Haberler logo Kasım '10 Arşivi

28 Kasım - 4 Aralık 2010

CELALİYE'DE TARİHE KORUMA

 

Büyükçekmece Belediyesi, Celaliye'deki birçok tarihi eseri gün ışığına çıkararak bölgenin tarihine sahip çıkıyor. Yol genişletme, tretuar çalışmalarını kontrol amaçlı Celaliye'de incelemelerde bulunan Büyükçekmece Belediye Başkanı Dr. Hasan Akgün, rutin çalışmaları yaparken bir yandan da değeri bilinmemiş tarihi eserlerin gömüldükleri yerlerden çıkartılarak gelecek nesillere ulaştırılmasında köprü vazifesi göreceklerini söyledi. Celaliye'deki tarihi eserlerin bir çok parçasının çalınmış olduğunu veya kırılıp yok edildiğini dile getiren Akgün "Biz bunları orijinaline uygun olacak şekilde onarıp, etrafında düzenleme çalışmaları gerçekleştireceğiz" dedi.

Sabah, Haber: Işınsu Kaygusuz, 02.12.2010

İSTANBUL'UN YENİ MÜZELERİ ESKİNİN TAHTINI SALLIYOR

 

Binlerce yıllık tarihi boyunca Roma, Bizans ve Osmanlı İmparatorluğu'na ev sahipliği yapan Anadolu ve imparatorluklar başkenti İstanbul çok sayıda tarihi eseri bağrında saklıyor. Kurulan tarihi, dini ve kültürel nitelikli müzelerle bu eserler yüzyıllardır muhafaza edilmeye çalışılıyor. Dünyanın dört bir yanından gelen milyonlarca insan, Topkapı, Ayasofya, Yerebatan Sarnıcı, Türk İslam Eserleri Müzesi, Arkeoloji Müzesi, Kariye Müzesi gibi yerleri ziyaret ederek 'geçmiş' hakkında bilgi alıyor.

 

Tüm bu müzelerin yanı sıra yakın zamanda İstanbul'da yeni müzeler de boy göstermeye başladı. Yeni müzeler aldığı ziyaretçi sayısı açısından tarihi müzelere rakip oldu. Kariye Müzesi'ni yaklaşık 350 bin, Arkeoloji Müzesi'ni 250 bin kişi, Türk İslam Eserleri Müzesi'ni 70 bin bin kişi ziyaret ederken, buna karşılık bu yılın 11 ayında Miniatürk'ü 554 bin kişi, Panorama 1453 Tarih Müzesi'ni ise 610 bin kişi ziyaret etti.

 

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür AŞ Genel Müdürü Nevzat Bayhan, diğer müzelerden farklı olarak turistlere geniş bir ziyaret imkanı sunduklarını söyledi. Bayram, tatil demeden özel bir şirket gibi 365 gün 24 saat prensibiyle çalıştıklarını belirten Bayhan şöyle konuştu: "Müşteri memnuniyetini yüzde 95'lerin üzerinde tutmaya gayret ediyoruz, bunu da başarıyoruz. İnsanların tatil yaptığı zamanlarda özellikle müzelere gelmeleri daha kolay olacağını düşünerek herkes tatilde ama biz tatilde değiliz. Çünkü insanlar bu gibi zamanlarda daha çok gezme vaktini bulabilecekler. Onun için buralarda işletme modelimiz tamamen özel sektör mantığı ile hareket ediyoruz. Bu da müzelere olan ilgiyi artırıyor ve gelenler dostlarına buraları tavsiye ediyor."

Bayramda herkesin tatile gittiği, İstanbul'un boşaldığı bir zamanda bile ziyaretçi sayılarını ikiye katladıklarını ifade eden Bayhan şu bilgileri verdi: "İstanbul'u gezenler, bu müzeleri görmeden ayrılamayacaklarını bildikleri için Miniatürk'e 40 bin, Panorama 1453 Tarih Müzesi'ne ise 20 bin civarında ziyaretçi geldi. Bu da bir rekordur. Biz şu anda müzelerimizde şunu gözlemliyoruz; yüzde 35'lik bir artış sağlamış oluyoruz. Bu yılın sonunda Panorama'da 1 milyona yakın, Miniatürk'te ise 700 bine ulaşan bir ziyaretçi hedefliyoruz."

 

Şanlıurfa'dan İstanbul'a ailesiyle birlikte gelen Kadir Sun adlı vatandaş, Panorama 1453 Tarih Müzesi'ne ilk defa geldiğini ve çok etkilendiğini söyledi. Yakınlarının tavsiyesi üzerine Panorama 1453 Tarih Müzesi'ne geldiğini aktaran Sun şöyle konuştu: "Benzerinin Amerika'da yapıldığını duymuştum. Türkiye'de de böyle mükemmel bir müze kurulmuş olması çok sevindirici. Tarihimizi, kültürümüzü, görsel imkanlar içinde görmemiz çok daha verimli oldu. Köklerimizi böyle tekrar canlıymış gibi görmek gurur ve onur verici. Tavsiye üzerine geldik, biz de mutlaka tavsiye edeceğiz."

Zaman, Haber: Sinan Gül, 02.12.2010

ÇELEBİ EVİ ÇÜRÜYOR

 

 

Meram Aslanbey Mahallesi Cirit Sokak içerisinde bulunan tarihi Ayanbey konağının içler acısı hali yetkililer tarafından bir türlü görülmek istenmiyor. Meram’da ayakta kalabilen son hatıralardan birisi olan konağın içler acısı halini mahalle sakinlerini de üzüyor. Yrd. Doç.Dr. Yaşar Erdemir, her köşesinde iki asra yakın bir tarihin izleri olan konağın metruk bir halde kaderine terk edilmesinin kabul edilemeyeceği belirtiliyor.

Konağın çatısının açık olması nedeniyle yağan her kar ve yağmuru içeriye aldığını da ifade eden mahalle sakinleri, “Konağın üzerinden geçen her kış gerek tarihimizden gerek güzelliklerden bir şeyleri yıkıp götürüyor. Eğer önlem alınmaz ise bu konak önümüzdeki bahara çıkmaz. Bu konağa en kısa zamanda sahip çıkılması tarihe olan saygımızı gözler önüne serecek” diye konuştu.


Daha öncede birkaç kez gündeme getirdiğimiz Ayanbey Konağı’nın durumuna üzüldüklerini ifade eden mahalle sakinleri,  “Tarihi konak Meram’da artık kalabilen son hatıralardan ve en zengin örneklerden sadece biri. Ancak üzülerek söylemek isteriz ki her köşesinde iki asra yakın bir tarihi barındıran ve evin içerisindeki işçiliklerden anlaşılacağı gibi bir göz nurunun saklı olduğu konak bu gün metruk bir halde ve gayri ahlaki amaçlar için kullanılıyor. Ecdat yadigarlarımıza reva görülen bu olmamalı. Bu nedenle başta konağın asıl sahiplerinden daha sonra yetkililerden bu konağa sahip çıkmalarını arzu ediyoruz” dedi.

Meram Aslanbey Mahallesi Cirit Sokak içerisinde bulunan ve yaklaşık 2 asra yakın bir tarihi olduğu tahmin edilen Ayanbey Konağı, ilgisizlik yüzünden günden güne yıkılıyor.


Tarihi neredeyse iki asra yaklaşan konağın üst kısmının açık olmasının büyük bir tehlike oluşturduğunu özellikle belirten mahalle sakinleri, “Konağın çatısının açık olması yağan her kar ve yağmuru içeriyse alıyor. Konağın üzerinden geçen her kış bir şeyleri yıkıp götürüyor.
Eğer önlem alınmaz ise bu konak önümüzdeki bahara çıkmaz. Ayanbey Konağı Meram’da ayakta kalabilen son hatıralardandır. Bu nedenle bu konağa en kısa zamanda sahip çıkılması tarihe olan saygımızı gözler önüne serecek diye konuştu.
 

Daha önceki haberlerimizde görüşlerini aldığımız Yrd. Doç. Yaşar Erdemir,  Konağın tarihi ve özellikleri konusunda şu bilgileri vermişti;  “Konya evlerinin nadide örneklerinden birisi olan konağın kerpiç malzeme ile örülen duvarlarına bakıldığında ‘Bağdadi’ örgü tekniği ve 19. yüzyıl üslubunun kullanıldığı anlaşılıyor. Geleneksel Türk ev mimarisi ve Konya evlerinde olduğu belirlenen konak özgünlüğü ve ahşap malzemenin zenginliği ile dikkat çekiyor. Ayanbey Konağı bu günkü haliyle ne yazık ki yürekleri burkuyor.
 

Konağın eski sahipleri Akif Ağazade ile o yıllar Belediye Su Komisyonu Reisi olan oğlu Avukat Mehmet Tevfik Efendi imiş.  Konağı sonra Batmanlar, daha sonra ise Mehmet Canbilenler satın almış. Burası bu nedenle bir Çelebi evi olmalı.

Merhaba Gazetesi, Haber: Ali Sait Öge, 01.12.2010

MÜZEYE GELEN TURİSTİ KALEDEN KAÇIRIYORLAR

 

Ankara Kalesi esnafı trafik sorununa çözüm bulunmasını isterken, turist rehberlerinden şikayetçi oldu: “Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne turist getiriyorlar, kaleyi gezdirmeden geri götürüyorlar”.

Tarihi Hititlere kadar dayanan ve yüzyıllar boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapan Ankara Kalesi esnafı, trafik ve park sorununa çözüm bulunmasını istiyor. Yabancı turistlerin de ilgiyle ziyaret ettiği kalede hizmet veren esnaf, trafik ve park sorununun giderilmesini istedi.

Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne turist getiren rehberlerin turistlere kaleyi gezdirmeden geri götürdüklerini de belirten kale esnafı, turistlerin kaleyi gezmesi halinde kalenin daha çok hareketleneceğini, bunun da ekonomik olarak küçük esnafa yarayacağını belirttiler. 37 yaşındaki bakır işleme sanatçısı Mustafa Yılmaz, şunları söyledi: “Ben 15 yıldır kalede bakır işleme sanatıyla uğraşıyorum. Yerli ve özellikle yabancı turistler bu sanata çok ilgi gösteriyor. Hemen yakınımızda Anadolu Medeniyetleri Müzesi var. Tur otobüsleri buraya yüzlerce turist getiriyor ve Ankara Kalesi’ni gezdirmeden geri götürüyor. Bu turistler kaleyi gezseler ekonomik olarak esnafta rahatlar, kale daha da canlanır”.

Hürriyet Ankara, Haber: Cem Geçim, 01.12.2010

TARİHİ EVLER İÇİN KIŞ KORKUSU

 

  

 

Bitlis'te bulunan tarihi evler için kış korkusu başladı. Ağır geçen kış şartlarında birçoğunun yıkıldığı, birçoğunun da hasar gördüğü evleri en iyi korumanın kışlık bakım ve dam küreme olduğu belirtildi.

 

Bitlis'in hemen her mahallesinde örnekleri bulunan ve sivil mimari özellikleri taşıyan tescilli evler bir bir yok oluyor. Konu ile ilgili olarak Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın başlattığı çalışmaların birçoğu da komisyonlara takılıyor. Uzun süreç sonunda büyük hasarlar oluşan evlerin onarımı da zorlaşıyor. Bitlis ve ilçelerinde 224 tescilli yapının bulunduğunu, bunların birçoğunda insanların yaşamadığına dikkati çeken İl Kültür ve Turizm Müdürü Hüsnü Işıkgör, bu evleri geleceğe taşımanın en önemli yolunun kışlık bakımları ve dam küremelerinin zamanında yapılması olduğunu söyledi. Tescilli evlerin korunması amacıyla Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın 2006 yılında bir uygulama başlattığını hatırlatan Işıkgör, "Kültür ve Turizm Bakanlığı sivil mimariyi korumak için tarihi evlerin onarılması ve katkı sağlanması amacı ile çıkarmış olduğu yönetmelik ile onarıma katkı fonundan tarihi evlere yardım yapmaktadır. Bu yardımlar 2006 yılında başladı" dedi.


 

Işıgör, Bitlis'te 2006-2010 yılları arasında 123 projenin başvurusu yapıldığını, bunlardan 48'inin komisyonlardan geçtiğini belirterek, "Başvuru yapılan ve kabul edilen projelerimizden 15'inin uygulamasına geçtik. Diğer projeler ise bakanlığımızın ayırdığı ödenekler doğrultusunda ve zaman dilimi içinde hayata geçirilecek. Her yere aynı anda yardımı yapamadığı için kısım kısım yardımlar yapılacak. Bu başvurulan tarihi evlerin 190 tanesi Bitlis merkezde, 33 tanesi Ahlat'ta ve bir tanesi Güroymak'ta bulunuyor. Baktığımız zaman müracaatlar az ancak önemli olan vatandaşların bu projelerden istifade etmesidir. Devletin amacı burada katkı sağlamak ve insanları teşvik etmektir. Önemli olan vatandaşların bizlere müracaat etmesidir" ifadelerini kullandı.

 

İl Kültür ve Turizm Müdürü Işıkgör, evlerin korunmasının insanların elinde olduğunu da sözlerine ekleyerek, "Bir yapıyı korumak kesinlikle bakımla alakalı bir şeydir. İlimizde kar yağışı oranı çok yüksektir. Kış mevsimi daha başlamadan damların çamurlarını düzgünce tuzlayıp sertleştirdikten sonra bu binalar su almayacaktır. Bu binalar su almadığı zaman ömürleri daha da uzun olur. Önemli olan vatandaşın duyarlı olup sürekli bakımlarını yapmalarıdır" şeklinde konuştu.

Bitlis Kent Haber, 01.12.2010

'SU PERİSİ'NİN KORUYUCUSU

 

 

Sabancı Vakfı'nın desteğiyle hayata geçen "Fark Yaratanlar"ın 25 Kasım Perşembe günü, saat 21:10'da, CNN Türk'te yayınlanan yedinci bölümünde, 1800 yıllık bir şifa yurdu olan Allianoi'yi ortaya çıkaran ve onu korumak için insanüstü bir mücadele veren Ahmet Yaraş'ın öyküsü ekrana geldi.

 

Cüneyt Özdemir'in sunumuyla CNN Türk'te canlı olarak yayınlanan "Fark Yaratanlar" programı, hiç tanımadıkları insanların hayatlarına katkıda bulunan, onlar için fırsatlar yaratan; daha iyi yarınlar için mücadeleden vazgeçmeyen insanların hikayelerini ekrana taşımaya devam ediyor. Bu haftanın "Fark Yaratan"ı Ahmet Yaraş, 2001 yılından bu yana Trakya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü'nde öğretim üyesi olarak görev yapıyor. Yaraş, kendi elleriyle gün ışığına çıkardığı Allianoi'nin yeniden toprağa gömülmesini engellemek için mücadele veriyor.  

 

MÖ 2. yüzyılda kurulan, Pompei'den sonra dünyanın en iyi korunmuş antik çağ yerleşimi olan Allianoi, İzmir ili, Bergama İlçesi sınırları içinde, Yortanlı Barajı gölet alanının tam ortasında, Paşa Ilıcası mevkiinde yer alıyor. Mitolojide hekimliğin ve tıbbın tanrısı olarak kabul edilen Asklepios'a adanmış bir şifa yurdu olan ve suyla tedavi yapılan Allianoi, antik dünyanın dört büyük sağlık merkezinden en büyüğü… Bölge turizmi açısından çok önemli bir hazine olan Allianoi, baraj sularının tehdidi altında. Çevresinde, baraj gövdesi ve çevre ile bağlantısını sağlayacak yol yapım çalışmalarının devam ettiği Allianoi, baraja su toplanmaya başlandığı gün tamamen su altında kalacak. Ahmet Yaraş, Allianoi'yi gün ışığına çıkardığı 1998'den bu yana, ekibiyle birlikte bu su perisini kurtarma mücadelesi veriyor. 

Hürriyet, 01.12.2010

JANDARMADAN TARİHİ ESER BASKINI

 

 

Kütahya'nın Tavşanlı İlçesi'ne bağlı Subaşı Mahallesi'nde bir eve yapılan baskında çok sayıda tarihi nitelikli olduğunu tahmin edilen çok sayıda eser ele geçirildi.

 

Edinilen bilgiye göre, jandarmaya M.A.D. isimli kişinin elinde çok sayıdada tarihi eser bulunduğu ve satmak için müşteri aradığı ihbarı yapıldı. İhbar üzerine harekete geçen jandarma ekipleri, söz konusu eve baskın düzenledi. Baskında, 1 adet ruhsatsız av tüfeği, 1 adet dedektör başlığı, 31 adet 12 av fişeği, 9 adet tüfek fişeği, 23 adet büş tüfek kovanı, 1 adet boş uçar savar kovanı, 39 adet muhtelif silahlara ait fişek çekirdeği, 1 adet dolu tabanca fişeği, 153 adet taş obje, 66 adet metal obje, 350 adet tedavülden kalkmış Türkiye Cumhuriyeti ve yabancı ülkelere ait para, 14 adet Osmanlı dönemine ait bronz sikke, 7 adet Osmanlı dönemine ait gümüş sikke, 1 adet Osmanlı dönemine ait altın sikke, 61 adet Roma ve Bizans dönemine ait bronz sikke, 18 adet Roma ve Bizans dönemlerine ait gümüş sikke, 14 adet eki süs eşyası, 25 adet metal süs eşyası ve 4 adet obje olmak üzere toplam 713 adet eski eser ele geçirilmiştir.

 

Ele geçirilen malzemeler Cumhuriyet Savcısı'nın talimatı ile muhafaza altına alınırken, olayın şüphelisi olduğunu belirtilen M.A.D. yakalanması için geniş çaplı çalışma başlatıldı.

Kütahya Kent Haber, 01.12.2010

ÇAN'DA ANTİK YERLEŞİM BÖLGELERİ ARAŞTIRILIYOR

 

 

Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof.Dr. Nurettin Arslan, Çan İlçesi'ndeki antik yerleşim bölgelerini araştırma projesi kapsamımda Küçükpaşa Köyü'ndeki Asartepe’yi ziyaret etti.

 

Kocabaş çayı kenarında bulunan Asartepe’nin 1.derece sit alanındaki antik yerleşim bölgesindeki incelemelerinin ardından Büyükpaşa Köyündeki eski yazıtı da inceleyen Nurettin Arslan, Çan İlçesi'nin Bronz Çağı’na ait Hurma Höyük ve Tümbek Höyük’ün Troia ila çağdaş yerleşmeler olduğunu aktardı. Arslan, daha sonraki çağlarda Çan İlçesi sınırlarındaki toprakların Lampsakos, Abydos ve Parion ve ebren gibi şehir devletlerinin kontrolünde olması nedeni ile küçük yerleşmelerin bu bölgede var olduğunu da ifade ederek, “Çan’daki en bu güne kadar bilinen en önemli eser Altıkulaç Köyü'ndeki bir tümülüste ele geçen lahit. MÖ 4. yüzyılın başlarına tarihlenen lahdin üzerinde Persli (İranlı) bir satrapın (vali) domuz avı ve bir düşmanı öldürülmesi tasvir edilmiş. Lahit hem üzerindeki konu, hem de bozulmadan günümüze ulaşan renkleri nedeni ile çok değerli bir yapıt” dedi.

Kaliteli Hayat, 30.11.2010

2500 YILLIK TAŞ LEVHA

 

 

Isparta'da jandarma operasyonu sırasında ele geçirilen, üzerinde bir atletin tasvir edildiği yaklaşık 2500 yıllık mezar steli (taş levha), Isparta Müzesi'nde korumaya alındı.

 

Isparta Müzesi Arkeoloğu Özgür Perçin, AA muhabirine yaptığı açıklamada, İl Jandarma Komutanlığı tarafından Keçiborlu İlçesinde tarihi eser kaçakçılarına yönelik düzenlenen operasyonda, üzerinde bir atlete ait kabartma bulunan mezar stelinin ele geçirildiğini bildirdi.

Stelin savcılık incelemelerinin ardından Isparta Müzesi'ne teslim edildiğini belirten Perçin, yapılan araştırmada eserin MÖ 480'li yıllara tarihlendiğini kaydetti. Stelin Arkaik dönem sonu ile Klasik Dönem başlangıcında yapıldığının tahmin edildiğini anlatan Özgür Perçin, levhanın 170 santim boyunda, 71,2 santim eninde ve 14,7 santim kalınlığında olduğunu ifade etti.

Perçin, yaklaşık 2500 yıllık olan stelin üzerindeki atlet kabartmasının, bir elinde disk, diğer elinde ise horoz figürüyle tasvir edildiğini, mermer üzerine alçak kabartma yöntemiyle işlenen figürde, horozun atlete ödül olarak verilmiş olabileceğini tahmin ettiklerini dile getirdi.

Eserin sanatsal açıdan çok değerli olduğunu vurgulayan Perçin, stel üzerindeki çalışmaların sürdüğünü, eserin İzmir'in Aliağa İlçesindeki kazı alanından çalınarak Isparta Keçiborlu'ya getirilmiş olabileceğini söyledi.

Özgür Perçin, eserin çıkarılması sırasında zarar gördüğüne de dikkati çekerek, ''Başka bir yerden talep olmadığı takdirde eseri Isparta Müzesi'nde sergileyeceğiz'' dedi.

Radikal, 30.11.2010

ERZURUM KAPILARI TARİHE AÇILIYOR

 

 

Tarihte, kalesi, tabyaları ve düşman işgaline karşı yapılan dış surlarıyla ün kazanan Erzurum, bu surlardan şehrin dışına açılan kapılarıyla da, tarihi bir öneme sahip bulunuyor. İçeriden Erzincan Kapı, Gürcü Kapı, Tebriz Kapı; dışarıdan da, İstanbul Kapı, Kars Kapı, Kavak Kapı ve Harput Kapı ile çevrelenen Erzurum’da, bu kapılardan sadece 3’ü günümüze ulaşabildi.

Kapılardan Erzincan, Gürcü ve Tebriz diye adlandırılanları, ‘Erzurum Kapıları’ diye adlandırılırken, İstanbul, Kars, Kavak ve Harput ise, ‘Devre-i Muttasıla Kapıları’ şeklinde ifade ediliyor. Bu kapıların dışında, Şair Nefi İlköğretim Okulu civarında Yeni Kapı, Kale civarında da, Gez ve Uğrun isimli iki kapıyı daha barındıran Erzurum, çarpık yapılaşma ve tarih bilinçsizliği yüzünden bu kapılarını da koruyamadı.

Erzurum’un kapılarından en şanslısı, Kars Kapı oldu. Askeri bölge içerisinde bulunuyor olması nedeniyle devamlı koruma altında tutulan Kars Kapı, şehri çevreleyen surları göstermesi açısından büyük bir öneme sahipken, Atatürk’ün Erzurum’a girdiği kapı olan İstanbul Kapı ise, alemcilerin mekanı olmuş durumda.

Kale’ye en yakın girişlerden olan Tebriz Kapı’nın, Ebu İshak Kazeruni’nin türbesi, Ulu Camii ve Çifte Minareli Medrese üçgeninde bulunduğu öğrenilirken, 19. yüzyıl belgelerine göre, bir köprüden geçilerek dış sura ulaşılmakta ve az sonra da, halk arasındaki adıyla ‘Tevrüz’ Kapı’sına varılmakta idi. Şehrin batı tarafına düşen Erzincan Kapı’nın ise, Çaykarye suyunun hemen arkasında bulunduğu belirtilirken, burada yine Çaykarye adlı bir köprü ve Ilıca’yı bile görüş alanında bulunduran sur ve kulenin bulunduğu kaydedildi.

Şehir içerisindeki kapılarından farklı olarak, ‘Devre-i Muttasıla’ adı verilen batıda İstanbul Kapı, Doğu’da Kars Kapı, güneyde Harput Kapı ve kuzeyde ise Kavak Kapı’dan giriş çıkışın yapıldığı Erzurum’da, söz konusu kapılardan sadece 3’ü günümüze ulaşabildi.

Kars Kapı, askeri bölge içerisinde bulunuyor olması nedeniyle günümüze kadar ulaşmayı başarırken, İstanbul Kapı da, çevresinde park alanı yapılmış olmasına rağmen, sarhoşların mekanı olmaktan kurtarılamadı.

M. Kemal Atatürk’ün, 3 Temmuz 1919 tarihinde geldiği Erzurum’a İstanbul Kapı’dan giriş yapması, bu kapıya ayrı bir anlam kazandırırken, bu özellik, kapının bakımsızlıktan kurtarılmasına bile yetmedi. Geceleri alemcilerin adresi olan İstanbul Kapı, zaman zaman çevre sakinleri tarafından da şikayet konusu edildi. Kapının hem içler acısı hali, hem de alemcilerin buluşma adresi olmasından yakınan vatandaşlar, ilgilileri bu konuda defalarca ikaz etmişti.

Devre-i Muttasıla’nın üçüncü kapısı olan Harput’tan, günümüze kalan herhangi bir iz bulunmazken, şehrin kuzeyine kalan Kavak Kapı ise, şu anda iki mahalleyi birbirine bağlayan bir tünel vazifesi yapıyor.

Vatandaşlar, Erzurum’un geçmişiyle adeta özdeşleşmiş olan kapıların, düşmana karşı geliştirilen savunma taktiğinin önemli bir parçası olduğuna vurgu yaparak, kapılardan çok azının günümüze ulaşmış olmasının büyük bir talihsizlik olduğunu dile getirdiler.

Erzurum halkı, hiç olmazsa İstanbul Kapı, Kars Kapı ve Kavak Kapı’nın koruma altına alınması ve gelecek nesillere ulaşmasının sağlanması çağrısında bulunarak, “Biz bugün nasıl ki, söz konusu kapıların ortadan kalkmasına sebep olanlara öfke duyuyorsak, bizden sonraki nesil de, aynı öfkeyi bize duyacaktır. Bu nedenle tarihi mirasımızdan gelecek nesli mahrum bırakmayalım” diye konuştular.

Erzurum Gazetesi, 30.11.2010

TARİHİ BİNA VATANDAŞLARIN YAKACAĞI OLDU

 

 

Kırklareli'nde önceki gün yağışlardan dolayı ön duvarı yıkılan 130 yıllık tarihi binanın tahtalarını almak isteyen vatandaşlar kazma, kürek ve halat yardımı ile binayı yıktı.

 

Karakaş Mahallesi Hasanpaşa Caddesinde Velih Kuzu’ya ait 1880 yılında inşa edilen ve daha sonra Kültür ve Turizm Bakanlığınca sivil mimarlık örneği olarak koruma altına alınan tarihi bina, vatandaşların kışlık yakacağı oldu.

Aralarında kadın ve çocukların yer aldığı 30 kadar vatandaş, tarihi binayı yıktı ve tahtaları toplayarak, at arabalarıyla evlerine taşıdı. Binanın yıkımı sırasında bazıları tehlike yaşayan vatandaşlar buna rağmen yıkıma devam etti.

Bu arada, Velih Kuzu’ya ait tarihi binanın yıkımı sırasında yan tarafta bulunan Saim Dikbaş’a ait tarihi binanın da yan duvarları yıkıldı. Yan duvarı yıkılan binanın içerisine giren bazı kişiler evin avizelerini söktü.

Tarihi binanın bulunduğu sokaktaki vatandaşlar ise defalarca emniyet güçlerini aramalarına rağmen olay yerine gelen olmadığını ileri sürdü.

Mahalle sakinlerinin ihbarı belediyeden olay yerine gönderilen kepçe ise yola devrilen kerpiçleri temizledi.

Kırklareli Belediye Başkan Yardımcısı Ünal Başkur, binanın Anıtlar Yüksek Kurulu denetiminde olduğunu belirterek, şunları söyledi:

"Yoğun yağmurdan dolayı çöküntü yaşamış durumdaydı. Cumartesi günü akşamı çökmüştü. Tarihi eser kapsamında olduğu için oraya kesinlikle müdahale edemedik. Pazartesi sabahı oraya giderek, düzenlemiş olduğumuz raporu Kültür Müdürlüğüne sunduk. Ön cephedeki yıkıntıyı da kendi imkanlarımızla kaldırdık. İhtiyaç sahibi bazı vatandaşlar tarafından tahtalar sökülerek, yapı çökmüş durumda. Biz Kırklareli Belediyesi olarak elimizden gelen her türlü şeyi yaptık. Bugünde zabıta görevlilerimiz vatandaşları olay yerinden uzaklaştırdı."

Radikal, 30.11.2010

KAMU MALLARININ SİGORTASI YOK

 

Önceki gün Haydarpaşa Garı’nda izolasyon çalışmaları sırasında çıkan yangın kamu mallarının sigorta yapılmadığını ortaya çıkardı. Haydarpaşa Garı’nda yangın sonrası yaşanan ciddi hasar üzerine, ‘Haydarpaşa Garı’nın sigortası var mı?’ sorusunu HDI Sigorta Genel Müdürü Enis Talaşman, “Kamu malları sigortalı değil” diye yanıtladı.


Talaşman, “Kamuda genel bütçeyle yönetilen kurumların sigortası yapılmıyor. Ancak, özel bütçeli kurumlarda, il özel idarelerinde, belediyelere ait şirketlerde sigorta yapılıyor. Ama genel bütçeden pay alan kurumlar sigorta yaptıramıyor” değerlendirmesinde bulundu.

Talaşman, Haydarpaşa Garı’nda yangının tadilat sırasında çıktığını hatırlatarak, “Tadilatı yapan firma çevreye verilecek zararlarla ilgili bir sorumluluk sigortası yaptırmış olabilir. Tabi buradaki hasar çok büyük. Tadilat için bir sigorta yapıldıysa, poliçenin teminatına bakmak gerekir” dedi.
Tarihi yapılar ve içindeki eşyalarla ilgili sigorta yapılması durumunda değer tespiti yapılmasının çok uzun bir süreç olduğunu belirten Talaşman, “Türkiye’nin tarihi envanteri çıkartılıp, müzeler, sarayların sigortasına yönelik bir çalışma yapılabilir. Çünkü, ciddi bir potansiyel var. Reasürans bulunduktan sonra sigorta yapılabilir. Ancak bu tür yapılarda binanın restorasyonunu yaparsınız, ancak içindekiler hiçbir zaman yerine konulabilecek şeyler değil” diye konuştu. 

Aviva Sigorta Genel Müdürü Ertan Fırat da kamu mallarına sigorta yapılmadığını belirterek, “Özel bütçeli kurumlarda sigorta yapılıyor. Haydarpaşa Garı’nın tadilatını yapan firma sorumluluk sigortası yaptırmış olabilir” yorumunda bulundu.


Liberty Sigorta Genel Müdürü Ragıp Yergin ise kamunun çok fazla varlığı olması nedeniyle sigorta yaptırmadığını belirterek, ‘Topkapı Sarayı, Dolmabahçe Sarayı’nın sigortası var mı?’ sorusunu, “Bunların değerlemesini yapmak oldukça zor” dedi.


Haydarpaşa Garı’nın tadilatı için sigorta yapılıp yapılmadığı konusunda sektörün önde gelen şirketlerinin bilgisi bulunmazken, sektörün duayenlerinden bir sigortacı, “15 yıl önce Dolmabahçe’ye sigorta yapılmak istenmişti. Ama reasürans bulunamadığı için yapılamamıştı” dedi.

Milliyet, Haber: Ayfer Yıldız, 30.11.2010

İKİ BUÇUK MİLYON YILLIK FOSİL

 

Kütahya İl Jandarma Komutanlığı ekipleri, 4 kişinin Denizli’de bazı kişilerden aldıkları tarihi eserleri satmak için Kütahya’ya getirdikleri ihbarı üzerine harekete geçti.

 

Ekipler, durdurdukları otomobilde 2.5 milyon yıllık 16 yengeç ile 4 yaprak fosili buldu. Jandarma ekipleri otomobildeki 4 kişiyi gözaltına aldı. Şüpheliler tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.

Hürriyet, Haber: Oğuzhan Kılıç, 30.11.2010

POMPEİ'DE YENİ ÇÖKÜNTÜ

 

İtalya'nın Napoli kenti yakınlarındaki en önemli ören yerlerinden biri olan Pompei'de, "Ahlakçının Evi"nin (Casa del Moralista) bahçe bölümündeki bir duvar bu sabah çöktü.

 

Ören yeri Pompei’deki kazı müdürü Antonio Varone’nin, duvarın yıkılmasının ardından, teknik elemanlar ve yetkililerle olay yerinde inceleme yaptığı açıklandı.

Pompei’de 6 Kasımda 2 bin yıllık "Gladyatörler Evi"nin yıkılmasının ardından bugün de yeni bir çökme meydana gelmesi kaygıları artırdı. Çöken duvarın, "Gladyatörler Evi"ne yakın bir bölgede yer alması dikkati çekti.

İtalya 10 Kasımda "Ahlakçının Evi"nde de bir çöküntü olduğu haberiyle çalkalanmış, ancak bu iddia Kültür Bakanlığı tarafından sert bir dille yalanlanmıştı.

Radikal, 30.11.2010

KRİSTOF KOLOMB POLONYALIYMIŞ

 

 

Portekizli tarihçi Manuel Rosa, Amerika kıtasını keşfeden Kristof Kolomb'un Polonya eski Kralı 3'üncü Vladislav'ın oğlu olduğunu öne sürdü. Rosa'nın iddiasına göre, Polonya Kralı 3'üncü Vladislav, Osmanlı ile Haçlı ordusu arasındaki Varna Savaşı'nda ölmedi ve Portekiz'e kaçtı.

Hayatının 20 yılını Kolomb'un hayatını araştırmakla geçiren Portekizli tarihçi Rosa, ünlü kaşif hakkındaki üçüncü kitabını (Kolombo: Anlatılmamış hikayesi) yazdı.

Ortaçağa ait çok sayıda belge ve günlüğü inceleyen Rosa, araştırmaları neticesinde 1505 yılında hayatını kaybeden Kolomb'un, 1444'teki Varna Savaşı'nda öldüğü bilinen Polonya eski Kralı 3'üncü Vladislav'ın oğlu olduğu sonucuna vardı.

ABD'deki Duke Üniversitesi'nde öğretim üyesi olan Rosa'nın teorisine göre, Sultan 2'nci Murat önderliğindeki Osmanlı ordusunun kazandığı Varna Savaşı'ndan sağ kurtulan Kral 3'üncü Vladislav, Portekiz adası Madeira'ya kaçtı. Madeira'da sürgün hayatı yaşayan ve burada "Alman Henry" ismiyle bilinen 3'üncü Vladislav, Portekiz kraliyet ailesinin bir üyesiyle evlendi. Bu evlilikten de Kristof Kolomb dünyaya geldi.

Rosa'ya göre, bu durum Kolombo'nun dünyanın yuvarlak olduğunu ispatlamadan 15 yıl önce Portekiz kraliyet ailesinden biriyle nasıl evlenmeyi başardığını da açıklıyor.

Rosa, Kolombo'nun ayrıca kraliyet ailesi kimliği sayesinde İspanya Kralı'nı Atlantik Okyanusu'na yapacağı keşfi finanse etmeye ikna ettiğini belirtti.

İngiliz Daily telegraph gazetesine konuşan Portekizli tarihçi, Kolomb'un babasının kimliğini saklamak için gerçek kökenini çevresinden gizlediğine inandığını ifade etti.

Rosa, "Avrupa mahkemeleri de onun kim olduğunu biliyordu ama bunu kendi çıkarları için sır olarak tuttular" diye konuştu.

Kristof Kolomb'un bugüne kadar 1451 yılında İtalya'nın Cenova şehrinde doğduğu ve Domenico Kolomb isimli bir dokumacının oğlu olduğu sanılıyordu.

Ünlü kaşifin daha önce de Yunan, İspanyol, Fransız, Portekiz ve İskoç asıllı olduğu iddia edilmişti. Hatta Yahudi olduğu için kökenini sakladığı veya Portekiz kraliyet ailesi için gizlice çifte ajan olarak çalıştığı dahi öne sürülmüştü.

Rosa, Kolomb'un kraliyet ailesinden geldiğini ispat etmek için İspanya'daki Sevilla Katedrali'nde yatan kaşifin DNA örnekleriyle, Kral 2'inci Vladislav'ınkileri karşılaştırmayı planladığını belirtti.

Rosa, "Kral 2'nci Vladislav'ın mezarının açılması için Krakov Katedrali'ne başvuruda bulundum. Eğer Kolomb'un Kral 2'nci Vladislav Kolomb'un torunu olduğu ortaya çıkarsa, teorim ispatlanmış olacak" dedi.

Milliyet, 30.11.2010

YETİMHANE TAPUSU ARTIK PATRİKHANE'DE

 

Avukatların dün öğlen saatlerinde Adalar Tapu Kadastro Müdürlüğü’nden aldıkları tapuyu Fener Rum Patriği Bartholomeos’a teslim etmeleriyle, Büyükada’daki Rum Erkek Yetimhanesi, resmen Patrikhane’nin oldu. Patrikhane avukatı, Bozcaada’da aynı durumda üç bina daha olduğunu söyleyip, karara Ankara’dan ‘siyasi destek’ olduğuna inandığını söyledi.


