat Meclisi'ne ev sahipliği yapacak.

 

Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'un fethinden on yıl sonra Atik Sinan isimli Rum mimara, kubbesi Ayasofya'dan daha büyük bir cami yapmasını emreder. Atik Sinan malzemeler arasında bulunan yüksek mermer sütunları kendi hesabına göre ölçüp biçip "üç arşın" kestirir. Ancak yaptığı cami, Fatih'in istediği ölçüde heybetli olmaz. Fatih de buna sinirlenerek mimarın elini kestirir. Mimar, padişah aleyhine dava açar. Şikâyeti Üsküdar Kadısı Hızır Bey kabul eder ve süreç başlar.

 

Yargılama sonunda padişah suçlu bulunur. Ceza olarak elinin kesilmesine karar verilir. Rum mimar, mahkemenin verdiği bu karar karşısında şaşkına döner ve davasından feragat eder. Fatih, tazminata mahkûm olur. Evliya Çelebi'nin aktardığına göre karardan sonra Fatih, çıkardığı demir sopayı kadıya göstererek; "Eğer sen Allah'ın hükmünü uygulamayıp elimi kesmeye beni mahkum etmeseydin bununla başını paramparça ederdim." der. Kadı Hızır Bey de sakladığı kamayı çıkararak cevap verir: "Sen de benim hükmümü kabul etmeseydin ben de bununla seni delik deşik ederdim."

 

Osmanlı adaletini gösteren ve tüm dünyaya örnek olabilecek bu olay, Üsküdar'da Hakimiyet-i Milliye Caddesi'nde bulunan ve bugün Fatih Mahkemesi olarak bilinen mekânda yaşanır. Uzun yıllar kullanılmayan tarihi bina, Üsküdar Belediyesi öncülüğünde Toplu Konut İdaresi (TOKİ) tarafından restore edildi.

 

Bir zamanlar adaletin dağıtıldığı bu mekân, bugünlerde kültürel ve sanatsal etkinliklere ev sahipliği yapıyor. Buradaki tüm etkinlikler ise İstanbul Kültür Sanat Meclisi (İKSM) tarafından yürütülüyor. Yavuz Bülent Bakiler, Prof. Dr. Ümit Meriç, Hasan Çelebi, Hikmet Barutçugil ve Mehmet Nuri Yardım gibi isimlerin kurucuları arasında yer aldığı İKSM, farklı sanat etkinliklerine imza atıyor. İKSM Sanat Merkezi'nde her pazar saat 14.00'te yazar ve akademisyenlerin konuşmacı olarak katıldığı kültür buluşmaları gerçekleşiyor. Sanat merkezi, her ay önemli bir sergiye de ev sahipliği yapıyor. Mekanda ayrıca ebru, hat, grafik tasarım, tezhip, Osmanlıca kursları da veriliyor.

Zaman Cumaertesi (kısaltarak), Haber: Ali Pektaş, 28.05.2011

 

'İNSANLIK'IN SON GÜNLERİ

 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 8 Ocak günü yaptığı Kars ziyaretinde ‘Ucube’ diyerek kaldırılmasını istediği İnsanlık Anıtı’nın yıkımında sona yaklaşılıyor.

 

Yaklaşık 1 aylık çalışma döneminde birbirine yüzleri dönük 2 insan heykelinden 13 parça koparıldı. Geriye kalan 5 parçanın da en geç 2 hafta içinde kesilmesi planlanıyor. İnsanlık Anıtı’nın altındaki Timur Paşa Tabyası ise hala ahır olarak kullanılıyor.

Hürriyet, Haber: Dinçer Aktemur, 28.05.2011

TROYA HAZİNELERİNİN 150 YILLIK YOLCULUĞU

 

 

Fatih Sultan Mehmet'in çocukluğundan beri iki büyük düşü vardır: Biri İstanbul'u fethetmek, diğeri gözleri görmeyen İzmirli ozan Homeros'un 'İlyada Destanı'nda anlattığı Troya'yı bulmak... Fatih, çocukluğunda Homeros'un destanlarını antik Yunanca'dan okumuştur. Düşünü gerçekleştirmek için Çanakkale'nin yolunu tutar; bir antik kent bulur ancak bu antik kent, Büyük İskender'in kurduğu Aleksandria Troas'tır.


Burada başka bir çocuktan söz etmeliyiz. O çocuk bir Alman'dır ve 9 yaşından beri düşlerinde Troya vardır. Kafasına koymuştur; ne yapıp edip Troya'yı bulacaktır. O da Şehzade Mehmet gibi düşünü gerçekleştirmenin tutkusuna kapılır. Fatih gibi o da Troya'yı bulmak için yollara düşer ve Çanakkale'ye gelir. Yaptığı araştırmalar sonuç verir ve onun düşü gerçek olur. Üstelik 'İlyada'nın ünlü Troya Kralı Priamos'a ait olduğunu sandığı, ancak gerçekte bin yıl daha eski olan görkemli 'hazine'yi de bulur. Yine de tüm bu olayları bir 'düş' doğrultusunda algılar... Rüya gibidir her şey...
Bu buluntu, daha sonra birçok arkeolog, bilim insanı, ressam, heykeltıraş, şair ve yazara nice 'düşler' kurdurur. Troya, yakın tarihe kadar da sanat dünyasında bir 'düşler ülkesi' olarak yerini korumuştur...


Prens Yuri Dolgoruky tarafından 1147 yılında kurulan Moskova, kimi altın kaplamalı, kimi rengarenk olan soğan kubbeli kiliseleri ve 'Stalin Gotiği' binalarıyla siluetini ilk bakışta ele veren 'farklı' bir şehir...

 

HOMEROS'UN PEŞİNDE
İlk hedefimiz kuşkusuz Kızıl Meydan'a gitmek; ama yıllardır hayallerimizi süsleyen ve 1991'e kadar nerede olduğu bilinmezken, aniden Moskova'da ortaya çıkan Troya Hazineleri'ni görmek için de sabırsızlanıyoruz. Geniş bir fotoğraf koleksiyonunu, 2001 yılında Stuttgart'ta, merhum Manfred (Osman) Korfmann tarafından Archaologisches Landesmuseum'da düzenlenen 'Troya, Düşler ve Gerçek' sergisinde gördüğümüz malzemenin orijinallerini dünya gözüyle görmek için, yanıp tutuşuyoruz. Yolumuz bir gün Moskova'ya düşerse, Aleksandr Puşkin Güzel Sanatlar Müzesi'ne gidip 'Troya Hazineleri'ni görmek ilk işimiz, deyip durmuşuz yıllarca...


2005'te aniden yitirdiğimiz Prof. Korfmann'ın başucu kitabı, İzmirli hemşerimiz ozan Homeros'un 'İlyada Destanı'ydı. Korfmann, MÖ 1180'lerde Akalar ile Troyalılar arasındaki savaşları beş yüzyıl sonra anlatan ozanın ünlü destanını, savaşın 'kulisi' olarak benimsemişti. Korfmann'a göre 'İlyada', Troya ile ilgili gerçeklerle söylencelerin örtüştüğü bir çevrenin belgeseli gibiydi. Bu inançtan hareketle Korfmann, 17 yıl Troya'da yaptığı kazılarla Homeros'un doğruları söylediğini de çeşitli buluntularla saptamıştı. Ama hiçbir zaman, Troya Savaşı'nı kanıtlamayı bir arkeolog olarak kendine iş edinmedi. Asistanı Dr. Rüstem Aslan, gazeteci büyüğümüz Özgen Acar'a, Korfmann-Homeros ve Troya arasındaki bağlantıyı şöyle anlatmıştı: 'Çalışırken İlyada'nın etkisinde kaldığı olurdu. Homeros'un yapıtını, Helenistik ve Roma sanatına, tragedyadan felsefeye yansımalarıyla antik dünyayı yönlendiren, büyük ölçüde değiştiren bir kitap olarak kabul etmişti. Homeros'un bakış açısıyla Troya'yı algılamaya çalışmıştı.' Biz de öyle yaptık; Homeros'un peşinden gittik ve Moskova'da bulduk Troya'nın güzelliklerini... 'Bakmaya kıyamadığımız, seyrine doyamadığımız' parçalar, Troya'yı yeniden keşfeden Alman arkeolog (ve büyük hırsız) Heinrich Schliemann'ın bulduğu olağanüstü güzellikteki hazinenin zenginlikleriydi...

 

DÜNYA GÖZÜYLE GÖRMEYE DEĞER
Gerçekten de dünya gözüyle görmeye değermiş; anlatılır gibi değil! Bizim paramızla sadece 10 TL'ye aldığımız serginin kitabı bile, son derece özenle hazırlanmış. 3 gün önce St. Petersburg'daki Hermitaj Müzesi'ni müthiş bir kalabalık ve uğultu eşliğinde dört dönerek, kentte sayılı gün kalan her turist gibi az ama öz şeyleri seçip tadını çıkarmaya çalışmışız. Açıkçası Puşkin Müzesi'nde de benzer bir durumla karşılaşmaktan korkuyoruz. Ama o da ne? Ortalık son derece sakin ve sessiz... Müzenin büyük bir bölümü dünyaca ünlü ressamlara ayrılmış; ama o galerilerde de, bizim merakla gezdiğimiz arkeoloji bölümünde de küçük küçük gruplar var sadece...


Fotoğraflara lütfen dikkatlice bakın... 'Troya Hazineleri'nin çok da haklı olarak dünyanın en mükemmel arkeolojik buluntuları arasında olduğuna sizler de kanaat getireceksiniz. Nasıl bulunduklarına gelince... 150 yıl önce 1861 yılında bir elinde Homeros'un 'İlyada'sı, bölgeyi karış karış inceleyen Schliemann, kazıya Hisarlık Tepesi'nden başlamadan önce Osmanlı Devleti'ne başvurur. Belirlenen koşullara göre, kazılardan çıkarılacak eserlerin değerleri saptanacak ve bir bölümü de kendisine verilecektir. 1871'in Eylül ayında, işçilerle birlikte tepenin Kuzey'e bakan sırtlarında 11 metre derinliğinde büyük bir çukur kazarak işe başlarlar. 200'e yakın Türk ve Yunan kazıcıyla birlikte yaz ortalarına doğru da ilk kalıntılara ulaşırlar. Kazıların başında Yorgo adında uzman bir Rum usta vardır... Ulaşılan kalıntılar elbette önemlidir; fakat daha derinlere, daha değerli bilgilere ulaşmak vardır Schlimann'ın (ve eşi Sofya'nın) hedefinde... Asıl amaç Troya şehrine ve hazinelerine ulaşmaktır. Priam Sarayı olarak saptanan 8 metre yüksekliğindeki sarp duvarlara ulaştıklarında, Schliemann'ın gözü duvarların dibinde gün ışığıyla parlayan bir noktaya takılır. Hazineye ulaştığını anlayan Schliemann, eşi Sofya'yı uyarır: 'Sakın sesini çıkarma, kimse ne yaptığımızı anlamamalı. Eve koş, büyük kırmızı şalı buraya getir. Etrafa da bir bak, kimse olmasın. Bilhassa yetkili olarak gönderilen Türk'e hiçbir şey sezdirmemeliyiz!'


Anlaşılan Troya düşerken kral ailesinden biri hazineyi kaçırmak istemiş, kale kapısından çıkmadan ya öldürülmüş ya da olası yangından sağ çıkamamıştır. Sıra bulunan hazinenin eve nakledilmesine gelir. Schliemann hazineyi parça parça çıkarır; Sofya da şala sararak bir bir eve taşır. Osmanlı yetkililerinin ruhu bile duymaz... Sırada hazinenin gizlice yurtdışına kaçırılması vardır. Bu arada Schliemann, eşinin boynuna nefis gerdanlığı takıp fotoğraf çekmeyi de ihmal etmez. Her şey tereyağından kıl çeker gibi kolay olur...

 

SEBZE KÜFELERİYLE KAÇIRDILAR
Hazinenin kaçırılmasını sevgili ağabeyimiz Ergun Hiçyılmaz şöyle anlatır: 'Birkaç gün sonra Çanakkale gümrüğüne taze sebzelerle dolu küfeler gelecekti. Madam Schliemann'ın Atina'daki adresine gönderilmek üzere gelen sebzeler, memurları şüphelendirmemiş ve bu nedenle inceden inceye arama lüzumu da görülmemişti. Küfelerin üzeri çeşitli sebzelerle kapatılmış ve hazine bir Yunan gemisine yüklenmişti. Büyük bir ihmal sonucunda tarihin en değerli hazineleri Çanakkale'den yurtdışına çıkarılıyordu. Kalıntılara biz, hazineye ise onlar sahip olmuşlardı. Hazine bir müddet Atina'daki evde saklanacaktı. Ancak bu hazineyi bulma gururunu herkesle paylaşmak isteyen Schliemann, dünyanın en büyük gazetelerine birer mektup yazıyor ve 'Priamos'un Hazineleri'ni bulduğunu resmen ilan ediyordu.'


Schliemann, hazineyi önce Yunanistan'da bırakmak istemişti; fakat siyasi tartışmaların yarattığı gerginlik üzerine rotayı Berlin'e çevirmiş... Nakledilen hazinenin ne kadarının Berlin Müzesi'ne götürüldüğü bilinmiyor. Schliemann'ın hazinenin ne kadarını kendisine ayırdığı ise, hiçbir zaman tespit edilemedi. Troya uygarlığının taşlarına sahip olmuştuk, ama hazineyi kaptırmıştık. Bundan daha büyük bir tarihi eser kaçakçılığını da tarih yazmadı.

 

SAVAŞ GANİMETLERİ
II. Dünya Savaşı sonrası, SSCB askerleri Berlin'den çıkarken savaş ganimetleri topluyorlardı. Pergamon Müzesi'nden Zeus Sunağı'nı götürmeyi bile düşündüler ama olanaksızdı... Yükte hafif pahada ağır olan Troya Hazineleri'ni gözlerine kestirdiler ve 1945 yılında hazineyi Moskova'ya götürdüler. Önce St. Petersburg'daki Hermitaj'a getirildiği ve 1991'e kadar burada kaldığı; sergilenmeye karar verilince Moskova'ya götürüldüğü de iddia ediliyor. 1991'de Anadolu Ajansı'nın haberleri arasında,  sıradan bir haber gibi ulaşmıştı haber... 1945'ten beri kayıp olan hazineler, Moskova'da ortaya çıkmıştı. Gazeteciler için sıradan bir haberdi bu; ama hikayenin aslını bilenler için de acılar tazelenmişti...

Akşam Cumartesi, Haber: Nedim Atilla, 28.05.2011

ARTIK BETON KUSACAĞIZ

 

Uluslararası kamuoyu Patara'daki gelişmelerden rahatsız ve harekete geçmeye hazırlanıyor. Eminim birçoğunuzun haberi bile yok. Bizim alışık olduğumuz bir mesele. Olmayacak yere villa dikiyorlar.

Doğan Haber Ajansı ile gazeteci ve çevre aktivisti Yusuf Yavuz'dan aldığım bilgilerle, Kaş'taki antik kent Patara'da olup bitenle ilgili size bir özet geçeceğim.


Patara, Akdeniz'in en iyi korunmuş 18 kilometrelik kumsalına sahip. Caretta Caretta'ların yumurtlama alanı burası. Geçtiğimiz yıl, biyolojik çeşitliliğinden dolayı 34 Akdeniz ülkesini kapsayan uluslararası bir çalışmayla Önemli Doğa Alanı (ÖDA) seçildi. Aynı zamanda Özel Çevre Koruma Bölgesi (ÖÇK). Yani, özellikleriyle korunması gereken alan.


Bunun içinde kumsal var, antik kent var, dokuza yakın köy ve bir-iki belde var.


Geçmişte, Dünya Bankası'nın da desteğiyle Patara Yönetim Planı geliştirilmişti. Önceden başlayan, 1000'e yakın villa içeren kooperatif inşaatları durdurulmuştu. Yönetim Planı, Patara'nın korunmasını öngörüyor ve yalnızca eko turizme izin veriyordu. Bu eko turizmin de sınırları vardı.

Atla gezilebilecek alanlar oluşacak, küçük bungalovlar, prefabrik ahşap yapılar inşa edilebilecekti. Bu, betona izin vermeyen bir yönetim planıydı. Çalışma kurumlar tarafından onaylansa da bir türlü hayata geçirilemedi.


Bu arada Patara'da betonlaşmalar başladı. Kaçaktı ama malumunuz kaçak da ancak göz yumulduğunda yapılabiliyor.


2008'de Patara Yönetim Planı bir kenara bırakıldı, İl Özel İdaresi öncülüğünde Patara Koruma Amaçlı İmar Planı hazırlandı.


Yeni plana göre, Patara'ya 2000 kişilik yeni nüfus yerleştirilecek. Bunun için de antik kent manzaralı alana 450 ila 700 villa yapılacak. şu an 27 tanesi bitmek üzere. Sonuçta, önceden yapımı durdurulan kooperatifler yeniden hayata geçirildi.


Geçtiğimiz hafta yazılı basında sadece Hürriyet Daily News'da ıpek Yezdani imzalı bir haber çıktı. Buna göre, dünyanın en önemli çevre örgütlerinden MEDASSET, birçok uluslararası dernek ile Veysel Eroğlu, Ertuğrul Günay ve Mehmet Ali Şahin'e mektup yazarak bu villaları buraya dikmemelerini, Patara'yı turizme ve gelişmeye kurban etmemelerini istedi. MEDASSET'in başındaki Lily Venizelos, Noel Baba'nın da doğum yeri olması nedeniyle Patara'nın sadece Türkiye'ye değil, tüm dünyaya ait olduğunu belirtti.


Bu villalara karşı uluslararası çapta kampanya başlatacaklarını da sözlerine ekledi.


2000 kişinin keyfi için, bırakın Türkiye'yi, dünya mirası olan bir bölgeyi kurban ederseniz bunun adı turizm, gelişme falan olmaz.


Bu ancak birilerine çok büyük rant sağlayacak bir girişim olur.
Not: (Patara burada bitmez, yarın devam edeceğiz.)

Bir yerlerde bir vicdanımız olacaktı

Bizim dilimizde varsa yoksa... Başbakan onu demiş, Kılıçdaroğlu şu cevabı vermiş, Bahçeli veryansın etmiş.


Kadının teki erkeklerin dört kadın birden almasını önermiş.


Fatih Terim niye gelmiş?


Oysa ilgimizi bekleyen daha ne konular var.


Dünya endişeli gözlerini bakir Patara'ya dikmiş mesela. Kaçımızın haberi var?


Çevre haberlerinin genelde okunmadığı düşünülür, o nedenle gazetelerde pek yer verilmez. Ama çevre düşmanı birçok sanayi haberi çarşaf çarşaf yer bulur. Kalıbımı basarım, onlar çevre haberlerinin 10'da biri kadar okunmaz. Sektör için yapılır.


Mesela ben, annemin bir gün oturup bir termik santral açılış haberini okuduğunu görmedim.
Ama o termik santral nedenli asit yağmurları bir ormanı katlettiyse onu annem de, ben de oturur okuruz.


Şuuru ekseninden kaymış bir kadının evlilikle ilgili abuk sabuk laflarını ciddiye alıp üç gün bıkmadan tartışıyoruz. Ama Patara antik kenti yakınında başlayan kooperatif inşaatı hiç ilgimizi çekmiyor.


Halkın da ilgisini çekmediğini düşünüyor olmalıyız ki sayfalarımızda yer vermeye değer bulmuyoruz.


10 sene sonra Patara da Side'ye dönüp konuttan adım atacak yer kalmayınca, “Burası da beton mezarlığına döndü” diye manşeti atarız ama.


Bodrum için yaptığımız gibi “O arada neredeydiniz?” dediklerinde ise dönüp bir yerlerde düşürdüğümüz vicdanımızı ararız.

Hürriyet, Yazı: Melis Alphan, 28.05.2011



******


PATARA MÜZE KENT OLSUN

Patara’dan para kazanmak istiyorsanız oraya beton villalar dikmek yerine, burayı müze kent mantığıyla kurgulayın. Ama amaç, Antalya’nın doğusunda yer kalmadığı için buraları betona açarak rant kapısı yapmaksa başka...
 

Dünden devam edelim...
Patara antik kentinde yıllardır arkeolojik kazı çalışmaları yürütülüyor. Beton villalar da kazı alanının yakınına dikiliyor. Ve bunlar “Koruma Planı” adı altında yapılıyor. O bölgeden bir parçayı koparıp sözde koruyorlar ama aslına bakarsanız, yasal zemine oturtularak bölge betona açılıyor.
Yıllardır antik kentteki bir yapı öne çıkarılarak Patara’nın çekim merkezi yapılacağı söyleniyor. Bu yapının ilk başta dünyanın ilk demokratik parlamentosu olduğu söylendi. Sonra bu tanım Likya Birliği Meclis Binası olarak değiştirildi, restorasyonu için 5 milyon TL ödenek alındı. Türlü spekülasyonlar yapıldı, epey tartışıldı. 2005’te New York Times gazetesinde Richard Bernstein imzasıyla çıkan haberde, Amerikan Anayasası’nı yazanların 2 bin yıl önce Patara’da bulunan Antik Likya Federasyonu’nu örnek aldığı bilgisine yer verildi.


Bu haberden sonra burasının iyi bir tanıtım malzemesi olarak kullanılabileceği düşünüldü. Bu arada bazı itirazlar yükseldi. Türkiye Tabiatını Koruma Derneği (TTKD) Antalya şube Başkanı Hediye Gündüz, bu binanın tarihteki ilk demokratik meclis olduğu öne sürülerek yapılacak villaların yüksek fiyatla satılmasını sağlamanın yolunun yapıldığını iddia etti.


Akdeniz Üniversitesi Emekli Öğretim Üyesi Prof.Dr. Sencer Şahin’in iddiasına göre de yapı meclis binası değil, konser salonuydu.


İtirazların ortak paydası, bir değer olarak bu yapının etrafında bir rant yaratılmaya çalışıldığı görüşüydü.


Patara Özel Çevre Koruma Bölgesi birçok uluslararası sözleşmelere konu olan, Avrupa Yaban Hayatını Koruma Birliği’nin de yakından izlediği bir yer. Birkaç yıl önce Türkiye, burayı Dünya Kültür Mirası listesine aldırmak için girişimde bulundu. Ama bu nasıl bir çelişki ki, şimdi buraya beton villalar yapılmasına seyirci kalınıyor.

HALK SEFA SÜRMEK İSTİYOR
DHA’nın konuştuğu, inşaata onay verenlerden Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun Antalya Bölge Müdürü Melike Gül, “3’üncü derece arkeolojik sit alanlarına yapılaşma izni verilebilir. Burada da öyle olmuştur” diyor. Oysa bölgedeki kazının başkanı Havva Işık ve eşi Fahri Işık yıllar önce 27 villanın yükseldiği yer için “Burası 1. derece arkeolojik sit alanı olmalı. Çünkü nekropol var” demişlerdi.


Fakat şu anda inşaatları ruhsatlandıran Ova Belediyesi burada sondaj çalışması yaptıklarını ve hiçbir kültür ve tabiat varlığına rastlamadıklarını bildirdi. Oysa sondaja gerek bile yok, yüzeyde bir sürü arkeolojik eser sağa sola yayılmış vaziyette duruyor.


Halk para kazanmak istediğinden inşaatlara sesini çıkarmıyor. “20 yıldır kahrını çektik, biraz da sefasını sürelim” diye düşünüyor. Yetkililer “Bu kadarcık yapılaşma Patara’yı bozmaz” diyor.


Antalya’nın doğusu, Belek, Alanya, Side ve Kemer’e kadar olan alanda boş bir yer kalmadığı için şimdi rant kapısı olarak bu civarlar görülüyor anlaşılan.


Bence de Türkiye kendini iyi pazarlayamıyor. Bu yolda elimizdeki malzemeyi iyi kullanamadığımız doğru.


Ama bunu yapmanın yolu orayı betona boğmak değil. şimdi 400 villa yaparsınız, göz açıp kapayana kadar tepeler binayla dolar. Yapılaşma baskısı bir kere geldi mi önü alınamıyor. Çünkü ucunda rant var.


Buraya çivi çakılmamalı. Patara, müze kent mantığıyla kurgulanmalı. Tarih ve doğal doku korunmalı. Müze kent olduğunda, insanlar oradaki doğal yaşamı görmeye, yaşamaya gelir ve giderler. Çok da yüksek miktarda para bırakırlar.


400 tane villa yaparsanız oraya 2000 kişi gelir, yerleşir. Orası artık o 2000 kişinin olur.


Müze kent yaparsanız, yılda bir milyon turist gelir.


Bu kadar basit.

Hürriyet, Yazı: Melis Alphan, 28.05.2011

UNESCO LİSTESİ'NDE İLK CAMİ

 

Ucube tartışması Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın peşini bırakmıyor. Dünyanın en büyük mozaik müzesini tanıtmak için gittiği Gaziantep'teki gezinin bile öne çıkan konularından biri Kars'taki heykel ve Başbakan'ın yaptığı açıklamalar oldu.

 

Söz mozaik, Çanakkale'ye dev Hektor heykeli derken yine geldi ucube konusunda kilitlendi. Başlangıçta tartışmanın iki tarafını bir araya getirecek bir ara yol bulmaya çalışan Bakan Günay'ın artık konuya pek tahammülü kalmadığı rahatlıkla gözlenebiliyor.

 

Gazetecilerin kendisine yönelttiği soruların dönüp dolaşıp aynı konuya gelmesinden sıkılsa da yine de cevaplıyor: "Ucube meselesi büyük bir talihsizlik. Ancak tartışmaların odağında sadece estetik yok. Farklı tepkiler var."  

Başbakan'ın son Kars ziyaretinde okuduğu Nahçıvan Meclis Başkanı'ndan gelen teşekkür yazısını işaret ediyor: "Tepkiler sadece Türkiye'den değil, komşu devletlerin de dahli var."

Ucube tartışmalarının odağında kalmaktan şikayetçi olduğunu bir kez daha vurgulayan Günay'a göre ortada bir haksızlık var. Bakan, bu haksızlığı gözler önüne serebilmek için de Ankara'daki çalışmalarından örnek verdi: "Ankara'da başta Nazım Hikmet, Cahit Külebi ve Muzaffer Sarısözen olmak üzere 20 tane heykel yerleştirdik. Heykeller depolarda çürüyordu biz bunları halka kazandırdık."

 

KÜLTÜREL MİRAS MÜJDESİ
Konu değişip de söz kültürel mirasa gelince tanıdığımız Ertuğrul Günay geri geliyor. Heyecanı, önce mimiklerine sonra sesine yansıyor.

Bir müjde vermek istediğini söylüyor ve ilk kez açıklıyor: "UNESCO Dünya Kültürel Mirası listesine Türkiye'den sürpriz bir eser giriyor. İlk kez bir camii, kültür mirasına alınacak."

 

Heyecanını paylaştığımızı görünce merakımızı daha da tırmandırmak için sözü uzatıyor. En sonunda açıklıyor: Selimiye Camii...

Ancak Günay'ın heyecanını anlatmak için verdiği örnek en az Selimiye kadar gazetecilik damarımızı tahrik ediyor. Sonuçlardan emin olduğundan mıdır yoksa önem sıralamasından mı bilinmez. Selimiye ile ilgili açıklamaya verdiği önemi "Seçim sonuçlarından daha heyecanla bekliyorum" sözleriyle ifade ediyor.

UNESCO yeni listeyi 19 Haziran'da açıklayacak. Yani seçimlerden bir hafta sonra. Bakan seçimleri değil asıl açıklamayı beklediğini vurguluyor tekrar sözleri ise dikkat çekici: "Bu beni daha fazla mutlu ediyor."

 

Türkiye'nin tarihi ve kültürel mirası eşsiz bir eser daha kazandı. Hem de dünyada bir benzeri daha yok. Ya da daha doğru bir ifade ile en yakın rakibinden bile büyük: Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi...

 

Şu an ziyarete açık dünyanın en büyük mozaik müzesi Tunus'ta. Ancak dün Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın basına gezdirdiği müze 9 Haziran'da Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından açıldığında Tunus'taki Bardo Ulusal Müzesi, tahtını Gaziantep'e bırakacak.

 

Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi, daha fazla sayıda antik eser ve metrekare hesabıyla Tunus'taki rakibinden daha büyük boyutta mozaiklere sahip.

 

Bakan Günay, ülkenin kültür mirasına ve turizm potansiyeline katkıda bulunmak için açtıkları kültür merkezlerinden bahsederken söz ülkenin en tartışmalı kültür merkezine geldi.
İstanbul'daki Atatürk Kültür Merkezi.

 

Kültür ve Turizm Bakanı, Atatürk Kültür Merkezi için dünya çapında bir proje önerdikleri sırada yaşanılan polemiği hatırlattı.

 

Projenin parçaları olan Boğaz manzaralı bir teras için "Kültür Merkezi zenginlere peşkeş çekilecek" eleştirilerini dile getiren Bakan Günay,  "Altta gençlerin buluşabileceği bir merkez yapmak istedik, bunu da eleştirdiler ve dava açanlar aleyhimize kullandı" serzenişinde bulundu.

 

AKM'nin yenilenmesi sürecinde yaşanılanlar Bakan'a göre "Türkiye'nin unutulmaz bir gericilik öyküsü."

 

Günay gericilik öyküsüne ise şu sözlerle açıklık getirdi: "Hayalet gibi ortalıkta dolaşan bir gericilik var. Bu yeniye, iyiye hatta daha iyiye karşı bir kampanya. Kötücül bir kampanya. Türkiye gelişme sürecinde ve çok güzel işler yapılıyor. Ancak bu zihniyet her işi baltalamaya çalışıyor. Atatürk Kültür Merkezi için önerilen 90 milyon TL'lik muhteşem bir proje kurban oldu."

 

AKM'de çalışan sanatçıların sadece kendilerine ait bir binaya dair istekleri hatırlatıldığında ise Günay sinirlendi:

"Türkiye'yi mahveden yaklaşım bu işte. Bazıları imtiyazlarını ve protokol alanlarını sürdürmek istiyorlar."

 

Bakan imtiyaz isteyenleri somutlaştırmaktan da geri kalmadı: "Bu imtiyaz arayışı bazen yargıç, bazen Türk Silahlı Kuvvetleri, bazen de sanatçı olarak karşımıza çıkıyor."

 

İmtiyaz isteyen kesimler konusunda adres veren Bakan Günay, bunun toplumsal bir hastalık olduğunun da altını çizdi: "İmtiyaz, ayrıcalık, öncelik arayışı en küçük memurdan başlıyor.  En tepeye kadar devam ediyor."

Bakanlığı sırasında bu anlayışla sık sık karşılaştığını dile getiren Günay, önüne gelen projelerle ilgili anılarını da paylaştı: "Bir bina inşa ediyoruz. Bana hemen buraya bir protokol salonu yapalım teklifi geliyor. Reddediyorum çünkü benim veya başkalarının böyle bir ayrıcalığa ihtiyacı yok. Halkla paylaşabileceğimiz yerlere ihtiyacımız var..."

 

DÜNYANIN EN BÜYÜK MOZAİK MÜZESİ
Zeugma’da arkeolojik araştırmalar 1931 yılında başladı. 2000 yılında ortaya çıkan eserler kazı alanını dünyanın ilgi odağı haline getirdi. Kazılarda çıkan ikiz villalar Poseidon ve Euphrates’te yüzlerce metrekare taban mozaiği, duvar resmi, Mars heykeli ve pek çok küçük eser bulundu.

 

2005’te ise eserlerin Gaziantep Müze Müdürlüğü’nün yanındaki binanın müzeye dönüştürülerek sergilenmesi projesi ortaya çıktı. 2010’da tamamlanan müzede şu an bin 450 metrekare mozaik, 140 metrekare duvar resmi, 4 Roma Dönemi çeşmesi, 20 sütun, 4 kireç taşından yapılmış heykel, bronz Mars Heykeli, mezar stelleri, lahitler ve mimari parçalar sergileniyor.

Müze 9 Haziran'da Başbakan Erdoğan tarafından hizmete açılacak.

Ntvmsbc, 27.05.2011

ZEUGMA, TUNUS'U GEÇTİ

 

 

Bugün ziyarete açılan Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi'nde, 1500 metrekare mozaik sergileniyor. Rehabilite edilen mozaiklerle birlikte müzede yaklaşık 6 ay sonra 2 bin 500 metrekare mozaik sergilenecek ve Gaziantep Mozaik Müzesi, Tunus'un unvanını elinden alacak.

Müzede, Zeugma antik kentinden çıkarılan mozaiklerin yanı sıra ''Doğu Roma Dönemi'' koleksiyonu da ilk defa görücüye çıktı. 7 bin metrekare kapalı sergi alanı ve 30 bin metkerake kurulum alanına sahip müzedeki eserlerin yerleştirilme şekli ve dizaynı da dikkat çekiyor.

 

Mozaikler müzeye yerleştirilirken kronolojik sıraya ve coğrafi konumlarına göre düzenleme yapıldı. Fırat Nehri'ne en yakın olan mozaikler bodrum katta sergileniyor. Giriş katta ise Fırat Nehri kenarında bulunan Poseidon ve Euphrates villaları mozaikleri bulunuyor. Müzenin birinci katında ise 2000 yılında gerçekleştirilen kurtarma kazılarında bulunan mozaikler yer alıyor. Müzenin 2. katında ise Gaziantep çevresinde bulunarak Gaziantep Müze Müdürlüğü'ne getirilen ''Doğu Roma Dönemi''ne ait mozaikler yer alıyor.

Depolarda saklanan ya da arazide bulunarak müzeye getirilen bazı mozaiklerin rehabilitasyonu ise devam ediyor. Rehabilitasyonun tamamlanmasının ardından Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi sergilenen mozaik metrekaresi açısından ''dünyanın en büyük'' mozaik müzesi olacak.

Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi'nde sergilenen en önemli eserlerden biri de Mars Heykeli. Heykelin, 2000 yılı kazılarında Poseidon villasında bulunan ve 256 yılındaki Sasani saldırısı sırasında villa içindeki kiler olarak adlandırılabilecek bir alandaki pitosların altına gizlenmiş olduğu düşünülüyor.

 

Ani gelişen Sasani saldırısından korumak amacıyla villanın içerisinde gizlendiği düşünülen Mars heykeli, gerçekte bir meydan heykeli. Müzede bu düşünülerek eserin bir meydan heykeli ve aynı zamanda Zeugma'nın koruyucusu olarak sergilenmesi tasarlanmış. Bu nedenle Mars heykeli bir sütun üzerinde ve müzenin her yerinden görülebilecek şekilde tasarlanmış.

Gaziantep Zeugma Müzesinde sergilenen diğer bir eser ise ''Dionysos'un Düğünü'' mozaiği. Bu mozaiğin çalınan bölümünün fotoğrafı, eksik olan kısma yansıtılarak sergileniyor. Böylelikle mozaiğin çalındığı ve parçalarının bugüne kadar bulunamadığı vurgulanıyor.

İkinci katın birinci bölümünde ise halk tarafından ''Çingene Kızı'' olarak adlandırılan ''Mainad Mozaiği'' için yapılmış özel bir oda bulunuyor. Labirent şeklinde dizayn edilmiş gizemli oda, Çingene Kızı'nın buğulu bakışlarını ön plana çıkarıyor. Aynı bölümde duvarında Mainad mozaiğinin bulunduğu ve kaçakçılar tarafından büyük oranda tahrip edilen mozaik de yer alıyor. Mozaik içinde Mainad'ın yeri gösterilerek eski eser kaçakçılarının eserler üzerinde nasıl tahribatlar yaptığına dikkat çekiliyor.

Ayrıca müzede Zeugma antik kentinin Fırat Nehri kıyısında olduğunu anlatmak için giriş kattaki duvarda kentin konumuyla orantılı olarak bir manzara yer alıyor.

Ziyaretçiler, müzede yer alan eserlere ilişkin olarak 3 boyutlu sinevizyon gösterisiyle bilgi alabiliyor. Eserlerin arasından ise yapılan cam bölümlerle geçiliyor. Üst kattan bakıldığında antik kentinin konumu çok daha iyi bir şekilde gözleniyor.

Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi'nin resmi açılışının, seçim sonrasında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından yapılması planlanıyor.

Habertürk, 27.05.2011

ATATÜRK'ÜN EVİ ANIT KAPSAMINA ALINDI

 

 

Mustafa Kemal Atatürk'ün Selanik'de bulunan evinin Yunanistan Kültür Bakanlığı Çağdaş Anıtlar Merkezi Kurulu tarafından “anıt” kapsamına alındığı bildirildi.

 

Atina Haber Ajansı (ANA), kurulun, oy birliği ile evi anıt olarak ilan ettiğini duyurdu.

Yunan basını, Çağdaş Anıtlar Kurulu'nun Mustafa Kemal Atatürk'ün Selanik'te doğduğu evin, koruma altına alınması gereken tarihi bir ev olup olmadığı sorusunu geçtiğimiz günlerde ele aldığını kaydetti.

 

Haberlerde, Türk devletine ait olan binada yapılması gereken bazı onarım çalışmaları nedeniyle Türkiye'nin Selanik Başkonsolosluğu'nun konuya ilişkin izin almak üzere Bayındırlık Dairesi'ne başvurduğu, binanın yaşının 100'ün üzerinde olması nedeniyle, arkeoloji yasasına uyarınca, “koruma altına alınan binalar” kapsamında olduğu gerekçesiyle, başvurunun Kültür Bakanlığı'na yönlendirildiği belirtildi.

 

Başkonsolosluğun Bakanlıktan binanın “anıt” ilan edilmesini talep ettiği bildirildi.

 

Türkiye'nin Selanik Başkonsolosluğu bahçesinde, “Apostolu Pavlos” ile “Agiu Dimitriu” caddeleri üzerinde bulunan ev, on yıllardan bu yana müze olarak hizmet veriyor.

Üç katlı, avlu içindeki evin 1870'te inşa edilmiş olduğu düşünülüyor.

 

Selanik belediye meclisi tarafından Türk devletine verilen ev, Mustafa Kemal Atatürk'e atfen müzeye dönüştürüldü.

 

Müzede Atatürk'ün hayatının farklı dönemlerine ilişkin resimler, kişisel eşyalar, okul yıllarına ait belgeler bulunuyor.

 

Müzeyi her yıl 25 bin Türk ziyaret ediyor.

Hürriyet, 27.05.2011

HATAY ARKEOLOJİ MÜZESİ'NİN TEMELİ ATILDI

 

Hatay Valisi Mehmet Celalettin Lekesiz, Reyhanlı yolu Maşuklu beldesinde yapılacak Arkeoloji Müzesi'nin temel atma töreninde yaptığı konuşmada, kentin sadece bölgenin değil, ülkenin yükselen yıldızları arasında bulunduğunu söyledi.

Kentte lokal düzeyde birlik ve beraberlik içerisinde çalışıldığını ifade eden Lekesiz, küresel düzeydeki rekabet için bunun şart olduğunu kaydetti.

Tarihi eser ve doğal güzellikler bakımından kentin buzdolabının tıka basa dolu olduğunu vurgulayan Lekesiz, şöyle devam etti:
''Dolabımız dolu ama kendimiz adeta aç geziyoruz, Bu kadar zenginlik gelişmiş ülkelerde olsaydı ne yaparlardı, biz şu an onları yapmaya çalışıyoruz. Yeni müzemiz birçok özelliği bakımından Türkiye'de ilk, dünyada sayılı müzeler arasında yer alacak. Müzemizi aynı anda 800 kişi gezebilecek. Bölgenin ev sahipliği yaptığı tüm uygarlıklara ait sergiler, 9 farklı temada, toplam 10 bin 700 metrekarelik alanda sergilenecek. Müzemizde ayrıca iki tane uygulama merkezi, işlik ile sözel kurs alanı bulunacak. 400 metrekare alanda çocuk müzesi ile eğitim alanı yer alacak. 97 metrekarelik alanda hediyelik eşya ve satış merkezi ile 250 metrekarede kütüphane ve arşiv salonu olacak.''

Müzede 88 araçlık otopark ve 222 kişilik toplantı salonunun da bulunacağını ifade eden Lekesiz, müzenin bahçesinde de lahit ve sütün başlarının sergilenmesinin yanı sıra gezinti yerleri, spor alanı ve kafelerin yer alacağını kaydetti.

Turizm sektöründe ziyaretçilere iyi şeyler sunmadan gelir elde etmenin mümkün olmadığını belirten Lekesiz, kentin bu anlamda büyük zenginliğe sahip olmasının büyük bir avantaj olduğunu söyledi.

Eski Adalet Bakanı ve AKP Hatay Milletvekili Sadullah Ergin de yeni müzenin, sergileme alanı açısından dünyanın en büyük müzeleri arasında yer alacağını ifade etti ve müze için 700 günlük bir yapım süresinin öngörüldüğünü belirtti.

Kentte restorasyon çalışmalarının sürdüğünü, yeni müzenin temelinin atılarak çalışmalara başlanacağını ve Habib-i Neccar Dağı'nda bulunan surların önümüzdeki günlerde ihalesinin yapılacağını belirten Ergin, halkaların teker teker birbirine eklendiğini kaydetti.

Ergin, Antakya'nın, restore edilmiş evleri, müzeleri, surları ve Roma hipodromunun gün yüzüne çıkarılmasıyla Efes, Aspendos'tan farklı bir yer olmayacağının görülebileceğini söyledi.

Antakya Belediye Başkanı Lütfü Savaş, kentin büyük bir değişim ve dönüşüm süreci içerisinde bulunduğunu belirtti. Kentte, iki sokak ile bir caddede restorasyon çalışmalarının devam ettiğini vurgulayan Savaş, gelecek kuşaklara bırakacakları çok güzel çalışmalar yapıldığını söyledi.
Yapı, 27.05.2011

1500 YILLIK LAHİTLER TABELA OLDU

 

 

Mersin’de Elaiussa Sebaste antik kentinin kuzeydoğusundaki nekropolde (mezarlık), tapınak mezarlar, ölü odaları ve kireçtaşından lahitlerdeki tahribat görenleri hayrete düşürüyor. Yerlerinden kaldırılan lahitler, hayvanların su içmesi için yalak, bahçe duvarı, odunluk, fırın ve çöp konteyneri gibi amaçlarla kullanılıyor. Ayaş Belediyesi de bazı lahitleri yerlerinden kaldırıp mahalle ve sokak kavşaklarına koymuş. Üzerlerine de tabela ve yol işaretleri çakmış.

Aktüel Arkeoloji dergisine Doğanay Demirdelen isimli okuyucudan gelen ihbar ve fotoğraflar dergi yöneticilerini de şaşırtmış. Dergi yönetimi, yeni sayıyı bile beklemeden, ‘Acil ve Önemli’ başlığıyla konuyu internet sitesinden duyurdu. Önümüzdeki ay çıkacak sayıda bu konuyu işleyeceklerini belirten dergi yöneticileri seslerini duyurmak için Kültür ve Turizm Bakanlığı’nı acil göreve çağırdı.

2863 sayılı yasanın 65. maddesi ‘‘Korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarının yıkılmasına, bozulmasına, tahribine, yok olmasına veya her ne suretle olursa olsun zarara uğramalarına kasten sebebiyet verenler 2 yıldan 5 yıla kadar hapis ve 5 bin güne kadar adli para cezasıyla cezalandırılır’’ diyor. Ancak Mersin’in Erdemli İlçesine bağlı Ayaş kasabası sınırları içerisinde bulunan antik kentte yaşanan skandal için ne Kültür ve Turizm Bakanlığı ne de yerel yönetim kılını kıpırdatıyor.

Elaiussa, 1995’ten beri Roma Sapienza Üniversitesi’nce kazılıyor.Bölgede bilimsel araştırmalara da devam eden ekip, nekropolde yaşanan katliama sessiz kalıyor. Mersin Müzesi ve Antalya Koruma Kurulu da bu sessizliğe destek verince halk, 1500 yıllık eserleri ihtiyaçları doğrultusunda kullanmakta sakınca görmüyor.

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 27.05.2011

DÜNYANIN İLK KILIÇLARI ASLANTEPE AÇIK HAVA MÜZESİ'NDE

 
Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür ve Müzeler Daire Başkanı Melik Ayaz, Malatya’da Aslantepe Açık Hava Müzesi açılışında dünyanın ilk kılıçlarının burada bulunduğunu öğrencince şaşkınlığını gizleyemedi.

 

Dünyanın ilk devletinin kurulduğu, ilk kılıcının bulunduğu ve ilk saray kalıntılarının yer aldığı ve İtalyan Türk işbirliği ile 50 yıldır kazıların yapıldığı Merkez Orduzu Beldesi’ndeki Aslantepe Höyüğü Açık Hava Müzesi açılışına katılan, Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür ve Müzeler Daire Başkanı Melik Ayaz, Aslantepe Höyüğü Kazı Başkanı İtalya Spainza Üniversitesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Prof.Dr. Marcella Frangıpane’nin höyüğü tanıtımı sırasında, buradaki kazılarda dünyanın ilk kılıçlarının bulunduğunu dile getirince, bunun çok önemli olduğunu söyledi.

 

Bir bölümü Malatya Arkeoloji Müzesi’nde sergilenen dünyanın ilk kılıçlarının bire bir kopyasının da yurt dışında bulunduğu öğrenildi.

 

Tunç, erken ve geç Hitit ile Roma ve Bizans dönemlerine ilişkin verileri bünyesinde bulunduran Aslantepe Açık Hava Müzesi’nde ayrıca Hitit Evi benzeri de inşa edildi. 5 bin yıl önce Fırat kenarında kurulan ilk devlet olarak bilinen Aslantepe Höyüğü’nde çıkarılan eserler Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi ile Malatya Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor.

 

Dünyanın ilk devletinin kurulduğu, ilk kılıcının bulunduğu ve ilk saray kalıntılarının yer aldığı ve İtalyan Türk işbirliği ile 50 yıldır kazıların yapıldığı Merkez Orduzu Beldesi’ndeki Aslantepe Höyüğü Açık Hava Müzesi’nin ücretli olarak gezileceği kaydedildi.

Star Haber, 26.05.2011

400 YILLIK SULTANAHMET'İN SIRRI

 

 

402 yıllık tarihi caminin inanılmaz sırrı, restorasyon ihalesiyle ortaya çıktı. Sultanahmet Camii’nin özellikle denize bakan güney cephesinde son dönemde ortaya çıkan nem nedeniyle Vakıflar Genel Müdürlüğü, kapsamlı bir restorasyon kararı aldı. Restorasyon projesi için açılan ihaleyi 350 bin TL’ye mimar Feyhan İnkaya kazandı. Büyük restorasyon öncesi Sultanahmet Camii’nde santim santim bir planlama çalışması başlatıldı.

 

Bu çalışmada Sultanahmet Camii’nin hem şadırvan hem de yağmur sularının gittiği atık su kanallarına ulaşılamadı. Yardım istenen İSKİ de bu kanalları bulamadı. Vakıflar Genel Müdürü Dr. Adnan Ertem, HABERTÜRK’e şunları söyledi:

“Drenaj kanallarının nasıl yapıldığı, ne kadarlık alanı kapsadığı ilk kez tespit edilecek. Sonuçlara göre; çalışma yönlendirilecek, rutubet önlenecek.” Ünlü çiniler de ilk kez tek tek sayıldı, 20 bin olarak bilinen sayının 23 bin olduğu saptandı.

 

Projeyi hazırlayan İM Mimarlık’tan Feyhan İnkaya, ilk etapta neler yapacaklarını anlattı:

“Komplekste daha önce, yapılmadan önce yıkılmış sultan veya vezir sarayları var. Röntgenle kalıntıları, toprak altına gönderilen ışınlarla çekeceğiz. Bazı alanlarda çökme olmuş. Şu an üzerinde büyük binalar olan bazı yerler aslında külliye binalarından arsaya dönüştürülmüş. Fırın, mutfak ve imareti şu anda Marmara Üniversitesi’nin rektörlük binasının altında kalmış. Böyle bir külliyenin pis su ve tuvalet giderleri vardır. Şu anda orijinal tuvaletler yok ve yerini arıyoruz.”

 

Osmanlı ile Bizans mimarisinin 200 yıllık sentezinin zirvesini oluşturan Sultanahmet Camii, 1609’da I. Ahmed tarafından, Mimar Sinan’ın öğrencisi Sedefkar Mehmet Ağa’ya yaptırıldı. Mavi çinileri nedeniyle “Mavi Cami (Blue Mosque)” olarak da biliniyor. Külliyesiyle, İstanbul’daki en büyük yapılardan.

 

İbadethane 64 x 72 metreye 43 metre yüksekliğinde. Merkezi kubbenin çapı 23.5 metre. Sultanahmet Camii’nin harcında örümcek ve haşerelerin kokusunu sevmediği deve kuşu yumurtası kullanıldığı biliniyor.

Habertürk, Haber: Sultan Uçar, 26.05.2011

FRIDA'NIN MİMYATÜR PORTRESİNE 1 MİLYON DOLAR

 

Meksikalı dünyaca ünlü ressam Frida Kahlo’nın yaptığı en küçük eser olarak bilinen, 5 cm x 4.2 cm boylarındaki portresi, dün Sotheby’s Müzayedeevi’nin New York’ta düzenlediği açık artırmada 1.2 milyon dolara satıldı.

 

 “Autorrerrato en miniatura” (Minyatür Portre) ismini verdiği eseri Kahlo’nun, sevgililerinden Katalan sanatçı Jose Bartoli için yaptığı biliniyor.  Jose Bartoli ile Frida 1940’lı yılların ortalarında birlikte olmaya başladı ve Kahlo ölene dek ilişkileri devam etti.

Milliyet, 26.05.2011

DEFİNE AVCILARI KİLİSE KALINTISINA ULAŞAMADAN YAKALANDI

 

Bursa'nın Mudanya İlçesi'nde, geçen yıl bir kilise kalıntısına ulaşmak için yakındaki evden tünel kazarken suçüstü yakalanan 6 kişinin açtığı tünelde, bu kez 4 kişi yakalandı.

 

Alınan bilgiye göre, ihbar üzerine Kumyaka Köyü'ne giden jandarma ekipleri, eski tüneli 7-8 metre daha kazdıkları tespit edilen Yusuf K. (56), Birol A. (39), Aydın Ç. (33) ve Eren E'yi (52) gözaltına aldı.

 

Jandarma tarafından ifadelerinin alınmasının ardından adliyeye sevk edilen zanlılardan, Yusuf K'nin, aynı suçtan sabıkalı olduğu öğrenildi.

 

9 Aralık 2010'da, kış aylarında Ankara'da oturduğu öğrenilen Doğan A'ya ait Mudanya'daki evin zemininde kazı çalışması yapıldığı ihbarını alan jandarma ekipleri, söz konusu adrese baskın düzenlemiş, yapılan baskında evin zemin katında kazı yapan Doğan A'nın oğlu Murat A. (44), Mehmet G. (53), Hüseyin K. (45), Uğur Ş. (38), Rahim Ç. (56) ve Adem S. (34) suçüstü yakalanmıştı.

 

Zanlıların, evden yaklaşık 50 metre uzaklıkta bulunan ve Panayiya Kilisesi olarak bilinen kalıntı halindeki tarihi yapıya ulaşmak için 10 metre derinlikte, 2 metre çapında ve yaklaşık 30 metre uzunluğunda tünel kazdıkları, asansör teşkilatı, elektrik, havalandırma sistemi kurup tüneli tahtalarla kuvvetlendirdikleri, zemindeki suyu motorla dışarıya boşalttıkları, çıkan toprakları ise gece geç saatlerde çeşitli yerlere tahliye ettikleri tespit edilmişti.

 

Murat A, Hüseyin K. ve Uğur Ş. mahkemece tutuklanmış, diğer zanlılar Mehmet G, Rahim Ç. ve Adem S. ise tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmıştı.

Zaman, 26.05.2011

YERİN ALTINDA SAVAŞA HAZIR 8 BİN ASKER

 

UNESCO Kültür Mirasları listesinde bulunan Terra Kotta askerleri, 1970'li yıllarda ilk kez bölgede süren kuraklık sırasında kuyu açmak üzere çalışan 4 işçi tarafından bulundu ve önceden hakkında kesin bilgi olmayan yer altı ordusunu ortaya çıkarmak için arkeolojik çalışmalar başlatıldı.

Askerler ve mezar bölgesinin keşfine müteakip başlatılan çalışmalar, bu askerlerin sıradan toprak asker ve heykeller olmadığını da ortaya çıkardı. Zira yaklaşık 8 bin kişilik olduğu tahmin edilen dev yer altı ordusu, dönemin silahları, topraktan atları ve diğer araç ve gereçleriyle birlikte gömülmüş.

Terra Kotta'ların en büyük ve şaşırtıcı özelliklerinden biri ise her birinin yüzünün farklı olarak yapılması.

 

TOPRAK ASKERLERİN GİZEMİ
İmparatorun ordusunda bulunan binlerce askerin heykeli, kıyafetlerinden ten rengine kadar, yüzleri bire bir taklit edilerek yapılmış. Halen küçük bir bölümü gün ortaya çıkarılan askerlerin tamamı, heykellerin kimyası halen çözülemediği için gün yüzüne çıkarılmıyor.

 

Bunun başlıca nedeni ise heykellerin bir hafta içinde orijinal hallerini kaybederek toprak rengine dönüyor olmaları. Uzmanlar, bu dönüşümün nedenini belirlemeye çalışıyor.

 

Dev yer altı ordusundan bugüne kadar iki bin civarında askerin gün yüzüne çıkarıldığı, ancak boya ve renk hususunun hala gizemini koruması nedeniyle 6 bin civarındaki askerin yerleri tespit edildiği halde gün yüzüne çıkarılmadığı belirtiliyor.

 

 

Terra Kotta askerlerinin halen üç ayrı çukurda sergilendiği belirtilirken, çukurlardan en büyüğü ağırlıklı olarak piyade askerlerin heykellerinden oluşuyor.

ORDU SAVAŞA HAZIR
Bu gizemli ordu ayrıca sıradan bir şekilde dizilip, gömülmemiş. Farklı rütbelerde ve sınıflarda olan askerler dönemin en ileri savaş nizamına ve stratejisine uygun şekilde, savaş meydanında savaşa hazır konumda duruyor.

Ordu, okçu birlikleri ile öncü, orta ve arka birliklerin yanı sıra destek birimlerinden oluşuyor. Çukurların birinde de imparatorun merasim taburu kendi düzeni içinde bulunuyor. Askerlerin yanında döneme ait 10 bin civarında bronz silah da duruyor.

Dev yer altı ordusu bir define olarak nitelendiriliyor ve içerisinden çıkan unsurlarla o dönemin teknoloji, sanat ve kültür dünyasına ışık tuttuğu belirtiliyor.


Terra Kotta savaşçıları olarak da adlandırılan askerlerin ellerinde savaş öncesi hazır durumda tuttukları silahlarla gömüldüğü, silahların gerçek ve bronzdan olması nedeniyle günümüze kadar bozulmadan ulaşabildiği ifade ediliyor.

 

 

Toprak askerlerin yapılış tekniğinin de dönemin teknolojisinin ne kadar ileride olduğunu gösterdiğine dikkat çekiliyor. Her bir asker ve atın kile şekil verilmek suretiyle yapıldığı, ardından heykellerde açılan bir delikle 300 ile 900 derece arasında fırınlandığı belirtiliyor. Uzmanlar, deliklerin yüksek sıcaklıklarda çömleklerin patlamaması için açıldığını ve daha sonra kapatıldığını kaydediyor.

Taş askerler imparatorun dev mezarının sadece 1,5 kilometrekarelik alanını oluşturuyor.

TERRA KOTALARIN TARİHİ
İmparatorun mezarı ve Terra Kotta askerleri günümüzde hala gizemini koruyan dünyadaki eşsiz eserlerden biri olmasının yanı sıra yapılışındaki gizemleri ve azametiyle de ilginç bir hikayeye sahip.

Tarihçiler, Terra Kotta'ların MÖ 210 yılında yapıldığını savunuyor. Çin'de "ilklerin imparatoru" olarak bilinen Çin Şı Huang, dönemin Cao beyliğinde doğmuş ve birçok beylikten oluşan tüm coğrafyadaki Çin uluslarını ilk kez birleştirerek tek devlet adı altında toplayan imparator unvanı alan ilk lider olarak tarihe geçmiş.

 

 

İmparator Çin'in 13 yaşında tahta geçtiği, aynı zamanda Çin Seddi'nin inşasını da başlatan imparator olduğu belirtiliyor.

Yapımında 700 bin civarında işçinin çalıştığı dev mezar 37 senede yapılmış. Bölgede 600 civarında yer altı ordusunun bulunduğuna benzer çukur olduğunu belirten uzmanlar, henüz bunlardan 25'inin açıldığını kaydediyor.

Açılmayan birçok çukurun hala gizemini koruduğu ifade edilirken, bazı çukurların askerler dışında dev odalardan oluştuğu, bazılarının ise boş olduğu belirtiliyor.

TAMAMLANAMAYAN PROJE
Uzmanlar, bazı çukurların boş olma nedeninin imparatorun ani bir hastalıktan ölümü nedeniyle projesini tamamlayamamasına yorumluyor. İmparatorun projesi tam olarak bilinmediği gibi, bazı gizemleri de Çin Şı Huang'ın ani ölümü nedeniyle bilinmiyor.

Bu dev mezarı ve yer altı ordusunu yaptıran imparatorun, Çin'in o dönem çalışan tüm işçileri ya yaktırarak ya da kendisiyle beraber gömülmek üzere öldürttüğü anlatılıyor.

İmparator Çin'in bunu yapmasının en büyük nedeni olarak da mezarının ve içindeki sırların bilinmesini istememesi, aynı zamanda öldürülen işçilerin de mezarında kendisine eşlik etmesi arzusu olduğu ifade ediliyor. Dev mezar için Şian'a iki saat mesafedeki bu bölgenin seçilme nedeni olarak da imparatorun Li Şan adlı dağı Uzakdoğu Fıngşui felsefesine göre kendisine en uygun yer olarak gördüğü şeklinde açıklanıyor. İmparatorun mezarı yerin 36 metre altında bulunuyor ve bu ordunun öldükten sonra kendisini koruyacağına inandığı kaydediliyor.

TERRA KOTTA FABRİKASI
Dünyanın ilgisini çeken bu gizemli yer altı ordusu günde ortalama 50 bin civarında yerli ve yabancı turisti ağırlarken, bölgeye yakın bir fabrikada da toprak askerlerin her ebatta bire bir kopyaları üretiliyor.

Fabrikaya götürülen turistler, orijinaliyle aynı usulde yapılan askerlerin biblolarından orijinal ebatlarında olanlarına kadar, işlemin bütün aşamalarını yerinde izleyebiliyor.

Üretilen bu kopyalar fabrikada açılan reyonda ebatlarına göre farklı fiyatlarla satışa sunuluyor.

Radikal, 26.05.2011

KAYIP PİRAMİTLER BULUNDU

 

 

Bilimadamlarının uydu haritaları üzerinde yaptığı araştırma sonucunda, Mısır'da aralarında 17 piramit ve binin üzerinde mezarın olduğu kayıp hazineler bulundu.

 

Amerikan Havacılık ve Uzay Dairesi'nin (NASA) desteğindeki projede, yeraltındaki yapıları keşfetmek için yerden 700 km yüksekteki uydunun kızılötesi görüntülerini inceleyen Amerikalı bilimadamları, ayrıca 3 bin eski yerleşimi tespit etti.

Uydu haritalarındaki verileri teyid etmek için arkeologlar tarafından yapılan test kazıları sonucunda, iki piramidin varolduğu kanıtlandı.

Araştırmanın başında yer alan arkeolog Dr Sarap Parcak, Mısır'da bu kadar çok arkeolojik yerleşimi belirlemelerinin inanılmaz olduğunu söyleyerek, "Bu daha başlangıç, tespit ettiklerimiz nispeten yüzeyde, daha derinlerde ve Nil yatağında çok daha fazla yapı olabilir" dedi.  

Dr. Parcak, "Bu işler artık Indiana Jones filmindeki gibi yapılmıyor. Kusura bakma Harrison Ford" diye konuştu.






Uyduların Dünya'da bir metre çapından daha küçük nesneleri kusursuz görüntüleyebilen kameraları sayesinde yapılan keşif sonucu, Tanis'te ortaya çıkarılan 3 bin yıllık bir evdeki kazılara ise çoktan başlandı.

Evin dış çizgilerinin uydu görüntülerindekilere tıpatıp uymasından etkilenen Mısır hükümeti de, bu teknolojiyi muazzam mirasını gelecekte de tespit etmek ve korumak için kullanmayı planlıyor.

 

Habertürk, 25.05.2011

2500 YILLIK VADİNİN KOLLARINDAKİ DAR'ÜL HACER

 

 

Dünyanın en eski medeniyetlerine ev sahipliği yapan, 2 bin 500 yıllık bir geçmişe sahip Yemen'in sayısız vadilerinden biri olan Vadi-ül Dahr ile vadideki Dar'ül Hacer görenleri büyülemeye devam ediyor.

Osmanlı Devleti'nin Yemen topraklarındaki son yıllarında "İmameti" elinde bulunduran, Yemen tarihinin önemli imamlarından İmam Yahya'nın yazlık olarak kullandığı ve devleti yönettiği "Taş Ev" anlamına gelen Dar'ül Hacer, ilginç mimarisiyle dikkati çekiyor.

Arap ırkının ataları olarak kabul edilen Yemenliler birçok eski medeniyete ev sahipliği yaptı. Kur'an-ı Kerim'de Hz. Süleyman'ın anlatıldığı hikayelere konu edilen Sebe Melikesi Belkıs'ın hüküm sürdüğü yıllardan beri verimliliğiyle bilinen Dahr Vadisi'nde bir kayanın üzerine oturtulmuş bu bina, adeta bir "kartal yuvasını" andırıyor. Arap coğrafyasında bir deyim haline gelen "Kartalların yaşayamayacağı yerde Yemenliler yaşar" sözünü ispatlayan Dar'ül Hacer, görenleri her zaman olduğu gibi büyülüyor.

Dar'ül Hacer, 35 odadan oluşan ve oturtulduğu kayanın üzerinde 5 kat yükselen klasik Yemen mimarisini temsil ediyor. Bugünkü şeklini 1930 yıllarında alan bina, içindeki doğal buzdolabı görevi gören su kuyuları ve vadinin konumlandırıldığı yönü itibariyle doğal olarak klimalandırılmış serin odalarıyla ünlü.

 

 

İmam Yahya'nın Osmanlı devlet adamlarıyla toplantıları sıras ında kullanılan eşyaların korunduğu gözlenen Dar'ül Hacer, bugün müze olarak kullanılıyor. Dar'ül Hacer'in giriş kısmındaki 700 yıllık ağaç ise adeta tarihe şahitlik ediyor.

 

 

Yemen'de çok uzun bir geçmişe sahip olan taş işlemeciliğinin en güzel örneği olarak klasik Yemen mimarisinde yükselen binanın oturtulduğu kaya, yine Sebe Melikesi Belkıs zamanında oyularak ev şeklinde kullanılmış. Kayanın üzerine tarih boyunca eklemeler yapılan bina tarihin önemli isimlerine ev sahipliği yaptı.

 

 

İmam Yahya (1869-1948) da başkent Sana'nın yakınındaki Dar'ül Hacer'i devleti yazın yönettiği bir saray olarak kullandı. İmam Yahya, Osmanlı Devleti'nin Yemen'deki son yıllarında İmameti elinde bulunduran ve Yemen Devletinin kurucusu olarak kabul edilen önemli bir şahsiyet olarak tarihe geçti.

Türkiye Gazetesi, 25.05.2011

OĞUZ ATAY'IN EVİ DE TUTUNAMADI

 

 

Tutunamayanlar'ın yazıldığı apartman yıkılıyor. İstanbul işte böyle tarihsizleşiyor.

 

Aslında bunun edebiyatla hiç ilgisi yok. Ama vesilesini bulduğunuzda sevdiğiniz bir yazarın kişisel eşyalarını görmenin edebi bir yanı vardır. Çünkü tanıdığınız, en azından tanıdığınızı sandığınız insana dair hikayeler kurmanızı sağlar. Kabı nasıl defterler tercih ettiği, hangi tür kalemle, nasıl bir daktiloyla yazdığı, ‘giriş'i içinizde duran bir öyküye şahsi ‘gelişme'ler eklemenizi sağlar. Hakikatle ilgisi var mıdır bunun? Edebiyat kadar işte...

Bizim memleketimizde sayısı fazla değildir, pasaportumuzla gittiğimiz ülkelerde görürüz daha çok. Yıllar, hatta yüzyıllar öncesinde yaşamış yazarların, şairlerin, sanatçıların müzeleştirilmiş evlerini gezersiniz. O esnada kesilmiş biletlerle, kimi girilmez ve dokunulmaz işaretleriyle ve belki bir turistik/didaktik faaliyeti daha ellerindeki listeden silenlerin mekandaki varlığıyla içiniz bir nebze bulansa da, o şahsa alakanız derecesinde saf bir edebi yolculuk yine sizi bekler. Her tür müzede aynalar beni fena eder; çok karıştırır kafamı.

Bir de evin içi kadar dışı vardır. Pencereden bakınca görünen... Değişim ivmesi düşük şehirlerde, işte o yazarla, o sanatçıyla aynı köşe başına, günün aynı saatlerinde aynı ağacın gölgesine bakma ihtimali vardır. Bu düşük ihtimaldir zaten iyi gelen insana.

Bir adres vereyim: Beyoğlu'nda, bir kez daha ‘Fransızlaştırılmış' Cezayir Sokağı'nın üst başında, kıvrılsanız sizi Tophane'ye bırakacak Hayriye Caddesi. Numara 9, kat 2. Burası Oğuz Atay'ın ‘Tutunamayanlar'ı yazdığı yer. 1968'de büyük aşkı Sevin Seydi'yle paylaştığı daire.

Yıldız Ecevit, ıletişim Yayınları'ndan çıkan ‘Ben Buradayım...' (Oğuz Atay'ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası) kitabında, ‘Tutunamayanlar'ın Türkiye edebiyatı tarihinde nerelere tutunduğunun tahliline bu apartman dairesinden başlar. Hatta kitapta bu apartmanın bir de fotoğrafı vardır. Tıpkı Atay'ın, ilişkilerinin sona ermesi ve Seydi'nin Londra'ya gidişiyle geçtiği yine Beyoğlu'ndaki diğer ev gibi... Yeniçarşı Caddesi'nde 52 numaralı apartmanın dördüncü katı, Atay'ın bu ayrılığın travmasını unutmak için kendini tamamen eski model daktilosuna verdiği ve ‘Tehlikeli Oyunlar'ı yazdığı yerdir. ‘Hayatımım en kötü dönemi' diye kendisi söyler.

Şimdi neden durup dururken bu Oğuz Atay'ın evleri bahsini açtım? Fotoğrafta gördüğünüz, ‘Tutunamayanlar'ın yazıldığı o binadan bir süredir balyoz sesleri geliyor. ıçerisi tamamen boş, muhtemelen tamamen yıkılacak. Yerine en azından üç beş kat fazlasıyla, daire ederlerinin üç beş kez katlandığı havalı bir bina yükselecek.

İçini hiç görmüşlüğüm yok. Turgut Özben'i, Selim Işık'ın peşinde koştururken Oğuz Atay'ın yazı masasını koyduğu o oda ve arada o pencerenin önünde sokağa bakarak yaktığı sigaralar, hususi bir romantizm yaratıyor; her gün onlarcası yıkılan eski apartmanlardan daha fazla dokunuyor insana. Ama o kadar da değil.

İstanbul, lüks ve hijyenik yığınlarla siteleşerek, insansız düşünülmüş, çirkin ve tektip bloklarla TOKİ'leşerek büyürken, bildiğimiz şehir merkezi ise, 60'lı, 70'li yılların sapasağlam apartmanlarının sadece iki kat fazla yükselebilmek için dümdüz edilmesiyle birlikte tarihsizleşiyor. şehrin dört bir yanında kimi apartmanlarda akşamları bir dairede toplanan ‘kat malikleri', müteahhite versek mi oylamaları yapıyor. Bir verip iki alınmıyorsa bile, bu vesileyle salon biraz daha genişleyebilir, mutfak yenilenebilir, ebeveyn banyosu bile eklenebilir.

Kim kimi suçlayabilir? Siz soktunuz insanların içine zehri.

Bat dünya bat.

Radikal, Yazı: Pınar Öğünç, 25.05.2011

YENİ KRALLIK MEZARLIĞI KAPILARINI YENİDEN AÇTI

 

 
Mısır’ın baş arkeoloğu ve Giza Piramitleri, Sakkara ve Krallar Vadisi bakanı Zahi Hawass, Yeni Krallık mezarlığında yapılan restorasyon çalışmalarının ardından, altı mezarı turistlerin ziyaretine açtı.

 

 
Sakkara kentinin güneyinde bulunan Yeni Krallık mezarlığında, aralarında Kral Tutankhamon, kendisinden sonra kral olan generali Horemheb ve hazinedarı Maya’nın da bulunduğu, Mısır antik çağının önemli isimlerinin yattığı mezarlar bulunuyor.

 

 
Deve sırtındaki Mısırlı polis, Yeni Krallık Mezarlığı’nın restorasyon yapıldıktan sonra düzenlenene açılış gününde nöbet tutuyor.

Mısır'daki ilk piramit, Eski Krallık döneminde (MÖ 2,700-2,200) Kral Imhotep tarafından yaptırıldı.

 



Mısırlı işçi Hajaj Yusuf, Yeni Krallık Mezarı'ndaki duvar yazılarını temizliyor.

Antik Mısır kültüründe, Firavunlar tanrı kabul edildiği için, mezarlarına ev sahipliği yapan piramitler sonsuza kadar ayakta duracak şekilde inşa ediliyordu.

 

 
Mısırlı işçi Ebu Hasan Ahmed, Yeni Krallık Mezarlığı’nda yatan Pay ve Raia adındaki Mısırlılara ait mezarları temizledi.

 

 
Pay, Firavun Tutankhamon’un hareminin başında bulunan kişiydi.

 

 
Mısırlı işçi Hajaj Yusuf, Kral Tutankhamon’un generali Horemheb’in mezarındaki tozları temizliyor.



 
Antik Mısır'ın en görkemli mezarlarının inşasına tanık olan Yeni Krallık döneminde, mezarlar toprağın altına gömülmeye başlandı. Yeni Krallık Mezarlığı, birbirinden renki dekorlara sahip mezar odalarıyla doldu. Mezarlığın güvenliğini artırmak için, alan üçgen şeklinde inşa edildi.

Horemheb, Yeni Krallık, 18’inci Hanedanlık Dönemi’nde hüküm süren Firavun Tutankhamon’un ordularının komutanlığını yaptı.



 
Horemheb’in mezarı MÖ 1333 ile 1319 arasında inşa edildi.

 

Antik Mısır'da, çok sayıda piramidin inşa edildiği Eski Krallık Beşinci Hanedanlık döneminde, mezarların duvarlarınki hiyeroglifler, öteki dünyaya güvenli yolculuğun nasıl yapılacağına odaklanıyor.

 

Tüm mezarlar, farklı dönemlerde yaşamış ve farklı görevler yapmış Mısırlılara ait olduğu için, birbirinden çok farklı mimari ve süslemelere sahip olabiliyor.

 

 
Eski Krallık döneminde krallar piramitlerin içine inşa edilen mezarlarına gömülürken, din adamları daha ılımlı mezarlar tercih ediyordu. Onlar, mastaba adı denilen, toprak altındaki mezarlara gömülürdü.

 

 
Mısırlı bir polis, Yeni Krallk Mezarlığı’ndaki Basamak Piramidi’nin önünde nöbet tutuyor. Kral Zoser’in saltanatı 20 yıldan fazla sürdü. Adına yapılan piramidin yüksekliği 62 metre.

 

 
Tia adındaki Mısırlının mezarındaki duvar kaplamarının temizlendikten sonraki görünümü. Tia, adaşı olan Firavun’un kardeşi Tia ile evlendi.

 

 
Tia, Yeni Krallık 19’uncu Hanedanlık Dönemi’nde yaşayan Firavun İkinci Ramses’in hazinedarı ve hayvan sürülerinin gözetmeniydi.

 

Mezarı, MÖ 1290 ve 1270 yılları arasında yapıldı.

 

 
Yeni Krallık döneminde inşa edilen mezar odaları, dönemin alışılmış normlarının dışına çıkarak, gömülen kişinin hayatına ve özel zevklerine yönelik dekorlar içerirdi.

 

Orta Krallık ve Yeni Krallık dönemlerinde, mezarlıktaki dekorasyonlar ölülerin hayatlarından kareler ve dini ağırlık içeren hiyeroglifler taşırdı.

Halkın arasından olan kişilerin adil bir şekilde yargılanarak rahat bir şekilde öteki dünyaya gideceğine inanılırdı.

 

 
Krallar Vadisi'nde, Yeni Krallık döneminde piramit inşasında çalışmış işçilerin mezarları bulunuyor.

Verdikleri emekten dolayı, işçilere kendi "sonsuzluk evlerini" inşa etme hakkı verilirdi. Bu mezarlar, elit kişilerin mezarlarının beşte biri büyüklüğünde olurdu.

Hürriyet, 25.05.2011

KİTABENİN SIRRI ÇÖZÜLDÜ

 

  

 

Hanönü İlçesi'nde yıllarca merak edilen ve bir çiftçi tarafından tarlada çift sürerken bulunan üzerinde eski yazılar bulunan kitabenin sırrı çözüldü.

 

Araştırmacı ve Tarihçi Yrd. Doç.Dr. Cevdet Yakupoğlu AA muhabirine yaptığı açıklamada, Hanın kitabesi Arapça`dır. Kitabede hanın yerinin nerde olduğu yazılmamıştır. Ancak kitabe o yörede bulunduğuna göre ve civarda başka bir han olmadığına göre ilçe merkezindeki hana ait olduğunu yüzde 99 söyleyebiliriz dedi. Yakupoğlu, Kitabe`de "Bu han, gelen-geçen yolcuların kalması için hayır amaçlı olarak, Candaroğlu beylerinden İsfendiyar Bey (ölümü Şubat 1440)`in hükümdarlığı zamanında, onun eşi Tatlu Hatun tarafından miladi 1437 yılında yaptırılmıştır.”


Açıklama: Han, günümüzden yaklaşık 575 yıl önce bir kadın hayır sahibi tarafından yaptırılmıştır. Candaroğulları Beyliği dönemi eseridir. Yani Osmanlıların Kastamonu`yu ele geçirmelerinden 23 yıl önce yapılmıştır diye açıkladı.


Hanönü Belediye Başkanı Şükrü Özün,Kitabe`de Tarihi Han`ın yapılış tarihi de açıklığa kavuşmuş oldu,Kitabe`yi restoresi devam eden Tarihi Han`ın girişine monte ettirerek turizime katkı sağlamış olacağız dedi.Kitabe`nin okunmasıyla büyük bir sır da ortaya çıkmış ve Tarihi Han`ın kimler tarafından ve ne zaman yapıldığı belirlenmiş oldu dedi.