Büyükada’daki Rum Erkek Yetimhanesi’nin tapusu dün Fener Rum Patrikhanesi’ne verildi. Patrikhanenin avukatı Cem Murat Sofuoğlu, davayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde takip eden Yunan meslektaşı Yihannis Ktistakis’le birlikte Büyükada’daki Adalar Tapu Kadastro Müdürlüğü’nden aldığı tapuyu, Fener Rum Patriği Bartholomeos’a teslim etti.

Sofuoğlu, dün saat 10.15’te Bostancı’dan vapurla Büyükada’ya geçti. Adalar Kaymakamlığı binasındaki Tapu Kadastro Müdürlüğü’ne saat 11.30’da giren Sofuoğlu saat 12.00’de elinde tapuyla dışarı çıktı. Sofuoğlu ve Yihannis Ktistakis daha sonra Rum Yetimhanesi’ne gitti ve dış kapıyı açtırdı.

Sofuoğlu burada yaptığı açıklamada,  şunları söyledi: “Patrikhane’nin değil ama aynı durumda olan Bozcaada’da 3 tane yapı var. Oradaki vakfa ait gayrimenkuller var. İnsan hakları kararı ve mülkiyetin iadesi. Ben bunları mahkemeye teslim ettim. Benzer durumda olanlar bu karardan istifade edeceklerdir.”


Yunan avukat da, “Büyükada’ya hoş geldiniz” diye başladığı açıklamasında, “Bu uzun bir süreç oldu. Bu dava süresince hukuk insanlarının önemli yardımları oldu. Bir kısmı Yunanistan’da İnsan Hakları Mahkemesi boyutu için, Türkiye’dekiler de buradaki yargılama için çok sıkı çalıştılar. Bu avukat grubu insan hakları için ve ekümenikal mahkeme için çalışmışlardır” dedi.

Sofuoğlu ve beraberindekiler Büyükada’daki işlemlerin ardından Deniz taksi ile Fener iskelesine geldi. Sofuoğlu, Fener Rum Patrikhanesi’ne girmeden önce gazetecilerin sorularını yanıtladı. Yaşanan sürecin hem Avrupa’da, hem de Türkiye’de bir ilk olduğunu söyleyen Sofuoğlu, Ruhban Okulu’nun bu kararla bağlantılı olmadığını özellikle belirtti. Sofuoğlu, “Karara siyasi destek var mıydı?” şeklindeki soruyu da şöyle yanıtladı: “Ben biraz var olduğuna inanıyorum. Hükümetin bu konuda aktif rol oynadığına inanıyorum. İçişleri Bakanlığı’nın, Adalet Bakanlığı’nın yazıları var mahkeme dosyasına giren. Ancak mahkeme siyasi bir karar vermedi. Hiçbir kuruluş mahkemelere emir veremez.”

Saat 14.15’te Fener Rum Patrikhanesi’ne giren Sofuoğlu, tapuyu Patrik Bartholomeos’a teslim etti.

Hürriyet, Haber: Eyüp Serbest,30.11.2010

2 MİLYON 200 BİN TL'YE YENİ SAHİBİNDE

 

Rus Çarı 2. Nikola'nın 1913 yılında, Türk diplomat Türkhan Paşa'ya hediye ettiği faberge enfiye kutusu, Londra'daki Christie's müzayede evinde yapılan açık artırmada, 937 bin 250 sterline (yaklaşık 2 milyon 200 bin TL) alıcı buldu.

 

500’den fazla eserin yer aldığı Rus Sanat Eserleri Müzayedesinde, Rus Çarının St. Petersburg’daki Büyükelçilik görevinin beşinci yılını tamamlaması dolayısıyla Türkhan Paşa’ya (1846-1927) hediye ettiği Faberge enfiye kutusu, beklenenden daha yüksek fiyata satıldı. Kutunun, 400 bin ila 600 bin sterlin arasında alıcı bulması bekleniyordu.

Müzayede evi, kıymetli taşlarla süslenmiş, altın ve mine kaplamalı enfiye kutusunun, 1919 yılında son kez el değiştirerek, bu satıştan önceki sahibi olan aile tarafından satın alındığını belirtti.

Radikal, 30.11.2010

KOCAELİ'NDE 106 METRE UZUNLUĞUNDA 'ROMA YOLU'

 

 

Kocaeli'de bir dönem üzerinden yol geçen 2. yüzyıla ait Roma hamamı ve çevresinde yapılan kazılarda üzeri pişmiş toprak tuğlalarla kaplı 106 metre uzunluğunda Roma yolu ortaya çıkarıldı.

Gölcük'ün Yazlık Mahallesi'nde 2000 yılına kadar üzerinden yol geçen 2. yüzyıla ait Roma hamamı ve çevresinde bir süre önce Gölcük Belediyesi ve Kocaeli Müze Müdürlüğü'nün hazırladığı proje kapsamında kazı çalışmaları başladı.

Yaklaşık 3 ay süren çalışmalar sonunda bölgede, 106 metre uzunluğunda üzeri mermerle kaplı Roma Yolu, su kanalları, tarihi yapılar ve sikkeler bulundu. Hamamda bulunan Roma dönemine ait tonozlu yapının çevresi ise uzman ekiplerce yapılan çalışmalarla temizlendi.

Bazı tarihi yapıların kalıntılarına da ulaşılan bölgede, büyük bir termal tesisinin kurulması için çalışmalar devam ediyor.

Kocaeli Müze Müdürü İlksen Özbay, AA muhabirine yaptığı açıklamada, kazı yapılan Roma hamamının 2000 yılına kadar üzeri toprakla kaplı bir alan olduğunu ve buranın üzerinde araçların geçtiği bir yolun bulunduğunu söyledi.

Yaptıkları yüzey çalışmaları sonucu yolun ulaşıma kapatıldığını ifade eden Özbay, ''Bu yıl ise Gölcük Belediyesinin termal tesis yapma talebi üzerine burada kazı çalışmalarına başladık. Yaklaşık 3 aydır kazımız sürüyor. Kazılarda çok önemli tarihi eserler elde ettik. Burada bir takım sikkeler bulduk. Bu sikkeler 2. yüzyıla ait'' diye konuştu.

Roma hamamlarının daha çok halk için yapıldığını vurgulayan Özbay, ayrıca Roma askerlerinin de savaşlardan döndüğünde şifa merkezleri olarak adlandırılan bu hamamlara geldiğini söyledi.

''Burası Türkiye'de ilk denilebilecek bir tarzda. 106 metrelik Roma Yolu bir ilktir. Daha önce bu kadar uzunlukta bir Roma Yolu bulunmamıştı'' diyen Özbay, şöyle devam etti:

''Bu sevindirici bir olay. Uzun ve kullanılabilir bir yol. Burada kurulacak termal tesisin içinde bu yolu kullanmayı düşünüyoruz. Bölgede yapılaşma olduğu için yolun büyük bir kısmının yapıların altında kaldığını tahmin ediyoruz. Ayrıca 3 metrelik de restorasyon isteyen bölüm var. Bununla birlikte yolun uzunluğu toplamda 109 metreye ulaşıyor.


 

Kazıların tamamlanmasının ardından kurulacak termal tesisin içerisinde Roma Yolu ve yanında bulduğumuz su kanallarını teşhir edeceğiz. İnsanlar buraya geldiklerinde hem şifa bulacaklar hem de tarihi görecekler. Bunu da Kültür Yolu Projesi adı altında yapacağız. Tesisin üst tarafında da Kültür Tepesi Projesi kapsamında sosyal alanlar oluşturacağız. Buradan da tarih ve doğa izlenebilecek. Kazılarda bulduğumuz deniz kestanesi fosillerini de vitrinimsi bir görüntüde sergileyeceğiz. Ayrıca su künklerinin hepsini restore edeceğiz. İnsanlar bu Roma Yolu'ndan geçerken aynı zamanda bir kültür koridorundan geçmiş olacaklar''.

Roma döneminden kalan ve hamam olarak kullanılan tonozlu yapının üzerinden geçen yol nedeniyle, yapıda çatlakların oluştuğunu dile getiren Özbay, define arayanların da yapıya çok büyük zarar verdiğine dikkati çekti.

Yapının çatısının ve duvarlarının aslına uygun şekilde restore edileceğini belirten Özbay, ayrıca kazılar sırasında yeni kalıntılar bulduklarını ve bunun altından da su çıktığını söyledi.

Roma dönemine ait hamamın bulunduğu alanda da kükürtlü su çıktığını ifade eden Özbay, ''Yeni bulduğumuz yapının altından çıkan su bundan farklı. Dolayısıyla burada 2 çeşit şifalı su var. Kükürtlü su cilt hastalıklarında karşı iyi geliyor. Diğer suyun ise göze ve mideye iyi geldiği söyleniyor'' diye konuştu.

Tesiste biri kapalı iki havuz yapacaklarını kaydeden İlksen Özbay, ''Tesiste ayrıca kapalı ve açık yeme içme mekanları olacak. Şadırvanlar, kamelyalar olacak. Buraya gelenler Roma ile başlayacak Osmanlı ve Cumhuriyet mimarisi ile bitecek yapıları görecekler. Tesiste Osmanlı'nın şadırvanları, Cumhuriyetin kamelyaları da olacak'' dedi.

İlksen Özbay, termal tesisin yaklaşık 3 milyon liraya mal olacağını da sözlerine ekledi.

“Kocaeli turizm pastasından hak ettiği payı alacak”

Kültür Turizm İl Müdürü Adnan Zanburkan ise Kocaeli'de tarihi ayağa kaldırmak için tarihi yapıları restore ettiklerini, yer altındakileri de gün yüzüne çıkartmaya çalıştıklarını söyledi.

Roma hamamının bulunduğu bölgenin 1998 yılında turizm merkezi olarak ilan edildiğini ve 1/25 binlik planlarının çizildiğini ifade eden Zanburkan, bölgeyle ilgili planlama çalışmalarının tamamlanmasının ardından burada bir turizm merkezi oluşturulacağını anlattı.

Kazı çalışmalarının tamamlanmasıyla restore çalışmalarına başlanacağını dile getiren Zanburkan, şöyle konuştu:

''Kocaeli yıllarca ihmal edilmiş bir sanayi kenti. Ülkemizde tarih bilinci hızlı bir şekilde oluşmakta. Büyük projeler hazırlıyoruz. Son birkaç yılda çok sayıda eseri restore ettik. Burada yapılan çalışma başarıyla tamamlandı. Buradaki restore çalışmaları İl Özel İdaresi ve Valiliğin ödeneği ile yapılacak. Kocaeli artık sanayi kenti olmanın yanında alt yapısı hazır, kendini turizme hazırlamış yerli ve yabancı turistlerin gelip konaklayabileceği, dinlenebileceği gezebileceği bir kent haline gelecektir. Dönem farkı gözetmeden bütün tarihi eserleri korumak gelecek nesillere aktarmak bizin en önemli görevimizdir. Bu tesis ve beraberindeki projeler tamamlandığında Kocaeli eskiye nazaran turizm pastasından daha fazla pay almaya başlayacak''.

Adnan Zanburkan, Kocaeli'de bugün toplamda 5 bin yatak kapasiteli 25'e yakın otel bulunduğunu ve bu otellerin hemen hemen her gün dolu olduğunu belirterek, Cengiz Topel Havaalanının açılması ve tarihi eserlerin restorasyonlarının tamamlanmasıyla Kocaeli'nin turizm pastasından hak ettiği payı alacağın inandıklarını vurguladı.

Yapı, Fotoğraflar: Tahir Turan Eroğlu, 29.11.2010

ŞEHİT MEZARI ÜZERİNDE İNŞAATA 'OLUR' RAPORU

 

 

Marmaray projesi kapsamında İstanbul Yenikapı'da sürdürülen kazı çalışmaları sırasında 8 bin 500 yıllık mezarı bulan arkeolog Yaşar Anılır'ın, çok daha yakın bir döneme ait fetih şehitliğinin üzerine inşaat yapılmasına göz yumduğu ortaya çıktı. Anılır'ın "Eski mezar yoktur" dediği yerde İstanbul'un Fethi sırasında şehit düşen askerlerden birinin yattığı anlaşıldı. Kültür ve Turizm Bakanlığı başmüfettişi 'ın hazırladığı 21 Mayıs 2010 tarihli öninceleme raporuna göre de İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde görev yapan Anılır, ortaya çıkan tarihi buluntuları yok sayarak görevi kötüye kullandı. İşte olayın gelişimi:

Arkeolog Yaşar Anılır, İstanbul IV. Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu'nun talebi doğrultusunda meslektaşı 'la birlikte Cankurtaran Mahallesi 60 pafta, 72 Ada, 23 No.lu parselde bulunan alanda, Arkeoloji Müzesi kontrolünde yapılan inşaat ırasında denetimle görevlendirdi. İnşaatı Seda Bircan adlı vatandaş yaptırıyordu. Ancak komşular, inşaat yapılan alanın tam ortasında bir yatır olduğunu iddia etti. Mahalle sakini İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanlığı Koruma ve Uygulama Denetim (KUDEB) Müdürlüğü'ne mezar alanında inşaat yapıldığı ihbarında bulundu. Bunun üzerine Seda Bircan, İstanbul Türbeler Müzesi Müdürlüğü'ne başvurarak alanın incelenmesini istedi. Arkeoloji Müzesi de olayı araştırmak üzere arkeologlar Yaşar Anılır ile Nilüfer Çolpan'ı görevlendirdi. İddialara göre arkeologlardan Yaşar Anılır, müze taahhütnamesine uymayarak hafta sonu bölgede kazı yaptı. Arkeolog Nilüfer Çolpan da Kültür ve Turizm Bakanlığı müfettişine verdiği ifadede Anılır'ın kendisine haber vermeden Mimar 'la birlikte cumartesi günü kazı yaptığını söyledi. İstanbul IV Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu raportörleri Pınar İzdil ve tarafından düzenlenen raporda, Anılır'ın 14 Şubat 2009 Cumartesi günü kazı yaptığı belirtildi. Seda Bircan'ın komşusu Fariz Demir de bu durumu fotoğraflarla belgeledi.

Yaşar Anılır, yapılan kazı çalışması sonucunda, "Burada mezar yok. Kemik bulunamadı. Komşular yeni inşaatla pencerelerinin önü kapanacak diye söylentiyi yayıyor" diye rapor hazırladı. Türbeler Müzesi Müdürlüğü müze araştırmacısı ise bildirilen yerde 1453'te İstanbul'un fethi sırasında şehit düşmüş bir Osmanlı askerinin kabrinin bulunduğunu tespit etti. Ali Ziyrek tarafından hazırlanan raporda 'in kaleme aldığı "İstanbul'un Mutlu Askerleri ve Şehit Olanları" adlı kitapta, bölgede mezar olduğu bilgisine yer verildiği belirtildi. Kitapta şehit mezarlarından birinde yazılı olduğu belirtilen, "Hüda Hafız 1285" (Allah koruyandır, Miladi 1868) ibaresinin, mezar alanında bulunan kitabe ile aynı olduğuna işaret edildi. Ünver'in kitabına göre İstanbul'un Fethi sırasında şehit olan ve mezarı üzerine inşaat yapılan, Fatih'in topçubaşısı Seyid Hasan. Müfettiş Müşerref Can da Yaşar Anılır'ın, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'nu yanlış bilgilendirip şehit mezarı üzerine bina yapılmasına yol açtığına kanaat getirdi.

Yaşar Anılır, ilk olarak Yenikapı-Marmaray istasyonu inşaatında bulduğu Neolitik döneme ait mezar ile adından söz ettirmişti. Kendisini, "Mahalle sakinleri mezarın varlığı nedeniyle parsel sahibine baskı kurdu. Nilüfer Çolpan'ı yalnız bırakmak istemediğimden cumartesi günü kazıya başlama kararı aldım. Nilüfer Çolpan geleceğini söylediği halde gelmedi'' diye savunan Anılır, 5 Mart 2009'da tamamladığı raporda moloz taşlarla çevrili alanda kemik bulunmamasını "Mezarlık yok" iddiasına dayanak olarak gösterdi. Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Üyesi Yrd. ise alanda kemik bulunmamasının mezar olmadığı anlamına gelmeyeceğini belirtti. Çobanoğlu, alanın, "makam kabri' olarak bilinen, orada savaşmış önemli kişilerin unutulmaması için yapılmış kabirlerden biri olduğunu belirtti.

İstanbul IV No.lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürü Günseli Aybay, Yaşar Anılır'ın bir klasik arkeolog olduğu ve Osmanlı dönemiyle ilgili bir arkeolojik araştırmada mutlaka Kurul'a danışması gerektiği halde bunu yapmadığını belirtti. Kurul raportörü Pınar Uzdil Isıtan da Anılır'ın bilimsellikten uzak rapor hazırladığı görüşüne yer verdi. İstanbul Valiliği, Başmüfettiş Müşerref Can'ın hazırladığı rapor doğrultusunda Anılır hakkında soruşturma izni verdi. Anılır bu karara itiraz etti, ancak bu itiraz 30 Eylül 2010'da mahkeme tarafından reddedildi. Yaşar Anılır hakkında görevi kötüye kullanmaktan dava açılacak. Söz konusu madde 3 yıla kadar hapis cezası öngörüyor.

Sabah, Haber: Abdurrahman Şimşek, 29.11.2010

AKM İÇİN ÇARPICI RAPOR

 

Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü’nün, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na sunduğu seyirci sayısına ilişkin raporda, “2008’de tadilat nedeniyle Atatürk Kültür Merkezi binasının kapanmasından dolayı 2009’da temsil sayısında artış olmasına rağmen seyirci sayısında düşüş yaşanmıştır” değerlendirmesi yapıldı. Genel Müdürlüğün TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’na sunulan raporunda, temsil ve seyirci sayısının yıllara göre istatistiki dağılımı yapıldı.

 

İstatistiklere göre, 2008’de Türkiye’de toplam 703 opera ve bale temsili gerçekleştirildi ve bu temsilleri 305 bin 944 seyirci izledi. Bu rakam son 10 yılın en fazla seyirci sayısı olarak da tabloda görüldü. 2009’da ise kurum bir önceki yıla göre daha fazla temsil yaptı fakat daha az seyirci geldi. 2009’da gerçekleşen 838 temsili 296 bin 814 kişi izledi. Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü yetkilileri, 2009’daki temsil sayısının 2008’e göre 135 gösteri artmasına rağmen 9 bin 130 seyircinin azalmasını, 2008’de AKM’nin kapanmasına bağladı. 2010’da ise 1 Ocak-21 Ekim arasında 568 temsil gerçekleşirken 240 bin 975 seyircinin salonlara geldiği belirtildi.

 

Bu yıl Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü tarafından Yekta Kara’nın Sanat Yönetmenliğinde 1. İstanbul Uluslararası Opera Festivali düzenlendi. Operaya ilgili artırmak için ünlü isimlerin poz verdiği afişler de şehrin dört bir yanını süsledi.

Hürriyet, Haber: Umut Erdem, 29.11.2010

ELEKTRİKÇİ DÜNYAYI ŞOK ETTİ

 

Ünlü ressam Pablo Picasso'nun bugüne kadar hiç günışığına çıkmamış tam 271 tablosu olduğu iddia edildi.

 

Değeri yaklaşık 60 milyon Euro olan tablolar, ünlü ressamın ailesine gösterildikten sonra, Picasso'nun varislerinden de onay aldı. Eserlerin 1970'li yıllarda Picasso için çalışmış olan elektrikçinin eline nasıl geçtiği bilinmiyor.

 

Tabloların gerçek ressamı da yapılan incelemelerden sonra ortaya çıkacak. Fransız avukat Jean-Jacques Neuer Eylül ayında Fransız Riviera'sından bir çiftin Picasso'nun oğlu Claude'a tabloları gösterdiğini açıkladı. Neuer, tabloların orijinal olduğu inancını doğruladı ancak çiftin hırsızlık yaptığından şüpheleniliyor.

Hürriyet, 29.11.2010

TARİHİ MİRGÜN KÖŞKÜ BELGESELLE HAYAT BULUYOR

 

Ressam Ahmet Mirgün tarafından 1985 yılında İstanbul Üniversitesi'ne bağışlanan ve Avrupa Kültür Başkenti 2010 kapsamında restorasyonu gerçekleşecek olan tarihi Mirgün Köşkü'nün belgeseli çekiliyor.

 

Belgeselin çekimlerini "SERACEM" yapıyor. Baltalimanı'nda bulunan tarihi Mirgün Köşkü'nün belgeseli 4 bölüm ve 120 dakika olacak. Proje kapsamında Köşk'ün mimari özellikleri, yapıldığı dönem itibarı ile yaşamsal geçmişi ve bölgedeki etkileşimler belgesele aktarılacak. Yıl sonunda tamamlanması planlanan belgeselde azınlıkların mal varlıklarına el konulması iddiasını da çürüten gerçek yaşamdan kesitler canlandırılacak. Proje ortaklarından Dr. Metin Gürsan, yıllardır atıl vaziyette duran bu tarihi köşkün restorasyonla birlikte kültür mirasımıza dahil edileceğini belirtirken, Tanzimat'la birlikte değişim gösteren mimari çeşitliliğin günümüze yansımalarının da "SERACEM" belgeselinde yer alacağını açıkladı.

Yeni Asır, 29.11.2010

METROPOLİS'TE PİSKOPOSLUK MERKEZİ BULUNDU

 

 

Kazıları devam eden İzmir Torbalı'daki Metropolis antik kentindeki Araplıdere Kilisesi'nin Psikoloposluk Merkezi olduğu belirlendi. 40 bin kişilik kentin kilisesinde sık sık törenlerin düzenlediği ortaya çıkarıldı.

2010 yılı kazıları geçtiğimiz aylarda sona eren ve şu sıralar bütçe, 2011 yılı kazı planı, eserlerin değerlendirilmesi gibi planlamaya yönelik çalışmaların yapıldığı Metropolis antik kentinde farklı tarihi bilgiler de çıkmaya devam ediyor. Bugüne kadar lüks yapıları, hamamları, zengin evleri, ticaret merkezileri, sanata verilen değer başta olmak üzere birçok farklı bilgisi gün ışığına çıkarılan Metrpolis'in bir diğer özelliği ise milattan sonra 12. yüzyılda bölgenin en etkili kilisesine ev sahipliği yapması. Aynı zamanda etkili bir Psikoloposluk Merkezi olduğu belirlenen Metropolis antik kentindeki Araplıdere Kilisesi'nde sık sık törenlerin düzenlediği belirlendi.

Yeni Asır, 29.11.2010

PERGE'DE 1800 YILLIK HEYKEL PARÇALARI

 

 

Antalya’daki Perge antik kentinde yürütülen kazılarda günışığına çıkarılan, Roma İmparatoru Lucius Verus’a ait heykelin parçaları, Antalya Müzesi’nde sergilenmeye başlandı.

 

Perge Antik Kenti’nde geçen ay yapılan restorasyon çalışmalarında, Güney Hamamı’nın yanında, bir kuleye ait mimarlık parçalarının kaldırıldığı sırada, bir heykele ait baş, kol, bacak ve el parçaları bulundu.

 

Heykelin MS 2. yüzyılda yaşamış Roma İmparatoru Lucius Verus’a ait olduğu belirlenirken, parçalanmış haldeki heykelin boyunun 4 metre olduğu belirtildi.

 

Heykel, yapılan incelemelerin ardından Antalya Müzesi’nde ’’İmparatorlar Salonu’’na yerleştirildi. Müze koleksiyonuna yeni eklenen Lucius Verus heykeli, ziyaretçilerin de ilgisini çekti.

 

Roma İmparatorluğu Nervan-Antoninler Hanedanı’ndan olduğu belirtilen Lucius Verus’un, Anadolu’nun imarında yaptığı çalışmalarla adından söz ettirdiği, MS 169 tarihinde de öldüğü kaydedildi.

Trt/Haber, 29.11.2010


"SENİ YAKACAĞIM EY KOCA İSTANBUL!"

TAMİR YANGINI

 



 

Haydarpaşa Garı’nın izolasyon ve onarım yapılan çatısında dün saat 15.30 sıralarında alevler yükseldi.

 

Lodosun etkisiyle alevler büyürken Kadıköy ve Üsküdar itfaiye ekiplerinin merdivenlerinin kısa kalması üzerine yüksek merdivenli araçlar olay yerine sevk edildi. Ancak kilitlenen trafiğe takılan araçlar yangına zamanında yetişemedi. Kadıköy, Üsküdar, Kartal, Erenköy ve Ümraniye müfrezeleri, getirilen 52 metrelik merdivenlerle yangın söndürme çalışmalarına katıldılar. Bu sırada gemi yangınlarına müdahalede kullanılan yangın söndürme römorkörleri rıhtıma yanaşıp yanan çatıya denizden aldıkları suyu sıkmaya başladı. Saatte 7 bin 200 ton suyu 70 metre yükseğe ve 150 metre ileriye püskürtebilen römorkörler etkili oldu.

 

Alevler ve duman korku dolu anların yaşanmasına neden olurken olay yerine sivil savunma ekipleri ve ambulanslar da sevk edildi. Yangının başlamasının ardından tarihi garda bulunan tüm yolcular ve çalışanlar binadan tahliye edildi, polis ekipleri de bölgede geniş güvenlik önlemi aldı. Karadan ve denizden yapılan müdahaleler sonucu yangın 1 saatte kontrol altına alındı. Yangında çatının ön cephesi tamamen yanarken, yan kısımlarının ise bir bölümü zarar gördü. Yangının çatıdaki izolasyon çalışmaları sırasında başladığı öne sürüldü. Ulaştırma Bakanlığı Müsteşar Vekili Talat Aydın “Çatıda çalışma vardı, sabotaj ihtimalini değerlendirme dışı bırakmamız mümkün değil ama çok küçük bir ihtimal” dedi.

Önlem almamak en büyük sabotaj
İTÜ Makine Fakültesi öğretim üyesi Prof.Dr. Abdurrahman Kılıç, tarihi bina yangınlarının genellikle restorasyon sırasında çıktığına dikkat çekerek, şunları söyledi: “Bu binalarda restorasyon öncesinde önlem almak gerekir. Bu önlemi almamak en büyük sabotajdır. Ahşap çatılarda alevli aletler kullanılmamalı. Her işçinin yanında söndürme cihazı bulunmalı.”

Çatıdaki onarım kaçak mı?
Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk, “Burasıyla ilgili verdiğimiz bir onarım ruhsatı yok. Başvuru var. Tabiat ve Kültür Varlıkları Kurulu’ndan onay alınmış. Ödenek yokluğundan bizden ruhsat alınmamış. Eğer yangın onarım yapılan yerde çıktıysa kaçak bir çalışma var demektir” diye konuştu.

Son plana göre altı gar, üstü otel
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Meclisi, Aralık 2009’da “1/5000 Ölçekli Haydarpaşa Garı, Liman ve Geri Sahası ile Kadıköy Meydan ve Çevresi Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı”nı oy çokluğuyla kabul etti. Planla, Kadıköy, Harem ve Üsküdar bütünlüğünde bir planlama yaklaşımının geliştirilmesi amaçlanıyor. Planın en önemli kısmı “TCDD Gar, Çevresi ve Geri Sahası Bölgesi” ana başlığının altındaki 5. maddede “Haydarpaşa gar binasının zemin katı TCDD işletmesinin ihtiyacı ölçüsünde gar hizmetleri için kullanılacaktır. Geri kalan kısım kültür merkezi, sosyal tesis ve konaklama tesisi olarak kullanılabilir” deniliyor. Koruma Kurulu daha önce planları reddetmişti. İBB Meclisi’nin son kararına karşı, Birleşik Taşımacılık Sendikası da kuruldan planın onaylanmamasını istemişti.

Sabotaj yok
Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, “Binada çatı tamiratı yapılıyordu. Yangının bu çalışmalar nedeniyle çıktığı kesin. İzolasyon malzemesinin tutuşmasından mı yoksa kaynak makinesi nedeniyle mi çıktığı konusu henüz net değil. Soruşturma yapacağız. Sabotaj ihtimali yok. 1. derece sit alanında korumaya alınmış bir binadır” dedi. Yangınla ilgili soruşturma başlatan polis, iki işçiyi ifadesini almak üzere polis merkezine götürdü.


Haydarpaşa Garı, 1908’de İstanbul - Bağdat Demiryolu hattının başlangıç istasyonu olarak inşa edildi. II. Abdülhamid döneminde, 1906’da yapımına başlandı, 1908’de hizmete girdi. Binanın bulunduğu sahaya III. Selim’in paşalarından Haydar Paşa’nın adı verildi. Binanın inşaatını, Anadolu Bağdat adı altında bir Alman şirketi gerçekleştirdi. İki Alman mimar Otto Ritter ve Helmuth Cuno tarafından hazırlanan projede, garın yapımında Alman ustalarla İtalyan taş ustaları birlikte çalıştı. I. Dünya Savaşı sırasında gar deposundaki cephanelere 1917’de yapılan bir sabotajla çıkan yangın sonucu bina büyük hasar gördü. Onarılan bina bugünkü şeklini aldı. 1976’da da yeniden geniş çapta onarıldı ve 1983’ün sonunda dört dış cepheyle iki kulenin restorasyonu tamamlandı.

Hürriyet, Haber: Seyit Erçiçek - Selçuk Yaşar, 29.11.2010

 

******


DAHA ÖNCE DE YANMIŞTI

 

İstanbul'un en önemli tarihi yapılarından bir tanesi olan Haydarpaşa Garı daha önce de iki kez büyük bir talihsizlik yaşamış ve yıkıma uğramıştı.

 

Haydarpaşa Garı'nda ilk yangın I. Dünya Savaşı sırasında çıktı. 1917'de yapılan sabotaj sonucu çıkan yangından binanın önemli bir bölümü hasar gördü.

 

Anadolu'ya sevk edilmek üzere gar binasında depolanan cephaneler 6 Eylül 1917 günü yapılan bir sabotaj sonucu infilak ederek büyük hasar veren bir yangın çıkararak, gar binası yangın ile birlikte garda harekete hazır bekleyen ve gara girmekte olan cephane ve asker dolu çok sayıda vagonda yok etti. Bu sabotaj sonucu binanın çatısı imha oldu ve diğer bölümleri de hasara uğradı. Bu hasarı akabinde yapılan bazı onarım ve değişikliklerle gar binası ve çatısı bugünkü görünümünü aldı.

 

1979'da ise Haydarpaşa açıklarında Indepenta adlı tanker bir gemiyle çarpıştı ve bunun sonucunda binanın kurşun vitrayları hasar gördü. Daha sonra restore edilen Haydarpaşa Garı bugünkü görünümüne kavuşmuştu.

Hürriyet, 29.11.2010

 

******


HAYDARPAŞA GARI YANDI UÇAĞA GEREK GÖRÜLMEDİ

 

 

Haydarpaşa Garı’nın çatısında yangın çıktı. Yangına havadan müdahale edilmemesi eleştirilirken, Vali Mutlu THK’nın 2 uçağının transfer edildiğini ancak kullanılmasına gerek görülmediğini söyledi.

 

Tarihi Haydarpaşa Tren Garı’nın üst katında ki yangın saat 15.30’da başladı. Alevler, İstanbul’un Avrupa yakasından da rahatlıkla görüldü. Yangına Kadıköy, Kartal, Üsküdar, Erenköy ve Ümraniye itfaiye ekipleri müdahale etti. 52 metrelik merdivenlerle itfaiye yangını söndürmeye çalıştı. Bu arada itfaiye ekipleri anonslarla Avrupa yakasındaki itfaiye ekiplerinden de yardım talebinde bulundu. Yangın nedeniyle gar binası çalışanları ve yolcular hemen tahliye edildi.

Dumanlar Ortaköy sahillerine kadar ulaştı. Yangına denizden de müdahale edildi. Kıyı Emniyeti’ne ait olan ve Haydarpaşa’da demirli iki söndürme gemisi çalışmalarına hemen katıldı. Yangın yaklaşık 1 saat sonra saat 16.30’da kontrol altına alındı. Çatıda çok büyük hasar oluşurken, hemen altındaki kat da söndürme çalışmaları nedeniyle hasar gördü. Binada “Onursal İzolasyon” adlı firmanın 25 gündür çatı katında onarım yaptığı öğrenildi. Firmanın ‘membran’ adlı izolasyon maddesini döşediği belirtildi.


Adını vermek istemeyen bir gar görevlisi, yangın öncesi bir kalorifer borusunun patladığını ve boruların tamiri sırasında binadaki bütün elektrik şalterlerinin kapatıldığını söyledi. Yaklaşık bir saat elektriksiz kalan binada daha sonra şalterlerin açıldığını ve bu sırada bir elektrik kaçağı meydana gelmiş olabileceğini iddia etti. 

 

Garda incelemelerde bulunan İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, “Çatı katında devam eden bir tamirat vardı. Ona bağlı mı değil mi bakacağız. İtfaiye ekiplerinin teknik raporlarının alınmasını bekleyeceğiz” dedi. Mutlu, “177 ihbar hattını arayan vatandaşlara sezon bittiği için helikopter olmadığının” söylendiğinin belirtilmesi üzerine Mutlu, “Yangından sonra havadan müdahale değerlendirildi. İhtiyaç nedeniyle Ankara’da Türk Hava Kurumu’na ait iki uçak Sabiha Gökçen Havalimanı’na transfer edildi. Ancak tarihi bina olması nedeniyle yararları ve zararları değerlendirildi. İhtiyaç hissedilmediği için havadan müdahale edilmedi” diye konuştu. CHP İstanbul İl Başkanı Berhan Şimşek’in ‘Belediye’nin yangın söndürme helikopteri yok’ şeklindeki eleştirisinin aktarılması üzerine Mutlu, “Helikopterler de var. Bu konuda zaafiyet düşünülmesin. Türk Hava Kurumu’yla iletişim içindeydik. Ulaştırma Bakanlığı’yla koordineli olarak çalışma yaptık. Zaten denizden coğrafyamızın en güçlü römorkörleri gerekli müdahaleyi yaptı. Kurtarma romorkörleri 7 bin metreküplük su sıkma kapasitesine sahip bu müdahale yeterli olduğu için havadan müdahaleye ihtiyaç duyulmamıştır” dedi.

Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk, onarım için Kültür ve Tabiat Varlıkları’nı Koruma Kurulu’na izin için başvurulduğunu belirterek, “Belediyemizden onarım ruhsatı verilmiş değil. Sadece Koruma Kurulu’na başvuruda bulunulmuş. Ancak ödenek yokluğunu gerekçe göstererek bizden ruhsat talebinde bulunmamışlar. Ancak görüyoruz ki onarım çalışması başlamış” diye konuştu. Kıyı Emniyeti ve Gemi Kurtarma Genel Müdürü Salih Orakçı ise, “Söndüren 6” ve “Söndüren 7” adlı yangın söndürme gemilerinin olası bir yangına karşı garın hemen yanında bekletildiğini ve çıkan yangına bu gemilerin de müdahale ettiğini söyledi. Orakçı, gemilerin kullandığı tuzlu suyun tarihi binaya zarar verip vermediğiyle ilgili olarak da, önceliklerinin yangını söndürmek olduğunu belirtti.

 

 

‘Gözden çıkarılmıştı’
Mimarlar Odası İstanbul Şube Başkanı Eyüp Muhcu, yangına havadan müdahale edilmesi gerektiğini, ancak böyle bir müdahalenin yapılmadığını belirterek, şöyle konuştu: “İstanbul Belediyesi İtfaiye Müdürlüğü’nü aradım. Helikopterle havadan müdahale gerektiğini, aksi takdirde sönmeyeceğini, taşıyıcı temellerin ahşap direkler üzerinde oturduğunu belirttim. Helikopterle havadan müdahele edilmemesi çok risklidir ve düşündürücüdür. Binada yangın söndürme sisteminin olmaması, olası yangınlarda yangından korunmanın sağlanmaması, tedbirlerin alınmaması da ayrı eleştiri konusudur. Yangının zemin kata inmesi halinde taşıyıcı nitelikteki ahşap direklerin hasar görmesi, binanın tamamen yok olmasına neden olabilirdi. Haydarpaşa Garı 1. derecede tescilli anıtsal yapıdır. Böyle anıtsal yapılarda yangın söndürmeyle ilgili önlemlerin çok daha ciddi alınması gerekir. Zaten o bölge kentsel dönüşüm için gözden çıkarılmıştı. Tadilatların düzensiz bir şekilde devam ettiği yönünde bir takım bilgiler vardı.”

 

 

Tadilata suç duyurusu
Haydarpaşa’nın kentsel dönüşüm projesini hazırlayan ve bu çalışmalarda gar binasına dokunmayacaklarını açıklayan Drees&Sommer firması, “Haydarpaşa Garı’nda yasadışı tadilat yapmakla” ve “mevzuata aykırı bir şekilde TCDD gayrimenkulünü kullanmakla“ suçlanmıştı. Mimarlar Odası ve Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası, birinci derecede tarihi ve kentsel sit alanı ilan edilen gar binasının üçüncü katında izinsiz olarak tadilat yaptığı gerekçesiyle Drees&Sommer firması hakkında 2006’da Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulunmuştu.