Kastamonu Postası, 24.05.2011




MYNDOS BİR KÜLTÜR MERKEZİ

 

 

Gümüşlük Köyü Myndos antik kentindeki çalışmalar, rant peşinde koşan, antik kentin ortasına tatil köyleri, yıldızlı oteller yapmak isteyen ve dolayısıyla Anadolu’nun kültür hazinelerini yok etmek isteyenler tarafından engellenmiş ve çalışmalara iki yıl ara verilmişti.

 

Muğla Üniversitesi Öğretim Görevlisi/Kültür Bakanlığı Eski Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürü ve Bodrum Müzesi Eski Müdürü 2009 ve 2010 yıllarında verilen kazı izinleriyle yapılan arkeolojik bilimsel çalışmalar Myndos’a büyük bir hareketlilik yaşatıyor.

 

Daha önce ara verilen bilimsel arkeolojik kazılara 2011 yılında da Uludağ Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Başkanı Prof.Dr. Mustafa Şahin başkanlığındaki bilimsel heyetle Temmuz ayından itibaren devam edilecek.

 

Gümüşlük Köyü Myndos antik kentindeki çalışmalar, rant peşinde koşan, antik kentin ortasına tatil köyleri, yıldızlı oteller yapmak isteyen ve dolayısıyla Anadolu’nun kültür hazinelerini yok etmek isteyenler tarafından engellenmiş ve çalışmalara iki yıl ara verilmişti. 2009 ve 2010 yıllarında Asar Tepe ya da diğer adıyla Tavşan Adası'nda yapılan kazılarda çok önemli buluntulara ulaşıldı, erken hıristiyanlık çağına ait bir kilise ile kiliseyle ilişkili bir mezarlık ortaya çıkarıldı. Ayrıca MÖ 5 yy'a tarihlenebilecek önemli bir yapıya ait mermer mimari elemanlar da saptanmış bu elemanlardan hareketle yapılan çalışmalarda gene aynı döneme tarihlenebilecek bir sunağa ait kaide ortaya çıkarılmıştır. Kazıda ayrıca Bizans çağına tarihlenen küçük bir mahalle bulunmuş ve ilerde yapılacak kazılarla bu yerleşmenin çalışmaları tamamlanarak onarılması planlanmıştır.

 

Antik kentin bulunduğu alanların I. Derece korunması gerekli arkeolojik sit alanı olması konusunda gerekli çalışmalar bitirilmiş ve Kültür Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü ile Muğla Koruma Kuruluna sunulmuş bulunmaktadır. Alınacak olumlu bir kararla Bodrum yarımadasının bu el değmemiş önemli antik kenti rant hesaplarının dışında kalacaktır.

 

Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu hükümleri uyarınca Bakanlar Kurulu Kararıyla Prof.Dr. Mustafa Şahin’e tüm Myndos antik kentinde kazı yapma izni verilmiş olmasına karşın Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü'nce salt Asar Adası'nda kazı yapma izni verilmesi Kamuoyunca çelişkili olarak mütalaa edilmektedir. Yasa hükümlerine göre sahiplerince izin verilen alanlarda arkeolojik kazı yapılması mümkündür. Ayrıca devlete ait birçok arazi de bulunmaktadır.

 

Bu antik kente ilişkin en eski kalıntılar Karya bölgesinin yerli halkı Leleglere aittir. Daha sonra Pers Satrapı Karyalı Maussolos buraya bir kent kurmuş ve çevredeki halkı zorla buraya yerleştirmiştir. Hatta şehrin çevresini bir surla çevirmiş, şehrin kapılarını kapattırarak halkın kaçmasını önlemiştir.

 

MÖ 44 yılında Caesar’ın katledilmesinden sonra katiller Brutus ve Casius Myndos’ta saklanmışlardır. Böyle önemli bir kentte bilimsel arkeolojik kazıların sürdürülmesi ve çıkan kalıntıların onarılarak sergilemeye açılması için gerek yerel kuruluşların gerekse Resmi kuruluşların birlikte hareket ederek yerinde kararlar vermesi gerekmektedir. Gümüşlük halkı da şehrin bir kültür merkezi haline gelmesini umutla beklemektedir. Uluslararası Klasik Müzik Festivalinin ve Uludağ Üniversitesi'nin Prof.Dr. Mustafa Şahin başkanlığında yürüttüğü Myndos arkeolojik Kazılarının Gümüşlük, Bodrum ve Türkiye Cumhuriyeti'ne uluslararası arenada kazandırdıkları ve kazandıracakları düşünülerek bu etkinliklerin maddi ve manevi olarak desteklenmesi bir vatandaşlık görevidir.

Bodrum Haber, 24.05.2011

ÇİFTE HAMAM, KÜLTÜR MERKEZİ OLACAK

 

Kastamonu Vakıflar Bölge Müdürlüğü, atalarımızdan kalan Vakıf eserlerini tekrar geri kazandırmak için başlattığı restorasyon çalışmalarına aralıksız devam ediyor. Kastamonu`da daha önce bulunan birçok tarihi eseri yeniden gün ışığına çıkaran Vakıflar Bölge Müdürlüğü, bunlardan göze çarpan Şeyh Şaban-ı Veli Külliyesi ve Yakupağa Camii`nden sonra şimdide Çifte Hamamı restore ederek toplum merkezi olarak kullanımını sağlayacak.

 

Çınar İnşaat Restorasyon Sanayi Ticaret Ltd. Şti.`nin yüklenici olduğu tadilat çalışmaları Eylül 2011 `de tamamlanması planlanıvor.

 

Kastamonu`da 5 farklı hamam daha bulunmasından dolayı ve bu hamamların da yeteri kadar getirişi olmaması Çifte Hamamın, hamam olarak değil İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) tarafından önceden projesi çizilmiş toplum merkezi olarak kullanılması hedefleniyor.

Geçtiğimiz yıl ihalesi yapılarak 420 bin TL`ye Çınar İnşaata verilen Çifte Hamam'ın, ayrıca bazı bölgeleri kafeterya şeklinde düşünülüyor.

 

Çifte Hamam'ın restorasyon çalışmaları tamamlandıktan sonra faaliyete geçmesinin ardından bu seferde kot farkı yüzünden sorun yaşayacak. Zamanla yol veya başka sebeplerden dolayı toprak seviyesinin yaklaşık olarak 2 metre yükselmesi Çifte Hamam'ın, kullanımı için sorun olacak. En azından giriş bölgesinin toprak seviyesi düşürülerek biraz olsun kot farkının giderilmesi gerekiyor.

 

ÇİFTE HAMAMIN TARİHÇESİ
Çifte Hamam, Yakupağa Külliyesini yaptıran Yavuz Sultan Selim`in hocası Halimi Çelebi tarafından 1514 yılında çift kuleli olarak yaptırıldı. 1728 yılında tamir edildikten sonra bir daha da .günümüze kadar tamir görmemiş olan tarihi Çifte Hamam, Mahkemealtı semtinde bulunuyor. Moloz taş ve kesme taştan yapılmış olan hamam, soğukluk, ılıklık ve sıcaklık bölümlerinden meydana gelmiştir. Her bölümün üzeri pandantifli tuğladan ayrı ayrı kubbelerle örtülmüştür. Kubbelerin dışında kalan bölümler tonozlarla kapatılmıştır. Külhan kısmı ise günümüze gelememiştir. 1950 yılında şahısa satılan Çifte Hamam, bir süre sonra İl Özel İdaresi`ne geçti. İl Özel İdare ise geçtiğimiz yıl Çifte Hamam`ı Vakıflar Bölge Müdürlüğü'ne devretti. Vakıflar Bölge Müdürlüğü ise Çifte Hamam`ın ihalesini hemen gerçekleştirerek 420 bin TL`ye yüklenici firma Çınar İnşaata verdi. Bu zaman zarfı içerisinde İstanbul Teknik Üniversitesi`nden (İTÜ) ilimize gelerek Çifte Hamam için proje çalışması yapıldı. Vakıflar Bölge Müdürlüğü ise bu projeye sadık kalarak Çifte Hamam`ın restorasyonuna başlattı.

Kastamonu`da 5 tane daha hamam olması ve bu hamamların şuanda maddi zorluklar içerisinde bulunması nedeniyle toplum merkezi olarak düşünülüyor. Ayrıca bazı bölgeler ise kafeterya olarak hizmet vermesi hedefleniyor.

 

Vakıflar Bölge Müdürlüğü`nün restorasyon çalışmasının devam ettiği Çifte Hamam`ın karşısında İstiklal Marşı Yazarı Mehmet Akif Ersoy`un kaldığı Sadık Hafız Konağı da bulunuyor. Mahkemealtı`nda tarihe tanıklık eden yapılardan Sadık Hafız Konağı`nın bu günkü sahipleri, konağın restorasyonunu yapmak için kredi başvurusunda bulunduklarını ancak kredi taleplerine henüz daha bir cevap gelmediğini söylediler. Çifte Hamam`ın hizmete açılmasıyla bu yerlerin hareketleneceğini söyleyen konak sahipleri, yetkililerden kredi konusunda destek beklediklerini söylediler.

Kastamonu Postası, 24.05.2011

PERRE ANTİK KENTTEKİ KAMUYA AİT ARAZİLERİN DEVRİ GERÇEKLEŞTİ

 

 

Kommagene Uygarlığı'nın 5 büyük kentinden birisi olan Perre antik kentinin yerleşkesinde çeşitli kamu kuruluşlarına ait arazilerin devri Kültür ve Turizm Bakanlığı’na tahsis edildi.

 

Yüzde 90′ı özel mülkiyet olan Perre antik kentinin yerleşkesinde Belediye, İl Özel İdare, Çevre ve Orman Bakanlığı ve Maliyeye ait yaklaşık 300 dönüm arazinin Kültür ve Turizm Bakanlığı'na tahsisi gerçekleşti.

 

Bölgesel rekabet Edilebilirlik Operasyonel Program çerçevesinde 2009 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi tarafından hazırlanan Perre Antik Kenti Çevre Düzenlemesi ve Uygulama Projesi’nin hayata geçirilebilmesi için bu devirlerin yapılması gerekiyordu. Kültür ve Turizm Müdürlüğü 5 milyon 852 bin Avro değerindeki projenin hazırlanarak hayata geçirilmesi için başlattığı arazi tahsis işlemleri son buldu. Şahıs arazilerinin ise başka kaynaklardan kamulaştırılması gerekiyor.

 

Kültür ve Turizm Müdürü Mustafa Ekici, projenin hazırlanarak onaylanmasının tahmini 4 ay süreceğini ve 36 ay içersinde projenin tamamen bitirilmesinin hedeflendiğini söyledi.

 

Projenin hayata geçirilmesinin ardından Perre antik kentinin sadece turistlerin gelip gezdikleri yer olmayacağını kaydeden Ekici, “Adıyaman insanının gidip dinlenebileceği, rahat nefes alacağı bir mekan haline gelecek” dedi.

GAP Olay, 24.05.2011

TARİHİ KULE KENT MÜZESİ'NE DÖNÜŞTÜRÜLECEK

 

 

Şanlıurfa Belediyesince, kent surlarının ayakta kalabilmiş tek yapısı olarak kabul edilen Mahmutoğlu Kulesi, yapılacak restorasyon çalışmalarının ardından kent müzesine dönüştürülecek.

Belediye basın bürosundan yapılan açıklamaya göre, Şanlıurfa Belediyesince tarihin çeşitli dönemlerinde yaşanan afetler ve savaşlar nedeniyle büyük zarar gören ''Urfa şehir surları''nın önemli bir bölümünü oluşturan Beykapısı semtindeki tarihi Mahmutoğlu Kulesi'nin restorasyon çalışmalarına başlandı.

Yaklaşık bin yıllık tarihi geçmişe sahip, kulede 40 işçiyle başlatılan restorasyon çalışmalarının bir yıl sürmesi planlanıyor. Şanlıurfa Belediyesince yaklaşık 1 milyon 186 bin lira harcanarak restore edilecek tarihi Mahmutoğlu Kulesi, çalışmaların tamamlanmasının ardından kent müzesine dönüştürülecek.

Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Mimari Restorasyon Bölümünden 20 kişilik bir grup tarafından daha önce rölöve çalışmaları yapılan tarihi kule bir yandan temizlenirken bir yandan da yıkılmaya yüz tutmuş taşlar titizlikle sökülerek onarılıyor ve yeniden yerlerine monte ediliyor.

Bu arada Mahmutoğlu Kulesi'nin önündeki derenin etrafında 28 dönüm alan üzerine kurulu bir park yapılması planlanıyor.
Yapı, 24.05.2011

SIRBİSTAN'DA ŞEYH MUSTAFA TÜRBESİ RESTORE EDİLECEK

 

 

Sırbistan'ın başkenti Belgrad'da yüzlerce Osmanlı eserinden ayakta kalmayı başaran ender yapıtlardan biri olan "Şeyh Mustafa Türbesi", Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi (TİKA) Başkanlığı tarafından restore edilecek.


TİKA Sırbistan Koordinatörü Dr. Gökçen Kalkan, Belgrad'da Osmanlı eseri iki türbenin ayakta kaldığını, bu türbelerden birinin Kalemeydan'daki "Mora Fatihi" Damat Ali Paşa'nın, diğerinin ise Dörtyol'daki 1783-1784 yılında yaptırılan Şeyh Mustafa'ya ait olduğunu belirtti.


Damat Ali Paşa Türbesi'nin 2003 yılında Türkiye'nin Belgrad Büyükelçiliği tarafından restore edildiğini ifade eden Kalkan, TİKA olarak son 100 yıldır onarım görmeyen, çökme tehlikesi yaşayan Şeyh Mustafa Türbesi'nin restorasyonunu üstlendiklerini belirtti.


Türbenin restorasyonu için gerekli iznin alındığını, bazı prosedürlerin tamamlanmasının ardından çalışmalarına başlayacaklarını kaydeden Kalkan, "Biz türbenin çevre düzenlemesini de yapmak istiyoruz. Türbenin hemen yanında bulunan iki gecekondunun da kaldırılması için belediye ile görüşmelerimiz devam ediyor. Bu kapsamda gerekirse iki gecekondunun sahibine başka bir yerde ev yaptıracağız" dedi.


Dr. Kalkan, Osmanlı döneminde çok sayıda cami, kütüphane ve çeşme gibi eserlerin bulunduğu Belgrad'da ayakta kalan birkaç Osmanlı eserinden biri olan Şeyh Mustafa Türbesi'nin Sırbistan için önemli bir yapıt olduğunu vurguladı.

Belgrad'ın en merkezi yerlerinden biri olan Dörtyol'daki Şeyh Mustafa Türbesi, farklı inançları bir araya getiren özelliğiyle de dikkati çekiyor. Türbenin iç ve çevresinin temizliğini Boşnakların yanı sıra civarda oturan Sırp ve Roman aileler de yapıyor.


Ziyaret edenlerin sağlığına kavuştuğuna, sorunlarının çözüldüğüne inanılan türbe, özellikle bayramlarda çeşitli dinlerin mensuplarınca adeta ziyaretçi akınına uğruyor. Türbenin, TİKA tarafından restore edileceğini öğrenen Müslüman ve Sırp vatandaşlar, bu duruma çok sevindiklerini ve restorasyon çalışmalarının bir an önce başlamasını ümit ettiklerini söyledi.


Türbenin çevre temizliğini yapan kadınlardan Ortodoks olan 55 yaşındaki Mariya Kırkoviç, kendisinin farklı bir dine mensup olduğunu, ancak bu türbenin kendisi için de çok anlam ifade ettiğini anlattı.


Kendisi gibi Ortodoks olan bir kadının doğuştan yürüyemeyen çocuğuyla bu türbeye gelip dua ettiğini, daha sonra o çocuğun yürümeye başladığın ı ifade eden Kırkoviç, benzeri onlarca olaya tanık olunduğunu söyledi.


Bu arada, türbeyle ilgili çeşitli hikayeler anlatılıyor. Geçmişte "Türk Mahallesi" olarak bilinen türbenin bulunduğu bölgede çok sayıda Osmanlı eseri ortadan kaldırılırken, söz konusu yapıtı yıkma girişimi her defasında başarısız kalmış. Anlatılana göre, 1930'larda türbeyi yıkmak isteyen 4 belediye görevlisi araçlarının devrilmesi sonucu ölüyor. Ertesi yıl türbeyi yıkmak isteyen bir başka belediye görevlisinin de ölmesi sonucu bir daha türbeye dokunulmamış. Yaşanıldığına inanılan bu olaylar üzerine her dinden insanların türbeyi ziyaret edip dua etmesi bir gelenek haline gelmiş.

ŞEYH MUSTAFA TÜRBESİ
Osmanlı idaresinde 320 yılı aşkın süre kalan ve o dönemde bulunan 273 camiden dolayı "Byeli Grad" (beyaz şehir) olarak adlandırılan Belgrad'da bugün ayakta kalan Osmanlı eseri sayısı yok denecek kadar az. Ancak Belgrad'ın adeta "kalbi" konumundaki Osmanlı'nın önemli izlerini taşıyan Kalemeydan, kentin en önemli turistik yeri olarak biliniyor.


Şeyh Mustafa Türbesi ise kentin en merkezi yerlerinden Dörtyol'da bulunuyor. Kitabede yer alan bilgiye göre, türbe Kaymakam Hüsnü Efendi tarafından 1783-1784 yıllarında Sadi Tarikatı Tekkesi'nin şeyhi adına yaptırılıyor. Alt ıgen planlı, kesme taştan inşa edilen türbenin dört penceresi, bir kapısı ve bir mihrabiyesi bulunuyor. Türbenin içinde ise bir sanduka ile orijinal başlıklı mezar taşı yer alıyor.

Türkiye Gazetesi, 24.05.2011

BAKAN GÜNAY, METROPOLİS'İN ÖREN YERİ OLACAĞINI AÇIKLADI

 

Gençlik Haftası nedeniyle Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağlı koro, topluluk ve orkestralar Metropolis antik kenti amfi tiyatroda ücretsiz konser verdi.

Konserden önce Yeniköy'de konuşan Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, kendisine geçtiğimiz hafta Torbalı Ticaret Odası yöneticileri tarafından iletilen Metropolis antik kentinin ören yeri olması isteğini müjde ile cevapladı. Bu konuda girişimlerin hemen başlatılacağını söyleyen Ertuğrul Günay, ardından da Metropolis'teki kazı alanlarını gördü. Kazı Başkanı Yard. Doç.Dr. Serdar Aybek ve eski kazı başkanı Recep Meriç ile birlikte tarihi mozaik alanını da ziyaret eden Günay, bu mozaiklerin İzmir'in tanıtımında kullanılacağını belirtti.

Yeni Asır (kısaltarak), 24.05.2011

İZNİK MÜZESİ'NDE YİNE SKANDAL

 

 

Güvenlik yönünden tam donanımlı olan İznik Nilüfer Hatun Müzesi’nde şok gelişmeler yaşanıyor. Yerleşim düzeni yetersiz olmasına karşın bünyesinde bulundurduğu eserler ile dikkat çeken İznik Müzesi’nde akıl almaz lahit hırsızlığından sonra, yeni bir hırsızlık olayı daha ortaya çıktı.

 

Müzeden 10 gün önce çalınan ve MS 2. yüzyıla ait olduğu belirtilen 500 kilogram ağırlığındaki Herkül figürlü tarihi eserle birlikte,  bir başka lahit parçasının daha çalındığı tespit edildi. 10 güvenlik kamerası bulunan, özel güvenlik görevlilerinin koruduğu çevresi demir parmaklıklarla çevrili İznik Müzesi yetkilileri, lahitin  çalınmasından sonra başlattıkları envanter çalışması sorasında, hırsızlığın boyutunun daha büyüyebileceğine dikkat çektiler.

 

Daha önceki tarihlerde müzedeki güvenlik eksiklikleri nedeniyle sık sık  basında yer alan İznik Müzesi, 10 adet kamera ile korunmasına rağmen,  bahçesindeki tarihi eserleri koruyamıyor. Yarım ton ağırlığındaki lahitin  çalınmasından sonra müzede sayım yapan görevliler, lahitin çalındığı gece ayrıca 100 kiloluk Roma devrine ait tarihi eserin de çalındığını anlayınca şaşkınlığını gizleyemediler. Müzede sergilenen lahit parçasının, kimliği henüz belirlenemeyen kişi ya da kişilerce çalındığının ortaya çıkmasının ardından müze görevlileri, polise haber verdi. Görevlilerin polise verdikleri ifadelerde, zaman zaman kamera sistemlerinin fişinin çekildiğini iddia ettikleri öğrenildi.

 

Müze idari binasının hemen önünde bulunan, MS 2. yüzyıla ait olduğu tahmin edilen Herkül ve Zeus kabartmalarının bulunduğu tarihi eserin 11 gün önce çalınması ilçede şok etkisi yaratmıştı. Güvenlik kameralarında hırsızlık olayının görünmemesinin nedeni ise kameraların gece görüş sisteminin olmayışı olarak yetkililerce açıklanmıştı. Olay hakkında emniyet birimlerince soruşturma hala devam ediyor.

 

İznik Müzesi’nin bundan önceki müdürü Yusuf Demirci (55), geçen yıl ağustos ayında, görevi kötüye kullandığı gerekçesiyle tutuklanarak cezaevine gönderilmişti. Demirci’nin yerine 8 ay önce ise Mehmet Yıldız müdür olarak atandı. Ancak Yıldız’ın sürekli izin kullandığı ve İznik dışında kaldığı iddia edildi.

Bursa Olay, Haber: Hayri Şen, 24.05.2011

TARİHİ ESERLER 'AİT OLDUKLARI YERE' DÖNÜYOR

 

 

Tarihi eser kaçakçılığı kapsamında geçen yıl Türkiye genelinde polis ve jandarma ekiplerinin yaptığı operasyonlarda 68 bin 12 tarihi eserin ele geçirdiği, olaylarla ilgili 4 bin 998 kişinin yakalandığı bildirildi.

 

Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele (KOM) Daire Başkanlığı’nın “2010 Yılında Gerçekleşen Mali Suçlara” yönelik raporundan derlenen bilgilere göre, tarihi eserler, çalınarak yurt içi ve yurt dışında astronomik fiyatlarla satılmasının yanı sıra imitasyonları da yapılıyor. Bunun için gelişen teknolojiyi kullanan kaçakçılar, gerçeği ile ayırt etmenin çok güç olduğu paha biçilmez tarihi eserlerin taklitleriyle dolandırıcılık yapıyorlar.

 

Dolandırıcılığın önüne geçmek amacıyla çeşitli kanallarca KOM Daire Başkanlığına intikal ettirilen tarihi eser görüntülerinin ve bilgilerinin tümü, Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde oluşturulan “Eski Eser Takip ve Değerlendirme Programına” girilerek veri tabanı oluşturuluyor.

 

Kültür ve tabiat varlıkları kaçakçılığı ile mü cadele kapsamında, Türkiye genelinde geçen yıl polis ve jandarmanın operasyonlarında 68 bin 12 tarihi eser ele geçirildiği, 4 bin 998 kaçakçının da yakalandığı bildirildi.

 

MÜZELERİN KÜLTÜR ENVANTERİ GELİŞİYOR

Kültür ve Turizm Bakanlığı verilerine göre ise, polis ve jandarmanın tarihi eser operasyonlarında ele geçirilen eserler, olayın gerçekleştiği en yakın müze müdürlüğü uzmanlarınca incelendikten sonra 2863 sayılı Kültü r ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu kapsamında açılan adli soruşturma tamamlanıncaya kadar emanete alınıyor. Bu eserler, daha sonra müzedeki olması gereken yerlerine iade ediliyor.

 

Raporda, operasyonlarda ele geçirilen eserlerin müzelere kazandırılarak kültür varlıkların uygun ortamda korunmasının sağlandığı ve müzelerin kültür envanterini zenginleştiği kaydedildi.

 

Tarihi eser kaçakçılığının yöntem ve tekniklerinin profesyonelce ve uluslararası düzeyde yürütüldüğünün belirtildiği raporda, yurt dışına kaçırılan kültür varlıklarının Türkiye’ye iadesi için yasal yollardan her türlü hukuki girişimde bulunulduğu ve bunun için de çok yüksek meblağlarda ödeme yapıldığı belirtildi.

 

Raporda, sadece Uşak-Karun Hazineleri ve Antalya-Elmalı Sikkeleri için ABD’ye yaklaşık 17 milyon dolar ödeme yapıldığı, tüm bu çalışmalara ra ğmen Anadolu kökenli eserlerin çoğunun halen yurt dışında bulunduğu kaydedildi.

 

Çukurova Üniversitesi (ÇÜ) Fen-Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Serdar Girginer, eski eser kaçakçılığı ve arkeolojik alan tahribatlarının Türkiye’de tam anlamıyla engellenilemeyen konuların başında geldiğini söyledi.

 

Girginer, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve güvenlik güçlerinin bu konuda elinden gelen mücadeleyi layıkıyla yaptıklarını ancak, çok sayıda tarihi eserin halen yurt dışında olduğunun tahmin edildiğini kaydetti.

 

Tarihi eserlerin nesilden nesile geçecek miraslar olduğunu, bu nedenle sadece polisiye tedbirlerle sorunun çözümünü beklemek yerine her bireyin bu sorumluluğu taşıması gerektiğini ifade eden Girginer, şunları söyledi:

“Sorunun temelinde insanımızın ülkemizin dünyanın çoğu ülkesinde olmayan tarihsel ve arkeolojik değerlerimizin önemini bilmemesinden kaynaklanıyor. Dolayısıyla İlköğretim programlarından başlayarak ülkemizin bu olağanüstü Arkeolojik değerlerinin anlatılması, ders programlarına ders olarak konulması, hatta Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’ndan bahsedilmesi gerekiyor. Yani küçük yaşta öğrenci eski eserin ne olduğu, nasıl korunacağı, tesadü fen rastladığında kanuna uygun bir şekilde ne yapacağı öğrenmesi gerekiyor. Ancak bu şekildeki bir bilinçlendirme ve eğitimle eski eser kaçakçılığı ve tahribatın ı önleyebiliriz.”.

Türkiye Gazetesi, 24.05.2011

2 BİN 600 YILLIK LAHİDE BÜYÜK İLGİ

 

 

Çanakkale’nin Biga İlçesi'ne bağlı Gümüşçay beldesi yakınlarında gerçekleştirilen kurtarma kazıları sırasında bulunarak Çanakkale Arkeoloji Müzesi’ne getirilen 2 bin 600 yıllık tarihi lahit, ziyaretçilerden yoğun ilgi görüyor.

 

Çanakkale Müze Müdürlüğü yetkilileri, Biga İlçesine bağlı Gümüşçay beldesi yakınlarında 17 yıl önce gerçekleştirilen kurtarma kazıları sırasında bulunan 2 bin 600 yıllık tarihi lahitin müzenin en fazla ilgili çeken eserleri arasında yer aldığını belirterek, “Bu lahit Arkeoloji Müzesi tarafından 1994 yılında gerçekleştirilen kurtarma kazıları sırasında Kızöldün Tümülüsü’nde bulundu. Anadolu’da bugüne kadar bulunan figürsel anlatımlı lahitlerin en erken örneği olan bu lahitin üzerinin toprak yığılmadan önce çatı kiremitleri ile kaplandığı tespit edildi. Dört tarafı mitolojik konuların anlatıldığı kabartmalarla betimli lahitin ön uzun yüzeyi ile dar yan yüzlerinde cenaze töreni ve yas tutma konuları betimlenmiş. Arka yüzünde ise Neuptolemos’un babası Akhilleus’un mezarı önünde Troia Kralı Priamos’un kızı Holyksena’yı kurban edişi betimlenmiş. Geç Arkaik üslubunda yapılmış olan Polyxena lahidinin MÖ 6. yüzyılın son 20 yılı içindeki bir dönemde yapıldığını tahmin ediyoruz” dedi.

 

Öte yandan müzeyi gezmeye gelenler de tarihi eserler arasında devasa yapısı ve ince işçiliği ile sergilenen 2 bin 600 yıllık Polyksena Lahiti’nin kendilerini çok etkilediğini belirtti.

Çanakkale İçinde, 24.05.2011

BİR TEKNE İKİ MEDENİYETİ TAŞIRSA

 

 

Ege'nin ortasında MÖ 3000 ile 2000 yılları arasında yer alan Kiklad medeniyetinin sakinleri, denizin iki yakasındaki kültürleri yeniden buluşturdu. Sabancı Müzesi'nde açılan 'Karşıdan Karşıya' adlı sergide Picasso, Brancusi, Matisse, Moore gibi sanatçılara ilham olan kaynağı Türkiye'den ve Yunanistan'dan derlenen çömleklerin, kaselerin, çaydanlıkların, testilerin ve daha pek çok arkeolojik eserin yer aldığı toplam 340 eser var.

 

Usta yazar Bilge Karasu "İstediğim denizi yazmak. Zümrütlerin, gökyakutların sabrını; ağaçların tarihsizliğini..." derken, en çok da denizlerin taşıdığı o engin hikayelerden haberdardı kuşkusuz. Denizin çağırdığı, kıyımıza bıraktığı bir öykü var yine. Tarihi çok eski. Beş bin yıl öncesine uzanan. Sabancı Müzesi'nin (SSM) taşıyıp getirdiği 'Karşıdan Karşıya' adlı sergi, Ege'nin iki yakasına ait uzunca bir hikayeyi önümüze seriyor.

 

MÖ üçüncü binde Kiklad adaları ve Batı Anadolu altbaşlıklı sergi, Türkiye müzelerinin yanı sıra Atina Milli Arkeoloji Müzesi, N. P. Goulandris Vakfı Kiklad Sanatı Müzesi'nden gelen toplam 340 eserden oluşuyor. Picasso, Brancusi, Matisse, Moore ve Giacometti gibi modern sanatçılara ilham kaynağı olan bu figürinler (heykelcikler), kap kacaklar, çömlekler, çanaklar, kaseler, fincanlar, çaydanlıklar, küpler, testiler, baltalar, hançerler, kolyeler, bilezikler Ege'nin ortasında yer alan Kiklad adalarının tarihi serüvenini günümüze taşıyor. Kiklad takımadaları ve karşı kıyısındaki Anadolu arasındaki ilişkiler inceleniyor, iki kültürün benzer yönleri ortaya konuyor. Sergi aynı zamanda iki ülke müzeleri arasındaki ilk işbirliği. Atina Milli Arkeoloji Müzesi, N. P. Goulandris Vakfı Kiklad Sanatı Müzesi gibi dev koleksiyonlara sahip müzelerden ödünç alınan eserler, Anadolu'daki buluntular ve Türkiye'deki 15 müzeden seçilen koleksiyonlarla birlikte ilk kez sergileniyor. Serginin küratörlüğünü Sakıp Sabancı Müzesi Müdürü Dr. Nazan Ölçer ile N.P. Goulandris Vakfı Müzesi Müdürü Prof.Dr. Nicholas Stampolidis üstlenmiş.

 

Bugün açılacak sergi, Sabancı Müze- si'nde dün gerçekleştirilen toplantıda tanıtıldı. Sergiyle ilgili bilgi veren SSM Müdürü Dr. Nazan Ölçer, "Kiklad sanatıyla ilgili bir sergi düzenleme ve karşılığında Sabancı Osmanlı hat koleksiyonunu Atina'da sergileme düşüncesi iki yıldan bu yana Atina'daki N.P. Goulandris Vakfı Kiklad Sanatı Müzesi ile müzemiz arasında görüşülmekteydi. Ancak müzemizde ağırlayacağımız ve sadece Kiklad adaları buluntularından oluşacak bir serginin bu uzak geçmişle ilgili anlatılacakların sadece bir tarafını oluşturacağı, öykümüzün yarısının da karşı kıyıda, komşu Batı Anadolu'daki aynı dönem buluntularında aranması gerekliliği de düşüncelerimizi sürekli işgal etti. Bu uzak zaman diliminde var olan karşılıklı ilişkilerin günümüzde izlerini aramak arzusunu Atina Kiklad Sanatı Müzesi Müdürü Prof.Dr. Stampolidis'in de paylaşması sonucunda sergimizin konsepti de belirlenmiş oldu." dedi.

 

N. P. Goulandris Vakfı Kiklad Sanatı Müzesi Müdürü Nicholas Stampolidis ise "Sergi, ziyaretçileri zaman ve boşlukta bir yolculuğa çıkarıyor. Sergiyle, son 100 yılın bilimsel arkeolojik araştırmalarından elde edilen en iyi ve en etkileyici bulgular ilk kez bir arada sergilenecek. Eserler, Asyalı çağdaşlarının ürettiği ve iki uygarlık arasındaki benzerlik ve farklılıkları ortaya koyan kilden maşrapa, çanak çömlek, silahlar, günlük araç-gereçler ve hatta mücevherlerle birlikte ilk kez SSM'de sergilenecek." dedi.

 

14 metrelik Kiklad teknesi sergide

Müzenin en dikkat çeken parçası, aslına uygun inşa edilen 14 metrelik bir Kiklad teknesi modeli. Bu uzunca teknenin müzeye girmesi için epeyce zahmet çekilmiş. Yakaşık 11 saatlik bir çalışmanın sonunda içeriye giren tekne, ışıklarla bir suyun içerisinde duruyormuş hissi veriyor. Tekneler, uzun yıllar Ege Denizi'nin iki yakasını buluşturan tek ulaşım aracı olarak kullanılmış. Üretiminde hiçbir yapıştırıcı ve çivi kullanılmayan tekneler, halatlarla birbirine bağlanan tahtaların suya girince şişerek kenetlenmesi mantığından hareketle yüzüyor.

 

Sergide, Ege'nin iki yakasındaki 5 bin yıllık ticari ve kültürel ilişkinin boyutlarını da okumak mümkün. Camekanlara yerleştirilmiş heykelcikler, seramikler ve bronz aletler ve daha pek çok arkeolojik eser Kiklad sanatını günümüze taşırken, kültürler arası diyaloğa katkıda bulunmayı hedefliyor. Sergi 28 Ağustos'a kadar ziyaret edilebilir.

Zaman, Haber: Musa İğrek, 24.05.2011

TARİHİ KULE YILLARA MEYDAN OKUYOR

Göynük’te bulunan tarihi Zafer Kulesi ziyaretçi akınına uğruyor. İlçede Pazar günü gerçekleştirilen Akşemseddin Hazretleri'ni anma etkinlikleri için gelen vatandaşlar, Zafer Kulesi'ni de ziyaret etmeyi ihmal etmedi. Vatandaşlar, kuleye çıkarak ilçenin manzarasını izledi, hatıra fotoğrafları çektirdi.

Göynük Belediye Başkanı Kemal Kazan, kulenin, 1922 yılında Sakarya Meydan Savaşı anısına Cumhuriyet döneminin ilk kaymakamı Hurşit Bey tarafından, ilçeye hakim bir tepede, altıgen taş temel üzerine, üç katlı ahşap yalı baskı mimarisi tarzında inşa edildiğini söyledi. Kuleyi bakıma aldıklarını kaydeden Kazan, altyapısını tamamladıklarını sadece çevre düzenlemesinin kaldığını belirtti. Kazan, "Orayı seyir terası yapacağız. Seyir terasını önümüzdeki yılda açmayı hedefliyoruz. " dedi. Kazan, ayrıca ilçedeki tarihi yapıları tekrar elden geçirmeye başladıklarına vurgu yaparak, şunları kaydetti: "Birinci etabı tamamladık, ikinci etaba başlıyoruz. Toplam 4 etap halinde sokaklar, caddelerde dahil tarihi yapıyı tekrar elden geçiriyoruz.”

Bolu Olay, 23.05.2011

"BİZİM PETROLÜMÜZ, ARKEOLOJİK ZENGİNLİĞİMİZ"

 

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Türkiye'nin arkeoloji açısından heyecan verici bir ülke olduğunu belirterek, ''Bizim petrolümüz arkeolojik zenginliğimiz'' dedi. Bakan Günay, İzmir Arkeoloji Müzesi'nde, kazı çalışmalarına ilişkin yapılan toplantıya katıldı. Burada yaptığı konuşmada, arkeolojiye, yer altı ve yer üstü zenginliklere sahip çıkmak için uğraştıklarını dile getiren Günay, İzmir'de Agora'nın yanındaki katlı otoparka değinerek, ''Agora'da, 1. derece arkeolojik alana kamu, kendisi devasa bir yapı yapmış, yani kamu tahribat vermiş. Agora'nın yanı başındaki otoparkı kaldırmaya umarım bir gün gücüm yeter... Türkiye arkeolojik açıdan heyecan verici bir ülke. Bizim topraklarımızda dünyanın en büyük petrolü bulunmadı, bizim petrolümüz arkeolojik zenginliğimiz'' diye konuştu. Türkiye'de 189 müze bulunduğunu, 131 ören yerinin düzenlenmiş durumda olduğunu, bu sayıyı artırmaya çalıştıklarını anlatan Günay, şöyle dedi: ''4-5 yıl içinde 11 yeni müze açtık. Gaziantep'te yeni bir müze açtık. 'Bu oldu' dediğimiz dünya çapındaki bir mozaik müzesi oldu. Ondan çok heyecan duyuyorum. İstanbul Arkeoloji Müzesi'nin acil ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyorum, ama müze bize artık yetmiyor. Müzeyi darphane binalarına doğru genişleteceğiz. Sergi alanı iki katı büyümüş olacak. Topkapı Sarayı'nın da asıl ünitelerini sergi alanı olarak kullanmak doğru gelmiyor bana. Yer olarak başka mekanlar üretmemiz gerekiyordu. Sarayın denize bakan cephesinde 4 tane büyük depo vardı, askeri depo. Geçen hafta o 4 binayı fiilen aldık. Binaların birinde tamamen porselenleri sergileyeceğiz. Birinde silahlar sergilenecek. Birini mehtere verelim diye, dördüncüsünü de günlük etkinlikler için ayrılsın diye düşünüyoruz.''

Bakan Günay, Ankara'da dünya çapında ''Türkiye Uygarlık Müzesi'' hayalinin olduğunu, hipodrom alanının yanında yer tespit ettiklerini belirterek, şunları kaydetti: ''İzmir'de Ege Uygarlıkları Müzesi çalışmamız var. Belediye Kadifekale tarafında bir yer önerdi. Ayrıca 25 kadar müzeyi yenileme çalışması var. Biz dünya çapında yeni müzeler yapma gayretindeyiz. Ankara ve İzmir proje halinde. Şanlıurfa, Hatay, Afyon'da temel atıyoruz. Gitmiş eserlerin tekrar kazandırılması da çok önemli. İki yıllık çalışmanın sonunda Almanya'da mutabakat metni imzaladık. Yaklaşık 90 yıl önce ülkemizden ayrılan Boğazköy Sfenksi'nin ikincisi ülkemize dönüyor. Çorum'da sergilemeyi düşünüyoruz. Ayasofya'da önemli çalışmalarımız var. Padişah türbelerini yenileyip açtık. 2. Selim'in türbesinin kapısının çinilerinden birinin dünyanın başka yerinde sergileniyor olması çok üzücü. Onun da yakın zamanda geleceğini umuyorum.''

İzmir'e son dönemde bakanlığından ayrılan paylara ilişkin de bilgiler veren Bakan Günay, İzmir bölgesindeki kazılara 1995-2002 yılları arasında 189 bin lira, 2003-2010 arasında ise 9 milyon lira ayrıldığına dikkati çekti. Günay, şu bilgiyi verdi: ''Bunun 6 milyon lirası benim dönemimde. Bunu bu yıl artırmayı vaat ediyorum size. Kültür merkezleri için 1995-2002 arasında 3 milyon civarında ayrılmış. 2003'ten bugüne 27 milyona çıkmış, Bunun da 16-27 milyonu benim görev yaptığımı son 3 yıl içinde. Bazen arkadaşlar İzmir'le ilgili soruyor ya, yeri gelmişken paylaşayım dedim. Bornova Kültür Merkezi'ni biz tamamlayacağız. İzmir'in tanıtımı için 1995'ten 2002'ye 50 bin lira... 2003'ten sonra bu rakam 5 milyon liraya çıktı. Opera ve balemizin temsilleri de son yıllarda misli misli arttı.'' Bakan Günay, Diyarbakır'da İçkale'yi müze yaptıklarını ifade ederek, ''Tamamı müze olacak. 1980'de oraya avukat olarak gitmiştim. Avukat olduğum halde çekine çekine gitmiştim. İnsanların korkarak girip çıktığı mekan Türkiye'nin en büyük müzelerinden biri oluyor. Diyarbakır'daki eski müzeyi tahliye edeceğiz. Yeni müze çalışmaları bu yılın sonunda bitmiş olur'' dedi. Diyarbakır'da müzeyi gezerken gördüğü bir eserin kendisini heyecanlandırdığını da anlatan Günay, ''14 bin yıl öncesine ait bacak benzeri bir eser gösterdiler. İnsan eliyle yapılmış. Onu kutusu içinde elime aldığımda çok heyecanlandım. Oğlum doğduğunda böyle bir heyecan yaşamamıştım belki. Bu benim ülkemde diye şükürler ettim'' diye konuştu.

Yeni Asır, 23.05.2011

ABBARALARDA HİÇ KAYBOLDUNUZ MU?

 

 

Abbaralarda hiç kayboldunuz mu Üstü kapalı ve dar merdivenli yarı karanlık sokaklardan geçip sütunlu kemerli çarşılarda dolaşırken, gökyüzüne uzanan minare ve kiliseler çıkıyor karşımıza. Burası, dört dilin, Türkçe'nin, Kürtçe'nin Arapça'nın ve Süryanice'nin memleketi Mardin... Binlerce yıldır farklı kültür ve inançları büyük bir hoşgörüyle kucaklayan, Dicle ve Fırat nehirlerinin bereket kattığı medeniyetler beşiği Mezopotamya topraklarındayım. Sümerlerden Aramilere (Süryaniler), Perslerden Büyük İskender'e, Romalılardan, Osmanlılara kadar pek çok uygarlığın gelip geçtiği, bilinen ilk okuryazar topluluklara ev sahipliği yapmış Mezopotamya'dan söz ediyorum. Bu yazıda sizlere Mezopotamya'nın toprakları gibi bereketli tarihini anlatacak değilim elbet. Az sonra okuyacaklarınız, bu uçsuz bucaksız kültür denizinin sadece küçük bir kısmına yaptığım yolculuk ve bu yolculuk sırasındaki tanıklığımı sizlerle paylaşmakla sınırlı olacak... İnanıyorum ki; şu anda bu satırları okuyanların bir kısmı, benim az sonra yazacaklarıma çok daha önceden tanık oldu.

Hatta bir kısmınızın da "Ben senin gözlerini kamaştıran o toprakların insanıyım zaten" dediğini duyar gibiyim. Yine de kararlıyım; halen bu topraklarda yaşayanlara yaşadıkları güzellikleri, daha önce ziyaret etmiş olanlara bu toprakların zenginliklerini, bugüne kadar fırsat bulup da gidemeyenlere ise neler kaçırdıklarını yerim yettiğince anlatmaya çalışacağım. Bu engin coğrafyanın önemli bir parçası olan Mardin, Dara, Midyat ve Hasankeyf'ten söz edeceğim biraz...

Uçağın penceresinden görüyorum Mezopotamya ovasını. "Uçsuz bucaksızın karşılığı bu olsa gerek" diye geçiriyorum aklımın bir köşesinden. Yerleşim bölgeleri çarpıyor gözüme irili ufaklı. "Hangisi Mardin?" diye kestirmeye çalışıyorum... Uçak alçaldıkça Mardin yükseliyor... Bir dağın doruğuna kurulmuş Mardin...

 

"Ne demek Mardin? Bu ismin bir anlamı var mı?" diye düşünüyorum. Daha sonra bana ve dostlarıma rehberlik yapan Ali'den ve tabii ki bazı kaynaklardan öğreniyorum Mardin'in anlamına yönelik rivayetleri. Neler mi bu rivayetler? Buyrun; Dilden dile dolaşan bir öykü şöyle; Bu bölgeye yerleşen Marde kavim vardır. Zamanın birinde bir kralın oğlu amansız bir hastalığa yakalanır. Kral, Mardin adındaki oğlunu iyileştirmek üzere havası suyu temiz "Batı Kalesi"ne gönderir. Bir süre sonra oğul sağlığına kavuşunca buraya bir kent kurdur ve o kente de oğlunun isimi olan Mardin adını verir. Bazı kaynaklar ise Mardin'in adının Süryanice mukaddes "mara" kelimesinden geldiğini ifade ediyor. Sasani komutanlarından Mardius, bu kenti imar ettiği için kente bu komutanın adının verildiği de söylentilerden bir diğeri. Selçuklu Türklerinin egemenliğiyle birlikte de Bizanslıların "Mardie", Arapların "Maridin" dediği kentin adının "Mardin" olarak ifade edildiği de çeşitli kaynaklarda karşıma çıkan bir diğer bilgi. Eminim daha pek çok öykü vardır Mardin'e ilişkin. Ben bu kadarıyla yetinmeye karar verdim. Sizler diğerlerini araştırabilirsiniz tabii...

 

Havaalanından kente doğru yol alıyoruz. Mardin'le aramızdaki mesafe kapandıkça, dağın tepesine kurulmuş kentin toprakla bütünleşen taş evleri belirmeye başlıyor yavaş yavaş. Önce yenişehirden geçiyoruz. Yeni olmasına yeni ama bildiğiniz, ruhu olmayan her yerde karşınıza çıkan beton yığınlarının arasından, tek tek işlenmiş taşlarla oluşturulan binlerce yıllık tarihi gövdesinde taşıyan eski Mardin'e ulaşıyoruz kısa bir süre sonra. Gün ışığı, yıllar içinde tarihin nasıl örselendiğini de gözler önüne seriyor. Görkemli taş evlerin, konakların arasına yerleşmiş kötü kopyalar ve eğreti binalar çıkıyor karşıma. Tarihin bereketli ve varlıklı kentinin günümüzde yoksulunu saklayamaz hale geldiğini görüyorum. Kenti dolaşıyorum. Ana caddenin iki yanına sıralanmış kuruyemişçi, ekmekçi, sabuncu kuyumcu dükkanlarının arasında yürüyerek, oteller, resmi kuruluşlar, vali konağının kurulduğu tarihsel abidelerle yüzleşiyorum. "Yehrin abbara" denilen üstü kapalı ve daracık merdivenli, yarı karanlık sokaklarından geçip sütunlu kemerli çarşılarında dolaşırken, gökyüzüne uzanan minare ve kiliseler dikkatimi çekiyor.

 

Güneş Tapınağı Deyrulzafaran
Rehberim Ali'nin şiveli anlatımı ve yakıcı Mardin güneşi altında rotamızı ilk olarak Deyrulzafaran Manastırı'na çevirdiğimizi anlıyorum. Aracımıza biniyoruz. "Tam mevsiminde geldiniz diyor birileri arkadan. "Yazın sıcağı iyiden iyiye bastırdığında bu yeşillikler yavaş yavaş sararır" diyor aynı ses. Bunun üzerine gözlerimi uzaklardan çekip alıyorum. Alabildiğine yeşillik ve adeta gelincik tarlalarının arasından geçtiğimizi fark ediyorum. Sarı, yeşil ve kırmızı çiçeklerin arasından Deyrulzafaran'a ulaşıyoruz. Manastır adını yörede yeşeren ve çok kıymetli bir bitki olan Safran'dan alıyor. Süryani dilinde Deyrul kelimesinin "manastır" anlamına geldiğini öğreniyorum. Zafaran ise az önce sözünü ettiğim "Safran"ın ta kendisi...

 

Güneş iyiden iyiye kendini hissettirmeye başladı. Geniş merdivenlerinden manastıra doğru ağır ağır ilerliyoruz.. Pagan dinlerden kalma "Güneş Tapınağı" üzerine inşa edilmiş olan Deyrulzafaran'da bilgiyi manastırda görevli bir rehberden alıyoruz diğer konuklarla birlikte.

Taraf, Haber: Eylem Düzyol, 23.05.2011

TARİHİ FORBES KÖŞKÜ TURİZME KAZANDIRILACAK

 

 

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, bir dönem Levanten ailelerin sıklıkla yaşadığı Buca'da Forbes Ailesine ait döneminin gösterişli yapılarından biri olan, ancak çürümeye terk edilen Forbes Köşkü'ne sahip çıkarak turizme kazandırmak istediklerini söyledi.
 

Buca SSK Hastanesi bahçesinde bulunan köşkü İzmir İl Kültür Turizm Müdürü Abdülaziz Ediz ile birlikte gezen Bakan Günay, köşk alanında incelemelerde bulundu. Günay, binanın resimleriyle birlikte tarihi ve teknik özelliklerinin yer aldığı bir dosya hazırlanmasını istedi. Görkemli köşkün çürümeye terk edilmesinin kendisini derinden üzdüğünü belirten Bakan Günay, buranın turizme kazandırılması gerektiğini söyledi. Köşkün, Sağlık Bakanlığı'ndan Kültür Bakanlığı'na devri ile ilgili çalışmaların hemen başlatılmasını isteyen Günay, yapı karşısında hayranlığını dile getirdi. 1908 yılında yaptırılan Forbes Köşkü bir yıl sonra yandı ve 1910 yılında tekrar tadilat gördükten sonra bugünkü halini aldı. Köşk 1950'de SSK'nın mülkiyeti altına girdi, 2006 yılında da Sağlık Bakanlığı'na devredildi. Uzun yıllar boyunca poliklinik olarak kullanılan Forbes Köşkü, daha sonra aynı bahçeye yeni ve daha büyük hastane binası yapılınca boşaltıldı ve zaman içinde harabeye dönüştü.

Yeni Şafak, 23.05.2011

MARDİN, TAŞIYLA YENİDEN İNŞA EDİLECEK

 

 

Mardin, UNESCO listesi için kolları sıvadı. 100 milyon TL'lik 'kentsel dönüşüm projesi' ile tarihi dokuya aykırı 1.440 yapı yıkılacak.

Burası daracık sokakları, altalta dizilmiş taş evleri, ezan ile kilise çanlarının karışan sesiyle tam bir kültür karması. Ve söylendiği gibi; ‘gündüz seyranlık, gece gerdanlık...' Bu cümleyle özetlenen 7 bin yıllık tarihi kent Mardin'in taş evlerle sıralı o meşhur fotoğraf karesi, bu günlerde dokuya zarar veren yapılardan kurtulmayı bekliyor. Çünkü Mardin'in UNESCO dünya kültür listesine girmesi için tarihi dokunun sonradan yapılan tüm eklentilerden kurtulması, Mardin taşıyla özüne dönmesi gerekiyor. Buradan hareketle 2009'da hazırlanan ‘tarihi kentsel dönüşüm' projesi kapsamında dokuya zarar verdiği tespit edilen 1.440 yapının yıkılması gündemde. Turizm açısından Türkiye'nin en önemli markalarından biri haline gelen Mardin, bunu gerçekleştiremezse sadece birkaç sokağı ve bazı yapıları dışında UNESCO'nun koruma listesine giremeyecek.
 

Mardin İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü'nün bu çerçevede başlattığı dönüşüm projesi için gerekli kaynak 100 milyon lirayı buluyor. Ancak bu bütçeyi hükümet desteği olmadan yaratamayacaklarını belirten Kültür ve Turizm Müdürü Davut Beliktay, "Kentimizin tarihi dokusunu bozan 1.440 yapı tespit ettik, bunları yıkmamız gerekiyor" diyor. Proje kapsamında yıkımların yanında sokaklar da özüne uygun şekilde yenilenecek. Hatta görüntü kirliliğine neden olan antenlerin sökülmesi, yeni bir teknolojiyle internet üzerinden TV yayınına geçilmesi bile konuşuluyor. Projenin bir diğer ayağında ise, Mardin Kalesi'nin turizme açılması var.

Son beş yılda kültür turizminin en büyük merkezlerinden biri haline gelen 737 bin nüfuslu Mardin'i geçen yıl 1 milyon turist ziyaret etmiş. Özellikle 2005'ten sonra bölgenin turist akınına uğradığını söyleyen İl Turizm Müdürü, son durumu ‘gururla' şöyle özetliyor: "2000'in başlarında turist sayımız 100 bini geçmezdi. 2008'de bir gayret 420 bine ulaştı, geçen yıl ise rekor kırarak 1 milyonu gördük. Bu yıl 1.5 milyon turist bekliyoruz."

 

Mardin'e yabancı turist ilgisi de büyük. Toplam ziyaretlerin yüzde 10'u yabancı. En çok Fransa ve İspanya başta olmak üzere Avrupa ve ABD'den ilgi varken, geçen yıl itibariyle Mardin'i Uzakdoğulu turistler de keşfetmeye başlamış.

Hal böyle olunca yoğun sezon olan ilkbahar ve sonbaharda otellerde yer bulmak neredeyse imkansız. Şu anda şehirde irili ufaklı 20'ye yakın pansiyon ve otel bulunuyor, yatak kapasitesi ise 2 bin 300 yatak. Ancak bu yıl, geçen haftalarda açılan Erdoba Otel ile ilk kez 5 yıldızlı otel gören Mardin'de, ekim ayında açılacak Hilton ve inşaatı devam eden yedi otelle birlikte yatak kapasitesi 3 bin 600'ü bulacak. Bu da daha çok turist, daha çok turizm yatırımı ve dolayısıyla geliri demek.
Mardin'deki turizm potansiyeli arttıkça yatırımcıların da kolları sıvadığını söyleyen Davut Beliktay'a göre, hızlanan otel yatırımları ve bu yıl ilki açılacak alışveriş merkeziyle birlikte bölge iki yılda 120 milyon TL turizm yatırımı çekmiş.

Radikal, Haber: Nuriye Doğu, 23.05.2011

LAHİT KAPAĞI MUSALLA TAŞI OLDU

 

  

 

Çanakkale'nin Biga İlçesi'ne bağlı Dikmen Köyü'nde, Roma dönemine ait bir lahdin kapağı musalla taşı olarak kullanılıyor.

 

Biga tarihi ile ilgili çalışmalar yürüten emekli öğretmen Engin Gürsu, 2000'li yıllarda yaptığı araştırmalarda köyl üler tarafından Dereköy yakınlarında bulunan lahdin köye getirildiğini söyledi.

 

Lahdin bir dönem köy camisinin avlusunda çeşme olarak kullanıldığını, şimdi ise gövdesinin köy meydanındaki bir parkta yer aldığını anlatan Gürsu, "Lahit o dönemde oldukça iyi bir işçilikle yapılmış. Zengin süslemelere sahip" dedi.

 



Gürsu, lahdin bir kenarının süsleme kuşağıyla ikiye böl ündüğünü, üst kısmına bir kitabe konduğunu, yanlarında ise simetrik olarak iki portre işlendiğini belirterek, "Alt kısmındaki süslemelerin üst kuşağında iki çıplak çocuk figürü ile kanatlı iki melek figürü bulunuyor. En alt sırada ise aral ıklı olarak üç küçük portre işlenmiş. Lahdin dar yüzünde ise ay ve mızrak ucuna benzeyen motiflerden oluşan süslemeler var" diye konuştu.

 

Lahdin kapağının ise Dereköy yakınlarındaki Dikmen Köyü'ndeki mezarlıkta musalla taşı olarak kullanıldığını söyledi.

Türkiye Gazetesi, 23.05.2011

 

******


ROMA LAHDİNİ YEMLİK YAPTILAR

 
Biga'nın tarihi ile ilgili araştırma yapan emekli öğretmen Engin Gürsu, Çanakkale'nin Dikmen Köyü'ndeki lahitten başka Roma dönemine ait bir başka lahdin Sarıcaköy'deki bir ahırda hayvanlar için yemlik olarak kullanıldığını söylüyor. Ancak o lahdin kapağının ise nerede olduğu bilinmiyor.

 

Tarihi eserlerin bu şekilde kullanılmasına tepkili olan Gürsu, Biga'da bir arkeoloji müzesi kurulması gerektiğini söylüyor.

Sabah (kısaltarak), 23.05.2011

DİVRİĞİ ULU CAMİİ KORUMASIZ!

 

 

Sivas'ta ülkemizin en önemli mimari yapılarından olan 13'üncü yüzyıl tarihli Anadolu Selçuklu eserleri Divriği Ulu Cami ve Darüşşifası geçmiş yıllarda yaşanan hırsızlık olaylarına rağmen yine güvenliksiz bırakıldı. Sivas Kültür ve Turizm Müdürlüğü ödenek yetersizliği nedeniyle tarihi yapıları koruyan iki güvenlik görevlisinin işine son verdi. Tarihi eserlerin 10 gündür korunmasız bırakılmasının nedenini İl Kültür ve Turizm Müdürü Kadir Pürlü'ye sorduğumuzda daha da ilginç bir cevap alıyoruz. Pürlü "Kültür ve Turizm Bakanlığı güvenlik görevlilerinin maaşını özel ödenekle tahsis ediyordu. Bu yıl ödenek gelmeyince biz de güvenlik şirketleriyle ihale yapamadık. Dolayısıyla iki çalışanın işine son vermek zorunda kaldık" diyor.

 

Anadolu beyliklerinden Mengücekoğulları döneminde yaptırılmış eserlerin hırsızlardan korunması için bulunan geçici çözüm ise güvenliğin polise devredilmesi. Divriği Emniyet Müdürlüğü'ne bağlı ekipler yarım saatte bir yapıların etrafında devriye gezerek hırsızlardan korunmayı sağlamaya çalışıyor. Eşsiz bezemeleri ve mermer işçiliğiyle Avrupalı mimarlarca "Anadolu'nun Elhamra'sı" benzetmesi yapılan,sanat tarihçileri, mimar ve mühendisleri büyüleyen Divriği Ulu Cami ve yanındaki Darüşşifa için Evliya Çelebi "Öyle emek sarf edilmiş, kapı ve duvarlar öyle nakş eylenmiş ki, methinde diller kısır, kalem kırıktır" demiştir. Mengücek Beyi Ahmet Şah annesiyle birlikte Ulu camiyi yaptırırken hastaların müzikle tedavi edildiği Darüşşifa bölümü ise Ahmet Şah'ın eşi Melike Turan'ın talimatıyla inşa edilmiştir.

 

2001'de Divriği Ulu Cami'nin abanoz panoları çalınarak ABD'ye kaçırılmıştı. Bir yıl sonra da bu kez caminin minber kapısı kanatları ile üzerindeki kitabe panoları hırsızlar tarafından alınmıştı. Ancak minber kapı ve kitabe panoları İstanbul'a getirdikleri belirlenen hırsızlara ait depolara düzenlenen iki operasyonla tarihi eserler yeniden camiye konulmuştu.

Sabah, 23.05.2011

2400 YILLIK BRONZ AMFORA ARKEOLOJİ MÜZESİ'NDE

 

 

Çanakkale’nin Biga İlçesi'ne bağlı Kemer Köyü'nün 1 kilometre doğusunda yer alan Parion antik kenti nekropol alanında 2005 yılında bulunan 2 bin 400 yıllık tarihi bronz amfora, yapılan konservasyon çalışmasının ardından Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmeye başlandı.

 

Tarihi amforanın 2005 yılında Kemer Köyü yakınlarında Parion antik kentindeki nekropol alanında bulunduğunu belirten Çanakkale Arkeoloji Müzesi Müdür Vekili Ömer Özden, “MÖ 4. yüzyıla, günümüzden yaklaşık 2 bin 400 yıl öncesine ait 34 santimetre yüksekliğindeki bu amforanın dışa döndürülmüş ağız bölü münde yumurta ve ok dizini, onun altındaki bezemesiz boyun bölümü bulunuyor. Omuz bölümü dil motifiyle süslenmiş amforanın gövdesindeki ana sahnede Tanrı Dionysos’un dinsel seremonisi içinde kendinden geçmiş şekilde dans eden Satyr ve Menad figürleri işlenmiş. Saçları dağılmış şekilde işlenen figürlerin elinde Tryrsos ve meşaleler, sırtlarında ise arkaya doğru savrulmuş panter postu bulunmaktadır. Aplik olarak yerleştirilmiş her iki kulpta 2 adet uzun dil motifi, altında bir sıra nokta dizisi ve İonik Kyma ve onun altında da çok iyi bir işçiliğe sahip Eros figürleri görülmektedir. Eros figürlerinin ikisi de başlarını sola çevirmiş ve sol ayakları öne atılmıştır. İkisinin de göğüslerinde çaprak bantlar vardır. Bu çaprak bantların yanında, figürlerin bileklikleri ve halhalları da gümüşten yapılmıştır. Genel görünüş bakımından birbirlerine çok benzeyen daha fazla tahrip olanın sol elinde koç başlı Rython ve sağ elinde Oinochoe bulunurken, diğer Eros figür ünün sol elinde deniz kabuğu ve sağ elinde çelenk yer almaktadır. Çok güzel bir işçiliğe sahip olan kabın kaidesi de İonik Kyma ile süslenmiş ve üçgen ayrıntılar içinde yine gümüş kullanılmıştır. Tüm ayrıntılarıyla çok dikkat çeken bu kap, MÖ 4. yüzyılın ikinci yarısına tarihlenmektedir ve konservasyonu 2010 yılında yapılarak müzemizde sergilenmeye başlanmıştır” dedi.

Türkiye Gazetesi, 22.05.2011

MÜZE VE ÖRENYERLERİNE İLGİ ARTIYOR

 

  

 

Türkiye'deki müze ve ören yerlerini ziyaret edenlerin sayısının 8 yıl önce 7 milyon 422 bin 208 iken, 2010 yılında 3,5 kat artarak 25 milyon 854 bin 341'e ulaştığı bildirildi.


Muğla Kültür ve Turizm Müdürü Kamil Özer, 2002 yılı rakamlarına göre Türkiye'deki müze ve ören yerlerini ziyaret edenlerin sayısının 7 milyon 422 bin 208 olduğuna işaret ederek, "Ziyaretçi sayısı 2010 yılında 3,5 kat artarak 25 milyon 854 bin 341'e ulaşmış. 2002 yılında müze ve ören yerlerinden elde edilen gelir ise 2010 yılında 6,5 kat artarak 26 milyon liradan 171 milyon lira olarak açıklandı. 2002 yılında 93 olan özel müze sayısı 2010 yılında 141'e yükseldi" dedi.


Özer, Türkiye'nin kültürel zenginlikleri anlamında dünyanın en önemli ülkelerinden birisi olduğunu belirterek, "Dünyanın en saygın müzelerinde sergilenen eserlerin bir bölümünü Türkiye'den götürülen eserler oluşturuyor. Türkiye'de yaklaşık 130 ören yeri var. Bu ören yerlerinden 22'si Muğla'da bulunuyor. Bu ören yerleri düzenlenmiş ve ziyarete açık ören yerleri. Muğla'da ayrıca 195 adet düzenlenmemiş ören yeri bulunuyor. Türkiye genelinde 118 adet müze var. Muğla'da 5 arkeoloji müzesi var. Ayrıca, Türkiye'deki tek su altı arkeoloji müzesi de Bodrum'da bulunuyor" diye konuştu.

Muğla'daki müze ve ören yerlerinin tarihi geçmişleri ve arkeolojik özelliklerine de değinen Özer, şunları söyledi:
"2010 yılında Muğla'daki müze ve ören yerlerini yaklaşık 900 bin kişi ziyaret etmiş. 2011 yılı sonu itibariyle 1 milyon ziyaretçiyi aşmayı hedefliyoruz. 10 yıl önce Muğla'daki müze ziyaretçi sayısı 100 bin civarı ndaydı. Bu rakam 1 milyonlara ulaştı. Turizm Türkiye'de dünyada gelişen bir sektör. Dünyada yaklaşık 1 milyar insan seyahat ediyor, turizm yapıyor. Türkiye'yi de 28.5 milyon insan ziyaret etti. Türkiye'ye yapılan bu ziyaretlerin 'kum, deniz ve güneş' üçgenine sıkışmaması lazım. Bu süreçte kültürel turizmde de büyük önem verilmeli. Bölgenin kültürel zenginliklerindeki artışın turist sayısında artışa neden olacağına inanıyorum."





Muğla Üniversitesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof.Dr. Adnan Diler ise Türkiye'nin kültürel potansiyelinin dünyanın hiç bir yerinden olmadığını vurgulayarak, şöyle dedi:
"Türkiye ören yerleri, kazı alanları, müzeleri ve doğal gü zellikleri ile turizm açısından önemli bir potansiyele sahip. Muğla ise bu anlamda özel bir konuma sahip ve farklı uygarlıkların kesiştiği bir noktada. Muğla'daki kültü rel ve doğal alanlar Türkiye'nin en iyi korunan alanları. Muğla'nın kıyıları Türkiye'nin en iyi korunan kıyıları. Muğla'nın mevcut zenginlikleri yeterince değerlendirilemiyor. Bu konuda büyük bir çaba var ama yeterli değil."


Prof. Diler dünyada deniz, kum ve güneş turizminin artık bittiğini de öne sürerek, şunları söyledi:
"Deniz, kum ve güneş 50 yıl önce popüler bir turizm yaklaşı mıydı. Bugün artık bu yaklaşım popülerliğini yitirdi. Özellikle zengin turistler dünyanın farklı yerlerini keşfettiler. Artık, turistler hiç gitmedikleri yerlere gitmek ve otantik olan yerleri keşfetmek istiyorlar. Turistler, bazı bölgeleri bir kaç defa ziyaret etmişler. Turizmde çeşitlilik ve kültür turizmi zenginleştirilmeli. Her şey dahil mantığı ile turizm anlayışı artık bitti. Turizmde kaliteli, kültür ve gelir seviyesi yüksek turist isteniyorsa mutlaka kültürel turizm çalışmaları artırılmalı."

Türkiye Gazetesi, 22.05.2011

ROMA DÖNEMİNE AİT
1200 ADET PARA BULUNDU

 

  

 

İngiltere'de inşaat alanında yapılan çalışmalar sırasında Roma dönemine ait 1200 adet para bulundu.

1700 yıl öncesine ait olduğu tahmin edilen paralar, Essex'e bağlı Colchester'da askeriyeye ait eski bir arazide bulundu.

Colchester Arkeoloji Müdürü Philip Crummy, "Paralar bir kaba konulduktan sonra gömülmüş. Bakırdan yapılmış ve üzerinde gümüş kaplamalı sikkeler, incelenmek üzere British Museum'a gönderildi.

Sikkelerin MS 3. yüzyıla ait olduğunu tahmin ediyoruz. O tarihlerde savaş gibi bazı sebeplerden dolayı para saklamanın yaygın olduğunu biliyoruz" dedi.

Tarihçiler, paranın sahibinin sikkeleri kötü günler için bir kaba koyarak gömdüğünü, daha sonra unuttuğunu tahmin ediyor.

Türkye Gazetesi, 22.05.2011



MANİSA ETNOGRAFYA MÜZESİ AÇILDI

 

Restorasyonu tamamlanan Manisa Müzesi’nin Etnoğrafya Bölümü törene ziyarete açıldı.

 

Törene Manisa Valisi Celalettin Güvenç, Belediye Başkanı Cengiz Ergün, AKP Genel Başkan Yardımcısı, Manisa Milletvekili Hüseyin Tanrıverdi, Kültür ve Turizm İl Müdürü Erdinç Karaköse, Milli Eğitim Müdür Vekili Aziz Ersoy, Ticaret Borsası Başkanı Sadık Özkasap ve çok sayıda vatandaş katıldı.


Manisa’nın müzecilik anlamında sahip olduğu potansiyeli kullanamadığını söyleyen Kültür ve Turizm İl Müdürü Karaköse, “İlimizin tarihi ve kültürel değerlerini ortaya koyabilecek çağdaş meka

Hürriyet Ehge,n arayışlarımızı sürdürüyoruz. Şimdiki mevcut binamızı da yenileyerek sınırlı da olsa yeni teşhir alanlarıyla hizmete açıyoruz” dedi.


Vali Güvenç de Akhisar’da yapımı tamamlanan müzenin 1 ay içerisinde açılacağını duyurdu.

Güvenç, Tarzan Meydanı’ndaki Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü Binası’nın Vestel’in sponsorluğunda Dijital Kent Müzesi yapılacağını söyledi.

Hürriyet Ege, Haber: İlker KIlıçaslan, 22.05.2011

YASA VAR, UYGULAMA YOK

 


Hellenistik dönemden kalma Zeus Sunağı, Bergama dan Berlin Pergamon Müzesi ne kaçırıldı.

 

Tarihi eser kaçakçılığı konusundaki çalışmalarıyla bilinen Özgen Acar, "Bu konuda yasa var ama yargıçlar önem vermiyor" diyor.

 

Tarihi eser kaçakçılığından muzdarip ülkelerin arasında başı çektiğimiz söyleniyor, doğru mu?
Tarihsel, kültürel ve dinsel miras kaçakçılığı bir boru hattına benzer. Bir ucunda bu miras konusunda varsıl, ama ekonomik açıdan yoksul olan ‘kurban ülkeleri’ yer alır. Öteki ucunda ise bu miras konusunda yoksul, ama ekonomik açıdan varsıl olan ‘Pazar ülkeleri’ yer alır. Türkiye kurban ülkelerin başında geliyor.

 

Türkiye’nin peşine düştüğü tarihi eserlere örnek verir misiniz?
Cumhuriyet dönemini dikkate alacak olursak Antalya-Kumluca’dan kaçırılan Washington’daki ‘Sion Hazinesi’, aynı yöreden bir altın haç St. Petersburg’da, Perge’den Yorgun Herkül Heykeli’nin üstü Boston’da…

 

Kaçırılan en büyük eserler hangileri?
Osmanlı döneminde Fethiye’den kaçırılan Nereidler Anıtı ve heykelleri, Bodrum’dan giden Halikarnassos mozolesinin parçaları, Datça Knidos’tan çeşitli heykeller Londra’da… Berlin’de de Bergama’dan Zeus Sunağı var.

 

Bunların iadesi mümkün mü?
Cumhuriyet döneminde kaçırılanlar gereken ilgi gösterilirse her an iade edilebilir.

 

Bunun için ne yapmak, ne gibi adımlar atmak gerekiyor?
Azimle, ciddiyetle üzerine yürümek ve bu konuda görevliler arasında sıkça tayinler yapmamak olabilir. Her yeni gelen sıfırdan başlayınca, olduğumuz yerde dönüyoruz.


Bu konuda bugüne değin inişli çıkışlı tutarsız bir grafik izlendi. İadesi sağlanan önemli tarihsel miras arasında Karun Hazinesi, Elmalı Definesi, Erdek arkaik torsosu ve bazı İslami eserler var. Tabii bu arada ikincil bazı eserler de geri alındı ya da verildi.

 

Tarihi eser kaçakçılığının önlenmesi için yeterli tedbir alınıyor mu?
2863 sayılı yasa bu konuda çeşitli cezalar öngörüyor. Ancak sorun, çoğu yargıcımızın olaya önem vermeyişinden kaynaklanıyor. Bu bir anlamda teşvik edici oluyor. Örneğin, polis ya da jandarma üç kaçakçıyı ellerinde metal detektör ve eserlerle yakalıyor. Mahkemeye sevk ediyor. Yargıç daha ilk duruşmada bu kişilerin tutuksuz yargılanmalarına karar veriyor. Sonra da “bir daha yapma emi!” der gibi salıveriliyorlar. Yasalar var uygulamada caydırıcılık yok. 


Bu konuyu devletin ciddi olarak ele alması ve ilkokuldan başlayarak eğitim vermesi gerekiyor. Günümüzde aşırı dinciliğin olduğu İran’da dahi bu çok tanrılı uygarlıkların eserlerine göz bebeği gibi bakılıyor. Arkeoloji ve sanat tarihi mezunlarından tarihsel, kültürel, dinsel mirası koruyacak, bir anlamda ‘itfaiye-ilkyardım’ gibi çalışacak ve anında müdahale, kurtarma kazıları yapacak ayrı bir örgüt kurulabilir. Bu iş müzecilere verilmiş. Müzecilerin 40 tane işi olunca asli görevlerini bile yapamıyorlar. Bu yapılanma değişmelidir. En önemlisi de metal detektör satışı engellenmelidir.

Kaçırılan bir tarihi eserin ardından “Bizde nasılsa onlardan daha çok var” diye düşünenler oluyor.

 

Sizce ülkemizde tarihi esere gösterilen önem neden bu kadar az?
Eğitim… Basının ilgisi… Berlin’den sfenksin geri geleceği bir-iki gazete dışında tek sütun olarak yayımlandı. Buna karşılık ünlü bir TV dizi oyuncusu bayanın bacağı görünen resmi sekiz sütun… Bu konuda basınımızın suçu büyük… Şu anda müzeler haftasındayız. Neler yapılıyor bilen var mı?

Radikal, Haber: İpek İzci, 22.05.2011

ROMA'DAKİ HEYKEL İÇİN REFERANDUM YAPILACAK

 

 

İtalya’nın gündeminde Papa 2’nci Jean Paul’ün hafta ortasında Roma’ya dikilen çirkin heykelinin kaderi var. Vatikan’ın “İğrenç, çirkin ve kaba” bularak derhal kaldırılmasını istediği, inançlıların ve turistlerin önünde protesto gösterisinde bulunduğu, Polonya hükümetinin itiraz ettiği heykelin neden olduğu krizi, Romalılar arasında yapılacak referandumla çözülecek.

 

Roma Belediye Başkanı Gianni Alemanno, ünlü heykeltıraş Oliviero Rainaldi tarafından yapılan heykelin Papa 2’nci Jean Paul’e benzemediğini itiraf ederek “Eskizini bizzat Vatikan onaylamıştı. Buna rağmen heykeli kaldırmayıp Romalılara soracağız” dedi.

Hürriyet, 22.05.2011

SİDE TÜKE TAPINAĞI'NDA ÇALIŞMALAR BAŞLADI

 

Roma döneminin en önemli kentleri arasında yer alan Side’de antik kent kalıntıları arasında yer alan Tüke Tapınağı’nda çalışmalar başladı.

 

Yapılan çalışmaların tapınağın restorasyonu için büyük önem arz ettiğini ifade eden Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Side Antik Kent Kazı Başkanı Doç.Dr. Hüseyin Sabri Alanyalı, şunları söyledi:

 

“Aslında şu anda yaptıklarımız restorasyon öz hazırlık çalışması. Daha önce kazılarda elde edilen parçalar birleştiriliyor” dedi. Parçaların birleştirilmesinin ardından Tüke Tapınağı’nın restorasyonu için proje oluşturacaklarını belirten Doç.Dr. Alanyalı, “Restorasyona başladıktan sonra muhtemelen 2 yıl içinde Tapınak tamamlanmış olur. Böylece Side Apollon’dan sonra ikinci bir tapınağa daha sahip olacak. ”

 

Doç.Dr. Alanyalı bu sürenin hava şartlarına ve teknik detaylara göre de uzayabileceğini kaydetti.

haberler.com, 21.05.2011

KARS ANİ HARABELERİNDE KAZI ÇALIŞMALARI

 

 

Geçtiğimiz günlerde bu konuyla ilgili birisi Ankara’da diğeri de Anı ören yerinde uzmanlardan oluşan iki toplantı yapıldığını da belirten Alp, Pirkiç Kilisesi'nin planlama safhasının da tamamlanmak üzere olduğunu belirtti.

 

Pirkiç Kilisesi'nin tabanındaki sağlamlaştırma çalışması tamamlanmasıyla birlikte Müze Müdürlüğü başkanlığında bir ekip oluşturulacağını kaydeden Alp, “Bu ekip tarafından kilisenin taban kazısı ve çevre düzenleme çalışmaları dahil olmak üzere mevcut yıkıntı içerisindeki rölyefli taşlar bir kenara ayrılıp, temel kazısı tamamlanacaktır. Ardından da restorasyon çalışmalarına geçilecektir.” diye konuştu.

 

Define Arama Yönetmeliğine de değinen Alp şunları söyledi:

“2863 sayılı yasanın 50. maddesi kapsamında çıkarılan Define Arama Yönetmeliği içeriğinde bulunan vatandaşlarımız şunları bilmeli; Şüphelendikleri ve ya define kazısı yapmak istedikleri yere ilişkin olarak önce mülki idare amirliğine, köylerde ise kaymakamlıklara, il merkezinde ise Valilik makamına bir dilekçe ile başvuruda bulunurlar. Dilekçeler bize ulaştıktan sonra arkeologlarımız yer incelemesi yaparlar. Mevcut yerlerin tescilli taşınmaz kültür varlıkları kapsamında olmadığı tespit edilmesi halinde gerekli belgeler istenir. Bu belgeler tamamlandıktan sonra define kazısı yapılır. Yapılan define kazısı Müze Müdürlüğü başkanlığında kurulan bir komisyon, İçişleri Bakanlığı ve temsilcilerden oluşan bir komisyon huzurunda yapılır. Tekrar kapatılır. Kaçak kazıları önlemek için hem Emniyet Müdürlüğü ile hem İl Jandarma Komutanlığımızla gerekli sıkı koordinasyonu devam ettiriyoruz.”

Kars Manşet, 21.05.2011

AKHILLEUS SAMSUN'A GELMİŞ
 


 

Samsun Arkeoloji ve Etnoğrafya Müzesi’nin zemin tabanında bulunan ‘Amisos Mozaiklerini’ yüksek lisans tez konusu yapan Dr. Derya Şahin, topuğundan vurularak ölen efsanevi savaşçı Akhilleus (Aşil)’un cesedinin Karadeniz de bir adaya gömülmüş olabileceğini yazdı.

 

Amisos Mozaiği Işığı Altında Akhilleus-Thetis İkonoğrafisi adlı yüksek lisans tez konusunda, halen Arkeoloji ve Etnoğrafya Müzesi’nin tabanında bulunan mozaikleri ele alan Dr. Şahin, bu çalışmasında “Akhilleus kültünün varlığı Karadeniz’in kuzey sahillerinde, batı Anadolu’da, Ege adalarında, kıta Yunanistan’da ve aşağı İtalya’da bilinmekteydi. Ancak, Amisos mozaiği üzerinde yeralan kompozisyon ile Akhilleus kültünün Anadolu’nun kuzeyinde, diğer bir ifade ile Karadeniz’in güney sahillerinde de olduğu ortaya çıkmış olmaktadır” ifadelerini kullandı.

 

Bursa- Uludağ Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü öğretim görevlisi Dr. Derya Şahin, tez konusunu doğrulayarak “Akhilleus’la ilgili Karadeniz’de çok fazla buluntu var. Hatda müzede yer alan Amisos hazinelerinde de ‘Nereibler’ bulunmaktadır. Nereibler, Akhilleus’un annesi Thetis’in kızkardeşleridir. Ve Akhilleus’un öldükten sonra Karadeniz’de bir adaya gömüldüğüne inanılmaktadır” dedi.

 

Karadeniz’in bu konuda araştırılmamış bir bölge olduğunu açıklayan Şahin, Samsun Arkeoloji ve Etnoğrafya Müzesi’nin tabanında ki mozaiklerde yer alan Akhilleus(Aşil) ve annesi Thetis resimlerinde de, silah teslimi konularının işlendiğini belirtti. Derya Şahin, Truva savaşında ayak topuğundan okla vurularak ölen Akhilleus’un bu nedenle çok geniş bir coğrafyada saygı gördüğünü söyledi.

 

Bursa- Uludağ Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü öğretim görevlisi Dr. Şahin, yaptığı açıklamada şunları dile getirdi. “Karadenizde Akhilleus ile(Aşil) ilgili çok fazla buluntu var. Akhilleus’un öldükten sonra Karadeniz de bir adaya gömüldüğüne inanılıyor. Samsunda ki müzede bulunan mozaiklerde de Akhilleus’un annesi Thetis’e silah teslimini anlatan tasvirler var. Bunun yanı sıra Amisos Hazinesi olarak sergilenen eserlerin bazılarının üzerinde de ‘Nereibler’ bulunuyor. Nereibler, Akhilleus’un annesi Thetis’in kızkardeşleridir.”

 

Öte yandan mitolojik anlatımlarda Akhilleus’un(Aşil) Amazon kadınları ile de savaştığı yer alıyor. Amazonların Terme İlçesine bağlı Gölyazı beldesinde yaşadıklarına inanılırken, efsanevi savaşçı Akhilleus’un (Aşil) Amazonlar’la olan savaşı mitolojide şu ifadelerle anlatılıyor. “Theseus ve Akhilleus adlı savaşçılar, adeta kahramanlıklarını tescil ettirmek istercesine, kendileri ile denk savaşlar çıkartan Amazonların ülkesine giderek, büyük harpler yaptıktan sonra onları mağlup etmektedirler. Yunan mitolojisinde Amazonların Truva Savaşı’na da katıldığı söylenmektedir. Anlatılanlara göre Amazon kadınları Truva’nın yanında Yunanlılar’a karşı savaşmışlardır. Amazon kraliçesi Penthesileia savaş sırasında Aşil tarafından öldürülmüştür. Bu savaş hikayesi Aşil’in Penthesileia’nın ölmeden önce maskesini kaldırması ile bir aşk hikayesine dönüşmüştür.”

Samsun Kent Haber, 09.05.2011



15 - 21 Mayıs 2011

KAYIP HAZİNELERİN İZİNDE BİR ÜLKE

Şubat ayında, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Hattuşa’dan 1917’de restorasyon bahanesiyle götürülen sfenksi iade etmeyen Almanya’ya kazıları iptal etme tehdidinde bulunmuştu. Berlin Müzesi 2 ay sonra ‘iade’ kararı aldı. Ülkemizde, bakanlar kurulu kararı ile 11 ayrı ülkenin 40 kazı çalışması sürdürülüyor. Bu ülkelerde çok sayıda tarihi eserimiz var. Bakanlık şimdi bu ülkelerle de aynı pazarlığa girmek için kolları sıvadı. İşte iadesi için uğraştığımız eserler:


ABD: Kumluca Eserleri, Herakles Heykeli, Getty Museum ve Lydia Eserleri,

ALMANYA: Bergama Zeus Sunağı, Aphrodisias İhtiyar Balıkçı Heykeli, Konya Beyhekim Camii Mihrabı, Hacı İbrahim Veli Türbesi Sandukası, Troya Eserleri, bir Türk vatandaşında ele geçen Diadem...

DANİMARKA: Diyarbakır Müzesi Sfenks Figürini, Akşehir Seydi Mahmut Hayrani Türbesi’ne ait sanduka, Cizre Ulu Cami Kapı Tokmağı, Nuruosmaniye Kütüphanesi’ne ait Kur’an sayfaları...

İTALYA: Interpol’ün ele geçirdiği yazıtlar...

RUSYA FEDERASYONU: Troya Eserleri...

FRANSA: II. Selim Türbesi çini pano...

İNGİLTERE: Çalıntı Kur’an sayfaları, Victoria&Albert Müzesi’nde bulunan Eros Başı, Samsat Steli, Halikarnas Mozolesi parçaları, Knidos Aslan heykeli...

SIRBİSTAN: 2004’te Batrovci Sınır Kapısı’nda ele geçirilen eserlerin çoğunun Anadolu kökenli olduğunun belirlenmesi üzerine, iki ülke uzmanlarının bir araya gelerek, yapacakları araştırmayla konunun çözüme ulaştırılması istendi.

BULGARİSTAN: Malko-Tırnova sınır kapısında 2005’te ele geçirilen eserlerin Türkiye kökenli oldukları belirlenince iade çalışmalarına başlandı. Türkiye’den Almanya’ya kaçırılmaya çalışılırken Kaptan Andereevo gümrük kapısında ele geçirilen eserlerle ilgili haberler üzerine de Kültür Bakanlığı konu ile ilgili bir inceleme başlattı.

UKRAYNA: 2002’de Türkiye’den Ukrayna’ya gelen bir geminin kaptan kabininde gerçekleştirilen gümrük denetiminde, gümrüğe beyan edilmemiş amforalar ele geçirildi. Kırım Arkeoloji Enstitüsü tarafından M.S. I. ve IV. yüzyıla tarihlenen 4 amfora ile 7 amfora parçası kabinde bulunmuştu. Ukrayna’da el konulan bu eserlerin Türkiye’ye iadesi için yapılan çalışmalar devam ediyor.

Knidos Aslan Heykeli nasıl kaçırıldı?

İngiliz Arkeolog Charles Newton ve arkadaşları, kürekli bir filikayla, Knidos Aslanı’nın binlerce yıldır kıpırdamadan yüzükoyun yattığı Datça koyuna geliyor. Büyük ihtimalle o tarihe kadar kimseler bu eşsiz koya uğramamıştı. Newton, aslanı taşıyabilmek için koya bir vinç bile getirtir. 11 ton ağırlığındaki Knidos Aslanı heykeli, vinçlerle koya yanaşan tekneye, sonra da bir İngiliz savaş gemisine yüklenerek götürülür. Newton bu anı fotoğraflamayı da ihmal etez. Newton tarihi eserler konusundaki bu ‘başarılarından’ dolayı daha sonra ‘sir’ unvanı ile ödüllendirilecektir. Hem Knidos hem de Bodrum’dan çok kıymetli eserleri gemilerle İngiltere’ye taşımış, dönemin yöneticilerinden Mehmet Ali Ağa’dan da insan gücü ve malzeme yardımı almıştır. Çaldığı eserler bugün British Museum’da sergileniyor.

Rüyaya giren define yağmalandı

1961’de Kumluca’da, yaşlı bir kadın, rüyasında bir define görür. Sabah çocuklarını, rüyasında gördüğü büyük ağacın altını kazmaya gönderir. Yaşlı kadının gösterdiği yeri kazan çocukları, tam sayısı bugün dahi bilinmeyen, çoğu gümüşten yapılma Bizans kilise eşyalarından oluşan bir define bulur. Defineyi haber alan İstanbullu eski eser kaçakçıları hemen Kumluca’ya üşüşür. Birkaç gün sonra bu kez jandarma baskın yaparak bazı parçaları ele geçirir. Dönemin Antalya Müzesi Müdürü İsmet Ebcioğlu, Antalya’dan Kumluca’ya gidecek bir araçları olmadığı için harekete geçememiş, bölgeye ulaşana kadar Kumluca Definesi’nin büyük kısmı İstanbul yolunu tutmuştur. Müze müdürüne ise, jandarma tarafından ele geçirilen ve savcılıkta koruma altına alınan 20 civarında eser kalır. Antik adı Corydalla olan Kumluca’da bulunan ve üzerlerindeki yazıtlardan Myra kuzeyindeki Sion Kilisesi’ne ait oldukları anlaşılan bu eserlerinin neredeyse tümü M.S. 6. yüzyıla tarihlenmektedir. Parçaların çoğu tek bir atölyede, değişik teknikler kullanılarak yapılmıştır. Bu eserlerin büyük kısmı 1963 ve 1965 yıllarında, iki parti halinde, İsviçre üzerinden ABD’ye gider. Kalan az sayıda eser ise Avrupa’daki bazı koleksiyonlara dağılır. Londra’da Hewitt koleksiyonunda 4, Digby koleksiyonunda ise 1 parça vardır. Hewitt koleksiyonu satıldığı için, bugün bu 4 parçanın nerede olduğu bilinmiyor. İsviçre’deki bazı başka koleksiyonlarda da Kumluca Definesi’nden eserler olduğu sanılıyor.
Radikal, Haber: Ömer Erbil, 22.05.2011

BEKAR EVİ OLARAK KİRAYA VERİLEN ANIT MEZAR

 

 

Çok tuhaf bir başlık oldu değil mi? Evet ama olay da en az başlık kadar tuhaf!

 

2010 Avrupa Kültür Başkenti dediler her yeri yıktılar, çaktılar, kazdılar diye söyleniyordum. Kim bilir diyordum, kimler ne paralar kazanıyordur bu bitmek bilmez ‘tamirat’ işlerinden...


İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı restorasyonlarını tamamladığı ve hala sürdürdüğü kültür miraslarını tanıtma turları düzenliyordu. Geçen hafta üçüncüsü ve sonuncusu vardı. “Bari bunu kaçırmayayım” dedim, gittim. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Genel Sekreteri Yılmaz Kurt, arkeolog rehberimiz Nezih Başgelen ve bir grup gazeteci çıktık yola.


İlk durağımız Kumkapı’daki Kudüs Ermeni Patrikhanesi ve tarihi Vortvords Vorodman Kilisesi oldu. Patrikhane’nin, 2010 Ajansı’nca yenilenen müzesini gezdik. Ardından Sultanahmet Meydanı’na gidip 40 bin metrekareye yayılan alan çalışmasına baktık. Oradan çıkıp, Sütlüce’deki Kamondo Anıt Mezar’a gittik ki, itiraf edeyim o ana kadar ne bu anıt mezardan ne de Kamondo’nun varlığından haberim yoktu...

 

BU NASIL BİR EZİYET
Ancak anıt mezara gidip hikayeyi dinleyince anladım ki, sırf benim değil, yıllarca kimsenin haberi olmamış... Haberleri olsa, bir mezar yerine bu eziyet reva görülür mü?


Şöyle anlatayım: Burada yatan, İstanbul Şehir Hatları (Şirket-i Hayriye), Dersaadet Tramvay Şirketi, ilk belediye ve modern okulların kurucusu banker Kont Abraham Salomon Kamondo’ymuş... Çok köklü bir aileymiş Kamondo’lar. 19. yüzyılda finans, kültür ve sanat alanında pek çok başarıya imza atmışlar. Galata, Pera, Karaköy ve Tophane semtlerinin bugünkü çehresini oluşturmuşlar. Bir ayakları burada, bir ayakları Fransa’da bulunan aile, Paris’te ‘sanat hamisi’ olarak ünlenmiş. Şehre, Champs Elysees Tiyatrosu ve Nissim-de Camondo Müzesi’ni kazandırmışlar. Hatta dünyaca ünlü Louvre Müzesi’ne empresyonist tablo koleksiyonu bağışlamışlar... (Bunları Nora Şeni ve Sophie Le Tarnec’in yazdığı ‘Camondolar - Bir Hanedanın Çöküşü’ adlı kitaptan öğrendim.)


Aradan yıllar geçmiş, ‘Doğu’nun Rotschild’ı olarak bilinen bu ailenin reisi Kont Abraham Salomon Kamondo rahatsızlanmış ve 1873’te Paris’te hayatını kaybetmiş. Vasiyeti üzerine buraya getirilerek, Hasköy Musevi Mezarlığı’nda yapılan bir anıt mezara ‘devlet töreniyle’ defnedilmiş. Sonrasında ailenin diğer fertleri, tüm mal varlıklarını bırakarak Türkiye’den ayrılmış (ya da zorunda bırakılmış), 2. Dünya Savaşı sırasında da Nazi toplama kamplarında yok edilmiş!


1952’de E5 karayolu, mezarlığın içinden geçince bu, mermer taşları bile İtalya’nın Carrare bölgesinden getirilen görkemli anıt mezar da sahipsiz kalmış...


Taşları çevredeki ‘insan gücüyle’ kırılmış, anıtmezarın içi harabeye dönmüş. Ve zamanla, (ben duyduğumda inanamadım ve herkese tek tek doğrulattım) bu anıt mezarın içi çevrede yaşayan birileri tarafından altı odaya bölünüp, bekar evi olarak kiraya verilmiş!


Kimse de “Burada ne oluyor!” dememiş, ta ki İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı burayı projelendirip, restorasyon için düğmeye basana kadar! Anıt mezarın eski görkemine kavuşmasına ve bu ülkeye gerçek anlamda pek çok şey kazandıran Kamondo’nun mezarının ziyarete açılmasına çok az kaldı.

YARIM KALAN İŞLER VAR
Ajans’ın genel sekreteri Yılmaz Kurt, aralarında Galata Mevlevihanesi’nin de olduğu, farklı kültürlere ait 178 yapıyı restorasyona aldıklarını, bazılarını müze haline getirdiklerini bunların 86’sının tamamlandığını, 92’sininse inşaatının devam ettiğini söyledi. Bunun dışında, hazire onarımları, anıtsal eserlerin aydınlatılması, cadde ve meydanların çevre düzenlemeleri gibi onlarca çalışmaları daha var. Ve Haziran sonunda İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın dolayısıyla Kurt’un da görevi de bitecek. Süren projelerse, bütçesiyle Büyükşehir Belediyesi ve İl Özel İdaresi’ne devredilecek. Aynı ilgiyi, ihtimamı görecek mi bu projeler, orasını da zaman gösterecek...


“2010 Avrupa Kültür Başkenti dediler; her yeri yıktılar, çaktılar, kazdılar” diye söyleniyordum. Kimbilir, diyordum kimler ne paralar kazanıyordur bu bitmek bilmez ‘tamirat’ işlerinden... Ne iyi yapmışlar da yıkmışlar, çakmışlar, kazmışlar... Bu artık bitmek üzere olan ‘tamirat’ işlerinden, kaybetmek üzere olduğumuz büyük bir kültürü yeniden kazanmışız meğer!

Hürriyet, Yazı İpek Durkal, 21.05.2011

VATİKAN 'UCUBE' PAPA'YA AYAKLANDI

 

 

Kars’taki barış heykelinin ‘ucube’ diye kesilerek kaldırılmaya başlanmasının yarattığı tartışmanın bir benzeri bu günlerde Roma’da yaşanıyor.

 

Mayıs’ta törenle “Ermiş” ilan edilen Papa 2’nci Jean Paul’un dünyaca tanınmış İtalyan heykeltıraş Oliviero Rainaldi tarafından yapılan heykeli Vatikan’ı kızdırdı. Vatikan’ın yayın organı “L’Osservatore Romano”, “Nöbetçi asker kulübesine benzettiği” heykel için “İğrenç, çirkin ve kaba. Bu heykel ermişlik payesi alan bir Papa’ya hakarettir” diye yazdı.


Meydana dikildiği andan itibaren büyük tepki gören heykel için bazı siyasetçiler de “Papa’dan başka her şeye benziyor. Roma Belediyesi tepkiler büyümeden bu heykeli hemen yerinden kaldırıp depoya koysun” diye değerlendirme yaptı. Özellikle Polonyalı turistler Papa Jean Paul’ün heykelini protesto ederek “Değil kompozisyon, yüzü bile bizim Papa hazretlerine benzemiyor. Hükümetimiz duruma el koysun” dedi. La Repubblica, Il Giornale, Corriere della Sera gazetelerinin okuyucuları arasında yaptığı ankette ortalama yüzde 93 heykelin şeklen Roma’ya ve “ermişliğe” yakışmadığını belirterek kaldırılmasını istediler.

Hürriyet, Haber: Reha Erus, 21.05.2011




ALTINTEPE MOZAİKLERİ GÜN YÜZÜNE ÇIKIYOR

 

     

 

Erzincan'ın Üzümlü İlçesi'nde, 2 bin 750 yıllık tarihe sahip Urartu dönemine ait Altıntepe'de bulunan mozaikler, restore edilerek turizme kazandırılacak. Erzincan Valisi Abdülkadir Demir, Belediye Başkanı Yüksel Çakır ve Kültür ve Turizm Müdürü Metin Çankaya ile birlikte Altıntepe'de yapılan kazı çalışmalarını yerinde inceledi. Kazı çalışmalarında bulunan mozaiklerin onarım çalışmaları hakkında bilgi alan Vali Demir, tarihin gün yüzüne yavaş yavaş çıkarıldığını vurgulayarak, çalışmaların hızlı bir şekilde devam ettiğini açıkladı. Erzincan da kazı çalışması yapılan tek alanın burası olduğunun altını çizen Vali Demir, "Altıntepe'de orijinal kalenin bulunduğu alan Urartu dönemine ait. Yaklaşık 7-8 senedir Erzurum Atatürk Üniversitesi'nden bir ekip burada çalışma yapıyor." dedi.


Kazı alanının hemen yanında, Bizans dönemine ait bir kilise ve bu kilisenin tabanında çok ilginç, Doğu Anadolu'da görülmeyen mozaik yapısı bulunduğunu ifade eden Vali Demir, "Burası koruma altına alındı. Ancak mozaiklerin bir kısmı zaman içerisinde tahrip edilmiş. 2002 yılında burada geçici bir restorasyon yapılmış. Ama biz istiyoruz ki burası artık Erzincan turizmine kazandırılsın. Bu düşünce ile İl Özel İdaresi kaynaklarıyla restorasyonu yapılıyor. Buradaki amaç o günkü var olan şartları yansıtabildiğimiz kadar yansıtmak. Budan sonraki restorasyonla çalışmalar tamamlanmış ve ziyarete açılmış olacak. Dışarıdan gelen konuklarımız, burayı ziyaret edebilecek. Buradaki hedefimiz, 2 ay içerisinde çalışmaları tamamlamak ve Altıntepe'nin kilise bölümündeki çalışmaları bitirmek." ifadelerini kullandı.

Türkiye Gazetesi, 21.05.2011

İNSAN BEYNİNİN SIRRI BU FOSİLDE YATIYOR

 

 

Hayvanlar aleminin en akıllı canlıları olan insanlar, diğer hayvanlara kıyasla büyük olan beyinleriyle övünür. Vücut ile beyin büyüklüğü arasında genelde doğru orantı bulunmamasının nedenini merak eden bilim insanları ise beynin evrim geçirmesini sağlayan faktörü araştırdı. 200 milyon yıl öncesine ait parmak kadar bir canlının fosili incelenerek, bu faktör tespit edildi.

Yapılan araştırmalar, beynin “koku duyusunu geliştirmeye ihtiyaç duyduğu için” evrim geçirdiğini ve büyüdüğünü ortaya çıkardı. Fosil bilimi uzmanı Tim Rowe, memeli hayvanların koku alma duyuları geliştikçe beynin de büyüme gösterdiğini belirtti.

 

Rowe ve meslektaşları, Çin’de bulunan 200 milyon yıl öncesine ait sürüngen fosilleri üzerinde yaptıkları incelemelerde bu sonuca ulaştı. Boyu parmak kadar olan Hadrocodium wui adlı sürüngenin, evrim geçirerek memelilere dönüşen ilk hayvan olduğuna inanılıyor.

 

KÜÇÜK SÜRÜNGENE KOCA BEYİN

Rowe, kafatası sadece 12 mm olan sürüngen fosilini ilk olarak 20 yıl önce incelemek istedi. Ancak mevcut teknoloji, sadece mikroskop altında dış iskelet yapısının incelenmesine el veriyordu. Sahibinin, fosilin kafatasının kırılmasına izin vermemesi, Rowe’un CT scan analizi yapmak için onlarca yıl beklemesine neden oldu.




Hadrocodium wui. 

Rowe, milyonlarca yıl arayla yaşamış olan sürüngen fosillerinin kafataslarını incelediğinde, koku alma lobunda sürekli büyüme yaşandığını gördü. Fosil uzmanı, “Sadece koku alma lobu değil, aynı zamanda beynin kokuyu değerlendiren bölümünde de gözle görülür bir büyüme yaşanmış” dedi.

 

Dahası, beynin diğer duyuları değerlendiren kısımlarının da büyüdüğü anlaşıldı. Özellikle çalılıklarda gezinen ve ağaçlara inip çıkan memelilerin tüyleri aracılığıyla hissettikleri, denge ve yön bulmada önemli bilgiler sağladı.

 

Böylece, milyonlarca yıl önce yaşayan canlılardan, daha iyi koku alan ve hareket eden hayvanlar hayatta kalma şansını önemli ölçüde artırdı.

 


Küçük sürüngenin beyni.

 

KOKU ALGISI NEDEN GELİŞTİ?

Rowe, “Dinozorlar, tüm gün av peşinde koşuyordu. Gece vakti, gündüz saklanan hayvanlar dışarı çıkıyor ve burunlarıyla böcek ve solucan gibi küçük canlılar arıyordu… Gece vakti, koku ve hisler hayatta kalmak için daha önemli bir rol oynuyordu” dedi.

 

California Üniversitesi nörobiyoloji uzmanı Glenn Northcutt, sürüngenlerde tespit edilen evrimin sıcak kanlı hayvanlara özgü olabileceğine dikkat çekti. Çünkü sıcakkanlı hayvanların hayatta kalması için Güneş’e ihtiyacı yok.

 

Bu sayede, sıcakkanlı olan insanlar geceleri ava çıkabiliyordu. Northcutt, “geçmişe ait cevaplanması zor olan birçok soru olduğunu” belirtti ve “Nereden geldiğimiz ve nereye gittiğimiz her zaman merak ettiğimiz bir şey” dedi.

 


İnsan ve diğer bazı hayvanların koku alma loblarının büyüklük oranları. Köpeklerin koku alma lobu, insanlarınınkinin 38 katı.

Hürriyet, 20.05.2011

İNSANLIK ANITI'NDAN 10'UNCU PARÇA DA KESİLDİ

 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 8 Ocak’taki Kars mitinginde ‘Ucube’ diye niteledikten sonra, 18 parça halinde kesilmesi planlanan İnsanlık Anıtı’nın 10’uncu parçası da kesildi.

 

Erdoğan’ın bugün Kars’ta yapacağı mitinge kadar kaldırılacağı belirtilen İnsanlık Anıtı’ndaki çalışmalar, hava şartları ve çeşitli teknik aksaklıklar nedeniyle bitirilemedi. 25 Nisan’da başlayan kesim işleminde anıtın gövdesinden 42 tonluk bir parça daha kesildi. Kesilen ve anıtın yanında tutulan parçaya B-5 kodu verilirken, 11’inci parçasının kesimine başlandı. Üçler Tepesi mevkiinde heykeltıraş Mehmet Aksoy’a yaptırılan 24.5 metre yüksekliğindeki İnsanlık Anıtı’nın kaldırılmasıyla ilgili çalışmaların haziran ayı ortalarına kadar tamamlanması hedefleniyor.

Başbakan Erdoğan’ın “ucube” dediği “İnsanlık Anıtı” konusunda izlediği politikaya Nahçıvan’dan destek geldi. Nahçıvan Ali Meclis Başkanı Vasif Talibov, Erdoğan’a gönderdiği resmi mektupta Başbakan’ın bu girişimlerinden dolayı minnettarlığını bildirdi. “Hürmetli Başvezir” diye başlayan mektubunda Talibov Kars’taki İnsanlık Anıtı’nın yıkılması konusunda memnun olduklarını belirtti ve bu anıtın insanlık sembolü olmadığını savundu. Talibov, anıtın “ucube” yani kendi dillerinde de “eybecerlik” sembolü olduğunu kaydederek tarih sahnesinden silinmesinin çok önemli olduğunu söyledi.

Hürriyet, Haber: Dinçer Aktemur 20.05.2011

7 BİN YILLIK ANTİK ESERLER MÜZEDE GÖRÜCÜYE ÇIKTI

 



Çanakkale’nin Ayvacık İlçesi'ne bağlı Gülpınar beldesindeki antik Apollon Smintheus Tapınağı’nda yürütülen kazı çalışmalarında 2010 yılında ortaya çıkarılan eserler, Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmeye başlandı. Eserler arasında, tahıl öğütmede kullanılan 7 bin yıllık havan taşı ve havan eli ile taş baltalar dikkat çekti.

 

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Coşkun Özgünel başkanlığında, 1980 yılından bu yana devam eden kazıların 2010 yılı çalışmalarında ortaya çıkan eserlerin Çanakkale Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmeye başlandığını belirten Müze Müdür Vekili Ömer Özden, “Ayvacık İlçesi'ne bağlı Gülpınar beldesinde bulunan antik Apollon Smintheus Tapınağı’nda yürütülen kazı çalışmalarında günümüzden 7 bin yıl öncesine ait bulgular çıkmaya başladı. Buluntular arasında tahıl öğütmede kullanılan ezgi taşı olarak bilinen havanlar, taş baltalar, yün ve iplik eğirmede kullanılan ağırşaklar, pişmiş topraktan tanrıça heykelcikleri ve elde yapılmış çanak çömlekler bulundu. Güney batı Troas bölgesindeki Smintheus buluntuları Troia Antik kentinin güney batısında yer alan Beşige koyundaki kazılarla onun hemen yanındaki Kumtepe kazılarında ele geçen Kalkolotik dönem eserleri ile paralellik gösterdi. Böylece Çanakkale’nin tarihinin milattan önce 3. binlere değil 5. binlere kadar uzandığı belgelenmiş oldu” dedi.

 

Öte yandan Ayvacık İlçesi'ne bağlı Gülpınar beldesinde bulunan antik Apollon Smintheus Tapınağı’nda yürütülen kazı çalışmalarında görevli Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Turan Takoğlu ise Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Coşkun Özgünel başkanlığında 1980 yılından bu yana devam eden kazılarda önemli bulgulara ulaşıldığını belirterek, “Son 10 yılda bu tapınağın etrafındaki kazı çalışmalarımızı genişlettik. Bunu yapmamızdaki amaç antik Troas bölgesinin en eski yerleşmeleri konusunda bilgi sahibi edinmekti. Troia bu bölgenin en eski yerleşimlerinden birisi olarak biliniyordu. Bu da günümüzden 5 bin yıl öncesine aitti. Bizlerde Gülpınar’da yaptığımız bu kazılarda Çanakkale kültür tarihini Troia’dan 2 bin yıl önceye daha gittiğini belgeledik. Yani Çanakkale’nin tarihi günümüzden 7 bin yıl öncesine kadar uzanıyor. Bu kazı çalışmaları sırasında çok sayıda eser de bulduk. Günümüzden 7 bin yıl öncesine ait eserler burada sergileniyor. Örneğin dokumacılıkla ilgili eserler, tahıl öğütmede kullanılan havanlar gibi birtakım örnekleri temsili olarak burada sergiliyoruz” dedi.

Türkiye Gazetesi, 19.05.2011




RİZE'DE DİNOZOR İSKELETİ BULUNDU

 

    

 

Rize'nin Pazar İlçesi'ne bağlı Aktaş Köyü'nde, yaklaşık 350 yıllık bir evin altında yapılan kazıda bulunan iskelet, görenleri şaşırtıyor. İskeletin bir dinazora ait olabileceği öne sürüldü.


Alınan bilgiye göre, Pazar İlçesi'nin Aktaş (Hunar) Köyü'nde yaşayan Cihan Yılmaz (35) adlı vatandaş, yenilemek istediği eski evinde yaptığı kazı çalışması sırasında bir hayvan iskeletiyle karşılaştı. Konuyla ilgili açıklamalarda bulunan Cihan Yılmaz, "350 yıllık bir evde oturuyorduk 2 ay öncesine kadar. Evde annem ve babamla yaşıyordum. Yenilemeye karar verdikten sonra 2 ay önce çıktık evden. Bir ay önce de çalışmalara başlamıştık. Ev yaparken yaptığımız kazı sırasında ablamın bir yüzüğü vardı, onu bulmak da istiyordum. Onu aramak için tahtayı söktüm, baktım bir şey yok. Kenarda bir misket vardı, çocuklar oynar diye almak isterken, misket yılan deliğine düştü. Misketi almak için kazmayla o deliği açtım. Açtığımda bu hayvan görünümlü iskeleti gördüm. İlk baş kısmı gözüküyordu" dedi.


İskeletin fotoğrafın çekip İstanbul'daki bir müzeye yolladığını söyleyen Yılmaz, "Oradaki kişiler; bunun fotomontaj olduğunu söylediler, böyle bir şeyin olamayacağını söylediler ve bana inanmadılar. Köyde de göstermediğim kimse yok. Herkes 2 ayaklı böyle bir hayvanın olmadığını söylüyor. Buradan yetkililere sesleniyorum. Burada daha başka tarihi şeyler de çıkabilir. Onun için evi yapmadan gelsinler, burada bir araştırma yapsınlar" açıklamasında bulundu.

Türkiye Gazetesi, Haber: Ömer Faruk Zenginal, 19.05.2011

3 BİN YILLIK TEDAVİ MERKEZİ

 

 

Bugüne kadar gün yüzüne çıkarılan en eski Roma hamamı (Basilika Therma) ve kaplıcalarıyla ünlü Yozgat’ın Sarıkaya İlçesi termal turizmde sadece Türkiye’nin değil Avrupa’da da sesini duyurmak istiyor.

 

Birçok doğal zenginliğe ve tarihi güzelliğe sahip Türkiye, bu eserleri ve güzellikleri tanıtmakta zorlanırken, Sarıkaya Belediyesi ise kabuğunu kırarak tarihte bilinen en eski Roma hamamı (Basilika Therma) ile sağlık ve termal turizm ile ön plana çıkmayı hedefliyor. Ankara’da başlayan ‘Yozgat Günleri’ ile bunun ilk adımını atan Sarıkaya Belediyesi 3 bin yıllık tarihi ve en eski termal hamam olma özelliği taşıyan Roma hamamını görücüye çıkardı. Sarıkaya Belediye Başkanı Sadettin Öztürk, ilçelerinde Roma hamamı (Basilika Therma) bulunduğunu belirterek, “Böyle bir tarihi esere sahip olmamıza rağmen çoğu toprak altında kalan bu değeri toplumumuza, turizmimize, tarihi ve kültürel değerlerimize kazandırmak amacıyla çalışmalarımız devam ediyor. Sarıkaya Türkiye’nin tam ortasında. Roma hamamı ve kaplıcalarıyla ünlü termal turizm merkeziyiz. Roma hamamı kalıntıları bunun en canlı örneğidir. Erken Roma dönemi eserlerinden olan Basilika Therma üzerinde bulunan yılan figürleri ile tek olma özelliğini sahip. Bilindiği üzere yılan figürü sağlık ve tıbbı temsil etmektedir. Dolayısıyla bu figürler 3000 yıllık bir termal tedavi merkezi olduğunun göstergesidir.” dedi.

 

Roma askerlerinin İstanbul’dan doğuya seferleri sırasında Basilika Therma’yı dinlenme ve konaklama yeri olarak kullandığını dile getiren Öztürk, “Roma askerleri Basilika Therma’da yol yorgunluklarını atarak güç topluyorlarmış. Şu ana kadar büyük bir tanıtım eksikliğimiz var. Bunu aşmak için mücadele ediyoruz. Şifalı suların yanı sıra 1. etap Roma hamamı arkeolojik kaba kazı çalışmaları ile ortaya çıkan kalıntılar yerli ve yabancı turistlerin ilgisini şimdiden çekmeye başladı.” şeklinde konuştu.

 

MÖ birinci asırda şehri ele geçiren Romalılar tarafından inşa edilen Romalı elitlerin ve yöneticilerin evlerinin bulunduğu Basilica Therma’da günümüze iki katılı toplam 20 kemerden oluşan işlemeleri dış duvarlar, havuz ve su gözleri kalmış. Sarıkaya ayrıca günümüz kaplıcalarıyla da şifa dağıtıyor. Romatizma ağrıları ve cilt hastalıkları başta olmak üzere, eklem kireçlenmeleri, bel fıtığı ve buna bağlı siyatik ağrılar, ağrılı kadın hastalıkları, spastik ağrıları, karaciğer ve safra kesesi taşları, nevrit- sinir ucu iltihabı hastalıklarına da iyi geldiği tespit edilen kaplıcalar ile Sarıkaya hem sağlık ve hem de tarihi dokusuyla turizmde ön plana çıkmak istiyor.

Sabah, 19.05.2011

3500 YILLIK MUMYALARIN SAKLADIĞI SIR

 

 

Bilim insanları, dünyanın bilinen en eski mumyalarından bazıları üzerinde hem tıbba, hem de tarihe ışık tutacak bir çalışma gerçekleştirdi. Mısır kültürü uzmanları, mumyaları inceleyerek, kalp rahatsızlıklarının binlerce yıl önce ne kadar yaygın olduğunu anlamak istedi.

Mısır müzesinde bulunan 50’yi aşkın mumya üzerinde yapılan analizler, şaşırtıcı bir tabloyu ortaya çıkardı. CT scan analizinden geçirilen 52 mumyadan 44’ünün kalp sorunu çektiği anlaşıldı. Daha da ilginci, incelenen mumyaların yarısının Firavun ailesine mensup veya yakın olan elit insanlardan oluşması.

 

 

10 Mayıs günü, Kahire müzesinde toplanan bilim insanları onlarca mumyayı teker teker CT scan analizinden geçirdi. 17 Mayıs günü, birçoğu Mısır’ın Yeni Krallık dönemine ait mumyanın fotoğrafı basına dağıtıldı.

Bu fotoğrafta, Yeni Krallık, 18’inci Hanedanlık döneminde (MÖ 1295-1186) yaşamış olan Isis adlı mumyanın tabutu görülüyor. Isis, atardamarlarında tıkanıklık tespit edilen en yaşlı insanlardan biri. 3,500 yıldan daha fazla bir süre önce yaşamış olan Isis’in rahatsızlığı, kalp sorununun sadece modern dünyaya ait bir hastalık olmadığının kanıtı oldu.

 

 

Bu fotoğrafta, Mısır kültürü uzmanları, Yeni Krallık 18’inci Hanedanlık (MÖ 1550-1295) döneminde yaşamış olan Hatiay adlı mumyayı taramaya sokmak için hazırlık yapıyor. Hatiay’ın CT scan analizinde, mumyanın çok ciddi damar hastalığı çektiği anlaşıldı. Binlerce yıl önce yaşamış olan Mısırlı prensesin tıkalı atardamarları, Firavun ailesine mensup kişilerin de kalp hastalıklarından çok çektiğini ortaya koydu.

 

 

Fotoğrafta, Yeni Krallık 18’inci Hanedanlık (MÖ 1550-1295) döneminde yaşamış Maiherpri adlı mumya görülüyor. Bilgisayar taramaları, Mısırlı prensesin yakınları gibi damar tıkanıklığı nedeniyle erken yaşta öldüğünü gösterdi.

 

 

CT scan analizi yaklaşık 3,500 yıl geciken bir diğer mumya, Prenses Ahmose-Meryet-Amon’a ait. MÖ 1580-1550 yılları arasında yaşadığı düşünülen prenses, kalp hastalığı çekmiş olduğu anlaşılan en yaşlı insanların arasında.

 

 

Vücudun son derece detaylı kesitsel taramasını yapan CT scan sayesinde, prensesin henüz 40 yaşlarının başında kalp rahatsızlığı yüzünden öldüğü anlaşıldı.



 

Mısır kültürü uzmanı Dr. İbrahim Bedir, Geç Hanedanlık (MÖ 688-332) yıllarına ait bir mumyayı CT scan analizi için hazırlıyor.

Bedir ve meslektaşlarının incelediği 52 mumyadan 44’ünün atardamarlarında, tıkanıklığa neden olan kalsiyum parçacıkları bulundu.

Tıp dünyası, Mısırlı mumyalar üzerinde yapılan bu tarihi araştırma sayesinde, aradan binlerce yıl geçmiş olsa da kalp rahatsızlıklarının insan sağlığına ne kadar ciddi bir tehdit oluşturduğunu açıkça gözler önüne sermiş oldu.

Hürriyet, 19.05.2011

BİR 'UCUBE' VAKASI DAHA

 

 

Başbakan Erdoğan tarafından Kars'taki eseri “Ucube” olarak nitelenen heykeltıraş Mehmet Aksoy’un, 15 yıldır Resim Heykel Müzesi'nde bulunan heykeli de kapı dışarı edildi. Heykel binanın içindeki galeriden alınıp, bahçeye konuldu.

Gazeteport'un haberine göre Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından Kars'taki “İnsanlık Anıtı” adlı heykeli “Ucube” olarak nitelenen ve yıktırılan heykeltıraş Mehmet Aksoy’un Ankara Resim Heykel Müzesi'nde bulunan heykeli de kapı dışarı edildi. 15 yıldır müzede bulunan ‘’Kompozisyon’’ adlı heykel, binanın içindeki galeriden alınıp, bahçeye konuldu.

Ankara Resim Heykel Müzesi içinde bulunan heykel, bakanlıktan gelen talimat ile müze bahçesine yerleştirildi. “Kompozisyon” adlı soyut çalışmayı yansıtan insan boyundaki mermer heykel, müzenin kapı girişine yakın bir bölgesine konuldu.

Heykelin ilgi çeken en önemli yanı ise eserin sahibinin adının yer aldığı plaket... Her eserde heykelin önünde yer alan plaket, bu heykelde önünden geçenlerin göremeyeceği arka bölüme yerleştirildi.

Vatan 19.05.2011

POLİS, HEYKEL HIRSIZLARININ PEŞİNDE

 

İznik’te, müze bahçesinde sergilenen Herkül heykelinin güpegündüz çalınmasının ardından müze çevresindeki evleri dolaşan polis, zanlılarla ilgili bilgi topluyor.

 

İznik Nilüfer Hatun Müzesi’nin bahçesinde teşhir edilen, Roma döneminden kalma 500 kilo ağırlığındaki lahde ait Herkül figürü geçtiğimiz günlerde çalınmıştı. Güvenlik kameralarında, yarım tonluk mermer kütlenin gündüz çalındığı görülmüştü. Polis, eski ve yeni işe başlayan 10 özel güvenlik görevlisinin ifadesini alırken, müzenin çevresinde yaşayan vatandaşların da bilgisine başvuruyor. Çevredeki evleri tek tek dolaşarak zanlıları gören olup olmadığını araştıran polis, hırsızları yakalamak için her türlü ip ucunu değerlendiriyor.

Bursa Olay, 19.05.2011

TARİHİ KÜMBETLER
PET ŞİŞE DEPOSUNA DÖNDÜ

 

    

 

Erzurum'un önemli tarihi eserleri arasında gösterilen üç kümbetler depo gibi kullanıldığı ortaya çıktı. Saltuklu Devleti'nin kurucusu Emir Saltuk'a ait olduğu bilinen kümbetin içerisine pet şişeleri, poşetler, tahta parçaları yer alıyor.

Sınırlarında çok sayıda kültürel varlığı barındıran Erzurum adeta açık hava müzesi görünümüne sahip.

Merkezde bulunan tarihi yapılardan üç kümbetler her yıl çok sayıda yerli ve yabancı turistin tarafından geziliyor.

Anadolu Türk beyliklerinden Saltuklu Devleti'nin kurucusu Emir Saltuk'a ait olduğu bilinen üç kümbetler 13. yüzyıl sonu ve 14. yüzyıl başında inşa edildiği tahmin ediliyor.

Bugün üç kümbetleri ziyarete gelenler ilginç bir görüntüyle karşılaştı.

Mimari tarzı ve işlemeleriyle Anadolu'daki diğer kümbetlerden farklı bir konuma sahip üç kümbetler depo gibi kullanılıyor.

Yaklaşık 700 yıldır ayakta duran tarihi yapılardan büyük kümbet, içerisine bırakılan el arabası, tahta parçaları, atık poşet ve plastik şişelerle depoyu andırıyor.

Türkiye Gazetesi, 19.05.2011




İSTANBULLU RUM RESSAMLAR TOPKAPI'DA

 

İstanbul bir dönem Bizans sanatının önemli bir ürünü olan ikona resimlerinin üretim merkezi olmuş olsa da, İstanbullu Rum ressamları biz pek tanımayız. İşte bu sergi, tanımak için bir fırsat.
 

Önümüzdeki pazartesi birbirinden değerli tablo ve ikonalar Topkapı Sarayı Has Ahırlar Sergi Salonu’nda meraklılarıyla buluşacak. Topkapı Sarayı Müzesi Müdürlüğü ve Yunanistan İstanbul Başkonsolosluğu işbirliğinde hazırlanan “İstanbullu Rum Ressamlar Topkapı Sarayı’nda” adlı sergi için Topkapı Sarayı, Rum Ortodoks Patrikhanesi ve Heybeliada Ruhban Okulu koleksiyonlarının yanı sıra İstanbul’daki Rum kiliseleri ve özel koleksiyonlarda yer alan eserler titizlikle seçilerek bir araya getirildi.


Zaman içerisinde üslupsal özellikleriyle Osmanlı kültürüne önemli katkılarda bulunmuş olsalar da ne Osmanlı ne de günümüz kaynaklarında İstanbullu Rum ressamların eserleriyle ilgili ayrıntılı bilgiye rastlarız. Oysa zamanında Bizans (Doğu Roma) sanatının önemli bir ürünü olan ikona resimlerinin en önemli üretim merkezi İstanbul olmuştu.


Osmanlılar’ın İstanbul’u fethinden sonra Rum ressamların tarzları, kimi zaman Osmanlı elyazmalarında da karşımıza çıkarak yeni bir sentezin var oluşunda İtalya’dan gelen sanatçıların yanı sıra yerli Rum ressamların da etkili olduğuna işaret eder. Osmanlı sarayının tarih boyunca en önemli Rum sanatçısı Kapıdağlı Konstantin, III. Selim’in saltanat yıllarında saray ressamlığına atanmış. Konstantin’in Topkapı Sarayı’nda bulunan Osmanlı padişah portrelerinin yanı sıra büyük ölçekte çalıştığı III. Selim’in Tahta Çıkışı ya da Bayram Töreni gibi bir temayı işleyen resminin belgesel değeri tartışılmaz. Bu resim Batılılaşma dönemi Osmanlı sanatının ilk örnekleri arasında yer alıyor. Konstantin’in padişah portrelerinin yanı sıra dini resimlerinin Rum Ortodoks kiliselerinde de bulunduğu biliniyor.


Sergi kapsamında, hem dini resimler hem de padişah portreleri ilk kez Topkapı Sarayı’nda bir araya geliyor.


Padişah ve Osmanlı ileri gelenlerinin portreleri, Heybeliada Ruhban Okulu Koleksiyonu’ndaki Patrik portreleri, kiliselerden seçilen ikonalar, İstanbul manzaraları ve natürmortlar gibi yaklaşık 100 eserden oluşuyor.


Kapıdağlı Konstantin’e ait tabloların yanı sıra, Armenopulos, Andreadis, Andoniadis, Flora-Karavia, İgum, İkonomidis, Ksantopulos, Mihelidakis, Petridu, Platonidis, Savidis, Skarlatos, Sofroniadis, Stavrakis, Vakalopulos gibi 19’uncu ve 20’nci yüzyılın başında belge niteliğinde eserler üretmiş olan ressamların tablo ve ikonaları sergide yer buluyor.


Küratörlüğünü Mayda Saris’in, danışmanlığını Mine Çağlar Dikbaş’ın yaptığı sergiyi 30 Haziran’a kadar görebilirsiniz.

 

Padişah portreciliği ondan soruldu

Kapıdağlı Konstantin, Kapıdağ yarımadasının güneyindeki Kyzikos kentinde doğdu. III. Selim döneminde Saray Ressamı olan sanatçının erken döneme ait resimlerinde minyatür geleneğini devam ettirdiği, daha geç dönemde yaptığı resimlerinde ise Batı tarzı tuval resmini benimsediği görülür.


Konstantin’in III. Selim’in siparişi üzerine yaptığı en önemli çalışma, Osman Gazi’den itibaren hüküm sürmüş 28 padişahın portresinden meydana gelen seri. Bu seri, Sultan III. Selim’in talimatı üzerine gravürlenmek üzere Londra’ya gönderilir. Ancak gravürler II. Mahmud döneminde tamamlanabilir ve 1815 yılında John Young tarafından bir albüm haline getirilir.


III. Selim’in bu seriden önce de Konstantin’e yaptırtıp Londra’ya gönderdiği bir büst portresi 1793’de Schiavonetti tarafından gravürlenerek basılır. Tüm bu çalışmalar, Osmanlı hanedanını Avrupa’ya tanıtmak üzere sipariş edilen ilk örnekler. Portrelerde fark edilen en önemli değişiklik, padişahların ayakta, yarım büst ve profilden gösterilmiş olması. Serideki tüm portrelerde kullanılan bu yeni ikonografi, daha sonra yapılan Osmanlı padişah portreleri için örnek olur.

Hürriyet, Yazı: Melis Alphan, 19.05.2011

33. ULUSLARARASI KAZI SEMPOZYUMU MALATYA'DA BAŞLAYACAK

 

 

Kültür Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü ile İnönü Üniversitesi Rektörlüğü tarafından ortaklaşa düzenlenecek olan 33. Uluslararası Kazı, Araştırma ve Arkeometri Sempozyumu 23 Mayıs Pazartesi günü başlayacak.


Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü faaliyetlerinden olan 33. Uluslararası Kazı, Araştırma ve Arkeometri Sempozyumu'nun, 23-27 Mayıs 2011 tarihleri arasında, İnönü Üniversitesi Turgut Özal Kongre ve Kültür Merkezi'nde gerçekleştirileceği bildirildi.


Sempozyum süresince Türkiye'de 2010 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı izni ile Türk ve yabancı bilim insanlarınca gerçekleştirilen arkeolojik kazılar, yüzey araştırmaları ve bu çalışmalarda ele geçen buluntular üzerindeki arkeometrik çalışmalara ilişkin bildiriler sunulacak. Sempozyumda, hafta boyunca dört salonda yaklaşık 350 bildiri yer alacak.
Sempozyumun 1979 yılından beri kesintisiz her yıl yinelendiği ve konusunda Türkiye'de gerçekleştirilen en önemli bilimsel faaliyet olarak gösteriliyor. 1979-2003 yılları arasında Ankara dışında İstanbul, İzmir ve Çanakkale'de düzenlenen sempozyum 2004 yılından itibaren Üniversitelerle birlikte düzenlenmeye başlandı.


Sempozyumun ilk gününde Malatya'daki Arslantepe 2010 Kazı Sonuçlarını ise kazı başkanı Prof.Dr. Marcella Frangipane tarafından anlatılacak.

Malatya Güncel, 19.05.2011

AYASOFYA ÇİNİLERİ DE TÜRKİYE'YE DÖNÜYOR

 

 

Almanya’nın Berlin Müzesi’nde sergilenen Boğazköy sfenksini iade imzasını atmasının üzerinden 24 saat geçmeden Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay bir müjde daha verdi. Ayasofya Müzesi’nin bahçesinde bulunan 2. Selim Türbesi’ne ait çini pano da Fransa Louvre Müzesi tarafından iade edilecek. Pano, 17. yüzyıl İznik çini sanatının en nadide eserlerinden.

İade için “Eli kulağında” diyen Günay, ‘‘Övünerek söylüyorum. 2008-2011 arasında 3 bin 260 tarihi eseri yurtdışından ülkeme getirmeyi başardım. Daha önce 10 yılda 1256 eserin iadesi yapılmıştı. 1900’lü yılların başında restorasyon bahanesiyle çalınan ve bugün Louvre Müzesi’nde sergilenen çini panonun Fransa’da ne işi var? Hiçbir izah bulamıyorum. Türbede sahtesi yer alıyor. Saat tut! Her an müjdeyi verebilirim’’ diye konuştu.

Osmanlı döneminde saray dişçiliği yapan Fransız asıllı Albert Sorlin Dorigny, 1895’te Ayasofya Müzesi’nde restorasyon izni aldı. 4 yıl süren restorasyonda Dorigny, pek çok çiniyi Fransa’ya kaçırdı; 2. Selim Türbesi’ndeki panonun bir benzerini o dönemin Fransa’daki ünlü seramik fabrikası Choisleroi Seine’de yaptırdı. Sahte çiniler söküldüğünde arkasında Choisleroi Seine’in imzası bulundu! Bir zamanlar Sultan II. Selim Türbesi’nin girişinde yer alan ve yaklaşık 60 adet çiniden oluşan gerçek çini pano ise Louvre Müzesi’nde sergilenen en önemli eserlerden biri.

 

Çiniler müzede “Ayasofya Müzesi’nin haziresinde bulunan Sultan II. Selim Türbesi’nin çinileri” ibaresiyle tanıtılıyor. Louvre Müze Müdürü Henry Loyrette 2008’de Ayasofya’yı ziyaret ettiğinde ‘‘Kesinlikle kaçırma, çalma ve saklama söz konusu değil. Eserlerin restorasyonda çalındığına dair söylentiler var. Ancak bunlar ispatlanamaz, belgelenemez. Ayrıca bizi ilgilendiren, bizim kanuni yollarla satın almış olmamız” demişti.

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 19.05.2011

TARİHİMİZ SATILMIŞ!

 

KTO Karatay Üniversitesi’nin 1. Kültür Sanat Günleri kapsamında Rusya'daki Türkçe Yazma Eserler konulu konferansı önceki akşam KTO Konferans Salonu’nda düzenlendi.

 

Rusya'dan Rusya Bilimler Akademisi Doğu Yazmaları Enstitüsü'nden Prof.Dr. Irina Fedorovna Popova "Rusya Doğu el Yazmaları Enstitüsü'nde Türkçe El Yazmaları ve Türkoloji" konusunda ve Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi Emekli Müdürü Dr. Nevzat Kaya "Yazma Kitap ve Kütüphanelerinin Oluşumu" konusunda konferans verdi. Konferansa KTO Karatay Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Mehmet Babaoğlu, İl Kültür ve Turizm Müdürü Mustafa Çıpan, İl Müftüsü Şükrü Özbuğday ve çok sayıda davetli katıldı.

 

Programda ilk konuşmayı yapan Rusya Bilimler Akademisi Doğu Yazmaları Enstitüsü’nden Prof.Dr. Irina Fedorovna Popova, Rusya’daki Türkçe el yazmaları, el yazmalarının nasıl toplandığı ve bu el yazmalarının bir araya getirilmesiyle açılan kütüphaneler ve müzeler hakkında bilgi verdi. Rusya’nın hem Asya’da hem de Avrupa’da yer aldığını söyleyen Prof.Dr. Irina Fadarovna, “Rusya’da çok sayıda Türk yaşıyor. Bu nedenle Türkiye ve Türk halkı bizim için önemli. Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkiler yaklaşık bin yıllık bir geçmişe sahip” dedi.

 

İlk Türkolog Rus’un 18. yüzyılda yaşadığını söyleyen Popova, “İlk Rus Türkolog, 22 sene boyunca İstanbul’da yaşadı ve Türkoloji konusunda tecrübe kazandı. İlk kitabını 1816 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğuşu ve Çöküşü adıyla çıkardı. 1828 yılında ise St. Petersburg’da el yazısı eserleri toplama ve araştırma amacıyla Asya Müzesi kuruldu. Bu akademi Türk toplumlarının tarihiyle, bölgedeki halkların yaşamıyla ilgilendi. Bu dönemde Arapça kaynakların önemi anlaşıldı. Elçilikler aracılığı ile Orta Asya’daki el yazması eserler satın alınarak bu müzeye getirildi. Bu sayede Avrupa’nın 100 yılda oluşturamayacağı müzeler, bizde 20 yılda tamamlandı” ifadelerini kullandı.

 

Rusya’nın yazılı eserlerin önemini erken kavradığını dile getiren Prof.Dr. Irina Fedorovna Popova, “Türk topraklarındaki stratejik alanlarda daha etkili olabilmek için elçilikler vasıtasıyla önemli çalışmalara imza atıldı. Türk topraklarındaki elçilere sadece kitap satın almaları için maddi destek sağlandı. 1. Dünya Savaşı’na kadar bu süreç devam etti. Çalışmalar sadece kitapların satın alınmasıyla sınırlı değildi. 1860 yılına gelindiğinde Avrupa’da modern Türkoloji kuruldu. 11. yüzyıla ait Kutat Gu Bilig titizlikle incelendi. Orta Asya incelendi. Şu an müzemizde 1 milyonu aşkın yazma eser bulunmaktadır. Naimi, Fuzuli, İbrahim Hakkı, Ali Şir Nevai gibi isimlerin eserleri bu müzeye kazandırıldı” diye konuştu. Sovyet Rusya döneminde dinin yasak olduğunu ve bu nedenle dini içerikli kitapların korunmasının da zorlaştığını bildiren Prof.Dr. Popova, “Bu dini belgelerin ve kitapların korunabilmesi için dini eserler müzelere hediye ediliyordu. Bunun yanında Türk yöneticilerin ziyaretleri sırasında getirdikleri önemli eserler de titizlikle saklandı. Bunun yanında soy ağacı belgeleri bulunuyor” dedi.

 

Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi Emekli Müdürü Dr. Nevzat Kaya "Yazma Kitap ve Kütüphanelerinin Oluşumu" konusunda sunum yaptı. Uygurlar veya Çinliler tarafından icat edilen kağıdın 6 asır boyunca Orta Asya’dan çıkmadığını söyleyen Dr. Nevzat Kaya, “Ne zaman ki kağıdı Müslümanlar kullanmaya başladı, ondan sonra kağıt kıymete bindi. Paçavradan yapılan kağıt, 6. asırdan sonra pamuktan üretilmeye başlandı. 7 ve 8. asırda Bağdat’a geldi. Bundan sonra Müslümanlar kağıdı kullanmaya başladı” dedi. Dr. Nevzat Kaya, Türk halkının kağıdı kullanış sürecini ve kağıdı kullanmaya başladıktan sonra yaptıkları önemli bilimsel çalışmaları anlattı.

Merhaba Gazetesi, Haber: Rasim Atalay, 19.05.2011

MÜZELER HAFTASI'NDA AYNI YAKINMALAR

 

18-24 Mays tarihleri arasında Müzeler Haftası kutlanır. Kutlanır dediğim de bilhassa ülkemiz için lafın gelişi...

 

Bizdeki tablo genellikle şöyle çizilir; genellikle bir kurumun dertlerini, sorunlarını o kurumu ilgilendiren haftada konuşur sonra o dosyayı rafa kaldırırız.
Aradan bir yıl geçer ve raftan indirdiğimiz dosyayı yeniden masamızın üzerine koyarız ve yeni sorunları ilave eder, bir sonraki yıl için raftaki yerine geri bırakırız.
Genellikle çözümsüzlükler listesi artar, bunların eksildiği ne yazık ki görülmez.
Bu genel tablo içerisinde, özel müzelerin açılması beni elbette sevindiriyor.
Yeni özel ve vakıf müzelerinin açılması, hem müze ziyaretçisinin artmasını hem de ülkemizin ve dünyanın önemli sanatçılarını daha iyi tanımamızı sağlar.
Ayrıca toplu sergiler, karma sergiler, retrospektif sergileri bizi sanat tarihi konusunda da derinlemesine bilgi sahibi yapar.
Aynı zamanda yayımlanan kataloglar, serginin kalıcılığını da artırdığı gibi, içinde yer alan yazılarla ilgi duyduğumuz sanatçıyı gerek kuramsal açıdan, gerekse yaşantı açısından daha eksiksiz anlamamızı sağlıyor.
Bunun yanı sıra müzeler başka işlevleri de yerine getiriyorlar.
Her yeni sergi süresince, o koleksiyonla, o sanatçıyla, akımla ilgili söyleşiler, sempozyumlar, paneller ve film gösterimleri müzelerin çalışmalarını daha kapsamlı hale getiriyor.
Bilhassa film gösterimleri ve çocuklar için düzenlenen öğretici çalışmalar özel müzelerin toplumsal görevlerini de eksiksiz olarak yerine getirdiğini gösteriyor.


RESİM VE HEYKEL MÜZESİNİN DURUMU
Beşiktaş'taki Resim ve Heykel Müzesi hala yeni ve ihtiyacını karşılayabilecek bir binaya kavuşamadı. O bina, sahip olduğu eşsiz koleksiyonun sergilenmesi açısından yetersiz ve bulunduğu konum dolayısıyla rahatlıkla ziyaret edilebilir bir müze olmaktan uzaklaştı ne yazık ki.
1700’e yakın resim ve heykelin çok küçük bir bölümü sergilenebiliyor.


Geçenlerde bir söyleşi için Aydın Üniversitesi’ne gitmiştim. Eski dostum ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi eski rektörü Prof.Dr. İsmet Vildan Alptekin’le müzenin durumunu konuştuk.
Dönemin bakanı Abdüllatif Şener, müzenin damının onarımı için 3 trilyona yakın ödenek çıkarmıştı. Bunun haricinde de devlet ve hükümet Resim ve Heykel Müzesi’ne herhangi bir yatırım yapmadı.


Devletin, hükümetin bu müzeye bu kadar ilgisiz kalmasını anlamıyorum. Üstelik hemen yanı başında çalışma ofisleri varken... Yapılması gereken sadece o binanın onarılması değil, yeni bir Resim ve Heykel Müzesi binası yapılması şart.

İstanbul’un bir Modern Sanat Müzesi’ne bir de Kent Müzesi’ne ihtiyacı olduğunu bilmeyen yok.
Konuşuluyor, yazılıyor ama bir türlü gerçekleştirilemiyor.
Avrupa Kültür Başkenti olduğumuz yıl umutlanmıştım ama, ne yazık ki bırakın müzeyi, eksik olanlar içerisinde bir tane kültür mekanı yapılmadı. Müzelerin yanı sıra, yeni bir kütüphane, yeni bir konser salonu da İstanbul’a kazandırılmadı. Modern Sanat Müzesi ve Kent Müzesi olmayan bir İstanbul, benim için çok üzücü bir kimliğe sahiptir.
Başka iki müze için çalışmalar ne aşamada, durum ne alemde hiç bilemiyorum. Daha önce defalarca sözünü ettiğim, Edebiyat Müzesi ile Müzik Müzesi’nden söz ediyorum. Anadolu’daki müzelerin ve müzecilerin derin dertleri yazılmakla bitmez.

Dilerim hiç olmazsa Müzeler Haftası’nda müzeleri gezelim ve önemlerini anlayalım.

Hürriyet, Yazı: Doğan Hızlan, 19.05.2011

LAODİKYA KAZILARI ALMAN BASININDA

 

Denizli merkeze bağlı Eskihisar Mahallesi yakınlarındaki Laodikya antik kentinde yapılan kazı çalışmaları, Alman Der Tagesspiegel Gazetesi’nce okurlarına ”Türkiye’de keşfedilen antik kilise” başlığıyla duyuruldu.

 

Prof.Dr. Celal Şimşek başkanlığında 2003 yılında başlayan, Denizli Belediyesi’nin de maddi destek sağladığı Laodikya kazı çalışmaları, Alman basınında yer aldı.

 

Berlin’de yayımlanan Der Tagesspiegel gazetesinde Van Susanne Güsten imzasıyla yer alan haberde, Laodikya antik kentinde arkeologların dünyanın en eski kiliselerinden birisini buldukları, buranın resmi açılışına Hristiyan dünyasının ruhani lideri Papa 16. Benedict’in de davet edileceği belirtildi.

 

Haberde, Laodikya’nın, traverten terasları ile popüler turizm mekanlarından biri konumundaki Pamukkale’ye giden karayolunun yakınında bulunduğu bilgisine yer verildi. Laodikya’nın dönemin en zengin ve Anadolu’daki en büyük antik kentlerden biri olduğu, ancak bir depremle yıkılan kentin, terk edilerek yedinci yüzyıldan sonra unutulduğu anlatıldı. 

 

Anadolu’nun en büyük stadyumunun Laodikya’da bulunduğu, hamam ve iki tiyatronun yanı sıra birçok yapının ortaya çıkarıldığı ifade edilen haberde, Laodikya’nın hala bir sır olduğu, kazılara önem veren Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın düzenli olarak buraya seyahat ettiği kaydedildi.

 

Haberde, kilisenin zeminindeki mozaiklerin bozulmadan bugüne ulaştığına dikkat çekilerek, ”Giriş bölümü etkileyici olan kilisedeki kazı ve restorasyonun tamamlanmasının ardından, buraya dünyanın dört bir yanından ziyaretçiler bekleniyor” ifadesine yer verildi.

Star, 19.05.2011

DUPNİSA MAĞARASI'NIN TURİZM SEZONU AÇILDI

 

 

Kırklareli'nin Demirköy İlçesi'ne bağlı Sarpdere Köyü yakınlarındaki Dupnisa Mağarası, Demirköy Kaymakamı Kaya Çelik, Demirköy Belediye Başkanı Muhlis Yavuz’un da katılımıyla ziyarete açıldı.


Dupnisa Mağarası'nın, yarasaların doğal yaşamlarını sürdürebilmesi için sadece 450 metrelik bölümü 2003 yılında turizme açılmıştı. Kuru, sulu ve kız mağarası olmak üzere 3 bölümden oluşan mağarada turistler, Dupnisa’nın sadece 'sulu' ve 'kuru' mağara bölümlerini ziyaret edebiliyor.

 

2003’de ziyarete açılan, Türkiye mağara literatüründe en bilinen mağaralar arasında yer alan Dupnisa mağaralarının içinde, sürekli akışa sahip yer altı nehri ve bu nehrin oluşturduğu, derinliği yer yer 2 metreye ulaşan göletler bulunuyor. Kuru ve sulu mağaralarda süt beyazdan kırmızı ve kahverenginin her tonunda renge sahip dev sarkıtlar, dikit ve sütunlar ile perde bayrak taşları ve damla taş havuzları yer alıyor.


Kış başlarında yarasaların doğal yaşamlarını sürdürebilmesi için turizme kapatılan mağara, yarasaların uyanmasıyla birlikte mayıs ayında turizme açılıyor. Mağarada 16 türden yaklaşık 33 bin yarasa yaşıyor.


Kırklareli’ne 60 kilometre uzaklıktaki Istranca Dağları'nda, Demirköy İlçesi'ne bağlı Sarpdere Köyü yakınlarındaki 2. jeolojik zamana ait mermerler içerisinde oluşan mağaranın 2 bin 720 metre uzunluğu bulunuyor.

Sabah, 18.05.2011

KAPADOKYA'DAKİ TARTIŞMALI BİNA YIKILDI

 

 

Kapadokya'da sit alanı içinde, peribacaları arasında Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından yaptırılan tartışmalı betonarme bina yıktırıldı.

Avanos Kaymakamı Aylin Kırcı Duman, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Zelve Ören Yeri'ne Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından yaptırılan betonarme binanın, Kapadokya Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu'nun aldığı karar doğrultusunda yıkımının gerçekleştirildiğini söyledi.

Duman, bugün yıkımı yapılan bina yerine, önümüzdeki süreçte Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından bölgenin doğal dokusuna uygun farklı bir projenin hayata geçirileceğini belirtti.

Nevşehir'in Avanos İlçesinde bulunan Zelve Ören Yeri'ne Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından hizmet binası olarak yaptırılan tartışmalı betonarme bina Kapadokya Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu'nun aldığı karar doğrultusunda yıktırıldı.

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın 2009 yılında denetlediği ve peribacalarına olan yakınlığı nedeniyle çirkin bir yapı olarak niteleyerek yıkılmasını istediği betonarme bina, Avanos Belediyesi tarafından mühürlenmişti.

Yapı, 18.05.2011

ÇALLI TABLOSU İCRADA

 

 

Üsküdar 6. İcra Müdürlüğü, İbrahim Çallı'nın bir eserini satışa çıkardı.

 

İcralık.com'dan alınan bilgiye göre, bir borçtan dolayı hacizli, toplam 1 milyon 760 bin lira muhammen bedel belirlenen 13 adet tablonun açık artırması, 3 Haziran Cuma günü yapılacak.

 

İbrahim Çallı imzalı, han içinde anne ve çocuk kompozisyonu, tuval üzerine yağlıboya ve 196/126 santimetre ölçülerindeki tablo, 1 milyon 100 bin lira ile en yüksek muhammen bedele sahip olma özelliği taşıyor. Sağ köşesinde Çallı'nın Osmanlıca imzası bulunan tabloda, 1913/1914 tarihi okunuyor.


Birinci artırmada taşınırların yüzde 60'ına istekli bulunmadığı takdirde ikinci artırma, 8 Haziran Çarşamba günü gerçekleştirilecek.


Bu arada, Antalya 5. İcra Müdürlüğü de Korunması Gerekli Taşınır Kültür ve Tabiat Varlıklarına dahil, bir borçtan dolayı hacizli bulunan 18. yüzyıl Avrupa ve Çanakkale'ye ait 1 adet porselen tabak, 7 adet seramik tabak, 6 adet seramik kase ve 4 adet ahşap ikonayı toplam 11 bin 716,65 lira muhammen bedelle satışa çıkardı.


Taşınırların ilk artırması 2 Haziran Perşembe günü yapılacak. Satışa konu eserler, yalnızca kayıtlı koleksiyonerler ve özel müzeler tarafından satın alınabileceğinden, artırmaya katılacakların koleksiyon izin belgesine sahip olması gerekiyor.

Hürriyet, 18.05.2011

BAKANIN TEHDİDİ SFENKSİ GETİRDİ

 

 

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay geçen Şubat ayı içinde “Almanya sfenksi iade etmezse Almanya’nın Hattuşa başta olmak üzere diğer arkeolojik kazılarını iptal ederim’’ demişti. Günay’ın bu tehdidi sonuç verdi.

Kültür ve Turizm Bakanı dün telefonla arayarak müjdeli haberi verdi. Günay “Almanya resmen sfenksi iade etmeyi kabul etti. Sözleşmeyi imzalayıp gönderdik. Bu bir devrim. 99 yıl önce götürülen eserimiz anavatanına dönüyor. Bu, yurtdışındaki eski eserlerimizin tamamının iadesi için büyük bir gelişme. Hattuşa’da çok güzel bir müzemiz var orada sergileyeceğiz. Diğer eserlerin iadesi için de aynı mücadeleyi vereceğiz’’ dedi.

3 bin 500 yaşında, 2.58 metre yüksekliğinde olan eser, bir zamanlar Hititler’in başkentliğini yapan Hattuşa’da Güney Kapısı’nın sağ tarafında bekliyordu. Berlin’den getirilecek sfenks Boğazköy’ün Dünya Miras Alanı ilan edilişinin 25. yıldönümü olan 28 Kasım 2011’de ziyarete hazır hale getirilecek.

Çorum’da, antik adı Hattuşa olan Boğazköy örenyeri Almanlar tarafından 1906-1912 yılları arasında kazıldı. Kazılarda bulunan 2 sfenks ve yaklaşık 10 bin çivi yazılı tablet ‘temizlenip onarıldıktan sonra 1917’de iade edilmek koşulu ile ‘Osmanlı İmparatorluğu’nun izni ile Berlin’e gönderildi. Ancak 1. Dünya Savaşı sonrasında eserler iade edilmedi.

2 bin 943 tablet ve bir sfenks, 1924-1942 yılları arasında parça parça Türkiye’ye geri dönebildi. 1987 yılında ise Almanya’da kalan 7 bin 400 tabletin iadesi sağlandı. Bu eserler Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde koruma altına alındı. Halen Berlin Devlet Müzesi’nde bulunan Boğazköy Sfenksi ise iade edilmedi.

2. Dünya Savaşı sonrası Almanya’nın bölünmesiyle de görüşmeler tamamen kesildi. Doğu Almanya’nın Türkiye tarafından 1973’te resmen tanınmasıyla birlikte 1974’te sfenksin iadesi ile ilgili görüşmelere yeniden başlandı. Kültürel Miras’ın İadesi Komitesi de 1970 UNESCO sözleşmesi gereği, eserin Türkiye’ye gönderilmesi için bir süredir Almanya’ya baskı yapıyordu.

Şubat ayında Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay yurtdışına kaçırılan eski eserlerle ilgili yeni bir dönem başlattı. Günay, “Almanya sfenksi iade etmez ise Türkiye’deki arkeolojik kazıları iptal edeceğini” söyledi. Bu tavır İtalya ve Yunanistan tarafından 1990’larda uygulanmış ve her iki ülke de başta Amerika olmak üzere pek çok Avrupalı devletten eserleri geri almıştı.

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 18.05.2011

BADANAYI KAZIDILAR, SANAT IŞIĞA KAVUŞTU

 

 

Osmanlı dönemi Lale Devri eserlerinden olan 1720 yılında Beyazıt'ta inşa edilen Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa Külliyesi'nin restorasyonu sırasında örneğine rastlanmayan bir sanat ortaya çıktı.


Uzmanlar daha önce bu eserde kalem işi adı verilen süsleme sanatının var olduğunu biliyorlardı. İlk olarak 'Malakari' adı verilen süsleme sanatı sanıldı. Ancak malakari olmadığı anlaşıldı. Ekip Şefi İsmail Önel, 'Bu süslemenin Malakari olduğunu düşündük. Baktık ki öyle değil. Çünkü üzerinde çok ince bir işçilik var. Tezhip gibi. İlk kez böyle bir şey ile karşılaşılıyor' dedi.


İTÜ Mimarlık Fakültesi 'nden Prof.Dr. Zeynep Ahunbay 'Külliyenin restorasyonu sırasında mescit ve kitaplıkta Lale Dönemi'nin özgün bezemelerinin bulunması büyük bir şans. Medreselerde genellikle bezemeler yitirilmiş oluyor. Badana ve boya tabakalarının altından çıkan renk ve desenler, 18. yüzyıl kalem işi sanatını yakından tanımamız için önemi bir veri' dedi.

Akşam, Haber: Bülent Şanlıkan, 17.05.2011

SARAYDA BİR FİNCAN KAHVE

 

Saray Koleksiyonları Müzesi Sanat Galerisi’nde açılan Osmanlı Sarayı’nda kahve kültürü ve sunumuna dair ayrıntıların tanıtıldığı ‘Tüm Zamanların Hatırına Sarayda Bir Fincan Kahve’ sergisi, Mayıs ve Haziran ayları boyunca Pazartesi-Perşembe günleri hariç 09.00-17.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir.

 

Sergi, kahvenin dostluğun simgesi, kız isteme merasimlerinin, fal kapatmaya kadar birçok alışkanlığımızın öğesi olan toplumsal yerini de hatırlatıyor.

Osmanlı Sarayı’nda kahve sunumuna verilen önem de sergideki fincanların gösterişinden anlaşılıyor. Milli Saraylar Daire Başkanlığı koleksiyonundan bu Osmanlı geleneklerini de anlatan sergi Topkapı Sarayı ve İBB Şehir Müzesi koleksiyonlarıyla da zenginleştirilmiş.

Radikal, 17.05.2011

KANUNİ'NİN FERMANI KAYIP

 

 

Radikal’in gündeme getirdiği Tatlıcı Koleksiyonu eriyor. Koleksiyonda yer alan paha biçilmez Kanuni fermanının yanı sıra hat levha, Selçuklu ve Osmanlı dönemine ait ahşap eserler olmak üzere 241 eserin yerinde yeller estiği tespit edildi. Bilirkişi raporunda yer alan eserleri polis her yerde arıyor. Ancak bugüne kadar eserlerin izine rastlanmadı.

Kanuni tuğralı, divani hatla yazılmış ferman ile ilgili Kültür Bakanlığı Müzeler Genel Müdürlüğü’nün ‘müzelik eser’ yani sadece müzelerde bulunması gereken kültür varlığı raporu bulunuyor. Ancak değil müze koruması, ne Salih Tatlıcı’nın ne de varislerinin bu değerli koleksiyona sahip olabilmeleri için gereken ‘koleksiyonerlik’ belgesi bulunuyor.