Cumhuriyet Savcılığı, gar binasındaki tadilat işlerini birçok kez durdurmuştu. Ancak bir rapor hazırlayan İstanbul 5 Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu, yapılan tadilatın Sit uygulamalarına aykırı olmayıp ‘basit tadilat’ olduğu şeklinde görüş bildirmişti.

 

Gardaki yangınla ilgili soruşturma başlatan polis, 2 işçiyi gözaltına aldı. Kundaklama şüphesini mümkün görmediklerini ifade eden Ulaştırma Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Talat Aydın da “Yangın çatıdaki izolasyon çalışması nedeniyle çıkmış olabilir. Ortada ihmal varsa gereken yapılacaktır” dedi. İstanbul Belediyesi İtfaiye Daire Başkanı Ali Karahan, yangının çıkış nedeniyle ilgili ilk tahminlerinin, “Çatıda yapılan izolasyon çalışmasından kaynaklandığı” yönünde olduğunu belirtti.


TCDD Genel Müdür Yardımcısı İsa Apaydın ise, İstanbul çıkışlı “Van Gölü”, “Anadolu”, “Fatih” ve “İç Anadolu Mavi” ana hat trenlerinin seferlerine dün saat 20.00 itibariyle başlandığını kaydetti. Bölgesel ve banliyö treni seferlerinin bir süre yapılamayacağını söyleyen Apaydın, yangın nedeniyle seyahat edemeyen yolcuların biletlerinin iade edileceğini belirtti.

Milliyet, Haber: Önay Yılmaz - Tahsin Aksu - Gürkan Akgüneş, 29.11.2010

 

******


"RUHSAT ALINMADI, ONARIM KAÇAK"

 

Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk, Haydarpaşa Tren Garı’nın çatısında yapılan izolasyon çalışmasının belediyenin denetiminde bir onarım olmadığını söyledi. Öztürk yaptığı açıklamada, tarihi binaları onarmak için her ilçede KUDEB adı verilen birimler olduğunu, bu birimlerin onarım ruhsatı verdiğini ve yapılan çalışmaları denetlediğini belirterek, “Burasıyla ilgili belediyemiz tarafından verilmiş bir onarım ruhsatı söz konusu değil. Başvuru var. Tabiat ve Kültür Varlıkları Kurulu’ndan onay alınmış. Daha sonra ödenek yokluğundan bizden ruhsat alınmamış. Belediyenin denetiminde yapılan bir onarım yok. Eğer yangın onarım yapılan yerde çıktıysa kaçak bir çalışma var demektir” dedi. Öztürk, itfaiyenin yetersiz kaldığını da söyledi.

Vatan, 29.11.2010

 

******


"NİYE HAVADAN SÖNDÜRÜLMEDİ" TARTIŞMASI

 

Haydarpaşa Garı’ndaki yangın, karadan ve denizden yapılan söndürme çalışmalarıyla 1.5 saatte söndürülebildi. “Yangına havadan müdahale edilseydi daha çabuk sönerdi” diyen uzmanlardan tepki yağdı.

* CHP İstanbul İl Başkanı Berhan Şimşek: “Ben iki ay film çektim. İçini dışını iyi bilirim. Haydarpaşa, İstanbul’un Anadolu bağlantısını kuran çok önemli tarihi bir noktadır. Anıtlar Kurulu’ndan geçirilemeyen yasalar, yangın kurulundan mı geçirilmeye çalışılıyor. 18 milyar lira bütçeye sahip bir belediyenin yangın söndürme helikopteri alacak bütçesi yok mu? Tuzlu su ile tarihi binanın söndürülmesi cahilliğin daniskasıdır. İstanbul’un tarihi yapılarına bir kuruş yatırım yapılmamıştır.”

* Mimarlar Odası Başkanı Eyüp Muhçu: “Ben yangını duyunca İstanbul Büyükşehir Belediyesi İtfaiye Müdürlüğü’nü aradım. Hala itfaiye araçlarının gelmediğini, bir an önce gelmesi gerektiğini söyledim. Ayrıca da mutlaka yukarıdan helikopterle bir müdahale yapılması gerektiğini söyledim. Aksi takdirde yangın aşağıya inebilir, bina çökebilir dedim. ‘Bizim helikopterimiz yok. Havadan müdahale imkanımız yok dendi’ Bende Orman Bakanlığı’nın bu konuda mutlaka bir helikopteri olduğunu daha öncede ormanlara müdahale ettiğini söyledim. Ve ayrıca askeriyeden de yardım alınabilir dedim. Ancak bu yangına havadan bir müdahale yapılmaması çok ilginç” şeklinde konuştu.

* Mimarlar Odası İstanbul Şube Başkanı Sami Yılmaztürk: “İzolasyon maddesi yanıcı bir maddedir. Bu tür yapılarda da aslında kullanılmaması gerekir. Kullanılacak yerlerde de yangına ilişkin olası bir tedbir alınması gerekir. Görülüyor ki tadilat sırasında bu kadar büyük bir yangına neden olacak olaylara karşı tedbir alınmamış. Çok yoğun bir tedbir alınması gerekirdi.”

* Emekli Gar Müdürü Mete Tekyıldız: “1974’te muavin olarak çalışmaya başladığım Haydarpaşa Garı’nda daha sonra gar müdürü oldum. 26 sene emek verdim ben o gara. Bu nasıl ihmal? Ben burada kasıt görüyorum. Restorasyon çalışmalarındaki ihmalden kaynaklandığını düşünüyorum. Depremin yıkamadığını insanlık yaktı. Şimdi otel yapsınlar, amaçlarına ulaştılar zaten bunu istiyorlardı. İçim yanıyor.”

* Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk: Çalışmaları takip ediyorum, ancak yangının çıkış nedeniyle ilgili henüz bize bilgi gelmedi. Karadan gelen itfaiye yetersiz kalınca denizden müdahale başladı. Denizden de müdahale edildi. Çatı katından sonra dördüncü kat da yanmış durumda. Hem denizde hem karada bütün trafik durduruldu.

“Belediye’nin yangın söndürme helikopteri yok” iddialarını İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu yalanladı: “Helikopterler var, bu konuda zafiyet düşünülmesin. Türk Hava Kurumu’yla iletişim içindeydik, Ulaştırma Bakanlığıyla koordineli olarak çalışma yaptık. Zaten denizden coğrafyamızın en güçlü römorkörleri gerekli müdahaleyi yaptı. Kurtarma römorkörleri 7 bin metreküplük su sıkma kapasitesine sahip. Bu müdahale yeterli olduğu için havadan müdahaleye ihtiyaç duyulmamıştır. Yangından sonra havadan müdahale değerlendirildi. İhtiyaç nedeniyle Ankara’da Türk Hava Kurumuna ait iki uçak Sabiha Gökçen Havalimanı’na indirildi. Ancak tarihi bina olması nedeniyle yararları ve zararları değerlendirildi ihtiyaç hissedilmediği için havadan müdahale edilmedi.”

Vatan, 29.11.2010

 

******


HAYDARPAŞA YANDI AMA BAKAN'A GÖRE HERŞEY YOLUNDAYDI

 

Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, Haydarpaşa Garı'ndaki yangına ihbardan 4 dakika sonra denizden, 8 dakika sonra da karadan müdahale edildiğini belirterek, ?15 dakika içinde yangın kontrol altına alınmış, yangının tamamen söndürülmesi 40 dakika içinde tamamlanmıştır? dedi.

Yıldırım, Haydarpaşa Garı'nda incelemelerde bulunduktan sonra yaptığı basın açıklamasında, yangının ihbarının yapılmasının ardından Ulaştırma Bakanlığı Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğünün hemen Salacak'taki yangın mücadele ve refakat römorkörlerini harekete geçirerek, yangın mahalline vardığını belirtti.

Ekiplerin 15.28'de ihbardan 8 dakika sonra kara tarafından itfaiye araçları ve görevli itfaiye erleri, vardiya amirleri, başlarında İstanbul Büyükşehir İtfaiye Daire Başkanı olmak üzere yangın söndürme faaliyetlerine başladıklarını dile getiren Yıldırım, şu bilgileri verdi:

“Yani yangın ihbarından 4 dakika sonra denizden, 8 dakika sonra da karadan müdahale edilmiştir. 15 dakika içinde yangın boğulmuş, kontrol altına alınmış, yangının tamamen söndürülmesi 40 dakika içinde tamamlanmıştır. Yangın toplam 2500 metrekarelik 'U' şeklindeki tarihi binanın çatısını cephe tarafından ve sol ve sağ tarafında yan kanatlardan bir miktar olmak üzere 800 ile bin metrekarelik bir alanda etkili olmuştur. Çatı katının altındaki katlara yangın sirayet etmemiştir. Ancak söndürme amelesi esnasında atılan sulardan mütevellit alt katlara su dolmuştur. Burada bulunan bazı elektronik cihazlar, eşyalar zarar görmüştür.”

Yıldırım, yangın söndürme işleminin tamamlanmasını müteakip hemen İtfaiye, Savcılık, Valilik, Demir Yolları Genel Müdürlüğü ve ilgili tüm kurumların üzerlerine düşen görevi yerine getirdiklerini ve emniyetin olay yeri ekibi, bilirkişiler ve ondan önce de savcılık incelemesinin tamamlandığını bildirdi.

Haydarpaşa Garı'nın yüzyıllık tarihi ve kültürel miras olduğunu ve Sultan 2. Abdülhamit döneminde İstanbul-Bağdat demiryolu seferlerinin başlaması anısına 1906 yılında inşaatına başlandığını ve ağustos 1908'de de hizmete girdiğini anlatan Yıldırım, 102 yıllık tarihi geçmişi olan İstanbul'un çok önemli alameti farikalarından biri olan bu tarihi mirasın, yerine konulması çok zor olan bu eserin itfaiye görevlileri ve Kıyı Emniyeti Genel Müdürü ve ekibinin çok olağanüstü gayretleri sonucu büyük bir felaketten kurtarıldığını söyledi.

Ulaştırma Bakanı Yıldırım, şöyle devam etti:
“Yangın ucuz atlatılmıştır. Tesellimiz yangın esnasında can kaybı olmaması ve yangının katlara binanın tamamına sirayet etmeden çatıda kontrol altına alınması olmuştur. Şunu İstanbullular çok iyi bilmelidir ki yanan çatı kısımları orijinaline uygun olarak en kısa zamanda yeniden yapılacak ve yüz yıllık tarihimize tanıklık eden Haydarpaşa Gar binası daha nice yüzlerce yıl bu görevini yapmaya devam edecektir.”


Basın mensuplarının sorularını da yanıtlayan Yıldırım, yangının çıkış nedenine ilişkin bir soru üzerine, birinci işin yangını söndürmek, ikinci işin de bilirkişiler, emniyetin olay yeri araştırma ekipleri ve savcılık olmak üzere çeşitli kanallardan soruşturmanın sürdüğünü, bilirkişilerin yaptıkları inceleme sonucu yangın nedenini ortaya koyacaklarını söyledi.

Yıldırım, bu yangınla ilgili ortaya atılan iddialara da işaret ederek, “Kasıt diyen var, ihmal diyen var. Bütün bunlar en ince detayına göre araştırılacak, soruşturulacak, her hangi bir kusur, kabahat, kasıt varsa şüphesiz bunlar ortaya çıkacak ve müsebbipleri de gerekli şekilde cezalandırılacaktır” dedi.

Yıldırım, bir gazetecinin “Dünkü onarımın yangınla ilgisi var mı?” sorusuna da şu karşılığı verdi:

“Bu onarımın yangınla ilgisi olup olmadığı yine bilirkişi incelemesinden sonra ortaya çıkacak. Bir onarım olduğu doğrudur. Onarımla ilgili detaylarda bellidir. Çatının muhtelif yerlerinde sızıntılar olduğu için açık olan noktalara köpük sıkılmış, pencerelerden su sızıntısını önlemek için branda kaplaması yapılmış ve bir izolasyon malzemesi çatıda kullanılmış. Bu işlemler saat 09.00'da başlayıp 15.10'a kadar devam etmiştir. Bu arada 12.00'da bir tesisat kaçağı olduğu ihbar edilmiş. Bu kaçak da 12.00-12.45 arası tamir edilerek giderilmiştir. Kalorifer tesisatı. Bunu da yukarıda gördük. Orada yanma söz konusu değil. Dolayısıyla orada gün içinde bir çalışma olduğu doğrudur. Sabahtan öğlen saatlerine kadar, hatta yangından ihbar edildiğinden 10 dakika öncesine kadar bir faaliyet olmuştur. Tarihi binalarda çalışma esnasında elektrik tesisatı her hangi bir tehlike olmaması için tamamen kapatılmış. Çalışma bittikten kısa bir süre sonra da yangın vuku bulmuştur. Binanın bütün katlarında yangın hidratları mevcuttur. Ayrıca 1406 tane de kuru kimyevi tozlu portatif yangın söndürme aleti mevcuttur. Dolayısıyla yangına karşı bina dahilinde ve çatıda gerekli emniyet tedbirleri alınmıştır.”

Yıldırım, bir gazetecinin “tadilat için koruma kurulundan izin alınmadığı” iddiasını hatırlatması üzerine, şunları söyledi:

“Evet bu iddiayı dile getirdiler. Bu izin yazısıdır. Sadece sonuç kısmını okumak istiyorum. İstanbul ili Kadıköy ilçesi 54 pafta 240 adada bir sahibi yerdeki yapının birinci grup tescilli eser olması nedeniyle İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı KUDEB Müdürlüğü laboratuarından da yararlanmak suretiyle özgün malzemesiyle, Kadıköy Belediyesi KUDEB bürosu kontrolünde basit onarım yapılabileceğine oy birliğiyle karar verilmiştir. Dolayısıyla her türlü izin ikmal edilmiş ve onarımlar bu izinler çerçevesinde yerine getirilmiştir.”

Belediyeden izin alınıp alınmadığı yönündeki bir soruya da Yıldırım, bu binanın birinci grup koruma altında olan bina olduğunu, bu nedenle izinlerin de belediyeler tarafından değil, Tarihi ve Kültür Varlıklarını Koruma Kurulları tarafından verildiğini ve bu binanın da 5. Kurul'a bağlı olduğunu söyledi.

Yıldırım, söz konusu basit onarım izninin de 5. Kurul'dan 2010'un 2. ayında alındığını ve yasalara göre işlem yapıldığını kaydetti.

İzolasyonda kullanılan malzemelerle ilgili bir soru üzerine de Yıldırım, bütün bunların bilirkişi incelemelerinde ortaya çıkacak şeyler olduğunu, dışarıdan ahkam kesmenin doğru olmayacağını, her işin ehlinin bu işleri de ortaya çıkaracağını dile getirdi.

Yıldırım, yanan kısımların tabanda değil, çatıdaki ahşap ve çatılardaki kaplamalarda olduğunu gördüklerini belirtti.

Bir gazetecinin, “Havada bir müdahale gerekli miydi?” yönündeki sorusuna da Bakan Yıldırım, şu yanıtı verdi:

“15 dakikada yangına müdahale, etkili şekilde yapılmıştır. Hiç bir araç bundan daha hızlı yangın mahalline erişemez. Ama bir yangına nasıl müdahale edileceği, nasıl söndürüleceği, herkesin, sokaktan geçenlerin vereceği fikirlere göre olmaz. Burada yangını yöneten bir amir vardır. Denizden de karadan da yangına müdahale eden bütün yangın söndürme unsurları onun sevk ve idaresinde çalışır. Dolayısıyla böyle bir ihtiyaç duyulmamıştır. Ama biz İstanbul Valiliği ile de temas halinde olmak suretiyle, her ihtimale karşı iki adet yangın söndürme uçağını Sabiha Gökçen Havalimanı'na gönderdik. Ama ihtiyaç hasıl olmadı ve kısa sürede de yangın söndürüldü.”

Yıldırım, başka bir soru üzerine, yapılan her türlü bakım onarım işini demir yollarının 152 senedir aynı usulle yaptığını ve gereken her türlü tedbiri aldığını belirterek, “Yapılan iş topyekun çatının kaldırılıp orijinaline uygun olarak yeniden yapılma işi değildir. Yapılan iş basit yağmur suyu sızıntılarının önlenmesine yönelik tedbirden ibarettir. Bunun için de bu işin ustası uzmanı kimse onunla yaptırılır. O şekilde yaptırılır” dedi.

Yıldırım, bir gazetecinin dün ifadesine başvurulan çalışanların “Çatıda sızıntı vardı. Tamir ettik daha sonra izolasyonun çatladığını gördük ve yapıştırdık” dediğini hatırlatarak, o esnada kullanılan ateş sonrası yangının çıkmış olabileceğini sorması üzerine, şöyle konuştu:

“Yangının nasıl çıktığı hangi nedenle çıktığı bunlar hepsi araştırma sonucunda ortaya çıkacak konular. Dolayısıyla bizim bu hususta yapacağımız her türlü yorum, her türlü açıklama kamuoyunu doğru bilgilendirmeye katkı sağlamayacak açıklamalardır. Bekleyelim, bilirkişi teknik heyet çalışmalarını yapsın sonuçlarını ortaya koysun, o sonuçları tekrar kamuoyu ile paylaşırız.”

Yangının deniz suyuyla söndürülmesinin binaya zararının olup olmayacağı yönündeki bir soru üzerine Yıldırım, “Önemli olan yangının söndürülmesidir. Bu zaten deniz kıyısında 100 yıldır duran bir binadır. Herhangi bir zararı olmadığını da uzmanları ifade etmiştir. Kaldı ki önemli olan bu tarihi binayı kurtarmaktır. Birinci önceliğimiz budur” dedi.

Bir başka gazetecinin “Haydarpaşa Projesi tekrar gündeme getirilecek mi?” yönündeki sorusuna şu yanıtı verdi:

“Haydarpaşa ve etrafındaki saha, değerlendirilmesi amacıyla 2005 yılında başlatılan koruma imar plan çalışmaları var. Halen devam ediyor. Sonuçlanmış değil. İBB ile DDY birlikte hazırlamaktadır. Aynı zamanda da tarihi kurullar Tabiat ve Kültür Varlıklarını Koruma Kurulları 1, 4 ve 5 No'lu kurullar da bu projeye nezaret etmektedir. Onların nezaretinde yapım çalışmaları sürmektedir. Bu bina tarihi bir binadır. Buraya ne proje yapılırsa yapılsın bu binanın tek bir tuğlasına, çivisine dokunulamaz.”

Yıldırım, yangında neden helikopter kullanılmadığını soran soran bir gazeteci de “Helikopter yangın söndürmesi yapmaz. Helikopterin kendi ağırlığı zaten iki ton. Yangına 10-20 ton su bırakırsanız. Ama etkili yangın mücadelesi sadece 15 dakika sürmüştür. 15 dakikada yangın boğulmuştur, havayla teması kesilmiştir ve yangın üçgenindeki oksijen ayrılmıştır” karşılığını verdi.

Radikal, 29.11.2010

 

******


HAYDARPAŞA'YI YAKAN PATLAYAN BORU MU?

 

Kadıköy Cumhuriyet Savcısı Selahattin Aydoğdu’nun yürüttüğü soruşturma kapsamında, Gar’da çalışma yapan iki işçinin bilgisine başvuruldu. İki işçi, “Su borusu patlamıştı. Tamir ettik ayrıldık. Daha sonra yangın çıktığını duyduk” dediler. Üst düzey bir emniyet yetkilisi, şu bilgileri verdi:

“İzolasyon çalışması daha önce bitmiş. Su borusu patlamış tamir edilmiş. İşçiler ayrıldıktan yarım saat sonra yangın çıkmış. Borudan sızan su elektrik sistemini etkilemiş olabilir. İtfaiye ve bilirkişinin raporları doğrultusunda yangının çıkış sebebi belli olacak.”


Merkezi Haydarpaşa Garı’nın altında bulunan Birleşik Taşımacılık Sendikası İstanbul 1’nolu Şube Başkanı Hasan Bektaş, Haydarpaşa Garı üzerinde büyük planların olduğunu belirterek “Bu tarihi yapı daha önce sit alanı olarak ilan edilmişti. Ancak İBB’nin, Haydarpaşa Garı’yla ilgili sosyal tesis, kültür merkezi ve konaklama tesisi gibi kabul ettiği bir planı vardı. Biz bu plana göre garın otel olabilme ihtimali üzerinde durarak 5’Nolu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’na itirazda bulunduk. Koruma Kurulu’nda görüşmeler devam ettiği sırada yangın çıkması çok şüphe uyandırıcı” diye konuştu.

Hürriyet, 30.11.2010

 

******


HAYDARPAŞA GARI MÜZE OLMALIDIR

 

Haydarpaşa Garı simge binalarımızdan biriydi.

 

Çoğumuzun anılarında yer almakla kalmadı, Türk edebiyatının, Türk filmlerinin birçoğunda taşradan İstanbul’a adım atışın başlangıç noktasıydı.


Binalara anılar yüklenir, onlar yıkılmamalıdır.


Okuduklarıma göre, bina dikkatsizlikten çıkan bir yangın sonucunda bu hale gelmiş. Ne var ki zihinlerdeki kuşkuları bu açıklamalar yeterince gidermiyor.


Çünkü eski binaları yıkılınca, yanınca/yakılınca yerine o yapılmıyor, rölövesine göre daha sağlamı gerçekleştirilmiyor.


İtalya’daki La Fenice Tiyatro ve Opera Binası büyük bir yangından sonra tamamen kül olmuştu, ancak yangından sonra rölövesi üzerinden yeniden inşa edilmiş ve görkemli bir törenle açılmıştı.
İstanbul’da birçok konağın yanıp bir gün sonra otoparka çevrildiğini biliyoruz. Haydarpaşa Garı için birilerinin iştahının kabardığını da tahmin etmek zor değil.


Bir an evvel onarılmasını beklediğim Haydarpaşa Garı’nın giriş katı tarihine, yapılış amacına ve dokusuna uygun şekilde, gar olarak kullanılmaya devam edilmeli, ancak diğer katlar İstanbul Müzesi, Kent Müzesi veya Göç Müzesi olarak düzenlensin. En başta 2010 dolayısıyla yapılamayan birçok projenin kısmi telafisi de sağlanmış olur...


Hepimizin önleyeceği bir hususu savunmalıyız: BURASI ALIŞVERİŞ MERKEZİ YA DA OTEL YAPILMASIN!


***


Yıkılmaması için çok çabalar gösterildi, toplantılar, gösteriler düzenlendi, ama sanırım buna aldırış eden olmadı.


O zaman, ben de bu çabayı gösterenleri destekledim.


Haydarpaşa Garı ilk gençlik anılarım içinde epeyce yer tutuyor.
Türk Dil Kurumu’na seçildiğimiz ilk kurultaya Mavi Tren’le gidişimizi nasıl unutabilirim.
Edip Cansever, Turgut Uyar, Metin Eloğlu, benim kuşağımdan birçok kişi.
Yataklı vagon serüvenlerini anımsarım.


Kültür Bakanlığı’nda danışma kurulu üyesiyken, yoğun karlı gecelerde yataklı ile gidip gelirdim.
Gecenin içinde yük kamyonlarının farları ateş böceği gibi bir parlayıp bir sönerdi. Tren penceresinden onları sayardım.


Sabahın erken saatlerinde de bozkır ayazını içime çekmek hoşuma giderdi.
Karaköy iskelesinden vapura biner, Haydarpaşa’da inerdim.


Gar lokantalarının kendine özgü havasını, gidenler bilir.
Çok az müdavimi vardır, her akşam bir başka müşteri gelir, birkaç kadeh içer, ondan sonra trenine biner gider.


Cumhuriyet tarihinin cumhurbaşkanlarının, başbakanlarının unutulmaz fotoğrafları, Haydarpaşa Garı’ndaki uğurlama ve karşılama karelerinden oluşur, genel çekim planı başta Atatürk olmak üzere tren penceresinden karelerdir.


Eski akşam gazeteleri de, Ankara’dan gelen önemli siyasetçilerin Haydarpaşa’ya gelişlerinin, gidişlerinin fotoğrafları ile doludur.


Son Saat, Gece Postası, Son Telgraf gazetelerinin başlıklarını hala hatırlıyorum.
Büyük puntolarla o zaman -şimşir harflerle- İNÖNÜ yazılırdı, altta da küçük puntoyla İstanbul’a geldi ibaresini okurdunuz.


Anadolu’ya açılan aydınların, öğretmenlerin, yabancıların hepsinin, vagon önünde toplu fotoğrafları vardır.


En önemlisi, İstanbul’a girişin simgesi, sembolüdür Haydarpaşa Garı. Türk filmlerinden de bildiğimiz sahnedir, gerçek hayattan da. Anadolu’dan gelen insanın İstanbul’a dair gördüğü ilk şey, Haydarpaşa Garı’nın merdivenlerinden gördükleridir.


Anadolu’nun İstanbul’a uzanan son noktasıdır Haydarpaşa Garı.


***


Bir simge bina daha yandı.
Şimdi bu binanın onarılmasını, yeniden eski haline döndürülmesini bekliyorum.

Hürriyet, Yazı: Doğan Hızlan, 30.11.2010

 

******


İSTANBUL'UN SİMGESİNDE HASAR BÜYÜK

 

SABAH muhabiri, önceki gün yanan 'na girdi. çatının nasıl eriyip yok olduğu, ahşap sütunların nasıl kömürleştiği fotoğraf karelerine böyle yansıdı. Sabah Muhabiri Erdoğan Yapık, önce Haydarpaşa Garı'nın merdivenlerini kapatan güvenlik görevlilerini geçmeye çalıştı. Ancak bu mümkün olmadı. Bu sırada, aşağıdan gelen Anıtlar Kurulu heyetini fark ederek onların arasına karıştı.

 

Yapık, heyetle birlikte üst katlara çıktı. Ardından, 4. katta heyetten sessizce ayrılarak çatıya ulaşan merdivenleri tırmandı. Önceki gün alev alev yanan çatıda, işçiler temizlik yapıyor, biriken yangın sularını boşaltıyor ve enkazı kaldırıyordu. Yangın en büyük zararı binanın denize bakan bölümüne vermişti. Bu bölüm, sıcaktan eriyen çinko ve çatının kalıntılarıyla kaplıydı. Dev ahşap sütunlar dokununca dağılacak hale gelmişti. Binanın ana unsurlarından olan saatlerden biri basınçlı su nedeniyle yan yatmıştı. Çatının taşıyıcı demirleri, yangın sırasında eğilip bükülmüştü. Çatının hemen altındaki katta ise Devlet Demiryolları'na ait çalışma odalarını su basmıştı, tavanlar da akıyordu. İtfaiyenin yangını söndürmek için sıktığı köpük ve sular, elektronik cihazlara ve bilgisayarlara zarar vermişti. Koltuklar, halılar kullanılmaz durumdaydı. Asıl önemlisi binanın duvarlarını süsleyen tarihi tablolardan bazıları da zarar görmüştü. Görevliler kurtarabildikleri eşyaları üst üste yığmıştı. Kısacası Haydarpaşa'dan geriye, görenin içini sızlatan bir harabe kalmıştı.

 

Haydarpaşa Garı'ndaki yangını; hem savcılık, hem Ulaştırma Bakanlığı soruşturuyor. Kadıköy Cumhuriyet Savcısı Selahattin Aydoğdu'nun yürüttüğü soruşturma kapsamında, bilirkişi heyeti görevlendirildi. Bir inşaat mühendisi, bir elektrik mühendisi ve yangın uzmanından oluşan 3 kişilik heyet, Haydarpaşa Garı'nda inceleme yapacak ve bir rapor hazırlayacak.
 

Soruşturma, bu rapor çerçevesinde yürütülecek. Yangından sonra polis merkezine getirilen iki işçinin ise, "Çatıda su tesisatı ile ilgili çalıştık ve işimiz bittikten sonra da ayrıldık. Yangının neden çıktığı bilmiyoruz" şeklinde ifade verdiği öğrenildi.

 

Savcılığın garda çalışan herkesin tek tek ifadelerine başvuracağı bildirildi. Bu arada, bir itfaiye görevlisi yangının izolasyonda kullanılan ve içeriğinde mazot olan "şalamon" adlı malzemeden kaynaklandığını öne sürdü. Bu malzeme, ısıtılarak zemine kaplanıyor. "Şalamon" çok zor yanıyor ama bir kez tutuştu mu çok zor sönüyor. İçten içe yandığı ve alev görünmediği için de, yangının 45 dakika geç fark edildiği belirtiliyor.

Sabah, Haber: Erdoğan Yapık - Gülcan Demirci - Gülay Fırat -Çağdaş Çetindemir -  Zeynel Yaman, 30.11.2010

 

******


ORİJİNALİNE GÖRE YAPILACAK

 

 

Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, Haydarpaşa'da inceleme yaptıktan sonra gazetecilerin sorularını yanıtladı. Yıldırım, "Yangın ihbarından 4 dakika sonra denizden, 8 dakika sonra da karadan müdahale edilmiştir" dedi. Kasıt ve ihmal iddialarının en ince detayına göre araştırılacağını belirten Yıldırım, "İhbardan 4 dakika sonra, 15.24'te Ulaştırma Bakanlığı Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü'nün hemen Salacak'taki yangın mücadele ve refakat römorkörleri harekete geçti. 15 dakika içerisinde yangın boğuldu. 40 dakika içerisinde tamamen söndürüldü" diye konuştu. Yangının, toplam 2 bin 500 metrekarelik binanın çatısının cephe tarafında ve yan kanatlarda 800 ila bin metrekarelik bir alanda etkili olduğunu belirten Bakan Yıldırım, "Yanan çatı kısımları orijinaline uygun olarak en kısa zamanda yeniden yapılacak ve 100 yıllık tarihimize tanıklık eden Haydarpaşa Gar binası, bu görevini yapmaya devam edecektir" dedi.

Sabah, 30.11.2010



******


"2010'A BURADA VEDA EDECEKTİK"

 

2010 İstanbul Kültür Başkenti Ajansı Başkanı Şekib Avdagiç, Haydarpaşa Garı'nda çıkan yangının kendilerini çok üzdüğünü belirterek "2010 İstanbul Kültür Başkenti'ne vedayı Haydarpaşa Garı'nı ışıklandırarak yapacaktık. Yine Nazım Hikmet'in ölüm yıldönümünde olduğu gibi 3 boyutlu ışıklarla bina hareketlendirilecekti. Buradan verda edemeyeceğimiz için çok üzgünüz" dedi.

"Gülden güzel kokan Arnavutköy çileği/ ve asma yaprağına sarılı barbunya ızgarasıyla gelir/ Haydarpaşa garının büfesine bahar..." diyor Şair Nazım Hikmet. Memleketimden İnsan Manzaraları şiirindeki bu dizeleriyle de Haydarpaşa Garı'nı en güzel anlatan şairler arasında yer alıyor. Haydarpaşa başına geleceklerden habersiz 3 Haziran 2010'da Nazım Hikmet'in ölümünün 47'nci yılında eşsiz bir etkinliğe evsahipliği yaptı. 2010 İstanbul Kültür Başkenti Ajansı'nın projelerinden olan "Haydarpaşa'da Bahar Etkinlikleri" kapsamında kentsel ekran gösterimi yapıldı. Gar, 3 boyutlu olarak modellenen cepheye, yüzeyin özellikleri de kullanılarak planlanmış ışık oyunlarıyla görüntülendi.

Sabah, Haber: Gül Kireklo, 30.11.2010

 

******


PRENS HAYATI SÜREN GENEL MÜDÜRÜN ODASI KÜL OLDU

 

İstanbul'un en önemli binalarından biri olan Haydarpaşa Garı'nın çatısının tamamen yanmasını üzüntüyle karşıladığını söyleyen ünlü sanat tarihçisi Semavi Eyice, garın ilginç hikayesini SABAH'a anlattı. Eyice "Yanan çatı katı zamanında Bağdat Demiryolları'nın Genel Müdürlüğü'ne aitti. Türkiye'de prens hayatı süren Genel Müdür Edouard Huguenin'in muhteşem odasının da bulunduğu bu katlar 1917'de cephaneliğin patlamasının ardından yaşanan büyük yangından sonra ikinci kez yanıp kül oldu. Çok üzgünüm" dedi. Eyice, 1930'lu yıllarda gerçekleştirilen restorasyonda alevlerde kavrulan pencere taşlarının çürütme tabir edilen usulle tek tek çıkarılıp yerine yenilerinin takıldığını, ardından da çatı ve külahların yenilendiğini aktardı.

İstanbul 5. Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'nun 17.02.2010 tarihli 2357 sayılı kararına göre, gar için basit onarım izninin su giren çatı katındaki elektrik tesisatının tehlike yarattığı gerekçesiyle verildiği ortaya çıktı. Devlet Demiryolları İşletmesi (TCDD) Genel Müdürlüğü uygulama başlamadan binanın çatı katındaki ahşap pencere doğramalarının çürüdüğünü ve su aldığı için elektrik tesisatına zarar verdiğini belirtip çatı için de onarım istedi. Koruma kurulu da verdiği kararda "Çatı ve doğramalardan üst katlara akıntı olmasından dolayı elektrik tesisatının tehlike arz ettiği" için iznin verildiği yer alıyor.

Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk, çatıdaki onarımın belediyenin denetiminde yapılmadığını açıkladı. Öztürk, "Bizden verilmiş bir onarım ruhsatı söz konusu değil. Başvuru var. Tabiat ve Kültür Varlıkları Kurulu'ndan onay alınmış. Daha sonra ödenek yokluğundan bizden ruhsat alınmamış" diye konuştu.

Sabah, Haber: Nurdeniz Erken, 30.11.2010

 

******


ERTUĞRUL GÜNAY KOMPLO TEORİLERİNE CEVAP VERDİ

 

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Haydarpaşa Garı'ndaki yangının buradan kurtulup yerine başka yapı kurmak için çıkarıldığı yönünde spekülasyonlar olduğunu belirterek, "Bugünkü yasal mevzuat karşısında çok şükür ki bu imkansız" dedi.

 

Pera Palas Otel'de düzenlenen “Bu Şehr-i İstanbul” kitabının tanıtım toplantısı öncesinde gazetecilerin sorularını yanıtlayan Bakan Günay, Haydarpaşa Garı'nda çıkan yangınla ilgili olarak, “Büyük bir ihmal olduğu görülüyor. Bunun sorumluları kimse, bağışlanmaz. Sanıyorum gereken yaptırımlara katlanacaklar” ifadesini kullandı.

Sadece tarihi mekanlarla ilgili değil, İstanbul'un bütünüyle ilgili daha dikkatli olunması gerektiği konusunda çok uyarıcı bir ders alındığını düşündüğünü vurgulayan Günay, şöyle konuştu:
“Bazı spekülasyonlar var, işte Haydarpaşa'dan böylece kurtulmak ve yerine başka bir yapı kurmak gibi. Bugünkü yasal mevzuat karşısında çok şükür ki bu imkansız. Çünkü Haydarpaşa birinci derece tescilli tarihi yapı. Allah esirgesin, yıkılsa, yakılsa bile aynısı yapılmak durumundadır. Yerine başka bir yapı yapılamaz. Bundan sonra sanıyorum daha dikkatli olunur ve tarihi eserlerimiz daha fazla korunma şansına sahip olur.”

Radikal, 30.11.2010

 

******


RESTORASYONU YAPAN 'TANIDIK' ÇIKTI

 

Haydarpaşa’daki yangınla ilgili soruşturmada, sahibi eski AKP'li olan şirketin çatı restorasyonunda ilkelere uymadığı ve kalifiye eleman çalıştırmadığı ortaya çıktı.

 

Tarihi Haydarpaşa Tren Garı’ndaki yangınla ilgili soruşturmada gözler, çatıdaki tadilatı yapan firmaya çevrildi. Onarımı, restorasyon ilkelerine uymadan ve kalifiye eleman kullanmadan yürüttüğü ileri sürülen İfort isimli şirketin sahibinin AKP Kadıköy İlçe Başkanlığı’nın eski “Teşkilat Başkanı” İhsan Kaboğlu olduğu ortaya çıktı. Şirketin ofisi açılmazken, polis de soruşturma  kapsamında ifadesine başvurmak için Kaboğlu’na ulaşmaya çalışıyor. Kaboğlu’nun şirketinin faaliyet alanı ise temizlik işleri.


Gardaki yangının çıkış nedenini bulmak için Kadıköy Savcılığı’nın yanı sıra itfaiye ve TCDD bilirkişi heyeti çalışma yürütüyor. Polis çatıdaki izolasyon tadilatını yapan 2 işçinin ifadesini doğrultusunda tadilatı yapan İfort İnşaat ve Temizlik şirketine yöneldi.


Şirketin sahibinin ise Ak Parti Kadıköy teşkilatının önde gelen isimlerinden Kaboğlu olduğu anlaşıldı. Kardeşi Hüseyin Kaboğlu’yla 2 Ağustos 2008’de İfort İnşaat ve Temizlik şirketini kuran Kaboğlu, uzun süre AKP Kadıköy İlçe Teşkilatı’nın başkanlığını yürüttü. 50 bin TL sermayeli şirketin  İTO kayıtlarına göre iş konusu; hastane, okul, sağlık ocakları ve işletmelerin her türlü temizlik işlerini yapmak. Kaboğlu’nun İTO kayıtlarına göre ortakları arasında bulunduğu bir diğer şirket ise Kristal Grup Temizlik ve İnşaat. Orhan Kahya ile şirketin büyük ortağı olan Kaboğlu’nun iki şirketinin adresi de aynı. Orhan Kahya da AKP'nin Kadıköy İlçe Meclis üyesi. 