3 milyar dolarlık servet kavgası
2009 Şubat’ında ölen ünlü işadamı Salih Tatlıcı’nın 3 milyar dolarlık serveti aile arasında dava konusu. Veraset davası halen Sarıyer 1. Sulh Hukuk Mahke-mesi’nde devam ediyor. Aile bireylerini birbirine düşüren bir başka dava da Tatlıcı’nın paha biçilmez koleksiyonu. 1000’e yakın ferman, hat levha, resim ve ahşap eserden oluşan koleksiyonla ilgili gizli bir savaş yaşanıyor. Koleksiyonda ferman ve hat levhalardan başka Süleyman Seyyit, Hüseyin Zekai Paşa, Neşet Günal, İbrahim Çallı, Avni Lifij, Hoca Ali Rıza, Ayvazovski, Sami Yetik, Hamit Görele, Fikret Mualla, Cihat Burak, Nurullah Berk gibi ressamların çok sayıda eseri yer alıyor.

Mali polis, bu eserlerin çoğunu Uğur Tatlıcı’ya ait Kağıthane’deki Pil Şirketi’nde bulmuştu. Sağlıksız koşullarda, gelişi güzel bir vaziyette istiflenen tabloların bir kısmı müzeye kaldırılmış, müzeye gitmesi mümkün olmayan çağdaş döneme ait eserler için de bir fabrika işçisi yediemin olarak belirlenmişti. Yine Uğur Tatlıcı’ya ait Yeniköy ve Beykoz’daki villalarda da çok sayıda tarihi eser bulunmuştu.

Müze rapor hazırlamıştı
Kültür Bakanlığı, kayıp olan ahşap kapı ve pencerelerle ilgili ‘koleksiyonculuk faaliyetleri kapsamında değerlendirilemeyeceği yönünde yazı yazmıştı. Bu gelişmeler üzerine harekete geçen Topkapı Sarayı Müzesi Müdürlüğü, Osmanlı padişahı III. Selim’e ait 27 adet ferman, III. Mustafa ve I. Abdülhamit tuğralı fermanları tescilleyerek müzede ya da koleksiyonerde bulunmasını isteyen bir rapor hazırlamıştı. Müze raporu üzerine Tatlıcı’nın evinde ve fabrikasında gelişigüzel vaziyette bulunan birçok eser müzede koruma altında alınmıştı. Ancak daha önce varlığı resmi yazılarda, uzman incelemelerinde ve şahit ifadelerinde olan 241 esere hala ulaşılamıyor.

Aile birbirini suçluyor
Mehmet Salih Tatlıcı’nın ana mirasçılarından Uğur Tatlıcı, bu eserleri bir yerde gizlemek ya da başkalarına satmakla suçlanıyor. Tatlıcı, Mali Suçlar ve Kaçakçılık Şube Müdürlüğü’ne verdiği ifadede suçlamaları reddetti. Müzelik eserlerle ilgili Şişli Adliyesi’ndeki dava 2009’dan beri devam ederken olan paha biçilmez koleksiyona oldu. Aile arasındaki ‘miras davası’ndan en çok sanat tarihçileri endişe duyuyor. Çünkü bu kavga paha biçilmeyen koleksiyonun tarumar olması anlamına geliyor.

Radikal, Haber: Abdullah Kılıç, 17.05.2011

VAHDETTİN'İN KÖŞKÜ DÜNYAYA AÇILIYOR

 

 

Son Osmanlı Padişahı Vahdettin'in şehzadeliği sırasında kaldığı,  soğan başlı kubbesiyle mimari açıdan nadir yapılar arasında gösterilen Çengelköy'deki köşk, restore edilip Devlet Konukevi yapılacak. Şu anda İstanbul'a gelen devlet ve hükümet başkanları başta Çırağan Sarayı olmak üzere otellerde misafir ediliyor. Onarım çalışmalarının tamamlanmasının ardından İstanbul'a gelen devlet adamları, Çengelköy sırtlarında bulunan Vahdettin Köşkü'nde ağırlanacaklar. Yıllardır atıl olan ve kısmen harabeye dönen köşkte, yatma ve yeme içme alanlarının yanı sıra küçük çaplı görüşmeler için bir salon hazırlanması da planlanıyor.

Boğaz'a nazır Vahdettin Köşkü, 2. Abdülhamit'in uzun padişahlığı sırasında, Çengelköy'de, Fransız-Türk Levanten Mimar Alexandre Vallaury'e yaptırıldı. 60 dönümlük koru içinde yer alan köşk, 1984'te korunması gerekli taşınmaz kültür varlığı olarak tescillendi. Yaklaşık iki yıl önce Başbakan Erdoğan, İstanbul'da olduğu bir gün Vakıflar Genel Müdürlüğü yetkilileriyle birlikte köşke giderek incelemelerde bulunmuştu. Köşke yeni bir işlev kazandırılması için talimat vermişti.
Vakıflar Genel Müdürlüğü de bunun üzerine restorasyon çalışmaları için harekete geçmişti. Genel Müdürlük, uzmanlardan görüşler aldı.

Projeyi ünlü mimar Sinan Genim'in yapması bekleniyor. AKŞAM'a açıklamalarda bulunan Genim, projeyle ilgili şunları söyledi: 'Çalışma çok yeni. Geçen yıl Vakıflar Genel Müdürlüğü yetkilileri köşkün yapılarının nasıl yenileneceği konusunda bana görüş sordu. Ben de gittim köşkü ve araziyi inceledim. Orada köşkler, eskiden yapılmış binalar var. Binaların restore edilip değerlendirilmesi yönünde görüş bildirdim. Devlet konukevi yapılacağını biliyorum. Daha işin çok başındayız. Atıl duruma düşen köşk ve çevresinin yeniden hayat bulması çok önemli. Ayrıca ben daha sözleşme imzalamadım. '

 

Soğan başlı köşkte kalan Vahdettin ile hayatının son yıllarını Beylerbeyi Sarayı'nda gözaltında geçiren Abdülhamit'in birbiriyle beyaz mendille selamlaştıkları rivayet ediliyor. Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde birçok devlet adamının kaldığı, yabancıların ağırlandığı köşkler, Orhan Veli'nin sık sık şehri izlediği mekanlar. Köşkler, Orhan Veli'nin 'İstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı' adlı şiirini yazdığı 60 dönümlük koru içinde yer alıyor. Köşk, Özal zamanında 'Başbakanlık Dinlenme Evi' yapılmak istenmiş, tartışılmış ancak Özal'ın ölümüyle proje rafa kalkmıştı.

Akşam, Haber: Ercan Sarıkaya, 17.05.2011

KÜTAHYA'DA İKİ BİN YILLIK MEZAR BULUNDU

 

 

Kütahya'da, yol yapımı sırasında bulunan ve yaklaşık 2 bin yıl öncesine ait olduğu tahmin edilen mezar odasından insan iskeletleriyle, toprak ve metalden yapılmış kaplar çıktı.


Kütahya Müze Müdürü Metin Türktüzün'den, mezar odası ve buluntu eserlere ilişkin bilgi alan Kütahya Valisi Kenan Çiftçi, yaklaşık 2 bin yıl önce yapılan odada bulunan eserlerin narin ve güzel işlenmiş olduğunu söyledi.


Bu eserlerin, Kütahya'da yaygın olarak yapılan çini, porselen ve seramik sanatına iyi örnek oluşturduğunu ifade eden Çiftçi, "Bu eserlerden, o dönemde bir ödüllendirmenin de var olduğu, iyi işler yapan kişilerin ödüllendirildiği görülüyor. Bu mezar odalarının ödüllendirilen bir kişi için yapt ırıldığı anlaşılıyor" dedi.





Türktüzün, İl Özel İdaresi ekiplerince merkeze bağlı Aydoğdu Mahallesi yakınındaki Boztepe mevkisinde dozerle yürütülen yol yapım çalışması sırasında iki bölmeden oluşan mezar odası bulunduğunun fark edildiğini anlattı.


Mezardaki iki odanın duvarları ve tavanının, kırmızı aşı boyasıyla süslenip kare ve dikdörtgenlere bölünerek taş izlenimi verildiğini dile getiren Türktüzün, şöyle konuştu:
"Mezar yapısının ön odasına küçük bir kapıdan girilmektedir. İçeride üç basamak eşik var. Ön oda, kare şekilli olup üzeri tonozlu. 3 metre boy, 2,50 metre en, 4 metre yüksekliğinde. Her iki kenarında birer seki var. İkinci oda giriş kapısı kemerli olup 1 metre yüksekliğinde. Kapı üzerinde üç satır yazı, altında yine aşı boyasıyla yapılmış çelenk var. Latince yazıda, 'Kotyaionlu Timateos Thygantos, onurlandırıcı güzel bir iş yaparak bunu hazırladın' deniliyor. 'Kotyaion' ibaresi, günümüzde 'Kütahya' olarak kullanılmakta. İkinci oda, 3,40 metre boy, 2,85 metre en, 4 metre yüksekliğinde. Kapının karşısındaki sekide bir iskelet yatırılmış. Bu iskeletin kafatasının üzerinde 3,25 gram ağırlığında altın bir diadem, ayak ucunda bir çift koyu kahverengi boyalı deriden ayakkabı ve iki adet siyah kumaştan çorap var. Kapının sol tarafındaki sekide başka bir iskelet daha bulunmakta. Kapının sağındaki sekide ise mezar hediyeleri olarak pişmiş topraktan yapılma kandiller, çift kulplu bardak, koku kapları, bü yükçe bir tabak ve gözyaşı kapları bulunmuştur."
Türktüzün, mezar odasında fazlaca nem bulunduğu için kapların bazılarının kötü duruma geldiğini, iskeletlerin kemiklerinin ise iyice eridiğini sözlerine ekledi.

Türkiye Gazetesi, 17.05.2011

YAZILIKAYA ANITI'NA YAKIN KÖYLERDE TARİHİ ESER EĞİTİMİ VERİLDİ

 

Anadolu Üniversitesi (AÜ) Turizm Araştırma ve Uygulama Birimi tarafından Frig dönemine ait Yazılıkaya Anıtı’na yakın köylerde turizm ve söz konusu tarihi eserle ilgili eğitim verildi.

 

AÜ’den yapılan yazılı açıklamaya göre, Seyitgazi İlçesi'ne bağlı Şükranlı Köyü muhtarı Mümin Çakır ile Çukurca Köyü muhtarı Lütfi Aslangiray’ın isteği üzerine Frig uygarlığının önemli dini merkezlerinden olan Yazılıkaya Anıtı’na yakın köylerde eğitim uygulandı.

 

Etkinlikte, Frig tarihi, Frig yapıları, sit alanları, kültürel miras, tarihi eserliklerin korunmasında dikkat edilecek konular ele alındı.

 

Eğitim, AÜ Turizm Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Doç.Dr. Nazmi Kozak’ın başkanlığında 8 kişilik ekip tarafından gerçekleştirildi. Etkinlikte, AÜ Turizm ve Otel İşletmeciliği Yüksekokulu Öğretim Görevlisi Aysel Yılmaz ve Araştırma Görevlisi Barış Seyhan, Arkeoloji Bölümü öğrencileri Havva Bulut, Esra Özcan ve Buket Erdem konuşma yaptı.

Haber 3, 16.05.2011

YELDEĞİRMENLERİ TURİZME KAZANDIRILACAK

 

Göynük Belediye Başkanı Kemal Kazan, Çubuk Gölü çevresinde bulunan 7 adet yel değirmenini turizme kazandırmak için çalışmaların devam ettiğini söyledi.
 

Göynük'e 10 kilometre uzaklıkta bulunan Çubuk Gölü çevresine 2005 yılında film ve dizi çekimlerinde kullanılmak üzere özel bir şirket tarafından 7 adet yel değirmeni yapıldı. Değirmenler ilgi görmeyince şirket değirmenleri atıl durumda bıraktı. Tatilciler atıl durumda bulunan değirmenlerin önünde şimdi hatıra fotoğrafı çektiriyor. Göynük Belediye Başkanı Kemal Kazan, tarihi ve kültürel açıdan Göynük'ün son yıllarda isminden sıkça bahsettirdiğini ifade ederek, ''Göynük'ün turizm cenneti olması için çalışmalarımız devam ediyor. Bu kapsamda atıl durumda bulunan 7 adet yel değirmenini turizme kazandırma için çalışmalarımız devam ediyor. Çalışmalarımız sonucunda değirmenlerle Göynük turizmine bir başka canlılık getirmeyi hedefliyoruz'' dedi.

Bolu Olay, 16.05.2011

ŞEHİTLER ABİDESİ'NDE ONARIM BAŞLADI

 

 

Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkı’nda, Morto Koyu’nun gerisinde yükselen Hisarlık Tepe’de tüm şehitler anısına yaptırılarak 21 Ağustos 1960’ta ziyarete açılan 41.7 metre yüksekliğindeki Şehitler Abidesi’nin eksikleri, Uzun Devreli Gelişme Planı kapsamında 2004’te tamamlandı. Ancak, Şehitler Abidesi’nin tavanının iç kısmına cam mozaik kaplamadan yapılan Türk bayrağı, 2005 yılındaki 18 Mart törenlerine yetiştirilmek istenince, uygun olmayan kış koşulları seçildi. Sonrasında da 2007 yılından itibaren cam mozaik kaplamalar, 41.7 metre yüksekliğindeki abidenin tavanından düşerek ziyaretçiler açısından tehdit oluşturmaya başladı. Abidenin çevresine can güvenliği tehlikesi olduğunu belirten tabelalar kondu. Hatta bir ara etrafı iple çevrilerek ziyaretçilerin yaklaşması yasaklandı.  
Çanakkale İl Özel İdaresi tarafından yapılan Şehitler Abidesi onarım ihalesini, 1 milyon 300 bin TL’lik teklif ile Akka Mimarlık Mühendislik İnşaat Restorasyon Müteahhitlik Hizmetleri ve Ticaret Limited Şirketi kazandı. Firma,  onarım çalışması için start verdi. İlk olarak tavandaki Türk bayrağının yenilenmesi için abidenin çevresine iskele kurulmaya başlandı. Onarım çalışmaları 30 Eylül 2011’e kadar sürecek.

Milliyet, Haber: Burak Gezen, 16.05.2011

PİRAMİTLERDEN DAHA ESKİ TAPINAK

 

 

La Repubblica Gazetesi'nin Haftalık Magazin Dergisi’nde yayımlanan makalede şunlara yer verildi;

Evet, yeryüzü cenneti vardı ve onu kaybettik. Onu doğayla aramızdaki anlaşmayı bitirmeye karar verdiğimiz zaman kaybettik. Ünlü Berlin Arkeoloji Enstitüsünden Klaus Schmidt’in kaleme aldığı ve bugünden itibaren kitapçılarda bulunabilecek olan “Costruirono i Primi Templi” (İlk Tapınakları İnşa Ettiler- Oltre Yayınları, 286 sayfa) adlı kitapta betimlenen, son yılların en yankı bulan arkeolojik buluşlarından birinin ortaya koydukları böyle görünüyor. İtalya’da çıkan baskısı, kitabın Almanya’da basımından dört yıl sonra gelen ilk çevirisi. Diğer ülkelerde eylül ayında çıkacak ancak İngilizce yayımlanması öngörülmüyor; şu ana dek kabul gören insanlık tarihinin rekonstrüksiyonunu tamamen yeniden gözden geçirme fikrini pek hazmedemeyen Anglosakson arkeoloji elitlerinin husumeti buna neden gibi görünüyor.

 

Güney Afrikalı arkeolog David Lewis-Williams’ın tabiriyle, “Dünyanın en önemli arkeolojik sitesi”nin adı Göbekli Tepe ve Suriye sınırına yakın Urfa kentinin kuzeyinde bulunan oldukça mütevazı bir tepe. Bu bölge, “verimli yarım ay” denilen ve Filistin’i, Türkiye’nin güneydoğusunu ve Irak’ı kapsayan alanın en kuzeyde kalan kesimi. Yaklaşık 11 bin yıl önce burada, avcılık yapan kabileler yabani tahıl toplamaya ve daha sonra ekmeye başladı ve böylece tarımı icat ettiler ve bir dizi yeniliğe (yazı, şehir, anıtlar, devletler) hayat verdiler.

 

1994 senesinde Klaus Schmidt, verimli yarım ayın kuzeyinde bulunan neolitik sitelerde inceleme yaparken otuz yıl öncesinde Amerikalı bir grubun ziyaret ettiği ve “ortaçağ mezarlığı” olarak ortaya attığı Göbekli Tepe’ye bir göz atmaya gitti ve mezar taşı olduğu sanılanların, aslında neolitik T şeklinde sütunlar olduğunu anladı. Daha sonraki kazı dönemlerinde Schmidt ve Türk meslektaşları dört büyük megalitik çemberi ortaya çıkardı: T şeklindeki 43 sütundan oluşan, 10 ila 30 metre çapında çemberlerdi ve sütunların üzeri, yılanlar, tilkiler, yaban domuzları, aslanlar, eşekler, boğalar, böcekler ve örümceklerle süslenmişti. Schmidt, “Yani bir taş çağı hayvanat bahçesi ama bazı figürler, hayvan kılığına bürünmüş şamanları da temsil ediyor olabilir.” diyor.

 

Esas şoke edici gelişme, muhtelif arkeolojik katmanlarda bulunan hayvan kemiklerinin tarihlendirme sonuçları sırasında yaşandı: Göbekli Tepe’nin 11 bin yıl önce inşa edilmeye başlandığı ve 1500 yıl boyunca devam ettiği anlaşıldı. Başka bir deyişle, Firavunlar Giza Piramitlerini; Keltler Stonehenge’i kurarken Göbekli Tepe’nin megalitik daireleri 6-7 bin yıllıktı. Schmidt şöyle anlatıyor: “Kimilerinin her biri 50 ton ağırlığında olan sütun blokları, henüz tekerleği, seramiği veya metalleri keşfetmemiş ve hatta tarımı yahut hayvan yetiştirmeyi henüz bilmeyen binlerce insan tarafından inşa edildi. Nitekim kazı alanında sadece vahşi hayvan kemiklerine rastladık.” Ancak sürprizler burada bitmiyor. Sütunların üzerinde kazılmış başlıca figürlerin altında, hayvan ve yarım ay, çember veya bir nevi “h” kombinasyonlarından oluşan semboller göze çarpıyor. Schmidt’e göre “Görüntü itibarıyla Mısır hiyerogliflerini çok andırıyor. Muhtemelen resim yazısı söz konusu, bu figürler aracılığıyla insanlar bilgiye ulaşıyordu. Yani yazının temel fikri, binlerce yıl öncesine kayıyor.”

 

Bu anıtsal kompleks ne işe yarıyordu? “Göbekli Tepe halkının sembolik ve manevi dünyasını yeniden oluşturmak imkansız ama burada her şey kutsallıktan bahsediyor.” Kısacası, bir nevi neolitik katedral, insanlığın her türlü ibadet mekanlarının ilk örneği.

 

Bu devasa girişimin muazzam boyutları, Schmidt’e göre müthiş bir “yan etki” ortaya çıkarmış olmalı: “Bu anıtı inşa eden binlerce insanın geçimini sağlamak için bir noktadan sonra av yeterli olmamış olsa gerek. Göbekli Tepe’den birkaç kilometre mesafede Karaca Dağ adlı mevki bulunuyor ve burada ekilerek yetiştirilen buğdayın yabani ilk örnekleri bulundu. Bu doğal tahıl tarlalarından, bol ve muhafazası kolay besin elde etmek için tohum toplamaya başlamış olsalar gerek. Daha sonra da ekme işlemine geçilmiş.” Dolayısıyla Schmidt’e göre insanların tarıma yöneldiğini anlatan insan anıtlarından ilkiydi. Dünyada buzullaşmadan daha iki bin yıl önce çıkmış su, çayır, ormanlarıyla Göbekli Tepe, avcı-toplayıcıların cenneti olmuş olsa gerek.

 

Ancak tarımın icat edilmesi, o cennet için son anlamına geldi. Bölgeye gelen yeni çiftçi toplum, antik tapınağı, metrelerce toprağın altında ortadan kaldırmaya karar vermiş olmalı. Kısacası Göbekli Tepe, insanın “yeryüzü cennetini” terk edip “ve sen toprağı alnının teriyle süreceksin” çağına girdiği yer olabilir. Pek çok yönden avantajlı bir değişim, ama herkes için değil..

Timetürk, 16.05.2011

ODA TV YAZDI, DÜNYA PATARA İÇİN ALARMA GEÇTİ

 

 

Dünyanın önde gelen çevre örgütlerinden MEDASSET'in Başkanı Lily Venizelos, Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu'na bir mektup yazarak dünya mirası Patara'nın, inşatına başlanan yazlık villalar nedeniyle turizme kurban edilmemesini istedi. Venizelos'un Patara için endişe duyduklarını belirttiği mektubu, UNESCO başta olmak üzere dünyanın ilgili resmi kuruluşları ve çevre örgütlerine de ulaştı. Geçtiğimiz Ocak ayında Odatv’de yayınladığımız Patara Dosyası’nda bölgede yaşanan gelişmeleri kamuoyuna aktarmıştık.

 

Antalya'nın Kaş İlçesi'ne bağlı Patara antik kentinde, Özel Çevre Koruma Bölgesi (ÖÇK) içerisinde yapımına başlanan villa inşaatları dünyanın önde gelen çevre örgütlerini alarma geçirdi. Merkezi Londra'da bulunan Akdeniz Deniz Kaplumbağalarını Koruma Birliği (MEDASSET) Başkanı Lily Venizelos, Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu'na bir mektup yazarak gelişmeler hakkında bilgi istedi. Patara'daki inşaatların Türkiye'nin de imza koyduğu uluslararası sözleşmelere aykırı olduğunu belirten Venizelos, Bakan Eroğlu'na ilettiği mektubunda, "Patara turizm ve kalkınmaya kurban edilmeden önce konuyu düşünün" dedi.

 

BAKAN EROĞLU'NA VİLLA SORUSU

Patara'daki villa inşaatlarıyla ilgili gelişmeleri, başta Odatv olmak üzere Türk basınında yer alan haberlerden takip ettiklerini belirten Venizelos, antik kent yakınında, caretta caretta türü deniz kaplumbağaların yuvalama alanı olan kumsalın yakınlarında inşasına başlanan villalar hakkında endişe duyduklarını belirterek Bakan Eroğlu'ndan konuyla ilgili bilgi istedi. Patara'yla ilgili haberlerde, 2008 yılında onanan koruma imar planında 400 ila 750 arasında villa ve yazlık konut yapımına izin verildiği yönünde bilgilerin yeraldığını belirten Venizelos, Bakan Eroğlu'ndan "bu plan gerçekten onaylandıysa bölgeye kaç villa inşa edilecektir? Bu konuda Çevresel Etki Değerlendirmesi yapılmış mıdır? Şu anda yapım aşamasında olduğunu anladığımız ve devamında yapılacak olan villalar, bu imar planının bir parşası mıdır ve bu yapıların yasal izinleri var mıdır?" sorularını yanıtlamasını istedi.

 

'İKİNCİ KONUTA NEDEN İZİN VERİLDİ?'

1999 yılında UTTA Planlama ve Danışmanlık şirketi tarafından uluslararası kredi desteğiyle hazırlanan ve 2006 yılında Antalya Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından onaylanan Patara Yönetim Planı'na da değinen Venizelos, Patara için ekoturizmi öngören ve ahşap prefabrik konutların yapımına izin veren önceki plana aykırı olarak 2008'de hazırlanan yeni planda yapılaşmaya ve ikinci konuta neden izin verildiğini sordu.

 

YENİ İMAR PLANI ÖÇK YÖNETİM PLANINA AYKIRI

2008'de onanan ve ikinci konut yapımına izin veren imar planının Patara Özel Çevre Koruma Bölgesi için hazırlanan bilimsel yönetim planına aykırı olduğunu ifade eden Venizelos, bölgedeki gelişmelerden endişe duyduklarını belirttiği mektubunda şu görüşlere yer verdi: "Türkiye'nin Akdeniz kıyılarında benzersiz bir ekosisteme sahip olan Patara, bataklıklar, küçük tatlı su sistemleri, kumullar ve çok sayıda habitatı barındırıyor. Birinci derecede nesli tükenme tehlikesi altında bulunan caretta caretta türü deniz kaplumbağalarının en önemli yumurtlama alanlarından birisi olan Patara, Türkiye'nin de taraf olduğu uluslararası sözleşmelerle de koruma altına alınan bir bölgedir."

 

PATARA İÇİN ULUSLARARASI KAMPANYA

Patara'nın, tüm Akdeniz'de az sayıda kaldığı belirtilen yumuşak kabuklu Nil kaplumbağaları (Trionyx triunguis) için de önemli bir yaşam alanı olduğunu belirten Venizelos, başkanlığını yürüttüğü MEDASSET'in, 1980 yılından bu yana bölgenin bçok değerli biyolojik çeşitliliğinin korunması için uluslararası kampanyalar yürüttüğünü belirttiği mektubunda şunları kaydetti: "uluslararası basını ve koruma örgütlerini uyararak, yabancı ve Türk uzmanlarla birlikte yürütülen 'Patara'yı Koru' kampanyası çerçevesinde bölgedeki gelişmeler Bern Sözleşmesi'nin yıllık daimi komite toplantılarında düzenli olarak gündeme taşınmıştır. Bern Sözleşmesi'nin daimi komisyonunda 1996 Aralık ayında, Patara'daki koruma önlemlerinin etkilerini denetlemek için açılan dava dosyası, bazı sorunları kalmasına rağmen 2001 yılında kapatıldı. Ancak MEDASSET düzenli olarak bölgedeki denetlemeyi sürdürerek raporlarını sunarak, 2009 yılına kadar Patara'daki koruma önlemleriyle ilgili önerilerini bildirmeye devam etti."

 

DÜNYA MİRASI LİSTESİNE GİRME TALEBİYLE ÇELİŞİYOR

Patara gibi benzersiz ve çok özel olarak korunan bir alanda başlatılan villa ve yazlık konutların inşaatından MEDASSET olarak ciddi endişe duyduklarını ifade eden Venizelos, bu gelişmenin, Türkiye'nin Patara'yı 'Dünya Mirası' listesine alınmasına yönelik isteğiyle çeliştiğini vurguladı. Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın, 6 Şubat 2009 tarihinde UNESCO'ya bu yönde bir belge sunduğunu anımsatan Venizelos, bölgenin yapılaşması projesinin ayrıca Bern Sözleşmesi çerçevesinde, 1988, 1991, 1996 ve 1998 yıllarında alınan Patara ile ilgili tavsiye kararlarını ihlal ettiğinin altını çizdi.





PATARA'YI KURBAN ETMEDEN DÜŞÜNÜN

Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu'ndan, Patara gibi benzersiz bir bölgenin telafisi imkansız biçimde turizm ve kalkınmaya kurban edilmeden önce konuyu düşünmesini rica eden Venizelos, mektubunda konuyla ilgili en kısa sürede kendilerine yanıt verilmesini beklediklerini ifade etti. 

 

MEKTUP, ŞAHİN VE GÜNAY'A DA ULAŞTI

Bakan Eroğlu'na yazdığı Patara mektubunu, TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın yanısıra Antalya Valisi Ahmet Altıparmak ve ilgili tüm bürokratlara ileten Venizelos, bölgedeki gelişmeler hakkında uluslararası boyutta girişimlerini sürdüreceklerini de sözlerine ekledi. Patara'nın tarihi ve arkeolojik mirasına da vurgu yapan Venizelos'un mektubunun, UNESCO Dünya Mirası Direktörü Kishore Rao, UNESCO Türkiye Daimi Temsilcisi H. Gürcan Türkoğlu ile Türk ve uluslararası koruma örgütü ve sivil toplum örgütlerinin yöneticilerine de ulaştığı öğrenildi.

 

NÜFUS BASKISI YAŞAM ALANINI DARALTACAK

Patara'daki gelişmeleri yakından izleyen Arkeolog-yazar Nermin Bayçin da, bölgedeki ikinci konutların yaratacağı nüfus baskısının, biyolojik çeşitliliğin yanısıra yöre insanının yaşam alanını da daraltacağını belirterek, insanların da diğer canlılar gibi bu ekosistemin önemli bir parçası olduğunu söyledi. Bayçin, "bugünkü planın yapılaşmaya açtığı bölgeler eski planda '1. Derece Arkeolojik sit' ve 'milli park' olarak ayrılmıştı. Yeni plan Gelemiş Köyünün dışında bir uydu kent yaratıyor" dedi.

 

İşte dünyanın önde gelen çevre örgütü MEDASSET'ın Patara ile ile ilgili mektubu:

Oda Tv, Haber: Yusuf Yavuz, 16.05.2011

RESTORASYONLAR DEVAM EDİYOR

 

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın projeleri kapsamındaki Tarihi yarımadadaki restorasyon çalışmaları devam ediyor. Önceki gün 2010 Ajansı’nın düzenlediği, arkeolog, yazar, yayıncı Nezih Başgelen rehberliğindeki tanıtım gezisinde, Kamondo Anıt Mezar, Vortvots Vorodman Kilisesi, Galata Mevlevihanesi ve Sultanahmet Meydanı yerinde ziyaret edilerek bilgi verildi.

2010 Ajansı Genel Sekreteri Yılmaz Kurt tarihi kültürel mirasın korunmasına yönelik onarım çalışmalarının 2010 yılında pek öne çıkmadığını belirterek “Bu bir başlangıç aslında. Bu çalışmalar İstanbul’a bir ivme kazandırdı” dedi. 2010 Ajansı, 96 proje kapsamında 178  adet yapının onarımını, 30 adet yapının proje çizimini, 34 sokak ve meydanın yayalaştırmaya yönelik düzenlemelerini, 8 hazirenin onarımını, 6 adet anıtın aydınlatma projelerinin çizimini, 18 adet sokak ve caddenin aydınlatma çalışmasını üstleniyor. Yürütülen tüm kentsel ve kültürel miras projeleri için 160,5 milyon TL bütçe ayrıldı.

Cumhuriyet, 16.05.2011

HAYDARPAŞA GARI'NIN ÇATISI 'DENİZ SUYUNA' KARIŞTI

 

 

Tarihi Haydarpaşa Garı'nda geçtiğimiz kasım ayında çıkan yangın sonrası tüm bina ve yakın çevresine yönelik Rölöve-Restitüsyon-Restorasyon (RRR) çalışmaları İTÜ Teknokent Akademik firması TechnoBee denetiminde devam ediyor.

 

Yangın sonrası hazırlanan ön hasar tespit raporu ise üzücü bir gerçeği ortaya koyuyor. Yangın söndürme çalışmaları sırasında kullanılan deniz suyu tuz içeriği nedeniyle, yapısal elemanlarda önemli hasarlar, bozulmalar meydana getirmiş. Haydarpaşa Garı ile ilgili ön rapor, İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi öğretim üyeleri inşaat yüksek mühendisi Prof.Dr. Oğuz Cem Çelik ve yüksek mimar-restoratör Doç.Dr. Yegan Kahya tarafından tamamlandı. 140 sayfalık ön hasar tespit raporuyla ilgili bilgi veren Prof.Dr. Cem Çelik, garda, özellikle üst katlarda yaşanan hasarın önemli bir bölümünün söndürme çalışmaları sırasında meydana geldiğini söylüyor. Çelik, "Yangının ardından yoğun yağmurlu günlerin yaşanması, geçici çatı yapılıncaya kadar kısa bir süre de olsa zorunlu olarak açık kalması ve yangın söndürme sırasında binanın çok su almış olması yapı için olumsuz bir durum oluşturuyor. Binanın özellikle üst katlarında ve cephelerde, taşıyıcı elemanların bünyesine su tamamen işlemiş durumda." diyor.

 

Yapının yangın gören katlarındaki çelik kirişli volta döşeme sisteminde kapsamlı bir yükleme deneyi yaptıklarını belirten Çelik, "Yükleme deneyleri başarıyla sonuçlandı. Amacımız, yangından dolayı çeliğin mekanik özelliklerindeki olası değişiklikleri belirlemek ve gerekiyorsa restorasyon aşamasında iyileştirmeler yapmaktır." diye konuşuyor.

Zaman, Haber: Yasin Kılıç, 16.05.2011

'İSTEDİĞİN' KİRAYA VAKIF MALLARI

 

 

Radikal’in ‘Beleşbahçe’ manşetiyle gündeme taşıdığı Dolmabahçe Çay Bahçesi, diğer vakıf mallarının kiralarını akıllara getirirken bedellerin ‘tutturabildiğine’ belirlendiği ortaya çıktı. Dolmabahçe Sarayı’nın hemen yanındaki çay bahçesi ve 400 araçlık otopark Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden aylık 2 bin 500 liraya kiralanırken, aynı sahil şeridindeki Ortaköy Camii’nin tuvaleti iki yıl önce aylık 24 bin lira muhammen bedelle ihaleye çıkarılmıştı.

Vakıflar Genel Müdürlüğü 2003 yılına kadar vakıf mallarını 1998 yılı Devlet İhale Kanunu’na göre kiralıyordu. Buna göre kiraya verilme usulü kapalı teklif, açık teklif, pazarlık ve kıymet takdiri suretiyle yapılıyordu. Genel Müdürlük, 31 Ekim 2003 tarihli tebliğiyle kiralama şartlarını değiştirdi. Buna göre, 1998 ve 2000 yıllarında yürürlüğe giren Vakıf Taşınmaz Malların Kiralama Usul ve Esasları Hakkında Tebliğ ve ek genel şartnameleri yürürlükten kalkarken bu tarihten sonra da “Vakıf taşınmaz malların, arazi ve arsaların kira artış oranları ile kiralama işlemleri hakkındaki usul ve esaslar, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından belirlenir” denildi.

Bu tebliğ uyarınca pek çok vakıf malındaki komik kira bedelleri değiştirilerek bulunduğu bölgenin şartları doğrultusunda rayiç bedeller göz önüne alınarak yükseltildi. Örneğin Vakıflar’a ait Trabzon’daki Sümela Manastırı Kültür ve Turizm Bakanlığı’na 1999’da yıllık 60 liradan 10 yıllığına kiraya verilmişti. Bu oran her yıl TEFE oranında arttırıldı ve geçen yıl sözleşme bittiğinde ödenen kira bedeli 270 liraydı. Vakıflar Genel Müdürlüğü kira bedelinin arttırılmasını talep etti. Kültür ve Turizm Bakanlığı ile yapılan sıkı pazarlık sonucunda 333 kat arttırılarak bu yılın nisan ayında yıllık 90 bin liradan kira sözleşmesi imzalandı.

İstanbul’un turistik merkezlerinden Ortaköy’deki Ortaköy Camii’nin tuvaleti de Vakıflar’ın ‘kiralık’ yerlerinden biri. Tuvaleti kiralayan kişi 2008 itibariyle aylık 10 bin lira kira ödüyordu. Vakıflar Genel Müdürlüğü bedeli aylık 17 bin liraya çıkartmak isteyince kiracı dava açtı. Ancak mahkeme Vakıflar Genel Müdürlüğü’nü haklı buldu ve kiracı tahliye edildi. Vakıflar iki yıl önce tuvalet için aylık 24 bin lira kira talebiyle ihale açtı ancak ihaleyi kazanan olmadı. Tuvalet halen ücretsiz.

Ulus’ta 65 liraya büro
Vakıflarda kira artışları ve kiralamalarda hala pek çok tutarsızlık var. Vakıfların yeni kiralama ihalelerindeki muhammen kira bedellerine bakıldığında bu çarpıklık dikkat çekiyor. Ankara Anafartalar ve Ulus gibi işyerlerinin yoğun olduğu semtlerde 65 ile 250 lira arasında değişen bedellerle kiralık dükkan, büro bulmak mümkün. Yine Beyoğlu ve Fatih bölgelerinde de farklı fiyatlarla işyerleri kiralanabiliyor. Sarıyer Bahçeköy’de 2757 metrekare bir arsa da 25 Mayıs’ta aylık kira bedeli 4 bin 500 liradan ihaleye çıkıyor. Vakıf mallarının kiralanmasında yaşanan bu tutarsızlık farklı soruları beraberinde getiriyor. Vakıflar İstanbul Bölge Müdürlüğü’nden bazı yetkililer, kiralamalardaki tutarsızlığın nedenini, ‘işini bilen memur’ zihniyetine bağlıyorlar.

Radkal, Haber: Ömer Erbil, 16.05.2011

MÜTHİŞ SIR ÇÖZÜLÜYOR

 

 

Kitaplara, filmlere dahi konu olan Leonardo da Vinci'nin ünlü eseri Mona Lisa tablosundaki gizemli modelin sırrı sonunda çözülüyor.


İtalya'nın Floransa kentindeki manastırın altında bulunan mezarın ünlü tablodaki gizemli gülümsemenin sahibi Lisa Gherardini Del Giocondo'ya ait olduğu düşünülüyor. Uzmanlar şimdi mezardan alınan DNA örneklerini yakındaki kilisede gömülü olan Gherardini'nin çocuklarının kemikleri ile karşılaştırarak kesin sonuca ulaşacaklar.






Özel radarlar kullanarak mezarı bulan arkeologlar, Sant'Orsola'daki mezarın içerisindeki kafatasının gizemli yüzü yeniden yapılandırabilecek kadar iyi durumda olduğunu ümit ediyorlar.
Mezarın başında kazı çalışmalarını izleyen Natalia Gucciardini Strozzi, Ghrerardini'nin soyundan geliyor.


Strozzi, ilk başta çalışmalara karşı çıktığını ve Gherardini'nin "huzur içerisinde" uykusuna devam etmesini savunduğunu söylese de, artık araştırmanın başındaki isim olan Profesör Vincetti'ye tüm desteğini verdiğini belirtiyor.






1542 yılında yaşamını yitiren Lisa Gherardini, Francesco del Giocondo adlı zengin ipek tüccarının karısıydı. İtalya'da Mona Lisa "La Gioconda" adıyla da biliniyor.

Milliyet, 16.05.2011

 

******


MONA LİSA'NIN KAFATASI BULUNDU

 

 

İtalyan ressam Leonardo Da Vinci'nin ünlü Mona Lisa tablosunda resmettiği kişinin kimliğinin belirlenmesine bir adım daha yaklaşıldı. Da Vinci'ye tabloyu çizerken ilham kaynağı olduğu iddia edilen Lisa Gherardini Del Giocondo'nun Floransa'daki mezarı arkeologlar tarafından açıldı. Aziz Ursula Manastırı'ndaki mezarda bulunan kafatasından alınan DNA örnekleri, kimlik tespiti için Giocondo'nun iki çocuğunun mezarlarından alınan örneklerle karşılaştırılacak. Çalışmayı yürüten arkeolog Silvano Vinceti, eğer kafatasının tahmin edildiği gibi 1542'de ölen Giocondo'ya ait olduğunu doğrulayabilirlerse, kadının yüzünün heykeltıraşlar tarafından teknolojik yöntemlerle oluşturulacağını belirtti.

Sabah, 21.05.2011

GÖKTEN DOLARLAR YAĞSA OLMAZ

 

 

İstanbul yeni bir kültür merkezine daha kavuşuyor: Vortvods Vorodman Kilisesi. 500 kişilik kapasitesiyle başta konserler olmak üzere pek çok etkinliğe ev sahipliği yapacak mekanın restorasyonu için "Gökten dolarlar yağsa olmaz. Sorun para değil, yetkili kurullardan onaylı proje." diyor Yılmaz Kurt.

 

Dün sabah bir grup gazeteci, tarihçi, arkeolog ve mimar "Bakalım şehrimizin neresini keşfedeceğiz bu defa?" diyerek çıktı yola. İlk durak bundan sonra kimi akşamlarımızı konser, tiyatro ve kim bilir daha ne sanatsal bahanelerle geçireceğimiz Vortvods Vorodman Kilisesi.

 

Meryem Ana Kilisesi Vakfı Başkanı Hrant Maskafyan baştan uyarıyor: "Daha çok iş var burada, hayatta yetişmez yaza! Demeyin sakın. Üç beş ay evvel bir devlet büyüğümüz bizi onurlandırdığı sırada bitişi sordu. Haziran ortaları dedik. Mümkün değil, dedi. 2010 İstanbul Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Başkanı Şekip Avdagiç, buranın ilk halini görseydiniz biteceğine ikna olurdunuz, diye yanıtladı onu."

 

Bilenler, kilisenin birkaç yıl önceki halini şöyle anlatıyor: "Çatı yemyeşildi bir kere. Kilisenin üstü başı tamamen doğaya teslim olmuş, ot ve yosunlarla kaplanmıştı. İçerisi zaten moloz yığını. 100 yıldır da ibadete kapalıydı..."

 

Aslında restorasyon 20 yıl önce de gündeme gelmiş ama kolay mı? "Değil." diyor ve ekliyor ajansın genel sekreteri Yılmaz Kurt: "Gökten dolarlar yağsa restore edilmez. Sorun para değil, yetkili kurullardan onaylanmış proje lazım. Projesi olanları restore etmeye çalıştık, olmayanları ise projelendirmeye... Biz büyük bir göle ufak bir taş attık sadece. 184 tek yapıda tek tek restorasyon... Bazıları tamamlandı, bazıları devam ediyor. İstanbul'da bunun gibi onlarca yapı var."

İşin en güzel tarafını ise şöyle anlatıyor Kurt: "Küçük büyük, bir şeyler yaptık biz. Güzel olan şu! İstanbullu şehrin zenginliğini fark etmeye başladı. 'Bizim mahallede böyle bir çeşme var, köşede şöyle bir türbe var, bir el atsanız...' diye telefonlar geliyor."

 

Adını Hz. Yahya ve kardeşi Hz. Yakup'un hitabet yeteneklerinden alan Vortvods Vorodman (Gök gürültüsünün Çocukları) Kilisesi'nin hikayesi, İstanbul'un fethiyle başlıyor. Fatih'in Anadolu'dan İstanbul'a göçleri teşvik etmesiyle Türklerle beraber Ermeni, Yahudi ve diğer ahali de geliyor şehre. Rum Patrikliğini yeniden kurduran Fatih; Bursa'dan Piskopos Hovagim'i getiriyor, ilk Ermeni patriği olarak...

 

Şehrin başlıca altı mevkiinde altı kilise etrafına toplu halde yerleşen Ermenilerin dini vecibelerini yerine getirebilmeleri için ibadethanelere ihtiyacı oluyor haliyle. Bu iş için metruk halde bulunan Bizans Kiliseleri Ermeni cemaatinin kullanımına tahsis ediliyor. Vortvods Vorodman da onlardan biri. 1641'den itibaren Ermeni cemaatine hizmet veren kilise, pek çok yangın ve tamirat geçiriyor ve sonunda İstanbul'a çok sayıda görkemli eser armağan eden Mimar Kirkor Balyan tarafından inşa ediliyor. 14 Ekim 1828'de de kutsanarak ibadete açılıyor.

 

Sonrası tam bir muamma: 1940'lı yılların başında restorasyon ilkelerine aykırı bir onarımdan geçerek sosyal faaliyetlerin yapıldığı bir salon haline geliyor. 1960'ta avlusunun bir köşesine bir poliklinik açılıyor. 1966 ve 1975 yıllarında Varto ve Lice'de meydana gelen depremlerden sonra, depremzedelere barınak oluyor.

 

Nihayet, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti programı kapsamında restorasyonu gerçekleştiriliyor da çilesi bitiyor. Haziran itibarıyla hem yeniden ibadete açılacak hem de tıpkı Aya İrini gibi seçkin etkinliklere ev sahipliği yapacak mekan.

Zaman, Haber: Jülide Karahan, 15.05.2011

EN BÜYÜK MOZAİĞE ÖZEL KORUMA

 

 

Hatay'da, otel yapılacak alanda sondaj çalışması sırasında bulunan 850 metre karelik Türkiye'nin en büyük mozaiği, hamam kompleksi, cam atölyesi ve Hellenistik döneme ait sur duvarlarına zarar vermemek için inşaat makineleri kullanılmayacağı bildirildi.


Otelin Proje Müdürü Burhan Seçmen, gazetecilere yaptığı açıklamada, Hatay-Reyhanlı yolunda bulunan Haraparası Mahallesi'nde iş adamı Necmi Asfuroğlu'nun özel mülkiyetine ait arsada yapılacak otelin sondaj çalışması sırasında çıkan tarihi eserler nedeniyle projede değişiklik yaptıklarını söyledi.


Adana Anıtlar Kurulu'ndan koruma duvarlarıyla ilgili yapılacak karar doğrultusunda inşaat çalışmasına başlayacaklarını belirten Seçmen, "Çıkacak karar doğrultusunda tarihi kalıntılara hiçbir şekilde zarar vermeyecek şekilde müze otel projemizi hayata geçireceğiz" dedi.
Özel çelik ayaklarla tarihi kalıntıların bulunduğu alandan 7 metre yükseklikte oteli inşa edeceklerini belirten Seçmen, otelin zemininde belli noktaları camekan yapacaklarını, bu sayede otele gelenlerin tarihi değerleri daha iyi görmelerini sağlayacaklarını ifade etti.






Seçmen, "250 odalı olarak projelendirdiğimiz otelimizde kalanlar koridorda yürürken alt tarafta bulunan kalıntıları görme şansı bulacak. Otel inşaatı sırasında tarihi kalıntılara zarar vermemek için asla inşaat makineleri kullanmayacağız" dedi.


Otelin çatı katının da Habib-i Neccar Dağı eteklerinde bulunan ve ilk mağara kilisesi ve Hristiyanların hac yeri olarak kabul ettiği St. Pierre Kilisesi ile aynı kotta yer alacağını vurgulayan Seçmen, "Yani otelimize gelenleri, alt tarafta tarihi kalıntılar, karşıda St. Pierre Kilisesi ile güzel bir ortamda konuk edeceğiz" diye konuştu.


Müze otel kompleksinin bir benzerinin Atina'da da bulunduğunu belirten Seçmen, buranın kentin turizmine büyük katkı sağlayacağını söyledi.


Otel inşaatını üç yılda tamamlamayı hedeflediklerini anlatan Seçmen, inşaat sırasında makine kullanılmayacak olmasının bu süreyi uzatabileceğini, ancak güzel bir projenin ortaya çıkacağını kaydetti.


Müze Müdürü Nalan Yastı ise özel mülkiyetli arazide otel inşaatı sırasında yapılan çalışmada ortaya çıkan tarihi kalıntılar üzerine gerçekleştirilen arkeolojik kazıda, 30 açmada tarihe ışık tutacak çok sayıda eser ve kalıntıya ulaşıldığını belirtti.Yastı, otel inşaatı süresince bu eserlerin zarar görmemesi için büyük özen gösterileceğini de vurguladı.






Yastı, bölgede 40 bilimsel ekibin, 120 işçiyle gerçekleştirdiği çalışmaların sona erdiğini belirterek, kazıda gün ışığına çıkarılan 850 metrekarelik mozaik, hamam kompleksi, cam atölyesi ve Hellenistik döneme ait sur duvarlarına zarar verilmeyeceğini bildirdi.


Kazıda, geç antik dünyanın dört önemli şehirlerinden biri olan Antiokheia'nın geç antik çağı ve sonrasına ait kalıntılara ulaştı klarını anlatan Yastı, "Üzerinde geometrik desenlerin yer aldığı 850 metre kare ebadında Türkiye'nin en büyük mozaiği ile 2 havuz ve 4 külhanın yer aldığı hamam kompleksi Hatay'ın tarihi zenginliğini taçlandırdı" dedi.


Yastı, ayrıca geç Doğu Roma dönemine ait cam atölyesi ve sur duvarlarının da tespit edildiğini söyledi.


Fransız işgalinden sonra Antakya'da Türk ekibiyle yapılan ilk kazıda bu kadar önemli eserlerin çıkmasının kent adına çok önemli olduğunu anlatan Yastı, kazının ödeneğinin arsa sahibi Necmi Asfuroğlu tarafından karşılandığın ı sözlerine ekledi.

Türkiye Gazetesi, 15.05.2011

MESCİD-İ AKSA'NIN KANDİLLERİ HÜRREM SULTAN'DANMIŞ

 

Diyanet İşleri Başkanı Prof.Dr. Mehmet Görmez, özel bir televizyon kanalında yayınlanan 'Muhteşem Yüzyıl' adlı dizide Kanuni Sultan Süleyman'ın eşi Hürrem Sultan'ın farklı şekilde gösterildiğini söyledi.

 

'Vakıfların Fıkhi Sorunları Sempozyumu'nun açılış konuşmasını yapan Görmez, bugün çeşitli vesilelerle gündeme gelen Hürrem Sultan'ın Kudüs'te bir vakıf kurduğunu ifade etti. Vakfın ilk şartının Mescid-i Aksa'daki kandillerde yakılacak olan zeytinyağının temin edilmesi olduğunu hatırlatan Görmez, "Mescid-i Aksa'nın lambalarına yakıt olarak zeytinyağı gönderen Hürrem Sultan, bugünlerde Türk gençliğine farklı şekilde gösteriliyor." dedi.

Zaman, 15.05.2011

BİR ASIR SONRA ÖZÜNE DÖNDÜ

 

 

Hamamın tarihçesi Romalılara kadar uzanır. Ama Osmanlı tarihinde de önemli bir yeri vardır. Evliya Çelebi, 17. yüzyılda İstanbul'da 168 çarşı hamamı olduğunu kaydetmiş. Bu hamamlar arasında kuşkusuz Mimar Sinan'ın yaptığı 20 hamam öne çıkıyor. Fatih'teki Çinili Hamam ya da Çemberlitaş Hamamı, Sinan'ın eserleri arasında günümüzde kullanıma açık olanlar. Ama Sultanahmet Meydanı'ndaki Ayasofya Hürrem Sultan Hamamı yaklaşık 100 yıldır kapalıydı. Bir dönem Fransızların mahkeme olarak bile kullandığı bu harika yapı sonunda özüne döndü ve önümüzdeki hafta yeniden hizmete açılacak. Hamamın restorasyonunda Kocaeli Mimarlık ve Tasarım Fakültesi Mimarlık Bölümü Öğretim Üyesi Tevfik İlter danışmanlık yapmış. Tevfik İlter, restorasyon çalışmalarının tam dört yıl sürdüğünü söylüyor. Geçmişteki yanlış restorasyon çalışmaları yüzünden işlerinin uzadığını belirten İlter, bu dört yıl içinde İngiltere'den ve İsviçre'den öğrencilerin tez konusu olarak burada çalışma yaptıklarını da belirtiyor.

SOĞUK ŞERBET İKRAMI
Hamam, kapılarını önümüzdeki hafta açacak. Sultanahmet Meydanı'nda olması sizi yanıltmasın, sadece turistlere yönelik bir yer değil burası. Tarihi doku içinde beş yıldızlı hizmet sunuluyor. Dışarıdan camiyi andıran bir mimariye sahip. Yüksekliği 20 metreye 70 santimetre, kubbe çapı ise 12 metreye 90 santimetre. Bu da orta boy bir caminin kubbesine denk geliyor. Girişte ücret alınmıyor. Farklı paketler arasında seçim yapıyorsunuz. En ucuzu 86 avroluk, kese ve köpük masajı içeren paket. İçeride yarı koton yarı ipek peştamal, havlu, şampuan, krem ve vücut losyonu ile zeytinyağlı sabun veriliyor. Terlik ve kese tek kullanımlık, tekrar başka müşteriye verilmiyor. Hamam, soğukluk alanı, ılık bölüm ve sıcak bölüm olmak üzere üç farklı bölümden oluşuyor. 'Sıcaklık'ta bekledikten sonra kese 'ılıklık'ta yapılıyor. Dinlenmek içinse 'soğukluk' bölümüne geçiyorsunuz. Burada soğuk şerbet ikram ediliyor. Giyinme kabinlerinde uzanma yatağı da bulunuyor.

800 KİŞİLİK RESTORAN
Hamam dışında mekanda 800 kişilik bir de restoran var. Restoran, a la carte , kafe ve nargile içilen kısım olarak üçe ayrılmış. Alkol servisi yok. Yemeklerde ise bıldırcın salatasından, ki Hürrem Sultan'ın bıldırcını sevdiği söylenir, damla sakızlı sütlaca, Osmanlı tatları servis ediliyor. Sabah 06:00'da hamam ve restoranlar açılıyor, gece 02:00'ye kadar servis veriyor.

HALI MAĞAZASIYDI
Ayasofya Hürrem Sultan Hamamı, 1556 yılında Kanuni Sultan Süleyman'ın emriyle Hürrem Sultan için yapılmaya başlanıyor. Hamamın yapımı iki yıl sürüyor. Ancak Hürrem Sultan'ın hamamı kullanıp kullanmadığına dair bir bilgi yok. 1766 yılında yaşanan İstanbul depreminde yapı ciddi hasar görüyor. Ardından yaşanan 1894 depremi de yapının tekrar zarar görmesine neden oluyor. Her iki depremden sonra da onarılma çalışmaları yapılıyor. Ama Tevfik İlter bu zamanda yapılan restorasyonların yanlış olduğunun altını çiziyor. 1903 yılında Sultanahmet'te çıkan yangın ise hamamın adeta sonu oluyor. Öyle ki bu yangından sonra kullanıma kapatılıyor. Üç yıl sonra yeniden açılsa da kısa süre sonra yeniden kapıları kapanıyor.

RESTORASYON DÖRT YIL SÜRDÜ
1903'ten sonra hamam için kötü yıllar başlıyor. İstanbul'un işgalinde Fransızlar burayı mahkeme salonu olarak kullanıyor. Ardından kağıt deposu ve benzin deposu görevini görüyor, 1960 yılında belediye yıkım kararı alsa da yıkımdan son anda kurtuluyor. 1967'de ise mumya müzesi olarak kullanılıyor.1986 yılında Döner Sermaye İşletme Müdürlüğü tarafından halı satış mağazasına dönüştürülüyor. 2007 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü karar alıyor ve yeniden hamam yapma şartı koşuyor. İhaleye çıkıyor ve 15 yıllığına kiralanıyor. Dört yıllık restorasyon çalışmaları sonrasında da Ayasofya Hamamı yeniden kapılarını açmak için gün sayıyor. Restorasyon sırasında Hürrem de unutulamış, Kadınlar bölümünde Hürrem Sultan adı verilen kurnada özel bir mermer deseni kullanılmış. Ama Hürrem Sultan'ın burada yıkanıp yıkanmadığına dair bir bilgi yok. Hamamda müşteriye verilen şampuan losyon ve kremler de Hürrem Sultan'ın en sevdiği çiçek olan erguvan özünden yapılmış.

Tevfik İlter hamamın restorasyon çalışmaları sırasında pek çok araştırma yapmış. Yakında bir kitap çıkarmayı düşünen Tevfik Hoca hamam kültürü hakkında bazı bilgiler verdi...
Hamama aç karnına girenlerin zayıfladığını, tok girenlerinse şişmanladığını...
Göbek taşının 42 derece olduğunu ve 20 dakikadan fazla kalırsanız fenalaşacağınızı...
Hamamın dört mevsim şeklinde yaşanması gerektiğini ve sıcaktan hemen soğuğa geçmemeniz gerektiğini...
Hamamdan çıktıktan sonra kafaya sarılan havlunun süs olmadığını, ani hava değişimi nedeniyle olabilecek damar daralmasını engellediğini...
Takunyanın hamamdaki hiyerarşiyi gösterdiğini ve en yüksek takunyalı kişinin hamamın gözetmeni olduğunu...
Eskiden hamamlarda cinler olduğuna inanıldığını ve bunlara basmamak için takunya giyildiğini...
Hamamdan çıkar çıkmaz hemen soğuk içilmemesi gerektiğini...
Suyun temizlemeye yaramadığını ama sabunla birleşince incelip deri altına girdiğini ve oradaki kirleri düşürdüğünü...
1800'lü yıllara kadar Hıristiyan dünyasında yıkanmanın yasak olduğunu biliyor muydunuz?

Sabah Pazar, Haber: Burcu Aldinç, 15.05.2011

TEMELİNDEN YIKIMINA İNSANLIK ANITI'NI GÖRÜNTÜLEDİ

 

 

Hacettepe Üniversitesi'nde kimya okurken fotoğrafla tanışır Hürü Kaya. Heyecanla kaydını yaptırdığı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nin fotoğraf bölümünden 2000'de diplomayı alır. Kendisi halen aynı üniversitede araştırma görevlisi. 'Bozkırda' adıyla yürüttüğü fotoğraf projesinin ardından Türkiye'nin sosyal-kültürel yaşamında öne çıkan insanların portrelerini çekmeye karar verir.


2008'de isim listesi oluşturup peşlerine düştüğü kişilerden biri de heykeltıraş Mehmet Aksoy'dur. Heykeltıraşın fotoğrafını çekmek istediğinde, 'Evet çekebilirsin ama ben işimin başındayken çekilmeyi isterim. İki yıldır uğraştığım bir proje var, onunla ilgilenirken çekebilirsin beni, benim için de güzel olur' cevabını alır. Aksoy'u Beykoz'daki atölyesinde ziyaret etmenin güzel bir fikir olabileceğini düşünürken, çalışmanın Kars'ta sürdüğünü öğrendiğinde önce keyfi kaçar.

Ailesinden ve işlerinden fırsat bulup Türkiye'nin öbür ucuna gidip gelmek kolay değildir ama aynı zamanda heyecan verici görünür. Heykelin önemi ve büyüklüğü nedeniyle bu işi ayrı bir proje biçiminde çalışabileceğini düşünüp, aradan fazla zaman geçmeden uçak biletini ayırtır.

 

Hürü Kaya, heykeltıraş Mehmet Aksoy'un 2006'da yapmaya başladığı İnsanlık Anıtı heykeliyle iki yıl sonra böylece tanışmış. Aslına bakarsanız Kaya'nın aradaki iki yılda fazla şey kaçırdığı söylenemez. Zira maddi kaynak ve organizasyon eksikliğinden dolayı çalışmalar fazlasıyla yavaş yürürken, heykeli görmeye gittiğinde henüz ancak bacaklarının yerleştirilebildiğini görmüş. O günden bugüne dört farklı zamanda Aksoy'u ve heykelini çekmeye giden Kaya'nın fotoğrafları, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın heykeli 'ucube' biçiminde tanımasıyla daha fazla önem kazanmış durumda. Mutlaka duymuşsunuzdur; Başbakan'ın 'ucube' çıkışının ardından 35 metre boyunda ve 350 ton ağırlığındaki devasa heykel şu günlerde yıkılıyor.

 

Heykelin yapım aşamasındaki aksaklıklar, zorluklar Kaya'nın programı üzerinde de karşılığını bulmuş. İstisnasız biçimde önceden aldığı uçak biletlerini, ya hava koşullarından ya da heykelin yapımında bir ilerleme olmadığı için hep bir sonraki tarihe ertelemek zorunda kalmış. Bu zahmetli çalışmanın kendisini fotoğraf projesine, heykele ve Aksoy'a daha fazla yakınlaştırmasından olsa gerek, yıkılma kararını duyduğunda hayal kırıklığına uğradığını söylüyor. Başlangıçta fotoğrafları anıtın altında yapılacak müzede sergilemeyi ve bir kitabını çıkarmayı düşünüyormuş. Şimdiyse söz konusu fotoğrafları ne yapacağı hakkında fazla konuşmak istemiyor.


Yıkım kararı hakkındaki fikri; Başbakan'ın 'ucube' tanımlamasının herhangi bir estetik kaygıyı içermediği yönünde... Hem Başbakan'ın tanımlamasında hem de yıkım kararında politik kaygıların gözetildiğini düşünüyor; 'Mehmet Aksoy'u biraz tanısaydı, hem kişiliğinin hem entelektüel birikiminin farkına varsaydı böyle bir şey söylemezdi sanırım.'


Kaya'ya heykelin estetik değeri hakkındaki fikrini sorduğumuzda bu konuda değerlendirme yapacak kadar uzman olmadığını, bir izleyici olarak fikrini ise ancak heykelin tamamlanmış halini gördükten sonra açıklayabileceğini söylüyor; 'Bitmemiş bir eser hakkında değerlendirme yapmanın, hüküm vermenin bir anlamı yok. Bir ressamın resmine henüz yarısındayken bakıp değer verebilir misiniz?'

 

Buna karşılık Aksoy'la mesai yapmış biri olarak, heykeltıraşın İnsanlık Anıtı'nı farklı okumalara açık biçimde tasarladığını fark etmiş Kaya. Bu okumalardan biri savaşın yıkıcılığı ve ölümcül yanıyla ilgili; Kars'ta bulunmasına karşın ve Ermenistan topraklarından da görünen devasa heykel, uzaktan bakıldığında Osmanlı mezar taşlarını anımsatır biçimde tasarlanmış.


Kaya'ya yıkılma kararından önce Karslıların heykele nasıl yaklaştığını sorduğumuzda, herkesin bu işin politik yanının farkında olduğunu söylüyor; 'Heykelin civarında gecekondu mahallesi var, çocuklar heykelin çevresini oyun alanı olarak görüyorlar. Yıkımdan bir-iki gün önce gittiğimde bir muhabirle o mahalleyi ve Kars'ı gezip insanların fikrini dinledik. 'Yıkılsın' diyenlerin gerekçesini merak ediyordum ama öyle konuşan birine rastlamadık açıkçası. Herkes heykeli AKP'nin kendisinin yaptırdığını ve yine kendi kararıyla yıktırdığını düşünüyor.'


Kaya'nın bundan sonrası için yapmak istediği tek şey, eğer belediyeden izin alabilirse, heykel tamamen yıkılıp parçaları depoya kaldırıldığında son bir kare çekmek.

Akşam Pazar, Haber: Eyüp Tatlıpınar, 15.05.2011

EN PAHALI ATATÜRK TABLOSU SATIŞTA

 

 

Ekonomik istikrarla birlikte sanat yatırımı olgusu hayatımıza girdi. Neredeyse her hafta bir müzayede düzenleniyor ve plastik sanat eserlerinde rekor fiyatlar konuşuyor. Özellikle modern ve çağdaş ressamlara ödenen rakamlar beş yıl öncesiyle kıyaslandığında uçurumu gözler önüne seriyor. Koleksiyoner sayısı arttıkça rekabet kızışıyor. Rekabet de rakamlara bol sıfır olarak yansıyor. Bu hafta Eko-Sanat'ta Türkiye'deki birçok koleksiyonerin koleksiyonuna katmak istediği bir resimden bahsedeceğim: 'nın 1980 yılında yapımına başladığı soyut ; "Aydınlığa Doğru"dan... Ressamın Atilla Taşpınar'a sattığı resim 28 Mayıs tarafından açık artırmaya çıkacak.

Muhammen bedeli 875 bin lira. Ama şimdiden birçok koleksiyoner resmi rezerve ettirdi bile. Telefonda görüştüğüm Taşpınar, " döneminde Cumhurbaşkanlığı'ndan birkaç kez arayıp tabloyu satın almak istediler. Ama Başağa'nın sağlığında satmak istemedim" diye anlatıyor. Bali Müzayede sahiplerinden Serkan Bali de "Cumhurbaşkanlığı'nın resim aldığını biliyoruz. Ve bu resmin onlar tarafından satın alınmasını isteriz" diyor.

Aslında bunun tek nedeni resimde Atatürk'ün olması değil. Başağa bu yapıta Cumhuriyet Senatosu için başlamış. Ancak resim tamamlanmadan 1980 yılında anılan kurumun varlığı son bulmuş. Başağa'nın eseri yarım bırakmasının altındaki neden biraz da geçim sıkıntısı. Ama o dönem Taşpınar sanatçının tüm gereksinimlerini karşılamayı kabul etmiş ve resim bedeli olarak da günümüzün parasıyla yaklaşık 15 bin lira ödemiş. Bugün 1.5 milyona alıcı bulması beklenen resmi sadece 15 bin liraya almış. Rakamlar ortada "Aydınlığa Doğru" 15 yılda 100 kat prim yapmış.

Müzayedede başka neler var?
Bali Müzayede'de yer alacak olan eserler içinde Mübin Orhon'un 1963 tarihli iki sıra dışı çalışması da öne çıkıyor. Mübin Orhon son zamanlarda Paris ekolünde en fazla ilgi gören ressamlar arasında. Bu iki resmin muhammen bedelleri 450 bin lira. Ama Serkan Bali, koleksiyonerlerin bu resimlere de büyük ilgi gösterdiklerini söylüyor. Hatta iddialı konuşuyor ve "Rekor bile kırılabilir" diyor. Ayrıca 28 Mayıs'ta Selim , Doğançay, Özdemir Altan, Adnan Çoker, Ömer Uuç, Ergin İnan, Neşe Erdok, Zekai Ormancı, Güngör Taner gibi sanatçılara ait eserler de satışa çıkacak.

Sigorta tutarı yüzünden satıyor
15 yıldır tabloyu evinin duvarında asan Atilla Taşpınar'a resmi neden sattığını soruyorum. İki metreye üç metre büyüklüğündeki resmin evde zarar görmesinden korktuğunu ve sigorta tutarını da karşılayamadığı için satma kararı aldığını söylüyor. Bugüne kadar Türkiye'deki tüm büyük koleksiyonerlerin de kendisine teklifte bulunduğunu anlatıyor: "Bu resim hocanın başyapıtı. Gören tüm koleksiyonerler satın almak istedi. İleride resmi dairelerde ve okullarda posterlerinin yapılacağını düşünüyorum. Bugün 1.5 milyondan satılsa bile üç yıl sonra bu rakam üç katına çıkar. Ben istemeye istemeye satıyorum."

Sabah, Haber: Burcu Aldinç, 15.05.2011

SEMAZENLER GALATA'YA DÖNÜYOR

 

 

Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'u fethettikten sonra Mevleviliğin burada hayatını sürdürmesi için bir bütçe ayırmıştır. Kalenderhane Camii'ne dönüştürülen Vefa'daki Akataleptos Manastırı'nda Mevlevi ayinleri düzenlenir o sıralarda. Fakat tarihçilere göre Mevleviliğin İstanbul'a yerleşmesinin miladı daha sonraki bir tarihtir. Buradaki tarih 1491'de, zamane padişahı II. Bayezid'in önemli vezirlerinden İskender Paşa'ya ait av köşkünün Mevlevihane'ye dönüştürülmesiyle başlar. O gün Kulekapı Mevlevihanesi adıyla kurulan, Divan edebiyatının son büyük şairi Şeyh Galip'in döneminde altın çağını süren mekan, bugün Galata Mevlevihanesi olarak yaşamını sürdürüyor.
 

Aslında 520 yıllık bu özel tarihin, sahip olduğu atmosferi bugüne taşımasının pek kolay olduğu söylenemez. Yangınlarda harabeye dönüşerek, tekrar tekrar yapılarak, kapatıldığı zamanlarda okul ve depo olarak kullanılarak bugünlere ulaşmış. Mevlevihane'nin bu zengin kültürel değeri taşımasının yanında başka bir önemi daha var. İnsanların yolunun pek düşmediği Gezi Parkı'yla birlikte, bina yoğunluğundan geçilmeyen Beyoğlu'nda, insanların nefes alabilecekleri tek yeşil alana sahip olması... Her gün Karaköy ile Tünel arasındaki Galip Dede Caddesi'ni turlayan binlerce kişinin, kapısının önünden fark etmeden geçtiği Mevlevihane'nin yaklaşık 7 bin metrekareye yayılmış yeşil alanı bulunuyor.


Fakat uzunca bir süredir bahçesinde oturmak isteyenlerin de, içeriyi gezmek isteyenlerin de rahatça girebildiği bir yer değildi. 2004'te Hüsnü Özyeğin Vakfı'nın kısıtlı bir bütçeyle başladığı restorasyon çalışmalarıyla birlikte ancak belli tarihlerde ziyarete açılıyordu. Dört yıldan bu yana ise kapıları tamamen kapalıydı. Özyeğin Vakfı'nın sınırlı restorasyon çalışmalarını geçen yıl, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı devraldı. Ana binada, türbelerde, mezarlıkta ve bahçe düzenlemesinde yapılan restorasyon ve yenileme çalışmalarının ardından Mevlevihane bu ayın sonlarına doğru herkesin ziyaretine açılacak.


Mevlevihane'nin müdürü Yavuz Özdemir, bahçeyi konser alanı ve kafe olarak kullanmayı düşündüklerini, bu sayede Beyoğlu'nun herkesin çekici bulacağı bir yeşil alana kavuşacağını söylüyor. Ana binada sema dönülmesi için kullanılan alanda da yine Türk musikisi konserlerinin ve sema törenlerinin organize edilmesi planlanıyor.


Mevlevihane'nin daha önceki halini görmüş olanlar hatırlar. Ana binada sema dönülen alanın çevresinde, tarihi eserlerin sergilendiği vitrinler bulunuyordu. Yenileme çalışmalarıyla vitrinler kaldırılarak burası tamamen izleyicilere ayrıldı. Sergileme alanı alt kattaki, epey bir süredir depo ve kömürlük olarak kullanılan, vaktiyle dervişlerin kaldığı odalara kaydırıldı. Burada Mevlevilik kültürünü tanıtan objeler ve bilgi panolarıyla birlikte dinlenme grupları bulunuyor. Bir oda ise hologramla canlandırılmış, sema dönen üç boyutlu bir derviş görüntüsüne ayrılmış. Üçüncü kattaki mahfiller geçici sergilere ev sahipliği yapacak biçimde yeniden düzenlenmiş. 1,8 milyon liralık bu yenileme çalışmalarının ardından Galata Mevlevihanesi Beyoğlu'nun en çekici noktalarından birine dönüşecek gibi görünüyor.

 

Zamana direnerek günümüze ulaştı
Bahçesindeki mezarlıkta matbaayı Osmanlı'ya getiren İbrahim Müteferrika'nın ve yine bu topraklarda ilk topçu okulunu kuran Humbaracı Ahmed Paşa'nın mezarlarının yer aldığı Mevlevihane'nin tarihindeki en ünlü isim Şeyh Galip. Divan şiirinin bu önemli ismi 1791'de şeyhliğe başladığında Mevlevihane de en parlak dönemini yaşamış. Müziğin, şiirin ve el sanatlarının öğretildiği bir sanat akademisi işlevini görmüş o zamanlarda.


Mevlevihane'nin, 1491'de kurulduğunda nasıl bir görünümde olduğu bilinmiyor. O ilk zamanlardan günümüze kalan en önemli bilgi Evliya Çelebi'ye ait. O da kısa bir gözlem; tekkede yüz civarında 'derviş hücresi' bulunuyormuş. Bu bilgi, o ilk halinin epey geniş bir alana yayıldığını düşündürüyor. 1765'teki büyük Tophane yangınında tamamen yanan ahşap bina, günümüze kadar korunan biçimiyle 1766'da tekrar inşa edilmiş. Şeyh Galip, 1791'de elden geçirip yenilerken, 1824'te tekrar yanmış ve 1835'te tekrar onarılmış. 1925'te tekkelerin kapatılmasıyla bir süre ilkokul, ardından lojman olarak kullanılmış. 1975'te Divan Edebiyatı Müzesi'ne dönüştürülen yapı 2005'ten itibaren Galata Mevlevihanesi Müzesi adıyla anılıyor.

AkşamPazar, Haber: Eyüp Tatlıpınar, 15.05.2011

PARK OTEL KABUSU NİHAYET BİTİYOR

 

 

Gümüşsuyu'nda zarif mimarisi ve muhteşem deniz manzarası ile bir dönemin simgelerinden tarihi Park Hotel'in yerine yapılan ancak yıllardır inşaat halinde boş duran binanın yıkımına, Gümüşsuyu Caddesi üzerindeki lobi bölümünden başlandı. İstanbul'un nezih otellerinden olan tarihi Park Hotel, bir çok ünlüyü ağırlamanın yanı sıra radyo günlerinin yıldızlarından Orhan Boran'ın ünlü "Evet? Hayır?" yarışmalarının yapıldığı salonlarıyla, pastanesiyle hafızalarda iz bırakmış, 70'li yıllara kadar hizmet vermişti. Daha sonra yıkılıp yerine yapılan 23 katlı inşaat tepkilere neden olunca katların bir kısmı 1994'te yıkılmış, inşaat da durdurulmuştu. Turizm ve kongre kenti olma iddiasındaki İstanbul'un en merkezi yeri olan Taksim Gümüşsuyu'nda bulunan hayalet bina, yıllar içinde yağmur ve nem yüzünden tahribata uğrarken görüntüsüyle de tepki çekiyordu.

Geçen yıl krom milyarderi Mahmut Çevik'e satılan binanın 100 milyon doların üstünde bir fiyatla el değiştirdiği konuşuldu. Geçtiğimiz günlerde CVK şirketi tarafından yıkımına başlanan binanın son sahibi olan Mahmut Çevik'in üç katı daha eksiltikten sonra yeni bir form vererek binayı yıl sonuna yetiştirmeyi planladığı öğrenildi. 150 milyon dolarlık bir harcamayla inşaatın tarihi dokuya uyumlu şekilde bitirilmesi ve otel olarak hizmete açılması planlanıyor.
 

Bir hayalet binanın yıllara yayılan anatomisi
Kentin en tartışmalı binaları arasında yer alan Park Otel'in yapımına Bedrettin Dalan'ın belediye başkanlığı döneminde başlandı. Mimarlar Odası'nın ve sonraki başkan Nurettin Sözen'in muhalefeti nedeniyle 23 kat olarak planlanan, 18 katı çıkılan inşaat 1994'te durduruldu. 8 kata düşürülen ve bir çok davaya konu olan bina, Yalçın Sürmeli'nin vefatından sonra defalarca el değiştirdi. 2005'te Mehmet Kutman ve İsrailli Sami Ofer'in ortak şirketi Boğaziçi Yatırım'a satılan bina, geçen yıl Mahmut Çevik'in oldu.

Sabah, Haber: Mustafa Kaya, 15.05.2011

 

******


ANITLAR KURULU PARK OTEL'E VİZE VERDİ

 

 

İstanbul Taksim'de bulunan ve 22 yıldır tartışma konusu olan Park Otel inşaatı için Anıtlar Kurulu'ndan önemli bir karar çıktı. Kurul, yapının mevcut şekliyle otel olarak düzenlenmesi için hazırlanan planı onayladı. Eski Park Oteli ilk alan Sürmeli Grubu, yapmak istediği otelin imar planına aykırı olduğu ve İstanbul'un silüetini bozacağı için, o haliyle yapımına izin verilememesi üzerine inşaatı 1994'te durdurdu. İnşaatın bir bölümü de yıkıldı. Uzun yıllar yarım inşaat halinde yapıyı 2005 yılında Mehmet Kutman'ın o dönem yüzde 20 ortak olduğu Ofer Ailesi'ne ait Boğaziçi Holding satın aldı. Ofer'in yarım kalan inşaatı satın alırken kendisine burayı istediği gibi yapabileceği güvencesi verildiği, kendisinin de bu güvence üzerine satın almayı gerçekleştirdiği söyleniyordu. Park Otel son olarak geçtiğimiz temmuz ayında CVK Grubu tarafından satın alındı. Şirket, Bölge Turizm alanı olduğu için yetkili Kültür ve Turizm Bakanlığı'na mevcut inaşaata kat çıkmadan otel olarak düzenlemek üzere proje sundu. Bakanlığa bağlı Yatırım ve İşletmeler Genel Müdürlüğü'nce hazırlanan koruma planında 735 ada 25 parsel, İstanbul Park Otel Turizm Merkezi olarak gösterildi.

İstanbul 2 numaralı Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu'na sunulan plan, geçtiğimiz günlerde gündeme alındı. Kurul, 735 ada 25 parsele ilişkin koruma amaçlı planı uygun bularak Park Otel'in faaliyete geçmesi için vizeyi verdi. Bu karar ardından 22 yıldır tartışma konusu olan Park Otel'deki inşaat çalışmaları yeniden başladı. CVK Grubu, Park Otel'de başlayacağı inşaatı 2012'de tamamlamayı planladığını açıkladı. Otelin işletmesinin uluslararası bir zincire verilmesinin planlandığı öğrenildi. CVK Grubu'nun patronu Mahmut Çevik, Sabah'a yaptığı açıklamada "Oteli Ofer Ailesi'nden 100 milyon doların biraz üzerinde ve tamamını özsermaye ile satın aldık. Kentin siluetini bozmadan ve ilave kat çıkmadan güzel bir yapı olarak inşa edeceğiz. İstanbul'a yedi yıldızlı şık bir otel kazandıracağız"dedi. Kuşadasın'nda da lüks bir otel sahibi olan Çelik, otelin isminin ne olacağı ile ilgili sorumuza ise, "Önünde ya da arkasında mutlaka Park olacak" dedi. 1989'da Sürmeli Grubu tarafından inşa edilen Park Otel'in inşaatının imara aykırı ve İstanbul'un silüetini bozması nedeniyle mahkeme kararıyla 20 katı yıkılıp 1994'te de inşaatı durdurulmuştu.

Sabah, Haber: Nazif Karaman, 18.05.2011

BOĞAZ'IN İNCİSİ KANCABAŞLAR SULARA DÖNECEK

 

 

Tarihimizin binlerce yıl ötesine dayanmasıyla övünürüz ancak geçmişten kalan izleri korumayı pek sevmeyiz. Devlet tarafından koruma altına alınmış tarihi kentler, müzeler bile zaman zaman tahrip ediliyor... İstanbul'da yüz yaşını geçmiş bina sayısı kilise ve camilerin dışında bir elin parmaklarını geçmiyor ne yazık ki...


Aynı yaklaşım denizcilik için de geçerli. Denizci bir imparatorluğun izlerini taşıyoruz, kendine özel onlarca çeşit kayık, yelkenli, savaş gemisi olduğunu biliyoruz. İşte bu onlarca modelden biri bile bugüne ulaşmış değil. Oysa İtalya, Portekiz ve birçok Latin Amerika ülkesi yüzlerce yıl yaşındaki yelkenlileri, kendilerine özel tekneleri yaşatıp hem eğitim hem de turizm için kullanıyorlar. İstanbul Boğazı'na demir atan bu tarihi gemileri büyük bir hayranlıkla ziyaret ediyoruz.
Uzun yıllar İstanbul Boğazı'nda ulaşım, gezinti ve hafif yük taşımacılığında kullanılan kayık ve tekneler, teknolojinin ilerlemesi, motorun daha çok kullanılmaya başlamasıyla birer birer yok olmaya başladı. Usta-çırak düzeninin de yok olmasıyla birlikte elde yapılan bu kayıkları yapacak zanaatkarlar da kalmadı zaten!


Neyse ki sevindirici gelişmeler de yaşanıyor son günlerde. Bir grup deniz sevdalısı yıllardır üretilmeyen, sadece birkaç kişinin özel koleksiyonunda yer alan İstanbul'un simgelerinden biri olan kancabaşları üretmek üzere bir araya geldi. İstanbul Yelken Vakfı'nın öncülüğünde buluşan farklı alanlardaki uzman isimler ilk çizimleri tamamladı bile, yakında üretime başlanacak. Boğaz'da en son kancabaş, 1950'li yıllarda Arnavutköy sahilinde çürümeye terk edilmiş halde görüldü.
 
DENİZCİLİK MİRASI ORTAYA ÇIKIYOR
Türk Yelken Vakfı, denizcilik mirasını ortaya çıkarmak adına yürüttüğü çalışmalara kancabaşı da ekledi. 2010 yılında kancabaşların yeniden üretilmesi fikriyle bir araya gelen ekip epeyce yol aldı. Ünlü yat tasarımcısı Osman Tanju Kalaycıoğlu, İstanbul Deniz Müzesi Komutanı Dz. Kur. Kd. Albay Ali Rıza İşipek ve Mustafa Ünel'in de yer aldığı çalışma grubu ilk aşamayı sonlandırdı. Kancabaşın çizimini üstlenen Osman Tanju Kalaycıoğlu, kısa bir süre önce projenin ilk aşamasını tamamladı.


Aslında kancabaşları aslına uygun olarak üretip yeniden İstanbul kent kültürünün önemli bir parçası haline getirme fikri 2010 Aralık ayında ortaya çıktı. Grubun hedefi, halka ve öğrencilere kancabaşlarda ücretsiz denizcilik eğitimleri vermek ve yaklaşımı yaygınlaştırmak. Tuzla'da üretimine başlanan ilk kancabaşların bu yıl içinde denize indirilmesi hedefleniyor.

 

İstanbul'un simgelerinden olan kancabaşları canlandırmak için 2006 yılında İzmir'de de bir çalışma yapılmıştı. İzmir merkezli 360 Derece Araştırma Grubu, İzmir Kayığı'nın ardından kancabaşları tasarlayıp üretmek üzere harekete geçti. Kancabaşları denizlere yeniden kazandırmak, İstanbul kent kimliğinin bir parçası haline getirmek, sivil denizcilik okullarının, İstanbul halkının katılım ve desteğini sağlamak amacıyla harekete geçen grup İstanbul'a bir jest yapmayı da istiyordu. İzmir ve İstanbul arasındaki tarihi bağları yeniden gündeme getirmeyi de hedefleyen 360 Derece Araştırma Grubu'nun bir diğer amacı da bu kayıkları İzmir ve İstanbul Deniz Müzesi'nde sergilemekti. Hatta her yıl yurtdışında, özellikle İngiltere Portsmouth'ta ve Amsterdam'da yapılan deniz festivallerine katılmak da hedefleniyordu.


Ancak planlandığı gibi gitmedi işler, İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin de destek verdiği çalışmada üretilmesi düşünülen İzmir Kayıkları'nın bir kısmı denize indirildi, bir kısmı da karada çürüyor. Aynı kader kancabaş için de söz konusu. Urla'da tasarlanan ve yapımına başlanan kancabaş baş bodoslaması yarılmış bir şekilde karada bekliyor.

 

Osmanlı ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında İstanbul Boğazı'nda kancabaşların yanı sıra farklı özelliklere sahip, farklı amaçlar için kullanılan çok sayıda kayık türü vardı. Bu kayıklardan en ihtişamlı ve görkemlisi kuşkusuz 'saltanat kayıklarıydı'. Osmanlı'nın haşmetini yansıtan bu kayıklar, kullanılan süslemeler ve kabartmalı baş figürleriyle farklılaşıyordu. Örneğin daha ince ve uzun olan kemanebaşı Abdülmecid, helezonik kıvrımlı kancabaşı Abdülaziz, hilal figürü kayığı da Mehmet Reşat kullanıyordu.


Pazar kayıkları, alamanalar, ulaşım kayıkları çeşitli ölçü ve şekillerde uzun yıllar Haliç ve Boğaziçi'nde yol aldı. 1677 yılında Marmara, Haliç ve Boğaziçi'nde 17 kayıkçı iskelesi olduğunu ve bu iskelelere bağlı kayık sayısının 1.458 olduğunu düşünürsek bu sektörün ne kadar gelişmiş olduğunu görebiliriz.

 

Boyları 7,5 metreyle 13 metre arasında değişen kancabaşlar genel olarak İstanbul Boğazı'nda, Marmara'nın yakın kıyılarında ulaşım amaçlı kullanılıyordu. Kayıklar adını burnundaki kanca formundan aldı. Hafif yük taşımacılığında da kullanılan bu kayıkların daha büyük boyları, Tersane-i Amire kaynaklarına göre Osmanlı Donanması'nda da asker sevkıyatı ve hafif yük taşımacılığında kullanılmıştır.


Döneme göre zaman zaman Latin ya da pıraçıra yelkenleri olan bu kayıklar daha çok İstanbul Boğazı'nın akıntılı sularında ve Üsküdar-Sarayburnu arasında seyir yaptıklarından küreği tercih ediyorlardı.

Akşam Pazar, Haber: Esin Gedik, 15.05.2011

BU TABLODA KATİL KİM?

 

 

Bu tabloda bir cinayet anını görüyorsunuz. Hazreti İsa’nın havarisi Aziz Matta böyle öldürüldü. Tabloya iyi bakın ve tahmin edin. Katil kim?
 

Kitaplara göre Aziz Matta şöyle şehit edildi:
İsa’nın 12 havarisinden biriydi ve Yeni Ahid’in, yani İncil’in, ilk kitabını o yazmıştı.
Hıristiyanlığı yaymak üzere Filistin’den Habeşistan’a gitmiş
ve Allah’ın dinini orada insanlara kabul ettirmişti.
Ne olduysa, işte orada, kendi kurduğu kilisede oldu.


* * *


Kral Hirtakus, öz yeğeni Bakire İfijenya ile evlenmek istiyordu.
Aziz Matta’dan bu evliliği kutsamasını istedi.
Aziz Matta onu bir pazar günü kiliseye davet etti. Kral, evlilik arzusunun kutsanacağı umuduyla kiliseye gitti.
Ancak Aziz Matta orada, bu evliliğin Tanrı tarafından kabul edilmeyeceğini kendisine söyledi.
Kral çılgına döndü ve sarayına gider gitmez, bir kiralık katile gidip, Aziz Matta’yı öldürmesini emretti.
Katil, kiliseye gitti ve sessizce kalabalığın arasına girip, onu sırtından bıçaklayarak öldürdü.
Ne tarih kitapları ne de kutsal metinler Aziz Matta’yı öldüren katil hakkında fazla bilgi vermiyor.
Ya da ben bulamadım.
Her halukarda, tarihe kalan insan katil değil, Aziz Matta oldu.
Bach müzik tarihinin en olağanüstü passion’unu onun
için yazdı.


* * *


Bu olaydan tam 16 yüzyıl sonra, bir İtalyan ressam, Roma’da bir kilisenin duvarı için tablo çiziyordu.
Tablonun adı, ‘Aziz Matta’nın Şehit Edilişi’ idi.
Tabloda, Aziz Matta, yere düşmüş, kollarını iki yana açmış, alın yazısını karşılar gibi halde duruyor...
Bir melek elinde tuttuğu dalı
ona doğru uzatmış, gökyüzüne çekmeye çalışıyor.
Bu arada tablonun tam ortasında, eli hala kanlı katili, apaçık görüyoruz.
Sağ elinde, biraz önce Matta’nın bedenine soktuğu bıçağı tutuyor.
Sol eliyle ise, kendine mani olmaya çalışan Matta’nın sağ bileğini yakalamış, onu etkisiz hale getirmeye çalışıyor.
Etrafta ise, telaş içinde insanları görüyoruz.
Tanık oldukları olayın
dehşeti, hayreti ve korkusu
hepsinin yüzüne sinmiş.
Hıristiyan dünyanın en büyük iki havarisinden birinin öldürülüş sahnesi olağanüstü bir estetikle ve ışıkla yansıtılıyor.
Bu tabloyu çizen ressam Caravaggio idi.
O dönemde yaptığı Aziz Matta tabloları, muhafazakar çevrelerde skandal olarak nitelenmiş ve kendisi lanetlenmişti.
Caravaggio bugün Rönesans’ın, Michaelangelo’dan da daha önemli temsilcisi olarak kabul ediliyor.
Evet; tarihi, o günün ‘muktedirleri’ değil, zaman yazıyor.
O tablonun yapılışından 410 yıl sonra; 2010 yılında, Fransa’da bir kitap yayımlandı.
Kitabın adı ‘Phares’ dı ve yazarı Jacques Attali idi.
Kitabın bir bölümü Caravaggio’ya ayrılmıştı.
İşte bu kitapta, Caravaggio’nun o tablosuyla ilgili çok ilginç bir iddia yer alıyordu.
Attali’ye göre, Aziz Matta’yı öldüren, tabloda gördüğümüz, elinde bıçak tutan o kişi değildi.
Tam aksine o kişi, Aziz Matta’yı kurtarmaya çalışıyordu. Bıçağı katilin elinden almış ve daha sonraki darbeleri engellemişti.
Asıl katil, arka planda belirsiz biçimde gördüğümüz, kaçan kişilerden biriydi.
Ve Jacques Attali’ye göre bu, Matta’nın öldürülüşünden çok, ‘adli hatayı’ anlatan bir tabloydu.
Şunu demek istiyordu:
Katil; ille de zannettiğimiz kişi olmayabilir.
‘Zannetiklerimiz’, ‘inandıklarımız’, ‘savunduklarımız’, ‘uğruna başkalarını insafsızca suçladıklarımız’, kahve masalarında ‘faşist’ veya ‘darbeci’ diye etiketlediklerimiz, illa da o
insanlar olmayabilir.


* * *


Günlerdir o tabloya bakıyorum ve şunu görüyorum.
Bugün cezaevlerinde neyle suçlandıklarını bilmeden yatan bazı insanlar hakkında gerçek kanaati bugün değil, yarın verecek.
Onları imzasız maillerle ihbar edenleri, altı üstü olmayan belgelerle tutuklayanları sadece anonim insanlar olarak hatırlayacağız.
Tıpkı, Aziz Matta’yı şehit eden kiralık katil gibi, onlar da tarihin isimsiz aktörleri hanesine yazılacak.
Normaldir de...
Çünkü tarih, onların adlarını ağzına bile almayacak kadar asildir.

(*) Jacques Attali: ‘Phares: 24 destins’, Fayard, 2010, s.212

 

******


CARAVAGGIO İLE HERGÜN 15 DAKİKA

 

 

Salonumda, büyük bir masanın üzerinde, Taschen yayınlarından çıkmış iki çok büyük albüm duruyor.
Biri Michelangelo öteki Caravaggio’nun eserlerinin röprodüksiyonları...
Her sabah en az 15 dakikamı, o albümlere bakarak geçiriyorum.
Boş zamanım oldukça uçağa atlayıp, Roma’ya, Floransa’ya gidip, onların eserlerinin karşısında bir gün geçirip dönüyorum.
Çok şanslıyım, çünkü hayat bana bu lüksü verdi.
Son günlerde daha çok Caravaggio ile ilgileniyorum.
Onun insan bedenine, olaylara, insanlara bakışındaki farklılık, cüret, meydan okuması; içinde bulunduğum ruh haline çok iyi geliyor.
Kavgacı bir insandı ve hayatı, polisle, yargıyla uğraşarak geçmişti.
Şunu da düşünüyorum; ‘Aziz Matta’nın Şehit Edilişi’ tablosunda tam merkeze koyduğu o eli bıçaklı insan belki de kendisiydi.
Ne de olsa, insan en iyi kendini bilir...

Hürriyet, Yazı Ertuğrul Özkök, 15.05.2011

ANKARA'YI O KURMUŞTU

 

 

Dikkatinizi çekti mi, bilmiyorum. Geçenlerde gazetelerde bir haber yer aldı. TBMM bahçesine mimar Holzmeister'in heykelinin dikilmesine karar verildiği ve yer olarak da bahçedeki havuzun yanının uygun görüldüğü yazıldı. Kuşkusuz Meclis'in gösterdiği gecikmiş bir saygı duruşunun yanı sıra kendi binasını da tasarlayan mimarına bir vefa gösterisiydi. Ama iyi de Holzmeister kimdi? Ve bizim tarihimiz için neden bu kadar önemliydi?

 

Gelin o halde dünyaca ünlü mimar Holzmeister'in hayatına bir uzanalım. Asıl adı Clemens Holzmeister'di. 1886 yılında Avusturya'nın Fulmpes Köyü'nde dünyaya geldi. Babası Johann Holzmeister kahve ticaretiyle uğraşıyordu. Ailenin bir önceki kuşağı Avusturya'daki kötü ekonomik koşullardan dolayı Brezilya'ya yerleşmişti. Kahve işi Brezilya'dan onlara kalan bir işkoluydu.
Holzmeister bu Brezilya bağını askere gitmemek için kullandı. Brezilya vatandaşı olarak kaydedildiği nüfusu sayesinde askere gitmedi. 


Viyana Teknik Lisesi'nin ardından Viyana Teknik Üniversitesi Mimari Bölümü'ne kaydoldu. Ortaçağ mimarisi bölümünde asistan olarak çalıştı. Bu arada ilk evliliğini de aynı yıllarda yaptı. Judith Bradolli ile evlendi.


Anlatmadan geçmeyelim. Holzmeister ilk defa Viyana Teknik Üniversitesi'nde Katolik Öğrenci Kulübü'ne üye oldu. Norica adlı bu kulübün üyeliği ileride çok işine yaradı. Çok sayıda Katolik kilisesinin projesini almasını sağladı. Tüm yaşamı yarışmalar ve kazanılan derecelerle geçen Holzmeister'in ilk kazandığı yarışma Berlin Belediyesi'nin açtığı bir proje yarışmasıydı. Bu bir krematoryum projesiydi. 1924 yılında biten bu proje Almanya'da büyük yankı uyandırdı ve Holzmeister'i ülke çapında tanınan bir mimar haline getirdi.

 

Peki Hozlmeister Türkiye ile nasıl tanıştı?
Clemens Holzmeister'in giderek artan popülaritesi Atatürk'ün de kulağına gitmişti. Atatürk yeni başkentin mimarisinde yepyeni bir tarzın denenmesini istiyordu. Milli Savunma Bakanlığı binasının inşaatı için Holzmeister Türkiye'ye davet edildi. Birkaç haftalık görüşmenin ardından 1927 yılında proje çalışmalarına başladı. Üç yılda tamamladığı Türkiye'deki ilk eseri olan (1930) Milli Savunma Bakanlığı inşaatını yine aynı yıl Genelkurmay Binası izledi. 1932'de Çankaya Pembe Köşk en çok uğraştığı projelerden biri oldu. Holzmeister 1934'te ise tam bir fabrika gibi çalıştı. Milli Eğitim Bakanlığı, Merkez Bankası, İçişleri Bakanlığı, Bayındırlık Bakanlığı, Yargıtay ve Emlak Kredi Bankası imzasını attığı işler oldu. 1935'te ise Ankara Harp Okulu projesini gerçekleştirdi.

 

 

TÜRK MİMARLARIN TEPKİSİ
Holzmeister'in yardımcısı inşaat mühendisi Waldapfel ile beraber giriştiği başkenti kurma projesi yerli mimarların da tepkisini çekti. Holzmeister'e tanınan bu ayrıcalığa karşı seslerini yükseltmeye başladılar.


Özellikle yeni yapılması düşünülen Meclis binasının tasarımının da Holzmeister'e verilecek olması Türk mimarların sabrını taşırmıştı.


2. bina olarak bilinen Ulus'taki Meclis binasının mimarı Vedat Tek'in yeni projeye davet edilmemesinin sebebi acaba Atatürk'le arasının açık olması mıydı?


Sanmıyorum.

 

ATATÜRK'TEN ÇOK ETKİLENDİ
Atatürk başkente yepyeni ve modern bir mimari dizayn vermek istiyordu. Sadece Holzmeister değil, Ernst Egli'den Martin Elsaesser'e, Bruno Taut'tan Paul Bonatz'a kadar çoğunluğu Alman ve Avusturyalı mimarlar bu yeni Türk mimarisinin müellifleri oldular. Ankara'da bambaşka bir devlet mimarisi yükseliyordu.


Holzmeister sık sık görüşmeye başladığı Atatürk'ten de çok etkilenmişti: 'Benim için en anlamlı en gurur verici görevim, Çankaya Cumhurbaşkanlığı Köşkü'nün yapımı oldu. Adenauer, Kral Faysal ya da Papa, bütün devlet adamlarıyla karşılaştım. Her biri mükemmel birer insandı, ama Atatürk öyle etkileyiciydi ki... Sadece fiziği ve duruşu ile etkileyiciydi... Çok az konuşurdu, çok az jest yapardı... Atatürk'ü resmi toplantılarda hatırlıyorum, misafirlerini kabulündeki asaleti, vakarı, deyim yerinde ise o bir prens gibi idi. Üzerinde hiçbir madalya liyakat nişanı olmadan gri elbisesi içinde sade bir insan olarak... İşte buydu hepimizi etkileyen, Avusturya'dan geldiğimizde bir tantana ile karşılaşacağımızı zannetmiştik. Hayır karşımızda büyük bir kişilik vardı.' (Nazmi Kal'la söyleşi. Salzburg 1980)


Holzmeister Türkiye ile Avusturya arasında mekik dokumaya 1938 yılında son vermek zorunda kaldı. Çünkü Hitler rejimine karşı görüşleri biliniyordu. Ülkeyi terk etmesi istendiğinde ona kucağını açmış bekleyen bir ülke vardı. Türkiye!


1938'de İstanbul'a yerleşti. Tarabya'da bir otelin bir katını kapattı. Yeni Meclis binasının projesini burada tasarladı. Atatürk yarışmaya katılan üç eser arasından onun projesini seçti. Yeni Meclis binası da artık Holzmeister imzasını taşıyacaktı. (Atatürk'ün ölümünden sonra açılan Anıtkabir proje yarışmasında da Holzmesiter yer alacaktı. Ama tepkiler üzerine yarışmaya Türk mimarlar da davet edildi. Ve biraz da bu baskının sonucu olsa gerek Emin Onat ve Orhan Arda'nın projesi birincilik kazandı. Anıtkabir mimarisindeki ilginçlikleri de bir başka yazıya bırakalım. Özellikle aslanlı yolun ne demek olduğunu...)


Holzmeister 1947 yılına kadar İstanbul'da sonrasında ise Ankara'da bulundu. 1954 yılında ise Viyana'ya geri döndü. İrili ufaklı yüzlerce projeye imza atan Holzmeister 13 büyük devlet kurumunun da yapımını üstlendi.


Clemens Holzmeister, dünyada çok az sayıda mimara verilecek bir ayrıcalığı üstlendi. Neredeyse bir başkentin bütün yönetim binaları onun eseri oldu. Bugün Ankara'da Kızılay'dan Çankaya'ya kadar gördüğünüz eski ve esaslı hangi devlet binası varsa onun eseridir. Güven Park'tan Yargıtay'a, Milli Savunma Bakanlığı'ndan Çankaya Köşkü'ne kadar Holzmeister imzasını görürsünüz.
 

ÇAĞ DÖNÜMÜNDE BİR MİMAR
ODTÜ Mimarlık Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Aydan Balamir  'Çağın dönümünde bir mimar / Clemens Holzmeister' isimli kitabında Holzmeister'in portfolyosunu, iş hacmi ve çeşitliliğiyle etkileyici, modernizmle gerilimli ilişkisi bakımından tartışmalı olarak değerlendiriyor. Modern mimariye fazla yakın olmadığının altını çiziyor. Ayrıca Holzmesiter ile Hitler'in baş mimarı Albert Speer'in benzer mimari çizgileri olduğu nu vurgunıyor.

 

Evet Holzmeister'in hikayesi böyle...Amma bir de zehirli sorularımız var tabiİ... Biliyorum, 'Yoksa Holzmeister Yahudi miydi?' sorusunun yanıtını bekliyorsunuz. Doğrusunu söylemek gerekirse ben de bu ünlü mimarın Yahudi olduğunu düşünüyordum. Çünkü birkaç yerde Yahudi mimar diye söz ediliyordu. Ayrıca Hitler rejiminden kaçması da bir başka dayanaktı. Ama açık söylemek gerekirse bütün kaynakları didikledim ancak Yahudi olduğuna ilişkin gerçekçi bir işarete rastlayamadım. Ayrıca 1983 yılında hayatını kaybeden Holzmeister, Salzburg'da bir Katolik mezarlığında yatıyor. Gazeteci Mustafa Yılmaz'ın iddiası ise bambaşka bir yere dikkat çekiyor. (Dul Kadının Oğulları) Meclis'e gizli masonik semboller yerleştirilmiş olabilir mi sorusunu soruyor? Dan Brown'un 'Da Vinci Şifresi'ndeki 'kutsal kase', 'kadeh' ve 'beş kenarlı üçgen' figürler, (fotoğrafları incelediğinizde) binanın tam ortasında yer alıyor. Holzmeister bunları gerçekten bir sembolü gizleyerek mi yaptı, yoksa tesadüfen mi oraya kondu, çözmek zor. Ama şunu net olarak belirtelim. Hozlmesiter bir Masondu ve batıni konulara bir hayli meraklıydı. 8 din için düşsel bir proje olarak sunduğu Kosmogral bir dünya mabediydi. Şekline bakınca tam da kutsal kaseyi andırıyordu. Ayrıca Yahudilerin 8 kollu şamdanının da izleri vardır.


Öyle veya böyle... Cumhuriyetin mimarı Hozlmeister'e gecikmiş bir saygı selamı sunulacak. Heykeli Meclis'in bahçesine dikilecek. Türkiye eski bir emektarına sanatçısına vefasını gösterecek.  Holzmeister yaşasaydı yapılacak bu heykeli ve heykelin konacağı yeri beğenir miydi bilmiyorum. Ama elleriyle ruh vermeye çalıştığı Ankara'nın son halini görseydi ağlayacağından adım gibi eminim.

Akşam, Haber: Gürkan Hacır, 15.05.2011

AKARETLER ARTIK SANAT EVLER

 

 

19’uncu yüzyılda pek çok Osmanlı eserinde imzası bulunan Balyan ailesinden Sarkis Balyan’ın mimarlığını yaptığı Sıraevler’de son birkaç ay içinde birer birer kapılarını açan galeriler semte bambaşka bir hareketlilik kattı.

 

Yani bir zamanlar Osmanlı döneminin ünlü saray ressamı Fausto Zonaro’nun da yaşadığı Akaretler, yıllar sonra özüne dönmüş oldu. Sıraevler’in yeni sakinleri; Artlimits, Art On, Autoban, C.A.M., Derin Design, Galerist ve Rampa gibi Türkiye’nin önde gelen sanat ve tasarım galerileri. Bugün saat 17.00 22.00 arasında düzenlenecek “Akaretler Art&Design Day” nedeniyle ise semt çok hareketli...

 

GALERIST
Süleyman Seba Caddesi’nde karşınıza ilk çıkan sanat merkezi Galerist. Cam kapısından içeri girdiğinizde; yolları İngiltere’deki ünlü sanat okulu Central Saint Martins’de kesişen Türk ve Norveçli iki sanatçının sıradışı çalışmaları karşılıyor sizi. Can Sayınlı ve Jorgen Evil Ekvoll’un “Whenever/Her Ne Zaman” isimli sergisi el dokuması ipek halılardan oluşuyor. Adres: Süleyman Seba Cad. No. 4-8-10

ART ON

Gelelim Art On’a. Geçtiğimiz ay Damien Hirst, Gary Hume ve Paul Morrison gibi sanatçıların eserleriyle kapılarını açan galeri, şu an Ali Alışır’ın “Sanal Mekanlar” adlı sergisine ev sahipliği yapıyor. Alışır, bugün saat 19.00-19.45 arası Art On’da sanatseverlerle buluşacak.
Adres: Şair Nedim Cad. No. 4

 

DERİN DESIGN
Şair Nedim Caddesi’nin sonunda yer alan Derin Design, 2011 koleksiyonunun tanıtımını bugün gerçekleştiriyor. Koleksiyon Aziz Sarıyer, Defne Koz, Arif Özden, Tanju Özelgin, Bülend Özden ve Derin Sarıyer gibi ünlü tasarımcıların imzasını taşıyor.
Adres: Şair Nedim Cad. No. 20/D

 

C.A.M.
Kapılarını 2 Mayıs’ta açan C.A.M. Galeri ise, Ahmet Elhan’ın “İkililer/Diptychs” adlı sergisine ev sahipliği yapıyor. Elhan, saat 18.00’den sonra ziyaretçilerle buluşmak üzere Cam Gallery’de olacak.
Adres: Şair Nedim Cad. No. 2

 

AUTOBAN
Vespa’nın 65’inci yıl şerefine yeniden ürettiği efsanevi scooter’ı Vespa PX 150, Autoban imzasıyla karşımıza çıkıyor. Seyhan Özdemir ve Sefer Çağlar’ın yeniden yorumladığı Vespa PX 150’ler, saat 20.00 itibarıyla Autoban’ın müzik ve kokteyl eşliğinde yapılacak açılış partisinde tanıtılacak. Autoban’ın yeni koleksiyonu da görücüye çıkacak.
Adres: Süleyman Seba Cad. No. 12-16

 

ART LIMITS
Art Limits’te bugüne özel olarak Adnan Çoker, Burhan Doğançay, Ergin İnan, Ferruh Başağa, Güngör Taner, Sinan Demirtaş, Tülin Onat ve Zekai Ormancı’ya ait taş baskı eserleri sergilenecek.
Adres: Şair Nedim Cad. No. 14

 

RAMPA
Rampa’nın biraz karanlık girişinden 2 kat aşağı indiğinizde Nilbar Güreş’in düşündüren fotoğrafları karşılıyor sizi. Bir de Avrupa’daki “İslamofobik” bakışın ürettiği kadın imajına tepki olarak doğan video performansı... Rampa’da saat 17.00’de, kahve ve şarap eşliğinde özel bir sergi turu yapılacak.
Adres: Şair Nedim Cad. No. 21a

Habertürk Cumartesi, Haber: Nevra Gömdeniz, 14.05.2011

DEFİNECİLERE SUÇÜSTÜ

 

Rize’de define bulmak amacı ile izinsiz kazı yapan 4 kişi jandarma ekipleri tarafından suçüstü yakalanarak gözaltına alındı.

 

Edinilen bilgiye göre, aldığı bir ihbarı değerlendiren Rize Jandarma Komutanlığı ekipleri, doğal sit alanı olan ve Rize merkezde bulunan Ayene Tepesi’nde izinsiz kazı yapan R.M., A.İ., B.F. ve Ş.A. isimli 4 kişiyi define bulmak için kaçak kazı yaparken suçüstü yakaladı.

 

Şahıslarla birlikte kazı için kullanılan bol miktarda malzeme ele geçirildi. Şahısların üzerinde yapılan aramada ise R.M.’nin üzerinde bir adet 9 mm çapında ruhsatsız tabanca, Ş.A.’nın üzerinde ise bir adet pompalı av tüfeği ele geçirildi. Silah ve malzemelere el konulurken, dört kişi hakkında yasal işlem başlatıldı.

Rize Kent Haber, 14.05.2011

KADIOĞLU KAZISI AY SONUNDA BAŞLIYOR

 

Çaycuma Belediye Başkanı Mithat Gülşen, Kadıoğlu Köyü'nde bulunan zengin tarihi mirasın ortaya çıkartılması için 75 bin lira ödenek ayrıldığını ve Kültür Bakanlığı tarafından kazılara ay sonunda başlanılacağını söyledi.

 

Kültür Bakanlığı yetkilileri tarafından kendisine bilgi aktarıldığını anlatan Çaycuma Belediye Başkanı Mithat Gülşen, Roma dönemine ait zengin tarihi mirasın gün yüzüne çıkartılmasıyla, Filyos antik kenti ile birlikte bölge turizmine katkı sağlayacağını söyledi.

 

Malatya İli'nde yapılacak olan uluslararası tarihi eserler ve kültür kongresinde Bakanlık yetkililerince, Kadıoğlu Köyü'ndeki Zeugma’nın dışarıdan gelen misafirlere sunulacak olan üç projeden birisi olduğunu vurgulayan Çaycuma Belediye Başkanı Mithat Gülşen, “Belediye olarak Kadıoğlu Zeugma’ya destek veriyoruz. Dünya Kültür Mirası olarak tescillendiğinde, yabancı turistlerin ilgisini çekeceği ve bölge turizmine büyük katkı sağlayacağını umut etmekteyiz” dedi.

Pusula, 13.05.2011



8 - 14 Mayıs 2011

İTFAİYE ERİNİN ÖLÜMÜ

 

Geçtiğimiz hafta İzmir’in Karabağlar İlçesi'nde bir kapı imalathanesinde gaz sıkışmasından kaynaklanan patlamada biri itfaiye eri olmak üzere 5 kişi hayatını kaybetti. Tüm ölenlere rahmet, acılı ailelerine sabır dileyerek patlamada aramızdan ayrılan itfaiye eri Ozan Avşar’ı anlatmak istiyorum.

Ozan Avşar bir arkeologdu.

İş bulamadığı için itfaiye eri olan gençlerimizden biriydi. Ben kendisini dolaylı olarak tanıyanlardanım. Yeğenim Arkeolog Hamdi Kan’ın en yakın arkadaşıydı. Akdeniz Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Hamdi, “Remotania Kıyamet” adlı kitabının İzmir’de düzenlenen imza günü için, Ozan’ı davet etmişti. Ozan da “Bugün nöbetçiyim, akşama buluşur kutlarız” diye yanıtlamıştı. Bu konuşma, iki çocukluk, gençlik, üniversite arkadaşı ve meslektaşın son konuşmasıydı.

Olayı basından izledim ve Hamdi’nin gözyaşları arasında anlattıklarından sonra yazmak istedim, ama biraz uzaklara giderek. Cumhuriyet’in ilk yıllarına gittim. Arkeoloji, sanat tarihi eğitimi almak için Atatürk’ün yurtdışına yolladığı bilim insanlarımızı düşündüm. Ekrem Akurgal, Semavi Eyice gibi hocalarımıza, Cumhuriyetimizin gülen ve güleç yüzü Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’a uzanmak istedim.

Sonra dönüp 2011 yılı Türkiye’sine baktım. Arkeoloji eğitimi alanların itfaiye eri olduğu “ileri demokrasimize” baka kaldım!

İktidar, “Çılgın Projelerini” açıklayadursun, iş bulabilmek için ayda 4 milyon kişinin başvuruda bulunduğu ve bunun yüzde 51’inin üniversite mezunu olduğu ülkemizi düşündüm. OECD’nin açıkladığı son rapora göre; en düşük istihdam oranına sahip ülkelerin başında gelen Türkiye’yi düşündüm. İşsizlik oranının yüzde 21’e ulaştığı, kadınlar ve gençler arasında yüzde 25’i bulduğu yurdumuzu düşündüm. Ve sonra da günün sorusuna ve yazının vurgusuna kilitlendim.

Düş kırıklığı, kader, alınyazısı gibi derin anlamlı sözler etmek istemiyorum. Günümüzde ve gündemimizde yeterince var.

Beni ilgilendiren 9 aylık Eda bebeğe sarılarak etrafa donmuş gözlerle bakan Ozan’ın eşi Gizem Avşar’ın, yaşadığı ve yaşayacağı psikolojik çöküntünün ölçümünün yapılıp yapılamayacağı? Beni ilgilendiren ekmeğini bir biçimde kazanan ve bu ülkenin nimetlerinden az çok faydalanan bizlerin bu olaylara başbakanın deyimiyle ne kadar “Fransız kalacağı”? Beni ilgilendiren meclisle sokak arasındaki uçurumun daha ne kadar artacağı? Beni ilgilendiren Cumhuriyet yıllarının arkeologlarının geldiği yerle, 2011 Türkiye’sinin arkeologlarının başına gelenlerin çılgın projeler arasında yer alıp almayacağı? Ve beni ilgilendiren 9 aylık Eda bebekle, Gizem Avşar’ın evlerine düşen bu bombanın ağır yükünü bundan sonra nasıl sırtlayacakları?

Bu kadar!

Gerçek Gündem, Yazı Neşe Doster, 22.04.2011

HIRİSTİYANLIĞIN İLK KONSÜLÜNE EV SAHİPLİĞİ YAPAN İZNİK'TE 500 KİLOLUK LAHİT ÇALINDI

Hıristiyanlığın ilk konsülüne ev sahipliği yapan tarihi eserleriyle ünlü Bursa'nın İznik İlçesi'nde, Ulusal İznik Nilüfer Hatun Müzesi'nde bulunan lahit, önceki gece kimliği belirsiz kişi veya kişilerce çalındı. Roma dönemine ait 2'nci yüzyıldan kalma Zeus ile Miken Kralı'nın kızı Alkmene'nin oğlu olan Herakles'in, Nemean Arslanı'nı mızrak ve kılıçla öldürdüğü anın işlendiği lahitin gece çalındığı tahmin ediliyor. Çevresi demir parmaklıklarla çevrili olan 10 güvenlik kamerası bulunan ve güvenlik elemanları tarafından korunan müzedeki hırsızlık olayının, gece saatlerinde gerçekleştiği sanılıyor. İznik Cumhuriyet Savcılığı, gece görüşü olmadığı için kameraların devre dışı kaldığı 500 kilo ağırlığındaki lahit hırsızlığı ile ilgili olarak soruşturma başlattı. Polis, birden fazla kişi tarafından araç ile çalınan lahiti arıyor, hırsızların kimliğini araştırıyor.

Vatan, 15.5.2011

HATTUŞAŞ SFENKSİ İADE EDİLİYOR

 

Almanya, Türkiye'nin istediği Hattuşaş Sfenksi'ni iade edecek. Alman ve Türk yetkililerden oluşan bir uzmanlar grubunun Berlin'de yaptığı görüşmelerden sonra Hattuşaş Sfenksi'nin Türkiye'ye iade edilmesine karar verdiği bildirildi. Türk tarafının da buna karşılık Alman müzeleri ile olan kültürel işbirliğini güçlendirme vaadinde bulunduğu belirtildi. Kültürden sorumlu Alman Devlet Bakanı Bernd Neumann, toplantıdan sonra yaptığı açıklamada, sfenksin Alman-Türk dostluğunun "gönüllü bir jesti" olarak Türkiye'ye verileceğini söyledi. Berlin'e 1915'te restorasyon amacıyla getirilen Hattuşaş Sfenksi'nin 28 Kasım'a kadar iade edileceği bildirildi. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, sfenksin haziran ayına kadar Türkiye'ye iade edilmemesi halinde Alman arkeologların Hattuşaş bölgesindeki kazı çalışmalarına son verileceğini açıklamıştı.

Sabah, 14.05.2011

BELEŞBAHÇE

 

 

Dolmabahçe Sarayı’nın hemen yanında siyasetçiler dahil pek çok ünlü ismin Boğaz manzarasına karşı çay yudumladığı Dolmabahçe Çay Bahçesi, sadece manzarasıyla değil geliri ve kirasıyla da dudak uçuklatıyor! İçinde 400 araçlık bir otopark da bulunduran tesis, sadece aylık yaklaşık 250 bin lira çay geliriyle hemen yanındaki Dolmabahçe Sarayı’nı geride bırakıyor. Toplam 4 bin metrekarelik bu tesis için arazinin sahibi olan Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün aldığı kira ise aylık 2 bin 515 lira.

Özal döneminden beri
Ömer Avni Mahallesi Meclisi Mebusan Sokağı 1 ada 9 parselde yer alan Dolmabahçe Camii ve arsa Bezm-i Alem Valide Sultan Vakfı’na kayıtlı. İçinde otopark ve çay bahçesi olan arazi, Turgut Özal’ın başbakanlığının ilk yıllarında işletmeye açıldı. Tinerci ve sarhoşlardan kurtarmak düşüncesiyle çay bahçesi olarak düşünülen arazi o tarihten bu yana da Kemal Ateş tarafından işletiliyor. Gece çalışan gazetecilerin de uğrak mekânı olan çay bahçesi ile ilgili Vakıflar İstanbul Bölge Müdürlüğü’ne yapılan şikâyetlerin ardı arkası kesilmiyor. Şikâyetlerin nedeni bu değerli yer için ödenen komik ötesi kira bedeli. Vakıflar İstanbul Bölge Müdürlüğü’ne bağlı Beyoğlu Kiralama Şube Müdürü Erdal Öztürk, bir dilekçeye 11 Mart 2011’de şu cevabı vermiş: “Dolmabahçe Camii duvarının meydan kısmındaki arsa üzerinde bulunan taşınmaz 2011 yılı için aylık 2.515,00 TL bedelle açık otopark ve çay bahçesi olarak Kemal Ateş Gıda Turizm Petrol Gaz Ltd. Şti. kirasında bulunmaktadır.”


Kemal Ateş, pek çok gazetecinin tanıdığı bir isim. Özellikle gece çalışan gazetecilerin toplandığı çay bahçesinde hoş sohbetiyle tanınıyor. Sağlık sorunlarından dolayı çay bahçesi halen kardeşi Turgut Ateş tarafından işletiliyor.


İşletme geçen günlerde Pakistan’da yaşanan sel felaketinin ardından üç aylık çay satışının yüzde 10’unu sel mağdurlarına göndereceğini açıkladı. Kendi açıklamalarına göre üç ayda çay gelirlerinin yüzde 10’u 75 bin lira tuttu ve bu para çay bahçesinde yapılan bir törenle Kızılay Genel Başkanı Tekin Küçükali’ye teslim edildi.


Bu hesaba göre tesisin üç aylık çay geliri 750 bin lira, aylık çay geliri ise 250 bin lirayı buluyor. Ayrıca 3 liralık çayın yanı sıra tost, meşrubat gibi diğer ürünlerin de satıldığı ve 400 araçlık otoparkı düşünüldüğünde ortaya inanılmaz bir gelir çıkıyor.


Çay bahçesinin bu toplam geliri, yanındaki Dolmabahçe Sarayı’nı bile gölgede bırakıyor. Sarayı ziyaret edenlerden bir ayda toplanan para 500 bin lira. Saray yetkilileri de ‘para basan’ bu işletmenin aylık kirası karşısında şaşkın durumda.

Vakıflar’dan yanıt yok
Peki nasıl oluyor da böyle bir yeri Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğü 2 bin 500 liraya kiralıyor, bunun yanıtı yok. Vakıflar Genel Müdürlüğü, yönelttiğimiz “Kiralama yapılırken bölgedeki rayiç bedeller göz önüne alındı mı? Arazi kaç yıllığına kiralandı ve en son kira artışı ne zaman yapıldı?” sorularımıza yanıt vermedi.

‘Yazıktır, en az 30 bin lira eder’
Dolmabahçe Sarayı’nın yanında muhteşem manzaralı bir yerin kirası ne kadar olur? Beşiktaş ilçesinde emlak işi yapan Tamer Emlak’ın sahibi Murat Tamer’e göre eşsiz konumdaki bu çay bahçesi çok değerli: “Burası İstanbul’un değil Türkiye’nin göbeği. Boğaz’a nazır böyle başka bir arazi yok. Yıllardır düşünürüm, devlet buradan ne kadar kira alıyor diye. 2 bin 500 lira hakikaten komik bir rakam. Bu, işgal demektir. Vakıf arazisi olduğu için en düşük 12 - 15 bin lira olması gerekir. Özel mülk olsa aylık 30 bin liradan aşağıya kiraya verilmez. Yazık diyorum.”

Valide Sultan: Hayır dışında kullanılmasın
1809 yılında doğduğu söylenen Bezmi Alem Valide Sultan, küçük yaşta cariye olarak Osmanlı Sarayı’na girdi. 1822 yılında Sultan II. Mahmud’un eşi oldu. Oğlu I. Abdülmecid’in 1839 yılında padişah olmasıyla Valide Sultan payesi aldı. Abdülmecid’in 16 yaşında padişah olması nedeniyle oğluna devlet işlerinde yardımcı oldu. 30 Haziran 1853’te öldü.


Valide Sultan adına kurulan vakfa ait bugün 66 adet menkul ve gayrimenkul bulunuyor Bunların içinde Vakıf Gureba Hastanesi ile Bezmi Alem Valide Sultan Camii en önemliler arasında yer alıyor.


Bezmi Alem Valide Sultan Vakfiye’sinde şu sözler ibret verici:
‘’Hayır maksadıyla sağladığım evkafım ahiret gününe kadar şartlarıyla icra edilsin. Bu şartlar Sultan Abdülmecid devrinden sonra da devam etsin. Kim hayır dışında kullanır ve şartları değiştirirse vebali değiştirenin üzerinedir. Dünya ve ahirette cezaya müstahak olsun.’’

Radikal, Haber: Ömer Erbil, 14.05.2011

TARİHİ AHŞAP BİNA KÜL OLDU

 

Kariye Mahallesi Kalfa Efendi Sokak üzerinde bulunan binada, henüz belirlenemeyen bir sebeple çıktı. Tarihi yapının yandığını gören mahalleli sokağa döküldü. Vatandaşlar durumu hemen itfaiyeye bildirdi.

 

Olaya ve Balat müfrezelerinden itfaiye ekipleri müdahale etti. Merdiven aracıyla yükselen alevleri kontrol etmeye çalışan ekipler, yaklaşık 30 dakikada alevleri kontrol altına almayı başardı. Binanın kimliği belirsiz kişiler tarafından defalarca yakılmaya çalışıldığını söyleyen çevre sakinleri, bazı kişiler tarafından kasıtlı olarak yeniden yangın çıkartıldığını dile getirdi.

 

Tarihi yapıya bazı kişilerin sürekli girip gizlice çalışma yaptığını belirten Muhammed Duman adlı vatandaş, yapının içinde define arandığını öne sürdü. Polis ekipleri olayla ilgili soruşturma başlattı.

Sabah, 14.05.2011

BİR İNSANLIK ANITI KADAVRA YAPILINCA

 

KARS
Burası Kars’ın Üçler Tepesi. Buradan güneye baktığınızda, hemen altınızda Kars ovası ve onun üzerinde plansız bir şekilde yayılmış olan şehir uzanıyor.

 

Doğu cephesinde aynı yükseklikteki hemen karşı tepede ise bütün ihtişamıyla milattan sonra 12’nci yüzyılda Selçuklular zamanında yapılmış ünlü Kars Kalesi duruyor.


İşte aylardır Türk kamuoyunu meşgul eden yıkım faaliyetinin sürdüğü İnsanlık Anıtı, üstünde bulunduğumuz bu tepede yükseliyor.


Şu talihin cilvesine bakın ki, bu iki komşu tepenin ortak bir yazgısı var. Çünkü Kars Kalesi de bir kez yıkıma uğramış. Timur 1386’da Kars’tan geçerken kaleyi yıkmış. Kale iki asır sonra Üçüncü Murat tarafından yeniden inşa edilmiş.


KAFA, OMUZ VE ÜST GÖĞÜS GİTMİŞ
Otomobille tırmanarak çıktığımız Üçler Tepesi’nde kafası kopartılmış olan anıtın ana gövdesi ve onun yanında yükselen dev bir vinç karşıladı bizi.


Yıkım faaliyetinin sürdüğü sahanın hemen girişinde büyük bir tabelada proje hakkındaki bilgiler yazılı: “İdarenin Adı: Kars Belediyesi Fen İşleri Müdürlüğü, İşin Adı: İnsanlık Anıtı’nın Kaldırılması, İhale Tarihi 7.3.2011, İşin Bedeli 272.000.000 TL, Yüklenici Firma: Avşin İnşaat Oto. Nak. Ltd. Şirketi.”


Ünlü heykeltıraş Mehmet Aksoy’un tasarladığı anıtın ayaklarının dibinde beton bloklar duruyor. Bunlar gövdeden kopartılan parçalar. Her birinin üzerinde numaralar yazılı. Birbirine bakan iki insanı sembolize eden iki parçadan oluşan anıtta, batıdaki gövde A, doğudaki ise B diye numaralanmış.


Karşımdaki A-4 batı göğüs kısmı, A-3 batıdaki omuz bölümü. B-2 doğudaki omuz, B-3 ise doğu göğüs bölümünü gösteriyor. Her biri ortalama 20 ton ağırlığında. Kopartılan başları göremedim, herhalde götürülmüştü.


ÖNCE BETONDA DELİK AÇILIYOR
Heykel bu şekilde önceden işaretlenerek 19 parçaya bölünmüş. 25 Nisan tarihinden bu yana sürmekte olan yıkım faaliyetinde bugüne dek anıtın tam 7 bölümü kesilmiş. Geriye 12 bölüm daha kalmış. Projenin önümüzdeki ayın ortasında tamamlanması bekleniyor.


Anıtın iki parçası arasına bir çelik köprü kurulmuş. Dün öğle saatlerinde sahaya gittiğimizde, köprünün tepesindeki platformun üstünde yalnızca bir işçi vardı. Bu sırada vincin ucundaki sepete elindeki çaydanlık ve demlikle bir başka işçi bindi. Vinç, sepetteki adamı ağır ağır tepedeki platforma taşıdı. Arkadaşına çay götürüyordu.


Tespit edebildiğimiz kadarıyla dün beton kesme işi yürütülmüyordu. Kesme işlemi sırasında vincin halatlarının betonun içinden geçeceği delikler açılıyordu. Vincin halatları, gövdeden elmas kesiciyle kopartılacak olan beton blokları aşağı indirirken bu şekilde kavrayacaktı. Bu delik açma işine “karot yapmak” deniyormuş. Zaten aşağıda park etmiş kırmızı bir minibüsün üstünde “Yaman Karot, beton delme kesme, kimyasal ankraj” yazılıydı.


BİR KÜLTÜR VARLIĞININ AHIR OLARAK PORTRESİ
Biraz sonra jeneratör çalıştı, ardından çay molası bitmiş olmalı yukarıdaki iki işçi betonun içini delme faaliyetine koyuldu.


Sabah Kars’ın iktidar partisine mensup Belediye Başkanı Nevzat Bozkuş ile Hürriyet Treni’nde yaptığımız sohbette insanlık anıtının yıkılması konusu oldukça geniş bir yer tutmuştu. Yıkım projesini hayata geçiren Bozkuş’un en önemli dayanaklarından biri de insanlık anıtının 1845-55 yıllarında yapılmış olan Timur Paşa Tabyası’nın üzerine dikilmiş olmasıydı. Bozkuş, bu tabyanın “kültür varlığı olarak tescilli olduğuna” özellikle dikkatimizi çekti.


Ben de gerçekten merak saikiyle bu kültür varlığını görmek üzere tepenin arka tarafına doğru yöneldim. Tabya, Üçler Tepesi’nin kuzeye bakan arka cephesindeydi. Bunun için anıtın batısından aşağı doğru bayır aşağı kıvrılarak inen patikadan yürümeye başladım. Hemen solumdaki tepe bir sığır sürüsü tarafından iskan edilmiş durumdaydı. Uzanmış yatıyorlardı.
Patika sağa doğru kıvrıldı ve beni tam tabyanın önüne getirdi. Tabya, tepenin arka cephesinde ve anıtın temelinin altında yer alıyordu. 1853-56 Kırım Harbi’nde kuzeyden gelen Rus ordularına karşı mitralyöz yuvası olarak inşa edilmişti belli ki.


Yaklaştığımda bu tabyanın muhtemelen karşı tepede geviş getirmekte olan sürünün ahırı olarak kullanıldığını fark ettim. Kapısına kadar gittim. İçerisi bir tezek tarlası halindeydi. Kapının girişinde çobanların kullandığı bir piknik tüpü, su şişeleri ve naylon torbayla asılmış bir tencere göze çarpıyordu. Kokudan içeri girebilmek mümkün değildi.

 



Bu tablo karşısında ne diyebilirim ki? İşte paşam, buyurun size Timur Paşa Tabyası...

Hürriyet, Yazı: Sedat Ergin, 14.05.2011

'ENGEL OLUN' MEKTUBU YAZDILAR

 

 

Nemrut Dağı sit alanı içersine Malatya tarafından otel yapılması için izin girişiminde bulunulduğu bilgisine ulaşan Adıyaman Milletvekilleri Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'a mektup yazdılar.

AKP Milletvekilleri ve milletvekili adaylarının ortak imzasıyla gönderilen mektupta, 2006 yılında UNESCO tarafından rapor edilen ve sit alanı içerisine yapılabilecek en küçük bir yapının dahi buranın doğallığını bozacağı ve Dünya Kültür Mirası olmaktan çıkarılacağı ifade edildi.

Malatya Valiliği'nin öncülüğünde, Malatya'dan Nemrut Dağı zirvesine giden yolda bulunan binanın yıkılarak yerine yeni bir otel yapılacağı yönünde bilgiler aldıklarını belirten Adıyaman Milletvekilleri, bu girişimin tehlikeli bir girişim olduğunu dile getirdiler.

Nemrut Dağı Milli Parkı Uzun Devreli Gelişme Planında "Milli Park sınırları içerisinde konaklama tesisi yapılamaz" ibaresinin değiştirilmek istendiğine dikkat çekilen mektupta, Dünyaya mal olmuş tarihi yapının bozulacağına işaret edildi.

AKP Milletvekilleri Ahmet Aydın, Mehmet Erdoğan, Şevket Gürsoy ile Milletvekili adayları Dr. Murtaza Yetiş ve Mehmet Metiner'in ortak imzasıyla gönderilen mektupta, koruma bandı içersinde yapılabilecek yapının kültür mirasını tehlikeye düşüreceği ve bunun Türkiye'nin zararına olacağı aktarıldı. Türkiye'de Dünya Kültür Mirası listesinde 9 yerin bulunduğunu söyleyen milletvekilleri, Nemrut Dağı'nın bu yerler içersindeki en önemli yerlerden biri olduğunu dikkat çektiler.

Milletvekili Ahmet Aydın, gönderilen mektubun yanında kendisinin de bizzat ilgili yerlerle görüşmeler yaptığını ve bu yanlışa kesinlikle müsaade etmeyeceklerini belirterek, "Böyle bir şeyin olması Nemrut'u UNESCO listesinden çıkabilir. Bu sıkıntı hem Nemrut'un doğallığına hem görselliğine zarar verebilir. Bu manada ciddi görüşmeler yaptık. Gerekli bütün üst düzeyde görüşmelerimizi yaptık. Malatya Valiliği bir plan değişikliğine giderek kafeyi yıkarak yerine otel yapmanın alt yapısını hazırlıyorlar.

Nemrut Dağı'nın doğallığına zarar verecek hiç bir girişimde bulunulmaması gerekir. Onlar talep ettiler, biz bu talebin uygun olmadığını dile getirdik. Mevcut halinin korunması gerekiyor" dedi.

Milletvekili Mehmet Erdoğan ise, Nemrut Dağı'nın kültürel miras olduğuna ve hiç kimsenin kültürel mirasımıza zarar verecek çalışmalara müsaade etmeyeceklerini kaydetti.


Erdoğan, "Hiç kimsenin kültürel mirasımıza zarar verecek çalışmalar içersinde bulunmaması gerekir. Şehirler arasındaki kısır çekişmelerden ziyade, turizme katkı amaç edinerek çalışmamız lazım. Koruma kurulunun kararlarında da kültürel mirası bozacak, doğayı ve çevreye zarar verecek yapılandırmaların olmaması gerektiği özellikle belirtiliyor. İlgililerin bu noktada hassas olması gerekir. İlimizin, bölgemizin tanıtımında turizm potansiyelimizin artırılması noktasında çalışmamız gerekir" şeklinde konuştu.

Malatya Haber, 13.05.2011

 

Kaş'a bağlı Patara antik kenti ve dünyaca ünlü Patara Plajına girişte uygulanan bilet sisteminde geçen Mart ayından itibaren yapılan değişikliğin, turistler açısından olumlu bulunmadığı, her giriş için 5 TL alınmasının plaja gelen turist saısının azalmasına yol açtığı belirtildi.

Patara Muhtarı Arif Otlu, konuya ilişkin açıklamasında turistler açısından olumsuzluk yaratan bu gelişmenin kendilerini kaygılandırdığını söyledi.


Aynı zamanda turizmci olan Otlu açıklamasında şu görüşleri dile getirdi:
''18 Mart'a kadar Patara Köyü, Kalkan, Kaş ve Fethiye'de tatil yapan ve her gün Patara Plajı'na gelen yerli ve yabancı turistlere kimlikleri alınarak, isimlerinin yazılı olduğu haftalık bir bilet veriliyordu. 18 Mart'ta Antik Patara Kenti'ne giriş TÜRSAB'a devredildi. Bu tarihten sonra haftalık bilet kaldırıldı. Patara'da tatil yapan ve diğer yerlerden her gün denize gelen turistler her gün giriş ücreti olan 5 TL vermek istemiyor. Deniz mevsimi başladı. Patara'ya gelen yabancı turistlerin büyük çoğunluğu, 18 kilometrelik Patara Plajı için geliyor. Sabah erken denize gidiyor, öğle yemeğine köye geliyor. Öğleden sonra tekrar plaja gidiyor. Kahvaltı dahil 40-50 TL'ye Patara Köyü'nde kalan turist, günlük 10 TL plaja giriş ücreti vermek istemiyor. Şimdiden plaja gelen bazı gruplar, girmeden geri dönmeye başladı. Plaja gelen turist sayısı düşüyor. TÜRSAB'a başvurduk, çözüleceğini söylediler. Kültür ve Turizm Bakanlığı yetkililerine ilettik. Ama bugüne değin çözüm üretilmedi. Ya haftalık bilet verilsin veya Patara antik kenti'ne giriş kapısı yapılsın. Yoksa Patara Köyü'ne turist gelmeyecek.''

Kemer Gözcü, 13.05.2011

'YASAK ŞEHİR'DE SOYGUN

 

Çin’de başkent Pekin’in merkezindeki eski sarayın (Yasak Şehir) içindeki Saray Müzesi’nden yedi sanat eseri çalınmasının yankıları sürüyor. 1987’den sonraki ilk soygunda, çalınanlar arasında bir kadın cüzdanı ve bir makyaj çantası da bulunuyor. Değeri 1.5 milyon doları (2.1 milyon TL) bulan eserler müzeye ödünç verilmişti ve sigortası yoktu. Polis dün müzeden kaçmayı başaran 27 yaşındaki hırsızı bir internet kafede yakaladı. Hırsızın binaya duvarı delerek girdiği, güvenlik görevlilerine yakalanmadan çıkmayı başardığı düşünülüyor. Dün açıklama yapan müze sözcüsü, kabul edilemez bir hata yaptıklarını, güvenlik önlemlerinin artırılacağını söyledi. Ülkede, hırsızın rahatça kaçabilmesinin müze yetkilileri için bir utanç kaynağı olduğu konuşuluyor.

Radikal, 13.05.2011

HANÖNÜ'NDE TARİHİ HAN RESTORASYONU SÜRÜYOR

 

Hanönü İlçesi'nde ilçenin adını aldığı Tarihi Han`ın restorasyon çalışmalarına tekrar başlandı.

Hanönü Belediyesi tarafından, Kastamonu Vakıflar Bölge Müdürlüğü`ne devredilen Tarihi Han`ın restorasyon çalışmaları kış nedeniyle verilen aradan sonra tekrar başlatıldı.

 

Çalışmalarda Tarihi Han`ın kalıntıları ortaya çıkarıldı, içi ve çevresi temizlenerek, yıkılmaya yüz tutan duvarları örüldü. Belediye Başkanı Şükrü Özün, Tarihi Han`ın restore çalışmalarının bu yıl içersinde tamamlanacağını belirtti.

 

Özün, restore çalışmalarının tamamlandığında Tarihi Han`ın ilk yapıldığı şekline dönüşeceğini ve turizm amaçlı kullanılacağını ifade etti.

Kastamonu Postsı, 13.05.2011

PATARA'DA HIRİSTİYAN MEZARLIĞI BULUNDU

 

Antalya’nın Kaş İlçesi yakınlarındaki Likya Uygarlığı’nın başkenti Patara antik kentinde devam eden kazılarda bir Hıristiyan Mezarlığı ortaya çıkarıldı.

 

Patara Kazı Başkanı ve Akdeniz Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Havva Işık, mezarlarla ilgili yaptığı açıklamada, Patara antik kentinde, Patara’nın geç Roma Çağı’na ait kent suru dışında bulunan Hıristiyan mezarlarının açıldığını belirtti.

 

Prof.Dr. Işık, ”Mezarlar MS 4. yüzyıldan, 7. yüzyıla kadar tarihlendi. Mezarlarda camlar, pişmiş küçük testiler, sikkeler ve iskeletler bulundu. Bu buluntular ve mezarlar, Patara’da Hristiyanlığın oldukça erken dönemde yayıldığını kanıtlıyor. Bilindiği gibi Noel Baba olarak bilinen Saint Nicolaus, MS 4. yüzyılda Patara’da doğmuş, Demre’de azizlik yapmıştı. Bu mezarlar bu tarihsel gerçeğin doğruluğunu kanıtlıyor. Mezarlarda bulunan kişilerle ilgili bazı bilgiler, antrapologların iskeletler üzerindeki incelemelerinden sonra ortaya çıkacak” dedi.

 

Prof.Dr. Işık, Hıristiyan Mezarlığı'nın Patara Ana Caddesi'ni Likya Meclis Binası'na bağlayan yolda yapılan kazılarda bulunduğunu, kent surunun kıyısında sıralanmış halde ortaya çıkarıldığını anlattı. Işık, bugüne kadar 35 mezar açıldığını kaydetti.

 

Prof.Dr. Işık, Patara antik kentindeki genel kazıların da 20 Haziran’da başlayacağını sözlerine ekledi.

Star, 12.05.2011

TÜRKİYE'NİN EN BÜYÜK MOZAİĞİ BULUNDU

 

Hatay Kültür ve Turizm Müdürü Aysun Çelenk, bir otel inşaatı sırasında ortaya çıkan tarihi kalıntılar üzerine arkeolojik kazı yapılan alanda 850 metrekarelik mozaik bulunduğunu açıkladı. Çelenk, 2 bin parça tarihi eserin de bulunduğu alanda ortaya çıkartılan mozaiğin Türkiye’deki en büyük tek parça mozaik olduğunu söyledi.

 

Müze Müdürü Nalan Yastı ile İl Kültür ve Turizm Müdürü Aysun Çelenk bir basın toplantısı düzenleyerek Reyhanlı yolu üzerindeki Haraparası Mahallesi’ndeki arazideki kazı çalışmaları hakkında bilgi verdi. Aysun Çelenk, işadamı Necmi Asfuroğlu’na ait arazide otel inşaatı yapılırken bulunan tarihi eser üzerine bölgede Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nden gerekli izinler alınarak Hatay Arkeoloji Müzesi arkeologları, İstanbul ve Mustafa Kemal Üniversitelerinden akademisyenlerin yer aldığı uzmanlar eşliğinde geçen yıl kaza çalışması başlatıldığını söyledi. Çelenk, 40 kişilik bilimsel ekip ve 120 işçiyle birlikte yürütülen çalışmada, 2 binden fazla sikke ve bronzla 850 metrekare ebadında Türkiye’nin en büyük mozaiğinin ortaya çıkarıldığını kaydetti.

 

Aysun Çelenk, kazıda ayrıca Hellenistik döneme ait olduğu belirlenen 12 metre derinliğinde sur duvarlarının gün ışığına çıkarıldığını belirtti. Çelenk, “Yaklaşık 100’er metrekarelik 30 açmada yapılan kazıda tarihe ışık tutacak çok sayıda taşınmaz ve taşınabilir kültür varlığı ortaya çıkarıldı. Bölgede ortaya çıkarılan taşınmaz kültür varlıklarının bilimsel yöntemlerle genel belgeleme çalışmaları yapıldı. Taşınır kültür varlıkları ise envantere geçirilerek uzmanlar tarafından değerlendirilmeye başlandı. Kazı sırasında ortaya çıkan mozaikle ilgili geçici koruma önlemleri alındı. Kazıda ortaya çıkanlar, geç antik dünyanın dört önemli şehirlerinden biri olan Antiokheia’nın geç antik çağı ve sonrasına ait kalıntılar. Fransız işgalinden sonra Antakya’da Türk ekibiyle yapılan ilk kazıda bu kadar önemli kalıntıların çıkması kentimiz adına çok sevindirici” dedi.

 

 

Bölgede bulunan mozaiğin yerinden kaldırılarak müzede sergilenmesinin mümkün olmadığını belirten Müze Müdürü Nalan Yastı ise taşınmaz kültür varlıklarının yerinde korunmasının sağlanması ve kültür mirasının geleceğe sağlıklı biçimde aktarılması gerektiğini vurguladı. Yastı, bu alanın arkeolojik park ve müze karakterinde mevcut imar haklarıyla koruma kullanma dengesi gözetilerek, sergilenmesinin sağlanması ve kentle buluşturulması kanaatinde olduklarını kaydetti.

Yastı, bölgede müze- otel konseptinde bir çalışma yapılacağını, bu şekli ile eserlerin en güzel şekilde korunarak özel sistemle sergileneceğini vurguladı.

Turizm Habercisi, 12.05.2011

HEYKELLER BUNDAN KORKSUN! TRAFİK, MÜSTEHCENLİK, ANKARA'DAN GELENLER

 

 

Kars’taki ‘İnsanlık Anıtı’ parça parça sökülürken, ‘dönemlerinde üç heykel kaldırılan’ Belediye Başkanı Nevzat Bozkuş, sanata ve sanatçıya karşı olmadıklarını savundu.

Bozkuş, heykelin yasalara aykırı şekilde yapıldığını ve yargı kararı doğrultusunda kaldırıldığını belirtirken şunları söyledi: “Bizim dönemimizde üç heykel kaldırıldı. Bunlardan biri kaz heykeli. Ali Gaffar Okkan Bulvarı’ndaki bu heykel, trafiği aksattığı gerekçesiyle İl Trafik Komisyonu’nun kararıyla kaldırıldı. Ayrıca belediye önüne ve çay bahçesinde yaptırılan iki kadın heykelini de müstehcen bulduğumuz gerekçesiyle kaldırdık. Bunlar da bizden önceki dönemde yaptırıldıktan sonra Ankara’dan birileri geldiğinde bulundukları yerden geçici süreyle kaldırılıyormuş. Kars’ta halen Faik Bey Caddesi’nde Murat Çobanoğlu heykeli, İnönü Caddesi’nde Leyla ile Mecnun heykeli, yine farklı yerlerde aslan ve at gibi hayvan figürleri üzerine heykeller var. Biz de partimiz de ne sanata ne de sanatçıya karşıyız.”

 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın 13 Haziran 2009'da yaptığı Kars ziyaretinden bir gün önce, kadın heykelleri kaidelerinden çıkarılarak Fen İşleri Müdürlüğü'ne ait depoya konulmuştu. Hulusi Aytekin Caddesi üzerindeki çıplak kadın heykelleri de 'müstehcen' bulunarak depoya kaldırılmıştı. Belediye Başkanı Bozkuş, 26 Ağustos 2009'da kentin girişinde bulunan kaz heykelini İl Trafik Komisyonu’nun aldığı karar doğrultusunda kaldırmıştı.

Radikal, 12.05.2011

MONA LISA'NIN KEMİKLERİ Mİ BULUNDU?

 

 

İtalyan sanat tarihçilerinin, yüzyıllardır tartışma konusu olan, Leonardo da Vinci’ye ait “Mona Lisa” tablosu için modellik yapan kadının kimliğine açıklık getirmek amacıyla yaptıkları çalışmalar devam ediyor.

 

Manastır dün basın mensuplarına gezdirildi. En yaygın sav olan “O kadın Floransalı bir tüccarın karısı olan Lisa Gherardini’dir” iddiasının doğru olup olmadığını araştıran ekip Floransa’da harap olmuş St. Ursula Manastırı’nda radarlı arama yaptıktan sonra bazı kalıntılara ulaştı. İşçiler kalıntıları arkeologlara iletti.

 

Bulunan kemikler, Gherardini’nin yakınlarının DNA’sı ile karşılaştırılacak. Ayrıca, kafatasına ait kalıntılar bulunduğu takdirde yüz görüntüsü çizilip tablodaki kadınla örtüşüp örtüşmeyeceği belirlenecek. Manastırda asılı olan afişte İtalyanca “Mona Lisa arayışı” yazıyor.

Habertürk, 12.05.2011

MARMARA DENİZİ'NE BİR KANAL PROJESİ DAHA

 

 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın kanal projesini açıklamasıyla birlikte Kanal İstanbul, ülke gündemine oturmayı başardı. Türkiye, İstanbul'a yapılacak olan bu dev kanalı konuşurken benzer bir proje de Bursa'dan geldi.

 

Başbakan Erdoğan'ın kanal projesi Marmara denizi ile Karadeniz'i birbirine bağlarken Bursa Büyükşehir Belediyesi Başkanı Recep Altepe'nin projesi ise yine Marmara denizini Uluabat gölüne bağlayacak. Proje ile Uluabat gölünden Marmara Denizi'ne dökülen var olan bir su yolunun yeniden düzenlenerek, o bölgedeki turizmin canlandırılıması ve gölün doğal bir marina olarak kullanıma açılması hedefleniyor. Bölgede yapılan arkeolojik kazılar ile birçok eser gün yüzüne çıkarılarak proje ile ziyarete açılacak.

 

Uluabat gölünden Marmara denizine var olan ve yörede şu anda "Kocadere" olarak bilinen akarsuyun daha önceden Marmara denizine çıkmak için kullanıldığını hatırlatan Altepe, "Çok uzun zamandır kullanılmadığı için kanal sığlaşmış ve bazı bölgeleri daralmış. En son 1958 yılında büyük bir geminin kanaldan geçtiği kaydına ulaştık. Yeniden kullanabilmek için temizlenmesi, derinleştirilmesi ve bazı noktaların da genişletilmesi gerekiyor" dedi.

Uluabat gölü etrafında, özellikle doğusunda 8 bin 500 yıllık eski yerleşim bölgeleri olduğunu söyleyen Altepe, İstanbul Üniversitesi tarafından bölgede 2 yıldır arkeoloji çalışması yaptırdıklarını söyledi.

 

Bölgede hanlardan hamamlara, kiliselere kadar onlarca tarihi eserlerin mevcut olduğunun altını çizen Altepe, "İstanbul Üniversitesi Arkeoloji bölümünün yaptığı kazılarda 8 bin 500 yıllık insan fosiline rastlandı. Ayrıca Avrupa'ya göç eden ilk çiftçilerin bu bölgeden göç etmişler. Bu nedenle çok eski yerleşim yerleri bulunuyor. Biz civardaki tarihi yapıların bir kısmını İstanbul Üniversitesi ile ilimize kazandırdık. Çalışmaları artırıp var olan kanalı da öncelikle yatların ve küçük gemilerin geçmesine elverişli hale getirdikten sonra bu bölgeleri ziyaret edilebilecek hale getirmeyi istiyoruz" şeklinde konuştu.

Hürriyet, Haber: Hüseyin Koyuncuoğlu, 12.05.2011

SERVET DEĞERİNDE TABLO

 

ABD'li ünlü ressam, film yapımcısı ve yayıncı Andy Warhol'un bir tablosu, New York'ta yapılan müzayedede 38 milyon 444 bin dolara satıldı.
Christie's'e ait bir müzayede evinde düzenlenen açık artırmada, ''Pop Art'' sanat akımının en önemli temsilcisi olarak kabul edilen Warhol'un 1963-1964 yıllarında yaptığı, sanatçıyı bir yağmurluk ve güneş gözlüğüyle resmeden ''Self-Portrait'' (Otoportre) adlı tablosu, sanat koleksiyoncusu Florence Barron'ın ailesince satışa sunuldu.


Florence Barron eseri 50 yıl kadar önce bir taksit ödeme planı yaptığı sırada yaklaşık 1600 dolara satın almıştı. Açık artırmada satışa sunulan Warhol'un 8 tablosu toplam 91 milyon dolardan alıcı bulurken, sanatçının ''Self-Portrait'' adlı eseri, şimdiye kadar en yüksek fiyattan alıcı bulan Warhol tablosu oldu.


Satılan eserlerin yüzde 95'inin toplam 301 milyon 68 bin dolara satıldığı açık artırma, mali kriz nedeniyle sanat eserlerinin fiyatlarında büyük düşüşlerin görüldüğü 2008 yılının mayıs ayından bu yana Christie's tarafından düzenlenen en çok para getiren açık artırma oldu.

Habertürk 12.05.2011

MOMA, AMERICAN FOLK ART MUSEUM'U SATIN ALDI

 

 

New York Times'ın haberine göre Modern Sanatlar Müzesi, para sıkıntısı içinde olan komşusu American Folk Art Museum'ı satın alıyor.

Tod Williams Billie Tsien Mimarlık tarafından tasarlanan ve 2001 yılında açılan Folk Art Museum binası, MoMA alanı ve uzun süredir ek müze binası için bekletilen boş arazi arasında bulunuyor. MoMA bu boş araziyi geliştiricinin ek galeri alanını inşa etmesi düşüncesi ile 2007 yılında Hines'a sattı.

Var olan yapının dönüştürülüp dönüştürülmeyeceği şu an belirsiz olsa da binanın satın alınması MoMA'nın, galerileri birbirine bağlama fikrini somutlaştırdı.

Lincoln Meydanı'nda küçük bir bölümü olan halk sanatları müzesi, 53. Cadde binasını inşa etmek için 32 milyon Dolarlık bir kredi aldı fakat daha sonra ekonomik çöküş dönemine girdi. MoMA'nın satın aldığı fiyat açıklanmadı fakat Folk Art Museum yetkilileri borçları ödemeye yetecek bir miktar olduğunu söyledi.

Bu arada müze, Lincoln Meydanı'ndaki yerleri için her yıl için 1 Dolar ödüyor. 53. Cadde müzesinin kapanış tarihi ise henüz belli değil.

Arkitera, Kaynak: The Real Deal, Çev.: Bahar Bayhan, 12.05.2011

HATAY'DA FRANSIZLARDAN SONRA İLK KAZI

 
Fransız işgalinden sonra Hatay’da yapılan ve tamamı Türk arkeologlarından oluşan heyet genç antik dünyanın dört önemli şehrinden biri olarak kabul edilen Antiocheia’ya ait kalıntıları gün yüze çıkardı.

 

Antakya merkezde 3. derece sit alanı içerisinde yapılan sondaj çalışmasında ortaya çıkan tarihi eserler Kültür ve Turizm Bakanlığını, Antakya Arkeoloji Müzesini ve Adana Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulunu harekete geçirdi.

 

Belirlenen parselde İstanbul Üniversitesinden Prof.Dr. Haluk Abbasoğlu, MKÜ Yard. Doç.Dr. Hatice Pamir, Muğla Üniversitesinden Doç.Dr. Abuzer Kızıl’ın bilimsel danışmanlığında ve mimari restorasyon ve belgeleme koordinatörü Doç Dr. Gülsün Tanyeli, Mersin Müzesi Müdürlüğünde görevli Arkeolog Mustafa Ergün ve Antakya Arkeoloji Müzesi Arkeologu Demet Kara’dan oluşan bilimsel heyet 1 Temmuz 2010 tarihinde başlattıkları kazı çalışmasını 17 Aralık 2010 tarihinde sona erdirdi.

 

Kazı çalışmaları sonucunda 17 dönümlük parselde Genç Antik dünyanın en önemli şehirlerinden biri olarak kabul edilen Antiocheia’ya ait taşınmaz ve taşınabilir kültür varlıkları ortaya çıkarıldı.