AKP Kadıköy İlçe Başkanlığı’nın sitesinde de Kaboğlu’nun partisi adına katıldığı birçok etkinlik ve ziyarete ilişkin kayıtlar yer alıyor. Kadıköy İlçe Emniyet Müdürü’nü 14 Mart 2010 tarihinde ziyaret eden ekipte yer alan Kaboğlu’nun o dönemki görevinin “teşkilat başkanı” olduğu belirtiliyor.  Ak Parti Kadıköy İlçe Başkan Yardımcısı Ercüment Göy ise, “Sayın Kaboğlu, teşkilatlanma başkanı olduğunda da çalışmalara fazla vakit ayıramıyordu. Bu nedenle ilçe başkanımız görevi başka bir arkadaşımıza vermesini istedi. Kaboğlu halen üyemiz olarak partimizde kayıtlıdır. Ama partimize fazla sık gelmez” dedi.


İfort A.Ş’nin Bostancı’daki ofisi dün gün boyu açılmazken, şirketten de yangınla ilgili bir açıklama yapılmadı. Soruşturmada adı geçen bir diğer taşeron firma olan Onursal İzolasyon Yapı Şirketi’nin yetkilileri ise, “Tadilat ile ilgimiz yok” açıklamasını yaptı. 

 

İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş, gardaki yangınla ilgili olarak çatı izolasyon çalışmalarını yürüten şirketin ihmalinin olabileceğini söyledi. Yangında itfaiyenin geç müdahale ettiği eleştirisine katılmadığını belirten Topbaş, şunları kaydetti: “Çatı onarımı işlemi sırasında çalışan elemanların hassasiyet göstermemesi nedeniyle yangın çıktı. Teknik ekibin ciddi ihmali var. Önlemler alınmamış. İzolasyon yapan ekiplerin, sırtlarında belki bir kilogramlık yangın tüpü bulunması lazımdı.”

 

Garın bakım ve onarımı için Kadıköy Belediyesi bünyesindeki Koruma Uygulama ve Denetim Bürosu’na başvuruda bulunulduğu ve hazırlanan projenin 5 No.lu Koruma Kurulu’nda onaylanmasının ardından önümüzdeki yıl ihaleye çıkarılacağı öğrenildi. Yangına neden olduğu sanılan tadilatın ise şiddetli yağış nedeniyle binanın çatıdan su alması üzerine gerçekleştirildiği belirtildi. TCDD Bölge Müdürlüğü’nün tadilat için 3 firmadan teklif aldığı ve çatının 6 bin TL’lik izolasyon işinin İfort İnşaat ve Temizlik Şirketi’ne verildiği iddia edildi. TCDD Genel Müdür Vekili İsa Apaydın, çatıda yapılan çalışmanın acil onarım gerektirdiğini söyledi.

Milliyet, Haber: Gökhan Karakaş, 01.11.2010

 

******


KAMERA GARABETİ

 

Gözlerimizin  önünde çatısı ve dördüncü katı cayır cayır yanan Haydarpaşa Garı'ndaki ihmaller zincirinde son halka. 102 yıllık tarihi binada bilirkişi ekipleri ilk günden bu yana aralıksız çalışırken Haydarpaşa Garı'nda çok büyük bir eksiklik olduğu ortaya çıktı. Gündelik hayatta artık bakkal dükkanlarına bile kurulan güvenlik kamerası sisteminin Türkiye'nin en önemli tren garında bulunmadığı anlaşıldı.

Yangınla ilgili incelemeyi yapan bilirkişi ve emniyet ekipleri sabotaj iddialarına ilişkin detay bulma umuduyla güvenlik kameralarını incelemek istedi. Ekipler, günde 100 bin kişinin geçtiği garda kamera bulunmadığını anlayınca şoke oldu.

 

Haydarpaşa ile birlikte Sirkeci Garı başta olmak üzere TCDD 1. Bölge Müdürlüğü bünyesinde bulunan 7 ana gara güvenlik kamerası sistemi kurulması için ancak 7 Eylül 2010'da ihaleye çıkıldığı anlaşıldı. 926 bin muhammen bedelle açılan ihaleyi kazanan Şimşek Bilgisayar isimli şirket harekete geçti.

Şirket, sözleşme gereği 31 Aralık 2010'da bitirme taahhüdü verdiği kamera sistemini Haydarpaşa, Sirkeci, İzmit, Arifiye, Çerkezköy, Alpulu ve Kapıkule Lojistik Müdürlüğü Garları'nda kurma çalışmalarına başladı.

Yangının çıktığı pazar günü de garda kamera sistemi için çalışmalara sürüyordu.  Şirket Genel Müdürü Suat Şimşek, Haydarpaşa Garı'na ilk kez güvenlik kamera sistemini kurulacağını belirterek 'Bugüne kadar çeşitli nedenlerle bu sistem ancak eylül ayında ihale edildi. Arkadaşlarımız büyük titizlikle 31 Aralık'a kadar sistemi kurmaya gayret ediyordu. Yangın günü de alt katta kablo çekme işlemi yapıyorlardı. Ancak yangın meydana gelince çalışmalarımız birkaç gün aksadı' diye konuştu.


Haydarpaşa Garı'nın da içinde bulunduğu 7 ana garda kameralar 'kapalı devre' olarak hizmet verecek. Kurulan sistemle aynı zamanda elde edilecek görüntülerin kayıt altına alınması sağlanacak.

 

İzolasyon çalışması sırasında çıktığı iddia edilen alevler sonucu çatısının bir kısmı yanan tarihi Haydarpaşa Garı için iki ayrı soruşturma yürütülüyor. Çatıdaki yangının çıkış nedenini bulmak için Kadıköy Cumhuriyet Savcılığı'nın yanı sıra itfaiye ve TCDD bilirkişi heyetinin de soruşturma yaptığı öğrenildi. İzolasyon tadilatını yapan iki işçinin ifadesini alan polis, İfort İnşaat ve Temizlik A. Ş.'nin ortağı İhsan Kaboğlu'na ise ulaşamadı. AKP eski Kadıköy İlçe Teşkilatlanma Başkanı olduğu öğrenilen Kaboğlu'na ait şirketin Bostancı'daki ofisine dün kimse gelmedi. Soruşturmada adı geçen bir diğer taşeron firma olan Onursal İzolasyon Yapı Şirketi'nin yetkilileri, 'Tadilatla ilgimiz yok' açıklaması yaptı.

Akşam, Haber: Bülent Şanlıkan, 01.12.2010

 

******


HAYDARPAŞA GARI ESKİ HALİNE 1-2 YILDA DÖNER

 

Haydarpaşa Tren Garı'nın çatısının aslına uygun şekilde yeniden inşası, uzun ve zahmetli bir süreci de beraberinde getirecek. İTÜ Mimarlık Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Zeynep Ahunbay, Türkiye şartlarında tarihi yapının eski haline dönmesinin 1-2 yıl alabileceğini, maliyetinin de çok yüksek olacağını söyledi.

 

İstanbul Haber Servisi- Haydarpaşa Tren Garı'nın çatısını pazar günü yok eden yangının nedeni ve sonuçları tartışılmaya devam ediyor. Restorasyon uzmanı Prof.Dr. Zeynep Ahunbay, Haydarpaşa Gar binasına ilişkin önceki bilgilerin derlenmesi, rölövelere dayanılarak restorasyon projesinin hazırlanması gerektiğini anlattı. "Rölövesi var mı bilmiyorum" sözleri ile önemli bir noktaya işaret eden Ahunbay "Haydarpaşa için zaten bir restorasyon projesi hazırlanması gerekliydi. Kısmi projeler vardı, onların gözden geçirilip bugünkü duruma göre ayarlanması gerek" dedi. Yanan çatıda özel yapım çelik makaslar gördüğünü söyleyen Ahunbay, çatıdaki profillerin piyasada mevcut olup olmadığının şu an bilinmediğini de dile getirdi. Ahunbay "Bu özel yapım malzemelerin tekrar yapılıp yapılamayacağının araştırılması gerek. Maliyeti hakkında tahminde bulunmak güç ama büyük bir maliyet çıkacağı ortada" dedi. Ahunbay, yeni çatı için uzun süre rölöve çalışması yapılacağını, sonra restitüsyon ve restorasyon projesi hazırlanacağını anlatarak "Projenin kuruldan geçmesi, ihaleye çıkarılması ve uygulanmaya başlanması 1-2 yılı bulacaktır" diye konuştu.

 

Ahunbay, tarihi yapılara tuzlu su ile müdahale etmenin "kriminal" bir durum oluşturduğunu vurgulayarak "Ekstraksiyon denilen yöntemle yani kağıt mendil gibi parçaları yüzeye koyup yavaş yavaş emdirerek tuzun olumsuz etkisine karşı önlem alabilirsiniz. Zahmetli bir iş ama koruma için yapılabilecek olan bu" diye konuştu.

 

Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Başkanı Prof.Dr. Deniz İncedayı da tarihi yapılarda basit onarımlar sırasında genelde belediyeden ruhsat almadan koruma kurulu kararı ile çalışmalar yapıldığını ancak bu işleyişin hukuken yanlış olduğunu söyledi. Bu yangının herkes için "uyarı" olması gerektiğini belirten İncedayı, bilirkişi raporlarının açıklanmasının ardından sivil toplum örgütleriyle birlikte sorumlular hakkında suç duyurusunda bulunacaklarını belirtti.

 

TCDD Genel Müdür Vekili İsa Apaydın, çatıda delil toplama işlemlerinin sürdüğünü, bunun tamamlanmasının ardından temizleme çalışmalarına başlanılacağını belirterek, "Çatı, emniyete alındıktan sonra yolcularımızı Haydarpaşa'ya getireceğiz. Şu anda trenlerimiz Söğütlüçeşme'ye kadar normal seyirlerinde" dedi. Apaydın, bilirkişi heyetinin çalışmalarını da bitirmek üzere olduğunu söyledi. Çatıdaki onarımın ruhsatsız yapılmasına ilişken açıklama da yapan Apaydın, "Bu basit bir onarım değil, acil onarım gerektiren bir önlem. Çatıdan yağmur yağıyorsa durdurmayacak mıyız? Bunu yaptı arkadaşlarımız. Ayrıca kendimiz de bir teknik heyet kurduk, biz de inceleme yapacağız" diye konuştu.

 

CHP İstanbul Gençlik Kolları ve TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi üyelerinden oluşan yaklaşık 300 kişilik grup, önceki gece yangın nedeniyle güvenlik kordonuna alınan Haydarpaşa Tren Garı'nın yakınına karanfiller bıraktı. TKP Genel Merkezi'nden yapılan açıklamada "AKP ülkemizi karanlığa gömerken, Haydarpaşa Garı'na da yakılmak düşmüştür. Yangın ve yangının söndürülmesi sırasında yaşananları incelemek üzere, hızla bağımsız bir komisyon oluşturulmalı" denildi.

Cumhuriyet, 01.12.2010

 

******


MİMARLAR ODASI'NDAN SUÇ DUYURUSU

 

Haydarpaşa Garı’ndaki onarım sırasında çatıda meydana gelen yangınla ilgili olarak başlatılan soruşturma sürerken, Türkiye Mimarlar Odası Genel Başkanı Eyüp Muhcu, “Bunun yasa dışı bir tadilat olduğu anlaşıldı. Mimarlar Odası olarak, diğer meslek örgütleriyle suç duyurusunda bulunacağız” dedi

 

AKP Kadıköy eski ilçe yöneticilerinden İhsan Kaboğlu’nun sahibi olduğu şirketin yürüttüğü Haydarpaşa Garı’ndaki tadilatın ehliyetsiz kişiler tarafından yapıldığını öne süren Muhcu, şunları kaydetti: “İkincisi, tamirat, bakım işlerini üstlenen kuruluş bir temizlik şirketiymiş. Temizlik şirketinin basit bir binada bile tamirat, bakım, onarım yapması söz konusu olamaz. Buradaki zararın birkaç milyon dolar olacağını tahmin ediyoruz. Ancak tarihi yapılara verilen zararı sadece maddi bedelle tarif etme olanağı yok.”  

Milliyet, Haber: Gökhan Karakaş, 01.12.2010

 

******


"RESTORASYON TAŞERONA YAPTIRILMAZ"

 

Ortaköy'den yükselen dumanlar İstanbul Boğazı'nı kaplıyor, göğe yükselen alevler Anadolu yakasından bile görülüyor. Çırağan Sarayı'nın çatısında başlayan yangın giderek büyüyor, tulumbacılar tarihi yapıyı kurtarmak için var güçleriyle büyük çaba sarf ediyor. Restorasyon sırasında çıkan yangın 5 saat sürüyor, saraydan geriye sadece duvarları kalıyor. Bu bir felaket senaryosu değil, 1910 yılında yaşanan bir yangının detayları. Benzer bir olay 28 Kasım'da 'nda yaşandı. Peki, bu yangınların benzeri saraylarda ya da tarihi camilerde çıksa neler olur? Bu mekanlardaki önlemler ne kadar yeterli? Bu soruları yönelttiğimiz uzmanlar, Milli Saraylar'a bağlı olan Dolmabahçe Sarayı, Beylerbeyi Sarayı, Küçüksu Kasrı ve Şale Köşkü'nde son derece sıkı önlemler alındığını belirtiyor. Taş yapı özelliği taşıyan camiler için çok ciddi bir tehlike yok ama paha biçilmez çiniler ve el işçiliğinin geri gelmesi imkansız. Ahşap konaklar, tekke ve camilerse kaderlerine terk edilmiş vaziyette.

İTÜ Yangın Güvenliği Araştırma Projesi Başkanı Prof.Dr. Abdurrahman Kılıç: Dolmabahçe Sarayı'nın altı tamamen yangına dayanıklı boyalarla boyalı. Çatı arası tozlar temizlendi, yangın algılama sistemi yapıldı. Geceleri elektrik sistemi tamamen kapatılıyor. Çatı arasında ateşli tadilat çalışması yapılmıyor. Ayasofya gibi taş yapılarımızda, camilerimizde risk daha az. Topkapı Sarayı'nın riskli kısmı aşçı evleri. Türkiye'de kamu binası olarak kullanılan ahşap binalarda sorun var. Yangın dolabı ve söndürücüyle önlem olmaz. Arşivlerin hemen hepsine gazlı söndürme yapmışlar ama hiçbirisinin çalışması mümkün değil. Asıl problem bu tarihi binaların bir kısmının Milli Saraylar'a, bir kısmının Kültür Bakanlığı'na, bir kısmının ise farklı bakanlıklara bağlı olması. Herkes en iyisini yaptığını zannediyor ta ki binalar kül oluncaya kadar...

Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Cengiz Can: Milli Saraylar'a ait yapıların ziyareti, mekanın kapanmasından iki saat önce bitiriliyor. Görevliler mekanın her yerini kontrol ediyor. Sigortalar kapatılıyor. Dolmabahçe Sarayı, Şale Köşkü, Küçüksu Kasrı, Beylerbeyi Sarayı gibi yapılar çok iyi korunuyor. Bu binalardaki en riskli dönemler, yenileme çalışmalarının yapıldığı dönemlerdir. Sait Halim Paşa'da da benzer bir kaza oldu. Onarım sırasında yapıyı çok iyi tanımayan çalışanlar girer çıkar ve yeni teçhizatlar kullanılır. Bu nedenle güvenlik önlemlerinin çok daha sıkı olması lazım.
 

Topkapı Sarayı Müdürü Prof.Dr. İlber Ortaylı: Asıl sorun, restorasyon zamanında çıkıyor. Firmalar, işi daha ucuza mal etmek için taşeronla anlaşıyor. Taşeron firma da ucuz işgücü kullanır, pahalı emniyet tedbirleri almaz, personeli azdır. Haydarpaşa'da da olan şey bu. Emniyet tedbirlerinin alınmaması, kimyevi maddelerin açıkta durması ve sınırsız, korumasız hareket edilmesi... Çok önemli tarihi binalarda uzmanlaşmış firmalar çalıştırılmalı. Nükleer enerji santralini herkese verebiliyor musun? Bu iş de bu kadar kıymetli. O nedenle de uzmanına terk edilmeli. Topkapı Sarayı'ndaki yangın önlemleri için iyi diyebiliriz.

Marmara Üniversitesi Sanat Tarihi Bölüm Başkanı Prof.Dr. Selçuk Mülayim: Önlemler, yapı tipine göre değişir. Tamamı taş olan camilerimiz, mesela Süleymaniye'nin yanması pek mümkün değil. Haydarpaşa Garı eskisinden de iyi yapılabilir ama içerideki arşivlere, 1900'lerden kalma ahşap mobilyalara, mektupluklara, koltuklara ne oldu? Onların geri dönmesi mümkün değil. Kamu binaları olarak kullanılan tarihi binalarda, yangın güvenliği konusunda eksiklikler var. Ahşap konaklar, tekkeler ve camiler için sorun var. Bu mekanlar yanınca ahşap rahleler, varsa kütüphane, kalem işleri, çiniler, el yazmaları da gidiyor.

Sabah, Haber: Nurdeniz Erken, 02.12.2010

 

******


ERMENİLER YANGINI 'TEHCİR'E BAĞLADI

 

Ermeni siteleri, çatısı kül olan Haydarpaşa Garı'yla ilgili haberlere geniş yer verirken, bu yangını 'tehcir' meselesine bağlamayı da ihmal etmedi. Garın "soykırımın başladığı yer" olduğunu savunan, "Nouvelles Armenie" adlı derginin internet sitesinde "Ermeni Soykırımı-İstanbul'daki Haydarpaşa Garı'nda Yangın" başlıklı haberde, pazar günü çıkan yangının çatıya büyük zarar verdiği kaydedildi. Garın tarihinin anlatıldığı haberde, tehcirin başlangıç tarihi kabul edilen 24 Nisan 1915'i anmak için her yıl 24 Nisan'da garın kapısında anma töreni yapıldığı kaydedildi. Haberde, "Burası aynı zamanda tehcire gönderilenlerin yola çıktığı ilk nokta" ifadeleri yer aldı.

Sabah, 02.12.2010

Basına ve Kamuoyuna Açıklama…



HAYDARPAŞA GAR, LİMAN ve KIYI ALANINI;
“PAZARLANACAK MAL” OLARAK KÜRESEL EMLAK TACİRLERİNİN
HİZMETİNE SUNMAK İSTEYENLERİN HER TÜRLÜ GİRİŞİMİ
BOŞA ÇIKARTILACAKTIR!


Dünya mirası İstanbul’un Haydarpaşa Gar ve Liman çevresini, her türlü yasa ve yönetmeliği, bilimsel ve etik kuralı hiçe sayarak, “önce Manhattan, sonra da Venedik yapacağız” deyip, küresel emlak tacirlerinin kullanımına sunmaya çalışanların her türlü yöntem ve oyunları; duyarlı bilim, meslek insanlarımız, kurum ve kuruluşlarımız ve halkımızın kararlı tavırları ve yoğun çabaları sonucunda; 2004 yılından bugüne değin engellenebilmiştir.

Tarihi kentsel bellek değerini ve işlevini ortadan kaldırmak için yapılanlara inat 2010 Kültür Başkenti İstanbul’un simgesi olarak seçilen Haydarpaşa Garının çatısından İstanbul’un semalarına yükselerek hepimizin yüreğini yakan bağnazlık, cehalet, cüret, ihmal ve suiistimal kokan alevler; toplumsal duyarlılık, kararlılık ve dayanışmaya her zamankinden çok daha fazla ihtiyacımız olduğunu anlatan sessiz ve acı bir imdat çığlığı olmuştur.

Zira, ne yazıktır ki; başta İstanbul olmak üzere ülkemizin doğal, kültürel, tarihi ve toplumsal değerleri üzerindeki küresel rant sermayesinin aracısı olan iktidarın sınır tanımayan baskı ve tehditleri yoğunlaşarak ve boyut değiştirerek devam etmektedir.

Bugün sadece ormanlarımız, derelerimiz, tarım ve yaşam alanlarımız, tarihi ve kültürel değerlerimiz akla, bilime, tekniğe, hukuka uygun olmayan ve meşruiyeti bulunmayan kararlar ve uygulamalarla büyük bir hızla yok edilmekle kalmamakta; bugünden tasarlamakla yükümlü olduğumuz ortak geleceğimiz de ipotek altına alınarak kentsel dayanışma simgemiz Haydarpaşa Garı gibi karanlığa gömülmeye çalışılmaktadır.

Ancak bu kirli karanlıktan medet umanlar çok iyi bilmelidirler ki bu ülkenin onurlu yurttaşları, emekçileri, aydınları, sanatçıları, bilim ve meslek insanları, duyarlı kurum ve kuruluşları yaratılmaya çalışılan bu dumanlı ortamı aydınlatacak duyarlılığa, kararlılığa, bilgiye ve dayanışma gücüne sahiptir.

Tüm bu nedenler ile ülkemize, İstanbul’a ve topluma daha fazla zarar vermeden, halkın bilgisinden, mesleki ve bilimsel kurum ve kurulların denetiminden kaçırılmak amacıyla durmadan değiştirilen küresel yağma yasa tasarıları, plan ve projelerinden derhal vazgeçilmelidir.

Gebze- Halkalı arası Marmaray projesi kapsamında; Ulusal Demiryolları, çalışanları ile beraber İstanbul dışına atılmaya ve bu güzergah şehir içi ulaşıma terkedilmeye çalışılmaktadır. Marmaray projesinin ilk gününden bu yana bu güzergahın doğru olmadığını ve tüp bağlantısının demiryolu güzergahı haricinde Anadoluray gibi şehir içi metro güzergahları ile birleştirilmesini ısrarla vurgulamıştık. Buna rağmen proje sürdürülmekteydi. Yine proje kapsamında Haydarpaşa Gar ve Liman alanı geri dönülmez bir şekilde hem demiryolu hemde şehiriçi ulaşımından koparılmaya çalışılmaktaydı.

Yangın sonrasında Haydarpaşa’ya trenlerin getirilmemesi, Çalışanların işyerlerine sokulmaması, Haydarpaşa’ya vapur seferlerinin uğratılmaması gibi konular yukarıladaki şüpheleri doğrulamakta ve Ulaşımda bu yolu kullanan halka Haydarpaşa unutturulmaya çalışılıyor. Haydarpaşa gar ve liman alanı üzerinde oynanan oyunların hayata geçirilmesi için Haydarpaşanın yanmasını kullanılacağını düşünmek bile ürkütücüdür.

Tarihi, kültürel ve stratejik varlığımız Haydarpaşa Gar, Liman Ve Geri Sahasının; bütün değerleri ve işlevi ile birlikte korunup, toplumun eşit ve koşulsuz kullanımına açık olarak gelecek kuşaklara aktarılabilmesi için öncelikle; yangın nedeni ile oluşan hasar, tarihi eserin layık olduğu özenle, evrensel koruma kuralları ve hukuku ışığında onarılmalıdır.

Bu yangın ve onarım, yıllardır savaş dâhil olmak üzere bütün olumsuz koşullara rağmen bugüne kadar hizmetini durdurmamış olan Haydarpaşa Garının hizmet dışı bırakılması ve insansızlaştırılması için bahane olarak kullanılmamalı, onarım süresince gerekli iklimsel, teknik ve güvenlik tedbirleri alınarak Haydarpaşa Gar ve Vapur İskelesi biran önce halkın hizmetine sunulmalıdır.

Haydarpaşa Garı'nın yangın zararlarından arındırılması için yapılacak kurutma, temizlik ve onarım işlemlerinin bilimsel bir yaklaşımla ve uzmanların denetiminde yapılması ve onarım temizlik yöntemlerin doğru saptanabilmesi için yangın sonrası tespitlerin ilgili uzman kurullarının ve meslek odaların gözetiminde gerçekleştirilmesi çok büyük bir önem taşımaktadır. Ancak yangın sonrası gerek sendika temsilcilerinin gerek meslek kuruluşlarının yazılı ve sözlü taleplerine rağmen mesleki ve teknik inceleme izni verilmemesi bu konuda var olan kaygıları daha da arttırmaktadır.

Sadece ülkemizin duyarlı bilim, teknik ve meslek insanları, meslek odaları, sendikaları sivil toplum örgütleri, Koruma Kurulları ve yurttaşları tarafından değil; Dünya Mimarlık Örgütü UIA ve UNESCO/İCOMOS tarafından da koruma ve izleme altına alınmış bulunan Haydarpaşa Gar Binasındaki ihmal ve suiistimal zincirinin sorumluluğundan; ehliyetsiz ve yandaş taşeronların emrinde güvencesiz çalıştırılan iki emekçinin sırtına yüklenilerek kaçılamaz.

Deprem, yangın, sel, yoksulluk dâhil olmak üzere, her türlü toplumsal ve doğal afetin yağma projelerinin meşrulaştırılması için araç ve bahane olarak kullanıldığı neo liberal sistemin Haydarpaşa Garı da böylesi bir meşrulaştırma operasyonuna kurban ettiği konusunda kamuoyunda oluşan kuşkuların giderilmesi için bütün yasal ve mesleki haklarımız saklı kalmak kaydıyla aşağıdaki sorularımıza derhal ve açıkça yanıt verilmesini istiyoruz.

Kamuoyuna saygı ile duyurulur.


******


Yanıt bekleyen öncelikli sorularımız

1. Mimari ve inşai nitelikleri ile yaşayan dünya endüstri mirasının nadide örneklerinden biri olan Haydarpaşa Garının çatısını tamamen tahrip eden ve bu önemli kamusal yapıda ciddi hasarlar oluşturan yangının saat 14.30 da çıktığı İstanbul halkının tanıklığı ile tespit edilmiş iken yangın başlama saati niçin 15.30 olarak açıklanmıştır? Bu açıklama yangına yapılan yetersiz ve geç müdahalenin bir mazereti olarak mı kullanılmaktadır?

2. 17 Ağustos 1999 depreminden 11 yıl geçmiş olmasına, rağmen her gün on binlerce kişinin kullandığı lojistik ve stratejik önem taşıyan bu nedenle de her türlü afet sırası ve sonrasında işlevini devam ettirmek durumda olan Haydarpaşa Garında neden bugüne kadar deprem, yangın gibi durumlar için acil durum önleme ve müdahale yöntemlerine yönelik her hangi bir tedbir alınmamıştır? (Yangın tüplerinin dahi yangın sonrasında liman müdürlüğünden getirildiği bilgimiz dâhilindedir.)

3. Haydarpaşa Garı gibi dünyanın dikkat odağında bulunan 1 derece tarihi eserde, Anayasa’nın Kültür ve Tabiat Varlıklarının Korunması ilgili hükümlerini, Kurul Kararlarını, Türk Ceza Kanunu hiçe sayılarak ve hiç bir proje ve izne tabii olmadan yapılan tadilatlar nedeni ile yaklaşık bir ay önce de yangın riski yaşanmışken her hangi bir önlem alınmamasında ki ısrarın arkasında hangi nedenler ve sorumlular bulunmaktadır? Bir ay önce çatıda meydana gelen yangın ve müdahale sonucunda oluşan hasarlar neden resmi olarak kayıt altına alınmamıştır?

4. TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi ve Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası tarafından 04.Ağustos 2006 tarihinde yapılan suç duyurusu ile rant projelerinizin reklamı için ülke kaynaklarını boşa harcayarak binlerce dolar ödediğiniz yabancı proje yönetim firmasına ofis alanı açmak için kaçak olarak yapılan tadilat ve yıkımlar ile ilgili dava hala sürerken; ilgililer tarafından gösterilen aymazlık ölçüsündeki tedbirsizlik cesareti ve cüreti nereden kaynaklanmaktadır?

5. Devlet dairelerinde mesai saatleri dışında kimse çalışmaz iken, Haydarpaşa Garı’nda özelliklede yangından bir gün önce mesai bitimi itibarı ile gece yarısı 1.30 a kadar binada kimler çalışmıştır? Tadilat niçin mesai saatleri dışında sürdürülmektedir? Kimler talimat vermiştir? Kurum adına yetkili kontrol elemanı bulunuyormuydu?

6. Kadıköy Belediyesi açıklamalarında da anlaşıldığı gibi İstanbul V Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun “Haydarpaşa Garı’nda Kadıköy Belediyesi KUDEP Bürosu denetiminde basit onarım yapılabileceği kararı ve Kadıköy Belediyesine bu doğrultuda bir başvuru var iken, niçin denetimden ve izinden kaçılmıştır?

7. Tadilatı yapmakta olan firmanın 1. Grup eski bir eserde tanımlanan basit onarımı yapabilecek olduğuna dair yeterlilik ve referansları var mıdır? Bünyesinde restorasyon konusunda uzman barındırmakta mıdır? Daha yangın sürerken izolasyondan yangın çıkmış olabilir diye açıklama yapan yetkililer kimlerdir ve bu tespitleri hangi teknik incelemeye dayanmaktadır?

Toplum, kent ve çevre için Haydarpaşa Dayanışması

TMMOB MİMARLAR ODASI İSTANBUL BÜYÜKKENT ŞUBESİ, BİRLEŞİK TAŞIMACILIK, ÇALIŞANLARI SENDİKASI, İSTANBUL ÇEVRE KONSEYİ,TMMOB ÇEVRE MÜHENDİSLERİ ODASI İSTANBUL ŞUBESİ,TMMOB ZİRAAT MÜHENDİSLERİ ODASI İSTANBUL ŞUBESİ, TMMOB KİMYA MÜHENDİSLERİ ODASI İSTANBUL ŞUBESİ, YURTAŞLIK HAREKETİ DERNEĞİ, TÜRKİYE DOĞAL HAYATI KORUMA DERNEĞİ, TMMOB MADEN MÜHENDİSLERİ ODASI İSTANBUL ŞUBESİ, TMMOB GEMİ MÜHENDİSLERİ ODASI, TMMOB METALURJİ MÜHENDİSLERİ ODASI, TMMOB FİZİK MÜHENDİSLERİ ODASI, TMMOB PEYZAJ MÜHENDİSLERİ ODASI İSTANBUL BÖLGE ŞUBESİ, ÇAĞDAŞ SİNEMA OYUNCULARI DERNEĞİ (ÇASOD), İNSAN YERLEŞİMLERİ DERNEĞİ, GAYRETTEPE ÇEVRE KÜLTÜR VE İŞLETME KOOPERATİFİ, LİMAN İŞ SENDİKASI, SES SAĞLIK VE SOSYAL HİZMET EMEKÇİLERİ SENDİKASI, TMMOB İNŞAAT MÜHENDİSLERİ ODASI İSTANBUL ŞUBESİ, TMMOB MAKİNA MÜHENDİSLERİ ODASI İSTANBUL ŞUBESİ, TMMOB İÇ MİMARLAR ODASI İSTANBUL ŞUBESİ, DEVRİMCİ İŞ SENDİKALRI KONFEDERASYONU (DİSK), YAPI YOL SENDİKASI İSTANBUL ŞUBESİ, İNGİLTERE ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ, EĞİTİM-SEN 2. NOLU ŞUBE, İSTANBUL DİŞ HEKİMLERİ ODASI, ARNAVUTKAÖY GİRİŞİMİ, TMMOB HARİTA MÜHENDİSLERİ ODASI İSTANBUL ŞUBESİ, TMMOB ELEKTRİK MÜHENDİSLERİ ODASI İSTANBUL ŞUBESİ, BEYKOZ İNSİYATİFİ (BEYİN), TÜKODER BEYKOZ ŞUBESİ, KADINLARLA DAYANIŞMA VAKFI (KADAV), KENTLİ KENTSEL ARAŞTIRMA GÖNÜLLÜLERİ, ÖZERK SANAT KONSEYİ, SEFERTASI HAREKETİ, İSTANBUL TABİP ODASI, İSTANBUL BAROSU, LOZAN MUBADİLLERİ VAKFI, ÇAĞDAŞ YAŞAMI DESTEKLEME DERNEĞİ (ÇYDD), MİMARLIK VAKFI (MİV), KAMU İŞLETMECİLİĞİNİ GELİŞTİRME MERKEZİ VAKFI (KİGEM), TMMOB ŞEHİR PLANCILARI ODASI İSTANBUL ŞUBESİ, TMMOB JEOLOJİ MÜHENDİSLERİ ODASI İSTANBUL ŞUBESİ, BÜRO EMEKÇİLERİ SENDİKASI, KAMU EMEKÇİLERİ SENDİKASI KONFERDERASYONU (KESK), GAZHANE ÇEVRE KÜLTÜR VE İŞLETME KOOPERATİFİ, VALİDEBAĞ ÇEVRE GÖNÜLLÜLERİ, KADIKÖY DEMOKRATİK KADIN PLATFORMU, YEREL YÖNETİMLER ARAŞTIRMA EĞİTİM DERNEĞİ (YAYED), BOĞAZİÇİ ÇEVRE KORUMA VAKFI, PİR SULTAN ABDAL KÜLTÜR DERNEĞİ SARIYER ŞUBESİ, AHŞAP DERNEĞİ, KATILIMCI SENDİKAL İNSİYATİF, CUMHURİYET KADINLARI DERNEĞİ İSTANBUL ŞUBESİ, DEVLET TİYATROSU - OPERA VE BALESİ ÇALIŞANLARI VAKFI (TOBAV)-KADIKÖY BELEDİYESİ, NAZIM HİKMET KÜLTÜR MERKEZİ, KADKÖY HALKEVİ, BEST İST 3, DARICA KÜLTÜR DERNEĞİ, EMEKLİLER YAŞLILAR HAREKETİ, KİP-KARADENİZ İSYANDADIR, KUZGUNCUKLULAR DERNEĞİ, TÜM BEL SEN 3 NOLU ŞUBE, SON IRMAK DOĞA VE SANAT DERNEĞİ, TOPLUMSAL ÖZGÜRLÜK PLATFORMU, İMECE, AKA DER, KALDIRAÇ, SOSYAL HAKLAR DERNEĞİ, EĞİTİM SEN, 3. KÖPRÜ YERİNE YAŞAM PLATFORMU, HOMUR, ÖDP, EDP KADIKÖY, BDP KADIKÖY, SDP KADIKÖY, TKP, CHP…

TARİHİ TOP MERMİSİ HURDACIYA GİDECEKTİ

 

Tekirdağ'da şaka gibi olay... Metal toplayarak geçimini sürdüren Emrah ile eşi Gülbahar G, Tekirdağ Arkeoloji ve Etnoğrafya Müzesi'ne gitti. İkili müze bahçesinde, Kurtuluş Savaşı yıllarından kalma iki adet tarihi top mermisini at arabasına koyup kaçtı.Polis çifti, Geyik Sokak'taki bir hurdacıya satmaya çalışırken yakaladı. Zanlılar adli makamlara sevk edildi. Top mermileri ise müzeye iade edildi.

Akşam, 29.11.2010

HOCA ALİ RIZA'NIN RESMİ VİLLA FİYATINA: 260 BİN TL

 

 

Portakal Sanat ve Kültür Evi ile Tekfen Holding tarafından düzenlenen "Leyla Akçağlılar Koleksiyonu ve Özel Koleksiyon Müzayedesi"nde, Hoca Ali Rıza'nın "Boğaziçi" isimli eseri 260 bin TL'ye satıldı.


Tekfen Holding Yönetim Kurulu üyesi Leyla Akçağlılar'ın adını yaşatmak ve kız çocuklarının eğitimine katkıda bulunmak amacıyla Conrad Oteli'nde düzenlenen müzayedede, Türk ve yabancı ressamların eserlerinin yanı sıra çeşitli gümüş objeler, hat sanatından eserler, halılar ve mobilyaların bulunduğu 210 parça eser satışa sunuldu.


Hoca Ali Rıza'nın 125 bin TL başlangıç bedeliyle satışa sunulan "Boğaziçi" adlı eserinin 260 bin liraya alıcı bulduğu müzayedede, Ayvazovski'nin "Deniz ve Gemiler" tablosu da 230 bin TL'ye satıldı.


Müzayedede, Francois Leon Prieur-Bardin'in "Beşiktaş" adlı eseri 200 bin, "İstanbul" ve "Boğaziçi" adlı tabloları da 140 bin TL'den alıcı buldu.


Tekfen Vakfı Yönetim Kurulu üyesi Defne Akçağlılar, gazetecilere yaptığı açıklamada, ablası Leyla Akçağlılar'ın ismini yaşatabilme arzusuyla yıllarca topladığı koleksiyonu bir müzayede satışa sunmaya karar verdiklerini söyledi.


Buradan elde edilen geliri Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğine (ÇYDD) bağışlayacaklarını ifade eden Akçağlılar, "Dernek aracılığıyla bir kız yurdu yapılacak. Leyla'nın isminin kız yurdunda yaşayacak olmasından mutluluk duyuyoruz" dedi.