Antakya Arkeoloji Müzesi Müdürü M. Nalan Yastı, yaklaşık 12 bin metrekarelik alana yayılan kazı alanında antik kentten günümüze kalanların kapsamlı bir şekilde araştırıldığını söyledi. Yastı, kazı çalışması sonunda günümüz Antakya’sının kent kimliği açısından kentin tarihi kaynaklarda sözü edilen Genç Antik Dönem ve sonrası kalıntıların ortaya çıktığını belirtti.

 

Antakya Arkeoloji Müzesi Arkeologu Demet Kara, çalışmaların halen devam ettiği alanda 20 bini aşkın taşınabilir tarihi eser kalıntısının bulunduğunu ayrıca taşınmaz kültür varlığı olarak nitelendirilen ve kesintisiz devam eden 850 metrekarelik alana yayılmış halede kale kalıntıları ile Hellenistik Döneme ait 12 metre kotunda sur duvarı bulunduğunu söyledi.

 

Halen parselde döküm çalışmalarının devam ettiğini aktaran Hatay İl Kültür ve Turizm Müdürü Aysun Çelenk ise Adana Koruma Kurulunun kararı ile bu parsel üzerinde Müze-Otel konsepti içinde otel yapımına izin verildiğini açıkladı.

 

Antiocheia döneminden kalan eserlerin bulunduğu parsel Hıristiyan Vatandaşların hac merkezi olan ve Vatikan’dan sonra Hıristiyanların 2. Hac merkezi olan St. Pierre Kilisesinin hemen karşısında bulunuyor.

 

Alınan karar doğrultusunda Antiocheia’ya ait kalıntıların üzerinde inşa edilecek otelin yüksekliği St. Pierre Kilisesinin dış cephesini kapatacak şekilde inşa edilemeyecek.

ntvmsnbc, 12.05.2011

ŞEHİR KÜLTÜRÜNDEN PARTİLERE KIRIK NOT

 

 

Meclis'te grubu bulunan üç siyasi parti temsilcilerinin katılımıyla gerçekleşen 'Kültür Mirası ve Kentsel Gelişim' panelinde meydanlardaki seçim atmosferi Pera Müzesi'nin konferans salonuna da yansıdı. Panele katılan hocalar Doğan Kuban ve Zekai Görgülü siyasi partilere 'kırık not' verdi.

12 Haziran genel seçimlerine bir ay kala, siyasi partilerin 'meydan muharebeleri' hız kesmeden devam ediyor. Liderler meydanlarda seçmenlerin karşısına çıkadursun, parti temsilcileri geçtiğimiz pazartesi günü İstanbul'da 'sessiz sedasız' bir panele imza attı. Avrupa Kültürel Miras Kurumu Europa Nostra'nın Türkiye temsilcisi Bizim Avrupa Derneği, 9 Mayıs Avrupa Günü'nü fırsat bilerek Meclis'te grubu bulunan üç siyasi parti temsilcisini bir panelde buluşturdu. Bizim Avrupa Derneği'nin kültür politikalarında partiler arasında ortak yaklaşımlar ve projeler üretilmesi amacıyla düzenlediği 'Kültür Mirası ve Kentsel Gelişme' başlıklı panel, meydanlardaki seçim atmosferinin Pera Müzesi'nin konferans salonuna yansıması şeklinde geçti.

 

Vecdi Sayar'ın yönettiği panele Adalet ve Kalkınma Partisi, yerel yönetimlerdeki başarılı uygulamalarıyla bilinen İdris Güllüce ve Avrupa Birliği (AB) eski genel sekreteri büyükelçi Volkan Bozkır ile katıldı. Cumhuriyet Halk Partisi adına Binnaz Toprak, Milliyetçi Hareket Partisi adına da Ahmet Turgut paneldeydi. Volkan Bozkır, müktesebatı gereği, olaya 'dışarıdan' bir bakışla AB ile müzakerelerde kültür faslına değindi. İdris Güllüce ise kültürel miras ve kentsel gelişme konusuna 'genel' bir açıdan yaklaştı. Kültür mirasına çok geç uyandığımızı ifade eden Güllüce, bunun tarihsel gelişim sürecindeki sebeplerini de kendi kültürüne yabancılaşan 'seçkinler'in tutumunda aramak gerektiğini söyledi.

 

Bu ifadenin salondaki 'seçkin' dinleyici topluluğunu nasıl rahatsız ettiği ise söz Binnaz Toprak'a geçince ortaya çıktı. Toprak, 'bu konulardan pek anlamadığını', hatır için geldiğini söylese de iktidar partisinin bazı icraatlarına yüklenerek, aslında nereden 'vuracağını' iyi bildiğini göstermiş oldu. Güllüce'nin 'seçkinler' ifadesinden girip 'çanak çömlek, Allianoi, Hasankeyf, Sümela'nın restorasyonu, Tarlabaşı ve Sulukule dönüşüm çalışmaları' gibi güncel konularla iktidar partisine yüklendi. Ahmet Turgut, panelin en 'hazırlıklı' konuşmacısıydı. Sinevizyondan sunumlarla iktidarı eleştiren Turgut, kendi ifadesiyle bir 'teknik eleman' olarak şehir planlaması konusunda 'top çevirdi.'

 

İki saat boyunca parti temsilcilerini dinleyen Prof.Dr. Doğan Kuban ve Prof.Dr. Zekai Görgülü, partili ayırt etmeksizin üç temsilciye de kırık not verdi. Görgülü, "Partilerin seçim beyannameleri tehlikeli bir popülizmin etkisi altında." derken "Şehirlerimizin en öncelikli sorunu herkesin istediği yere istediği binayı yapabilmesidir." tespitinde bulundu. Doğan Kuban ise, "Partiler burada kendi meselelerini konuştu. Biz kültürel mirası ve korumayı konuşamadık." diyerek paneli özetlemiş oldu. Türkiye'de 1951'den bu yana İstanbul için planlar yapıldığını, ancak hiçbir parti döneminde uygulanmadığını söyleyerek noktayı koydu: "Politikacıların a partisi b partisi fark etmez, hepsi aynıdır. Müteahhitleri değil 'varsa' uzmanları bulacaksınız."

Zaman, Haber: Ali Koca, 12.05.2011

ANTİK KENTLER İÇİN KORUMA PLANI

 

Büyükşehir Belediye Meclisi; Avcılar, Küçükçekmece ve Silivri'deki üç antik kent ile Yarımburgaz Mağarası ve Selimpaşa Höyüğü'nü koruma amaçlı planlarını onayladı. Bu bölgelerin "1/5000 ölçekli Koruma Amaçlı Nazım İmar Planları", Belediye Meclisi'nin önceki günkü toplantısında geçti. Raporlar, İstanbul Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'nun bu arazileri SİT alanı olarak tescilleyen kararı doğrultusunda kabul edildi.

Sabah, 12.05.2011

5 BİN YILLIK KURBAĞA FİGÜRÜNÜN SIRRI

 

 

Kütahya merkeze 25 kilometre uzaklıktaki Seyitömer Höyüğü kazısını yürüten Dumlupınar Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof.Dr. Nejat Bilgen başkanlığındaki ekip, geçen yıl topraktan yapılmış içki kabı buldu. Kabın, iki küçük kurbağanın, bir büyük kurbağanın sırtına binmiş şekilde figürle oluşturulmasına başlangıçta bir anlam veremeyen Prof.Dr. Bilgen, bir yerel gazetede yer verilen ve Domaniç-İnegöl karayolunda yollara dökülen kurbağaların fotoğraflarını inceleyince ilginç bir sonuca ulaştı.


Prof.Dr. Bilgen, 5 bin yıl öncesine ait figürün, kurbağaların ilkbahar aylarındaki çiftleşme döneminde gruplar halinde araziye dağılmalarıyla ilgili olduğunu fark etti. Kurbağaların eski devirlerde bölgede yaşayan insanlar tarafından kutsal varlıklar olduğu bilgisine ulaşan Prof.Dr. Bilgen, içki kaplarının da bu düşünceden hareketle yapıldığını belirledi. 

‘Dünyada buna benzer başka buluntu yok’
Geçen yıl bulunan kurbağa figürlü içki kabı, Kütahya Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor. Fotoğraflarını gördüğü birbirini sırtında taşıyan kurbağaların bilimsel bir bulguya ışık tuttuğunu ifade eden Prof.Dr. Bilgen, kazının ayrıntılarını şöyle anlattı: “Türkiye Kömür İşletmeleri Genel Müdürlüğü’ne bağlı Seyitömer Linyit İşletmesi Müessesesi havzasındaki Seyitömer Höyüğü’nde kazıları yaklaşık beş yıldır sürdürüyoruz. Burada geçen yıl Erken Tunç Çağı’na ait tapınakta bir içki kabı bulduk. Bu kap, bir büyük kurbağanın sırtına binmiş iki küçük kurbağadan oluşuyordu. Bunun nedenini araştırmaya başladık ve çok ilginç bilgilere ulaştık. Dünyada çeşitli hayvan figürlerinden sunu kapları vardı ancak ilk kez Seyitömer’de rastlanan kurbağa formundaki kaplarının esin kaynağına ulaşmamız bizi heyecanlandırdı. ‘Ryton’ denilen bu kaplar, eski çağlarda tanrılara içki sunulan özel kaplardır. Buluntu, Domaniç-İnegöl karayolunda görülen ve bu bölgede halen yaşadıkları anlaşılan aynı tür kurbağalarla anlam kazandı. Tesadüfen gördüğüm fotoğrafla önemli bir konu aydınlandı. Hala bölgede yaşadığı anlaşılan kurbağalar, bize o dönemlerde de yaşayan bu kurbağaların esin kaynağı olduğunu gösterdi. Buna benzer dünyada başka bir buluntu yok.” 

Geceleri yollara dökülüyorlar
Bahar aylarında geceleri yollara dökülen kurbağalara, Türkiye’de sıkça rastlanıyor. İkişerli ya da üçerli gruplar halinde birbirlerini sırtında yolun karşısına taşıyan kurbağalar, Domaniç-İnegöl karayolunun Kocayayla bölgesinde bahar aylarında geceleri görülüyor. Uzmanlar, kurbağaların birbirinin sırtına binmiş şekilde yollarda bulunmalarının sadece Domaniç ve İnegöl’e özgü olduğunu iddia ediyor.

Radikal, 12.05.2011

 

Gaziantep Büyüşehir Belediye Başkanı Asım Güzelbey, 27 Mays'ta açılacak olan Zeugma Mozaik Müzesi ile turist hedeflerinin 5 milyon olduğunu söyledi.

 

2 bin metrekare mozaiğin sergileneceği mozaik müzesinde sergilenecek olan mozaiklerle Tunus'ta Bardo Müzesi'ni geride bırakacağını ve Dünya'da birinci sıraya yerleşeceğini anlatan Güzelbey, Bir rakı fabrikasından dünya devi çıkardık dedi.

Güzelbey, müzenin belediye olarak yaptırıldığını ve 27 Mayıs'ta Ankara'daki 58 büyükelçi ve eşlerinin yarı sıra Kültür Bakanı'nın da katılımıyla açılacağını duyurdu. Güzelbey, eski rakı fabrikasını satın aldık ve müze yaptık. Bu müze açıldığında Gaziantep'e gelen turist sayısı 2 ile çarpılacak diye konuştu.

Zeugmüa Mozaik Müzesi'nde bin 450 metrekare mozaiğin sergilendiğini anlatan Güzelbey, “Halen 600 metrekare mozaik bekliyor. Onlarla birlikte toplam mozaikler 2 bin metrekareyi bulacak. Bakın burada çok önemli bir nokta var. Sergilenen mozaiklerin kalitesi, renk armonisi... Yıllardır bu mozaikler çalındı, söküldü. Ama bu yeni yapılan müze ile artık mozaiklerimiz sahiplendi. Burası Cumhuriyet tarihinde yapılan en büyük müze. 30 bin metrekare alan üzerine 4 katlı inşa edildi dedi.

Gaziantep değişiyor. Daha önce kebap ve lahmacunla alınan bir şehirdi diyen Güzelbey, Tabi bununla da övünüyoruz. O da bizim kültürümüz. En eski yerleşim birimlerinden birisi olan şehrimizin sadece yemek kültürüyle anılması eksiklik diye düşündük. Bu yapılan müze ve daha yapılan 6 müze ile Gaziantep Müzeler kenti olma yolunda ilerliyor şeklinde konuştu.

Gaziantep 27 Gazetesi, Haber: Leyla Özekşi, 12.05.2011

DEFİNE İÇİN TÜRBE MEZARI KAZDILAR

 

 

Ereğli´ye bağlı Kestaneci Mahallesi´nde çıkan yangın itfaiye ekipleri tarafından kısa sürede söndürüldü. Mahalle halkı ve muhtarı, yangının, mahallelerinde son günlerde artan define aramaya gelenler tarafından çıkarılmış olabileceğini iddia etti.

Ereğli'ye bağlı Kestaneci Mahallesi´nde mezarlık içerisinde yanmaya başlayan 30 yıllık meşe ağacı, itfaiyenin kısa sürede yaptığı müdahale ile söndürüldü. Yangını gören mahalle halkının itfaiyeye haber vermesinin ardından, yanan ağaca müdahale eden itfaiye görevlileri, daha sonra soğutma çalışmalarına başladı.


Bu çalışmaların yapıldığı sırada Kestaneci Mahallesi Muhtarı Cemal Kaymaz (61), son günlerde mezarlık alanında kuyular açıldığını ve bu kuyuların define aramak için kazıldığından şüphelendiklerini söyledi. Mahalle mezarlığında bulunan ve 100 yıllık olduğu belirtilen Cemal Kaymaz, dedelerinden bu yana türbe olarak bilinen mezarın ve çevresinin define arayanlar tarafından kazıldığını iddia etti.


Yakın zamana kadar mezarın üstünün sundurma ile kapalı olduğunu, ancak geçtiğimiz kış ayında sundurmanın yıkıldığını dile getiren Cemal Kaymaz, "Biz kendimizi bildik bileli mezarlığımızda bulunan mezarın türbe olduğunu biliyoruz. Dedelerimiz tarafından bu türbenin üzerinde tahtadan sundurma yapılmış. Buraya insanlar gelerek dualarını ediyordu. Ancak geçtiğimiz kış ayında bu sundurma yıkıldı. Bizler de yeniden sundurma için çalışma yapmak istedik. Geldiğimizde mezarın kazıldığını fark ettik. Bunun, define arayanlar tarafından yapıldığını düşünerek kazılan kısmı tahtalarla kapattık. Kısa süre sonra mezarın yan tarafının da kazıldığını gördük. Bu konuda tedirginiz. Sürekli olarak mezarlığımız kazılıyor. Bu konuda yetkililere başvurumuzu yapacağız. Gece saatlerinde kazıldığını düşündüğümüz mezarı kazanları görmedik. Açıkçası görsek bile müdahale edebileceğimizi düşünmüyorum. Yetkililere haber verip bu duruma çözüm bulmalarını isteyeceğiz. Yangının da bu nedenle çıkarılmış olacağını düşünüyoruz." dedi. Yangının tamamen söndürülmesinin ardından, itfaiye ve polis ekipleri mahalleden ayrıldı.

Değişim Medya, 11.05.2011

İSLAM BİLİM VE TEKNOLOJİ TARİHİ MÜZESİ UNUTULDU


Mayıs 2008'de Başbakan'ın da katıldığı kalabalık bir törenle açılan İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi unutuldu. Gülhane Parkı'nın içindeki müze kimsenin dikkatini çekmiyor. 2010 yılını 120 bin ziyaretçiyle kapatan müzenin müdürü Ömer Severoğlu, "Galiba biz kendimizi yeterince tanıtamadık. Bundan sonra görselliği öne çıkaran çalışmalara ağırlık vereceğiz." diyor.

 

Güneş yüzünü göstermeye başladığından olsa gerek Gülhane Parkı cıvıl cıvıl, kalabalık. Parkın içindeki İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi'nin kapısını çalansa neredeyse yok. O kapıyı işaret eden bir levha da ayrıca... Müze; günü 30, bilemediniz 40 kişiyle kapatıyor. "Yalnız okul gezilerinin olduğu günler 300-500 çocuk hep birlikte geliyor." diyor görevliler.

 

2008 Mayıs'ında Başbakan ve Prof.Dr. Fuat Sezgin'in uzun konuşmalarıyla açılan müze; ileriye değil, geriye gitmiş. İlk günlerde her bölümünde ilgili zamanı anlatan ve dahası o zamanın örnekleri taranarak oluşturulan minyatür perdeler vardı. Onların neredeyse hepsi kalkmış ki sayıları 110'du. Kalan birkaç tanesi de ters çevrilip öteyi beriyi kapatmak üzere değerlendirilmiş.

 

Konferans salonu kapı duvar. Müze açıldığı günden beri konuşulan ve pek kıymetli eserlerin yer alacağı kütüphaneden hala ses yok. Ne zaman açılacağı hakkında pek bir kimsenin fikri de... Aletlerin çoğu çalışmıyor. "İlk geldiklerinde aralarında çalışır vaziyette olanlar vardı. Düzenekleri çok basit. Hemen bozuluyor." diyor görevliler.

 

Tüm bunları, Müze Müdürü Ömer Severoğlu'na soruyoruz. Çok iyi niyetli o: "Kütüphane için Prof.Dr. Fuat Sezgin Vakfı'nın kurulması bekleniyordu, geçen yıl kuruldu, vaat edilen kitapların gelmesini bekliyoruz. Çalışmayan aletler içinse girişimlerde bulunduk, Almanya'dan bir görevli gelip problemleri çözecek. Kaldırılan müzik aletlerine gelince; onlar Topkapı Sarayı'na geri gitti. İleride açılacak Müzik Müzesi'nde değerlendirilecekler."

 

2010 yılını 120 bin ziyaretçiyle kapatmış müze. "Çok yetersiz." diyor ve ekliyor Severoğlu: "Bu sayı milyonları bulmalı. Öyle değerli eserler var ki içeride... Galiba biz kendimizi yeterince tanıtamadık. Bundan sonra görselliği öne çıkaran çalışmalara ağırlık vereceğiz."

 

Geçtiğimiz yıl Marmaray kazıları sebebiyle müzenin kimi bölümleri kapanmıştı. Ama gerekli çalışmalar yapıldı ve problem olmadığı tespit edildi. Şimdi bütün bölümler açık. Müze için hiçbir tehlike kalmadı. Tek tehlike, unutulması...

 

9. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar

İlk etapta 140 eserin yer aldığı müzede eser sayısının 800'ü bulması bekleniyordu. Şimdilik; astronomi, coğrafya, gemicilik, zaman ölçümü, geometri, optik, tıp, kimya, mineraloji, fizik, teknik, mimari ve harp tekniği sahalarında sergilenen 500 kadar eser var içeride. 9. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar olan dönemin bilimsel ve teknik gelişmelerini yansıtan bu eserlerin her biri Müslüman bilim adamlarının icatları. Aralarında; Sufi'nin gök küresi, İstanbul Rasathanesi'nin kurucusu Takiyüddin Efendi'nin su pompası ve saatleri, 1029 yılında Toledo'da yapılmış usturlab, 1048'de yapılmış mekanik güneş ve ay takvimi, Biruni'nin icat ettiği terazi ve onun tarifiyle yapılan pusula, Arap coğrafyacısı İbni Hauqal'ın gemisi ve 14. yüzyılda yapılmış dünyanın ilk tankı var.

 

Halife Me'mun'un ünlü haritası

Gülhane Has Ahırlar Binaları'ndaki müzenin hemen girişinde İslam bilim tarihinin en anlamlı çalışmalarından birine dayanarak yapılmış bir yerküre duruyor.

 

9. yüzyılın başlarında Abbasi Halifesi Me'mun'un 70 coğrafyacı ve astronoma dağıtarak 30 senede hazırlattığı dünya haritası... O zamanki dünya coğrafyasını şaşırtıcı bir doğrulukla gösteren haritanın yapıldığı biliniyormuş fakat kendisi bulunamıyormuş. Haritanın ortaya çıkarılması, üzerinde yapılan bilimsel çalışma ve kürenin müzede sergilenmesi -ziyaretçileri bekleyen diğer eserler gibi- Prof.Dr. Fuat Sezgin'in çalışmaları sonucunda gerçekleşmiş.

Zaman, Haber: Jülide Karahan, 11.05.2011

HALİÇ'TE METRO GEÇİŞİNE ONAY

 

 

İstanbul'un Dünya Miras Listesi'nden çıkarılmasını gündeme getiren Haliç Metro Geçiş Köprüsü'ne UNESCO heyetinden onay çıktı. Bağımsız bilim heyeti, köprü mimarisinin tarihi silüeti etkilemeyeceğine karar verirken bazı küçük yenilemeler yapılmasını istedi. Köprü mimarı Hakan Kıran, UNESCO nezdinde oluşturulan heyetin köprü hakkında iki rapor hazırlayarak Paris'e gönderdiğini söyledi. Kıran, UNESCO'nun Paris'te yapılacak haziran ayındaki toplantısının ardından köprü inşaatına başlamayı planladıklarını dile getirdi.

UNESCO'nun Dünya Mirası Listesi'nde yer alan İstanbul'un doğal dokusu ve tarihi görüntüsünün bozulmaması isteniyor. Bu kapsamda şehirde yapılacak mimari eserlerin tarihi yapıya zarar vermemesi gerekiyor. Taksim Metrosu'nu Marmaray ile entegre etmek için Haliç üzerinde iki direkli, boynuzlu ve üzerinde bir istasyonu bulunan köprü inşa edilmesi planlandı. Ancak köprünün Süleymaniye, Ayasofya ve Sultanahmet'ten oluşan tarihi silüeti olumsuz etkileyeceği yönünde uluslararası düzeyde tartışmalar yaşandı. UNESCO'nun Türkiye'ye gönderdiği heyet, projede birkaç değişiklik önerisinde bulunarak köprünün yapılmasına onay verdi.

Heyetin mimariyle ilgili önerileri arasında; direklerdeki kablo bağlantı noktalarının 3-4 metre düşürülmesi, bağlantı kablolarının çaplarının bir miktar daraltılması, köprünün denizle birleşen ayağının bir miktar inceltilmesi ve köprü üzerindeki istasyonun açılır-kapanır özellikte olması yer alıyor. Öneriler doğrultusunda mimari ve mühendislik çalışmalarının tamamlanmak üzere olduğunu dile getiren köprü mimarı Hakan Kıran, 10 gün içerisinde son çalışmanın bağımsız kurula teslim edileceğini ifade etti.

Zaman, Haber: Muzaffer Salcıoğlu, 11.05.2011

ROMANYA TARİHİ ESERLERE
22 BİN EURO ÖDEDİ

 

  

 

Romanya hükümeti, MÖ 200 ve MS 100 yılına kadar ülkelerinde yaşayan Dalmaçyalılara ait olduğu iddia edilen tarihi eserleri para vererek satın aldı.

Hükümet, Romanya'da kaçak yollarda çıkarılan aralarında 1 kiloya yaklaşan demir kalkan ve altın bileziğin izlerini Almanya'da buldu.

Romanya hükümetinin el yapımı tarihi eserlere 302 bin euro verdiği öğrenildi. Getirilen tarihi eserler başşehir Bükreş'teki Ulusal Müze'de sergilenmeye başlandı.

Türkiye Gazetesi, 11.05.2011

BATTALGAZİ'NİN EVİ GÜN YÜZÜNE ÇIKIYOR

 

Malatya’da 8’inci yüzyılda yaşadığı bilinen halk kahramanı Battal Gazi’nin doğduğu evin gün yüzüne çıkarılması için başlatılan kazı çalışmaları sürüyor.

 

Battal Gazi İlçesi’ndeki çalışmaları Kaymakam Abdulmuttalip Aksoy ve Belediye Başkanı Selahattin Gürkan yerinde inceledi. Başkan Gürkan, Battal Gazi Evi olarak tescil edilen evin rölöve ve restorasyon çalışmalarına esas teşkil edecek olan proje etüt çalışmasının sürdüğünü belirterek, “Battal Gazi’nin ilçemizde doğmuş olması nedeniyle kendi yurdunda mekanının yeniden ayağa kaldırılması, bugüne kadar gerçekleştirilmemiş, gecikmiş bir çalışmadır” dedi.

Hürriyet, 11.05.2011

LEONARDO DA VINCI'YE HAZIR OLUN

 

Londra’daki National Gallery (Ulusal Galeri) ekim ayında açacağı Leonardo da Vinci sergisi için bilet sayısını sınırlayacağını açıkladı.

Sergide izdihamı önlemek için her yarım saatte bir 180 bilet satma kararı aldılar. Biletlerin ön satışı ise şimdiden başladı. ‘Leonardo da Vinci: Painter at the Court of Milan’ adlı sergi, National Gallery’nin 187 yıllık tarihindeki en iddialı etkinliklerden biri olacak.

Sanatçının çok önemli 60 tablosu Londra’da bir araya gelecek. Sergi, Şubat 2012’ye kadar açık kalacak.

Radikal, 11.05.2011

İKİ ŞEHİR'E İLK TEPKİLER!

 

Tüm Türkiye'nin merakla beklediği ve ekranlara odaklandığı 27 Nisan'da Çılgın Proje Kanalİstanbul'u tanıtan Başbakan Erdoğan bugün yine bir çılgınlık yaparak İki Şehir projesini kamuoyu ile paylaştı. Her iki projenin de büyük yankı uyandırdığı aşikar. Aynen ilk proje açıklamasında olduğu gibi bugünküde de yine farklı değerlendirmeler yapıldı. Öyle görülüyor ki bundan sonra da iki yeni şehir projesini destekleyen de bu projeye karşı çıkan da olacak. Ve artık "İki Şehir Kanalİstanbul" projesinin seçim sonrasında başlaması halinde İstanbul tam bir şantiyeye dönüşecek gibi...

Bugünkü projeye gele ilk tepkiler ise şöyle:

İSTANBUL SERBEST MİMARLAR DERNEĞİ VE İSTANBUL III NUMARALI BÖLGE KURULU BAŞKANI SİNAN GENİM
"Kilyos'u geçtikten sonra Uskumruköy ve Yalıköy'e kadar uzanan Kuzeybatıya uzanan kıyı şeridinin hemen gerisidir. 100 yılı geçen bir sürede orada tahribat var. Orada ağaçlıklı bir oku var. Makilik alandır. Oranın rehabilitesi için iyi bir fırsat. Burası yeşil alan falan değil. Orada 100 yılı geçen ağaç bulamazsınız. Şehrin içindeki kaosu yaşamamak gibi bir şansımız olacak. "

YÜKSEK MİMAR VE KENT BİLİMCİ Prof.Dr. AHMET VEFİK ALP
"Eyüp ve Gaziosmanpaşa Belediyeleri'nin Karadeniz kıyısında "Kilyos dediğimiz bölge" zemini oyulmuş, krater boşlukları gibi delikler var. Ben o projeyi desteklemiştim. "İstanbul'un dev köstebek yuvalarını kapatalım" demiştim. Çıkan hafriyatın Karadeniz'e dökülmesi de kirlilik yaratıyor. O bölgedeki Terkos Gölü de bundan etkileniyor. Tatlı suyu ile Karadeniz'in tuzlu suyunun karıştığı söyleniyor. O maden ocaklarının yeşillendirilmesi, rehabilite ederek kazanılması doğru bir karar. Karadeniz'deki taş ocaklarının yerine, kanaldan çıkacak toprakla doldurulması ve sağlık ağırlıklı bir şehir kurulmasını destekliyorum.  Ben öyle olduğunu biliyorum.

Ben prensipte projeyi destekliyorum ama şartlarım var. Birincisi bu iki kentin İstanbul'a yeni ilave nüfus getirmemesine izin vermemeliyiz. Bir kısım yeniden yapılanırken bir kısım yerlerinde yeniden yeşillendirilmesi şartımdır.

İkincisi Üçüncü Boğaz Köprüsü. Bu yeni kentler ve kanal Karadeniz'e açılacak. Yeşil alanları ve su kaynaklarını barındıran bölge olması önemli. Ciğerlerimizden küçük bir parça kaldı. Bu üç proje de bu bölgeye giriyor. O zaman çok dikkatli olmak lazım. Bunları doğru yaparsak biteriz, kabus ve korku şehri olur. Bunları doğru yaparsak da İstanbul uçar gider. "

ŞEHİR PLANCILARI 2. BAŞKANI MEHMET MURAT ÇALIK
"Çalık, Karadeniz kıyısında yapılacak olması çevre açısından çok kötü olacağını söyledi. Çalık şunları aktardı:
"İstanbul'un bütün doğal kaynakları kuzeyde bulunuyor. İstanbul'un kuzeye doğru yayılması geleceği açısından çok büyük risk taşıyor. Kuzey'de ormanlarımız var bunlar ne olacak. Su havzalarının akıbeti belli değil. Buralar bizim değil bizden sonraki nesillere bırakacağız. Bu arazilerde birşeyler yapmak deprem sorununu çözmüyor. Bunu planlı yapılaşmalar ile çözebiliriz.
Yeni şehirlerin kurulacağı Karadeniz Bölgesi'nin deprem riskine de değinen Çalık şöyle konuştu; "İstanbul'un kuzeyleri topografik olarak Marmara kıyılarına göre daha güvenli.  Ama oraya Marmara kıyılarında yaşayanlar taşnmayacak. Oralara yeni nüfuslar gelecek ve şu anda yaşadığımız şehir merkezleri ne olacak. İlave trafik sorunları çıkacak."

Habertürk, 11.05.2011



******


BİR İSTANBUL'U KURTARMADAN

 

Başbakan, İstanbul'a iki İstanbul daha ekleme projesini de açıkladı. Bu, İstanbul'da yaşayanlara sorulmamış bir proje.

 

İki kentin daha İstanbul'un iki ucuna eklenmesinin, birinci sonucunun yeni "rant" alanları yaratılması olacağı bellidir. Şehrin iki yanına doğru araziler, binalar değer kazanacaktır.

Bu projenin sahipleri herhalde İstanbul'un diğer yörelerinde, merkezlerde yaşayanların bu yeni uydu kentlere taşınmasını öngörmüyordur.

 

Böyle bir ihtimal olmadığına göre, bu uydu kentlere yeni bir nüfus gelecektir.

 

Üçüncü köprü projesinin de, İstanbul'da yeni yerleşim alanları yaratmasının kaçınılmaz olduğu düşünülürse, bu projelerin tümünün gerçekleştirilmesi, İstanbul'un neredeyse iki kat daha büyümesi sonucunu getirecektir.

 

İstanbul'da su ve çöp sorunu kalmadı. Şu anda yok. Ama nüfusu fiilen 15 milyona dayanmış, dünyanın en önemli metropollerinden birinde trafik sorunu en ağır şekilde devam ediyor. İstanbul yerel yönetiminin yaptığı bütün tünellere, yeni yollara rağmen trafik sorunu çözülecek gibi de görünmüyor.

 

Bir İstanbul daha eklendiğinde su sorunu tekrar ortaya çıkabileceği gibi, trafiği kımıldamayan bir İstanbul'la karşı karşıya kalınması da çok kuvvetle muhtemeldir.


Şehirciler, üçüncü köprü ve son kanal projeleri dolayısıyla ortaya çıkabilecek yeni sıkıntılar ve şu anda olmasa de tekrar hortlayacak eski sıkıntılar konusunda uyarmayı sürdürüyor.

 

Bütün bunların ötesinde ve hepsinden daha önemli olan mesele depremdir. İstanbul'un beklenen kuvvetli depreme hazır olduğu çok kuşkuludur. Uzmanların muhtemel gördükleri kuvvette bir depreme İstanbul'daki binaların yarısı direnebilecek güçte değildir. Daha birkaç gün önce, Ali Sami Yen Stadı'nın yıkım çalışmaları sırasında, bu yapının güçsüzlüğü ortaya çıktı.

 

İstanbul'a birkaç İstanbul daha eklemenin, yeni yerleşim alanlarını teşvik etmenin "rant yaratmak" ve "para üretmek" gibi görece faydaları da o deprem gelip çattığında birer sıfırdan başka bir şey olmayacaktır.

 

İstanbul'a yapılacak bütün yatırımların deprem eksenli olması gerektiğini uzmanlar sürekli olarak belirtirken, hala yüz binlerce kişi potansiyel deprem kurbanı olarak yaşarken İstanbul'u büyütme projelerini savunmak mümkün değildir.

Vatan, Yazı: Okay Gönensin, 12.05.2011

BARLAR SOKAĞI'NDA VİKİNGLERİN EVLERİ BULUNDU

 

  

 

İrlanda'nın başkenti Dublin'in ünlü barlar sokağı "Temple Bar"da, Vikinglere ait yeni bir yerleşim yeri ortaya çıkarıldı. Bir inşaat firmasının Temple Bar'daki "Meeting House" meydanına büyük gölgelikler inşa etmek için yaptığı hafriyat sırasında bulunan Orta Çağ kalıntılarının iki Viking evine ait olduğu belirlendi.


Arkeologların tahminlerine göre, ortaya çıkartılan kalıntılar, vaktiyle bu bölgeden geçen Poodle Nehri üzerinde, 10'uncu ya da 11'inci yüzyılda sel altında kalan bir adacıkta bulunuyordu.
Kazı sırasında, daha sonraki dönemlere ait bazı çömlek parçaları da bulduklarını söyleyen arkeologlar, çalışmaların 6 hafta kadar sürebileceğini bildirdi.





Viking evlerinin bulunduğu "Meeting House" meydanı, yaz aylarında bazı festivallere ve açık hava film gösterimlerine ev sahipliği yapıyordu. Dublin'e gelen turistlerin öncelikli uğrak noktalarından "Temple Bar"ın merkezindeki bu küçük alan, hafta sonları da pazar yeri olarak değerlendiriliyordu.
Meydanın yıl boyunca kullanılabilmesini amaçlayan inşaat projesi kapsamında alana, yağışlı havalar düşünülerek, şemsiye görünümünde dört büyük gölgelik inşa edilmesi planlanıyordu.
Arkeologların açıklamaları sevinçle karşılanırken, festival organizatörleri de Dublin'de açık havada yapılacak kültür-sanat ve turizm etkinlikleri için çok fazla alan bulunmaması nedeniyle, yeni mekan arayışına girdi. "Meeting House"ta gelecek ay yapılması planlanan "Temple Bar'ın 20'inci Yılı" etkinliklerinin bölgedeki başka mekanlara dağıtılması düşünülüyor.

Vikingler, İrlanda'da henüz şehirlerin kurulmadığı 9'uncu yüzyıl başlarından 11'inci yüzyıl sonuna kadar varlık gösterdi, ancak adanın hakimiyetini hiçbir zaman bütünüyle ele geçiremedi.
Vikinglerin Dublin'in bugün bulunduğu ve "Baile Atha Cliath" olarak bilinen bölgeyi 9'uncu yüzyılda istila ettiği, burada kurulan yerleşime Poodle Nehri ile Liffey Nehri'nin buluştuğu noktada oluşan gölün karanlık sularından esinlenilerek İrlandaca "Dubh Linn" adının verildiği biliniyor. "Dubh Linn", "Kara Gölcük" anlamına geliyor.


İrlanda'daki Viking dönemi, kimilerince zengin Kelt kültürünün baltalandığı bir zaman dilimi olarak değerlendirilse de, Vikinglerin Dublin şehrinin kurucusu olduğu; bölgeye, gemicilik teknikleri ve ticaretin gelişmesi gibi önemli katkılarda bulunduğu yaklaşımı da kabul görüyor.


Dublin Belediyesi'nin her yıl kentin ortasından geçen Liffey Nehri kıyısında, Vikinglerin ilk yerleşim bölgesinde düzenlediği Viking Festivali özellikle turistlerin büyük ilgisini çekiyor. Savaşçılık tekniklerinin gösterilerle anlatıldığı festivalde, aslına benzetilerek yapılan giysiler, mutfak gereçleri, el işleri ve eşya yapımında kullanılan düzenekler de tanıtılıyor.


Kent merkezindeki "Dublinia" müzesi de İrlanda'da Viking dönemine ışık tutuyor.

Türkiye Gazetesi, 10.05.2011

TARİHİ ÇEŞMEYİ  DEFİNE UĞRUNA YIKTILAR

 

Giresun'un Görele İlçesi Çeşmebaşı Mahallesi Manastır mevkisinde bulunan tarihi Hurikaşı Çeşmesi, kimliği belirsiz kişi veya kişilerce define aramak için yıkıldı.

 

Çeşmenin bulunduğu mahallenin muhtarı Can Şahin, "Bu tarihi çeşmeyi yıkanların yakalanarak adalet önünde hesap vermesini bekliyoruz. Bu çeşme insanlar tarafından kullanılıyordu." dedi. Görele'de 40 yıl öncesine kadar yaklaşık 50 adet çeşme bulunduğunu hatırlatan Şahin, "Çeşmeler beldesi olarak anılan Görele bu özelliğini kaybetti. Bugün 50 çeşmeden geriye sadece birkaç tane kaldı. Bunlardan biri olan Hurikaşı Çeşmesi definecilerin saldırısına uğradı." dedi.

Zaman, 10.05.2011

SÜLEYMANİYE MAHALLESİ YENİDEN HAYAT BULACAK

 

  

 

Gümüşhane'de geçmişte Türkler, Ermeniler ve Rumların birlikte yaşadıkları 3 bin yıllık geçmişe sahip Süleymaniye Mahallesi, uygulanacak proje ile yeniden hayat bulacak.


Gümüşhane İl Kültür ve Turizm Müdürü Temel Yalçın, kentin tarihi açıdan en önemli mekanları arasında, Süleymaniye Mahallesi'nin önde geldiğini belirterek, "Süleymaniye Mahallesi 3 bin yıllık tarihe sahip. Yapılacak çalışmalarla Türkler, Ermeniler ve Rumların birlikte yaşadıkları, çalıştıkları, sevgi, hoşgörü ve barış sembolü olan Süleymaniye Mahallesi'nin, tarihsel kimliği günümüze taşınacak" dedi.


Kayıp geçmişi yakalamak, canlandırmak, gelecek kuşaklara nasıl bir medeniyete, geçmişe ve tarihsel kişiliğe sahip olunduğunu hatırlatmak için Süleymaniye Mahallesi'nde çok önemli bir çalışma başlattıklarını ifade eden Yalçın, "Bu mahallemizde 7 konak, 4 hamam, 5 cami, 7 kilise, 1 cezaevi ve 1 hükümet konağı ile 32 tarihi bina bulunuyor. Bir dönem mescit olarak kullanılan eski ilkokul binası 'Gümüşhane Evi Projesi' kapsamında bu yıl restore edilerek, il turizmine kazandırılacak" diye konuştu.






Yalçın, bu yerleşimde, kamunun restorasyonlarının arkasından gerçek kişilerin de tescilli olan evlerine restorasyon yapmaları gerektiğini vurgulayarak, şunları söyledi:
"Bakanlığımız, 'Taşınmaz Kültür Varlıklarının Onarımına Yardım Sağlanmasına Dair Yönetmelik' çerçevesinde mülkiyetinde tescilli kültür varlığı bulunduran özel mülkiyete proje ve proje uygulama yardımı vermektedir. Bu yerleşim yerinde kendilerine tescilli mülkiyeti bulunanlar, başvuruları halinde uygulama yardımı yapılmaktadır."

Gümüşhane Belediye Başkanı Mustafa Canlı, Gümüşhane'nin ilk yerleşim yeri olan Süleymaniye Mahallesi'ne giden yolun, tarihsel yapısına uygun olarak yenilenmesi için hazırlanan 5 milyon liralık projenin, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a kenti ziyareti sırasında sunduğunu söyledi.
Başbakan Erdoğan'ın destek vermesi halinde tarihi yolun, proje ile modern bir yapıya kavuşturulacağını belirten Canlı, "Yol, olmazsa olmazımızdır. Şu anda mevcut olan yoldan daha modern, çağdaş ve turizme açık bir çalışma yapacağız. Tretuvarlı olarak yapılacak yaklaşık 3 kilometrelik yol tamamıyla taş döşeme olarak planlandı" dedi.


Belediye Başkanı Canlı, Süleymani'ye Mahallesi'nde bulunan ve mirasçılarından alınarak mülkiyeti belediyeye kazandırılan Zeki Kadirbeyoğlu Konağı'nın yıkılarak tarihsel yapısına uygun olarak yeniden yapılacağını ifade ederek, "Özel İdare'den konağın yapımı için 100 bin lira aldık. Doğu Karadeniz Kalkınma Ajansı'na konağın yapımıyla ilgili proje sunduk. Projemizin kabul edileceğini düşünüyorum. Böylece finans sorununu çözeceğiz. Konağı bir yıl içerisinde bitirerek hizmete açmayı planlıyoruz" diye konuştu.

Türkiye Gazetesi, 10.05.2011

MAORİ KAFATASI 136 YI SONRA EVİNE DÖNDÜ

 

Yeni Zelanda ile Fransa arasında tartışmaya konu olan "kafatası" sorunu çözüldü. Kimliği meçhul bir Maori savaşçısının 1875'ten beri Paris'teki Rouen Müzesi'nde bulunan dövmeli kafatası, 136 yıl sonra törenle Yeni Zelandalı yetkililere iade edildi. Maori geleneklerine göre dövme yaptırılan kafatasları, ölünün akrabaları tarafından saklanıyor. Ancak kafatasları 18'inci yüzyıldan bu yana yabancılar tarafından ilginç bulunup denizaşırı yerlere götürüldüğü için Maori halkı bu geleneği giderek bıraktı. Fransa Senatosu, kafatasının iadesine geçen yıl izin vermişti. Ancak Mısır'a ait mumyaların iadesinin önünü açabileceği gerekçesiyle, bu karar ertelenmişti.

Sabah, 10.05.2011

TARİHİ SARAY RESTORE EDİLECEK

 

 

Erzurum Rölöve ve Anıtlar Müdürü Bakır, İshakpaşa Sarayı'nda son yılların en kapsamlı restorasyon çalışmasının başlatılacağını açıkladı. Bakır ayrıca Erzurum il merkezinde 3 ve Şenkaya'da tarihi bir evin de restorasyon yapılacağını bildirdi.

 

Ağrı Doğubayazıt'taki İshakpaşa Sarayı'nın büyük çaplı restorasyon çalışmalarına önümüzdeki günlerde başlanacağı ve iki yıl içerisinde tamamlanacağı bildirildi.

Osmanlı İmparatorluğu'nun Lale Devri'nde son büyük anıt yapısı olan İshakpaşa Sarayı tarihinin en kapsamlı restorasyonlarından birine hazırlanıyor. İstanbul Topkapı Sarayı'ndan sonra son devirde yapılmış sarayların en ünlüsünden olan İshakpaşa Sarayı geniş çaplı restorasyon programına alındı. Erzurum Rölöve ve Anıtlar Müdürü Suat Bakır, İshakpaşa Sarayı'nda son yılların en kapsamlı restorasyon çalışmasının başlatılacağını açıkladı. Bakanlık tarafından geçen yılın son aylarında 8 milyon tl'lik ihalesi yapılan Sarayın restorasyona mayıs ayının ortalarında başlanacak. Bakır, İshakpaşa Sarayı'nın zindan, harem odaları, mahkeme salonu, mescit ve ambar odalarının iki yıl içerisinde restore edileceğini söyledi. Restorasyon çalışmalarında konularında uzman restoratör mimarlar ile çok sayıda teknik elemanın görev alacağına vurgu yapan Bakır,"İshakpaşa Sarayı'nda 1988 yılından bu yana restorasyon yapıyor. Bu son restorasyon çok büyük ve kapsamlı bir şekilde gerçekleştirilecek. Ayrıca Ahmed-i Hani türbesinin de yine yıl içerisinde restorasyonunu gerçekleştireceğiz." dedi.

Rölöve ve Anıtlar Müdürü Suat Bakır, Kars Ani'deki Polatoğlu kilisesinin de bu yıl için restorasyon programına alındığını dile getirdi. Bakır, söz konusu kilisenin restorasyon ödeneğinin yeni geldiğini belirterek, "Ani'deki restorasyon çalışmalarımız devam ediyor. Bu yıl Polatoğlu Kilisesi'nin restorasyonunu tamamlayacağız. Yine Ani'nin koruma amaçlı imar planını yanı master palanını da tamamlamış olacağız." diye konuştu. Bakır, Artvin'deki tarihi Askerlik Şubesi binasının da restorasyon çalışmasının bu yıl içerisinde başlanıp tamamlanacağını kaydetti. Rölöve ve Anıtlar Müdürü Suat Bakır ayrıca Erzurum il merkezinde 3 ve Şenkaya'da tarihi bir evin de restorasyon yapılacağını sözlerine ekledi.

Erzurum Gazetesi, 10.05.2011

BULAK KALESİ 1. DERECE ARKEOLOJİK SİT ALANI OLDU

 

Merzifon'a bağlı Bulak Köyü yakınlarında bulunan Bulak Kalesi 1. Derece arkeolojik sit alanı ilan edildi.

İl Kültür Turizm Müdürlüğünden yapılan yazılı açıklamada, Merzifon'a bağlı Bulak Köyü ile Gümüşhacıköy'e bağlı Koç, Eymir ve Keçi Köyü arasında bulunan Bulak Kalesi'nin tescil edilerek 1. Derece arkeolojik sit alanı olarak tescillendiği belirtildi.

haberler.com, 10.05.2011

OSMANLI'NIN ÇILGIN PROJELERİ

 

 

Günlerdir Türkiye'nin merakla beklediği "Çılgın Proje " geçtiğimiz hafta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından açıklandı. Seçim vaadi olamayacak kadar dev bir proje. Bu topraklarda yaşayan ve hayal eden kimseler için aslında çok da dahiyane bir proje değil aslında . Osmanlı'da da hayal edebilen ileriyi görebilen insanlar vardı. Sayısız padişah ve sadrazam bu projeleri yüzyıllarca önce hayal edip kurgulamıştır; ama ne yazık ki dönemin ekonomik, siyasal, sosyal şartlar yüzünden bir türlü gerçekleşme imkanı bulamadı. Bunlardan bazıları Sokullu, Kanuni, Mimar Sinan'dı...

Sakarya Sapanca Marmara kanal projesi
Kanal projeleri dönemin ünlü veziri Sokullu Mehmet Paşa tarafından gündeme getirilmişti. Karadeniz ile Marmara'nın birleştirilme projesi yaklaşık 500 yıllık bir proje. Kanuni Sultan Süleyman da dahil olmak üzere tam 7 padişah bu kanalın açılması için çaba gösterdi. Sakarya Nehri Sapanca Gölü ve Marmara Denizi'nin birleştirilmesi ile ulaşım yönünde büyük rahatlamalar olacak, Osmanlı Devleti'nin kereste ihtiyacı bu açılan kanallar sayesinde daha da ucuza karşılanabilecekti; ama hala bir sonuç alınamadı. 11 önce Sakarya Valiliği tarafından proje tozlu raflardan indirildi. 5 asırlık bir rüya gerçekleşecek mi bilinmez ama çok da hayal ürünü bir proje gözükmüyor.

Tüp geçit projesi
Osmanlı padişahlarından Sultan 2.Abdülhamit yaşadığı yüzyıldaki gelişmelere paralel olarak sayısız projeler üretmiştir. 2. Abdulhamit, 19. yüzyılın sonlarına doğru devletin içinde bulunduğu politikalar gereği birçok şeyi gerçekleştirememiş olsa da planladığı projelerle geleceğin inşaası için çaba göstermiş bir hükümdardır. Osmanlı topraklarında, ulaşım açısından dönemin en önemli taşıtlarından biri olan tren için kilometrelerce ray döşendi.

Dipnot, Haber: Kenan Taş, 09.05.2011

MAHKEMELİK TABLO, MAHMUT CUDA'NIN DEĞİLMİŞ

 

Türkiye Halk Bankası'nın 2006'da düzenlediği "1800'lerden Günümüze Zamanın Belleği" sergisinde Mahmut Cuda imzasıyla yer alan natürmort tablonun ünlü ressama ait olmadığı mahkeme kararıyla kanıtlandı.

 

Babasının böyle bir tablosu olmadığını savunan Nadiya Düren, tablonun sergiden ve katalogdan çıkartılmasını istemişti. Tablo çıkartılmayınca Düren, bankaya 5 bin TL'lik sembolik tazminat davası açmıştı. İncelemeler sonucunda tablonun Cuda'ya ait olmadığına karar verilince mahkeme, tazminata hükmetmişti. Banka itiraz edince dosya, Yargıtay'ın gündemine taşındı. 11. Hukuk Dairesi de kararı yerinde buldu.

Zaman, 09.05.2011

SELİMİYE, UNESCO DÜNYA MİRASI KALICI LİSTSİ'NE GİREBİLİR

 

 

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, UNESCO dünya mirası kalıcı listesine Türkiye'den 27 aday gösterildiğini söyledi.

 

Günay, UNESCO dünya mirası kalıcı listesine Selimiye Camii'nin girmesi konusunda bir haber aldığını belirterek sözlerine şöyle devam etti: "Selimiye 19 Haziran'dan sonra bu listeye girecek. Bu benim için seçim sonuçları kadar önemli. 19 Haziran'dan sonra Selimiye UNESCO dünya mirası kalıcı listesinde yer alacak."

Türkiye'nin UNESCO dünya mirası kalıcı listesinde dokuz alanı olduğunu belirten Bakan Günay; sözlerini şöyle sürdürdü: "18 aday alanımız vardı. Önceki yıl büyük bir uğraşla beş ilave yapmıştık. Geçen haftalar içinde dört yeni yer daha girdi. Bunlardan bir tanesi Bergama. Şimdi aday alanlarını 27'ye çıkarmış olduk. UNESCO kalıcı listesine yeni alanlar sokmaya çalışıyoruz. Selimiye birinci sırada, Alanya ikinci sırada, Efes üçüncü sırada. Sanıyorum 19 Haziran'dan sonra uzun yıllardan bu yana kalıcı listesindeki alana 10'a çıkmış olacak. Çünkü olumlu raporlar üst komiteye önerildi. İnşallah Selimiye 19 Haziran'dan sonra bu listeye girecek. Bu benim için seçim sonuçları kadar önemli. 19 Haziran'dan sonra Selimiye UNESCO dünya mirası kalıcı listesinde yer alacak. Böylece Troya, Pamukkale, Safranbolu, Kapadokya, Divriği, İstanbul tarihi alanları var. Doğrudan doğruya Türk- İslam geleneğinin örneği olarak da Selimiye girmiş olacak. Bu çok güzel ve müjdeli bir haber. Beni çok sevindirdi."

Turizm Gazetesi, 09.05.2011

"O BOŞLUK HEP BAKİ KALACAK"

 

Ressam Mehmet Güleryüz, "İnsanlık Anıtı'nın ortadan kaldırılmasının yarattığı boşluk baki kalacak. Yıkılmak istenen heykel değil, iradedir" dedi.

 

İnsanlık Anıtı’nın parçalanmasını izlediniz mi?
Hayır tabii ki. Yapımını izlemeyi tercih ederim. Zaten Mehmet’le (Aksoy) uzun uzun yapım sürecini konuşmuştum. Çünkü bir heykel olarak Türkiye’de bugüne kadar yapılmış çok büyük işlerden biriydi. Boyutlarını, işçiliğini ancak yerinde gördüğünüz zaman idrak edebiliyorsunuz. Sanatçı olarak öyle bir inşaatın ve formun nasıl çıktığını görmek istiyordum, artistik olarak sorularım vardı. Yıkımdan bir gün önce apar topar Kars’a gittim. Aynı zamanda bu yapılanı onaylamadığımı da göstermiş oldum. 

Artık bir önemi yok tabii de…Yapıtı nasıl buldunuz?
Topografyasıyla ilişkilendirerek baktığımda çok etkilendim. Bitmemiş olmasına rağmen dökümdeki kalite ve çevreyle ilişkisi bakımından sıradan ötesi bir iş. Sonra cüretli. Çok kereler gittiğim ve üstüne düşünmüşlüğüm olan Kars şehri için de kıymet. Oraya zamanın ruhunu ve düşünceyi götürdü çünkü. 

Hala şimdiki zaman kipi kullanıyorsunuz, heykelden pek az şey kaldı geriye…
Neden biliyor musun… Bu heykelin ortadan kaldırılmasının yarattığı boşluk daima baki kalacaktır. Çok büyük bir hata yaptılar, çünkü aslında bir sanat yapıtının, dolayısıyla düşüncenin varoluşunu kavrayamıyorlar. Yahut da çok iyi kavradıkları için bu işi yaptılar. Çünkü aslında ortaya konan o yapıt bir iradeyi simgeliyordu. 

Ne iradesi?
Varoluş iradesi. Düşünme iradesi. Yıkılmak istenen heykel filan değil ki… Bu irade. Sanat iradesinin gücünü kırmaktır amaç. Yapılan şeyin tercümesi nedir: Sen düşünürsün, sen yaparsın ama bende öyle bir güç var ki yıkarım. Yüzeysel bakarsanız, “E yıktılar, demek ki siz sanatçılar kaybettiniz, kaybetmeye mahkumsunuz” diyebilirsiniz. Ama yapmanın gücü her zaman yıkmanın gücünden üstündür. Peki ya yıkanlar? Onlar çöller yaratır, o kadar. 

Siz de üstünüze mi alındınız bu yıkımı?
Elbette. Ülkemin insanı da şu an anlamasa, hatta o heykelin yıkımına destek verse bile kendinde açılan yarayı başka bir zaman, başka bir olayda hissedecek. 

Nasıl yani?
Hayatında mana eksikliği olacak. Yaratılmış bir düşünceyi, sanat eserini koruma güdüsünden uzak bir toplumda mana da olmaz. Tüm bu darbeler bizi sıradanlaştıracak. Bu sıradanlık, bu ıssızlık ekonomik veya politik olarak toplum olarak kendimizi en güçlü hissettiğimiz bir zamanda en büyük zaafımız olacak. Bu milletin zaafiyetini hazırlıyorlar. 

Kim hazırlayanlar?
Bu heykelin yıkma emrini verenler, buna ses çıkarmayanlar, bundan memnuniyet duyanlar, sokaklara dökülmeyenler ya da mesela bu söylediklerimi “Bir heykel olayı bu kadar büyütülür mü” diye yorumlayacak kadar küçük ve sığ düşünenler… Hepsi. Bu heykelin yarattığı boşluk, varlığından bile daha önemli. O boşluk, saydığım herkesi yutar. 

Bu gelişme sanat camiasını nasıl etkiliyor?
Biz sanatçılarla ilgili gizledikleri gerçek düşüncelerini görmüş olduk. Aslında sadece sanatçılarla ilgili değil. Sözü verilmiş bir barış jestiydi o heykel. Dış politikada Ermenistan’a bir adım daha yaklaşmamızın sözüydü. Tutulmadı. 

Siz niye konuşuyorsunuz?
Ben ve benim yaş grubum sanatçılar çok uzun yoldan geldik Ezgicim. Yaşadığımız sürece de o yoldan gideriz. Ama bu demek değil ki bu ülkenin insanına kırgın değiliz. Kırıldık biz, bunu bilin. 

Sanatçıların kırgınlığı Türkiye’nin umurunda mı?
Aslında siz sanatçılar Türkiye’nin umurunda mısınız diye sorsan daha doğru. Acıklı bir şey. Eğer bizlerin olmadığı, kırılıp döküldüğü bir Türkiye daha mutlu olacaksa, olmayalım biz. Ne diyeyim. Ama içten içe biliyorum ki, bize her zaman yer var burada. 

Yabancı sanatçıların tepkisi ne diyor olanlara?
Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği’nin dünyadaki 50 küsur ülkedeki başkanı aradı. Bedri’nin başına gelenlerden sonra şoka girdiler. Ne oluyor orada diyorlar.

Bedri Baykam’ın bıçaklandığı gün onunla birlikteydiniz değil mi?
Evet, bu heykel konusu nedeniyle bir toplantı yapıyorduk. Bir-iki dakika sonra bu olay oldu. Duyduğumda nasıl bir acı çöktü göğsüme anlatamam. 

Aklınızdan neler geçti?
Ne kadar safız dedim. Aramızdan hiç kimsenin böyle kalleş bir saldırının öznesi olmayacağına dair, bu ülkenin sağduyusuna karşı saf bir güven duyuyorduk. Ama artık o saf güveni de kaybettik. Bir ressamı öldürmeye teşebbüs eden adamı yaratan ortam neyin nesidir? 

Sizce?
Altını çizerek söylüyorum, aynen yaz: O heykelin yıkılmasını salık veren zihniyet, ressamı bıçaklamayı aklından geçirenlere harekete geçme ortamı yaratmıştır. Bu tür gerginlikler yaratmak, hedef göstermek hasta bünyelerde pekala karşılığını bulur. O yüzden o hasta kişinin meselesi değildir bu, onu azmettiren kişiler de suçludur. 

“Ucube bulunmayacak eserler yaratayım, bıçaklanmamak için fikirlerimi söylemeyeyim” diyecek sanatçılar çıkar mı bundan böyle?
Kendini sanatçı zannedenler aynen böyle bir yol tutacaktır. Bir yandan da bak şöyle bir durum var: İlham gelip giden bir şey değildir. Şuurun beklenilmeyene açık olma halidir ilham. Bu ortam gerçek sanatçılar için o yüzden verimlidir de. Çünkü aklınızın içinde düşünceler birbirine sürtüşür ve o beklenmeyen kıvılcım çakar. Türkiye’nin en önemli duruş ve tavırları da baskı dönemlerinde çıkmıştır. 

Başbakan’la karşılaşsanız, İnsanlık Anıtı’nın kıymetini, Marmaray’da çıkan arkeolojik parçaların çanak-çömlek olmadığını anlatmayı dener misiniz?
Her şeyin bir zamanı var. Öğrenmenin değil ama dinlemenin ve duymanın bir zamanı var. O safha geçilmiş gördüğüm kadarıyla.

Radikal, Yazı: Ezgi Başaran, 09.05.2011

EVLİYA ÇELEBİ'NİN CAMİSİ KURTARILIYOR

 

Seyyah-ı alem Evliya Çelebi'nin seyahatlarine başlamasına neden olan rüyayı gördüğü cami olarak bilinen Eminönü'ndeki Ahi Çelebi Camisinin su baskını tehditlerinden kurtarılması için yapılan çalışmalarda sona gelindi. Haliç kıyısındaki tarihi camide su baskını yaşanmaması için yapılan drenaj çalışmasından sonra zemindeki yağmur suyu camiye ulaşmadan alınacak. Denize doğru kayma olduğu tespit edilen tarihi yapının zarar görmemesi için kıyı bandında çelik kazık çakılacak. Caminin Eminönü sahilindeki turistik amaçlı çalışan tekneler için de düzenleme yapılacak. Yıl sonuna kadar tamamlanması planlanan çalışmalarda caminin yakın çevresindeki 25 bin metrekarelik bir alanın çevre düzenlemesi de yapılıyor. 17 bin metrekaresini yeşil alan, 8 bin metrekaresini sert zeminli yürüme alanları oluşturuyor.

Sabah, Haber: Zeynel Yaman, 08.05.2011

HASANKEYF TURİZME AÇILDI

 

 

Batman'ın İlçesi'nde 10 ay önce kopan kaya parçasının, bir kişinin ölümüne sebep olması nedeniyle ziyarete kapatılan ören yeri, yapılan çalışmaların ardından yeniden açıldı.

Hasankeyf Kaymakamı Cevat Uyanık, açılış töreninde yaptığı konuşmada, 10 ay önce ziyarete kapatılan ören yerinde yapılması gereken çalışmaların tamamlandığını ve Hasankeyf'in yeniden turizme kazandırıldığını söyledi.

Ziyaretçilerin, Hasankeyf'i gençlerden oluşan 30 kişilik bir ekiple gezerek, bilgi alabileceklerini anlatan Uyanık, ''Personelimiz bu hizmetleri karşılığında gezdirdikleri grup başına 5 TL alacak'' dedi.

Hasankeyf Belediye Başkanı Vahap Kusen de ören yerinin ziyarete kapatılmasının turist kaybına neden olduğunu belirterek, Hasankeyf'in yeniden turizme kazandırılmasından duyduğu mutluluğu dile getirdi.


Hasankeyf'in dünyada eşine az rastlanan bir tarihi doku ve bir açık hava müzesi olduğunu belirten Kusen, ''Ören yerinin ziyarete tekrar açılması, hem ziyaretçiler hem de ilçe ekonomisi için çok iyi oldu'' diye konuştu.

Yeni uygulamayla 3 TL'lik biletle gezilebilecek Hasankeyf'in ilk biletini Kaymakam Uyanık ve Belediye Başkanı Kusen satın aldı.

Sabah, 08.05.2011

PAMUKKALE DEĞİŞİYOR

 

UNESCO'nun Dünya Miras Listesi'nde bulunan beyaz cennet Pamukkale'nin çehresi, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın talimatıyla değişecek. 5 yıl önce dönemin Denizli Valisi Hasan Canpolat tarafından kamuoyuna duyurulan ancak bugüne kadar hiçbir ilerleme kaydedilmeyen uzay çatılar ve yolların genişletilmesi projesi, Başbakan'ın talimatıyla yerine gelecek.


Erdoğan, geçtiğimiz Ocak'taki Denizli ziyaretinde Pamukkale yolunun iyileştirilmesi ve 5 yıldır kaldırılması beklenen güney ve kuzey kapılarındaki uzay çatılar konusunda talimat vermişti. Turizm cennetine yakışmayan yolun yeniden ele alınması için hazırlanan projeye, Aydın Kültür ve Tabiat Varlıkları'nı Koruma Kurulu'ndan onay çıktı. Onayın ardından geçtiğimiz gün kurul üyeleri, Pamukkale ve Karahayıt arasındaki yolda inceleme yaptı. Vali Yavuz Erkmen'in de katıldığı gezide, Aydın Kültür ve Tabiat Varlıkları'nı Koruma Kurulu Başkanı Prof.Dr. Kadir Pektaş, Özel Çevre Koruma Şube Müdürü Ali Rıza Sığırtmaç, zeminin iyileştirilmesi ve yolun genişletilmesi konusunda görüş alışverişinde bulundu.

Yeni Asır, 08.05.2011

RESİM, AŞK GİBİ ETKİ YAPIYOR

 

İngiltere’de College London Üniversitesi’nde yapılan araştırmaya göre sanat eserlerine bakmak insanı aşık olmak kadar mutlu ediyor.

 

Araştırmaya katılanların eserlere bakınca beyinlerindeki zevk ve istekle bağlanlı bölümdeki kan akışının, tıpkı aşık olunduğunda yaşandığı gibi yüzde 10 arttığı ortaya çıktı. John Constable, Jean Auguste Dominique Ingres ve Guido Reni’nin eserleri en çok haz uyandıran resimler oldu.

Milliyet, 08.05.2011

ÇİN SEDDİ'NİN YENİ PARÇALARI

 

Çinli arkeologlar ülkenin kuzeydoğusundaki Lioning eyaletinde Çin Seddi’nin 20 kilometrelik yeni kalıntılarına ulaştı. Çoğunlukla tuğla ve taşlardan oluşan kalıntılar Suicong kasabasının dağlık kesiminde bulundu. Duvarın yeni bulunan kalıntılarının Ming Hanedanlığı (1368-1644) dönemine ait ve büyük oranda aşınmış olduğu belirtildi. Yetkililer, gün yüzüne çıkan kalıntıların uzun yıllardır bölgede yaşayan çiftçiler tarafından farkında olmadan ev ve kulübe yapımında kullanıldığını aktardı. Dünyanın en büyük duvarı olan Çin Seddi, ilk olarak Savaşan Beylikler döneminde (MÖ 475-MS 206) Çin’in kuzey kesiminden saldırıları engellemek için inşa edilmiş, duvar son hanedanlıklar döneminde tamamlanmıştı.

Radikal Hayat, 08.05.2011

"İZMİR'İN TARİHİ DAHA DA ESKİLERE GİDEBİLİR"

 

 

Bornova Belediyesi’nin katkılarıyla Yeşilova Höyüğü’nde yürütülen çalışmalarda İzmir’de yerleşik hayatın 8500 yıl öncesine kadar gittiğini kanıtlayan buluntular çıkarıldı.

 

İzmir’de yerleşik hayatın 8500 yıllık olduğunu kanıtlayan buluntuların çıkarıldığı Yeşilova Höyüğü ile ilgili çalışmalar Bornova Belediyesi’nin desteği ile sürüyor. Kazıları yürüten ekibin başında bulunan Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyelerinden Yrd. Doç.Dr. Zafer Derin bir sunum ile çalışmaları anlattı.

 

Derin, Bornova Belediyesi Uğur Mumcu Kültür Merkezi’nde düzenlenen toplantıda, Yeşilova Höyüğü’ndeki çalışmalar sonucunda İzmir tarihinin daha eskilere gidebileceğini açıkladı.

 

Yeşilova Höyüğü yakınında bulunan Yassıtepe Höyüğü’nde de kazı çalışmaların başladığını dile getiren Zafer Derin bu Höyükte de Yeşilova Höyüğü kadar eski bir yerleşime rastlayacaklarını öngördüklerini söyledi.

 

Yeşilova Höyüğü’nde 2005 yılında Ege Üniversitesi arkeoloji öğrencileriyle çalışmaya başladıklarını hatırlatan Yrd. Doç.Dr. Zafer Derin, “Bakanlık o dönem 5 projeyi kabul etti. Bu projelerden biri de Yeşilova Höyüğü’ydü. 2005 yılından bu yana çalışmalarımızla İzmir’in tarihininin 8500 yıla kadar uzandığını kanıtlayan buluntular çıkardık. 2011 yılında çalışmalarımız artan desteklerle devam ediyor. Bornova Belediyesi’nin kazı çalışmalarımız üzerinde çok büyük desteği var. Hayallerimizdeki projeleri gerçekleştiriyor. Biz o alanda gerçekleştirdiğimiz kazılarla o dönemde yaşayan insanların hangi tür besinleri tükettiklerini, hangi hayvanların yaşadığını öğreniyoruz. Yeşilova Höyüğü’nü Bornova Belediyemizin gerçekleştireceği Ziyaretçi Merkezi projesiyle bu değerleri herkesin görebileceği yer haline getireceğiz. Biz Yeşilova Höyüğü kazı alanıyla Bornova’nın adını tüm dünyaya duyurmayı hedefliyoruz. Ziyaretçi Merkezi projesiyle birlikte Yeşilova’nın çehresi çok değişecek. Şimdiden bölgenin değeri artmaya başladı bile” dedi.

 

Yeşilova Höyüğü ile ilgili proje yarışmasına çıktıklarını ve bu yarışmada birinci gelen projeyi hayata geçireceklerini belirten Bornova Belediye Başkanı Prof.Dr. Kamil Okyay Sındır, “8500 yıl önceki dönemi ziyaretçilere yaşatmak için özel bir çaba harcıyoruz. Amerika Birleşik Devletleri’nin tarihine baktığımızda ancak 300-400 yıl geriye gidebilir. Bizim Bornovamız’da 8500 yıllık bir tarih var. Zafer Derin hocamızın gayretleriyle belki bu tarih daha da geriye gidecek. Bornova Belediyesi olarak biz Tarihi Kentler Birliği’ne ilk girdiği yıl ödül alan bir belediyeyiz. Turizm adına bir dizi etkinlik çabasına girdik. ‘Bornova’nın Belleğine Yolculuk’ toplantısıyla bu ilçede belediye başkanlığı yapmış herkesi bir arada buluşturduk. Şimdi adım adım daha da derinlere gitmek istiyoruz. Bornova çok zengin belleğe sahip bir kent… Bornova’da emeği geçmiş herkesi ilçede yaşayanlarla buluşturacağız” diye konuştu.

Ege Postası, 08.05.2011

DÜNYANIN MİRASI ANADOLU'DA

 

 

İlk mağara kilisesi ve Hristiyanların hac yeri olarak kabul ettiği Hatay'daki St. Pierre Kilisesi, UNESCO'nun “Dünya mirasları” listesiyle ününü taçlandırmaya hazırlanıyor.

UNESCO'ya bağlı “Dünya Mirasları Komitesi” tarafından belirlenen ve dünya için önemli değerler taşıdığı kabul edilerek, bulundukları ülkenin devleti tarafından korunması garanti edilen doğal ve kültürel varlıkların yer aldığı “Dünya Mirası Geçici Listesi”nde yer alan St. Pierre Kilisesi'ne sahip olan Hatay, farklı dine inananların bir arada barış ve kardeşlik içerisinde yaşadığı “Hoşgörü Kenti” olarak biliniyor.

 

Doğal güzelliklerinin yanı sıra, tarihi zenginliğiyle de ön plana çıkan Hatay'ın bu değerleri arasında Anadolu'nun ilk camisi olan Habib-i Neccar, mozaik koleksiyonu zenginliği bakımından dünyada ikinci olan Arkeoloji Müzesi ve ilk mağara kilisesi St. Pierre de yer alıyor.


Reyhanlı İlçesi yolu üzerindeki Habib-i Neccar Dağı eteklerinde yer alan kilise, MS 30'lu yıllarda, Hz. İsa'ya inananların gizli gizli buluştukları yer olarak biliniyor. Kayalara oyulmuş 13 metre derinliğinde, 9.5 metre genişliğinde ve 7 metre yüksekliğinde bir mağaradan oluşan kilise, Hristiyanlığın en eski kiliselerinden biri ve ilk mağara kilisesi olarak biliniyor. Kilisenin, bir de dağa açılan tüneli bulunuyor. Bu tünelin, burada toplanan Hristiyanların baskınlar sırasında kaçmak için kullandıkları sanılıyor.

 

Papa 6. Paul tarafından 1983 yılında Hristiyanlar için hac yeri olarak ilan edilen kilise, her yıl 29 Haziran'da hac görevini yerine getirmek isteyen Hristiyanlara ev sahipliği de yapıyor.

Bu arada, Kültürel varlıkların “Dünya Mirası Listesi”ne alınması, 19-29 Haziran 2011 tarihleri arasında yapılacak “Dünya Mirası Komitesi 35. Toplantısı”nda belirlenecek. Hataylılar, bu tarihi heyecanla bekliyor.

Hatay Valisi Mehmet Celalettin Lekesiz, yaptığı açıklamada, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın öneresiyle, ST. Pierre Kilisesi'nin, UNESCO Dünya Mirası Geçici listesine alınmasının gururunu ve heyecanı yaşadıklarını söyledi.

 

Lekesiz, ilk mağara kilisesi olan St. Pierre'nin, Hristiyanlık adının ilk çıktığı ve yayılmaya başladığı yer olması nedeniyle bu dine mensup kişilerce özel bir öneme sahip olduğunu, buraya her yıl çok sayıda yerli ve yabancı turistin geldiğini belirtti.


Lekesiz, geçmişe yolculuğun yaşandığı bu tarih hazinesinin korunması ve gelecek nesillere en iyi şekilde devredilmesi için geçtiğimiz yıl ocak ayında restorasyon projesinin hazırlanıp ihaleye çıkarıldığını ancak, projenin sadece St. Pierre Kilisesi'nin iç ve dış restorasyonunu kapsadığı için bunu yeterli bulmayıp ret ettiklerini bildirdi.

 

Bunun üzerine kilisenin restoresinin yanı sıra, otobüsler için park yeri, ziyarete gelenlerin dinlenip güzel vakit geçirebilecekleri güzel bir kafe ile hediyelik eşya satışının yapılabildiği bir alanın oluşturulmasını da kapsayan bir başka proje hazırladıklarını anlatan Lekesiz, “Projenin önümüzdeki ay Anıtlar Kurulu'nda geçmesini bekliyoruz” dedi.


Proje kabul edildikten sonra maliyetinin hesaplanarak ihalesinin yeniden yapılacağını anlatan Lekesiz, restorasyonun ardından St. Pierre Kilisesi'nin ilin ve ülkenin turizmdeki rekabet gücünü daha da arttıracağını kaydetti.


Vali Lekesiz, kilisenin UNESCO Dünya Mirasları Geçici listesine girmesiyle tüm seyahat acentelerinin broşürlerinde, turizm sektörüyle ilgili tanıtım yapan dergilerde yer alacağını, ününe ün katacağını ifade etti.

Hürriyet, Haber: İsmihan Özgüven, 08.05.2011

URLA LİMANTEPE SUALTI ARKEOLOJİK KAZI ÇALIŞMASI

 

Urla Limantepe su altı arkeolojik kazı çalışmalarını, turizme açmak için hazırlanan projenin tamamlandığı bildirildi.

 

Urla Limantepe su altı arkeolojik kazı çalışmalarını, İzmir Kalkınma Ajansı’nın (İZKA) Turizm ve çevre Mali Destek Programından yararlanarak turizme açmak için hazırlanan projenin tamamlandığı bildirildi.

 

Kazı Heyeti Başkanı Profesör Hayat Erkanal, tanıtım toplantısında, Urla’da İskele ve Çeşmealtı bölgesinin, hem kara hem de deniz bölümlerinin arkeolojik SİT alanı olması nedeniyle serbest dalışa kapalı olduğunu belirterek, proje sayesinde kazı ekibi rehberliğinde bölgede dalışlar yapılabileceğini söyledi.

 

Projenin, Urla’nın su altı tarihsel zenginliğinin sergilenmesi açısından önemine işaret eden Erkanal, “Bölgenin 8 bin yıllık geçmişine ulaştık. Bölgede bir adet olarak bilinen antik limanların sayısı, 5′e çıktı. Proje tamamlanmadan turistler gelmeye başladı” dedi.

 

Proje çerçevesinde, dernek bünyesinde dalış donanım, ekipman ve malzemeleri ile 13 metre uzunluğunda polikarbon malzemeden yapılan dalış teknesi temin edildi.

habrler.com, 08.05.2011

İSTANBUL ARKEOLOJİ MÜZELERİ İMPARATORLARI AĞIRLIYOR

 

 

İstanbul Arkeoloji Müzeleri ‘İmparatorlar İstanbul’da: Hitit’ten Osmanlı’ya’ sergisi ile imparatorları ağırlıyor.

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan yapılan yazılı açıklamaya göre, 11 Mayıs -1 Ağustos tarihleri arasında ziyarete açılacak olan sergi, Hitit İmparatorluğu, Pers İmparatorluğu, Makedonialı İskender’in İmparatorluğu, Roma İmparatorluğu, Doğu Roma İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu olmak üzere birbirini izleyen beş bölümden oluşuyor.

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı 14 ve Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı 2 eserin de yer alacağı sergide toplam 16 müzeden 210 eser yer alıyor. İstanbul Arkeoloji Müzeleri ek binasındaki Assos Salonu’nda hazırlanan serginin birinci bölümü, MÖ 2000 yılında Anadolu’nun büyük bölümünde ve zaman zaman da Kuzey Suriye’ye kadar uzanan bölgede hüküm süren Hitit İmparatorluğu’nun iz bırakan imparatorlarını ziyaretçilerle buluşturuyor.

 

İkinci bölümde, Doğu’dan gelerek MÖ 6-4. yüzyıllar arasında Anadolu’yu egemenliği altına alan ve Yunanistan’a uzanan Pers İmparatorluğu ile, batıdan gelerek, MÖ 4-1. yüzyıllar arasında Anadolu’dan itibaren Hindistan’a kadar uzanan Makedonialı İskender’in İmparatorluğu yer alıyor. Bu bölümde Anadolu’nun çeşitli müzelerinden seçilmiş olan Büyük Kral betimli mühür, Tyran başı, Büyük İskender heykeli ve başı, I. Seleukos başı gibi eserler bunları bütünleyen bilgi panolarıyla anlatılıyor.