Türkiye Gazetesi, 29.11.2010

KİLİSENİN ALTINDAN GEMİ BATIĞI ÇIKTI

 

Metro projesi çalışmaları kapsamında Yenikapı'da yürütülen arkeolojik kazılarda ortaya çıkan 12-13. yüzyıldan kalma kilise kalıntısının altında, bir gemi batığı olduğu tespit edildi. Kilisenin altındaki dolguda kazılara devam eden Arkeoloji Müzesi uzmanları, gemi batığına ulaştı. İstanbul Arkeoloji Müzesi Müdürü Zeynep Kızıltan, "Daha önceden kilisenin bulunduğu çevrede kazılar yapılırken batığın bir parçasını tespit etmiştik. Bu çalışmayla batık tamamen ortaya çıkartılacak" dedi.

Sabah, Haber: Hasan Ay, 29.11.2010

TARİH GÜN YÜZÜNE ÇIKACAK

 

 

Altında bulunan mayınlar sebebiyle bir türlü gün ışığına çıkarılamayan Karkamış antik kenti aydınlanacak. Gaziantep'in Suriye sınırında bulunan Karkamış antik kentindeki mayın temizleme çalışmalarında sona yaklaşıldı.

 

Gaziantep İl Kültür ve Turizm Müdürü Salih Efiloğlu, Gaziantep İl Özel İdaresi'nin 21 Ekim 2009'da yaptığı ihalenin ardından 29 Mart 2010'da başlayan mayın temizleme çalışmalarının tamamlanmak üzere olduğunu söyledi.

 

Bölge turizmine yeni bir soluk kazandırması beklenen Karkamış antik kentinde, mayın temizliğinin ardından ilkbaharda bilimsel kazılara başlanabileceğini ifade eden Efiloğlu, “Tarihe tanıklık etmek için sabırsızlanan Karkamış antik kentinde, mayın temizleme çalışmalarının ardından yoğun ve uzun soluklu bilimsel kazı çalışmaları yapılacak” dedi.

 

Efiloğlu, antik kentteki bilimsel kazıların kimler tarafından yapılacağına Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın karar vereceğini ifade ederek, kazılarda Türk ve yabancı bilim adamlarının birlikte görev alabileceğini bildirdi.

 

Antik kentin çevresiyle birlikte düşünüldüğünde önemli bir turizm potansiyeline sahip olduğuna dikkati çeken Efiloğlu, sözlerini şöyle sürdürdü:

Gaziantep İl Özel İdaresi'nin gerçekleştirdiği ihale, üzerinde Karkamış antik kentinin de bulunduğu 670 dekar alana 1957 yılından itibaren döşendiği belirlenen mayınların 300 günde elle temizlenmesini öngörüyordu. Çalışma ufak tefek rötuşlar dışında tamamlandı. Çalışmanın tamamlanmasıyla birlikte antik kenti turizme kazandırmak için gerekli bilimsel kazılara başlanacak.

 

Karkamış antik kentinde bulunduğu alan da turizm bakımından önemli. Antik kentin hemen yakınında bölge için bir başka zenginlik olan Karkamış Barajı var. Ayrıca Almanların yaptığı tarihi demiryolu köprüsü Carablus da antik kentin çok yakınında. Karkamış antik kentinin de Geç Hitit Döneminin önemli yerleşim merkezlerinden olduğu biliniyor.”

 

Efiloğlu, “Gılgamış Destanı”nın Karkamış antik kentinde geçtiği, “Kadeş Antlaşması”nın bu kentte yapıldığına ilişkin iddialar olduğunu, bilim adamlarının antik kentte yürüteceği çalışmaların bu iddiaların gerçek olup olmadığı konusuna ışık tutacağını ifade etti.

 

Antik kentte yürütülecek bilimsel kazılarda görev alacak personelin temin edilmesinde sıkıntı yaşanmaması için de çalışma yapıldığını da aktaran İl Kültür ve Turizm Müdürü Efiloğlu, İlçe Halk Eğitim Merkezi Müdürlüğünün kurs açarak 170 kişiyi eğitti, eğitimi tamamlayanlara kazılarda görev alabilmelerini sağlayacak sertifika verdiğini kaydetti.

 

Gaziantep İl Özel İdaresinin açtığı ihaleye kazanarak Karkamış Antik Kenti'ndeki mayınların temizlenmesi işini üstlenen Nokta Şirketi'nin Yönetim Kurulu Başkanı Murat Keklik de ihale ile üstlendikleri işi tamamladıklarını ve mayınlardan temizledikleri alanı Gaziantep İl Özel İdaresi'ne teslim etme aşamasında olduklarını belirtti.

 

Çok zor bir çalışmayı başarıyla tamamladıklarını anlatan Murat Keklik, “Mayın temizleme çalışmalarında, bulunan mayın yerinde imha edilir. Bizim temizlediğimiz alanda antik kentin bulunması nedeniyle biz mayınları bulundukları yerden kaldırdık, bir başka yere taşıdık ve güvenlik önlemleri alarak imha ettik. Mayın temizliğini Birleşmiş Milletler Uluslararası Mayın Temizleme Standartları hükümlerine uygun biçimde yaptık. Mayın temizleme çalışmalarında Bosna Hersek'ten getirdiğimiz 2 mayın köpeğinden de yararlandık. Mayına karşı yüksek duyarlılığı olan bu köpekler çalışmamıza önemli katkı sağladı.”

 

Karkamış antik kenti, Gaziantep'in Karkamış İlçesi Fırat Nehri'nin batı kıyısında, Türkiye-Suriye sınır hattında bulunuyor. Karkamış krallarından söz edilen ilk belgelerin MÖ 1700'lü yıllara ait olduğu sanılıyor. Karkamış antik kentinden 1940'lı yıllarda çıkarılan büyük taş bloklar üzerine yapılmış resmi ve dini motifli kabartmalar halen Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde sergileniyor. Karkamış antik kenti, Anadolu, Mezopotamya ve Mısır'a uzanan yolların çok önemli bir noktasında bulunması dolayısıyla Doğu Arkeolojisinin en önemli yerleşimlerinden biri kabul ediliyor.

Hürriyet, 29.11.2010

PARK YAPILIRKEN 400 YILLIK MEZARLIK ORTAYA ÇIKTI

 

  

 

Romanya'nın başşehri Bükreş'te, araba parkı yapılmak istenirken 400 yıllık mezarlık bulundu. Bir üniversitenin arazisinde araba parkı yapılmak istenirken, inşaat işçileri kemiklere rastladı. Polise haber verilmesinin ardından inşaat alanına güvenlik kuvvetleri ve arkeologlar geldi. Yapılan ilk incelemede yaklaşık 40 kişiye ait olduğu tahmin edilen bir mezarlığın bulunduğu ortaya çıktı. Arkeologlar kemikleri toplarken, bu kişilerin kimler tarafından ve niçin öldürüldüğü konusunda daha yapılan araştırmadan sonra açıklama yapılacağı bildirildi.

Türkiye Gazetesi, 29.11.2010

ATHENA TAPINAĞI'NIN BLOKLARI AYAĞA KALKTI

 

Çanakkale'nin Ayvacık İlçesi sınırları içinden yer alan Assos antik kentindeki kazı çalışmalarında ilk kez andezit taş kullanılarak, MÖ 540-525 yıllarında inşa edilen Athena Tapınağı'nın blokları binlerce yıl sonra ayağa kaldırıldı. Kazı Başkanı Prof.Dr. Nurettin Arslan, "Assos'taki antik yapıların restorasyonunda, yöreye özgü andezit taşı ilk kez kullanılmıştır'' dedi.

Sabah, 29.11.2010

PORNOGRAFİK TABLO ÖNLEMİ

 

 

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve eşi Hayrünnisa Gül, Türkiye’den ve yurt dışından 420 sanatçının 2 bin eserinin yer aldığı “Contemporary İstanbul”u gezdi.

 

Gül çifti, tabloları incelediği sırada, korumalar bir sonraki bölümde yer alan, Alman sanatçı Thomas Bayrle’nin “Camera delgi sposi (after mantegna)” serisine ait, tuval üzerine serigrafi yöntemiyle yapılan, pornografik tabloyu fark etti. Bu tablo ile birlikte fotoğraf çekilmesinin hoş olmayacağını düşünen korumalar, kısa süreli bir telaş yaşadı. Bu tabloyla aynı kareye girmeleri engellenen Gül çifti, korumalar tarafından, Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’ndaki başka bir bölüme yönlendirildi. Gazetecilerin sorularını yanıtlayan Abdullah Gül, “Böyle bir sanat etkiliğine bu kadar büyük ilginin olması çok sevindirici. Burada bu kalabalığı görmek, gerçekten beni çok etkiledi. Açıkçası bu kadar beklemiyordum” dedi.

Hürriyet, Haber: İsmail Aktaş, 29.11.2010

GALILEI, DESCARDES VE NEWTON AYNI MÜZAYEDEDE

 

Bilimsel devrimlerin en önemli isimlerinden İtalyan matematikçi, fizikçi, astronom ve filozof Galileo Galilei’ye ait olan Starry Messenger / Yıldızların Habercisi’ isimli astronomi kitabının kapağında 1610 tarihi bulunuyor.

 

Ünlü Fransız filozof René Descartes’a ait ‘Principia Philosophiae / Felsefenin İlkeleri’ kitabı ise 1644’de basılmış. İngiliz bilim insanı Isaac Newton’un ‘Opticks’ isimli eserinin üzerinde ise 1704 tarihi yer alıyor. Bir başka ifadeyle, her üç eser de yayın dünyasında ‘first edition’ olarak tanımlanan bir niteliğe sahip yani ilk baskı. Dünya düşünce tarihinin bu üç önemli eseri 2 Aralık’ta Christie’s tarafından müzayedeye çıkartılıyor.

 

Galilei’nin teleskopla yaptığı gözlemlerden oluşan ‘Starry Messenger / Yıldızların Habercisi’ için katalogda belirlenen açılış fiyatı 600-800 bin dolar. Ancak, bunun bir milyon doları bulması da kimseyi şaşırtmayacak. Descartes için belirlenen katalog fiyatı 6-8 bin dolar, Newton için ise 8-12 bin dolar.

 

Satışa çıkarılan her üç kitap da Yale Üniversitesi’nden emekli olan Prof. Edward Tufte’ye ait. Prof. Tufte’nin birçok özelliği var ama en çok bilineni, nadir kitap koleksiyoncusu olması. Galileo, Descartes ve Newton bunlardan sadece üçü. Müzayedede Prof. Tufte’nin kütüphanesinden 150’den fazla kitap satışa sunulacak.

Hürriyet, 29.11.2010

AVRUPA KÜLTÜR BAŞKENTİ'NDEN GERÇEK BİR ÖYKÜ

 

AKP iktidarı Atatürk Kültür Merkezi’ni 2008’in haziran ayında kapadı.


İktidarın Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın verdiği söz şuydu:
“2009’un kasım ayında AKM’nin onarımını bitirip sanat etkinliklerine açacağız.”


Bakan Günay’a bazı insanlar bu işi yapamayacağını, çünkü Başbakan Erdoğan’ın burayı yıkmayı kafasına koyduğunu anlatmaya çalıştı.
Bakan “Onarım dediğim tarihte tamamlanacak ve AKM açılacak. Bu sözümü tutamazsam İstanbullu sanatseverlerin yüzüne bir daha bakamam” dedi.


Uzun tartışmalar oldu.


Bakan’a bu işi bilen deneyimli insanlar AKM’yi kapatmadan da pekala onarımın yapılabileceğini kabul ettiremedi.


Sonuçta, AKM kapatılırsa bu iktidar bir daha açmaz kuşkusu içinde olanlar haklı çıktı.
Aradan iki buçuk yıl geçti ve AKM hala kapalı.
Açılacağı da yok.
Türk kültürünün bu önemli anıt yapısı kaderine terk edildi.


***


AKM kapatılınca İstanbul Devlet Opera ve Balesi ile İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası sokakta kaldı.


Opera ve Bale Kadıköy’deki Süreyya Operası’na sığındı.


Ama 65 yıllık geçmişi olan koca İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası bir salon bulamadığı için göçmen orkestra haline geldi.


Dile kolay tam iki buçuk yıl İstanbul Senfoni o salondan bu salona koşarak İstanbullu sanatseverlere konserler vermeye çalıştı.


Aya İrini, Caddebostan Kültür Merkezi, Maçka Maden Fakültesi, Zeytinburnu Kültür Merkezi, CRR ve Lütfi Kırdar olmak üzere hangisini boş bulursa orada çaldı.


2010 Avrupa Kültür Başkenti olan İstanbul, opera-bale sergilenemeyen, senfoni orkestrası göçebe gibi salon salon dolaşan bir kent olarak dünya sanat tarihine geçti.


Büyük uğraşlardan sonra İstanbul Senfoni ile Bale’nin imdadına Beşiktaş Belediye Başkanı İsmail Ünal yetişti.
Fulya’da yeni yapılan pırıl pırıl Fulya Gösteri Merkezi’nin konser salonunu bir gece Devlet Balesi’ne, bir gece de İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’na verdi.
İstanbul Senfoni İsmail Ünal’ın sayesinde göçebelikten kurtulmuş oldu.


Bilmiyorum Kültür Bakanı Günay’ın yukarda özetlemeye çalıştığım yaşanmış bu öyküden haberi var mı?


***


Gelelim İstanbul Senfoni’nin iki buçuk yıllık sürgün yaşamının sona erdiği cuma gecesine...


637 kişilik salon pırıl pırıl. İçeri girer girmez insanın içi açılıyor.


Koltuk araları geniş ve çok rahat. Sahne 100 kişilik bir orkestranın rahatlıkla çalabileceği kadar büyük.


Altyapı mükemmel. Ses ve ışık düzeni son teknolojiye göre.


Beşiktaş Belediye Başkanı İsmail Ünal’ın Senfoni’nin göçebelikten kurtulduğu konserden önce orkestraya dönüp “Başımızın üzerinde yeriniz var. Sanata, sanatçıya her zaman gönlümüz açıktır” sözleri gerçekten sanatçıların ve sanatseverlerin alışık olmadığı bir ortamda söylenen çok anlamlı sözlerdi.


Konserde Ferit Alnar’ın Prelüd ve İki Dans’ını, Bruch’un Viyola ve Klarnet İçin İkili Konçertosu’nu ve Bizet’nin Do Majör Senfonisi’ni dinledik.


Dinleyiciler de, orkestra sanatçıları da göçebelikten kurtulmanın huzuru içindeydi.


İstanbul Senfoni’yi göçebelikten kurtardığı ve sanata gösterdiği saygı için Beşiktaş Belediye Başkanı İsmail Ünal’ı ve ekibini kutluyorum.
Sanatla bütünleşmeyen toplumlar çağdaş bir toplum yaratamazlar.
Ülkemizde bunu hala anlamayanlar var.

Hürriyet, Yazı: Tufan Türenç, 29.11.2010

AZİZİYE 3 YILDIR MÜZE OLAMADI

 

 

Osmanlı- Rus savaşlarına sahne olan ve Ruslara geçit vermeyen Aziziye Tabyaları’na kurulacağı belirtilen kent ve savaş müzesinde 3 yıldır herhangi bir gelişme olmadı.

Halk arasında ‘93 Harbi' diye bilinen, 1877 - 78 Osmanlı - Rus Savaşları'nın yapıldığı, göğüs göğüse kanlı çarpışmaların yaşandığı Aziziye Tabyası’nda savaş müzesi yapılacağı bildirilmişti. 2007’de dönemin AK Parti Erzurum Milletvekili Ömer Özyılmaz’ın müjdesini verdiği savaş ve kent müzesi konusunda aradan geçen 3 yıla karşın herhangi bir gelişme yaşanmadı.

Kundaktaki kızını evde bırakarak Ruslara karşı satırla savaşarak destanlaşan Nene Hatun'un mezarının da bulunduğu alanda Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından yapılması düşünülen projede, Aziziye Tabyası'ndaki Mecidiye Kışlası'nın bir bölümü kent müzesi olurken, bir bölümü de savaş müzesi olarak düzenlenecekti. Müzede, savaşta kullanılan malzemeler sergilenecek, yaşanan savaş sesli, görüntülü ve hareketli olarak sergilenecek, böylece dönemin tüm unsurları gelecek kuşaklara canlı örneklerle aktarılacaktı. Ancak aradan geçen 3 yıla karşın savaş ve kent müzesinin yapılması konusunda herhangi bir adım atılmadı.

Erzurum Gazetesi, 28.11.2010

TARİHİ BEDESTENDE RESTORASYON BAŞLIYOR

 

 

Manisa’da 550 yıllık geçmişe sahip Rum Mehmet Paşa Bedesten Çarşı’sında, beş yıldır sorun olan restorasyon başlıyor.

 

Kamulaştırma çalışmaları bitirildi, çarşının içini Vakıflar Genel Müdürlüğü, dışını ise Manisa Valiliği ile 26 esnaf ortaklaşa restore ettirecek. Vali Celalettin Güvenç, her iki restorasyon çalışmalarını da aynı anda başlatmak istediklerini dile getirdi. Güvenç, “İç restorasyon için 8 Aralık’ta ihale yapılacak. Birkaç hafta içinde de yüklenici firmaya yer teslimi yapılır. Valilik olarak, İl Özel İdaresi’nin Kültür Varlıkları Katkı Fonu’ndan yüzde 70 maddi destek vereceğiz. Kalan yüzde 30’luk kısmı da 26 dükkan sahibi üstlenecek. Amacımız, tarihi hanı, Haziran 2011’de Manisalıların hizmetine sunmak” dedi.

Milliyet Ege, 28.11.2010

2 BİN YILLIK TARİHİ MİRAS 'BORÇ EDEBİYATI'

 

 

Türkiye'de iktidara yeni gelen bir parti başkanı ve yerel yöneticinin, işler yolunda gitmeyince, "enkaz devraldık" sözlerinin kaynağının Anadolu coğrafyasında 2 bin yıllara kadar uzandığı ortaya çıktı. Alman Arkeoloji Enstitüsü Bergama Kazı Heyeti Başkanı Prof. Felix Pirsan, Bergama Belediye Başkanı Mehmet Gönenç'e gönderdiği 2 bin yıllık mektubun kopyasında, kralların da borçları ve hizmetleri yarım bıraktığı gerçeği yer alıyor. Pergamon Kralı'nın mektubundaki ifadeler, zorluklar karşısında her sınıftaki insanın zaafiyetini başkasına yükleme eğiliminin en açık kanıtı olarak günümüzde karşımıza çıkıyor. Bergama'da 143 yıl önce yapılan kazılar sırasında bulunarak Zeus Sunağı ile birlikte götürüldüğü tahmin edilen eserin aslı, Almanya'daki bir müzede saklanıyor. "Kral I. Eumenes'den önceki komutanlar eski ve kendi dönemlerindeki borçları ve vergileri toplamamışlar" denilerek bu konudaki başarısızlıklarına vurgu yapılıyor. Sonra görev başındaki krala yönelik, "I. Eumenes, eski borçları, vergileri ve kendi dönemine ait borçları da toplayarak geçmişte yarım kalan tüm yatırımları tamamlamıştır" sözleriyle yazılan övünç dolu mektup dikkat çekiyor.

Bergama Belediye Başkanı Mehmet Gönenç, orijinali Berlin'deki Pergamon Museum'da sergilenen taş tabletin alçı kopyasının kendisine Alman Arkeolog Prof.Dr. Felix tarafından gönderildiğini belirterek, "Bu kopyayı tercümesiyle birlikte ilçemizde saklayacağız. Yazıtın aslının Agora'da bir pazar yerinde ve o zamanki meclis alanında asılı olduğunu öğrendik. Biz de belediye binasındaki eski kütüphanede sergilemek istiyoruz" dedi.

Türk siyasetinde ilk kez dönemin Başbakanı Bülent Ecevit tarafından sarf edilen, "Enkaz devraldık" sözlerinin tarihi kökenlerinin Bergama Krallığı'na kadar uzandığını gösteren bu yazıtın, çok değerli olduğunu belirten Gönenç, şöyle konuştu: "Bergama'da yıllardır kazı yapan Prof. Felix Pirsan, dönemin Bergama Kralı'nın, Kral I. Eumenes'e gönderdiği mektubun bir kopyasını orijinaline benzer olarak alçı tablet haline dönüştürerek gönderdi. Tercümesini yaptırdığımda ilginç bir gerçekle karşılaştım. Günümüzde de belediye başkanları, 'Bizden önceki başkanlar bize belediyeyi şu kadar borçlu bıraktı. Bu borcu kucağımızda bulduk' gibi sözler ediyor. Bergama tarihin ilk yazılı kültüründe bu borç edebiyatının kayıtlı olduğunu görmek şaşırtıcı. 2 bin yıldır her konumdaki yöneticiler bir sonraki yönetime devamlı olarak borç bırakarak çalışmalarını sürdürmüşler. Borç tarihi mirasımızmış."

Mektubun çevirisi "Lost Letters of Pergamum" (Bergama'nın kayıp mektupları) adlı kitaptan alındı. Kitabı 2003'te ABD'li Prof. Bruce Longenecker yazdı. Henüz Türkçe'ye çevrilemeyen kitabın içeriği Hıristiyanlık tarihi üzerine, Bergama ile ilgili bölümde özellikle Luka İncili ve St. Antipas'dan alıntılar yapılıyor. 'Luka' Latince 'aydınlık' anlamına gelir. Bir doktor olan Luka tarafından yazıldığı kabul edilir. Luka, İsa'nın havarilerinden değil, Aziz Pavlus'un şahsi doktorudur. Söz konusu mektupta bu bölümde yer alıyor.

İlkler şehri BERGAMA
* İlk parşömen (deriden kağıt yapımı)
* İlk Asya kütüphanesi (20 bin cilt)
* İlk büyük hastane (Asklepion)
* İlk telkinle tedavi (psikoterapi),
* İlk doğal tedavi (müzik, tiyatro, spor, güneş ve çamur ile)
* İlk farmakoloji (doğal ilaçlar)
* İlk afyon modeli ilaç
* İlk kent hijyeni (sağlık altyapısı)
* İlk tıp ve eczacılık simgesi (yılan)
* İlk mühendislik, U borusu yöntemi ile trigonometri
* İlk kent imar yasası
* İlk kent çarşı pazar yasası
* İlk komün devleti
* İlk grev ve toplu sözleşme. (MÖ 248'de l. Eumenes ücretli askerlere hakkını verdi)
* İlk 4 tiyatrolu kent, ilk en dik tiyatrolu kent
* İlk meslek sendikaları ve sendika konfedarasyonu
* İlk 3 dereceli öğretim (ilk, orta ve lise)
* İlk kazı müzesi (arkeoloji deposu, sonra müzeye dönüştürüldü)
* İlk ve en büyük sunak
* İlk ahşap sahneli tiyatro
* İlk Hıristiyan kilisesi
* İlk Batı Türkçesi grameri (Bergamalı Kadri Efendi'nin eseri)
* İlk işgali kıran kent (15 Haziran 1919)
* İlk festival yapan şehir (Bergama Kermesi 1937)

Yeni Asır, Haber: Erdal Çarboğa, 27.11.2010

BİLECİK'TE TARİHİ CAMİ YANDI, KULLANILAMAZ OLDU

 

 

Bilecik'in Bozüyük İlçesi'ne bağlı Günyarık Köyü'nde bulunan tarihi cami yandı. Rüzgarın etkisiyle büyüyen yangın itfaiye tarafından söndürülürken, asırlık cami kullanılamaz hale geldi.


Edinilen bilgiye göre, dün gece geç saatlerde köy camisinde elektrik kontağından yangın çıktı. Günyarık sakinleri, yangını söndürmek için seferber oldu. Köylüler, itfaiye gelene kadar ellerinden gelen gayreti gösterse de yangının rüzgar sebebiyle büyümesine engel olamadı. Daha sonra gelen itfaiye ekipleri yangını söndürürken, asırlık cami kullanılamaz hale geldi.


Camide Yunan işgalinden bu yana hiç yangın çıkmadığı belirtilirken, 2 ay önce göreve başlayan imam Halil İbrahim Karabektaş, "Yatsı namazını kıldıktan sonra cimimizin kapılarını kilitledik. Bir kişi camiden duman çıktığını fark etmiş. Sonra bana ulaştılar, hemen geldim. Caminin sol köşesinde ateş vardı. Yangın elektrik kontağından çıkmış, kabloları eritmiş. İçerideki tüpü hemen dışarı çıkardım, ardından itfaiyeye haber verdik" dedi. Karabektaş, cami tekrar yapılana kadar köy konağındaki odada namazları kılacaklarını söyledi.


Olay yerinde incelemelerde bulunan Bozüyük Müftüsü Hüseyin Yıldırım ise caminin en kısa sürede onarılıp tekrar ibadete açılacağını bildirdi.

Türkiye Gazetesi, Haber: Kadir Çetin, 27.11.2010

Ozan, Tokma ÇayıYakınları (G. Bell)
...1909




21 - 27 Kasım 2010

BU SANATIN ADI 'ÇAĞDAŞ'

 

 

Uluslararası çağdaş sanat camiası ve Türk sanatseverlerin merakla beklediği Contemporary Art İstanbul 2010, ilk kez basın ve özel davetliler için gerçekleşen ön açılışla görücüye çıktı.

 

Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı'nın giriş kapısında oluşan kuyruk ve kalabalık ilk izlenim olarak ünlü bir sanatçının konser öncesini andırsa da yüzümde ‘ne güzel‘ gülümsemem belirdi.  

 

Birkaç modern sanat hayranı arkadaşımla birlikte içeri girdiğimizde dışarıdaki kalabalığın kat be katı, içeride harıl harıl eserleri ziyaret etmeye başlamışlardı bile. Koridorlar arasında zor da olsa ilerlemeye çalıştık. Gezmek, incelemek, uluslararası çağdaş sanatla buluşmak için yanlış bir gün seçtiğimin farkındayım ama merakla saldırdık katılımcı galerilere…

 

Yazıya da "ilkler" diyerek başladım ya, işte Contemporary Art İstanbul’un ilkleri… 

 

  • Türkiye'den 43, yurtdışında 37 galeri ile toplamda 420 sanatçının 2 bin eserini bir araya getiren etkinlik, yeni bir rekora imza attı.

  • Her yıl farklı bir ülkenin konuk olduğu Yeni Ufuklar bölümünde bu yıl İranlı sanatçılar ilk kez İstanbul’da görücüye çıktı. Bu isimler arasında Farhad Ahrarnia,  Monir Farmanfarmaian, Parastou Forouhar, Taraneh Hemami’nin eserlerini Rose Issa Projects’de ( b katı) inceleyebilir, Alireza Adambakan, Samira Alikhanzadeh’ın eserlerini ise, Assar Arr Galery’de ( a katı) görebilirsiniz.

  • Sergi alanına girer girmez dikkatimi ilk çeken yer, belki de katılımcıların en renklilerinden biri 'Dükkan' oldu. Dükkan ilk kez, Contemporary İstanbul’un tek ‘Sanat Dükkanı’ olarak yerini aldı.

  • Pek çok sanatseveri beklene en önemli sürprizlerden biri de Contemporary İstanbul’da bölgesel sanatı desteklemek için Ermeni sanatçıların davet edilmiş olmasıydı. Ermeni çağdaş sanatının önemli temsilcileri Karen Aghamyan, Tigran Kirakosyan, Felix Eghiazaryan’ın eserlerini Art of Armenia (a katı) galerisinde ziyaret edebilirsiniz.

İŞTE BENİM ‘EN’LERİM 

Dükkan ( b katı, girişte solda)  ilk durağım oldu. Standlarında yer alan her çalışmayı mutlaka inceleyin ve arşivinize birkaç parça destekte bulunun. Bu arada isteyenlerin dolabına da tişörtleriyle katkıda bulunabileceklerini de belirteyim.

 

Casa Dell’Arte’de (b 203) Türkiye’nin belki de en cesur sanatçısı Şükran Moral’ın ‘Evli, Üç Erkekli’ performans fotoğraflarını ve videosunu eserlerini mutlaka görün.

 

Galerie Deschler’da yer alan Berlinli sanatçı Xenia Hausner’ın eserlerini,  Arte’de (b 111) Hans Scieb’in heykellerini es geçmeyin.

 

Elipsis’de (a 301) yer alan tüm fotoğraflar, Outlet’te (b 201) Servet Koçyiğit ve Şener Özmen’in enstalasyon çalışmaları sizi sizden alacak.

 

Etemad’da yer alan Tahranlı sanatçı Simin Keramati’nin tabloları, Rose Issa Project’de (b 207) yer alan Ayman Baalbaki’nin eserlerine, değeri 3.5 milyon lira olan fuarın en pahalı eseri Ahmet Güneştekin’in Baraz’da (b 101-103) yer alan ‘Güneşe Açılan Kapılar’ına dikkatle bakın. Ve Doğançay Müzesi’ni (a 402) gezmeden çıkmayın.

 

Contemporary Art İstanbul 24 - 28 Kasım 2010 tarihleri arasında Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı'nda keşfedilmeyi bekliyor.

Hürriyet, Haber: Deniz Öner, 27.11.2010

YENİKAPI MEVLEVİHANESİ, MEDENİYETLER İTTİFAKI ENSTİTÜSÜ OLUYOR

 

 

Restorasyonu 2008'de tamamlanan Yenikapı Mevlevihanesi'nin nasıl bir işlev göreceği merakla bekleniyordu. Bu tarihî mekan artık Medeniyetler İttifakı Enstitüsü'ne ev sahipliği yapacak.

 

Mevleviliğin Konya'dan sonraki en büyük merkezi olan Yenikapı Mevlevihanesi, 1997'deki kundaklamanın ardından harabeye döndü. Uzun süren restorasyonları 2008 yılında tamamlanan Mevlevihane'nin nasıl bir işlev göreceği ise merak konusuydu. Sultan II. Mahmud, Sultan Abdülmecid, Sultan V. Mehmed Reşad gibi padişahların; Itri, Hammamizade İsmail Dede Efendi, Şeyh Galip, Ali Nutki gibi bestekar ve şairlerin yetiştiği Mevlevihane'ye müze, kültür merkezi, Mevlevilik ve tasavvuf kültürü enstitüsü gibi pek çok sıfat konduruldu. Herkesin merakla nasıl değerlendirileceğini beklediği Mevlevihane, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından devlet eliyle kurulan ilk vakıf üniversitesi olan Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi'ne tahsis edildi.

Mevlevihane, üniversite bünyesinde kurulan Medeniyetler İttifakı Enstitüsü'ne ev sahipliği yapacak. Enstitünün başında Prof. Dr. Bekir Karlığa var. Enstitünün açılışı bugün Başbakan Erdoğan ve Katar Emiresi Şeyha Moza Bint Nasır tarafından yapılacak. Açılışın ardından 'Piri Reis'ten Katip Çelebi'ye Osmanlı'nın Dünyaya Bakışı', 'UNESCO 2011 Evliya Çelebi ve Osmanlı Arşivlerinde Katar' sergileri ziyaretçileri ağırlayacak.

 

Enstitünün, medeniyetlerin başkenti İstanbul'da dünya kültürüne, medeniyete ve sanata açılan bir kapı olacağını söyleyen Bekir Karlığa, "Enstitü, Medeniyetler İttifakı Eşbaşkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın önerisiyle kuruldu. Dünyada bu alanda kurulmuş ilk enstitü olacak. Asırlarca Mevlana'nın ruh ikliminin yansıtıldığı bu mekan yeniden barışı ve hoşgörüyü anlatan bir merkez haline gelecek. Enstitüye Medeniyetler İttifakı'na üye 120 ülkeden öğrenci kabul edilecek. Burada kültürel, sosyal ve eğitimle ilgili çalışmalar yapılacak, yalnız akademik dünyaya değil halka yönelik etkinliklerle yaşayan bir mekan olacak. Semahanesinde belli aralıklarla Mevlevi ayini icra edilecek ve halka açılacak." diyor.

 

Eylül 2011'de çalışmalarına başlayacak enstitünün beş temel merkezi var: Farabi Medeniyet Araştırmaları Merkezi, İbni Haldun Sosyal Araştırmalar Merkezi, Cezeri Bilim Araştırmaları Merkezi, Mevlana Celaleddin Rumi Kültürlerarası Diyalog Merkezi, Fatih Sultan Mehmet Osmanlı Araştırmaları Merkezi. Enstitü Türkçe, İngilizce, Arapça, İspanyolca dillerinde eğitim yapacak. 1597'de Malkoç Mehmed Efendi tarafından yapılan Mevlevihane, muhteşem mimarisi ile göz doldururken yaklaşık 40 derviş hücresi ve müştemilatıyla dünyanın dört bir yanından akademisyenleri ağırlayacak.

 

Amerikalı siyaset bilimci Samuel Huntington, 1993'te 'Medeniyetler Çatışması' adlı ürkütücü tezinde, uluslararası alanda yeni savaş ve çatışmaların, ideolojik farklılıklar yerine medeniyetler arasındaki dinî farklılıklardan ortaya çıkacağını savunuyordu. Medeniyetler İttifakı Enstitüsü, Huntington'un bu tezini daha da gölgede bırakacağa benziyor.

 

Yenikapı Mevlevihanesi, 1597'de Yeniçeri Başhalifesi Malkoç Mehmet Efendi tarafından yaptırıldı. Pek çok kez tamir gören Mevlevihane, 1906'da çıkan bir yangın sonucu kül oldu. 1910'da yeniden inşa edildi. Cumhuriyet döneminde öğrenci yurdu olarak kullanıldı. 1961'de çıkan yangın mevlevihanenin büyük bölümünü yerle bir etti. Vakıflar Genel Müdürlüğü'nde teberrukat deposu olarak kullanılan eser, 1997'de yeniden yandı.

Zaman, Haber: Musa İğrek, 27.11.2010

AVRUPA'YA TARIM ANADOLU VE YAKIN DOĞU'DAN GİTTİ

 


Neolitik dönemden kalma bir ev, İskoçya

 

Avustralya'nın Adelaide Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırma, Avrupa'da yarım asırdan fazladır geçerli olan bir inancı yıktı. Araştırmaya göre, Avrupa'ya tarımı Yakın Doğu ve Anadolu'dan gelen toplumlar öğretti. Dahası, sanıldığının aksine Avrupa'daki avcı-toplayıcı toplumların göçmenler tarafından yok edilmediği, aksine kaynaştıkları ortaya çıktı.

Geçtiğimiz günlerde yayımlanan bir araştırma, çiftçiliğin antik Yakın Doğu’dan gelen göçmenlerle başladığını ortaya koydu.

Bilim insanları, Almanya’daki antik bir mezarlıktan çıkartılan, çiftçilere ait 8 bin yıllık kalıntılara DNA analizi uyguladı. Elde edilen bulgular, modern toplumlardaki nüfusların DNA’larıyla karşılaştırıldı ve çiftçilerin genetik kodlarının Türkiye ve Irak’ta yaşayan insanlarınkine benzerlik gösterdiği anlaşıldı.

Avustralya’daki Adelaide Üniversitesi’nden Wolfgang Haak’ın başında bulunduğu uluslararası araştırma ekibinin yürüttüğü çalışmanın sonuçları, PloS Biology dergisinde yayımlandı. Bugüne dek, bilim insanları çiftçiliğin Avrupa’da öğrenilerek yayıldığını düşünüyordu.

Bu teoriye göre, Yakın Doğu’daki antik çiftçilere yakın bölgelerde yaşayan Avrupalı avcı-toplayıcı topluluklar, öğrendikleri daha yerleşik ve tarımsal hayat biçimini kuzey bölgelerine yaymaya başladı.

Ancak Haak ve ekibinin kısa bir süre önce açıkladıkları araştırma sonuçları, bu teorinin tersini savunuyor. Haak, “Avrupa’daki ilk çiftçilerin genetik yapılarının, bölgede yaşamış olan Taş Devri’ndeki avcı-toplayıcılara kıyasla, Yakın Doğu ve Anadolu toplumlarına çok daha fazla benzediğini gördük” dedi.

Yayımlanan çalışmanın yardımcı editörü Alan Cooper, Haak’ın verdiği bilgileri doğruladı: “Yeni bulgu, Avrupa’daki çiftçi toplumlarının o bölgede yaşamış avcı-toplayıcı toplumlardan geldiği inancını tersine çeviriyor. Bu toplumların çiftçiliği zaman içinde öğrendikleri veya işgalcilerden gördüklerine inanılıyordu.”

ORTAK ATALAR
Avrupa’daki çiftçiliğin, Erken Neolitik devirde başladığı biliniyordu. Bilim insanları, Almanya’nın Sachsen-Anhalt bölgesinde bulunan Derenburg kasabasındaki mezarlıktan çıkarılan 22 çiftçinin kalıntılarından alınan örneklere, en modern tekniklerle DNA analizi uyguladı.

 

Araştırmacılar, DNA parçalarını, bugün Avrasya’da yaşayan insanlarınkiyle karşılaştırdı. Haak ve ekibi, 8 bin yıl önce ölen çiftçilerle, farklı bölgelerde yaşayan insanların DNA’ların benzeştiğini, ortak atalara sahip olduklarını anladı.

 

Estonya’daki Tartu Üniversitesi’nden Richard Villems, sonuçların heyecan verici olduğunu ve yeni çalışmaların daha önemli sonuçlar verebileceğini belirtti: “Yakın zamanda 8-10 bin yıllık insan kalıntılarından alınan örnekleri modern toplumlarla karşılaştırırsak, çok daha mükemmel sonuçlar alacağımıza inanıyorum” dedi.

 

İŞGALCİLER ÖLDÜRMEDİ
Analizler aynı zamanda, Avrupa’da avcı-toplayıcı toplulukların, Yakın Doğu’dan gelen toplumların “işgali” nedeniyle ölmediklerini ortaya çıkardı. Tersine, Avrupalı ve Yakın Doğu toplumları kaynaştı ve bir “karışık” nesil oluştu. 

 

DNA analizleriyle insanların tarihte izledikleri göç yollarını araştıran Genographic Project direktörü Spencer Wells, BBC’ye yaptığı açıklamada çiftçilerin, tarımın yaklaşık 11 bin yıl önce başladığı Yakın Doğu ve Anadolu üzerinden, Güney Doğu ve Orta Avrupa’ya göç ettiğini belirtti.

 

Göçmenler, muhtemelen iklim değişikliği nedeniyle, kuzeye hareket etmeye devam etti ve göç yolu üzerindeki toplumlarlada kaynaştı. Wells, bu bilgilerin, Avrupa’da yarım asırdan beri devam eden ‘tarımın nasıl başladığı’ tartışmaları adına oldukça önemli olduğunu ifade etti.

 

Bu hafta içinde açıklanan bir diğer araştırma, Çinlilerin kökenleri hakkında çok ilginç bir iddia ortaya attı:

 

Bilim insanları, Çin’in ücra köşelerindeki köylerde yaşayan insanlara uyguladıkları DNA testinde, çok şaşırtıcı sonuçlar elde etti. Elde edilen DNA’lar, köylülerin üçte ikisinin Kafkasya kökenli olduğunu ortaya koydu. Bu bulguyu destekleyen teori ise Roma İmparatorluğu'nun binlerce yıl önce ‘kaybolan’ ordusu.

 

DNA testinin sonuçları, Çin’in kuzey batısında bulunan Gobi Çölü'nün kenarında bulunan Liqian köyünde yaşayan Çinlilerin yüzde 56’sının Kafkasya kökenli olduğunu ortaya koydu. Köylülerin birçoğu mavi veya yeşil gözlü; uzun burunlu ve hatta sarı saçlara sahip. Bu özellikleri, köyün Avrupa köklerine sahip olduğu söylentilerini güçlendiriyor.

 

Köyde yaşayan Cai Junnian adlı adama, yakınları ona “Romalı Cai” lakabını takmış. Bunun nedeni, birçok kişinin onun kayıp Roma lejyonunun soyundan geldiğine inanması. Arkeologlar, DNA sonuçlarının ardından antik İpek Yolu boyunca uzanan bölgede kazılar yaparak, efsanevi orduya ait kale veya diğer yapılar aramayı planlıyor.

 

China Daily gazetesine konuşan Lanzhou Üniversitesi’nden Yuan Honggeng, “Kazılarda elde edeceğimiz kanıtlarla Çinlilerin Romalılarla olan bağını ortaya çıkarmak istiyoruz” dedi.

 

ROMALILAR NE ZAMAN GELDİ

Genetik testler, bir Roma lejyonunun bölgede çok büyük bir savaş girdiğine yönelik inanışı güçlendirdi. Bu teoriye göre, MÖ 53 senesinde Marcus Crassus’un komuta ettiği Roma ordusu, imparatorluğun doğu topraklarına ilerlemesine son vermek isteyen çok daha büyük bir Parthia ordusuyla çarpıştı.

 

Binlerce Romalının öldüğü savaşta, Crassus’un kafası uçuruldu. Ancak inanışa göre, büyük hezimetten kurtulmayı başaran lejyonerler, düşmanın gözünden kaybolmak için doğuya kaçtı. Bu askerlerin MÖ 36’da Hun ve Çin ordularında paralı asker olarak savaştığı düşünülüyor. Çinli tarihçiler, bu savaşta askerlerin, Romalıların “phalanx düzenine” benzeyen, “balık pulu düzeni” kullandığını yazıyor.

 

Romalı askerlerin nihayetinde askerlik görevini bıraktığı ve Çin’in batısındaki steplere yerleştiklerine inanılıyor.

 

GERÇEK OLABİLİR Mİ?

Romalı lejyonerlere dair teori, ilk olarak 1950’li yıllarda Oxford Üniversitesi’nde Çin tarihi profesörü olan Homer Dubs tarafından ortaya atıldı. Roma İmparatorluğu, en geniş topraklarına Hun İmparatorluğu’nun çöküşüne rastlayan MS 2'nci yüzyılda, İmparator Trajan döneminde ulaştı.

 

Birçok tarihçi, iki imparatorluğun İpek Yolu üzerinden yapılan ticaret dolayısıyla bir temas kurduğunu düşünüyor. Tüccarların, Roma’dan gelen malları cam eşyalarla değiş tokuş ettikleri biliniyor.

 

Ancak bazı uzmanlar Romalı oldukları düşünülen askerlerin, Orta Asya’da çapulculuk yapan Hun ordularının askerleri olduğunu ve Kafkasya kökenli olduğunu düşünüyor.

 

Sienna Üniversitesi’nden Maurizio Bettini, Roma’nın kayıp ordusu teorisini “peri masalı” diyerek görmezden geldi. La Repubblica gazetesine konuşan Bettini, “Bu teoriyi savunmak için, Romalı lejyonerlerin her zaman üstünde bulunan silah veya para bulmaları lazım. Kanıt olmadan, kayıp ordu teorisi sadece bir efsane” dedi.

Hürriyet, 27.11.2010

MARDİN'DEKİ SÜRYANİ MANASTIRI'NDA 1 MİLYON YILLIK YILAN FOSİLİ İZİ

 

 

Süryanilerin Deyrulzafaran Manastırı’nda restorasyon çalışmaları sürerken, manastırın avlusundaki giriş kısmında yere döşenen taşlar üzerinde yılan fosili izleri görülmesi üzerine, İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü ekipleri inceleme yaptı. İl Kültür ve Turizm Müdürü Davut Beliktay, Deyrulzafaran Manastırı’nda yapılan araştırma sonucunda taş üzerinde yılan fosiline rastladıklarını belirterek, uzmanlar tarafından yapılan araştırmalarda, fosilin en az 1 milyon yıl önceye ait olduğunun tahmin ettiklerini söyledi. 1 milyon yıl önce bölgede hayvan varlığının yoğun olduğu yönünde bilgiler bulunduğunu anlatan Beliktay, şöyle dedi:

 

“Bu fosiller, jeoloji tarihi açısından oldukça önemlidir. Bu yılanın kobra yılanı olduğu yönünde tespitler söz konusu. Bu fosilleri turizme kazandırabiliriz. Halkımızdan bu tür değerlerin korunması ve sahip  çıkılması yönünde duyarlılık bekliyoruz. Yılan fosilinin üniversitelerce araştırılması için girişimlerde bulunacağız. Daha önce de Artuklu Üniversitesi arazisinde Taş Devri’nden kalan paleolitik kalıntılar, ‘Harabe Halale’ olarak adlandırılan bölgede ise çeşitli dönemlere ait kalıntılar bulunmuştu. Şimdi de manastırda yılan fosili ortaya çıkması Mardin tarihi açısından önemli bir araştırma konusu olabilir.”

Deyrulzafaran Manastırı görevlisi Kermo Çilli de, gezi esnasında bu fosilin keşfedildiğini söyledi. Çilli, “Yılan fosilinin ortaya çıkmasından sonra turistlerin yoğun ilgisini çektik. Araştırmacılar gelip yerinde gördüler. Araştırma sonucunda fosilin kaç bin yıllık olduğunu ortaya çıkaracaklar” dedi.

Fosilin korunması için müze yetkililerin hiçbir önlem almadığı, manastırda fosilin üzerine sandalye koyarak korumaya çalışmaları ise dikkat çekti.

Radikal, 26.11.2010



ORHUN ABİDELERİ BU MÜZEDE

 

     

 

Moğolistan'ın başkenti Ulan Bator'dan yaklaşık 400 kilometre uzaklıkta olan Orhun Vadisi boyunca uzanan eski Moğol başkenti Karakurum'da Türk anıtlarından Bilge Kağan ve Kültigin yazıtları bulunuyor. Coğrafya bakımından Türkler'in ana yurdu olması nedeniyle hem Türkler hem de Moğollar açısından oldukça önemli olan bölgede yer alan yazıtlarda, Türk tarihini, sanatını, gelenek ve göreneklerini, dinini, ordu teşkilatını, sosyal hayatını kısaca Türk milletine ait bilgiler yer alıyor.

 

Türk kültür ve medeniyetini korumak için Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı (TİKA) tarafından Moğolistan'da yürütülen çeşitli çalışmalar kapsamında Türk sanat ve kültür hayatına önemli veriler sağlanıyor. Olumsuz doğa şartlarında yıpranmasını önlemek için Türk Anıtlar Projesi kapmasında müzeye yerleştirilen Orhun Abideleri'ne Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın temelini attığı 46 kilometrelik Bilge Kağan Karayolu'nun tamamlanmasıyla daha rahat ve kolay ulaşılabiliyor.

 

Ziyaretçilerini bekleyen Orhun Abideleri ve Göktürk dönemine ait tarihi eserlerin bulunduğu müzenin yakınlarında da kopyaları bulunuyor. Müzenin 10 yıldır bekçiliğini yapan Bat-Ochir Janchiv, yılda 150-200 kişinin Orhun Abideleri'ni ziyarete geldiğini bunlardan çok azını Türklerin oluşturduğunu bildirdi.

Habertürk, 26.11.2010

BU EVLER DE KORUNSUN

 

 

Malatya'nın Darende İlçesi Aşağı Ulupınar Kasabası'nda bulunan kerpiç evlerinin koruma altına alınması istendi.

Aşağı Ulupınar Belediye Başkanı Sezai Gürbüz, ÇEKÜL Vakfı Malatya Bölge Koordinatörü Bekir Sözen ve ÇEKÜL Vakfı Balaban Belde temsilcisi Mehmet Önder'in katıldığı incelemede; bugüne kadar bozulmadan gelen, arada fazla betonlaşma olmayan, geleneksel kerpiç mimarili ev ve sokakların bulunduğu cadde korunup gelecek kuşaklara taşınmasının önemi vurgulandı.

ÇEKÜL Vakfı Malatya Bölge Koordinatörü Bekir Sözen yaptığı açıklamada, "Aşağı Ulupınar Kasabası'nda bulunan ve hiç bozulmadan günümüze kadar uzanan yaklaşık 200 yıllık kerpiç evlerde incelemeler yapıldı. Ayrıca Belde ekonomisine ve Belde halkına gelir getirebilir ortamlar sağlamanın yanı sıra rahat yaşanabilir mekanlar oluşturmak için neler yapılabilir konusu incelenerek yol haritası taslağı oluşturuldu" dedi.

Tarihi evler hakkında bilgiler veren Belediye Başkanı Sezai Gürbüz, "Restore çalışmalarına başlanılan Balaban evleri gibi köklü tarihe sahip Aşağı Ulu pınar evlerini bakımsızlık ve yok olmadan kurtararak Malatya'mıza kazandırmalıyız. Bu konuda hassasiyetini bildiğimiz Sayın Valimiz Doç.Dr. Ulvi Saran başta olmak üzere ilgili diğer kurum ve kuruluş yetkililerden de destek bekliyoruz, biz ön çalışmalara başladık" ifadelerini kullandı.

Malatya Haber, 26.11.2010

GÖNÜL ÇOKTAN UNUTMUŞ: ALYONA MIYDI ŞEYİN ADI?

 

Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül Aliağa'da şehit cenazesine katıldıktan sonra Bergama'ya geçti. Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, partisinin Bergama İlçe Başkanlığ ziyaretinde ilçedeki Yortanlı Barajı’nın su tutmaya başlamasıyla sular altında kalacak olan Allianoi antik kentinin adını söyleyemedi. Bakan, çevrecilerin büyük tepki gösterdiği barajın yakın zamanda su tutacağını belirterek, “Yorhanlı Barajı’na karşı taraf, gerçi karşı taraf demek doğru değil ama büyük mücadele gösterildi. Tarihi eserlerin sular altında kalacağı öne sürüldü.

Bugün kültür ve tabiat varlıkları kurulu, arzu ettiği muhafaza teşkilleri tam yapılmış mı diye heyet gönderiyor. Heyet bakacak yani su dolduğu zaman zarar vermesin diye öngörülen tedbirler tamamlanmış mı diye bakacak. Onlar rapor verdikten sonra kapaklar kapanarak, su tutulmaya başlanacak. Ama bir şey daha esprili olarak söylemem lazım. İlk gün su tutulsaydı bu kadar teşekkür etmeyecektiniz.

‘Kendiliğinden oldu bu iş’ diyecektiniz. Demek ki biraz gecikince teşekkür artıyor. Ama bizim gönlümüz arzu ederdi ki ilk günden su tutulsun. Böylece Alyonna mıydı şeyin adı? (yanındakiler Alyanoi diye seslendi) Tarihi eserler de kaybolsun istemeyiz ama Türkiye’de baraj projelendirilirken, planlanırken dikkate alınsaydı bugünlere gelmemiş olurduk” dedi.

Radikal'den kısaltarak, Haber: Elif Demirci - Turan Gültekin, 26.11.2010

PATARA ŞANTİYEYE DÖNDÜ

 

Patara Kazıları ve Likya Birliği Meclis Binası Restorasyon Başkanı, Akdeniz Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Prof.Dr. Havva Işıkan Işık, Likya Birliği Meclis binasının restorasyonu çalışmaları çerçevesinde binlerce taşın sıralanarak numaralandırıldığını bildirdi. Projede kullanılan taşların yüzde 85'ini orijinal olduğuna işaret eden Işık, geriye kalan yeni taşların da yöreden sağlandığını ve aslına uygun işlenerek, binaya yerleştirildiğini belirtti.

Işık, orijinal meclisin 20 oturma sırasının da aslına uygun yerleştirildiğini ve 1300 kişinin oturabileceği hale getirildiğini bildirdi.

Sütunlu cadde ile Likya Birliği Meclis binası arasındaki duvarların restore çalışmalarının da sürdüğünü kaydeden Işık, aradaki yolda kazı çalışmalarının devam ettiğini ifade etti.

50 kişilik ekibin yürüttüğü kazılarda, orijinal tarihi yolun ortaya çıkarılacağını belirten Prof.Dr. Havva Işıkan Işık, şu bilgileri verdi:
''Gelecek yılın nisan ayına kadar yapılan çalışmaları bitirmeyi öngörüyoruz. 23 Nisan 2011'de de TBMM'nin himayesinde bir açılış töreni yapılacağını biliyoruz. Bu proje hiç kuşkusuz ülkemizin tanıtımı açısından çok büyük öneme sahip. Buraya gelen yerli ve yabancı ziyaretçilerin ülkemize bakışını değiştirecek bir proje. Tanıtımımız açısından da çok büyük bir katkı sağlayacağına inanıyoruz''.

Yapı, 26.11.2010

2 BİN TABLO SATTI

 

Devletin çoğunluk hissesini satın almaya hazırlandığı Bank of Ireland, 2 bin parçalık sanat koleksiyonunu 1.5 milyon euroya sattı. Paul Henry'nin Clouds at Sunset (Günbatımında bulutlar) adlı tablosu 66 bin euro ile müzayedenin en pahalı eseri oldu. Eserlerin tamamının satıldığı müzayede sanatseverlerce protesto edildi.

Sabah, 26.11.2010

ERZURUM TARİHİNE 1856 DARBESİ

 

 

Tarihi ve eserleriyle zengin bir geçmişe sahip olan Erzurum’da, çok sayıda cami, medrese, türbe, mektep, mescit han ve hamamın, 1856 yılındaki deprem afeti yüzünden günümüze kadar ulaşamadığı bildirildi.

Erzurumlu Tarih Araştırmacısı Muzaffer Taşyürek, medeniyetler beşiği olarak adlandırılan Erzurum’un, geçmişin izlerini taşıyan çok sayıda tarihi eseri, depremlere kurban verdiğini söyledi. Erzurum’da son birkaç yüzyılın en şiddetli depremlerinden birisinin, 1856 yılında meydana geldiğini ve bu depremin o günün şartlarında adeta bir yıkım yaşattığını vurgulayan Taşyürek, şehirdeki birçok medeniyet eserinin, söz konusu depremin ardından tarihe gömüldüğünü ifade etti. 1856 yılında meydana gelen bu depremde, Erzurum’da bin 462 ev, 867 dükkan, 26 cami ve mescit, 60 medrese ve mektep, 62 han ve hamamın yerle bir olduğunu belirten Taşyürek, aynı türbede birçok kümbet, türbe ve tarihi eserin yıkılıp kaybolduğunu dile getirdi.

Eğitimci ve Tarih Araştırmacısı Muzaffer Taşyürek, “Erzurum’a hizmet etmiş ve Erzurum bölgesinde yetişmiş ümera, ulema ve sülehanın izleri bu deprem dolayısıyla silinmiş ve maalesef günümüze kadar ulaşma imkanı bulamamıştır. O büyük deprem meydana gelmemiş olsaydı, günümüze kadar ulaşacak tarihi eserlerle Erzurum hakkında kim bilir daha ne çok bilgi edinmiş olacaktık.” ifadelerini kullandı.

Eğitimci ve Tarih Araştırmacısı Taşyürek, izleri silindiği için Erzurum’a Valilik görevlerinde bulunmuş ve Erzurum’da defnedilmiş tarihi onlarca şahsiyetin bulunduğuna dikkati çekti. Taşyürek, mezarlarının yeri bile bilinmeyen söz konusu valilerin ve devlet görevlilerinin isimlerini ise, şöyle sıraladı: “Rumeli Beylerbeyi Mehmet Haydar Paşa, Müşir Mustafa Paşa, Süleyman Bahri Paşa, İpsalalı Ahmet Paşa, Vezir Kethüdası İbrahim Paşa, Ballıbudak Mehmet Paşa, Bosnalı Abdi Paşa, Seyyid Ahmet Paşa, Canikli Hacı Ali Paşa, Kara Mustafa Paşa, İstanbul Gümrükçüsü Ahmet Paşa, Çerkez Mehmet Paşa, Yörük Muhassili Hasan Paşa, Maktulzade Ali Paşa ve Bostancıbaşı Halil Paşa.”

Tarihçi Taşyürek, Müfti Abdurrahman Efendi, Şeyh Sadık Erzurumi, Lütfullah Efendi, Hacı El Hüseyin Efendi, Müfti Salih Efendi, Naib Efendi, Miktad Efendi, Muhammed Dursun Ardahani, El Hac Ahmet Efendi, Şeyh Osman Efendi, Şeyh Hüseyin Ruhi Efendi, Mehmet Sani Efendi, Ali Efendi ve Şeyh Kura Mustafa Rıza Efendi gibi Erzurum’da hatıraları yaşatılamayan Allah dostlarının da bulunduğunu, sözlerine ekledi.

Erzurum Gazetesi, Haber: Samet Özünal, 26.11.2010

TEOS'A YAŞAR ELİ DEĞDİ

 

Seferihisar bulunan ve 3 İon Kenti'nin en büyüğü olan Teos Antik Kenti, 12 yıl aradan sonra Yaşar Holding Yönetim Kurulu Üyesi Feyhan Yaşar'ın 3 yıllık bireysel sponsorluk desteğiyle tekrar kazılacak. Yaşar'ın sponsorluğu ile ilgili protokol için İzmir Valiliği'nde tören düzenlendi. Törene İzmir Valisi Cahit Kıraç, Feyhan Yaşar, Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer, İl Kültür ve Turizm Müdürü Abdülaziz Ediz ve Teos Kazı Başkanı Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Musa Kadıoğlu katıldı.

İzmir'de 16 antik kentte kazı, 5 antik kentte de yüzey çalışması yapıldığını, Teos'taki kazıların 5 ayrı yerde yapılan İzmir İl Özel İdaresi ve Seferihisar Belediyesi tarafından yapılan kamulaştırmalar sonucunda geçen yaz başladığını söyleyen Vali Kıraç, "Önümüzdeki dönemde zamanının en büyük konserlerinin, tiyatro gösterilerinin yapıldığı Teos Antik Kenti'ndeki odeon da aynı nitelikte etkinlikler düzenlenecek hale getirilecek" diye konuştu.

Yaşar Holding Eski Yönetim Kurulu Başkanı Feyhan Yaşar ise Teos'taki kazılar için geç kalınmış olduğunu dile getirerek, "Geçen yaz Teos'ta gezerken büyük bir zaman kaybı olduğunu gördüm. Bu antik kentin bir an önce ortaya çıkartılması için kendi şahsıma destek olmaya karar verdim. Bu tür kazılar uzun soluklu çalışmalar, küçük bir katkımın olmasından dolayı büyük mutluluk duyuyorum. Gerek tanıtım gerekse de antik eserlerin ortaya çıkartılması için çok şey yapmayı istiyorum" dedi. Yaşar, sponsorluk süresinin 2011-2013 yılları arasında 90 bin TL olacağını sözlerine ekledi. Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer ise insanlık mirası olan Teos'un yeniden insanlığa kazandırılmasının kendisini heyecanlandırdığını dile getirdi.

Teos kazıları hakkında bilgi veren Kazı Heyeti Başkanı A.Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Musa Kadıoğlu, ilk kazıların 1862 yılında İngilizler tarafından başlatıldığını, 1924'te Fransızların kısa süreli bir kazı gerçekleştirdiklerini 1962-1967 yılları arasında A.Ü öğretim üyeleri Prof.Dr. Yusuf Baysal ve Baki Öğün'ün alanda kazı yaptığını, 1980-1992 yılları arasında da Dionysos Tapınağı'nda birtakım kazı çalışmalarının yapıldığını, 1992 yılından bu yana herhangi bir çalışma yapılmadığını söyledi.

Teos antik kentinin tarihinin MÖ 1000 yılına kadar indiğinin belirlendiğini ifade eden Doç.Dr. Kadıoğlu, "Bizim amacımız bu tarihten öncesine inebilmek. Ancak üç yılda antik kentin yollarını belirleyip sahnesi toprak altında olan Odeon'u ortaya çıkartıp restore etmeyi hedefliyoruz" dedi. Yaz aylarında 18 yıl aradan sonra başlayan kazılar hakkında bilgi veren Doç.Dr. Kadıoğlu, dijital kent planının çıkartıldığını, antik yapıların belgelendiğini, antik kentin sur ve bazı kulelerinin ortaya çıkartılarak Dionysos Tapınağı'nda çalışmalar yapıldığını söyledi.

Yeni Asır, Haber: İlker Çoban, 26.11.2010

GLADYATÖRLERİN PEŞİNDELER

 

 

Yatağan'daki Stratonikeia antik kentinde yürütülen kazı çalışmalarında ortaya çıkartılan Anadolu'nun en büyük ''Gymnasion''u (spor yapılan alan) ile ''Gladyatör Mezarlığı''nın yaklaşık 1800 yıl önce yaşanan gladyatör dövüşlerine ışık tutacağı bildirildi. Pamukkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Stratonikeia Antik Kenti Kazı Başkanı Doç.Dr. Bilal Söğüt, yaptığı açıklamada, antik kentteki 2010 yılı kazı çalışmalarının sürdüğünü belirterek, ''Eskihisar Köyü'ndeki Stratonikeia antik kentinde 2008 yılından beri arkeolojik kazı, araştırma, koruma ve onarım çalışmalarında ciddi anlamda ilerleme kaydedildi. Stratonikeia'nın başka antik kentlerde bulunmayan ayrıcalıklara sahip. Bunlarda birisi de 105 metre genişliğinde ve yaklaşık 180 metre uzunluğunda olduğu tahmin edilen Anadolu'nun en büyük Gymnasium'u olarak bilinen yapıdır.'' dedi.

Gymnasium'un kuzey kenarında, ortada yarım yuvarlak (eksedra) ve bunun her iki kenarında ikişer adet dikdörtgen olmak üzere 5 mekan bulunduğuna işaret eden Söğüt, ''Bunlar soğuk yıkanma odası (Frigidarium), yağlanma odası (Elabothesium), tarih ve felsefe gibi derslerin öğretildiği 'Genç Erkekler Odası' (Ephebeion), 'Torba Odası' (Koryceum) ve 'Pudra Odası' (Konisterium) olarak kullanılmış. Bu geniş bina içinde gladyatörlerin de ders aldıklarını düşünüyoruz. Bunlar Stratonikeia'da doğmuş, burada büyüyüp yetişmiş, başka büyük kentlerde dövüşe çıkmış olmalıdır.'' diye konuştu.

Stratonikeia'nın yaklaşık 6 kilometre kuzeyinde yapılan çalışmalarda ise ''Gladyatör Mezarlığına'' rastlandığına işaret eden Doç.Dr. Söğüt, şöyle konuştu: ''Burada bulunan gladyatör stelleri Muğla Müzesinde sergileniyor. Bulunan gymnasium ve gladyatör mezarlığı 1800 yıl önce yaşanan gladyatör döğüşlerine ışık tutacak. Bunlar arasında çok meşhur gladyatörler bulunmaktadır. Bunlar Stratonikeia ve başka kentlerde dövüşlere çıkmış kişilerdir. Bunlar birinci katagoriden sekizinci katagoriye kadar farklı gruplarda kişiler. Bunların arasında Akilleus'un öldürdüğü Droseros'un yanı sıra Vitalius, Eumelos, Amaraios, Khrysopteros ve Khrysos gibi ünlü kişiler var. Bunlardan Droseros 17 defa galip gelmiş ve en son Akilleus'a yenilerek arenadan ayrılmış birisidir. Akilleus'un öldürdüğü Droseros'un mezar stelinde şunlar yazıyor: '..Beni Kader Tanrıçası'nın oyunlarıyla Akhilleus öldürdü. Bir zamanlar sahnede ben vardım; şimdi arenada Akhilleus var' Diğer gladyatörlerin bazıları yakın dövüşte, bazıları boksta çok iyi idiler. Ama bu alanda ölenler de var.''

Söğüt, bunların bir gladyatör için çok büyük başarılar olduğuna işaret ederek, ''Bulunan gladyatör stelleri bize Stratonikeia gladyatörlerinin çok meşhur olduğunu ve antik dönemde iyi bilindiğini gösteriyor. Anadolu'da hiçbir kentte bu kadar çok gladyatör steline rastlanmadı'' diye konuştu. Her yıl yapılan çalışmalarda yeni yeni gladyatör isimlerine ulaştıklarını da anlatan Söğüt, şunları söyledi: ''Gelecek yıllarda da daha pek çok gladyatör ismini bulacağımızı ümit ediyoruz. Gladyatörlerin burada Stratonikeia topraklarında emekli olup yaşadıklarını düşünüyoruz. Stratonikeia mermer kenti olduğu kadar, gerçek anlamda bir gladyatörler kentidir. Gelecekte bu daha anlaşılacak. Yapacağımız kazılarda bu konuda yeni yapıları ortaya çıkaracağız.

Bir zaman gelecek insanlar, Stratonikeia'nın her döneme ait farklı kalıntı zenginliğinin dışında, sadece Stratonikeia'nın Gladyatörlerini konuşacak.'' Muğla Kültür ve Turizm Müdürü Dr. Kamil Özer, Muğla Müzesi bünyesindeki Gladyatör Salonu'da sergilenen 7 gladyatörün mezar stelinin tanıtımı için 2011 yılında bir dizi çalışma yapacaklarını anlatarak, ''Öncelikle müze binamızın restorasyon ve bakımını yapmayı planlıyoruz. Bir restorasyon çalışması yapmayı planlıyoruz. Gladyatör Salonu'nun özellikle uluslararası fuarlarda tanıtmayı hedefliyoruz. 7 gladyatörün mezar stelinin Muğla Müzesi'nde sergilenmesi, kültür turizmi açısından bir şans'' dedi.

Muğla'nın Yatağan İlçesi'nde 10 yıl önce bulunan, aralarında ''Truva'' filmine konu olan Akhilleus'un da bulunduğu 7 gladyatörün mezar steli Muğla Müzesi'nde ''Gladyatör'' filminin görüntüleri eşliğinde sergileniyor. 10 yıl önce Yatağan'da bulunan kömür havzalarındaki kazı çalışmaları sırasında tesadüfen bulunan Roma Dönemi'ne ait 7 gladyatöre ait mezar stelleri, ünlü savaşçıların yaşadıkları dönem canlandırılarak müzede özel olarak hazırlanan 60 metrekarelik salonda sergileniyor. Müzeyi ziyaret eden vatandaşlar ve turistler, Roma Dönemi'nde ün yapmış Khrysos, Vitalius, Khrysopteros, Amarios, Eumolos, Droseros ve Akhilleus'un mezar stellerini ''Truva'' filminin görüntüleri eşliğinde yakından inceleme fırsatı buluyorlar.

Muğla Valiliği, Mermerciler Derneği ve Muğla Müzesinin katkılarıyla hazırlanan 'Gladyatör Salonu'nun duvarları o dönemin savaşlarını gösteren dev tablolarla süslenmiş. Özel olarak ışıklandırılan salonda, gladyatörlerin dövüşlerini, yaşamlarını ve yaşadıkları heyecanlı sahneleri, ziyaretçilere o çağın atmosferi içinde sunuluyor. Ziyaretçiler salonun duvarında yer alan plazma televizyonda ''Truva'' filminden sahneleri izliyor ve duvarlarda yer alan resim ve tarihi bilgiler sayesinde bir süreliğine de olsa o dönemin atmosferini yaşama şansını yakalıyorlar.

Yeni Asır, 26.11.2010

OSMANLI MİRASINA AB GÖLGESİ

 

 

Uzun yıllar Osmanlı hakimiyetinde kalan Makedonya'nın Üsküp kentinde, AB fonlarıyla yapılan inşaatlar tarihi eserlerin siluetini tehdit ediyor. Vardar Nehri'nin ikiye ayırdığı Üsküp'te şehrin doğu tarafında kalan Osmanlı mirası camii ve medreseler devasa inşaatlar tamamlandığında beton yığınları arasında kalacak. Sadece camii ve medreseler değil, Fatih Sultan Mehmet'in yaptırdığı köprünün giriş ve çıkışlarına konan dev heykeller gibi yeni yapılar da Osmanlı eserlerini şimdiden gölgelemeye başladı.

 

Şehre 3 yıl aradan sonra tekrar ayak bastığımızda karşılaştığımız manzara, bizi ürkütüyor. Üsküp'ü türkülerimize giren Vardar Nehri ikiye bölüyor. Nehrin iki yakasını Fatih Sultan Mehmet'in yaptırdığı köprü bağlıyor. Tarihi Osmanlı eserleri, şehrin doğu tarafında kalıyor. Türklerin ağırlıkta olduğu bölge de burası. Nehir kenarında Stone Bridge Oteli'nden köprüye doğru ilerlerken insan gözlerine inanamıyor. Köprü dev heykellerle batı ve doğu yönünün girişlerine dikilmiş. Sanki ilk bakışta köprüyü inşa edenler onlar gibi. Evlad-ı Fatihan diye tabir ettiğimiz kentte Fatih'in eseri kıskaca alınmış. Nehir kenarı devasa binalar ile kuşatılmış. Yani Osmanlı yadigarlarının siluetleri kapanmış. Taş köprüyü yıkmamışlar ama sanki parmaklıklar arkasına atmışlar...

Yeni Şafak, Haber: Murat Palavar, 26.11.2010

HABABAM'IN OKULU ŞİMDİ İLK GÜNKÜ GİBİ

 

 

Türk sinemasının efsanelerinden 'ın en önemli eseri ""'nın çekildiği Adile Sultan Kasrı 5 yıllık restorasyon çalışmasının ardından öğretmenevi ve kültür merkezi olarak yeniden hizmete açıldı. Açılış törenine, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, İstanbul İl Milli Eğitim Müdürü ve Hababam Sınıfı'nın unutulmaz oyuncularının yanı sıra çok sayıda davetli katıldı. Vali Mutlu yaptığı konuşmada, "Öğretmenevi olarak hizmet veren ve 5 yıldır hizmete kapalı olan bu tarihi binayı yeniden hizmete açmaktan mutluluk duyuyorum. Bu güzel mekanımızdan değerli öğretmenlerimiz en güzel şekilde kullanacaklar istifade edecekler" dedi. Vali Mutlu, Hababam Sınıfı oyuncularına da açılışa katıldıkları için teşekkür etti.

II. Mahmut'un kızı Adile Sultan adına 1853'te yaptırılan Adile Sultan Kasrı'nın İstanbul'a başta eğitim ve sağlık olmak üzere sosyal hizmetler, kültür, spor, tarım, güvenlik gibi alanlarda özel hizmetler sunan İstanbul İl Özel İdaresi tarafından 7 milyon 455 bin 719 liraya yenilendi. 157 yıllık tarihi bina, 24 Kasım Öğretmenler Günü'nde öğretmenevi ve kültür merkezi olarak kullanılmak üzere yeniden hizmete açıldı. Validebağ Tesisleri içinde bulunan ve 1916'dan bu yana eğitim amaçlı kullanılan Adile Sultan Kasrı, 1975'te "Hababam Sınıfı"na ev sahipliği yaparak herkesin merak ettiği bir mekan haline dönüşmüştü. Hababam Sınıfı Müzesi olarak da kullanılan Adile Sultan Kasrı, yıprandığı için 2005'te restorasyona alınmıştı.

Adile Sultan Kasrı'nın açılış törenine Hababam Sınıfı filminin unutulmaz oyuncuları Halit Akçatepe (Güdük Necmi), Ahmet Arıman (Hayta İsmail), Mehmet Çatay, Teoman Ayık, Tuncay Akça, Ercan Gezmiş, Bülent Onaran, Tayfun Akalın ve İrfan Erol da katıldı. 35 yıl sonra aynı mekanda buluşan oyuncular hep birlikte tarihi binanın merdivenlerinde basın mensuplarına poz verdi.
Sabah, Haber: Mesut Altun, 26.11.2010

ALLİANOİ İÇİN HER AY EYLEM

 

İzmir’in Bergama İlçesi’nde yapımı tamamlanan Yortanlı Barajı havzasında kaldığı için kille kapatılarak örtülmesine başlanılan Allianoi Antik Kenti’nin kamuoyunda unutturulmak istendiğini ileri süren Allianoi Girişim Grubu, her ayın 25’inde İzmir 2 No.lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu önünde eylem yapma kararı aldı.

 

İlk eylemde kurulun önünde mini tiyatro gösterisi yapıldı. Kısa tiyatro oyunun ardından Allianoi Girişim Grubu adına açıklama yapan Avukat Yelda Kullap, Allianoi’nin geçmiş değil, gelecek olduğunu dile getirerek, “İnatla Allianoi’yi kapatıyorsunuz, hukuk ve geleceğimizi hevesleriniz uğruna çiğniyorsunuz. Unutturmayacağız, geleceğimizi yok sayanlara dur diyoruz. Koruma kurullarını gerçek görevlerini yapmaya çağırıyoruz” dedi.

Hürriyet, Haber: Turan Gültekin, 26.11.2010

SÜLEYMANİYE'DE İLGİNÇ KAZA

 

Kurban Bayramı’nın birinci gününde Başbakan Erdoğan’ın restorasyon sonrası açılışını yaptığı Süleymaniye Camii’nde ilginç bir kaza yaşandı.

 

Bayramın 4. günü meydana gelen olayda cami aydınlatma çemberine zincirle bağlı olan tarihi bir süs parçası zemine düşerek parçalandı. Cami yetkilileri 400 yıllık olduğu iddia edilen parçanın 4-5 kilo ağırlığında olduğunu söylediler.


Güryapı İnşaat tarafından restore edilen caminin kubbesinden zemine 2-3 metre mesafeye kadar sarkan halata bağlı aydınlatma çemberinde bulunan bir süs parçası bayramın dördüncü günü akşam saatlerinde yere düştü. Şans eseri kimse yaralanmazken, 400 yıllık olduğu belirtilen parçanın, Kanuni Sultan Süleyman’ın seferlere çıktığı sırada çadırında bulunduğu iddia edildi.

Camide bulunan şantiyedeki görevli yetkililer, parçanın, bağlı olduğu tarihi özellikli zincirin kopması sonucu yere düştüğünü belirtti.


Cami yetkilileri ise 4-5 kilo ağırlığındaki ahşap malzemeden yapılmış parçanın yaklaşık üç metre yükseklikten yere düşerek kırıldığını söylediler.   

Milliyet, 26.11.2010

TAPUSU HAZIR

 

 

Türkiye’de ilk kez azınlıklarla ilgili bir sorun iç hukuk yolları tüketilmeden sonuca kavuşturuldu. Büyükada’daki yetimhanenin Patrikhane’ye teslim edilmesi için bütün işlemler tamamlandı. Sıra pazartesi günü tapunun alınmasına geldi. Avukat Cem Sofuoğlu tarafından alınacak olan tapu, daha sonra törenle Patrik Bartholomeos’a verilecek. Sofuoğlu, “Siyasi irade olmasa bu çözülmezdi” dedi.