 

Üçüncü bölümde MÖ 27 yılında Roma Cumhuriyeti’ni sarsan savaşlara son vererek “Augustus” unvanıyla onurlandırılan Oktavianus ile başlayan Roma İmparatorluğu yer alırken; İstanbul Arkeoloji Müzeleri ve Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı diğer müzelerden seçilen eserler bilgi panolarıyla sunuluyor. Bu bölümde, İmparatorluğun kurucusu Augustus ile Anadolu’da en büyük imar faaliyetlerini gerçekleştiren Roma İmparatoru Hadrianus vurgulanıyor. Son yılların en önemli arkeolojik buluntularından olan Burdur’a bağlı Sagalassos antik kentinde ortaya çıkarılan Hadrianus ve Marcus Aurelius heykellerine ait baş, bacak ve ayak parçaları serginin en çarpıcı eserleri olarak ön plana çıkıyor. Bunların dışında İmparatoriçe Livia başı, Afrodisyas Müzesi’nden İmparator Claudius ve Agrippina kabartması, İmparator Nero’nun heykeli de sergilenen eserler arasında yer alıyor.

 

Serginin dördüncü bölümü, Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu’yla devam ediyor. Bu dönemden günümüze kalan imparator heykeli sayısı az olduğundan, sergilenen eserler mozaik, sikke ve minyatür baskılarıyla destekleniyor. İstanbul’u Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti yapan Constantinus’un başı, ayrıca Constantinus’a ait olduğu düşünülen porfir lahit parçası, Arcadius’un büstü ve III. Tutmosis dikilitaşının kaidesinde yer alan imparator ve maiyeti kabartmasının 1/1 ölçülerindeki mulajı, bu bölümü zenginleştiren eserler arasında bulunuyor. Ayrıca, diğer bölümlerde olduğu gibi, bu bölümde de dönemin imparatorlarına ait sikkeler kronolojik olarak sergileniyor.

 

Sergide beşinci ve son bölümü ise Osmanlı İmparatorluğu’nu günümüze taşıyor. Osmanlı kültürü ve sanatını ifade eden ve imparatorluk kavramı bağlamında simgesel anlam taşıyan, padişahların özel ve resmi yaşantısını çevreleyen eşyalarla, devletin çeşitli alanlardaki zenginliğini yansıtan yapıtlardan seçmeler, bu bölümün eserlerini oluşturuyor. Padişah portreleri, silahlar, mühürler, sorguçlar, murassa eşya, ferman ve kaftanlar sergide meraklılarını bekliyor.

haberler.com, 06.05.2011

 

******


İMPARATORLAR İSTANBUL'DA

 

 

İstanbul Arkeoloji Müzeleri "İmpatorlar İstanbul'da: Hitit'ten Osmanlı'ya" başlıklı sergiyle Anadolu'ya hükmetmiş imapatorları ağırlıyor. Sergi, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın özel desteği ve çabasıyla İstanbul Arkeoloji Müzeleri'nin Assos Salonu'nda açıldı. Açılışını Bakan Günay'ın yaptığı sergi beş bölümden oluşuyor. İlk bölümünde, MÖ 2 binli yıllarda Anadolu'nun büyük bölümünde hüküm süren Hitit İmparatorluğu'nun iz bırakan imparatorları bulunuyor. İkinci bölüm, Pers İmparatorluğu ve Makedonyalı İskender'in kurduğu imparatorluk yer alıyor. Üçüncü bölümü oluşturan ise MÖ 27'de Oktavianus ile başlayan Roma İmparatorluğu... Bu bölümde ayrıca Roma sikkeleri de kronolojik bir sırayla sergilenecek. Serginin dördüncü bölümünde Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu var. Son bölüm ise Osmanlı İmparatorluğu'na ayrılmış. Padişah portreleri, silahlar, mühürler, sorguçlar, murassa eşyalar, ferman ve kaftanlar bu bölümde sergileniyor.

Sabah, 12.05.2011

MYRA antik kenti'NDE RÖLÖVE ÇALIŞMASI BAŞLADI

 

Antalya’nın Demre İlçesi'nde bulunan Myra antik kentinde rölöve çalışması başladı.

 

Myra antik kentinin rölöve ve restitüsyon projesinin Kültür ve Turizm Bakanlığınca ihale edilmesinin ardından ihaleyi alan Nuran Demirtaş Mühendislik Şirketi, rölöve çalışmalarına başladı.

 

Çalışmaları yürüten şirkette görevli arkeolog Çağrı Yanar, AA muhabirine yaptığı açıklamada, ilk aşamada, antik kentin girişinde bulunan sahne binasına ait 1800 blok taşın lazerskayner cihazıyla taranarak, hangi bloğun nereye ait olduğunun belirlendiğini ve blokların vinçlerle yerlerinden alındığını kaydetti. Bu alandaki çalışmalar tamamlandıktan sonra yıkık durumdaki Antik Myra tiyatrosu’nn sahne bölümündeki taşların taranacağını vurgulayan Yanar, sahne bölümünün kazılarak boşaltılacağını kaydetti.

 

Rölöve ve restitüsyon çalışmasının bu yılın sonuna kadar tamamlanmış olacağına işaret eden Yanar, bu çalışmaların ardından restorasyon projesinin geleceğini, yapılacak restorasyonla, antik tiyatronun sahne bölümünün eski orijinal haline getirileceğini bildirdi.

Star, 06.05.2011

BEŞ BİN YILLIK KİKLAD TEKNELERİ


Beş bin yıl önce Ege’nin iki yakasını buluşturan Kiklad tekneleri Sakıp Sabancı Müzesi’nde sergilenecek.

 

Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’nin (SSM), 24 Mayıs’ta ÇİMSA ana sponsorluğunda açılacak yeni sergisi Karşıdan Karşıya, aslına uygun inşa edilmiş14 metrelik bir Kiklad teknesi modeline ev sahipliği yapacak.

 

Sergiye dahil edilen modelle, uzun yıllar Ege Denizi’nin iki yakasını buluşturan tek ulaşım aracı olan teknelerin, iki kültürün etkileşimi üzerindeki etkisi ve önemi vurgulanacak. Müzede ayrıca, Yunan Kiklad adaları ve Batı Anadolu’dan 5000 yıllık arkeolojik buluntular da sergilenecek.

 

“Kiklad Tekneleri Canlandırma Projesi”, Ankara Üniversitesi Sualtı Arkeolojik Araştırma ve Uygulama Merkezi (ANKÜSAM) tarafından yürütülüyor. Bu kapsamda Kiklad tekneleri, hiçbir yapıştırıcı ve çivi kullanılmadan, halatlarla birbirine bağlanan tahtaların suya girince şişerek kenetlenmesi mantığından hareketle, aslına uygun olarak inşa ediliyor. Anadolu ve Yunanistan’daki medeniyetlerin ticari ve kültürel ilişkilerini gözler önüne serecek sergi, iki ülke müzeleri arasındaki ilk işbirliği olması nedeniyle, Ege’nin iki yakasında da heyecanla bekleniyor.

Cnn Türk, 03.05.2011

ZORLA PARA ALMA 'KÜLTÜR'Ü

 

2010 yılında birçok belediye Emlak Vergisi oranlarını yüzde 100’ün üzerinde artırdı. Bunu
biliyoruz. Ama bu vergi ile birlikte bir de ülkemizin kültür varlıklarına katkı yaptığımızı biliyor muyuz? Kimsenin bildiğini ya da fark ettiğini sanmıyorum. Neden bahsettiğimi Emlak Vergisi’ni ödeyen her vatandaş anlayacak. Emlak Vergisi ödediğinizde size verilen makbuza dikkatlice bir bakın. Çünkü o makbuzda ödenen Emlak Vergisi’nin yüzde 10’u kadar da ‘Taşınmaz Kültür’ adında bir tutarı göreceksiniz. Sakın şaşırmayın ‘Bu ne kültürü?’ diye. Ben size anlatacağım ne olduğunu. Bu bir vergi de değil harç da. Taşınmaz Kültür kesintisi bir yönetmelikle toplanıyor. Yönetmelikte bu paranın alınma amacı olarak, belediyelerin görev alanlarında kalan taşınmaz kültür varlıklarının korunması ve değerlendirilmesi gösteriliyor. Ayrıca bu para önce bir hesapta toplanıyor. Sonra da  belediyelerin kültür varlıklarının korunması ile ilgili projelere aktarılıyor. Buraya kadar her şey normal. ‘Bu kesinti Emlak Vergisi’nin tahsilatının yüzde 10’u olduğuna göre epeyce bir para birikmiş olmalı bu hesapta’ diye düşünüyor insan. İstanbul’dan yola çıkarsak herhalde bu parayla korunmadık tarihi eser ya da kültürel varlık da kalmaması gerek!
Keşke böyle olsa... Seve seve yatırır insan parayı ama böyle olmadığını İstanbul’a bakıp görmek mümkün.

 

ZATEN VERGİ ÖDÜYORUZ

Bu konunun diğer bir unsuruna bakalım bir de isterseniz. Yine yönetmeliğe göre bu paydan yararlanmak için belediyenin, koruma amaçlı imar planları veya projelerin uygulanmasında ihtiyaç duyulan kamulaştırmaları, sokak sağlıklaştırma projelerini, çevre düzenleme projelerini, rölöve, yeniden tasarımlama ve yenileme projelerini yaptırması ve bunların uygulanması gerektiği yazılı. Oysa, başta İstanbul olmak üzere, büyük şehirlerde inşaat firmalarının projelerinden konut alanlar zaten bu tip altyapı bedellerini daha satın alırken ödüyor. Örneğin, sitenin bağlantı yolu ve benzeri gibi maliyetler zaten konutların satış tutarlarına ekleniyor. Bunu da hatırlatmak isterim. Peki vergi mükellefleri ÖTV’yi, KDV’yi, Gelir Vergisi’ni, Özel Tüketim Vergisi’ni neden veriyor? Ve tabii ki Emlak Vergisini... Bütün bunların yapılması için vermiyor mu? Doğrudan ve dolaylı vergiler nedeniyle özellikle ücretle çalışanların üzerinde yüzde 60’a varan oranlarda vergi yükü var Türkiye’de. Bir de bunun üzerine bu tip kesintiler eklenince tarif edilemez bir yük biniyor mükelleflerin üzerine. Üstelik adının vergi değil, ‘pay’ olması da akıllarda soru işareti doğuruyor.
Pay, kesinti, fon... Ne derseniz deyin adına; toplanan kaynak büyük. Ama toplumun geneli
paylaşmıyor bu yükü. Kültür varlıkları herkesin malıyken sadece bir kesim ödüyor bedelini. Öyle olunca da adalet duygusu zedeleniyor.

Habertürk Emlak, Yazı: Rahim Ak, 30.04.2011



1 - 7 Mayıs 2011

BEYLERBEYİ'NDE BOĞAZ MANZARALI AT AHIRI

 

 

İstanbul Boğazı'nın orta yerinde, manzaranın göbeğinde bir ahır var. 19. yüzyılda Sultan Abdülaziz tarafından yaptırılmış. Şimdiyse restore ediliyor. "Boğaz manzaralı ahır" kulağa garip gelse de, o dönemde her biri statü göstergesi kabul edilen saltanat atlarına az bile.

 

Boğaziçi Köprüsü'nün ayaklarının hemen dibinde bir köşk... Beylerbeyi Sarayı'nın bahçesinde, Boğaz'a nazır, yaklaşık 200 metrekarelik bir alan üzerine kurulu. Sultan Abdülaziz tarafından 1865 yılında dönemin ünlü mimarı Serkis Balyan'a inşa ettirilmiş. Tavan süslemeleri için Polonya'dan Chlebowsky isimli bir ressam getirilmiş. Resimlerin eskizleri ise Padişahın bizzat kendi kaleminden. Anlayacağınız burası, Osmanlı saray mimarlığının günümüze kalan en önemli eserlerinden. Ama ne sultan ne de saray erkanı yaşamış içinde. Her biri ziynet eşyası kabul edilen atların ahırıymış bu köşk zamanında. Evet, yanlış duymadınız, Boğaz'ın en güzel yerlerinden birine, dönemin en iyi sanatkarlarına inşa ettirilmiş "Ahır Köşk". Günümüzde içi epey yıpransa da hala ihtişamını koruyor. Şu günlerde de restore ediliyor.

 

Hun, Gök-Türk, Selçuklu Devleti'nin at üzerinde yaşanarak ve savaşarak kurulduğunu hepimiz biliriz. Tarih kitaplarımızda Türklerin at sevgisi, atlarla olan iç içe hayatı üzerinde önemle durulur. Birçok Roma ve Batı kaynağında da daha yeni yürümeye başlayan Hun çocuğunun yanında eyerlenmiş bir atın bulunduğu yazar. Velhasıl eski çağlardan beri Türklerin hayatında önemli bir yere sahip olan atlar, Osmanlı Devleti'nde birer mücevher kabul edilirmiş. Padişahlar için çok değerli atlara sahip olmak da o dönemde statü göstergesi. Bu yüzden sultanlar için en iyi cins Arap atları Bağdat ve Necd'den getirilirmiş. Hatta padişaha at temini, Bağdat valisinin en önemli görevlerinden biri. Şimdi böyle görkemli bir köşkün Boğaz'a nazır ve atlar için inşa edilmesi kulağa garip gelse de tüm bunlar düşünüldüğünde taşlar yerine oturuyor.

 

Beylerbeyi Sarayı inşa edildiği dönemde karşısında, yaklaşık bin 200 ziralık (48 santimetrelik bir ölçü birimi) İstabl-ı Amire (Has ahır) binası varmış. Burada 672 zira kuşluk, 50 zira tavukluk, 243 zira inek ahırı ve 240 zira at ahırı bir aradaymış. Günümüze kadar ulaşabilen at ahırının içinde, sağlı sollu, demir parmaklıklı 20 bölme var. Dişi atlar soğuğa karşı daha hassas oldukları için onların bulunduğu bölmelerin alt kısmına ahşap döşenmiş. Her bölmede kaya tuzlarının konulduğu tuzluklar, yemlikler ve suluklar var. Köşkün dışarıya çıkan kısmında ise geniş camlı bir kapı ve pencereler bulunuyor. Tavanı üzengi, kolan ve gemden oluşan renkli armalarla, yırtıcı hayvanların diğer hayvanlara saldırışını tasvir eden resimler süslüyor. Üst kısmı nal şeklini andıran uzun ve geniş kapıları, köşkü daha ihtişamlı gösteriyor. İstabl-ı Amire'nin 2 muhafaza kapısı o dönemde tanesi 5 bin kuruşa imal edilmiş. Ki bu para o zamanki memur maaşının yaklaşık 8 katı.

 

Saltanat atlarının muhafaza edildiği en güzel köşk Beylerbeyi'nde olsa da, Yıldız Sarayı'nın İstabl-ı Amire'si daha büyük. Bu has ahırdaki Ferhan Binası'nın ismi de, Sultan II. Abdülhamid'in en sevdiği atlardan biri olan Ferhan'dan geliyor. Zamanında İnönü Stadı'nın bulunduğu yerde ise Dolmabahçe Sarayı'nın İstabl-ı Amire'si varmış. Bu İstabl-ı Amire'lerin bir de raht hazineleri bulunuyor. Burada kıymetli eğer takımları, kıymetli mücevheratla süslü koşun takımları (gem, üzengi, yular, kamçı vs.) muhafaza ediliyor. Sultan Abdülaziz döneminde bu koşun takımları levantenler aracılığıyla Fransa'dan getiriliyormuş. Sultan Abdülaziz'i donanma sevdasıyla bilsek de at sevdası da ondan aşağı değilmiş neredeyse. Beylerbeyi Ahır Köşkü'nü yaptırmasının yanı sıra Dolmabahçe tiyatrosu yanınca, orayı da hemen İstabl-ı Amire'ye çevirmiş. Yani Osmanlı saraylarında atlar padişahın, valide sultanın ve tüm saray erkanının ulaşım ihtiyacını karşıladıkları gibi, saltanatın ihtişamının da bir göstergesi, sultanların gözbebeğiymiş aynı zamanda.

Zaman Cumartesi, 07.05.2011

ANİ HARABELERİNE DÜNYA FONU DESTEĞİ

 

 

Yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalan tarihi eserleri koruma altına alan Dünya Anıtlar Fonu (WMF), bu kez Kars'taki Ani Harabeleri için harekete geçti.

 

Harabelerin uluslararası alanda uzun zamandır endişe uyandırdığını söyleyen WMF Başkanı Bonnie Burnham, "Bu sıra dışı tarihî eserlerin muhafaza edilmesinde Türkiye Kültür Bakanlığı ve WMF önemli metotlar geliştirerek örnek olacak. Umudumuz, bu çalışmanın önemli tarihî eserlerin korunması noktasında yeni bir dönem açmasıdır.'' dedi. Harabelerin onarım ve korunmasının amaçlandığı projeye önümüzdeki günlerde başlanacak. Çalışmalar üç yıl içerisinde tamamlanacak.

Zaman, 07.05.2011

SOKAKLARIN SESİNİ MÜZEYE TIKAMAYIN

 

 

Sokak sanatı müzeye taşındı. ABD, Los Angeles’taki Çağdaş Sanatlar Müzesi (MOCA) dünyanın her yerinden sokak sanatçılarının işlerini müzenin içine taşıdı. İlk 10 günde 200 binden fazla sanatseverin ziyaret ettiği sergide Japon sokak sanatçıları Futura, Smear ve Chaz Bojorquez, Fransız sokak sanatının ünlü ismi ‘Space Invader’, grafiti ustası Brian Kito ve adını tüm dünyada duyuran sokak sanatının en ünlü ve gizli ismi Banksy’nin işleri var.

 

Sokak sanatını müzeye sokma fikrini eleştirenler de olmuş, bu işlerin doğası gereği sokakta kalması gerektiği söylenmişti. Ayrıca işlerin yüksek rakamlara satılıyor olması da bir diğer eleştiri konusu. Bu arada Space Invader adlı grafitici, kendi mozaiklerinden yapılan anahtarlıkların 7 dolara satıldığı MOCA’nın dışına mozaik yaptığı için polis tarafından tutuklanmış, olay ‘serginin başlattığı’ bir soruşturmanın ilk tutuklaması olmuştu.

Radikal, 07.05.2011

SAHTE ORDİNARYÜSE YAKALAMA KARARI

 

İstanbul Aydın Üniversitesi’nde, sahte ordinaryüs profesör diploması ile 1 yıl öğrencilere sanat tarihi dersi verdikten sonra, profesörlük kadrosu için İstanbul Üniversitesi’ne yaptığı başvuruda sahtekarlığı ortaya çıkan Ayça Engin Akmeşe hakkında yakalama kararı çıkarıldı. İstanbul 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde dün görülen duruşmaya tutuksuz sanık Ayça Engin Akmeşe katılmazken, şikayetçi İstanbul Aydın Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi’nin avukatları hazır bulundu.

Habertürk 07.05.2011

ARTIK 'O' DA KORUNACAK

 

 

Harran Üniversitesi (HRÜ) Fen Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Görevlisi Yrd. Doç.Dr. Cihat Kürkçüoğlu, Göbeklitepe'nin UNESCO dünya mirasları geçici listesine alınmasına ilişkin, “Göbeklitepe'nin listeye alması sevindirici bir olay, çünkü bu listeye giren yerlerin dünyada ekonomik kaderleri değişiyor” dedi.

Yrd. Doç.Dr. Kürkçüoğlu, yaptığı açıklamada, Şanlıurfa'nın Güneydoğusu'ndaki Örencik köyü yakınlarında yer alan Göbeklitepe'de, her yıl Berlin Alman Arkeoloji Enstitüsünden bir ekip tarafından arkeolojik kazı çalışmalarının yürütüldüğünü belirtti.


Bu çerçevede 1995 yılında başlatılan kazı çalışmalarında, günümüzden 12 bin yıl öncesine ait insanlarının yapmış oldukları tapınak kalıntılarına rastlandığını hatırlatan Kürkçüoğlu, bunların “T şeklinde”, dairesel planlı yapılar olduğunu ifade etti.


Söz konusu kazı alanında çıkan tarihi yapının dünyanın ilk tapınak merkezi olarak kabul edildiğini aktaran Kürkçüoğlu, şunları kaydetti:
“Heykel ve taş kabartma sanatına ait dünyadaki ilk örneklerin burada yer alması önemli. Göbeklitepe, tarım tarihi yönünden de önemli bir yer. Çünkü buradaki insanlar yaşadıkları dönemde tarım yapmayı biliyorlardı. Göçebe düzenden avcı ve toplayıcı düzene geçiş dönemi olarak bilinen bu dönemde insanlar tarımla uğraşıyordu.”

Alman Arkeoloji Enstitüsünde görevli Arkeolog Prof.Dr. Klaus Schmidt başkanlığında sürdürülen çalışmalarda geçen yıl kazı başkan yardımcısı olarak görev alan Cihat Kürkçüoğlu, “Göbeklitepe'nin listeye alması sevindirici bir olay, çünkü bu listeye giren yerlerin dünyada ekonomik kaderleri değişiyor” dedi.


Bilgi çağında insanların bilhassa turistlerin internetten UNESCO'nun listesine bakarak, burada yer alan merkezleri gezdiğini aktaran Kürkçüoğlu, “Bu listeye giren yerlerin ekonomik yapıları değişmiştir. Şanlıurfa'da bu açıdan önemli kazanımlar elde edecektir. Göbeklitepe, şu anda geçici listeye alındı. Asıl listeye girmesi için bir takım kriterlerin yerine getirilmesi gerekiyor. Bunların da yerine getirilmesiyle Göbeklitepe'nin önemi daha da artacaktır” şeklinde konuştu.

GÖBEKLİTEPE
Neolitik döneme ait yerleşim yeri Göbeklitepe, Şanlıurfa'nın 18 kilometre kuzeydoğusundaki Örencik Köyü yakınlarında bulunuyor.


İlk kez 1963 yılında İstanbul ve Chicago üniversitelerinden görevlilerin yüzey araştırmaları sırasında fark edilen Göbeklitepe'deki kazı çalışmalarını, 1995 yılından bu yana Şanlıurfa Müzesi ve Berlin Alman Arkeoloji Enstitüsü ortaklaşa yürütüyor.


Kazı çalışmalarında şimdiye kadar neolitik döneme ait yabani hayvan figürlü “T” biçimli dikili taşlar, 8-30 metre çapında dairesel ve dikdörtgen şekilli dünyanın en eski tapınak kalıntıları, çok sayıda yabani hayvan figürü, insan heykeli, dikili taşlar ve yaklaşık 12 bin yıl öncesine ait olduğu belirtilen 65 santimetre uzunluğunda insan heykeli gibi tarihi eserler bulunmuştu.


Her yıl ilk ve sonbahar aylarında iki dönem halinde sürdürülen ve bu dönemde nisan ayında başlatılan arkeolojik çalışmalara, bu yıl henüz başlanmadı.

Hürriyet, Haer: Mehmet Güldaş, 06.05.2011

HIRSIZLAR ELLERİNİ DAHA ÇABUK TUTTU

 

 

Sakarya'nın Geyve İlçesi'nde, Orman İşletme Müdürlüğü'nün Doğantepe Köyü'nde odun deposu olarak kullandığı bölgede çalışan yapan işçiler, bir ay önce içinde kemik kalıntıları bulunan bir mezara rastladı.

 

Sakarya Müze Müdürlüğü uzmanları, geç Roma döneminden kalma mezarda yapılan ön incelemede içinde 3 kişiye ait iskelet buldu. Burada kurtarma kazısı yapılmasına karar verildi.

Sakarya Müze Müdür Vekili Mürşit Yazıcı, Sanat Tarihçisi Süleyman Acar, Arkeolog Yeliz Kocayaz depoya gelerek kurtarma kazısına başladı. Ancak kazı sırasında mezarın daha önce kimliği meçhul kişiler tarafından açıldığı belirlendi.

 

Murşit Yazıcı, "Mezar daha önceden açılmış. Aynı mezardan 3 ayrı kişiye ait kafatası parçaları çıktı. Buna benzer bir başka mezarı da Pamukova'da bulmuştuk. Ancak onun mimari yapısı biraz daha farklıydı. Bu bölgede Geç Roma Dönemi'ne ait ikinci mezar bu. Türkiye genelinde ise, bu tür mezarlar bulunuyor. Ancak sayıları pek fazla değil" dedi.

Milliyet, 06.05.2011

 

 

MİLLİ SARAYLAR PARA BASTI

 

TBMM’nin 23’ncü dönem faaliyetlerine ilişkin kitapçıkta, Milli Saraylar Daire Başkanlığı’nın faaliyetleri de yer aldı.

Buna göre Dolmabahçe, Beylerbeyi gibi Milli Saraylar bünyesindeki saray ve köşkleri 22 Temmuz 2007-7 Nisan 2011 tarihlerini kapsayan 23’üncü yasama dönemi boyunca toplam 4 milyon 659 bin 916 yerli ve yabancı turist ziyaret etti. 4 yıl boyunca Milli Saraylar’ın ziyaret edilmesi nedeniyle bilet satışlarından toplam 40 milyon TL gelir elde edildi.

Milliyet, 06.05.2011

ANTİK KENTİ DİNAMİTLE PATLATIYORLAR

 

  

 

Mersin'de, Roma ve Bizans döneminden kalan eserlerin bulunduğu Erdemli ilçesine bağlı Tapureli köyü sınırlarındaki Tapureli Antik Kenti'ni, dinamitle hazine arayanların tahrip ettiği bildirildi.

 

AA muhabirinin edindiği bilgiye göre, Antik kente adını veren Tapureli Köyü'nün adı, arazi yapısından geliyor. Köy, taşlık ve kayalık bir alanda kurulu olduğundan, eskiden bu yerlere “tapır” denildiği için günümüzde, taşlık-kayalık yer anlamında kullanılan “Tapureli” adını aldı. Erdemli'ye 32 kilometre mesafede, denizden 1050 metre yükseklikte ve ilçenin en büyük köylerinden biri olan Tapureli, antik kent nedeniyle adeta gizli bir tarih hazinesini andırıyor. Çevre düzenlemesi ve çevresinde turistlerin ihtiyaçlarını giderecekleri sosyal tesisler olmamasına rağmen antik kent, her yıl yüzlerce turisti konuk ediyor. 

Roma ve Bizans döneminden kalma harabelerle dolu olan antik kentte, kale, mezarlar, su sarnıçları, lahitler, kaya mezarları, kiliseler, bazilikalar, kabartma heykeller de yer alıyor. Antik yolda yürüyenlere, binlerce yıl önceki Romalılarla, Bizanslılarla yan yana yürüdüğü, aynı havayı soluduğu hissini veren antik kentteki tapınağın kapısında, Atena'ya ait kalkan, Zeus'a ait şimşek ve Herakles'e ait lobut kabartmaları tarihi günümüze taşıyor. Tarihi Helenistik döneme kadar giden antik kentte, iki tane de kaya kabartması bulunuyor. Köy sınırında farklı noktalarda 5 adet de erken Bizans dönemine ait kilise yer alıyor.

ARKEO SEV (Arkeolojik Mirası Korumak için Sevdirme Projesi) Grubu sözcüsü Safa Kaçmaz ve beraberindekilerin antik kente yaptıkları ziyarette, antik kentin hazine bulmak isteyenlerce dinamitle tahrip edildiği belirlendi. Mersin İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü'ne ARKEOSEV tarafından yapılan ihbarın ardından Mersin Müze Müdürlüğü uzmanlarından Filiz Kerem tarafından yapılan incelemede, antik kentteki kartal kabartmasının bile dinamitle patlatılarak içerisinde hazine arandığı tespit edildi. 





Filiz Kerem, kabartmalarda kesinlikle altın ya da başka definenin bulunmayacağını belirterek, “Buna rağmen define avcıları toprağı kazmak bir yana tarihi kalıntıları da dinamitle patlatarak hazine arıyor. Konuya ilişkin Cumhuriyet Savcılığı'na suç duyurusunda bulunduk. Ne yazık ki bu tür tahribatlara engel olamıyoruz. Her eserin başına bir nöbetçi dikmek mümkün değil. Antik kentlerin bölgesindeki köylülerin eserlere sahip çıkması gerekiyor” dedi.

Mersin Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim üyesi Yrd. Doç.Dr Ümit Aydınoğlu ise Erdemli ve Silifke'de Arkeolojik tahribatın çok fazla olduğunu söyledi.
Arkeolojik tahribatın tarımsal ihtiyaçlar, definecilik, doğal şartlar ve turizm amaçlı meydana geldiğini ifade eden Aydınoğlu, bunun önlenmesi için geniş kapsamlı bir rapor hazırladıklarını belirterek, şunları kaydetti: 

“Bu raporda, durum tespiti yapılmış ve ardından da çözüm önerileri belirtilmiştir. Bu kapsamda, özellikle tarla açma faaliyetleri sonucu kültürel mirasın tahribatı edilmesine karşı önemli girişimler yapılmış ve bu konuda olumlu sonuçlar alınmıştır. 

Proje, arkeolojik alanların korunmasının, bu alanlara yakın yerlerde yaşayan insanların bunları sahiplenmesiyle mümkün olabileceği fikrinden yola çıkıyor. Raporumuzda, arkeolojik eserlerin niçin önemli oldukları, niye korunmaları gerektiği ve bunlarla ilgili yasal yaptırımların ne olduğu konularında köylerde ve köylerdeki okullarda bilgilendirme toplantıları yapılması önerisi yer alıyor.” 

Aydınoğlu, “polisiye tedbirlerle bir yere varılmadığını, köy halkını bilinçlendirerek antik kente sahip çıkılmasının sağlanması gerektiğini” savunarak, “Köylülere, buraya gelen turistlerin kendilerine ekonomik ve sosyal yönden sağladıkları katkılar anlatılmalı” dedi.

Radikal, Fotoğraflar: Türkiye Gazetesi, 06.05.2011

6 İLDE TARİHİ ESER OPERASYONU, 11 GÖZALTI

 

Muğla İl Jandarma Alay Komutanlığı, Muğla, İzmir, Antalya, Manisa, Bursa ve Ankara'da düzenlediği eş zamanlı operasyonla örgütlü olarak tarihi eser kaçakçılığı yaptığı tespit edilen 11 kişiyi gözaltına aldı.

 

Jandarma aynı operasyon kapsamında bir kişiyi de arıyor. İl Jandarma Alay Komutanlığı ekipleri, daha öncede tespit edilen adreslere saat 07.30'da eş zamanlı operasyon düzenledi. Şahısların ev ve iş yerlerinde yapılan aramalarda 1 adet kuru sıkı tabanca, sikke, tersti, göz merceği, kaşe, sahte sürücü belgesi, içeriğinde tarihi eser görüntüleri olduğu belirlenen 244 cd, 12 adet dvd, 1 adet video kaset ele geçirildi. Ayrıca soruşturma kapsamında geçmiş dönemlerde yapılan ara operasyonlarda 42 adet tarihi eser, 55 adet arkeolojik eser, 1 adet hilti makinesi, 11 cep telefonu, 11 sim kart ve 90 adet çeşitli kazı malzemesi ele geçirilerek, müze müdürlüklerine teslim edildi. Olayla ilgili Milas Cumhuriyet Savcılığı'nca soruşturma devam ediyor.

Zaman, 05.05.2011

150 YILLIK EV ÇÖKTÜ

 

Akçakoca’da Kapkirli mahallesinde bulunan ve Kültür ve Turizm Bakanlığı Tarihi koruma kararı kapsamında korunması gereken 3 katlı 150 yıllık tarihi ev çöktü.

 

Akçakoca  Kapkirli Mahallesi'nde Yılmaz Üstüner'e ait yaklaşık 4 yıldır boş bulunan ve Kültür Turizm Bakanlığı Tarihi Koruma Kurulu kararı kapsamında "korunması gereken tarihi varlık" olarak tescil edilen 3 katlı çivi kullanılmadan birbirine geçme ağaçlarla inşa edilen bina çöktü.


Bina sahibi Üstünel, yapının uzun süredir yan yatmış şekilde olduğu ve koruma altında olduğundan bir müdahaleye izin verilmediğini ileri sürdü.

Düzce Damla Gazetesi, Haber: İbrahim Tuzcu, 05.05.2011

YEDİ ASIRDIR DİRENİYOR

 

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi'ne girmesi için başvuru yaptığı 27 merkez arasında Konya'nın Beyşehir İlçesindeki, 1299'da ahşaptan yapılan Eşrefoğlu Camisi de yer alıyor.

 

Camideki ağaç bölümlerinin nasıl olup da çürümeden bugüne kadar geldiği hala bilinmiyor. Cami, taş, tuğla, çini ve renkli boyama gibi birçok süsleme sanatının bir arada ve yoğun olarak kullanıldığı tek ahşap cami olması nedeniyle Türk mimarlık tarihinde özel bir yer işgal ediyor. 

 

Edinilen bilgiye göre, Eşrefoğlu Süleyman Bey tarafından 1297-1299 yılları arasında yaptırılan Eşrefoğlu Camii, ahşap direkler üzerine oturtulan düz tavanlı camilerin en büyüğü olarak biliniyor. Halen ibadete açık olan tarihi yapı, üstün ağaç ve çini işçiliği yönünden bir ''Türk ağaç cami müzesi'' sayılıyor.

 

Anadolu'nun olduğu kadar İslam cami mimarisinin de eşsiz bir örneğini oluşturan Eşrefoğlu Camii, zengin taş, tuğla ve çini süslemelerinin yanında, özellikle ahşap destek ve tavan sistemindeki işleme ve nakışlarıyla dikkati çekiyor.

 

Beyşehir Kültür ve Turizm Derneği Başkanı Mustafa Büyükkafalı yaptığı açıklamada, bundan sonraki süreçte tarihi mekanın ziyaretçi sayısının artacağını umduklarını söyledi. Eşrefoğlu Cami'nin bugüne kadar aldığı ziyaretçi sayısını yeterli görmediklerini dile getiren Büyükkafalı, mekanın listeye dahil edilmesi halinde bunun Beyşehir yöresi açısından da çok faydalı olacağını vurguladı.

 

''Haklı tarihiyle ve dünyadaki ilkleri barındıran yapısı ve fiziksel özellikleriyle Eşrefoğlu Cami, bu kapsamda mutlaka değerlendirileceğini düşünüyor ve bekliyoruz'' ifadelerini kullanan Büyükkafalı, yine tarihiyle ve özellikleriyle bu kapsamda Kubadabad Sarayı, Eflatun Pınar ve Fasıllar Anıtlarının değerlendirilmesi gerektiğini, girişimlerin gündeme gelmesini arzuladıklarını dile getirdi.

Başvurunun bile Beyşehir'in tanıtımına katkısının büyük olacağını, yerli ve yabancı ziyaretçi sayısının artacağını anlatan Büyükkafalı, ''Bizler bu konuda emek, fikir ve proje sahiplerine sonsuz teşekkürler ediyoruz'' dedi.

 

Eşrefoğlu Cami İmam Hatibi İsmail Efe de yaptığı açıklamada, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın geçen yıl Beyşehir programı kapsamında tarihi mekanı ziyaret ettiğini anımsattı.

 

UNESCO'ya aday olup olmadığı ile ilgili kendilerine soru yönelttiğini hatırlatan Efe, ''Olmadığını söyleyince çalışmalar başlatıldı. Bu kapsamda bizlere de Vakıflar Bölge Müdürlüğü aracılığıyla bir yazı geldi. Cami hakkında yazılı ve görsel materyeller istendi. Kültür ve Turizm Bakanlığımız da yaptığı incelemeler sonucunda Eşrefoğlu Cami'nde geçici bu listenin içerisine dahil etti. Beyşehirli'ler olarak çok memnun olduk. Başta bakanımız olmak üzere emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz'' dedi.

 

Efe, Eşrefoğlu Cami'nin tarihçesi hakkında ise şu bilgileri verdi:

''Bu cami 1296-1299 tarihleri arasında Eşrefoğlu Beyliği tarafından yaptırılmıştır. Beyliğin kurucusu Seyfettin Süleyman Bey ve babası Eşref Bey, Selçuklular döneminde, aynı şekilde uç beyi olarak bölgede görev yapıyorlar, Selçuklular'a son verildikten sonraki dönemde bağımsız beylik kuruyorlar. Ancak beyliğin kuruluş aşamasında Eşref Bey vefat ediyor. Dolayısıyla beyliğin zeminini kendisi hazırlıyor. Vefat ettikten sonra yerine geçen oğlu Seyfettin Süleyman Bey hem beyliği kurduğu için, hem camiyi yaptırdığı için beylik ve cami baba oğul ismi ile anılıyor. Camimizin üç tane kapısı var, 35 pencere, toplam 48 tane sütun var. Bu sütun ve kirişlerin tamamı sedir ağacıdır. Camimiz birçok özelliğin bir arada bulunduğu tek eserdir. Bunda özellile ahşap, taş, çinicilik, kalem süslemeleri, kubbesindeki çiniler ve mihrabındaki çiniler, kündekari tekniği ile yapılmış olan mimberi ve tamamı ceviz ağacından yapılmıştır. Üzerindeki küfi yazısıyla, kalem süslemeleri ile itikaf mahalleri ve çile odası ile beşinci bir cephe oluşuyla bu kadar özelliğin bir arada bulunduğu tek eserdir. Sultan mahfilinde istişare sohbetleri yapılıyor ve sultan önemli kararları orada alıyor, namazını orada kılıyordu. Sadece camimizde yaşıt olmayan sonradan 1571 yılında eklenen tek yer müezzin mahfilidir. Bahsetmiş olduğum özelliklerin hepsini birarada toplayan tek eserdir Eşrefoğlu Cami.''

Aşam, 05.05.2011

5 BİN YILLIK KURBAĞA FİGÜRÜNÜN SIRRI ÇÖZÜLDÜ

 

İnegöl karayolunda her yıl ilkbaharda yüzlerce kurbağanın birbirlerinin sırtına binmiş şekilde yollara dökülmesi, höyük kazısında bulunan ve 5 bin yıl öncesine ait olduğu tahmin edilen kurbağa figürlü içki kabının sırrının çözülmesini sağladı.

 

Kütahya merkeze 25 kilometre uzaklıktaki Seyitömer Höyüğü kazısını yürüten Dumlupınar Üniversitesi (DPÜ) Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof.Dr. Nejat Bilgen başkanlığındaki ekip, geçen yıl topraktan yapılmış içki kabı buldu.

 

Kabın, iki küçük kurbağanın, bir büyük kurbağanın sırtına binmiş şekilde figürle oluşturulmasına başlangıçta bir anlam veremeyen Prof.Dr. Bilgen, bir yerel gazetede yer verilen ve Domaniç-İnegöl karayolunda yollara dökülen kurbağaların fotoğraflarını inceleyince ilginç bir sonuca ulaştı.

 

Prof.Dr. Bilgen, 5 bin yıl öncesine ait figürün, kurbağaların ilkbahar aylarındaki çiftleşme döneminde gruplar halinde araziye dağılmalarıyla ilgili olduğunu fark etti. Kurbağaların eski devirlerde bölgede yaşayan insanlar tarafından kutsal varlıklar olduğu bilgisine ulaşan Prof.Dr. Bilgen, içki kaplarının da bu düşünceden hareketle yapıldığını belirledi.

 

Prof.Dr. Bilgen, geçen yıl buldukları kurbağa figürlü içki kabının, Kütahya Arkeoloji Müzesinde sergilendiğini söyledi. Fotoğraflarını gördüğü birbirini sırtında taşıyan kurbağaların bilimsel bir bulguya ışık tuttuğunu ifade eden Prof.Dr. Bilgen, şöyle konuştu:

“Türkiye Kömür İşletmeleri (TKİ) Genel Müdürlüğüne bağlı Seyitömer Linyit İşletmesi (SLİ) Müessesesi havzasındaki Seyitömer Höyüğü’nde kazıları yaklaşık 5 yıldır sürdürüyoruz. Burada geçen yıl Erken Tunç Çağına ait tapınakta bir içki kabı bulduk. Bu kap, bir büyük kurbağanın sırtına binmiş iki küçük kurbağadan oluşuyordu. Bilim dünyasına ışık tutmak amacıyla bunun nedenini araştırmaya başladık ve çok ilginç bilgilere ulaştık. Dünyada çeşitli hayvan figürlerinden sunu kapları vardı ancak ilk kez Seyitömer’de rastlanan kurbağa formundaki kaplarının esin kaynağına ulaşmamız bizi heyecanlandırdı.

 

Ryton denilen bu kaplar, eski çağlarda tanrılara içki sunulan özel kaplardır. Buluntu, Domaniç-İnegöl karayolunda görülen ve bu bölgede halen yaşadıkları anlaşılan aynı tür kurbağalarla anlam kazandı. Tesadüfen gördüğüm fotoğrafla önemli bir konu aydınlandı. Hala bölgede yaşadığı anlaşılan kurbağalar, bize o dönemlerde de yaşayan bu kurbağaların esin kaynağı olduğunu gösterdi. Buna benzer dünyada başka bir buluntu yok. Anlaşılan o ki, bölgede yaşayan bu tür, Erken Tunç Çağı insanını 5 bin yıl önce etkilemiş. Bu, tabiatın görkeminin, tabiatı gözlemenin inanca yansımasının bir örneği olarak karşımıza çıktı. ”

 

Bahar aylarında geceleri yollara dökülen kurbağalara, Türkiye’de olduğu gibi dünyanın çeşitli ülkelerinde de sıkça rastlanıyor. Hatta bazı ülkelerde çiftleşmek amacıyla birbirlerini sırtlarında taşıyarak dereye ulaşmaya çalışan kurbağaların yoğun olduğu karayolları bir süreliğine ulaşıma kapatılıyor.

 

Çiftleşme dönemine rastlayan nisan ve mayıs aylarında araziye dağılarak bir bölümü karayollarında görülen kurbağalar, bilim insanlarını olduğu gibi sürücüleri de şaşırtıyor. İkişerli ya da üçerli gruplar halinde birbirlerini sırtında yolun karşısına taşıyan kurbağalar, Domaniç-İnegöl karayolunun yolunun Kocayayla mevkisinde bahar aylarında geceleri görülüyor. Yoldan karşıya geçmeye çalışan yüzlerce kurbağa ilginç görüntüler sergiliyor.

 

Dünyanın diğer ülkelerinde yollarda görülen kurbağaların birbirlerinden ayrı olarak bulunduğu, birbirlerinin sırtlarına binmiş şekilde yollarda bulunmalarının sadece Domaniç ve İnegöl’e özgü olduğu iddia edildi.

haberler.com, 05.05.2011

100 YIL SONRA YENİDEN AÇILIYOR

 

Sultanahmet’te yer alan ve İstanbul’un en görkemli hamamlarından biri olarak tanınan Ayasofya Hürrem Sultan Hamamı, aslına sadık kalınarak sürdürülen restorasyon çalışmalarının ardından kapılarını açıyor. 1910 yılına kadar aktif olarak kullanılan hamam, bu ay yeniden hizmette olacak. Özgün yapısını 450 yıldır koruyan Ayasofya Hürrem Sultan Hamamı, Türk hamam mimarisinde bir çığır açarak kadınlar ve erkekler kısmının aynı eksen üzerinde yer aldığı ilk yapı olma özelliğini taşıyor. 

1556 yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan’a yaptırılan hamam, çifte hamam şekli ve 75 metre uzunluğuyla klasik dönem Osmanlı hamam mimarisinden ayrılıyor.
Tüm kubbeleri kurşunla kaplı olan hamamın restorasyon projesi, tarihi eser restorasyonunda uzman bir isim olan Kocaeli Üniversitesi Mimarlık Fakültesi öğretim görevlisi mimar Tevfik İlter tarafından yürütüldü. Alanında uzman akademisyen ve profesyonellerinden oluşan ekibin aylar süren çalışmasının ürünü olan restorasyon sürecinde hamamın orijinal mimarisinden taviz verilmedi; Türkiye’de ilk kez kullanılan malzeme ve teknolojik sistemlerden yararlanıldı.

Radikal, 05.05.2011

KUŞ BÜYÜKLÜĞÜNDE KARINCA FOSİLİ

 

 

ABD'de bilim insanları dev bir karıncanın fosilleşmiş kalıntılarını buldu.

 

Yaklaşık 5 santimetre uzunluğundaki karınca şişkin kuyruk kısmıyla dikkat çekiyor. Bundan yaklaşık 50 milyon yıl önce yaşamış olduğu düşünülen karınca, bugüne değin rastlanılan en büyük karınca türlerinden biri. Fosil, Wyoming eyaletinde eskiden göl olan bir yüzeyin altında keşfedildi.

 

Araştırmacılar, dev karıncanın dünyada iklimin özellikle sıcak olduğu bir dönemde yaşadığını ve kıtalar arasında o devirde var olan kara bağlantılarını kullanarak Avrupa ile Kuzey Amerika arasında hareket edebildiğini söylüyor.

 

Bundan önce Almanya'da ve İngiltere'nin güneyinde de büyük boy karıncaların fosillerine rastlanmıştı. Dev karıncaların ne yiyerek beslendiği ve nasıl yaşadığı konusunda halen birçok bilinmez var. Araştırmacılar, fosilde kanatların olduğunun görüldüğünü söyledi.

 

Dev karıncanın kalıntısı, bilim dünyasının 50 milyon yıl öncesine ilişkin iklim tahminlerini destekliyor. Bu devirde ortalama sıcaklığın kayda değer bir artış gösterdiğini düşünen araştırmacılar, kıtalar arasında karadan karaya geçişin mümkün olduğunu ve bu sıcak ortama uygun yaşayan çok sayıda yaratığın Avrupa ile Kuzey Amerika arasında göç ettiğini düşünüyor.

 

Geçmişte ve günümüzde 3 santimetrenin üzerinde büyüyen karınca türlerinin hangi iklim koşullarında yaşadığının bir haritasını çıkartan bilim insanları, hepsinin tropik ortamlarda görüldüğünü söylüyor. Fakat karıncaların neden tropik hava koşullarında irileştiği sorusuna henüz kesin yanıt bulunabilmiş değil.

Hürriyet, 05.05.2011

GAUGUIN'İN TAHİTİLİ KIZI 17 MİLYON TL'YE SATILDI

 

Fransız ressam ve heykeltraş Paul Gauguin'in yaptığı ahşap Tahitili Kız heykeli, açık artırmada 11,3 milyon dolara (yaklaşık 17 milyon TL) alıcı buldu.

 

New York Sotheby's müzayede salonunda yapılan artırmada, son olarak 1961'de görülen, büyük küpeleri ve sanatçının kendi topladığı mercan ve deniz kabuğundan kolyesi bulunan 24 santimetrelik eseri alan kişinin adı açıklanmadı. Gauguin'in ilk olarak 1894'te bir arkadaşının kızına hediye ettiği heykelin el değiştirerek müzayede salonuna geçtiği belirtildi.

Akşam, 05.05.2011

CUMALIKIZIK MURADINA ERDİ

 

Yaklaşık 22 yıl önce mahalle yapılarak Yıldırım Belediyesi’ne bağlanan tarihi Cumalıkızık Köyü, 22 yıl aradan sonra muradına erdi. Uzun bir süredir köy olmak için mücadele veren köylülerin talebi üzerine, İl Genel Meclisi konuyu gündemine aldı. Yaklaşık 4 ay önce konuyla ilgili referandum yapan köylülerin büyük bir çoğunlukla yeniden köy olma isteğini değerlendiren Meclis, Özel İdare komisyonu tarafından hazırlanan raporu oyladı.

 

Cumalıkızık Köyü Muhtarı Ahmet Kuş ve azaların katıldığı toplantıda, Cumalıkızık’ın köy olması yönünde karar içeren rapor oybirliğiyle kabul edildi. Oylama öncesi konuşan tüm partilere mensup üyeler, köy olma talebini desteklediklerini vurguladı. Oylama öncesi heyecanı yüzüne yansıyan köy muhtarı Ahmet Kuş, 22 yıllık hasreti sona erdiren Meclis üyelerine teşekkür etti. Konuyla yakından ilgilenen Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Bülent Arınç’a da teşekkür eden Kuş, “700 yıllık geçmişe sahip Cumalıkızık’a inşallah daha iyi hizmet götüreceğiz” dedi.

 

Meclis kararının önce Valilik ardından İçişleri Bakanlığı’na gideceğini belirten İl Genel Meclis Başkanı Nedim Akdemir de, Cumalıkızık’a her türlü yardımı yapacaklarını söyledi.

Bursa Olay, 04.05.2011

MAĞARADA 25 BİN YILLIK RESİMLER

 

İspanyol yetkililer, antik yerleşimlerle ilgili işaretler arayan arkeologlar tarafından tesadüfen bulunan mağara resimlerinin, tarih öncesi insanlar tarafından çizildiğini söylediler.

Mağaranın duvarına çizilmiş kırmızı renkteki at ve insan elleri resimlerinin, zaman içinde çok bozuldukları için fark edilmesinin zor olduğu ve Altamira Mağarası’ndaki resimlerle hemen hemen aynı zamanda çizildiği belirtildi.

Yetkililer, uzmanların, sözkonusu mağarada tarih öncesinden kalma çanak çömlek ve aletler bulmak için keşfe çıkacaklarını kaydettiler.

İspanya’nın kuzeyinde Altamira Mağarası’nda bulunan, dünyanın tarih öncesi dönemden kalma en iyileri arasındaki resimler, 1879 yılında keşfedilmişti.

İlk homo sapienler, yaklaşık 35 bin yıl önce, İspanya’nın kuzeyine küçük gruplar halinde gelmişlerdi.

Radikal, 04.05.2011

YANIK MEDENİYETİN KIZIL SARAYI: ELHAMRA

 

 

En önemli sırrı birçok yerine yazılmış olan ''La Galibe İllallah'' yani ''Allah'tan başka galip yoktur'' sözcüğü... İslam'ın yaklaşık 800 yıl hüküm sürdüğü Endülüs'ün çağlara meydan okuyan Elhamra Sarayı, cennet bahçeleri ve muhteşem mimarisiyle görenleri büyülüyor.

İspanya'nın güneyinde 756 yılında kurulan, doğudan batıya ilim, bilim ve sanatı götüren ve bir anlamda Rönesansın da ilk kıvılcımını yakan Endülüs'ün Avrupalılarca ele geçirilmesinden sonra yakılan kütüphaneleri, tahrip edilen yapıları, bir medeniyetin nasıl dramatik sonla karşı karşıya kaldığını apaçık gösteriyor.

 

Kütüphanelerinde en az bir milyon kitabın yakılarak yok edildiği Endülüs için ''yanık medeniyet'' demek mümkün. Yakılan sadece Endülüs değil, aslında tüm dünyanın ilerlemesini sağlayacak bir birikimdi. Fransız fizikçi P. Curie, bu gerçeği şöyle ifade eder: ''Endülüs'ten bize otuz kitap kaldı, atomu parçalayabildik. Eğer yakılan bir milyon kitabın yarısı kalmış olsaydı, çoktan uzayda galaksiler arasında geziyorduk.''

 

Endülüs'ün kuşkusuz en önemli eseri ''kızıl saray'' anlamına gelen Elhamra Sarayı'dır. Sarayın temeli 1232 yılında bugünkü adıyla Granada olan Gırnata Emirliğini kuran 1. Muhammed tarafından atıldı. Elhamra Sarayı, daha sonraki hükümdarlar tarafından yaptırılan eklemelerle genişletildi.

İslam'ın yaklaşık 800 yıl hüküm sürdüğü Endülüs'ün çağlara meydan okuyan sarayıdır Elhamra. Doğayla uyumlu, havuzları, cennet bahçeleri ve muhteşem mimarisiyle görenleri adeta büyülüyor. Ortaçağ'ın soğuk ve karanlık yüzüne isyan edercesine neşe ve huzur veren rengiyle Akdeniz'in sıcaklığını yansıtan saray, ihtişamı ve mütevazılığı aynı anda içinde barındıran hüzünlü bir medeniyeti simgeliyor.

 

Elhamra Sarayı'nın en önemli sırrı birçok yerine yazılmış olan ''La Galibe İllallah'', yani ''Allah'tan başka galip yoktur'' sözcüğüdür. Sarayın sütun, kemer, kubbe, tavan ve duvarlarında bu sözcüğe sıkça rastlanır.

 

Dışarıdan görünümü ağır bir kaleyi andıran sarayın içi, dış görünümünün aksine ince işlemeler, estetik ve etkileyici dizaynı ile keyifli bir yolculuğa götürür ziyaretçilerini. Suyun ve yeşilin göz alıcı bir ahenkle buluştuğu zarif bir saraydır Elhamra. Sarayın havuzları, fıskiyeleri ziyaretçilerin gözlerini okşarken, çeşit çeşit ağaçların havaya saldığı hoş kokular da ruha tazelik verir. Cennetül Arifin (Bilgelerin Cenneti) adı verilen bahçeden geçerken insan, cennete olan özleminin bu dünyada oluşturulduğu hissine kapılır.

Elhamra Sarayı, belki de dünyanın en dramatik sonunu yaşayan Endülüs'ten sonra tüm tahriplere rağmen ihtişamı ve büyüleyici mimarisi ile dimdik ayakta duruyor bugün de. Her yıl milyonlarca turist, bu sarayı görebilmek, fotoğraflayabilmek ve yüzyıllar öncesinin masalsı yaşamına tanık olabilmek için akın ediyor.

 

Yüreği sızlayan bir emirin hıçkıra hıçkıra ağlayarak vedasına ve bir annenin tarihe mal olmuş sözlerine de şahitlik eden Elhamra Sarayı, Granada'yı terk eden bu son emirin gözyaşı döktüğü son kaledir aynı zamanda.

 

Elhamra Kararnamesi'ni kabul ederek, şehrin anahtarlarını Aragon Kralı Ferdinand'a teslim eden Endülüs'ün son hükümdarı Ebu Abdullah Muhammed Bin Ali, yakın akrabaları ile şehri terk ettikten sonra Gözyaşı Tepesi'nden son kez dönüp bakar Granada'ya ve Elhamra Sarayı'na. 2 Ocak 1492'de kulelerden birine büyükçe bir haç dikildiğini görünce içi sızlar, hıçkırarak ağlamaya başlar ve ''Elveda Elhamra, Elveda Endülüs'' sözcükleri dökülür ağzından. Oğlunun bu halini gören annesi, Mehmet Akif Ersoy'un Süleymaniye Kürsüsü'nden şiirinde mısralara döktüğü şu tarihi sözleri söyler: ''Çarpışmadın erkek gibi düşmanlarla, şimdi hiç yoksa kadınlar gibi olsun ağla.''

Ntvmsnbc, 04.05.2011

ODUN DEPOSUNDAN ROMA MEZARI ÇIKTI

 

 

Sakarya’nın Geyve İlçesi'nde, odun deposunda yapılan zemin düzeltme çalışmaları sırasında bulunan ve Geç Roma Dönemi’nden kalma mezarda yapılan kurtarma kazısında, bin 500 yıl öncesine ait insan kemikleri bulundu.

 

Sakarya Müze Müdürlüğü, Geyve Orman İşletme Müdürlüğü’nün Doğantepe Köyünde odun deposu olarak kullandığı bölgede zemin düzeltme çalışması sırasında rastlanan tarihi mezarda kazı yapmak için Kültür ve Turizm Bakanlığı’na başvurdu.

 

Bakanlığın kazı için gerekli izni vermesi üzerine, sanat tarihçisi ve arkeologlar tarihi mezarda kurtarma çalışması yaptı. Kazıda, bin 500 yıl öncesine ait olduğu düşünülen kafatasları ve kemik parçaları bulundu.

 

Kazıya katılan Sakarya Müze Müdür Vekili Mürşit Yazıcı, yaptığı açıklamada, mezarın Geç Roma Dönemi’ne ait olduğunu düşündüklerini söyledi.

 

Yazıcı, bölgede buna benzer bir mezar daha bulunduğunu anlatarak, ”Mezarın mimari yapısı Geç Roma Dönemi’ni işaret ediyor. Şimdilik mezarın günümüzden yaklaşık bin 500 yıl öncesine ait olduğu söylenebilir. Mimarisine baktığımızda, mezar orta sınıf kişilere ait gibi görünüyor” dedi.

 

Türkiye genelinde çok fazla olmamakla birlikte bu tür mezarlar bulunduğunu belirten Yazıcı, ”Kaybolma ihtimali olan bu tür kalıntılarda kurtarma kazısı yapıyoruz. Bu çalışma mezar mimarisi ve ölü gömme geleneğinin tespitine yönelik bir çalışmadır” diye konuştu.

 

Kazı çalışmasının tamamlanmasının ardından, arşivleme ve belgeleme çalışmalarının yapılacağı kaydedildi.

Star, 04.05.2011

ORTAKÖY CAMİİ'NE KUVEYT TÜRK DESTEĞİ

 

Tarihi ve kültürel mirasa sahip çıkma çalışmaları kapsamında 2005 yılından bu yana tarihi eserlerin restorasyon çalışmalarına destek veren Kuveyt Türk, Ortaköy Camiisi'nin restorasyon çalışmalarını üstleniyor.

 

Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restorasyon kapsamına alınan ve halk arasında Ortaköy Cami olarak tanınan Büyük Mecidiye Camisi'nin restorasyonunun 3 milyon TL'ye mal olması öngörülüyor. Çalışmaların mayıs ayında başlaması ve 1.5 yıl sürmesi planlanıyor. Kuveyt Türk Genel Müdürü Ufuk Uyan, 'Ortaköy camisi'nin aslına uygun olarak restore ettirmenin yanı sıra bu tip projeleri bir sponsorluk olarak görmeyip çalışanlarımız ve müşterilerimizle birlikte yaşayarak içselleştiriyoruz' dedi.

Akşam, 04.05.2011

KÖYÜN KADERİNİ ALMAN ARKEOLOG DEĞİŞTİRDİ

 

 

Kuzey kısmı Aydın, güney kısmı da Muğla il sınırları içerisinde kalan Beşparmak Dağları’ndan araştırmalar yapan Alman Arkeolog Dr. Anneliese Peschlow’un bulduğu 8 bin yıllık kaya resimleri, Söke İlçesi’ne bağlı Karakaya Köyü’nün kaderini değiştirdi. Köy muhtarı Remzi İnce, bu buluş ile köyün tanıtımına büyük katkı sağlayan Peschlow’a teşekkür borçlu olduklarını söyledi.

 

Latmos olarak da bilinen Beşparmak Dağları, insanoğlunun göçebelikten yerleşik düzene geçtiği yerlerden biri olarak biliniyor. 1990′lı yıllardan bu yana, Latmos Dağı’nın vahşi coğrafyasında köylülerden, çobanlardan ve avcılardan almış olduğu bilgilerle araştırma yapan Berlin Alman Arkeoloji Enstitüsü üyesi ve aynı zamanda Kuşadası Ekosistemi Koruma ve Doğa Sevenler Derneği (EKODOSD) onursal üyesi olan arkeolog Dr. Anneliese Peschlow’un keşfettiği kaya resimleri tarih açıdan birçok bulguları ortaya koydu. Latmos kaya resimlerinde çok sayıda insan figürünün çiftler ve gruplar halinde betimlenmesi, bereketlilik, ilkbahar törenleri, geçiş ritüelleri ve düğünler olarak yorumlandı. Latmos’ta Batı Anadolu’nun erken dönemlerine ait bu resimler, tüm dünyadaki diğer örnekler arasında benzersiz olarak kabul edildi. Anadolu’nun tarih öncesi arkeolojisine dair en önemli keşiflerinden biri olma özelliğini kazanan kaya resimleriyle ilgili çalışmalarını sürdüren Dr. Anneliese Pecshlow Türkiye- Almanya arasında gidip geliyor. Alman arkeoloğun Karakaya, Köprüalan, Söğütözü, İsliler’de keşfedip gün ışığına çıkardığı kaya resimlerinin önemine dikkat çekmek için Karakaya Köyü’nde festivaller düzenlenirken, özellikle hafta sonları bölgeye yerli ve yabancı turistler geliyor.

 

Karakaya Köyü Muhtarı Remzi İnce, yörelerindeki kaya resimlerinin önemini geç fark ettiklerini belirtti. Peschlow’un araştırmalarına her zaman destek verdiklerini ve yardımcı olduklarını kaydeden İnce, Alman arkeoloğun çalışmalarının önemi çok geç kavradıklarını söyledi. İnce, “Eğer 8 bin yıl öncesine ait yaşam izleri bir başka ülkede ortaya çıksaydı daha çok ses getirirdi. Biz yeterli tanıtımı bu güne kadar yapamadık. Ancak kapsamlı olarak geçen ay yaptığız 3. Kaya Resimleri Festivali ile tanıtım konusunda bir canlılık yaşandı. En büyük arzumuz bu festivalin Kültür ve Turizm Bakanlığı desteği ile uluslararası platformlara taşınması. Bu nedenle Dr. Peschlow’un çalışmalarını artık daha çok önemsiyoruz. Kendisine teşekkür ve şükran borcumuz var” dedi.

 

EKODOSD Derneği Başkanı Bahattin Sürücü de Beşparmak Dağları’nda bulunan tarih öncesi kaya resimlerinin korunması ve tanıtılması konusunda çalışmaları sürdüreceklerini söyledi.

 

Berlin’deki Alman Arkeoloji Enstitüsü’nde görevli olan Dr. Peschlow, 20 yılı aşkın süredir Latmos projesini yürütüyor. Bu projenin amacı Türkiye’nin batı kıyısında bulunan dağlık bölgenin (Beşparmak dağları), en erken dönemden Osmanlı’ya kadar olan yerleşim geçmişinin incelenmesidir. İlk kaya resimleri 1994 yılında bulundu ve sayıları sürekli artmaktadır. Bu benzersiz eserlerin araştırılması, 1998 yılından beri Gerda Henkel Vakfı tarafından desteklenen bağımsız bir proje ile yürütülmektedir. Dr. Anneliese Peschlow, Latmos’taki yüzey araştırmalarının dışında Türkiye’de Kilikia ve Bithynia’da ayrıca İtalya’da çalışmıştır. Dr. Anneliese Peschlow, aynı zamanda EKODOSD onursal üyesidir.

haberler.com, 03.05.2011

AMASYA'DAKİ MUMYALAR TAŞINDI

 

 

Amasya Müzesi bahçesindeki Sultan I. Mesut Türbesi'nde sergilenen mumyalar, müzede iklimlendirme cihazı yerleştirilen özel bölüme taşındı.

 

Müze Müdürü Celal Özdemir, AA muhabirine yaptığı açıklamada, müze bahçesindeki Sultan I. Mesut Türbesi'nde 6 sanduka içinde sergilenen 8 adet Selçuklu-İlhanlı dönemine ait mumyayı daha iyi şartlarda korunması için müzenin ikinci katında iklimlendirme cihazları yerleştirilen ve kameralarla donatılan özel bölüme yerleştirdiklerini söyledi.


Özdemir, 14. yüzyılda hüküm sürmüş İlhanlı Dönemi şahsiyetlerinden Anadolu Nazırı Şehzade Cumudar, Amasya Emiri İşbuğa Noyin, İzzettin Mehmet Pervane Bey, hanımı, erkek ve kız çocuklarına ait olan mumyaların taşınması sırasında, mumyalara zarar vermemek için büyük titizlik gösterdiklerini anlattı.


“Mumyaları daha sağlıklı daha hijyen bir ortamda özellikle ısı ve iklimin sabit tutulacağı bir nem ortamında daha uzun süreli koruyacağımızı tahmin ediyoruz” diyen Özdemir, şunları kaydetti:
“Mumyaları özel olarak hazırlanan modern müzenin mumyalar salonuna taşıdık. Her bir mumya özel korunmalı fanuslu iklimlendirmelerinin yapıldığı bir ortamda muhafaza edilecek. Bunun dışında mumyaların tanıtımına daha çok ağırlık vereceğiz. Mumyaların alındığı Sultan I. Mesut Türbesi'nde ise Osmanlı döneminden kalma mermer sandukalar sergilenecek.”

Özdemir, Anadolu Nazırı Şehzade Cumudar, Amasya Emiri İşbuğa Noyin, İzzettin Mehmet Pervane Bey, hanımı, erkek ve kız çocuklarına ait olan mumyaların ilk defa 1855 yılında Fethiye Camisi bodrumunda tesadüfen bulunduğunu ve buradan Burmalı Minare Camisi'ne götürüldüğünü söyledi.


Burada 1928 yılına kadar teşhir edilen mumyaların Sultan Bayezıd Cami Medresesi'nin müze olarak açılmasının ardından medresenin bir odasında sergilenmeye başladığını anlatan Özdemir, 1952 yılında Yeşilırmak'ın taşması sonucu sular altında kalan mumyaların ciddi zarar gördüğünü vurguladı.


Özdemir, 1966 yılında müze olarak hizmet vermeye başlayan Gökmedrese Camisi'ne taşınan mumyaların 1980 yılında bugünkü modern müzenin inşa edilmesiyle Amasya Müzesi'ne getirilerek müzenin bodrum katında bir kaç yıl teşhir edildiğini, daha sonra ise müze bahçesinde bulunan Sultan I. Mesut Türbesi'nde günümüze kadar sergilendiğini kaydetti.

Hürriyet, 03.05.2011

HATAY'DA 150 YILLIK PAPAZ EVİ YIKILDI

 

Hatay'da Murat Reis Mahallesi 179. Sokak’ta bulunan 150 yıllık taş ev Kültür ve Turizm Bakanlığı İzmir 1 Nolu Koruma Kurulu tarafından tescillenmediği için, satın alanlar tarafından yıkıldı. Ortodoks Rum kilisesi olarak yapılan, papaz konutu olarak kulanılan taş evin yıkılması tepkilere neden oldu. Bu mahallede oturan Konak Belediye Meclis Üyesi CHP’li Ahmet Nejat Akıncı, tehlike arz eden eski yapıların yıkılmasına izin vermeyen kurulun, 150 yıllık ancak sapasağlam  evi tescil etmemesini eleştirdi.

Milliyet Ege, Haber: Mustafa Oğuz, 03.05.2011

YOK EDİLMEYE ÇALIŞILAN TARİH: İMROZ VE TENEDOS

 

 

Eski adları İmroz ve Tenedos olan Gökçeada ve Bozcaada, Türkiye’nin yerleşime açık iki adası. Asimilasyon ve inkar politikalarından nasibini alan 2 adada yaşayan binlerce Rum’un yazılmamış hikayeleri, inkarın acılı sayfaları olarak duruyor.

 

Lozan Antlaşması’yla 22 Eylül 1923 tarihinde Türkiye bağlanan iki Rum adası olan İmroz (Gökçeada) ve Tenedos (Bozcaada) adaları, Türkiye tarihinde egemen kimliğin dışında kalan tüm farklı kimliklere karşı yürütülen asimilasyon ve baskı politikalarından en fazla nasibini alarak, kaybolan kültürün ve tarihin simgesi haline gelen yerleşim yerlerinden. Lozan Antlaşması’nın 13. ve 14. maddeleri gereğince ilk olarak özerklik statüsü tanınan 9 binden fazla Rum’un yaşadığı 2 adada, hayat 1960 yılında yapılan Londra Anlaşması sonrası Kıbrıs’ta Türk ve Rum yönetimleri arasında çıkan anlaşmazlıkla gelişen olaylarla değişmeye başladı. 1960 yılında Kıbrıs’ta yaşanan olayların hemen sonrasında bir anda adaların “özerklik statüsü” resmi olarak değiştirilmese de fiili olarak iptal edildi. Rumca eğitim yapan okullar kapatıldı, Rumların adadaki arazileri ise ya talan edildi ya da el konuldu. Topraklarından zorunlu olarak göç etmek zorunda kalan Rumların adada bıraktıkları gayrimenkulleri ile ilgili Türkiye hakkında açtıkları çok sayıda dava halen AİHM’de sürüyor. 1971 yılında askeri bölge ilan edilen adalardan baskı politikaları sonucu göç etmek zorunda kalan Rumlar, daha sonra yapılan yasal düzenleme sonrası tekrar doğdukları yerleri ziyaret etmek istediklerinde ise bu kez de pasaportla giriş yapmak zorunda kaldı.

 

HER ŞEY LONDRA ANLAŞMASI’YLA BAŞLADI

İmroz Adası’na giderek 5 yıl boyunca İmroz’un asimilasyon politikaları sonucu kaybolan tarihi ve insanları üzerine araştırma yapan ve araştırmalarını ve fotoğraflarını kitaplaştıran Fotoğrafçı-Yazar Murat Yarkın, köy isimlerinin dahi Türkçeleştirildiği İmroz’ da yaşayan ve yaş ortalaması 70’in üzerinde olan 200 Rumla görüşerek, asimilasyon, baskıya maruz kalan Rumların hikayesini görsel ve yazımsal olarak günümüze aktardı.

 

O dönemde 2 adada yaşanan asimilasyon ve baskıya şahitlik eden insanların döneme ilişkin konuşurken kelimelerini özenle seçtiklerini dile getiren Yarkın, baskının ve zulmün psikolojisinin adada yaşayan Rumların konuşmalarından anlaşılabileceğine işaret etti. Gökçeada ve Bozcaada da yaşayan Rumların 1960’yıllara kadar ada yönetiminde özel otonom bir yapı içinde olduklarını, sadece dış işlerinde Türkiye’ye bağlı olduğunu hatırlatan Yarkın, Rumların bu dönem içerisinde ana dillerinde eğitim yapma hakkına, kendi mahalli polis güçlerini oluşturmaya ve Rumlardan oluşmuş bir idari yapıyı kurma haklarına sahip olduklarını söyledi. Kendi içinde barajı olan, kendi elektriğini kendi üretebilen Gökçeada’da tarihin ise 1960 yılında yapılan Londra Anlaşması sonrası Kıbrıs’ta Türk ve Rum yönetimleri arasında çıkan analaşmazlıkla gelişen olayların ardından değiştiğini ve sistemin Rumlara bilinçli bir asimilasyon ve baskı politikası ile yönelmeye başladığını kaydetti. O süreçle beraber Rumlara karşı baskının ve zulmün başlatıldığını söyleyen Yarkın, “Bunun sonucu Rumların tarım arazilerine el konuluyor. Bölgenin en büyük geçim kaynaklarından birisi hayvancılıktır; ama adadan bir kilo etin bile satış amacıyla dışarı çıkartılması yasaklanıyor. Adada bulunan 7 köyün ismi Türkçeleştiriliyor. Yarım gün Rumca eğitim yapılırken Rumca yasaklanıyor” dedi.

 

1960 yılında patlak veren Kıbrıs olayları sonrasında adalarda yaşayan Rumları yıldırmak ve göç ettirmek için başlatılan bir diğer önemli operasyon ise Gökçeada’ya kurulan, özel mahkumların yerleştirildiği cezaevi oldu. Yarkın, Sinadü Köyünde kurulan cezaevinin ardından yaşamın adada Rumlar açısından değiştiğini belirtiyor. Yarkın, sivil bir yerleşim bölgesi olan bir adada manidar bir şekilde yapılan cezaevinin, o tarihten itibaren Rumlar için baskı, tecavüz, hırsızlık, talan ve birçok baskı anlamına geldiğini belirtiyor. 1991 yılına kadar pasaport uygulamasının yürürlükte kaldığını belirten Yarkın, yaşanan zorunlu göçler sonucu adada yaşayan Rum sayısının ciddi bir şekilde azalmaya başladığını ifade ediyor.

 

‘BURADA YALNIZCA ÖLÜM VAR’

Yarkın, yürüttüğü çalışma sırasında konuştuğu bir Rum kadının da kullandığı “Burada yalnız ölüm var” sözünün ise, ada da yaşanan olayları anlatmaya yettiğini ve adada baskı sonucu yeniye dair bir şey bırakılmadığını söyledi.

 

Gökçeada'da çalışmalar yapan Çanakkale İHD Şube Başkanı Kenan Döner ise, yıllardır adada Rumlara yönelik uygulanan baskının günümüzde de devam ettiğini belirterek, “Rumlara karşı tahammülsüzlük o kadar hat safhalara ulaştı ki; oradaki Rumların mezar taşlarına bile tahammül edemez duruma geldiler. Bir gece Rumların bütün mezar taşlarını kırdılar. Oraya gidip kaymakama ve kolluk kuvvetlerine ‘Bunu kim yapmıştır’ diye sorduğumuzda ise sadece ‘Buradan birileri yapmamıştır’ cevabını aldık” dedi.

Evrensel, Haber: Çağdaş Kaplan - Sadık Topaloğlu , 03.05.2011

KÖPRÜNÜN SÜTUNLARI 'SÜS' OLMUŞ

 

Kars Çayı üzerinde bulunan ve 1855'te yaptırılan taş köprünün üzerindeki 4 sütundan ikisi, 10 yıl önce ortadan kayboldu. İzine bir türlü rastlanamayan sütunların akıbetini, dikkatli bir vatandaş ortaya çıkardı. Arpaçay Cumhuriyet Meydanı'nda bulunan Atatürk Anıtı'ndaki taş blokların "kayıp sütunlar" olduğunu fark eden vatandaş, yetkililere ihbarda bulundu.

 

Yetkililer inceleme başlatınca Arpaçay'ın Belediye Başkanı Enver Akkaya, sütunları aldıklarını itiraf etti. Akkaya, "Atatürk büstünü yaptırdığımız zaman etrafını süsleyecek sütun bulamadık. Köprüden geçerken bu sütunları fark ettim. Birisi zaten suya düşmüştü, diğerini de kepçeyle yerinden biz kaldırdık. Sütunları, Atatürk büstüne yakışacağını düşündüğüm için aldım" dedi. Kars Kültür Müdürü Hakan Doğanay ise "Eser yerinde güzeldir. Sütunları köprüye götüreceğiz" diye konuştu.

Sabah, Haber: Murat Taşdemirci, 03.05.2011

HABERLERİ BİLE YOK

 

 

Bugüne kadar yaklaşık 2 milyon TL harcanarak birkaç kez restore edilen Karakaş Konağı, ilgisizlikten harabeye döndü. Bu arada konağın devredildiği İl Özel İdaresi'nin yetkililerinin bu durumdan "bihaber" oldukları da dikkat çekti.

Konağın kırılan camları ile ilgili bilgi almak isteyen basın mensuplarının, İl Özel İdaresi başta olmak üzere Vakıflar, Kültür Müdürlükleri nezdinde yaptığı girişimler de ilginç yanıtlar alındı. İl Özel İdare yetkilileri ilk önce konağın kendilerinde olmadığını belirtirlerken bir süre sonra tahsis amacıyla 2 ay önce Milli Emlak Müdürlüğü tarafından kendilerine tahsisi yapıldığını söyledi.