 

“Yetimhane'nin  Fener Rum Patrikhanesi adına yeniden tapu siciline kaydettirilmesi haricinde bir alternatif bulunmamaktadır.” Adalet Bakanlığı’nın yazısında yer alan bu ifade, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) “Yetimhanenin Patrikhane’ye iadesi” kararının sonuçlanmasını sağladı. Fener’deki Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin avukatı Cem Murat Sofuoğlu, “Belki kimse farkında değil ama bu müthiş bir şey. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez böyle bir şeye tanık oluyoruz. Ancak hemen ifade etmek isterim ki, siyasi irade olmasa herhangi bir sonuç alınamazdı. Çünkü, bu dava Yargıtay’a giderdi ve oradan da azınlıklar lehine bir şey çıkması maalesef mümkün değildi” dedi.

Avukat Sofuoğlu, pazartesi günü Büyükada’daki Tapu Dairesi’ne gidip 150 liralık bir harç yatıracaklarını ve böylece yetimhanenin tapusunu alacaklarını söyledi. Arkasından deniz otobüsüne atlayarak Fener’deki Patrikhane’ye gideceklerini belirten Sofuoğlu, “Burada tapuyu Patrik Bartholomeos’a teslim edeceğim” dedi. Sofuoğlu şöyle devam etti: “Bu kararın alınabilmesinde siyasi iradenin ağırlığının büyük rolü var. Dışişleri ve Adalet bakanlıklarının yaptığı yazışmalar bu doğrultuda bir kararın alınmasında son derece etkili oldu. Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne attığı imzaya bağlı kalmış ve AİHM’nin aldığı kararı, 3 aylık süre içinde yerine getirmiştir.”

Kararı yorumlarken, “Türkiye ilk kez AİHM’nin mülkiyetin iadesi ile ilgili vermiş olduğu bir kararı, iç hukuk yollarından geçirerek uygulamıştır” diyen avukat Cem Murat Sofuoğlu, sözlerini şöyle sürdürdü: “Yanlış bilmiyorsam bu durum Avrupa Konseyi bünyesinde de ilk defa olan bir şeydir. Söz konusu kararın alınmasında iki önemli bakanlığın görüşünün ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün kararının etkisinin olduğu tartışmasızdır. Temennimiz bundan sonra benzer uygulamaların ‘ancak, ama, fakat’ ve benzeri gerekçelerin hışmına uğramadan devam etmesi ve mahkemelerimizin de bu kararı örnek almasıdır.”

Patrikhane’nin diğer avukatı Kezban Hatemi, yetimhanenin mülk hanesi altında zaten “Patrikhane” yazdığını, Patrikhane’nin elinde başka mülkler de olduğunu belirterek, şunları söyledi:
“Patrikhane’nin tüzel kişiliğinin olmadığı iddiası yıllardır derin devletin zihinlerimize yerleştirmeye çalıştığı bir şey. Tüzel kişiliği olmayan bir yerle nasıl yazışırsınız, nasıl resmi muhatap olarak alırsınız? Yetimhanenin iadesi kararı var olan ama görmezlikten gelinen tüzel kişiliğinin bir kez daha tasdiki anlamına gelir.”

Hürriyet, Haber: Sefa Kaplan, 26.11.2010

BİR KİTAPTA BÜTÜN DÜNYA MÜZELERİ

 

Hangi ülkeye giderseniz gidin, meraklıysanız oradaki sanat müzelerini ziyaret edersiniz.
Nerede ne var? Hangi müzeler ilginizi çekecek? Gideceğiniz müzelerde neler var?
Bunların yanıtını tek kitapta bulabileceksiniz.


Yahşi Baraz’ın Sanat Müzeleri kitabı, bu açıdan gerçekten işlevsel bir kitap.


İçinde her kategoride Türkiye’den müzelerin de bulunduğu, müze sıralamaları şöyle:


Hanedan Müzeleri: İskenderiye Müzesi ve Kütüphanesi, Bergama, Vatikan Müzeleri, Medici Ailesi ve Floransa Uffizi Galerisi, Alte Pinakothek Münih, Basel Sanat Müzesi, Besançon Güzel Sanatlar ve Arkeoloji Müzesi, British Museum, Louvre Muzesi, Abu Dhabi Louvre, Viyana Liechstenstein Müzesi, Napoli Capodimonte Müzesi, Londra Ulusal Galerisi, Hermitage Müzesi, St. Petersburg Rus Devlet Müzesi,Topkapı Sarayı Müzesi, Reina Sofia Müzesi, Prado Müzesi, Irak Bağdat Müzesi.


Devlet Müzeleri: Victoria ve Albert Müzesi, Grenoble Müzesi, Orsay Müzesi, Georges Pompidou Merkezi, Paris Belediyesi Modern Sanatlar Müzesi (MAM), Picaso Müzeleri (Paris, Barcelona, Malaga, Antibes), Magritte Müzesi, Paris Dekoratif Sanatlar Müzesi, Puşkin Güzel Sanatlar Müzesi, Viyana Sanat Tarihi Müzesi, İsrail Müzesi, Yad Vashem Soykırım Müzesi, Washington Soykırım Müzesi, Çin ulusal Müzesi, Moderna Museet, Stockholm Ulusal Müzesi, Ukrayna Lviv Ulusal Müzesi, Suriye’de İki Müze, Atina Ulusal Sanat Galerisi ve Alexandros Soutzos Müzesi, Ukrayna Ulusal Sanat Müzesi, Japonya Müzeleri, Fransa’nın Taşra Müzeleri, İstanbul Resim ve Heykel Müzesi, Ankara Resim ve Heykel Müzesi.


Özel Müzeler: Dev Galeri Grubu: Tate, Guggenheim Vakfı Müzeleri, Mırıs Müzesi - Torino, Pitti Sarayı Palatine Galerisi, Borghese Galerisi, Brera Galerisi, Modern Sanat Müzesi MoMA - New York, Chicago Sanat Enstitüsü, Frick Müzesi, Pierpont Morgan Kitaplığı, Hirshorn Müzesi, Menil Müzesi, Nelson - Atkins Güzel Sanatlar Müzesi, Rothko Mabedi, Washington Ulusal Sanat Galerisi, Onasis Vakfı Müzesi, Benaki Müzesi, Dakiz Joannou ve DESTE Vakıf Müzesi, Frissiras Koleksiyonu Müzesi, Antoni Tapies Vakıf Müzesi, Joan Miro Vakıf Müzesi, Jean Tinguely Müzesi, Paul Getty Müzesi, Phillips Müzesi, Thyssen Bornemisza Müzesi, Lyudmilla Zhivkova Vakfı Sanat Galerisi, Yale Üniversitesi Sanat Galerisi, Harvard Üniversitesi Müzesi, Princeton Üniversitesi Sanat Müzesi, Boston Güzel Sanatlar Müzesi, New York Metropolitan Müzesi, Walker Sanat Merkezi, Chelsea Sanat Müzesi, Isabella Stewart Gardner Müzesi. Brooklyn Müzesi, San Francisco Modern Sanat Müzesi, Barnes Vakfı Müzesi, Whitney Müzesi, Louisiana Müzesi, Ludwig Müzesi, Maeght Vakıf Müzesi, Isamu Noguchi Müzesi, Beyeler Vakfı Müzesi, Essl Müzesi, Armand Hammer Müzesi Sanat ve Kültür Merkezi, Tretyakov Sanat Galerisi, Gülbenkyan Vakfı Müzesi, Doğançay Müzesi, İstanbul Modern, Pera Müzesi, Rezan Has Müzesi, Sabancı Müzesi, DEMSA Koleksiyonu ve Müzesi.


Çağdaş Müzeler: Roma Maxxi Müzesi, New York’un ‘Yeni Müze’si, Montreal Güzel Sanatlar Müzesi, Atlanta High Müzesi, Chicago ÇAğdaş Sanatlar Müzesi, Palazzo Grassi - François Pinault Koleksiyonu Müzesi, Açık Hava Müzesi Barcelona, Barcelona Çağdaş Sanat Müzesi (MACBA), Saatchi Galerisi, Van Gogh Müzesi, Die Çağdaş Sanat Müzesi, Andy Warhol Müzesi, Kimbell Sanat Müzesi, Avustralya ulusal Galerisi, Avustralya Ulusal Müzesi, Proje4L Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi, PS1 Çağdaş Sanat Merkezi, Milwaukee Sanat Müzesi, IMOGA İstanbul Grafik Sanatlar Müzesi, santralistanbul, Cer Modern, Baksı Müzesi.


Kitapta ismi geçen her müze hakkında bilgiler bulacaksınız. Gördüğünüz veya görmediğiniz müzeler hakkındaki bilgileri mukayese edebileceksiniz.


Sanat Müzeleri, yalnız dünyanın tanınmış müzeleri hakkında bilgi vermiyor, Türkiye’deki tanınmış müzeleri de tanıtıyor. İçinde Baksı Müzesi dahi var.


Nurten Özkoray, Sunuş’ta kitap ve müze kavramı konusunda bakın ne diyor?


“Sanat Müzeleri” kitabı, Yahşi Baraz’ın 20’li yaşlara basmadan dünyasını değiştiren müze ziyaretleriyle oluşan ve kitaplarla beslenen tutkusunun eseridir. Yahşi Baraz ile kitapları arasındaki ilişkiyi anlatabilmek için ‘tutku’ kavramını dahi aşan bir sevgi, düşkünlük ve titizlikten bahsetmemiz gerekir. Kitabın kaynakça bölümünde bulacağınız liste, Yahşi Baraz’ın kütüphanesinde yer alan ve adedi her gün artan on binlerce kitap içinde bulunmaktadır. (...)
Biz bu kitabı okurken, içindeki müzelerde yeni sergiler düzenleniyor, yenileşmeler, eklemeler, genişlemeler yaşanıyor, gelecek planları yapılıyor. Ayrıca, özel koleksiyoncular paylaşım için yeni müzeler tasarlıyorlar. Çağdaş Sanat Müzeleri ‘Müzelik’ sözcüğünün anlamını değiştirdiler. Özellikle Eleştirel Teori’nin düşünürleri, müzelerin hayatımızdaki yerinin yeniden belirlenmesini sağladılar ve sanat dünyası ile katılımcı, eşitlikçi yeni ilişkiler kurmak mümkün oldu.”


Yahşi Baraz, müze ziyaretleri ve kitap konusunda açıklamaları Önsöz’de veriyor:
Müzeler teşhir ediymeye değer nadir eserler ve eşyaların korunduğu ve kamuya sergilendiği bina ve yerleri anlatan ve kökeni ilham perisi muse kelimesine dayanan bir kurum olarak çok çeşitli evrimlerden geçti. Müzelerin bir medeniyet göstergesi oldukları gerçeği tarih boyunca doğrulanmıştır. İlk müze olarak adlandırılabilecek yapılar da Antik Dönemin en gelişmiş bölgeleri olan Mısır’da İskenderiye, Anadolu’da Bergama’da karşımıza çıkmaktadır.


Dini ibadet yerleri, tapınaklar, kiliseler, camiler toplumsal kurumların gelişmediği Ortaçağ dönemlerinde, içerdikleri sanat eserleri, mimarileri, artizanlara yaptırılan kandilleri, taş ve fayans süslemeleri, sanatçılara ısmarlanan heykelleri, ikonaları, duvar resimleriyle birer müze görevini gördüler.(...)


Müzeler kitabı 40 yıllık bir birikimi ve on bey yılı aşkın makale çalışması sonucu ortaya çıktı. Gezdiğim her müzenin çok sayıda kitabını kütüphaneme büyük bir zevkle taşıyıp, derinlemesine bilgi edinmek, sonra o müzeyi tekrar ziyaret ederken kitaplardaki bilgileri canlandırmak, müzenin ruhuna nüfuz etmeyi kolaylaştırıyor. Bu kitap benim subjektif secim ve izlenimlerimle müzeler hakkındaki nesnel bilgileri bir araya getiriyor. Müzelerin seçimi, sıralaması ve sunumu herhangi bir akeademik kaygı taşımıyor. Sadece müzeleri gezmeden önce bilgi sahibi olmanın gidilmese de o müzeleri tanımanın zevkini sizlerle paylaşmak istedim.


Müzeler, günümüzün önemli,bilgi mekanları konusunda ayrıntılı bir çalışma.
(Sanat Müzeleri, Yahşi Baraz, Galeri Baraz 1975 Yayınları)

Hürriyet Cuma, Yazı: Doğan Hızlan, 26.11.2010

GİZLİ DEHLİZLER GÜN YÜZÜNE ÇIKTI

 

  

 

Dünyanın ilk yer altı kent yerleşimlerine ev sahipliği yapan Nevşehir'in Derinkuyu İlçesi'nde yıllardan beri kapalı olan yer altı koridorları olarak da bilinen gizli dehlizler, içme suyu şebeke hattının patlaması ile gün yüzüne çıktı.

 

Her yıl 100 binlerce yerli ve yabancı turistin geldiği Kapadokya'nın en büyük yer altı şehrine sahip Derinkuyu İlçesinin Cumhuriyet Mahallesi Atatürk Caddesi'nde geçiş yolu üzerinde henüz bilinmeyen bir nedenden dolayı içme suyu şebeke hattının patlaması, binlerce yıldan beri kapalı kalan yer altı şehrinin koridorlarından birini gün yüzüne çıkardı.

 

Patlayan içme suyu şebeke hattının oluşturduğu göçük, Derinkuyu Belediyesi temizlik işçileri tarafından fark edilerek İlçe Belediyesi yetkililerine haber verildi. Belediyeden gelen yetkililerin göçüğün neden oluştuğunu araştırmaları üzerine, göçüğün bulunduğu alanda yıllarca kapalı kalan Derinkuyu yer altı şehrine ait koridorlarından birinin bulunduğu ortaya çıktı.

 

Yetkililerden edinilen bilgiye göre, ilçenin içme suyu ihtiyacını karşılayan içme suyu şebeke hattının patlaması sonucu tazyikli suyun basıncıyla yaklaşık 1 metre kalınlığındaki toprak tabakasını çökerken, aynı güzergah üzerinde de yer yer çatlamalar meydana geldi. Belediye görevlilerince patlayan içme suyu şebeke hattı yenilenirken, çökme sonucu ortaya çıkan yer altı koridoru da kapatıldı.

Nevşehir Kent Haber, 25.11.2010




KÜLTÜREL MİRAS KAYIT ALTINDA

 

Gazipaşa'nın  tarihi ve kültürel mirası, sanat ve yaşam biçimi araştırılarak kayıt alınacak.

 

Gazipaşa Köylere Hizmet Götürme Birliği Mali Hizmet Yetkilisi Reyhan Yağmur, Gazipaşa'nın kültür mirasını gün ışığına çıkarmak amacıyla çalışma başlattıklarını ve çalışmada araştırmacı - yazar Ali Yıldız ve muhtarlarla birlikte çalıştıklarını bildirdi.


Gazipaşa Kaymakamı Muhittin Pamuk'un da kendilerine destek verdiğini belirten Yağmur, tüm köylerin geçmişten günümüze tarihi, kültürü, sanatı, gelenek ve görenekleri, yaşam biçimi, nereden geldiği, bu güne kadar sülale ve ailelerin aldığı lakaplar, bu lakapların nereden geldiği, deyişleri, fıkraları, ata sözleri, geçmişten günümüze ekonomik yaşantı ve göçlerin araştırılıp, kayıt altına alınacağını kaydetti.


Muhtarlardan da konuyla ilgili destek aldıklarını ifade eden Yağmur, köyleri gezerek yaşlılardan köylerin hikayelerini dinleyerek, unutulmaya yüz tutan gelenekleri, hikayeleri, kültürel eserleri fotoğraf ve video kaydına alacaklarını söyledi. Yağmur, çalışmanın sonunda bilgilerin bir kitapta toplanmasının planlandığını da sözlerine ekledi.

Alanya Haber, 25.11.2010

2 BİN 500 YILLIK TARİHE İHANET

 

 

Agora Ören Yeri'ni günyüzüne çıkarmak için, katlı otopark ile Agora ören yeri arasında kalan yeni yapıların yıkılmasıyla, tarihi eserlerin harap edildiği ortaya çıktı. Yıkımın ardından Roma Dönemi'nden kalma bir hamama ait olduğu tahmin edilen ortalama 2 bin 500 yıllık taş duvara, beton sıva ve fayans döşemelerinin bile yapıldığı görüldü. Agora Kazı Başkanı Yrd. Doç. Akın Ersoy, "Bu bir gözle bakıldığında tarihe bir tahribat, bir gözle bakıldığında da kireç harçlı sıvalar nedeniyle duvarların korunmuş olmasıdır. Buradaki fayans ve beton sıvaları, bir proje eşliğinde kaldıracağız. Büyükşehir Belediyesi ile çalışıyoruz" dedi. Konuyla ilgili bir proje yapıp Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'na sunacaklarını belirten Yrd. Doç. Ersoy, "O proje çerçevesinde hem bunları sökeceğiz hem de cephe duvarlarının sağlıklaştırmasını yapacağız. Bu çalışmayı 2 sene içinde tamamlamayı hedefledik" diye konuştu.


Roma Dönemi'nden kalma bir hamama ait olduğu tahmin edilen tarihi duvarın Agora tarafında kalan yüzünde depo, katlı otopark tarafında kalan diğer yüzünde ise yıkılan dükkanlar bulunuyordu. Lokanta, ganyan bayi, çay ocağı gibi dükkanların yer aldığı yüzde yıkımın gerçekleştirilmesinin ardından fayans ve beton sıvalar ortaya çıktı. Bazı bölümlerde kullanılan beton sıvaların sökülmesi sırasında çok titiz davranacaklarını belirten Ersoy, "Az da olsa tarihi duvarda tahribat oluşmasını bekliyoruz. Hazırlayacağımız projenin ardından tarihi duvar daha belirgin şekilde ortaya çıkacak. Yapacağımız çalışmanın ardından tarih günyüzüne çıkacak. Duvar daha belirgin hale gelecek. Arkasında kalan tescilli Osmanlı yapısı ve bir han daha görünür olacak" dedi.

Agora ören yeri, yaklaşık 2 bin 300 yıllık bir tarihe sahip. Agora'nın içerisinde önemli bir meydan ve yapılar bulunuyor. Ticari ve adli fonksiyona sahip bazilika ve idari fonksiyonu bulunan Bouleuterion ile mozaik bir alan kazılar sonucu çıkarıldı. Uzmanlar, 1932'den beri aralıklarla kazı yapılan Agora'da zaman olarak Hellenistik, Roma, Bizans ve Osmanlı dönemini görmenin mümkün olduğunu belirtiyor. Agora'nın çevresinde ise Osmanlı ve sonrasında inşa edilmiş 20. yüzyıl yapıları yer alıyor. Bu yapıların bir bölümü, Büyükşehir Belediyesi tarafından kamulaştırma yapılarak yıkıldı. Agora, İzmir'in 1960 ve 1970'li yıllarındaki en parlak bölgelerinden birisiydi.

Yeni Asır, 5 yıl önce 1374-75 tarihlerinde Aydınoğullarından İsa Bey tarafından Ayasuluk Tepesi'ne inşa edilen İsabey Camii'nde müteahhit firma tarafından beton sıva ile yapılan restorasyon faciasını gündeme getirmişti. Tarih bilimcileri olayı kınarken, dönemin Uşak Valisi Kayhan Kavas'ın müdahalesiyle sıvalar sökülmüştü. Restorasyon daha sonra o döneme ait özel olara hazırlanan bir sıva ile gerçekleştirilmişti.

Yeni Asır, Haber: İlker Çoban, 25.11.2010

EGE'DE 'HİTİT' KÜLTÜRÜ İZLERİ

 

 

Ağustos ayında Milas’ta düzenlenen “3. Karia, Karialılar ve Mylasa” sempozyumunda dikkat çekilen, Anadolu’daki “tarihsel birliktelik”in kültürel etkileşimleri, Çine-Tepecik kazılarında kanıtlanıyor. Hacettepe Üniversitesi’nden Prof.Dr. Sevinç Günel başkanlığında 2004’ten bu yana sürdürülen arkeolojik araştırmalar, kazı raporundaki deyişle “höyükteki en erken Geç Neolitik Çağ’dan Bronz Çağ’larına uzanan kesintisiz bir yerleşim”i ortaya çıkartmış durumda...

Gazetemizin Milas muhabiri gazeteci-yazar Olcay Akdeniz’in öncülüğünde ve Milas Belediyesi’nin ev sahipliğinde gerçekleşen Karya sempozyumunda, Prof.Dr. Ender Varinlioğlu’nun yönettiği oturumda antik İasos’taki İtalyan kazılarının 50. yılı da değerlendirilirken bölgede araştırmalar yapan yerli-yabancı arkeologlar son bulgularını paylaştılar.

Çine-Tepecik kazıları ise Karya sınırlarının Menderes’ten başlayarak Gökbel Vadisi’ni de içerdiğini “çarpıcı sonuçlar”la belgelemesi açısından özel bir önem taşıyordu…

Tepecik Höyüğü'nün yıllardır ilgi bekleyen sırlarını aydınlatmaya başlayan Prof. Günel, Batı Anadolu’nun en derin vadilerinden Menderes’in güneyinde, Çine Çayı’nın derin kavisler yaptığı bölgede yer alan Tepecik’in, Ege ile Orta Anadolu arasındaki ticari ilişkilerin de kurulabildiği kültürel bir merkez olduğunu söylüyor...

Höyükteki MÖ 2. bin yıla ait kalıntılarının, savunma sistemine dayalı bir yerleşim modelini yansıttığını açıklayan Günel, son kazılarla 41 m’lik sur yapısına ve 2 metre 20cm’lik duvar kalınlığındaki kare planlı kule yapılarla destekli bir kent planına ulaşıldığını da belirtiyor. Yerleşmenin en geç evresi, Geç Tunç Çağı’na ait; MÖ 1300-1100 yıllarına tarihlenmekte...

Üretime ait ‘yerli’ kaplarla birlikte Yunanistan ve adalardan bilinen Miken kültürüne ait kapların bulunması ise Ege’deki kültürel etkileşimleri ve güçlü yaşam bağlarını kanıtlıyor. “Magazin” denen depo yapısında ele geçen kaplar, bronz ok ucu ve günlük kullanıma ait iğneler de Batı Anadolu ile Ege adaları arasındaki ticari ilişkilerin varlığını kanıtlarken bu bağlantıların Çine Ovası’na dek ulaştığını da ortaya koyuyor.

Aynı magazindeki Tepecik “mühür baskılar” ise Hitit İmparatorluk dönemine tarihleniyor... Günel diyor ki; “Bunlardan biri, Hitit çiviyazılarında geçen Arzawa topraklarındaki Mira ülkesinin, Çine Çayı bölgesinde yayıldığına da ışık tutmakta… diğer bir baskısında ise Hitit ikonografisinde kral ve prenslerin tasvir tarzını yansıtan bir figür yer almakta… Her iki eser de Hititlerin Batı Anadolu’daki varlığına ve etkisine katkı sağlayacak kanıtlardır.”

Höyükteki mezarlarda, iskeletlerin yanında fincan, gaga ağızlı testi ve mermer bilezik gibi mezar eşyalarına da rastlanmış. Bu mezarlar, Anadolu’da MÖ 3. binyıla uzanan ölü gömü geleneğinin Tepecik’te de uygulandığını gösteriyor. Şu ana kadar saptanabilen en erken yerleşme ise Erken Kalkolitik Çağ’a (MÖ 6000-5500) ait ve Ege’de bilinen Geç Neolitik kültürle paralel buluntuları da vermekte...

Tepecik kazılarında elde edilen veriler, bütün bunların gerçekliğini daha da güçlü kanıtlayan bulgular içeriyor. Kazı raporuna göre oldukça kalın duvarlara sahip ve kule yapılarıyla destekli kent yapısı içinde, önemli ticari etkinliğe sahip bir sistemin olduğunu söylemek mümkün.

Ayrıca Hitit İmparatorluk dönemine ait ve üzerlerinde hiyeroglif işareti bulunan mühür baskılar, Tepecik merkezinin Orta Anadolu ile olan ilişkilerini ortaya koymasının yanı sıra bölgenin tarihi coğrafyasına da katkı sağlamakta…

Batı Anadolu’da Hititlerin varlığı ve politik etkinlikleri, bugüne dek çiviyazılı metinlerin verdiği bilgiler ışığında tanımlanabilmekte; Hititlerin bölgedeki varlığına ışık tutan arkeolojik kanıtlar ise oldukça sınırlı buluntular ışığında ele alınabilmekteydi… Bu nedenle ele geçen mühür baskılar, Hititlerin Batı Anadolu’daki varlığını ve politik anlamdaki etkinliğini desteklemesi açısından büyük önem taşıyor.

Kazılarda elde edilen diğer önemli bir sonuç da Orta Tunç Çağ’ı kültür tabakasının alt seviyelerinde tespit edilen ve Erken Tunç Çağı’na tarihlenen yerleşim içi mezarları...

İri bir mezarda yetişkin bireye ait iskelet, hoker (anne karnında olduğu gibi bacaklar karna doğru kıvrılmış olarak) tarzında tespit edilmiş. İskelete ait kafatasının hemen başucunda kulplu bir fincan ve başı hizasında bir testi bulunmuş. Bu kaplar, ölü hediyesi olarak mezara bırakılmış...

Sözün kısası Tepecik Höyüğü kazıları Anadolu’da, bölgeler arası etkileşimin binyıllar öncesinden başladığını; bu coğrafyadaki uygarlıkların karşılıklı ilişkilerle zenginleştiğini kanıtlayan bulgularıyla tarihin derinliklerinden çarpıcı mesajlar taşıyor.

Bakalım seneye 4’üncü sempozyumda hangi yeni bilgiler paylaşılacak…

Cumhuriyet, Yazı: Oktay Ekinci, 25.11.2010

GAP'TAKİ TARİHİ YAPILAR ONARILIYOR

 

Şanlıurfa Vakıflar Bölge Müdürlüğü'nce, Adıyaman ve Şanlıurfa’da bulunan birçok tarihi yapı, aslına uygun olarak restore ediliyor.

 

Şanlıurfa Vakıflar Bölge Müdürü Müslüm Tüysüz, AA muhabirine yaptığı açıklamada, sorumluluk sahalarındaki tüm tarihi yapıları elden geçirmeye çalıştıklarını ifade etti.

 

Tüysüz, Şanlıurfa’da Anadolu’nun en eski camilerinden biri olan Ulu Cami ve Osmanlı dönemi eserlerinden Hüseyin Paşa Cami ile 2 türbenin de bulunduğu 7 yapının yanı sıra Adıyaman’da da 2 eserin bir süre önce tadilata alındığını aktardı. Tüysüz, söz konusu eserlerdeki restorasyonun 2011 yılının ortalarına doğru bitirilmesinin planlandığını kaydetti.

 

Müslüm Tüysüz, 2011 yılının ocak ayında da sorumluluk sahalarındaki Şanlıurfa ve Adıyaman’da toplam 8 eserin restitüsyon ve restorasyon ihalesinin daha yapılacağını belirterek, ”Hedefimiz sorumluluk sahamızdaki tüm tarihi eserleri elden geçirip, tadilat gerekenleri aslına uygun olarak restore edip, yeniden vatandaşlarımızın hizmetine sunmaktır” dedi.

Zaman, 25.11.2010

İKİ RESİM ARASINDAKİ 1000 FARK

 

 

Bu fotoğraflar bu hafta restorasyonu tamamlanan İstanbul’un tarihi çeşmelerinden birine ait.
Cihangir Susam Sokak’ın köşesinde bu tarihi çeşme.


Hemen yanında bu yaz Orhan Pamuk’un alışveriş yaparken fotoğraflandığı Cihangir Manavı var...
Bu kadar tarihle iç içe yaşayıp da restorasyon konusunda geçer not alamamak üzüntü verici.


Dalan zamanında İstanbul’un surları restore edildiğinde, Avrupa basını “Türkler surları yeniden inşa etti” diye az dalga geçmemişti.


Restorasyonun en temel hedefi eskiye bağlı kalmaktır.


Yapıya yeni yorum getiremezsin, mimariyi asla değiştiremezsin.


Eski taşlar tek tek ilaçlanıp, temizlenerek onarılır.


Eğer eksik taş varsa, yerine konulan yeni taşların da eskiden ayırt edilmesi gerekir.


Susam Sokak’taki çeşmenin eski ve yeni fotoğraflarına bakın.


Restorasyonu kim yaptıysa yeniden inşa etmiş çeşmeyi.


Restorasyon demeye bin şahit lazım.


Eski çeşme saçaklı, yenisi dümdüz duvar.


Kullanılan eski taş sayısı iki elin parmaklarını geçmez, oysa eski fotoğraf daha fazla tarihi taş kurtarılabileceğini gösteriyor.


Sivri kemerlerdeki tuğla izleri yok olup gitmiş.


Belli ki ya rölövesi alınmadan yapılmış ya kolaya kaçıp şişirilmiş...


Çeşmenin alt tarafı bir nebze eskiye bağlı kalmış da, üst tarafı bambaşka olmuş.


Altı kaval üstü şeşhane...


Oysa günümüze kadar az hasarla gelen çeşme çok da güzel restore yapılacak bir esermiş.
Şimdi o eski çeşmenin yerinde yeller esiyor.


Restorasyonda bir yeri doğru yapsam yeter mantığı yoktur.


Bu yüzden de şehirdeki bütün tarihi eserler, yeniliyoruz görüntüsü altında böyle mahvolmaktadır.


Bu korkunç restorasyonlara söylenecek tek şey var; aman bırakın dağınık kalsın...

Hürriyet, Yazı: Cengiz Semercioğlu, 25.11.2010

TARİHİ ESER KAÇAKÇISI SUÇÜSTÜ YAKALANDI

 

Kocaeli Jandarma ekipleri tarihi eser kaçakçılığı yapanlara yönelik operasyon düzenlendi. Oyla ilgili bir kişi gözaltına alındı.

 

Bir ihbarı değerlendiren jandarma ekipleri, elindeki tarihi eserleri satmak isteyen E. K. ile irtibata geçti. Alıcı kılığına giren ekipler, Eskihisar beldesinde satıcı ile buluştu.

Pazarlık sırasında düzenlenen operasyonda 28 adet sikke ve 4 adet yüzük ele geçirildi.

 

Tarihi eserlerin ekspertiz raporu düzenlenmek üzere Kocaeli Müze Müdürlüğü'ne gönderildi. E. K çıkarıldığı mahkemece tutuksuz yargılanmak üzer serbest bırakıldı.

Özgür Kocaeli, 25.11.2010

EMET'TEKİ MAĞARALAR HALA GİZEMİNİ KORUYOR

 

Kütahya'nın Emet İlçesi'nde bulunan ve hala gizemini koruyan onlarca mağarayla ilgili araştırma yapılarak bunların turizme kazandırılması istendi.
    
Eğrigöz belde Belediye Başkanı Mehmet Alkan, beldedeki tarihi kalenin Osmanlı döneminde hapishane olarak kullanıldığını söyledi.
    
Bu kalenin Eflak Boğdan bölgesinde insanları kazığa oturtup öldüren ve Kazıklı Voyvoda diye bilinen diktatörün de bu kalede uzun süre esir tutulduğunu ifade eden Alkan, kalenin ve çevresindeki onlarca mağaranın sırrının çözülemediğini anlattı.
    
Alkan, mağaraların girişlerinde sarkıt ve dikitler bulunduğuna işaret ederek, şöyle dedi: ''Eğrigöz beldesinin tarihi, bir yerleşim yeri olarak çok eski dönemlere kadar uzanmaktadır. Bugün hala beldemiz içindeki Eğrigöz Kalesi'nin geçmişini bizler bilsek de tarihçilerin araştırmaları ile daha iyi tanıtılacağını düşünüyoruz. Ayrıca bölgemizdeki kalenin vahşi arazisinin civarında onlarca mağaralar mevcuttur. Bunlar  gizemliliğini korumaktadır. Bazı mağaraların girişlerinde binlerce yıllık olduğunu tahmin ettiğimiz sarkık ve dikitler mevcuttur. Bunlardan biri de Dereli Mahallesi yakınlarında halk arasında 40 katlı olduğu rivayet edilen mağaradır. Bu mağaranın ilk iki katı görülür ve gezilir, daha sonrası ise taşlarla doldurulmuş durumdadır. Yetkililerin bir an önce beldemiz bölgesinde gerekli araştırmaları yapması ve tarihi eserleri yer yüzüne çıkarmasını istiyoruz.''

Tellal Gazetesi, 24.11.2010

VASADA KAZILARI YENİDEN BAŞLIYOR

 

Seydişehir'e bağlı Bostandere beldesinde, Roma dönemine ait Vasada antik tiyatrosunun turizme kazandırılması için kazılar yeniden başlıyor Bostandere Belediye Başkanı Turan Koyuncu ve AKP Konya Milletvekili Harun Tüfekçi girişimleriyle başlatılan temaslarda Konya Valiliği bütçesinden 10 bin TL ödenek çıkartılarak 12 günlük bir kazı çalışmaları bu hafta yeniden başlayacak.

 

1969 yılında Köye su getirme esnasında ortaya çıkan kalıntıları inceleyen Konya Müze müdürlüğü Arkeoloğu Gürbüz Alp’ın başkanlığında 1970 yılında yaptığı kazı çalışmalarında Roma devrine ait amfitiyatro kalıntılarını ortaya çıkarılmış ve MS 11 yüzyıla ait bölgedeki Aktepe mevkiinde Vasada şehrinin harabelerine ait kitabe,mimari parçalar bulunmuş bu parçaların çoğu köyde evlerin yapılarında kullanılmış.Yine buluntular arasında Vasada'da basılmış Augustus parası bulunmuş, İsa ve havariler resmi, Zeus kabartması  gibi birçok eser Konya müzelerinde sergileniyor. Bütün bilgiler ışığında  Hitit, Fryg’ler, Roma  ve Bizans devrine ait şehirlerin varlığı ortaya çıkmış, o devirde 10 bin ile 20 bin arasında insanların yaşadığı tahmin ediliyor merkezi konumdaki tiyatroda toplantı ve etkinlikler yapılıp önemli kararların alındığı belirtiliyor.


1971 yılından bu yana kazı çalışmaları yapılmadığına dikkat çeken Başkan Koyuncu;’’15 günlük kazımızda 2000 kişilik amfitiyatronun temizliği yapılarak oturma sıraları,orkestra sahne bölümü ortaya çıkarıldı. Arkeolog Kazım Mertel başkanlığında bu hafta içerisinde yeniden başlayacak kazılarda sahnenin taban alanına inilecek oturma sıraları ilavesi yapılıp karşı alandaki bölümde  kazı çalışması devam edecek. Daha sonra buranın haritası ve rölövesi çıkarılacak. Çalışmalarımız tamamlandığında hale hazır dosyası yaparak Turizm Bakanlığı'na baş vurup  devlet planına aldıracağız turizmle anılan bir kasaba olmayı hedefliyoruz’’ diye konuştu.

Manşet Gazetesi, 24.11.2010

TARİHİ ESER OPERASYONU

 

Batman Jandarma Bölge Komutanlığı ekipleri tarihi eser kaçakçılarına operasyon düzenlendi.

 

Batman merkezli 7 ilde düzenlenen operasyonda çok sayıda tarihi eser ele geçirildi. Batman, Diyarbakır, Bitlis, Mardin, Bingöl İstanbul ve Van illerinde yapılan tarihi eser kaçakçılığı operasyonunda şu ana kadar toplam 20 kişi gözaltına alındı. Operasyonun genişletilerek devam edeceği öğrenildi.

Batman Gazetesi, 24.11.2010

İZMİR'DE BİR İLK MÜZE

 

Türkiye’de ilk kez bir devlet müzesinin antik gemoloji yayını ortaya çıktı.

 

Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ) Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Ortaçağ Arkeolojisi Ana Bilim Dalı Başkanı Doç.Dr. Ergün Laflı, İzmir Müze Müdürlüğü envanterindeki antik döneme ait değerli taşlarla yapılmış 150 parça ”nadide” yüzük ve kolyenin, fotoğraf ve çizim yoluyla belgelendiğini, kataloglanmasının yapılarak, ”Türkiye’de ilk kez bir devlet müzesinin antik gemoloji (süs taşları bilimi) yayınına kavuştuğunu” söyledi.

 

Doç.Dr. Laflı, kendisi tarafından hazırlanan projeyle İzmir Müzesi Müdürlüğü ve bağlı birimlerinde antik çağ gemolojisi olduğu tespit edilen kazıma (intiglio) ve kabartma (cameo) örneklerini toplu biçimde değerlendirdiklerini bildirdi.

 

Müze koleksiyonlarındaki yaklaşık 300 eserden, 1-4 santimetre büyüklüğündeki 150 parça yüzük ve kolyenin, fotoğraf ve çizim yoluyla belgelendiğini, bunların çoğunluğunun o dönem akik taş üzerine yapıldığını belirten Laflı, şu bilgiyi verdi:

 

”Taşlar üzerindeki işlemelerde genellikle dönemin zengin erkek ve kadınlarıyla dinsel tasvirler yer alıyor. O dönemde mercekle ve çok yüksek teknolojili kazıma aletleriyle işlenen yüzük gibi takılar ve mücevherler, işlem bittiğinde pahalı ürünler olarak pazarlanıyordu. Mücevherler ancak o dönemin aristokrat ve zengin kesimi tarafından satın alınabiliyorlardı. Bu tür objeler antik çağlarda pahalı ve çok lüks tüketim ürünleriydi. İnsanın parmak tırnaklarının büyüklüğündeki bu eserler çok ince işçilikle, sabırla ve o dönemin yüksek teknolojisiyle yapılıyordu. Bu nadide eserlerle İzmir’i dünyaya yeniden tanıtabiliriz.”