İl Özel İdare Müdürlüğü yetkilileri ilk görüşme de “Konak, bizde değil. Sanırız Kültür Müdürlüğünde olmalı” deyince, Kültür Müdürlüğü ile temasa geçildiğinde “Vakıflara tahsisli olması gerek.” diyerek konağın hangi aşamada ve kime tahsisli olduğunu konusunda bilgilerinin olmadığını belirti. Vakıfla Bölge Müdürlüğü yetkilileri ise “Yapılan incelemelerden sonra Konağın, vakıf müzesi olma özelliğini taşımadığı gerekçesiyle Milli Emlak Müdürlüğüne iade ettik. Bizimle de bir alakası kalmadı.” diyerek konağın son durumu hakkında bilgilerinin olmadığını belirttiler.

Bu girişimlerden bir süre sonra İl Özel İdare yetkilileri arayarak, “Konağın yeniden restorasyonu amacıyla Milli Emlak Müdürlüğü tarafından 2 ay önce kurumumuza tahsisi yapıldı.” diyerek konağın 2 aydır kendilerine tahsisli olduğunu belirttiler.

Malatya’nın sivil mimari örneklerinden biri olan ve bugüne kadar yaklaşık 2 milyon TL harcanarak restore edilen, sözde koruma (!) altında bulunan Karakaş Konağı, yetkililerin ilgisizliği ve sahipsizliği nedeniyle harabeye dönmeye başladı.

Milyonlarca lira harcama yapılan restorasyon çalışmalarının hiç bir işe yaramadığı gözlenen, sözde güvenlik kamerası ve bekçi ile korunan Karakaş Konağı’nın şimdi de camları kırıldı.

Başbakan Tayip Erdoğan’ın gençlik temsilcileriyle 27 Ocak 2011 tarihinde gerçekleştirdiği toplantıda yaptığı konuşmada restore edilip müze haline getirildiğini söylediği Karakaş Konağı’nın istinat duvarının yıkılıp otopark yapılmasından sonra, arka camları da kırıldı.

Camlar kırılınca, açık kalan pencereler tahta kalaslarla kapatıldı. Güvenlik kameraları ile korunan konakta görevli bekçi de her ne hikmetse camların nasıl kırıldığını bilmediğini söyledi.

Çevredeki vatandaşlar, havalandırma gerekçesiyle camları açık bırakılan Karakaş Konağı’nın özellikle gece saatlerinde alkollü vatandaşların ve tinercilerin de mekanı olduğunu ileri sürerken, en ufak bir kıvılcımda yangın tehlikesiyle de baş başa bırakıldığını iddia ettiler.

İlk kez 1998 yılında restorasyon geçiren Konak, çatısı gerektiği gibi yapılmayınca su akıtmaya başlamış ve ardından ikinci kez restore edilmişti. Ancak birkaç kez restore edilip milyonların harcandığı Karakaş Konağı’nın bugünkü hali, yetkililerin ilgisizliğini, harcanan paraların çarçur edildiğini de gözler önüne seriyor.

Malatya’nın ilçelerinde bir yandan sokak sağlıklaştırılması, kültür ve tabiat varlıklarının tespiti ile tarihi eserlerin tescil edilmesi gibi çalışmalar yapılırken, milyonların harcandığı yanı başımızdaki Karakaş Konağı’nın kaderine terk edilmesi, söz konusu diğer çalışmaların ne oranda samimi olduğunun da kuşkulu olduğu değerlendirmesi yapılıyor.

Kültür Bakanlığınca trilyonlar harcanarak restore edilen şimdilerde dökülen tarihi Karakaş Konağı, Vakıf Müzesi yapılması amacıyla Vakıflar Bölge Müdürlüğüne devredilmişti. Bu kuruluş da, müze özelliği taşımadığı gerekçesiyle konağı Milli Emlak'a iade etmiş, Milli Emlak ise İl Özel İdare'nin sorumluluğuna bırakmıştı.

Başbakan Erdoğan’ın ‘Müze oldu’ dediği Karakaş Konağı ile ilgili olarak milletvekilleri de dönem dönem yaptıkları açıklamalarda buranın müze olacağını belirtmişlerdi ancak aradan geçen zamanda Karakaş Konağı müze olmadığı gibi restorasyondan sonra bile korunamadı.

Türkiye'de kerpiç konak olarak ilk restore edilen yer olduğu belirtilen ve Hacı Mustafa Karakaş tarafından yaptırılan Karakaş Konağı, Malatya evlerinin tipik özelliklerini taşıdığını belirtiliyor.

Malatya Belediye Meclisinin 3 Kasım 2009 tarihli toplantısında gündem dışı önergeler okunurken, Karakaş Konağı ile ilgili olarak CHP'li üye Doğan Ağdaş'ın sözlü olarak; “Karakaş Konağı yanında yapılan inşaat devam ediyor mu etmiyor mu ve bu konuda gerekli izinler alındı mı?" sorusuna Başkan Çakır, “Yaşadığımız son olaylar nedeniyle sıkıntılı olan tüm inşaatlar da denetleniyor. Karakaş Konağı ile ilgili bir sıkıntı varsa bunu yazılı hale getirirsiniz, bizler de gereğini yaparız” diye yanıtladı.

Bu yanıt üzerine Bağımsız Meclis Üyesi Mehmet Moran, “Sorulan soruya yanıt vermiyorsunuz. Karakaş Konağı ile ilgili bilginiz yok mu?” diye araya girdi. Bunun üzerine Başkan Çakır, soruyu İmar Müdürü Hamit Güneş'e yöneltti ve yanıtlamasını istedi. İmar Müdürü Güneş de "İnşaat, Anıtlar Yüksek Kurulu'nun verdiği imar planına göre yapılıyor” diye soruyu yanıtladı.

Malatya Haber, 02.05.2011

BÜYÜK ÜSTATLARDAN TABLOLAR

 

 

Portakal Sanat ve Kültür Evi sahibi Raffi Portakal yönetiminde Beşiktaş Conrad Otel’de düzenlenen ve 46 eserin satışa sunulduğu müzayedenin ilk bölümünde, Türk resim tarihinin üstatlarından Hüseyin Zekai Paşa, Şeker Ahmed Paşa, son Halife Şehzade Abdülmecid, Halil Paşa, Nazmi Ziya, Namık Hikmet Onat, İbrahim Çallı, Fikret Mualla ve Mübin Orhon’nun eserleri satışa sunuldu.

Müzayedede eserlerine çok az rastlanan Hüseyin Zekai Paşa’nın tuval üzerine yağlı boya "Meyveli Natürmort" adlı tablosu, açık artırmaya çıkarıldığı fiyat olan 3 milyon 850 bin liradan satıldı. Açık artırmaya 950 bin liradan çıkarılan Şeker Ahmed Paşa’nın "Güller" tablosu 1 milyon liradan, Şehzade Abdülmecid’in "Süvariler" tablosu 325 bin liradan, Nazmi Ziya’nın "Nazım Hikmet" tablosu 175 bin liradan satın alındı.

Celile Hikmet’in açık artırmaya 10 bin liradan çıkarılan "Nazım Hikmet" adlı tablosu da 31 bin liradan alıcı buldu.

Müzayede’nin ikinci bölümünde ise Batı resminin büyük ustalarından Pablo Picasso, Henri Matisse, Camille Pisarro, Fernando Botero, Andy Warhol, Joan Miro, Sam Francis ve Alexander Calder’in suluboya ve desenleri satışa sunuldu.

Pablo Picasso’nun kağıt üzerine renkli kalem olan "L’infante Marguerite Therese" tablosu 120 bin liraya, Andy Warhol’un "Chocolate Bunny" tablosu 200 bin liraya, Bernard Buffet’in "Femme Au Grand Chapeau" tablosu da 265 bin liraya alıcı buldu.

Radikal, 02.05.2011

ULU CAMİ'DE YANGIN PANİĞİ

 

Diyarbakır'da bulunan ve islam alemi için 5. Harem-i Şerifi olarak görülen Ulu Cami'de restorasyon çalışmaları sırasında yangın çıktı.

 

Edinilen bilgiye göre, islam alemi için 5. i Harem-i Şerif olarak bilinen Ortadoğu'nun en eski camisi Ulu Cami'de yangı çıktı. Uzun süredir başlayan tadilat çalışmaları nedeniyle Ulu Cami'nin etrafı tamamen kapatılırken bugün saat 14.00 sıralarında tadilatta kullanılan bazı malzemeler henüz sebebi belirlenemeyen bir nedenden dolayı alev aldı. Alevlerin bir anda büyümesi üzerine olay yerine gelen itfaye ekipleri, yangını kısa bir sürede söndürürken, yangının büyümeden söndürülmesi bir tarihi yok olmadan kurtardı.

Konuyla ilgili soruşturma başlatılırken, yangının caminin bahçe kısmında bulunan kimyasal maddelerden çıktığı iddia edildi.

Diyarbakır Kent Haber, 02.05.2011

ŞEKER AHMET PAŞA'YA 350 BİN TL

 

 

İstanbul, antika tutkunlarını heyecanlandıran bir müzayedeye sahne oldu. Atika Müzayede ve Antika Sanat Galerisi'nin Nişantaşı’ndaki The Sofa Otel’de düzenlediği açık artırmada, Osmanlı saray eserleri ve klasik tablolar satışa sunuldu.

 

Sanatseverlerin ilgi gösterdiği müzayedede, birçok önemli müze ve koleksiyonda resimleri yer alan, 19. yüzyılda natürmort resimler yapan ilk ve önemli ustalardan olan Şeker Ahmet Paşa’nın eseri de satışa çıkarıldı. Paşa’nın 1900 tarihli “Gölde Kuğular ve Sazlık” konulu tuval üzeri yağlı boya eseri, 350 bin liraya alıcı buldu. Müzayedede, Hasan Rıza’nın at figürlü tuval üzeri yağlı boya eseri 190 bin liraya, 20. yüzyıla ait Fransız beyaz altın 8.20 karat tek taş pırlanta yüzük 180 bin liraya, tuğralı gümüş sefer tası 140 bin liraya satıldı.

 

Sultan II. Abdülhamit tuğralı aplike çiçek buketli üzeri kalem işi dekorlu gümüşlük ise 115 bin liraya, Osmanlı dönemine ait 18 ayar altın kase üzeri pembe minelerle süslü murassa sultani zarf, altın murassa enfiye kutusu ile altın mineli kutu 110 bin liraya, el yapımı saat 90 bin liraya, Jefferys yapımı 1760 tarihli 18 ayar altın mineli cep saat de 70 bin liraya alıcı buldu.

Habertürk 02.05.2011

KANALIN ÜSTESİNDEN 7 PADİŞAH GELEMEDİ

 

 

İstanbul'a kanal açma projesi ilk defa Kanuni Sultan Süleyman devrinde tasarlanmış ve bu proje için de Mimar Sinan görevlendirilmişti Karadeniz-Marmara'ya kanal açma projesine Kanuni'den başlayarak 7 padişah teşebbüste bulunmuş lakin her defasında sorun çıkmış ve proje hayata geçirilememişti...
 

Bugünlerde "Kanal İstanbul" ya da "Çılgın Proje" ismiyle gündeme gelen İstanbul'a kanal açma söylemleri esasen, Osmanlı'ya ait 5 asırlık bir proje. Marmara Denizi ve Karadeniz'i birleştirme projesi ilk defa Kanuni Sultan Süleyman devrinde tasarlanmış ve bu proje için de Mimar Sinan görevlendirilmişti. Her ne kadar şimdi İstanbul'un Avrupa Yakası'nda bir kanal düşünülüyorsa da, Kanuni döneminde başlayıp Sultan Abdülaziz dönemine kadar devam eden kanal projeleri, İstanbul'un Asya Yakası'nda tasarlanmıştı. Bu kanal, Karadeniz'den doğan Sakarya Nehri'ni, Sapanca Gölü'ne bağlayacak, oradan da İzmit Körfezi vasıtasıyla Marmara Denizi'ne akıtılacaktı. Böylece Karadeniz, Marmara Denizi'ne bağlanacak İstanbul'un inşaat ve yakıt ihtiyacı olan odun ve kereste nakli kolaylaşacaktı. Zira Osmanlı Devleti'nde kullanılan kerestelerin iki kaynağı vardı. Donanmadaki gemi direklerinin keresteleri Eflak ve Boğdan'dan (Romanya ve Moldova), tekne ve güverte keresteleri de Eskişehir, Bolu ve İzmit'ten getirilirdi. Şehrin yakıt ve inşaat ihtiyacı için lazım olan kereste ve odun ise İzmit'ten geliyordu. Bu kerestelerin naklindeki büyük masraflar ve çekilen zahmetler haliyle fiyatlara yansıyor, kereste fiyatları yüksek oluyordu.

 

Günümüzden 5 asır önce planlanan Karadeniz-Marmara kanal projesinde Kanuni'den başlayarak 7 padişah teşebbüste bulunmuş lakin her defasında sorun çıkmış ve proje hayata geçirilememişti. İşte bu 7 Padişah ve kanal için atılan adımlar:

 

KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN

Marmara ve Karadeniz'i birleştiren kanal projesi, Osmanlı tarihinde ilk defa Kanuni Sultan Süleyman tarafından tasarlanmıştı. Hatta proje için Mimar Sinan görevlendirilmiş lakin çıkan savaşlar sebebiyle proje yarım kalmıştı.

 

SULTAN 3. MURAT

Kanal için ikinci adım 3. Murat'tan gelmiş, 1591 yılında yeniden keşifler yapılmış, 30 bin işçinin çalışacağı kanal için hafriyat takip vazifesi de Sokolluzade Hasan Paşa'ya verilmişti. Kanal eminliğine Budin'in (Macaristan) eski hazinedarı Ahmet Efendi, katipliğe de Mustafa Efendi tayin edilmişti. Hatta bir takım istimlakler dahi yapılmış ve bazı çiftlikler münasip yerlere nakledilmişti. Fakat proje yine gerçekleşemedi. Buna en büyük sebep de; makam-mevki kavgası yapan o dönemki bazı devlet erkanının birbirleri aleyhinde çevirdikleri entrikalar olmuştu.

 

SULTAN 4. MURAT

63 sene sonra 1654 senesinde Sultan 4. Mehmet tarafından İstanbul'dan gönderilen Hindioğlu isimli mühendis keşifler yapmış, kanalın çevreye vereceği büyük zararlardan da bahsedince, proje 3. defa ertelenmişti.

 

SULTAN 3. MUSTAFA

Sultan 3. Mustafa kanal projesi için 2 defa teşebbüste bulunmuştu. 1. teşebbüste (1759) maddi sıkıntılar sebebiyle, sadece Sapanca Gölü ile İzmit Körfezi'nin birleştirilmesi kararlaştırılmıştı. Başarılı olunursa Sapanca Gölü civarından İstanbul'a deniz yoluyla kolayca mal ve kereste getirilebilecekti. Uygulanamayan bu teşebbüsten 2 yıl sonra iki plan yapılmış, 1. planda Sapanca Gölü ile İzmit Körfezi birleştirilecek, 2. planda ise (şayet birinci plan başarısız olursa) Sakarya Nehri Sapanca Gölü ile birleştirilecekti. Keşif için Sadrazam Kethudası Suphizade Abdullah Efendi'nin başkanlığında, Reisülküttap Abdullah Apti Efendi, Cebecibaşı Mustafa Ağa ve Müderris aynı zamanda mühendis Giritli Ahmet Efendi'den oluşan 4 kişilik bir heyet ve yardımcıları gönderildi bölgeye.

 

Bölgede hafriyat çalışmaları dahi başlamıştı lakin şiddetli kışın bastırmasıyla çalışmalar yeniden ertelendi.

 

SULTAN 2. MAHMUT

1813 senesinde Kocaeli ve Bursa sancakları mutasarrıfı Vezir Hacı Ahmet Aziz Paşa'nın Sultan 2. Mahmut Han'a takdim ettiği arzuhalde, padişahtan bölgenin tetkiki için mühendisler ve mimarlar istemesi, kanal projesini tekrar gündeme getirmişti. Sultan Mahmut, Çavuşbaşı Abdullah İffet Bey, Mühendishane Muallim muavini 3. Halife Ahmet Efendi, 4. Halife Mehmet Efendi ve mimar yardımcısı Seyit Mustafa'yı gönderdi. Sonradan eklenen 7 kişilik bilirkişi heyetiyle birlikte bölgeye gönderilen bu eşhasın raporlarıyla Sultan Mahmut, kanal açma vazifesini, Hacı Ahmet Aziz Paşa'ya vermişti. 20 gün sonra Aziz Paşa'nın vefatıyla kazı çalışmaları başlamamış, akabinde ard arda gelen meseleler sebebiyle proje tekrar ertelenmek zorunda kaldı.

 

SULTAN ABDÜLMECİT

Tıpkı Sultan 3. Mustafa gibi, Sultan Abdülmecid döneminde de Karadeniz-Marmara kanal projesi 1845 ve 1857 yılarında olmak üzere 2 defa hayata geçirilmeye çalışmış lakin bu dönemde de birçok engel sebebiyle neticeye ulaşılamamıştı.

 

SULTAN ABDÜLAZİZ

1863 senesinde Sultan Abdülaziz mühendis Riter ve Hayri Bey'i kanal çalışmaları için görevlendirmişti. Bu, Osmanlının Karadeniz-Marmara Kanal Projesi'ni gerçekleştirmek için son teşebbüsüydü. Şimdilerde gündemde olan Kanal İstanbul projesiyle, 5 asır boyunca 7 padişah tarafından defalarca atılan adım sonuca ulaşacak mı acaba, zaman gösterecek..

 

SULTAN ABDÜLMECİT'İN BOĞAZA TÜP GEÇİT (Tünel-i Bahri) PROJESİ

İstanbul Boğaz'ında ilk tüp geçit projesi olan Sarayburnu-Üsküdar arasına yapılacak olan Tünel-i Bahri (Tüp Geçit) de Sultan Abdülmecid'e aitti. Yani şimdilerde halen inşası süren tüp geçit, Sultan Abdülmecid'in projesiydi. Sultan Abdülaziz, Karaköy-Pera (Beyoğlu) arasına bir tünel yaptırdı. Tünelin mühendisi Eugene Henri Gavand, 1 sene sonra (1876 yılında) devrin padişahı Sultan 2. Abdülhamit'e, Sarayburnu ile Üsküdar arasında bir de tüp geçit projesi sundu. Aynı yerde yapılacak bir tüp geçit projesi de 1891 yılında Fransız mühendis Jaqques Preault tarafından sunulmuştu Sultan Hamit'e. Daha önceden 1860 yılında Sultan Abdülmecid'e sunulan fakat gerçekleştirilemeyen proje, bu defa Sultan 2. Abdülhamid'in huzuruna getiriliyordu. Geçitten sadece tren yolu geçecekti. Padişaha 1902 yılında sunulan 3. bir tüp geçit projesinde ise çelikten yapılacak tüp geçit, denizin dibine çakılmış 16 sütun üzerinde duracaktı ve içinden 2 si yolcu biri yük taşıyan 3 vagonlu bir tren geçecekti. Bu tren Üsküdar'da demiryoluyla Haydarpaşa'ya bağlanacaktı. Lakin 31 Mart vakasıyla padişah tahttan indirilince, projeler gerçekleştirilemedi.

1500 den fazla eseri olan Sultan 2. Abdülhamit'in gerçekleştirmeye fırsat bulamadığı bir yığın projesi vardı. Beyşehir Gölü'nden, kanallar vasıtasıyla Konya Ovası'na su getirme projesi de aynı padişaha aitti. Tamamlanamayan bu projenin kanalları ve köprüleri halen kullanılıyor. Güneydoğu Anadolu Projesi (G.A.P) de Sultan Abdülhamit Han'ın dehasının eseriydi.

Yeni Şafak, Haber: Mahmut Sami Şimşek, 02.05.2011

ANKARA KALESİ TURİZME KAZANDIRILACAK

 

 

Başkent turizmine yön verecek önemli yerlerden biri olan Ankara Kalesi'nin sorunlarının çözümü için hazırlanan ''Kale Eylem Planı'' tüm hızıyla sürüyor.

 

Kale ve çevresinin yeniden düzenlenerek Ankara turizmine bir cazibe merkezi olarak kazandırılması amacıyla eylem planından hareketle ele alınan konular şekillenmeye başlıyor.

Sorumlu ve işbirliği yapılacak kuruluşlarla, faaliyetlere yönelik gerçekleştirilen toplantılarda, öneriler, düşünceler ve çözüm yolları tartışılıyor. Ankara İl Kültür ve Turizm Müdürü Doğan Acar, Ankara Kalesi'nin turizme kazandırılmasına yönelik soruları yanıtlarken, Ankara Valisi Alaaddin Yüksel'in göreve gelmesiyle Başkentte turizm çalışmalarının hız kazandığını söyledi.

 

Valilik tarafından 2010 yılında gerçekleştirilen 3 toplantıda Ankara turizminin masaya yatırıldığını, sektör temsilcilerinin de katılımıyla tartışıldığını dile getiren Acar, daha sonra 15 Şubat 2011'de ''Ankara Kalesi'nin Sorunları ve Çözüm Önerileri Toplantısı'' yapıldığını bildirdi. Vali Alaaddin Yüksel başkanlığındaki toplantının ardından konuşulan konuların sonuç raporunun açıklandığını belirten Acar, ''Kararlar bir eylem planı haline dönüştürülerek ilgili kamu kurum kuruluşlarına, belediyeler ve sivil toplum kuruluşlarına iletildi, plana uygun hareket edilmesi istendi'' dedi.

 

Acar, toplantıya turizm sektör temsilcileri, Ankara'nın kanaat önderleri ile sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri ve Kale esnafının katıldığını belirtti. Raporda, öncelikle Kale'nin turizm planı hazırlanmasının yer aldığını bildiren Acar, Kale'nin Hıdırlık Tepesi, Hacı Bayram-ı Veli Camisi ve Hamamönü semtiyle birlikte düşünüldüğünü kaydetti. Eylem Planı kapsamında 27 Nisan'da Ankara Vali Yardımcısı Yıldırım Uçar başkanlığında toplandıklarını ifade eden Acar, ''Bu toplantıda da o günden bu yana yapılan iş ve işlemler gözden geçirildi'' diye konuştu.

 

Toplantıdaki en önemli konulardan birinin elektrik ve telefon hatlarının yer altına alınması olduğunu anlatan Acar, ''Bu konuda Büyükşehir Belediyesi yetkili kılınmıştı. Onlar da 15 Mayıs'a kadar ASKİ tarafından zemin etüdü yaptırma, içme suyu, pis su, yağmur suyu, elektrik ve doğalgaz hatlarının düzenlenmesi ve galeri sisteminde yapılması için kazı gerektiğini belirtti. Kazı işi kolay bir iş değil, kuruldan karar gerekiyor'' dedi.

 

Tarihi, kültürel ve doğal birçok mirası bünyesinde barındıran Ankara Kalesi'nin kentin önemli simgelerinden biri olduğuna dikkati çeken Acar, şunları kaydetti: ''Ankara Kalesi tarihin ve kültürün binlerce yıllık birikimini taşıyan ve bu birikimi pazarlama şansına sahip muhteşem bir yapıdır. Başkent turizmine kazandırılmalıdır. Kale, tarihin ve kültürün binlerce yıllık birikimini taşıyan ve bu birikimi pazarlama şansına sahip eşsiz, muhteşem bir yapıdır. Kale gibi yerlerin manevi değerleri de vardır. Projelerin tümü gerçekleştiğinde Ankara için milyonlarla ifade edilen turist sayıları da yakalanacaktır. Ankara tarihini yansıtması bakımından Başkent turizminde bir cazibe merkezi olacak Kale, kentin önemli simgelerindendir. Kaledeki çalışmaların en kısa zamanda tamamlanarak turizme sunulması için çalışıyoruz. Belediyeler, sivil toplum kuruluşları, turizm sektör temsilcileri tüm iyi niyetlerini ortaya koymuş durumda.''

Cumhuriyet, 02.05.2011

NAZİLERİN ORTADAN KALDIRDIĞI HEYKEL

 

1930'ların Almanyası'ndaki Nazi rejimi 'sakıncalı' saydığı kitapları, resimleri, heykelleri ortadan kaldırmayı sistematik hale getirmişti. Önce kitaplara karşı mücadele açıldı, sonra filmlere, resimlere, heykellere... Eserleri o rejim tarafından 'yozlaşmış' sayılarak yasaklanan heykeller arasında en ünlüsü, Ernst Barlach'ın Magdeburg'daki 'Birinci Dünya Savaşı'yla ilgili anıt heykeliydi. O da yerinden uzaklaştırıldı. Ama arkadaşlarının bir 'hile'si sayesinde imha edilmekten kurtuldu. Şimdi eski yerinde, sanatseverler ve barışseverler tarafından ziyaret ediliyor, Barlach'ın anısına mumlar yakılıyor.

 

Dün Almanya’da Magdeburg’daki bir anıt-heykelin karşısındaydım. Geçmişinde onun da bir ‘ortadan kaldırılma’ operasyonu var.


O operasyon, Kars’taki ‘İnsanlık Anıtı’ gibi heykel kafası kesilerek başlamamış. Zaten buna ihtiyaç yok. Malzemesi, taş ile beton değil, meşe ağacı olan bir anıt bu... Üçü ayakta duran, üçü bir mezarlıkta büst gibi görünen altı insanı canlandırıyor. Üç parça üzerinde ayrı ayrı çalışılmış, sonra onlar birleştirilerek ‘I. Dünya Savaşı Anıtı’ adı altında, sadece Almanya’nın değil, dünyanın da sanat tarihine geçmiş anıt... Ama yeniden alınıp taşınması zor olmamış.


Açılışı, 1929 yılında... Ortadan kaldırılışı 1934’te... Yeniden yerine konuluşu 1955’te. Bugünkü haline getirilişi 1980’lerde.


Eser sahibi, dünya heykel sanatının en ünlü sanatçılarından Ernst Bar-lach... Doğumu 1870’te. Ölümü, 1938’de... Ama, Ondan kalan eserlerin bir kısmı, Almanya’nın çeşitli müzelerinde varlıklarını sürdürüyor.


Eserlerinin öteki kısmı artık yok... Çünkü Naziler zamanında yok edilmişler. Tahta iseler, yakılmışlar, bronz iseler, eritilmişler. Bazılarının çizimleri veya rölyefleri varmış. Onlara bakılarak, yeniden yapılmışlar. Bazısını yeniden yapmak için yeterli kalıntı da bulunamamış.
Birinci Dünya Savaşı heykeli ise, birçok badireden geçtikten sonra, orijinal haliyle yerine dönebilmiş. Bu niteliğiyle Almanya’da Naziler tarafından ‘aforoz edilip de yok olmaktan kurtulabilmiş tek heykel...’ 

‘Heykel kaldırma’nın üç gerekçesi
Magdeburg’a bu heykeli görmek için geldim. Geçen yazıda belirtmiştim. Kars’taki ‘İnsanlık Anıtı’nın ortadan kaldırılışı sürecini izlerken, merak edip kütüphanede ve internette bir ‘arama’ya girişmiştim. Dünya tarihinde heykelleri ortadan kaldırma örnekleri az değil... Nedenleri ve uygulama biçimleri çeşitli... Bunlar, o girişime karar verenlere göre üçe ayrılabilir:


1) ‘Heykelin her türlüsüne karşı olanlar’...
Onların anlayışının temelinde, genellikle, Ortaçağ’dan kalma yorumlar var: Heykel yapmayı “çok tanrılı dönemlerden kalan ‘put yaratma’ alışkanlığının devamı” olarak görüyorlar... “Heykel yapımı, Tanrı’ya özgü olan ‘yaratma’ işlevine özenmektir” diyorlar... Zamanımızda bu anlayışı, Taliban temsil ediyor. Her çeşit heykelin, sadece kamuya ait olan yerlerde değil, evlerde de bulunmasına karşı çıkıyor.
2) ‘Belirli heykellere karşı çıkanlar’.
Onlarda her türlü heykele karşı çıkma toptancılığı yok. Siyasi veya ideolojik nedenlerle, ‘O heykeli istemem. Şu heykeli isterim’ seçiciliği var. Bunun uygulamalarına, genellikle iktidar değişikliklerinde, siyasi rejim değişikliklerinde rastlanıyor. Eski siyasetçilerin veya eski siyasi görüşlerin heykelleri yok edilip, yerlerine yenilerinin heykelleri geçiriliyor.
3) ‘Estetik gerekçeler’le belirli heykelleri beğenmeyenler...
Sanat eserlerini, estetik gerekçeyle beğenmemek, elbette herkesin hakkı. Ama bu hakkı, eğer iktidarda bulunup da ‘dedikleri dedik’ olanlar kullanıyorsa, onların söylediği ‘estetik değil’ sözü, heykelin ortadan kaldırılması için yeterli oluyor.


Tarihte heykele karşı bu üç gerekçeyle yapılan uygulamalarda, bazen bu gerekçeler birbirine karışıyor.
‘Heykel karşıtlığı’ yüzünden veya ‘siyasi nedenler’le heykel kaldıranlar, bunu estetik nedenlere bağlayarak anlatıyorlar... Veya konjonktüre göre bunun tersi de olabiliyor. Ama Magdeburg’daki heykelin Nazilerce kaldırılmasında, neden apaçık: Bu bir –o zamanki Nazi jargonuyla- ‘yozlaşmış heykel’... Alman ırkının kahramanlığını anlatacak yerde, bir savaş sonundaki acıları anlatıyor. 

‘Sanatta yozlaşma’
Evet, Almanya’da, Magdeburg’da Ernst Barlach’ın heykelinin önündeyim.
Magdeburg, 230 bin nüfuslu bir kent. Batı ve Doğu Almanya’nın ayrı devletlerin yönetimi altında olduğu dönemde, Doğu’da kalmıştı. Başkent Berlin’den 160 kilometre uzaklıkta...
Barlach’ın heykelinin yeri de, şehrin tarihi Protestan Kilisesi ‘Magdeburger Dom’un içindeki en gösterişli köşe... Ama durumun yeniden bu hale gelmesi kolay olmamış. Kilise yetkilileri anlatıyor. Konuyla ilgili kitapları, belgeleri gösteriyor.


Hikaye, 1927’de başlıyor.
1927 yılı, malum, Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’nın etkilerinden henüz kurtulamadığı yıllardan biri. Savaş, 1918’de Almanya’ın yenilgisiyle bitmiş. Krallık sona ermiş, Cumhuriyet ilan edilmiş...
Almanya, savaşın galipleri Fransa’yla, İngiltere’nin dayattığı Versay Antlaşması’nı imzalamak zorunda kalmış... Ve o antlaşmanın getirdiği tazminat yükümlülüğünün altında, büyük ekonomik sıkıntıların içine girmiş...


O sıkıntılardan, iktidardaki merkez partileri ile birlikte ‘Komünist Parti’yi ve ‘Yahudiler’i sorumlu tutan Hitler’in liderliğindeki ‘Milli Sosyalist İşçi Partisi’ (Nazi Partisi) henüz azınlıktaki bir küçük parti ama, taraftarları artıyor.


Partinin hedefi, Almanya’yı ‘dış ve iç düşman’ların baskılarından kurtarmak... Alman ırkının kahramanlığına dayalı bir yükselme dönemi başlatmak... Bunun önündeki engelleri aşmak...
‘Engel’ derken, parti yöneticilerinin aklına gelenlerden biri, bazı yazarların, sanatçıların ‘yozlaşmış’ eserleri... ‘Nasyonal Sosyalist Milliyetçi’ler iktidara gelirlerse, o alanlara da müdahale etmek istiyorlar. 

Barlach’a sipariş
Ernst Barlach, o yıl 57 yaşında... Daha önce Fransa’da, İtalya’da, Rusya’da bulunmuş. Orada da eserler yapmış... Avrupa çapında ün kazanmış... Magdeburg yakınlarındaki bir kasabada atölyesi var. Orada çalışıyor.


Barlach, aslında eski bir milliyetçi... Birinci Dünya Savaşı’na gönüllü olarak katılmış. Tabii, savaşın acılarını da görmüş. Fakat Hitler’in partisine karşı bir tavrı yok... Eserlerinin çoğunun konuları zaten siyasi değil. Kiliseler de dahil, ona heykel sipariş edenler çok...


Magdeburg’daki heykelin siparişi de o yıl yapılıyor. Magdeburg Kilisesi, Birinci Dünya Savaşı’nın anılarıyla ilgili bir heykel istiyor.


O zamanki duruma göre, bu isteği gerçekleştirme yetkisi, Prusya’nın Kültür Bakanlığı’nda... Bakanlık da bunu Barlach’a öneriyor. Barlach kabul ediyor. İki yıl süren çalışma sonunda eser ortaya çıkıyor. Ve 1929 yılında kiliseye getirilip açılış töreni yapılıyor.


Ama anlaşılıyor ki, Birinci Dünya Savaşı’nın anılarını canlandırmak üzere ısmarlanan anıtı isteyen kilise kurulu üyelerinden bazıları, o anıtın, Almanların savaştaki kahramanlıklarını canlandırmasını beklemişlerdi. Ama heykelin açılışında hayal kırıklığına uğruyorlar.


Barlach, üç askeri, bir mezarlıkta yan yana dururken gösteren bir heykel yapmıştı. Biri, (yan sayfadaki heykel fotoğrafında soldaki) yaşlı bir Alman askeriydi, ikincisi (ortada) orta yaşlı ve başından yaralı bir Fransız, üçüncüsü (sağda) genç bir Rus askeri. Üçü birlikte mezarlıktaki haçın yanındaydılar.


Bu manzaraya ek olarak da, onların önündeki zemine üç büst dizilmişti: Biri, yüzü örtülü bir kadındı. İkincisi, başındaki asker miğferiyle bir iskelet, üçüncüsü de bütün bu durumun ıstırabını çeker gibi, başını ellerinin içine alarak gözlerini kapatmış bir sivil... Sivilin yüzü, Barlach’ın kendisinin yüzüne benziyordu. Sivilde ayrıca, Birinci Dünya Savaşı’nda kullanılan zehirli gaz bombalarının izleri vardı. Bu üç büst, ortadaki genç askerle annesi ve babası olarak yorumlanıyordu.


Anıt bir bütün olarak, savaşın verdiği acıları canlandırırken, bu acıları yaşayanların her milletten, her yaştan, her cinsten olabileceğini de ifade ediyordu. Birinci Dünya Savaşı’nda birbirine karşı savaşanlar, kadınlar, çocuklar, analar, babalar. 

Beğenenler, beğenmeyenler
Heykeli beğenenler çoktu... Ama o sırada giderek hızlanan Alman milliyetçiliği açısından onu sakıncalı görenler de az değildi. 1929’da Nazi Partisi’nin iktidara geçmesi ihtimali arttıkça, heykele karşı olanların sayısı ve kızgınlığı arttı. 1933’te Hitler’i iktidara getiren seçimden sonra ise, heykelin oradan kaldırılıp yok edilmesi talepleri başladı.


Nazi Partisi’nin yöneticileri, başlangıçta Barlach’a karşı bir tavır içinde değillerdi. Hatta, aralarında onu, daha önceleri Hitler yanlısı bir bildiriyi imzalayan sanatçılar arasına katıldığı için, ‘Hitlerci’ sayanlar vardı.


Ancak, ortada her alanda başlatılmış olan bir genel gelişme vardı. 

‘Tek bayrak, tek lider’
Almanları ‘tek devlet, tek bayrak, tek lider’ sloganı etrafında ‘aynılaştırmak’ isteyen yeni iktidar, ülkeyi, sakıncalı gördüğü partilerden, örgütlerden, politikacılardan, gazetecilerden, yazarlardan olduğu gibi, sanatçılardan da arındırmaya kararlıydı. Toplumdaki tüm faaliyet alanlarını sistematik bir şekilde kontrolü altına almak istiyordu.


Zaman içinde, bütün bu ‘kontrol’ işlerini devamlı olarak yürütmek için, şöyle bir mekanizma oluşturuldu:
Yazarlık, basın, film, radyo, tiyatro, müzik, resim ve heykel alanlarında birer meslek birliği kurulacaktı. Adları bizdeki ‘Ticaret Odası’, ‘Mimarlar Odası’ gibi ‘oda’ (Kammer) olacaktı. Ama o ‘oda’ adının başında bir de ‘Devlet’ sözü bulunacaktı. ‘Devlet Basın Odası’, ‘Devlet Film Odası’, ‘Devlet Resim ve Heykel Odası’...


Bunların hepsi, bir çatı organizasyonu olarak kurulan ‘Devlet Kültür Odası’na (Reichskulturkammer) bağlı olacaktı. O çatı organizasyonu da, başında Joseph Goebels’in bulunduğu ‘Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı’na bağlı bulunacaktı. Propaganda Bakanı da, tabii, doğrudan doğruya Hitler’e bağlıydı. Her şey onun kontrolüne uygun olacaktı.


Kültür ve sanatın çeşitli alanlarında faaliyette bulunanların, o alanlarla ilgili ‘oda’lara üye olmaları şarttı. Üye olanların da, oda yönetiminin -dolayısıyla ‘Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı’nın- koyduğu kurallara uymaları şarttı. Uymayanlar, üyelikten çıkarılabilirlerdi. Bu, o zamana kadar yaptıkları işlere devam edememeleri demekti. Yazar iseler kitapları yayımlanamaz, ressam iseler resim, heykeltıraş iseler heykel yapamazlardı.


Bu düzen, bir kanun çıkarılarak kurulduktan sonra, Ernst Barlach’ın durumu, gene değişmedi. Barlach heykeltıraşların bulunduğu ‘oda’nın üyesiydi. Heykellerini yapmaya devam edebildi. Ama bu, Margdeburg’daki Birinci Dünya Savaşı heykelinin oradan kaldırılması yolundaki girişimleri durdurmadı.


1934’ün sonuna doğru bir ‘heykel kararı’ alındı ve kapsamına Ernst Barlach’ın eserleri de alındı.
Hükümet, odalardan da gelen ‘halkın isteği’ni göz önünde tutarak, Barlach’ın Magdeburg Kilisesi önündeki anıtının oradan kaldırılmasına karar vermişti.


Sanatçının, hakkında ‘kaldırma’ kararı alınan anıtları, heykelleri sadece Magdeburg’dakinden ibaret değildi. Daha başka bazı anıtları da sakıncalı bulunmuş, benzeri kararların konusu olmuştu. Ama Magdeburg’daki anıt eserlerinin en ünlüsüydü ve Barlach’a göre en önemlisiydi.


Barlach, buna rağmen kararı sessizlikle karşıladı. Devlet Kültür Odaları ve hükümet de sanatçının ‘sakıncalı’ sayılmayan diğer eserleri hakkında herhangi bir tavır almadı. Barlach bir süre, konularını daha dikkatle seçtiği başka eserler yapmaya devam edebildi. Fakat bir gün geldi, Barlach üyesi olduğu ‘Ressamlar ve Heykeltraşlar Odası’ndan ‘istifaya davet’ edildi.
O davetten bir süre sonra da, 1938’de bir kalp krizi geçirip öldü. 

Heykelin kaderi
Magdeburg Kilisesi’nden, üç parçası birbirinden ayrılarak kaldırılıp taşınan heykel, önce bir ulusal müzenin, ziyaretçilere açık olmayan bir yerinde gizlendi. Sonra oradaki bir depoya konuldu.

Başına gelmesi muhtemel akıbet, diğer bazı heykellere yapıldığı gibi yok edilmekti. Fakat şöyle bir gelişme oldu: Barlach’ın yakın dostları, o heykeli bir Amerikalının döviz vererek satın almak istediği yolundaki ‘talebi’ni ilgili makamlara ilettiler. O sırada savaş hazırlıkları içinde olan ve yabancı parayla satın alma taleplerine ilgisiz kalmayan Alman makamları, buna razı oldular. Amerika, zaten o sırada Almanya’nın muhtemel düşmanları arasında değildi. Bunda bir sakınca görmediler. Ve Barlach’ın arkadaşları o ‘Amerikalı’ adına hatırı sayılır bir miktarda döviz ödeyerek o heykeli teslim aldılar.


Gerçekte, öyle bir ‘Amerikalı’ yoktu. Arkadaşlar grubu, o dövizi, aralarında para toplayıp karaborsadan satın alarak temin etmişlerdi. Aldıkları heykeli, gizli bir yerde sakladılar...


Sonra... Hitler Almanyası, 1939’da İkinci Dünya Savaşı’nı başlattı. 1945’te yenildi. Ülke dört devlet tarafından işgal edildi. Amerikan, İngiliz ve Fransızların işgali altındaki batıda ‘Federal Almanya’, Sovyetlerin işgali altındaki doğuda ‘Demokratik Alman Cumhuriyeti’ kuruldu.


Barlach’ın heykelini saklayan arkadaşları, onu yeniden günyüzüne çıkardılar. Fakat bu defa heykeldeki ‘savaş karşıtlığı’ havası, ‘Doğu Almanya’daki yöneticilerin tereddütlerine yol açtı. Heykeli eski yerine koyma girişimleri kabul görmedi.


Bu, ancak 1955’te Bertolt Brecht’in öncülüğünü yaptığı bir kampanya sonunda gerçekleşti.
Fakat o tereddütler bir süre daha devam etti. ‘Birinci Dünya Savaşı Anıtı’ yerine konuldu ama, bugün önünde bulunan mumların dikildiği zemin, ancak 1980’lerde yapıldı.


Konuyla ilgili son durum şu:
Ernst Barlach’ın Magdeburg Kilisesi’ndeki anıtı, bugün, dünyanın her tarafından gelen sanatseverler ve barışseverler tarafından ziyaret ediliyor. Onun anısına mumlar dikiliyor. Ayinler yapılıyor.


Barlach’ın Nazi döneminde yok edilmeyip kurtarılabilen diğer eserleri, Almanya’da olduğu gibi, dünyanın birçok yerinde sergileniyor. (2006’da İstanbul’da da sergilenmişti ve büyük beğeni kazanmıştı.)


Bundan 73 yıl önce ölen Barlach, kendisine gösterilen bu ilgiyi göremedi. Ölürken, karşı karşıya kaldığı sorun, Devlet Kültür Odası’ndan istifasını isteyen mektup sorunuydu.


Almanya’da bugün o mektubu hazırlayan ‘oda başkanları’nın adlarını bilen yok. O oda başkanlarının başındaki Goebels gibi ünlü siyasetçilerin adları elbette biliniyor. Ama o adları da, hayırla hatırlayan yok.


Ernst Barlach ise, dünyanın her yerinde eserleriyle yaşamaya ve büyük saygı görmeye devam ediyor.

 

 

Barlach’ın Magdeburg’daki heykeli, meşe ağacından. Üç parça halinde yapılıp birleştirilmiş. Bir mezarlık görüntüsündeki ayaktakiler (soldan) Alman, Fransız, Rus askerleri. Büst halindekiler (soldan) yüzünü örten kadın, artık ölü bir asker olan oğlu ve gaz bombası izlerini taşıyan babası. Haçın üzerinde alt alta Birinci Dünya Savaşı yılları yazılı: 1914, 1915, 1916, 1917, 1918.

 

 
1920’lerin 30’lu yılların ünlü heykeltıraşı Ernst Barlach, atölyesinde. Magdeburg’daki anıt heykeli 1927’da yapılmıştı. 1929’da yerinden kaldırılıp gizli bir yere konuldu. Barlach’ın ölümünden sonra, imha edilmekten, dostları sayesinde kurtarıldı. 1955’te eski yerine konuldu. Nazi döneminden kalabilen diğer eserleri ise, dünyanın her yerinde sergileniyor.

 

 
JOSEPH GOEBELS
‘Halkı Aydınlatma ve Propaganda’ Bakanı. Görevlerinden biri, Almanya’yı ‘yozlaşmış’ kitaplardan, resimlerden, heykellerden kurtarmaktı.

 

 
10 MAYIS 1933
‘Yozlaşmış’lığa karşı mücadele, ‘kitap yakma’yla başladı. Bertolt Brecht’ten Stefan Zweig’a kadar onlarca yazarın eserleri, Naziler tarafından ateşe atıldı.

 

 
PİCASSO DA ‘YOZ’
Sonra, yazlaşmış resimlere ve heykellere sıra geldi. Kandinsky’den Klee’ye, Picasso’ya kadar yerli-yabancı birçok ressamın eseri, kamuya açık yerlerden kaldırıldı.

 

 
...VE BARLACH!
Sıra, dönemin en ünlü heykeltıraşı Ernst Barlach’ın eserlerine de geldi. Magdeburg’daki ‘anıt-heykel’in kaldırılması biraz vakit aldı ama, sonuçta karar uygulandı.

 

 
NAZİLERCE BEĞENİLEN HEYKELLER
Nazilerin heykeltıraşlardan beklediği, Alman ırkının gücünü, yüceliğini ve başarılarını canlandırmalarıydı. Müzelerde, sergilerde onların yeri sağlamdı.

 

 
MAGDEBURG HEYKELİ
Altan Öymen ‘oradaydı’.


Radikal, Yazı: Altan Öymen, 02.05.2011

PISA ZİYARETE AÇILDI

 

İtalya’nın Toskana Bölgesi’ndeki eğri kule olarak tanımlanan ünlü Pisa Kulesi iki yıllık onarım sonrası tekrar ziyarete açıldı. Çelik halat desteğine alınan kulenin gelecek 300 yılda daha da eğilmesi durduruldu, 3.99 metre eğrilikte sabit tutuldu. Mermerleri de elden geçirilen ve cilalanan kule yılda 30 milyon turist çekiyor. 56 metre yükseklikteki kulenin inşaatı 12’inci yüzyılın sonlarında başlayıp 14’üncü yüzyılın başlarında bitirilmiş ancak temeldeki toprağın kayması yüzünden dönem dönem eğilmişti. Pisa Kulesi’nin yeniden açılış resmi töreni, İtalya Cumhurbaşkanı Giorgio Napolitano’nun kurdeleyi kesmesiyle 17 Haziran’da, düzenlenecek.
Hürriyet Seyahat, Haer: Reha Erus, 02.05.2011

UYUYAN GÜZEL UYANIR MI?

 

Geçtiğimiz hafta Türkiye’de bir heykel yıkıldı. Sanatın özerkliği, sanatçı onuru, demokrasinin özgürlük vaadi, kamusal alan enkaz altında. Daha önce pek çok defa sanat kurumu hiçe sayılarak kamusal alanda heykellerin yapılması, yıkılması ya da kaldırılması söz konusu olmuştu. Ama bu defa farklı. Daha önce siyasi irade hiç bu kadar doğrudan, pervasız ve hukuksuz biçimde saldırıya geçmemiş, hiçbir saldırı bu biçimde, iktidarın güç gösterisine dönüşmemişti. Bu olay Türkiye’de sanat alanının kırılganlığını ve savunmasızlığını bir kez daha gösterdi. Tam da bu yüzden Mehmet Aksoy’un İnsanlık Anıtı’nın yıkılması fetvası etrafında gelişen heykel tartışmasını öncelikle politik düzleme taşımayı ve daha sonra sanat alanını öz eleştiriyle beslemeyi öneriyorum. 

Hem sanat hem siyaset
Kamusal alanda her heykel estetik değerinden ve sanatçısının fikrinden önce içinde bulunduğu ülkede, toplum, yerel yönetimler ve merkezi iktidar arasındaki siyasi ilişkileri temsil eder. İnsanların bir arada nasıl yaşadıkları, nasıl ürettikleri, neleri, nasıl paylaştıkları, bir ülkenin toplumsal tarihi heykellerinin ve anıtların belleğinde kayıtlıdır. Bu nedenle İnsanlık Anıtı’nın yıkımını sanat alanının siyasetle kesiştiği noktada anlamlandırmak gerekiyor.


Her şeyden önce kamusal alan liberal kapitalist sistemde ve burjuva toplumunun oluşumuna bağlı gelişen tarihsel ve ideolojik bir kategoridir. Liberal siyaset kuramı kamusal alanı devletten, piyasadan ve ailenin mahrem alanından ayrı dördüncü bir alan olarak çizer. Habermas 18. yüzyılda burjuva kamusallığının refah devleti dönemindeki dönüşümünü bir ideal olarak ele alırken, onu tüm bağımsız özel kişilerin söylemlerine açık, tüm yurttaşların güven içinde erişecekleri, kamu yararını gözeterek özgürce ve rasyonel biçimde tartışabilecekleri, devlet ve toplum arasında, kurumsallaşmış bir iletişimsel eylem ortamı olarak tanımlar. Bu kurama göre kamusal alan, devlet toplum ilişkisinin sorgulama, tartışma, müzakere etkinliği temelinde örgütlendiği bir demokrasi modelinin kalbidir.


Liberal kamusal alan kavramına gelen en kapsamlı eleştirilerden biri “proleter-karşıt kamusal alan” tasarımı geliştiren Oscar Negt ve Alexander Kluge’den gelir. Onlara göre, liberalizmin “kamusal alan” tanımı kapitalizmin bütün tekilliklere karşı açtığı savaşta, en önemli genelleştirici silahlardan biri olmuştur. Oysa kamusal alan homojen değil, heterojen bir yapıdır. Her zaman çelişkiler ve çatışmalarla doludur. Negt ve Kluge ‘burjuva kamusunun’ genel iradeyi temsil ettiği iddiasının, başından beri güçlü bir dışlama mekanizması olarak çalıştığını belirtirler. Liberal demokrasilerde kamusal alanın, egemen sınıf olan burjuvazinin iktidarını tesis ettiği ve işaretlediği alan olduğunu söylerler. Liberal kamusal alan, egemen sınıfın özel alanı, gerekli görüldüğünde genişletilmekte ya da daraltmakta özgür olduğu arka bahçesidir. 

Demokrasi vaadinin çöküşü
Bugün Türkiye’de Negt ve Kluge’nin kuramını doğrulayan pek çok örneği yaşıyoruz. Kentsel dönüşüm adı altında yapılan uygulamalar bugün Türkiye’de kentlilere ait kamusal alanların sermaye sahiplerinin özel mülkiyetine ne kadar çabuk dönüştüğünü ve yoksul kentlilerin özel alanlarının kamu otoritelerince ne kadar kolayca ihlal edildiğini açıkça sergiliyor. İnternet ve medya gibi kamusal alanlar ise yasaklarla denetleniyor ve kamusallık iktidar tarafından tanımlanıyor. Siyasi erk kamusal alana istediği zaman istediği heykeli dikiyor, istediğinde yıkabiliyor. Bu bağlamda, yaşadığımız pek çok olay gibi İnsanlık Anıtı’nın yıkımı da kapitalist sistemde kamusal alanın ve demokrasi vaadinin çöküşüne kanıt teşkil ediyor. 

Etik ve estetik kopuş
Pierre Bourdieu ‘Sanatın Kuralları’ adlı kitabında 19. yüzyılda Fransa’da edebiyat alanının oluşumunu anlatır. Bourdieu alanın özerkliğinin kurulmasını estetik bir kopuş olarak adlandırır. Sanatçılar artık iktidarın söylemini değil kendi hikayelerini, özgün üsluplarıyla aktaracaklardır. Fakat estetik kopuş, Baudelaire örneğinde de görülüğü gibi, her zaman etik dolayısıyla politik kopuşla mümkün oldu. Bugün bildiğimiz anlamda sanat alanı da, öncelikle iktidar alanından koparak yani özerkleşerek oluşmuştur.


Türkiye’de sanat alanı özerkliğini Batı’ya göre daha geç kazandı ve kurumsallaşmasını tam olarak sağlayamadı. İktidarın sembolik ve fiziksel şiddetine karşı savunmasızlığı bunun en açık kanıtıdır. Bilim, hukuk, eğitim alanları da benzer saldırılara uğruyor fakat daha güçlü direniş sergiliyor.
Sanat alanı müdahalelere direnecek iç mekanizmalarını kurmalıdır. En büyük eksiklik merkezi iktidar, yerel yönetimler ve sanatçılar arasında yer alan ve konunun uzmanlarından oluşan Özerk Sanat Konseyleridir. Batı’da pek çok örneği bulunan bu konseyler süreklilik kazanırlarsa etkili hale gelir, sanat alanını koruyan kültür politikaları üretebilirler. Her ne kadar, kamusallığın aşındığı bir ülkede, tarafsızlığının sağlanması zor da olsa bu mümkün olan tek çözümdür.


Bununla birlikte, belirtilmesi gereken en önemli nokta özerkleşmenin, sanat alanının diğer alanlarla ilişkisizliği anlamına gelmediğidir. Tersine özerkleşme diğer alanlarla özgün ilişkiler kurmayı gerektirir. Her şeyden önce Türkiye’de sanat alanının acilen toplumsal muhalefetle ilişkilenmesi gerekiyor. Sanatçıların toplumsal muhalefetle kuracakları özgün dayanışma ilişkisi, iki taraf için de önemli bir kazanım olacaktır. Aksi halde 1970’lerde akademinin önünden geçen devrimcilerin attığı “akademi baloya” sloganı güzel sanatlar fakültelerinin duvarlarında yankılanmaya devam edecek. Sizce de uyuyan güzeli uyandırma zamanı gelmedi mi? 
Radikal İki, Ezgi Bakçay Çolak/Marmara Üni., GSF, 01.05.2011

HEYKELE VEDA

 

 

Eserini korumak için elinden gelen her şeyi yaptı heykeltıraş Mehmet Aksoy... Mahkemeye başvurdu, "Heykeli yıktırmam, gerekirse önünde dururum" dedi. Yıkım kararına karşı duran yalnızca o değildi elbette; bazı sivil toplum örgütleri ve sanatçılar protestolar düzendi. Ama sonuç değişmedi. 26 Nisan’da sabah 06.30’da yıkım başladı. 8 kişilik yıkım ekibi, 3 kere tekbir getirip "Allahüekber" diyerek heykellerin kafalarını kesmeye başladı. Ertesi gün sıra gövdelere gelmişti. Yıkım işlemi kademeli olarak sürüyor ve 10 günde tamamlanması planlanıyor.

 

Mehmet Aksoy, duygularını HT Pazar için kaleme alarak eseriyle vedalaştı:

 

"Son zamanlarda sık sık Hallac-ı Mansur’u düşünüyorum. Ne demişti Hallac? 'Enel Hak.' Peki, ne demişti Yunus Emre? 'Bir ben vardır bende, benden içeri.' Bir bağlantı var mı? Evet, var. Etten kemikten, ana rahminden dünyaya doğan çocuğun ikinci doğumu için nasibine düşen, onu var edecek olan içindeki tanrısal cevherden, yaratı gücünden söz ediyor. Yaratılan eserlerle insana ışık olmaktan söz ediyor. Dünya rahminde yeniden ebediyete doğmaktan söz ediyor. Mal mülk, para pulu önemli kılanların protein torbası olarak ölmeyip, geberip gideceklerini söylüyor. Ben gerçeği gösterme yolunda içimdeki yaratı cevherini sanatımla dışa vurarak, eser yaratarak var olmaya, gerçeği göstermede insanlara ışık olmaya çalışıyorum. Geçmişteki ustalardan el alıp günümüze getirmeye; bana uzanan insanlık elini dini, mezhebi, milliyeti ne olursa olsun tutmaya çalışıyorum. Heykelin yıkılmasıyla, bize uzanan bu el kesildi. İnsanlık yolunda ilerleme umutlarımız, barış umutlarımız, demokrasi umutlarımız kesilmek istendi. İnsan olmak için gerekli iki hayati ana damar; özgür düşünce ve muhalif olma damarı tıkanmaya çalışılıyor. Hallac-ı Mansur’u doğrayan zihniyetle bu zihniyetin hiçbir farkı yok. Ama o, ikinci doğumu gerçekleştirdi. Ebediyen aramızda, özgür ruhumuzda. Artık onun kolunu, bacağını kesemezsiniz, çarmıha geremezsiniz. Heykeli yıksanız da içimizdeki bizden içeri olan “ben”i karartamazsınız. Hallac-ı Mansur’u çoğaltırsınız, o kadar...

 

ŞAHMERAN HİKAYESİ
Heykelimin parça parça kesilip atılması bana Şahmeran’ın hikayesini anımsatıyor. Hikaye şöyle: Padişah hastalanır. Onu memleketin hiçbir hekimi iyi edemez. Umarsız bir hastalığı vardır. Şeytan akıllı vezir der ki, 'Padişahım sizi ancak Şahmeran’ın eti iyi edebilir.' Padişah ikna olur. Şahmeran mağarasından getirilir, parça parça doğranır. Çorbası yapılır ve padişaha içirilir. Padişah iyi olur. Vezir ilk suyunu içmiştir, ölür. Heykelimin eti üstünden şovenizme, gerici görüşe göz kırparak oy alıp iyi olmak istiyorlar. Heykelimi oya kurban ettiler. Demokrasiyi, hukuku oya kurban ettiler. Sanatı oya kurban ettiler. Olan budur."

Habertürk Pazar, 01.05.2011

 

******


İNSANLIK ANITI'NIN OMUZLARI SÖKÜLDÜ

 

 

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Kars mitinginde ‘ucube’ daha sonra da ‘heyula’ diye nitelendirdiği İnsanlık Anıtı’nın omuzları kesildi.

 

Anıttan daha önce kesilerek çıkarılan 20’şer tonluk 2 baş ve 27 ton ağırlığındaki omuz belediyeye ait depoya taşınırken, işçiler dün de 30 ton ağırlığındaki diğer omuzu kesti. B2 kodu verilen ikinci omuz depoya götürüldü. 9 gün içinde baş ve omuzları kesilen İnsanlık Anıtı’nın, Erdoğan’ın 20 Mayıs’ta Kars’ta yapacağı miting gününe kadar kaldırılması planlanıyor.

Hürriyet, 04.05.2011

 

******


'İNSANLIK' YIKIMA DİRENİYOR

 



Yıkım kararıyla önce kafası kesilen Kars’taki “İnsanlık Anıtı’nda iş gövdeye gelince çalışmalar yavaşladı. Dev çelik borular nedeniyle beton kesilemediği için Almanya’dan özel kesici aletler sipariş edildi.

 

Yıkım şirketinin sahibi Ertuğrul Yaman, “Bize sadece beton dendi. Heykelin içerisinde dev çelik borular olduğu söylenmedi. Böyle bir şeyi beklemiyorduk. Ne zaman biteceği konusunda tarih veremeyiz. Bu işte zarar edeceğimizi biliyoruz. Yıkım sayesinde bütün dünya bizim aile şirketimizi tanıyacak” dedi.

 

Heykeltıraş Mehmet Aksoy ise mahkeme sona ermemesine rağmen heykelin Başbakan Erdoğan’ın 20 Mayıs’ta Kars’a gelişi öncesinde kaldırılmaya çalışılmasını eleştirdi. Aksoy, “Başbakan ‘Bir daha geldiğimde anıtı yerinde görmeyeceğim’ demişti. Yani Başbakan’ın ağzından çıkan her söz bir emir olarak telakki ediliyor hukuk, demokrasi, kanun gibi hiçbir şey tanınmıyor. Gelip gördüğünde herhalde içi rahatlayacak. Bunu ben yıktım diyecek ve övünecek. ‘Bunu ben yıktım’ın onuru var mıdır? Sayın Başbakanımız boşuna onurlanmasın. Yıkıcılar çok zorlanacak ve Başbakan Erdoğan Kars’a gelinceye kadar yetişmeyecek” dedi.

 

1999 yılından itibaren İstanbul’da bina ve köprü yıkımında çalıştığını belirten yıkım ustası Osman Yaman anlatıyor:
“Yıkarken vicdan azabı çekmiyoruz. Çünkü biz karşımızda yıkılacak bir beton görüyoruz. Ama bu heykel desenli olsaydı, o zaman bu işe girmezdik. Tartışmalara aldırmıyoruz, biz işimizi yapıyoruz.”

Habertürk, Haber: Düzgün Karadaş - Tacettin Durmuş, 04.05.2011

 

******


"BİTMEMİŞ HEYKELE ÇİRKİN DEMEK SAYGISIZLIK"

 

 

Kars'taki İnsanlık Anıtı'nın Başbakan Erdoğan'ın 'ucube' demesinin arkasından heykelin yıkılmasına karar verilmişti. O heykelin yaratıcısı Mehmet Aksoy, Teke Tek Özel'de hem heykeli anlattı hem de heykelle ilgili eleştirilere yanıt verdi.

İşte Aksoy'un açıklamaları:

 

"O zamanlar Naif Alibeyoğlu AKP'den belediye başkanıydı. Iğdır'da, Erivan'da, Yunansitan'da bir 'soykırım' anıtı var. Böyle soykırım anıtlarına karşı bir anıt yapalım. Soykırım anıtlarının barışa ziyan vermesi gibi şeylerden çıktı. Ondan böyle bir teklif geldi. Hem çabuk yapalım, hem elli metre yapalım gibi... Öyle bir anda yapılmaz dedim. Ben bir eskiz yapayım, ondan sonra siz bana tarif etmeyin dedim. Genelde ısmarlayanlar tarif ediyor.

 

Yeri ben seçtim. Bu da sanatın bir parçasıdır. Heykel mekana bir enerji katar. Bir cazibe alanı yaratır. Orada bir kale var. Kale bir savaş unsuru. Şehir savaşlar görmüş. Dağlar taşlar savaşa şahit olmuş. Burdan çıkınca içerik belli oluyor.

Benden soykırım anıtlarına karşı bir heykel istediler. Ben de savaşı suçlayan, savaş kışkırtıcalarına karşı... Şu kadar sizden öldü, bu kadar bizden öldü... Böyle tarih olmaz. Ben şu anda dünyada hakikaten barış olması gerektiğini düşünüyorum.

Savaş karşıtı bir anıt yapmak çok ilginçti. Bu da heykelin içinde var. Mesele MHP'li bir arkadaş 'Bu Ermeni, biz Ermeniler'e el uzatıyoruz'dan çıktı. Bu politikaya bulaştırıldı. Ucube denmesinin asıl anlamı oradaki MHP oyuna göz kırpmaktır. Başka da hiçbir şey yoktur. Heykele bakmadı bile. Zaten kendi zamanında yapıldı. Koruma Kurulunun kararları var. Koruma Kurulundan geçmiş.

'Ucube'nin üstüne aynı kurul tekrar toplanıyor. Üstünden iki sene geçmiş. Sözleşme var, belediyenin kararı var... Onlar da çok beğendi heykeli. Çünkü Kars'ın terası gibi duruyor.

Halkla temas oldu mu burda? Halk heykelin neresinde diyer soracaksınız. Heykelin kuvvetine inanan bir insanım. Heykel insanlara bir anlam kazandırabilir. Bu böyle oldu. Ve ben yaparken durmadan insanlar geliyor ve ben anlatıyorum. 2006'da başladım... Onaylayan kurul durdurma ve yıkma kararı var dedi. Kurul hiçbir zaman Sit alanı diyemiyor.

Politikacılarla sanatçıların farkı, biri gerçek üstünden insanları tutup oyunu alır. Biz sanatçılar o durumdan alıp bir üst düzeye almaktır. Biz bunu yapmaya çalışıyoruz. Politkacılar oy kaygısıyla bunu yapmaya çalışıyor Heykel üzerinden oy kapmaya çalışıyorlar acı olan budur. Yetkin kişilerle iyi mi oldu, kötü mü oldu tartışamıyoruz. Bu yarım kalmış bir heykel. Orada savaşı ölümü çağrıştıran, ortadan ikiye bölünmüş bir insan var. Orada metafor kullandım. Kendi kendine karşı konulması var...

Yarım bir heykel üzerine konuşuyoruz. Maketten ne olacağı belli. Kalıptan çıktığı gibi bu heykelin kalıp izleri gidecekti, kumlama yapılacaktı, boya çakilecekti. Arkasında bir göz var. O göz vicdanı temsil eden akan gözayaşları var."

 

Heykel üzerine birçok spekülasyon yapıldığını, hepsine birden yanıt vermekte zorlandığını kaydeden Aksoy, izin verilmesi durumunda beş ayda heykeli bitirebileceğini söyledi.

Aksoy, "Oraya gidip görenler büyük şaşkınlık içinde kaldı. Orada görünen çok farklı. Mekan içinde anlaşılan bir şeydir heykel, fotoğraftan anlaşılmaz. Büyük bir saygısızlık var, yarım bir heykel üzerine konuşuluyor" dedi.

Aksoy, heykel için ne kadar para aldığının sorulması üzerine "350 bin liraya sözleşme yaptık. Şu ana kadar 120 bin lira aldım" dedi. Aksoy, heykelin yapımında kullanılan malzemelerin bir kısmını sponsorların, bir kısmını belediyenin, bir kısmını da kendisinin temin ettiğini söyledi. Aksoy, heykelin çalıntı olduğu iddialarını da yalanladı.

 

"Bizde ne oluyor da heykel yıkılıyor. Acı bir durum var, resmen bir heykel düşmanlığı var" diyen Aksoy, Eskişehir'deki tepki çeken sergi için de şunları söyledi:
"Eskişehir'deki sergiye benim bir katkım yok. Onlar kendilerine göre bir dayanışma sergisi açmışlar. İçinde de birtakım insanların yaptığı resim de değil, karikatür de değil böyle bir şey. İnsanşların kutsallığıyla oynamak yanlıştır. Bunu ben en son yaparım. Camiye, türbeye benim kadar kimse saygılı değildir. Bu bir provakasyon. Yapılacak bir şey değil. İyi niyet değil."

Habertürk, 05.05.2011

MONA LISA'YI RADARLA ARIYORLAR

 

 

İtalyan araştırmacılar, meşhur heykeltraş, ressam Leonardo Da Vinci'ye, unutulmaz eseri Mona Lisa'yı resmederken modellik ettiği düşünülen kadının mezarını arıyor. Araştırma heyeti, Floransa kentindeki manastırdaki arama çalışmalarında özel bir radar aygıtı kullanıyor.

Uzmanlar, manastırın altında Lisa Gherardini adlı kadının naaşının gömülü olduğuna inanıyor. Yakınlarda ortaya çıkarılan bir ölüm sertifikası, Gherardini'nin 1542 senesinde burada öldüğünü gösteriyor. Çalışma sonucunda kafatası parçalarına ulaşılması ve kadının yüzünün bilgisayar ortamında yeniden canlandırılması umuluyor.

Sanat dünyası için, büyüleyici Mona Lisa tablosuna modellik eden kadının kimliği hala bir sır. BBC'nin Roma'daki muhabiri Duncan Kennedy, en çok hatırlanan yüzlerden birine ve çekici bir gülümseyişe sahip olan gizemli kadının kimliğini tam 500 yıldır kimsenin bulamadığını söylüyor. Gherardini'nin tablo için poz veren model olduğu düşünülüyor ancak sanat uzmanları nihai portrenin bir kaç farklı yüzün bileşimi olabileceği görüşünde.

Lisa Gherardini, Francesco del Giocondo adında zengin bir ipek tüccarının karısıydı.

Duncan Kennedy, tablonun İtalya'da hep La Gioconda diye bilindiğine dikkat çekiyor.

Habertürk, 01.05.2011

OTOMOBİL DOLUSU TARİHİ ESER

 

Afyonkarahisar’da polis ihbar üzerine bir otomobili durdurdu.

 

Aramada dini figürlerin olduğu bronz levha, 13 cm’lik bir heykel, cam görünümlü aslan heykelciği, kuş heykelciği, kartal ve boğa resimleri olan delikli taş mühür, 603 sikke, bronz ördek heykeli, metal yüzük, 2 taş heykel ele geçirildi. 5 kişi gözaltına alındı.

Hürriyet, 01.05.2011

UNESCO'YA 27 ESER ÖNERİLDİ

Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan yapılan açıklamaya göre, Türkiye'nin kültürel zenginliklerinden 9 merkezin yer aldığı ''UNESCO Dünya Mirası Listesi''nde yer alan kültürel varlıkların sayısı artıyor.

 

Esas listeye alınacak varlıkların bildirildiği ''Geçici Liste''de, 2009 yılında Türkiye'den 23 kültürel varlık yer alırken, bu rakam 2011 yılında 27'ye ulaştı. Bakanlık listede yer alan kültürel mirasların sayısını artırmak üzere 4 doğal ve kültürel varlığı daha ''Dünya Miras Merkezi''ne iletti. Yeni adaylık dosyaları ile İzmir-Bergama, Hatay-St. Pierre, Konya-Beyşehir-Eşrefoğlu Cami ve Şanlıurfa-Göbeklitepe arkeolojik alanı da ''Dünya Mirası Merkezi''ne iletildi.

 

UNESCO'ya bağlı ''Dünya Mirasları Komitesi'' tarafından belirlenen ve dünya için önemli değerler taşıdığı kabul edilerek, bulundukları ülkenin devleti tarafından korunması garanti edilen doğal ve kültürel varlıkların yer aldığı ''Dünya Mirası Listesi''nde, Türkiye'ye ait 9 kültürel çekim noktası yer alıyor. 2008 yılı sonu itibariyle, dünya genelinde toplam 878 kültürel ya da doğal varlığın kayıtlı olduğu listede 679 kültürel/arkeolojik sit, 174 doğal sit ve 25 de karma sit alanı bulunuyor.

 

Açıklamaya göre, Afrodisyas Arkeolojik Ören Yeri, Likya Uygarlığı Antik Kentleri, Sagalassos Arkeolojik Ören Yeri, Çatalhöyük Neolotik Ören Yeri ile Perge Arkeolojik Ören Yeri, ''Dünya Mirası Listesi''ne girmesi için Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın da özel önem verdiği çekim merkezleri arasında yer alıyor.

 

2009 yılında aday listeye alınan bu 5 merkezin haricinde Anadolu coğrafyasında yer alan, Efes, Karain Mağarası, Sümela Meryem Ana Manastırı, Alahan Manastırı, Aya Nikola Kilisesi, Harran ve Şanlıurfa, Ahlat Mezar Taşları ile Van Urartu ve Osmanlı Kaleleri, Diyarbakır Kalesi ve Surları, Denizli'den Doğubeyazıt'a Selçuklu Kervansarayları, Konya-Selçuklu Uygarlığı Başkenti, Alanya Kalesi ve Tersanesi, Mardin Kültürel Peyzaj, Bursa ve Cumalıkızık ile Erken Osmanlı Kentsel ve Kırsal Yerleşim Yerleri, Edirne Selimiye Camisi, Aziz Pavlos (St. Paul) Kilisesi ile Kuyusu ve Çevrelerindeki Tarihi Mahalleler, İshak Paşa Sarayı, Kekova-Kaş, Güllük Dağı-Termessos Milli Parkı ise listedeki adaylığını koruyor.

 

Türkiye'nin bildirdiği son 4 merkezle birlikte ''Geçici Liste''de sayısı 27'ye ulaşan kültürel varlıkların ''Dünya Mirası Listesi''ne alınması durumu, Komitenin 19-29 Haziran 2011 tarihleri arasında yapacağı ''Dünya Mirası Komitesi 35. Toplantısı'' ile belirlenecek.

Habertürk 01.05.2011

"EV KADINININ İŞİ HİÇ BİTER Mİ? TOPKAPI SARAYI'NIN İŞİ DE BİTMEZ"

 

Haziran'da kendisini feshedecek İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti (AKB) Ajansı'nın yöneticileri, hafta içinde Topkapı Sarayı'nda düzenlenen bir kahvaltıda gazetecileri ağırladı. Aslında kahvaltının doğal ev sahibi, önemli tarihçilerimizden, Topkapı Sarayı Müzesi Müdürü Prof.Dr. İlber Ortaylı'ydı.


Kültür başkentliği süresince İstanbul'da yapılan restorasyon çalışmaları hakkında bilgilerin sunulduğu buluşmanın dikkat çekici yanı, Ortaylı'nın, ajansın bir biçimde yoluna devam etmesi gerektiğini, aksi takdirde restorasyonların yarım kalacağını söylemesiydi.


Ajansın Başkanı Şekib Avdagiç'in restorasyonlarla ilgili verdiği bazı rakamları aktaralım. 220 milyon liralık kültürel ve kentsel mirası koruma bütçesinin restorasyona ayrılan kısmı 125 milyon lira. En büyük paylar 11 milyon lirayla Topkapı Sarayı'na ve 4 milyon lira ile Ayasofya'ya ait. Ayasofya'da iskelenin kaldırılması, duvar resimlerinin ortaya çıkarılması, dünyanın en büyük vaftiz havuzunun gün ışığına çıkarılması gibi yedi proje yürütülmüş. Topkapı Sarayı'nda ise mutfak, Revan Köşkü, Bağdat Köşkü gibi yapıların restorasyonunu içeren 14 projeye bütçe ayrılmış.
 

Rakamlar sıralanırken herkesin merak ettiği Ortaylı'nın görüşleriydi. İstanbul'un gereksiz yere kapıldığı Avrupa Kültür Başkenti havasından bir an önce sıyrılması gerektiğini söyledi Ortaylı. Zira ona göre bu unvan, şehrin tarihi ve kültürel zenginliğinden gelen değerine ciddi bir katkı sağlamış değil. Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından, İstanbul'un zaten epeyce bir süredir Doğu Avrupa'nın ve Ortadoğu'nun başkenti olduğunu söylüyor Ortaylı. 'Gelen turistlere bakın' diyor, 'Avrupalılar değil Ortadoğulular ve Doğu Avrupalılar çok daha fazladır.' Ona göre Türkiye buralara gözünü daha çok çevirmeli.


Avrupa Kültür Başkentliği, Ortaylı'nın deyimiyle İstanbul'un imajına bir şey katmamışsa da Topkapı Müzesi'nin kurtarıcısı olmuş. Şöyle açıklıyor Ortaylı; 'Modern müzeciliğin gerektirdiği sergiler, organizasyonlar vardır. İnsanları sürekli aynı şeyleri göstererek oyalayamazsınız. Her büyük müzenin envanterinin yüzde 95'i deposundadır ve çeşitli zamanlarda bunları sergiler. Bunun için önemli bir maddi kaynak gerekiyor. Kendi bütçemizle karşılamamız mümkün değil. 2010'da Kültür Başkenti projeleri kurtardı bizi. Bundan sonra da bir biçimde devam etmesi gerekir.'
 

Ortaylı'nın verdiği rakamlara göre Topkapı Sarayı'nın depolarında 120 bin parça eser bulunuyor. Bunların 12 bin tanesi, içerik bakımından dünyanın en zengin çini koleksiyonu. Benzer biçimde dünyanın en zengin üçüncü saat koleksiyonu da müzenin depolarında... Yalnızca Türkiye için değil, Avrupa tarihi için de çok önemli 200 bini aşkın belge ve kitap arşivlerde kilitli. Buna karşılık saraya ait binaların pek çoğu atıl durumda. Kendisine gelip sarayın bir bölümünü modern sanat müzesine dönüştürmek isteyenler oluyormuş. Ortaylı'nın talebiyse, bu yapıların depolardaki eserlerin sergilenmesi için yenilenmesi. 


Müzenin restorasyonunun ne zaman tamamlanabileceği yönündeki bir soruyu,   'Ev kadınının işi hiç biter mi, buradaki işler de bitmez' şeklinde cevaplıyor Ortaylı. 2005 yılında göreve başlamasının ikinci haftasında, bakımı  en son üç asır önce yapılmış su sisteminin patlamasını örnek gösteriyor.

Akşam Pazar, Haber: Eyüp Tatlıpınar, 01.05.2011




.. TAY Projesi . Kuruçeşme Cad. 67/B
34345 Kuruçeşme İstanbul
Tel: 0 (212) 265 7858 - Faks: 0 (212) 287 1298
e.posta: info@tayproject.org

Copyright©1998 TAY Projesi