 

Projede, İonia gibi Hellenistik ve Roma dünyasının Efes (Ephesos), İzmir (Smyrna) ve Bergama (Pergamon) gibi çok büyük ve zengin kentlerinin bulunduğu bir bölgenin, bu yerleşimlere bağlı materyal kültürü çerçevesinde intiglio ve cameo sanatlarının yerini ve rolünü irdelediklerini anlatan Laflı, ”Smyrna yani İzmir’in, o dönem en zengin intiglo ve cameo sanatları merkezi olduğunu bu çalışmayla saptadık. Arkaik devri MÖ 7. – 6. yüzyıllarda Smyrna, Milet (Miletos), Ephesos gibi büyük kentlerle çok hareketli yaşamış olan İzmir yöresinde, bu döneme ilişkin intiglio örneklerini saptamak ve Doğu Helen’de bu sanatın başlangıcını anlamaya çalıştık. Bu devrin mücevher işlemeciliği merkezi İzmir olarak öne çıktı. Bu çalışmayla Türkiye’de ilk kez bir devlet müzesinin antik gemoloji yayını ortaya çıktı” diye konuştu.

 

Doç.Dr. Ergün Laflı, İzmir’de antik dönem kuyumculuğunun, günümüz için bir kazanç kapısı olabileceğini savundu.

 

Konak Belediyesi ile işbirliği yaptıklarını, antik dönemde İzmir’de çok gelişmiş olan kuyumculuk ve mücevherat işlemeciliğinin kent için nasıl bir tanıtım aracı haline getirilebileceğini tartıştıklarını ifade eden Doç.Dr. Laflı, ”Antik dönemde akik, opal, lapis gibi taşlardan üretilen, üzeri dekoratif öğelerle bezeli yüzük ve kolye taşları İzmir’deki atölyelere özgü bazı önemli stilistik özellikler göstermektedir. İzmir’de git gide yükselen yat turizmiyle kente gelen yabancı turistlere antik çağda İzmir’de üretilmiş ürünlerin kopyalarının yapılıp satılmasının hem ekonomik kazanç, hem de tanıtıma önemli katkı sağlayacağını dile getirdik” dedi.

 

Özellikle Roma döneminde İzmir’in, o dönemdeki ismiyle Smyrna’nın altın ve gümüş işlemeciliğiyle mücevher oyma sanatında çok ileri olduğu, burada işlenen ürünlerin tüm antik Akdeniz dünyasına yayıldığını bildiren Laflı, bu tür örneklere İzmir’in çevresindeki antik kentlerde de bol miktarda rastlandığını kaydetti.

 

Doç.Dr. Laflı, İzmir’in MÖ 7. yüzyıldan MS 5. yüzyıla değin Batı Anadolu’nun en önemli üç büyük kentinden bir olduğunu, Hellenistik ve Roma dönemlerinde MÖ 4. yüzyıldan MS 5. yüzyıla kadar nüfusunun hep 100 binin üzerinde bulunduğunu, kentin seramik, terrakotta, cam, metal, mermer gibi birçok önemli ürünün işlendiği ve ticaretinin yapıldığı hatırlattı.

Ntvmsnbc, 24.11.2010

BAKAN BÖYLE REZİL OLDU

 

İngiliz Müzesi'ni ziyaret eden İngiltere Kültür Bakanı Ed Vaizey, müzedeki tam üç bin yıllık bileklikten çok etkilendi ve eline alıp, bileğine takmaya kalktı.


Yaklaşık 95 bin pound (220 bin lira) değer biçilen bilekliğe bakanın yaptığı hamleyi dehşet içerisinde izleyen yetkili Caroline Barton, bakanı "Onu alamazsınız, önce eldiven takmalısınız" diyerek uyardı.


Yaptığı hatanın farkına varan bakan özür dileyip, eldiven taktıktan sonra bilekliği tekrar incelese de, İngiliz basınında günün konusu olmaktan kurtulamadı.


Bakanın bu kadar ilgisini çeken bilekliğinse MÖ 950-800 yılları civarında yaşamış önemli bir savaşçı ya da rahibe ait olduğu düşünülüyor.

Milliyet, 24.11.2010

SIRTLANİNİ MAĞARASI TURİZME KAZANDIRILMAYI BEKLİYOR

 

Aydın’ın Karacasu İlçesi'nde bulunan Sırtlanini Mağarası, doğal güzelliği ve dokusuyla turizme kazandırılmayı bekliyor.

 

Dünyaca ünlü Aphrodisias antik kentine 13 ve Çamarası Köyü'ne ise 1,5 kilometre uzakta bulunan Sırtlanini Mağarası, ulaşımının çok zorlu olması nedeniyle bugüne kadar turizme kazandırılamadı. 50 santimetre genişliğindeki dar bir geçitten içeriye girilebilen mağaranın turizme kazandırılması için başta Aydın eski Valisi Mustafa Malay olmak üzere yerel yönetimler tarafından büyük çaba harcandı.

 

Çok sayıda ve farklı görünümlere sahip sarkıtlar ile iç bölümlere kadar uzanan geniş bir sahada çok sayıda hayvana ait kemik parçasının bulunduğunu mağaranın turizme kazandırılması için son olarak Aydın İl Genel Meclisi tarafından hazırlanan raporda, mağara içerisinde çok sayıda da çömlek ve kiremit örneklerinin görüldüğüne dikkat çekilerek, “Sırtlanini Mağarası, çevresel ve jeolojik özelliklerinin yanında kültür tarihine yapacağı önemli katkıları ile tanıtılması gerekli bir turizm potansiyeline sahiptir. Batı Anadolu’nun büyük ve görkemli mağaralarından biri olarak önemli turizm potansiyeli bulunan Sırtlanini Mağarası, kolay ulaşımı ve denetimsiz girişi ile kişisel tahribata açık durumdadır. Mağarada yer alan kültür katları, insanlarda yanlış bir biçimde oluşacak ‘define olabileceği’ kanaatini güçlendirebilir. Bu da mağaranın tahribatını hızlandırabilir. Mağaranın tarihi ve turistik potansiyelini baltalayacağı kesin olan bir başka unsur ise çevresinde işleyen yada kurulacak olan maden ocaklarıdır. Mağarada en kısa zaman içerisinde bilimsel, arkeolojik inceleme, araştırma ve kazı çalışmalarının yapılması, ulaşımın sağlıklaştırılması, mağara girişinin genişletilmesi, aydınlatılması, güvenliğinin sağlanması ve seyir parkurları oluşturulması gereklidir” denildi.

Beyaz Gazete, 24.11.2010

İSTANBUL'UN 'KAYIP' KAPILARI

 

 

Uzun yıllar İstanbul surları üzerine tarihi araştırmalar yapan Sanat Tarihçisi Fehmi Hayri Yılmaz, İstanbul'un kayıp kapılarının izini sürdü. Yılmaz, İstanbul'u çevreleyen yaklaşık 20 kilometre uzunluğundaki surlarda irili ufaklı toplam 80 kapı bulunduğunu ancak bunlardan sadece bir tanesinin yarım da olsa kapı kanadının korunduğunu söyledi.

"Surların genelinde sıkıntılar devam ediyor. Koruma sağlanamıyor, düşünürseniz Yedikulekapı'nın üzerinde güzel bir kartal kabartması vardı ancak bu geçtiğimiz sene çalındı. Keşke bunlar korunabilse, Ayakapı'nın üzerindeki Yeniçerilerin remizlerinin kazınmış olduğu taş levha aşınmış durumda ama bunlar müzeye kaldırılmıyor." diyen Yılmaz, "Koca kentimizde bir Osmanlı Arkeoloji Müzesi olmaması da üzücü bu nedenle bu eserler hızla yok oluyor" dedi.

İstanbul tarihi için sur kapılarının önemli unsurlar olduğuna dikkat çeken Yılmaz, "Hiç şüphesiz bunlar kayıp kapılardır. Hele ki, günümüzde hatırlanmıyorsa, ziyaret edilmiyorsa" şeklinde konuştu.

İstanbul'un Haliç tarafında 44, Marmara tarafından 36 kapının yer aldığını belirten Yılmaz, karasurları üzerinde ise 8 büyük kapı olduğuna ancak bunlardan çok azının günümüze ulaştığını söyledi.

Kapıların İstanbul'u korumak dışında Osmanlı için ayrı bir önem arz ettiğine dikkat çeken Yılmaz, her bir kapının sabah ezanı öncesi mehter eşliğinde açıldığını ve akşam namazı öncesi düzenlenen mehter eşliğinde kapatıldığını belirtti.

Temsili törenlerle kapılar daha popüler hale getirilebilir
Kapıların tek bir parça olarak düşünülmemesi gerektiğinin altını çizen Yılmaz, "İstanbul kapılarında manevi korumayı sağlayan evliyaları, karakolhaneleri, kahvehaneleri, büyük külliyeleri bulunuyor. Buna benzer bir sürü küçük küçük birimleri var. Silivrikapı'da Hadım İbrahim Paşa'nın, Topkapı'da Kara Ahmet Paşa'nın külliyeleri var. Bunlar keşke daha iyi değerlendirilebilse, şehrin çok enteresan noktaları ama maalesef surların geneli kapılarıyla birlikte ihmal edilmiş durumda. Şehrin kalabalık halkı bunları pek fazla hatırlamıyor" ifadelerini kullandı.

Yılmaz, farklı bir de teklifte bulunuyor: "Kapılarda yapılan törenler, görkemli törenlerdi, ilginç törenlerdi, keşke İstanbul'un ana kapısını oluşturan Edirnekapı'da bunun canlandırması yapılsa, sembolik törenler yapılsa. Dünyanın birçok yerinde bu tür tarihi olayları canlandıran törenler yapılır ve turizm bundan faydalanır. Düşünün şehrin giriş çıkış ana kapısıydı burası ve böylelikle Edirnekapı daha popüler hale getirilebilir. İstanbul ziyaretçileri için".

İstanbul surlarında yer alan 8 büyük kapı; Altın Kapı, Belgradkapı, Silivrikapı, Mevlanakapı, Topkapı, Sulukule Kapısı, Edirnekapı, Ayakapı.

Topkapı; Bizans dönemindeki adıyla Romanos Kapısı. Sultan II. Mehmet, kuşatma sırasında karargahını buraya kurmuştur ve en ağır top atışları da buradan yapılmıştır. Bu nedenle tarihte buradaki mahallenin adı Top Yıkığı Mahallesi olarak geçmektedir. Fatih Sultan Mehmet Han'ın da İstanbul'a kesin olmamakla birlikte bu kapıdan girdiği söylenmektedir.

Mevlevihane Kapısı; Günümüzde Mevlana Kapı olarak bilinmektedir. Osmanlı döneminde burada yer alan Mevlevi tekkesinden dolayı ismi Mevlevihane Kapı'dır ancak zamanla bu isim Mevlana Kapı olarak kullanıla gelmiştir.

Altın Kapı; Bizans İmparatorları'nın zafer kazandıkları zaman şehre giriş yaptıkları kapıdır. Kapı üzerinde daha önceki dönemlerde yer alan altın ve yaldız süslemeleri nedeniyle bu isim verilmiştir.

Zaman, 24.11.2010

"ZEUGMA ÇOK ŞEY DEĞİŞTİRECEK"

 

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, turizm rehberliğini meslek statüsüne kavuşturan ve niteliklerini yükselten yasa tasarısının Bakanlar Kurulu'nda imzaya açıldığını bildirdi. Gaziantep Zeugma Müzesi'nin açılışının, gelecek yıl yapılmasının planlandığını belirten Günay, bu müzenin açılışıyla birlikte Türkiye'nin dünya ölçeğinde en fazla mozaik sergilenen ülke konumuna geleceğini ifade etti.

''Turizm'' ve ''kültür'' olgularının birbirini desteklediğini ve iç içe olduğunu belirten Günay, turizmin toplumları, devletleri birbirleriyle tanıştıran aynı zamanda barışa, uzlaşmaya ve diyaloğa hizmet eden bir alan olduğunu söyledi. ''Bu topraklarda hangi dönemde ortaya çıkarsa çıksın, ne varsa hepsi bizimdir. Bir tek rengi, bir tek varlığı, soldurmadan geleceğe taşımaya çalışıyoruz'' diyen Günay, Bakanlığın kültür alanında, koruma, planlama, kazı-arama, restorasyon, bakım, onarım, teşhir ve yayın çalışmaları yaptığını anlattı. Bakanlığa bağlı 189 müze ve 130 düzenlenmiş ören yeri bulunduğunu belirten Günay, bu yıl Kırşehir-Kaman Kalehöyük Arkeoloji Müzesi'nin inşaatının tamamlanarak hizmete açıldığını anımsattı.

Gaziantep 27 Gazetesi, 24.11.2010

 

******


ZEUGMA'NIN BİLİNMEYENLERİ GÜN YÜZÜNE ÇIKACAK

 

 

İlk kez sergilenecek Zeugma mozaiklerin restorasyonunun yanı sıra sergilenen mozaiklerin de taşınması için çalışmalar yapılıyor.

 

Gaziantep’in Nizip İlçesi'ndeki Zeugma Antik Kenti’nde 2000′li yıllarda gerçekleştirilen kurtarma kazılarıyla Birecik Baraj Gölü suları altında kalmaktan kurtarılarak Gaziantep Arkeoloji Müzesi’ne taşınan mozaikler, yeni yaptırılan Zeugma Mozaik Müzesi’ne taşınıyor.

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yürüttüğü ”Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi Teşhir, Tanzim ve Çevre Düzenlemesi Projesi” kapsamında, mozaik müzesi olarak kullanılacak kompleksin tamamlanmasının ardından halen Gaziantep Arkeoloji Müzesi’nde sergilenen ve korunan mozaiklerin nakli için çalışmalara başlandı.

 

Gaziantep Valisi Süleyman Kamçı, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Zeugma Mozaik Müzesi Projesi’nin gelecek yıl içerisinde tamamlanacağını söyledi.

 

Kamçı, ”Proje kapsamında halen ilk kez sergilenecek mozaiklerin restorasyonunun yanı sıra sergilenen mozaiklerin de taşınması için çalışmalar yapılıyor” dedi.

 

Zeugma Mozaik Müzesi hizmete açıldığında, Gaziantep’i ziyaret edecek yerli ve yabancı turistlere daha çok mozaiği daha iyi koşullarda izletebileceklerini kaydeden Kamçı, müzelerin sanat, bilim, tarih ve kültürle ilgili eserlerin korunup sergilendiği, tanıtıldığı ve gelecek kuşaklara aktarıldığı, geçmişle aramızda köprüler kuran ve dünyanın tarihteki yolculuğunu gösteren özel mekanlar olduğunu vurguladı.

 

Kamçı, müzelerin turizmi geliştirme çalışmaları içerisinde önemli ve öncelikli bir alan olduğunu, Gaziantep’te son yıllarda çok sayıda müze açıldığını, açılan müzelerin Gaziantep’in sanayi ve ticarette kaydettiği gelişmeyi turizm alanında da gerçekleştirmesine önemli katkı yapacağını vurguladı.

 

Kamçı, Zeugma Mozaik Müzesi’nin Gaziantep için çok önemli bir yatırım olduğunu vurguladı.

 

Gaziantep İl Kültür ve Turizm Müdürü Salih Efiloğlu da konuşmasında, yatırım bedelinin 40 milyon liranın üzerinde olduğunu vurguladığı Zeugma Mozaik Müzesi ile Gaziantep’in ”muhteşem” diye tarif edilecek güzellikte ve zenginlikte bir müzeye kavuşmuş olacağını ifade etti.

 

Gaziantep’te turizmi geliştirme çalışmalarının ”yılda bir milyon turist” parolasıyla sürdürüldüğünü kaydeden Efiloğlu, ”Gaziantep için öngörülen ‘yılda bir milyon turist’ hedefinin ben kolaylıkla aşılabileceğine inanıyorum” diye konuştu.

 

Gaziantep’te İpekyolu üzerinde bulunan Zeugma Mozaik Müzesi’nde bir değil iki mozaik koleksiyonu sergilenecek. Zeugma Mozaik Müzesi’nde, Gaziantep Arkeoloji Müzesi’ni ziyaret edenlere gösterilen Zeugma Mozaikleri Koleksiyonu yanında müzenin depolarında korunan ya da bu yıl bulundukları yerlerden kaldırılan mozaiklerden oluşan Bizans Mozaikleri Koleksiyonu da sergilenecek.

 

Zeugma antik kentindeki kurtarma kazılarında gün ışığına çıkarılan 875 metrekare mozaiğin, Arkeoloji Müzesi’nin yetersiz kalması nedeniyle ancak 520 metrekaresi ziyaretçilere gösterilebiliyor. Zeugma Mozaik Müzesi hizmete açıldığında toplam 875 metrekare olan Zeugma mozaiklerinin tümü teşhir edilebilecek.

 

Zeugma Mozaik Müzesi’nde ayrıca restorasyonu yapılan ve sergilemeye hazır 300 metrekare yüzey alanına sahip Bizans mozaikleri de ziyaretçilerle buluşturulacak. Halen devam eden restorasyon çalışmaları sayesinde aşama aşama ziyaretçilerin ilgisine sunulan mozaik miktarı artacak ve 2 bin 500 metrekareye ulaşacak.

 

Zeugma Mozaik Müzesi’nde, antik yerleşim yerindeki kurtarma kazılarında ulaşılan mozaiklerin yanı sıra sütunlar, sütun başlıkları, çeşmeler, duvar resimleri ve Mars Heykeli de sergilenecek.

 

Projede yer alan ART Restorasyon Müdürü Celal Küçük, mozaik ve diğer eserlerin Zeugma Mozaik Müzesi’ne taşınması ve sergilenmesi konusunda yürüttükleri çalışmalara ilişkin, şu bilgileri verdi:

 

”Zeugma antik kentinde çıkarılan ve restorasyon çalışmalarının ardından Gaziantep Arkeoloji Müzesi’nde sergilenen mozaikleri bulundukları yerlerden kaldırmaya başladık. Bu mozaiklerle birlikte mekanın yetersiz kalması nedeniyle sergilenemeyen Zeugma mozaikleriyle birlikte yeni müzeye götüreceğiz. Ayrıca, Zeugma Mozaik Müzesi’nde sergilenecek Bizans Mozaikleri Koleksiyonunu oluşturan mozaiklerin restorasyonu çalışmamız devam ediyor. Gaziantep Arkeoloji Müzesi’nin arka bölümündeki atölyelerde Bizans mozaiklerini restore ediyoruz.

 

Zeugma antik kentinde gün ışığına çıkarılan ikiz villaları bulunduğu haliyle Zeugma Mozaik Müzesi’nde yeniden ayağa kaldıracağız. Yani Mozaik Müzesi’ne taşıyacağımız eserlerin sunumuna ilişkin de çalışmalar yapıyoruz. Çalışmalar tamamlandığında her şeyin daha güzel olacağına inanıyorum.”

Ntmsnbc, 25.11.2010

VEFASIZLAR!

 

 

İstanbul'un Vefa semtinde bulunan, geçmişi 12. yüzyıla dayanan Molla Gürani Camii'nde taş taş üstünde kalmadı... İşte, Bizans döneminin en önemli kiliselerinden olan Fatih Sultan Mehmet döneminde camiye çevrilen yapıdaki tahrifatın boyutu:

 

- İddiaya göre caminin imamı, 'cemaat çıkarken uygunsuz görünüyor' gerekçesiyle tuvaleti caminin içine aldırdı. Bunun için 'papaz odası' adı verilen bölüm fayans döşenerek tuvalet haline getirildi.

- Özgün detaylar ve bezemelerin üzerleri sıva, boya, kaplama ve halıyla örtüldü.

- Eserin kilise döneminden kalma kapılarından birisi betonla kapatıldı.


Bir heyet oluşturan Vakıflar Genel Müdürlüğü, 1985'ten bu yana UNESCO'nun 'Dünya Kültür Mirası' listesinde bulunan camideki tahrifatı belirlemeye çalışıyor.

 

- İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü'nden Prof.Dr. Zeynep Ahunbay: Orası çevresiyle birlikte felaket bir durumda. Yıllardır denetimsiz bir halde. Bir sanat eserinin içine badana yapılmış. Olacak iş değil.


- Osmanlı ve Bizans tarihi uzmanı Prof.Dr. Semavi Eyice: Yapıdaki oynamaların çok kontrolsüz bir şekilde yapıldığı belli... İbadet yapılan bölümündeki mozaiklerde çok özel figürler vardı. Bu nadide eserlerin mutlaka koruma altına alınması gerekir. 60 yıldır burasıyla kimse doğru düzgün ilgilenmiyor. Birileri burasını ele geçirmiş gibi görünüyor.


- Prof.Dr. İlber Ortaylı: Yapı, Bizans döneminin son örneklerinden biridir. Kilisenin camiye dönüştürülmüş olması, eserin bugüne kadar ayakta kalmasını sağlamıştır. Ancak son 10-15 yılda yapılan yanlış değişiklikler nedeniyle büyük tahribata uğramıştır. Burayı korumak, restore etmek lazım. Müze haline getirilmesi uygun olur.

Akşam, Haber: Bülent Şanlıkan, 24.11.2010



******


MOLLA GÜRANİ CAMİİ RESTORASYONA GİRİYOR

 

 

AKŞAM'ın, Bizans döneminin en önemli kiliselerinden olan ve Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethinin ardından camiye çevrilen Molla Gürani Camii'ni konu alan haberinin ardından Vakıflar Genel Müdürlüğü, esere jet hızıyla duruma müdahale etti. İstanbul bölge Müdürlüğü bünyesindeki heyet tarafından inceleme altına alınan tarihi cami 2011 yatırım programına alındı. Böylece, yapının restorasyonu için düğmeye basılmış olundu. Vefa ve çevresi 1985'ten bu yana UNESCO'nun 'Dünya Kültür Mirası Projeleri' kapsamında yer alıyordu. 


Cami'deki tahribat, heyet tarafından teker teker mercek altına alındı. Halk arasında Kilise Camii olarak bilinen eserin rölöve, restitüsyon çalışmalarına önümüzdeki dönemde başlanacak. Restorasyon çalışmalarında dallarında uzman ekiplerin görev alacağı öğrenildi. Vakıflar Genel Müdürlüğü'nden yapılan açıklamada, 'İlgili koruma kurulunun onayını müteakip onaylı restorasyon projeleri doğrultusunda gerekli restorasyon çalışmalarına başlanılacaktır' denildi.

 

Her yıl binlerce turistin ziyaret ettiği Kilise Camii'nde yaşanan tarih katliamında, iddiaya göre caminin imamı, 'cemaat çıkarken uygunsuz görünüyor' gerekçesiyle tuvaleti caminin içine aldırdı. Bunun için 'papaz odası' adı verilen bölüm, fayans döşenerek tuvalet haline getirildi. Özgün detaylar ve bezemelerin üzerleri sıva, boya, kaplama ve halıyla örtüldü. Eserin kilise döneminden kalma kapılarından birisi betonla kapatıldı.

Akşam, Haber: Bülent Şanlıkan, 25.11.2010



******


BİR TÜRKİYE GERÇEĞİ

 

İstanbul’un Vefa semtinde içine tuvalet yapılmış, kapısı beton ile örülmüş, kiliseden bozma 800 yıllık Molla Gürani Camii’nin restorasyon işi Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün 2011 yılı programına alındı.

 

İlk bakışta çok normalmiş gibi görünüyor. 800 yıllık bir tarihi eser, onu yaşatmak, restore edip ayakta tutmak, ziyarete açmak Vakıfların işi ve bu yapılıyor!


Bu haberi benim için “özel” kılan şey, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün bu işi programına alması için, caminin durumunun Akşam gazetesinin manşetine çıkmış olması.


Elbette buna bakıp “Gazeteler hala bir işe yarıyor” diyerek, haberi yazan muhabir arkadaşımızın başarısı nedeniyle mutlu da oldum.


Ama aynı mutluluğu her ay maaşlarını tıkır tıkır alan Vakıflar görevlileri açısından duyamıyorum.


800 yıllık bir cami. Kıyıda, köşede unutulmuş bir yerde değil, İstanbul’un tarihi semtlerinden birinde, kentin göbeğinde!


Ve bu caminin bu hale geldiğini kamu görevlilerinin görmesi için bir gazetenin manşetinde fotoğrafının yayımlanması gerekiyor!


Demek ki o kurumun hiçbir görevlisi bugüne kadar merak edip de “yahu envanterde böyle bir cami var, gidip bir bakalım ne durumda” dememiş, aklına bile gelmemiş.


Hadi onları bir kenara bırakalım.


Bunca yıldır o caminin önünden kim bilir kimler geçti? Belediye Başkanları, Belediye meclis üyeleri, emniyet görevlileri, muhtarlar, siyasi partilerin il ilçe yöneticileri ve daha kim bilir isminin önünde ne sıfatlar yazılı birçok insan.


Hadi onları da bir kenara bırakalım. O civarda yaşayanlar, o civarda çalışanlar, öğretmenler, memurlar, mimarlar, mühendisler, doktorlar!


Belli ki hiç kimse, bir tarihi eserin o halde olmasını umursamamış.


İşini sevmeyen memurlar, yaşadığı çevrenin durumunu umursamayan insanlar. Türkiye’nin gerçeği bu işte!

Hürriyet, Yazı: Mehmet Y. Yılmaz, 26.11.2010

DOKUNABİLİRSİNİZ!

Yunanistan'ın Atina kentindeki Tactual Müzesi, dünyada görme özürlü ziyaretçilere açık beş müzeden biri. Tactual Müzesi’nin diğer müzelerden temel farkı ziyaretçilerin sergilenen bütün eserlere dokunabilmesi.

 

Müzede Yunanistan’daki diğer müzelerde sergilenen önemli eserlerin birer kopyası bulunuyor. Fotoğrafta doğuştan görme özürlü bir ziyaretçi, 'Milo Afroditi'nin bir kopyasına dokunuyor.

Habertürk, 24.11.2010

5 BİN TÜRK ESERİ DEPODA BEKLİYOR

 

 

İsviçre'de 5 bin Türk İslam eserinin ödenek yetersizliği gerekçe gösterilerek Bern Tarih Müzesi'nin depolarında bekletildiği bildirildi.
 

Almanya doğumlu Türk Arkeolog Dr. Bilgehan Köhler, İsviçre'nin başkenti Bern'deki Tarih Müzesi'nde yaptığı araştırmalarda müzenin depolarında Türk-İslam sanatına ait 5 bin eser bulunduğunu ancak bu eserlerin ödenek yetersizliği gerekçe gösterilerek sergilenmediğini ve depolarda bekletildiğini söyledi.

 

Bu eserlerin dünyaca ünlü bir Türk-İslam eserleri koleksiyoneri Henri Moser (1844-1923) tarafından Türk İslam coğrafyasındaki ülkelerden toplandığını belirten Köhler, şöyle devam etti:

“Sanayici bir ailenin oğlu olan Henri Moser, 21 yaşında Türkiye'ye ve Türklerin yaşadığı ülkelere giderek o ülkelerde çalışır. Orta Asya Türk ülkelerinde çalışırken toplamış olduğu sanat eşyalarını bir müze haline getirir.

 

Henri Moser ölmeden önce sahip olduğu 5 bin eseri, İsviçre halkının Türk-İslam sanat ve kültürünü tanıması amacıyla Bern Tarih Müzesi'ne bağışlar. Bu serginin mali bağlamda desteklenmesi için de bir vakıf kurar.

 

Moser, Bern Tarih Müzesi'nde topladığı bu eserleri ölmeden bir yıl önce 1922 yılında sergiler. Bu eserler zaman içerisinde dünyanın başka şehirlerinde de sergilenir.

 

Moser'in kurduğu bu vakıf ona ait bu eserlerin Bern müzesindeki mali desteğini sağlayacaktı. Fakat Henri Moser Vakıfı'nın zaman içinde kapanması ve mali yetersizlikler nedeniyle müzedeki eserler sergiden kaldırılarak müzenin deposuna kilitlenmiş. Yıllardan beri depoda unutulan bu eserlerin yeniden sergilenmeye başlanması, Avrupa insanının Türk İslam sanatını tanıması açısından son derece önemli.”

 

Dr. Bilgehan Köhler, Moser'in Türk İslam coğrafyasındaki ülkelerden topladığı 5 bin eserden oluşan sergisinin, Bern Tarih Müzesi'nde ilk olarak 88 yıl önce açıldığını kaydederek, söyle devam etti:

 

“1922 yılında açılan bu sergi 1969 yılına kadar açık kalmış. Henri Moser Vakfı'nın kapanmasının ardından sergi 20 yıl sonra Henri Moser'in yeğeni Roger Nicholas Balsiger'in gayretleri ile 1989 yılında yeniden açılmış ve 2003 yılında tekrar kapatılmış. Ödenek yetersizliği gerekçe gösterilerek 7 yıldan beri açılmayan serginin yeniden açılması halinde İsviçre ve Avrupa'da yaşayan Türklerin bu sergiye büyük ilgi göstereceğini ümit ediyorum.

 

Türk İslam eserleri sergisinin yeniden açılması, Avrupa'ya Türk İslam kültürünü tanıtma ve kültürler arası etkileşimi hızlandırması açısından da ayrı bir önem arz ediyor.”

Hürriyet, 24.11.2010




TARİHİ MEZARDA YENİ TÜNELLER BULUNDU: 3 GÖZALTI

 

  

 

Muğla'nın Milas İlçesi'nde, jandarmanın bu sabah saatlerinde beş ayrı noktaya gerçekleştirdiği eş zamanlı operasyonda yüzyılın arkeolojik buluntusu olarak nitelendirilen Karya Satrabı Hekatomnos'un mezarına 50 metre uzaklıkta yeni tüneller bulundu. Jandarma olayla ilgili 3 kişiyi gözaltına aldı.


Milas'ın Hisarbaşı Mahallesi'nde ilk olarak soyguncuların bulduğu Karya Satrabı Hekatomnos'a ait olduğu sanılan anıt mezar çevresinde Milas Jandarma Komutanlığı ekipleri bu sabah operasyon yaptı. Operasyonda üç kişi gözaltına alınırken, ana mezara ulaşmak için kullanıldığı anlaşılan tüneller ve kazıda kullanılan gereçlere el konuldu.


Jandarma istihbarat ekipleri Türkiye gündemine oturan kral mezarı soygununda, yeni kazılar yapacağı bilgisine ulaştı.


Karya Krallığı döneminde yöneticiler ve yöneticilerin akrabalarının gömüldüğü bölge sanılan Hisarbaşı Mahallesi'nde bir süre önce soyguncular Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın 'Yüzyılın arkeolojik buluntusu' olarak nitelendirdiği eşsiz güzellikte bir lahit bulundu. Bölgede kamulaştırma çalışmaları devam ederken kazılarla bağlantılı olduğu belirlenen kişiler tutuklanarak cezaevine gönderildi.


Yayın organlarından bölgenin zengin bir tarihi varlık bulundurduğunu öğrenen bazı ev sahipleri, mezarın bulunduğu noktaya ulaşmak için kazı yapmaya başladı. Kazılar hakkında bilgi alan jandarma ekipleri bu sabah saatlerinde beş ayrı noktaya operasyon yaptı. Operasyonda A.E., M.Y. ve E.D. isimli şahıslar gözaltına alındı. Kazılarda kullanıldığı anlaşılan kazma, kürek, merdiven gibi gereçlere de el kondu. Bu arada kazı yapılan evde misafir olarak kaldığını öne süren konuşma ve işitme engelli E.D.'yle jandarma ekipleri arasında diyalog ilginç görüntüler oluşturdu.
Kaçak kazılarla ilgili soruşturma başlatıldı.

Türkiye Gazetesi, Haber: Mutlu Hazer, 23.11.2010

1700 YILLIK MUMYANIN ESRARI

 

Bilim insanları, 1700 yıllık bir mumya üzerinde yaptıkları çalışmada beklenmedik bir gelişmeyle karşılaştı. Cinsiyetini belirlemek için X-ray taramasına sokulan mumyanın, vahşice öldürüldüğü anlaşıldı. Bilim insanları şimdi, mumyanın nasıl öldürüldüğünü anlamaya çalışıyor.

 

 

MS 350 yılında yaşadığı düşünülen bir çocuğa ait mumya üzerinde yapılan testler geçtiğimiz hafta sonu başladı. Bilim insanlarının amacı, mumyanın cinsiyetini belirlemeye çalışmaktı.

 

İngiltere’nin Essex bölgesindeki Saffron Walden Müzesi’nde bulunan çocuk mumyanın geçmişte erkek olduğu düşünülüyordu. Ancak yeni incelemeler bu düşüncenin yanlış olabileceği gibi, mumya hakkına önceden fark edilmemiş bir detayı gözler önüne serdi.
 

X-ray taramasına sokulan çocuk mumyanın kafatasında meydana gelen çatlaktan öldüğü ve ölmeden önce köprücük kemiğinin kırıldığı anlaşıldı.

 

Araştırmada yer alan röntgen uzmanı Halina Szutowicz, çocuğun öldürülmüş olduğunu düşündüklerini belirtti. Szutowicz, çocuğun bir kaza sonucu da ölmüş olabileceğini ancak bunun kesin olmadığını söyledi.

 

Bilim insanları sürdürülen testler tamamlanmadan çocuğun neden öldüğü hakkında kesin bir şey söylemeyeceklerini söyledi. Diğer yandan, East Anglia Üniversitesi’nden Dr. Christina Riggs, en son 17 yıl önce incelenen ve o zaman erkek olduğuna karar verilen mumyanın cinsiyetinin aslında kız olduğunu belirtti.

 

Riggs, çocuğun mumyalanmasında kullanılan sargıların, antik Mısır’ın başkenti Thebes’te o dönem kız çocukları için tercih edildiğine dikkat çekti. Ayrıca, mumyanın dişleri, bilekleri ve leğen kemiklerinin incelenerek yaş ve cinsiyetinin kesin olarak belirlenmesi bekleniyor.

Hürriyet, 23.11.2010

İSVEÇ'TE 'ŞEKER' İLGİSİ

 

İsveç’te küçük çapta bir koleksiyoner, elinde bulunan tabloyu 200-300 TL’ye satmayı beklerken, “Şeker Ahmet Paşa” olarak bilinen Ahmet Ali Paşa’ya ait olduğu anlaşılan tablo açık artırmada 242 bin dolara (357 bin TL) satıldı.

 

Landskrona kentinde düzenlenen açık artırmada tabloya yoğun bir ilgi oldu. En az 56 kişi telefonla müzayedeye katılarak tabloyu satın alabilmek için yarıştı. 

Milliyet, 23.11.2010

TARİHİ ESER ÇETESİ SATA SATA BİTİREMEDİ

 

Özgen Acar’ın çok önemli bir özelliği vardır; Türkiye’nin tarihsel ve kültürel mirasının korunması ve kaçırılan eserlerin geri getirilmesi konusunda yıllarca süren araştırma ve çalışmalar yapması, ‘Karun Hazinesi’ ile ‘Elmalı Definesi’nin yurda getirilmesinde Dışişleri’ni yönlendirmesi...

 

Acar yıllardır bu konuları Cumhuriyet’te yazdı. Tarihi eserler konusunda dünyada tanınan bir uzman-gazeteci...


Pazar günü ‘Sabah’ta Abdurrahman Şimşek’in, tarihi eser soygunları ile ilgili önemli bir haberi vardı. İstanbul Mali Şube Müdürlüğü’nün, 15 ay süren operasyonuyla Cumhuriyet tarihinin en büyük tarihi eser kaçakçılığı çetesi ele yine ortaya çıkarılmış. 35 kişi, Emniyet’in muhbirleri sayesinde yakalanmış... ‘Tarihi eser çetesi’nin liderleri arasında Aziz Telliağaoğlu, Karkamış definesini kaçıran Fuat Üzülmez ve Fuat Aydıner de bulunuyor. Çetenin kaçırmaya çalıştığı eserlerin sayısının 1700’ü bulduğu ve bunların dış piyasa değerinin 500 milyon lira olduğu belirtiliyor.


Çoğu Mardinli olan bu isimler Münih üzerinden çalışıyorlar.


Bu konu çok geniştir; herkes birbirini tanır. Türkiye son yıllarda ‘uyanık’ davranmaya başlamıştır. Yoksa giden gitmiştir.


Karun Hazinesi ile ilgili araştırmanın 17 yıl, Elmalı Definesi’nin ise 4 yıl sürdüğünü bildiren Özgen Acar’a, bu tarihi değerlerin nasıl talan edildiğini sormaya kalkmadan şunu söyledi:
“Sabah Gazetesi’nin haberindeki adların hiçbiri benim için yeni değil... Gazeteye yansıyan fotoğraflarda görülen nesneler de çok sıradan. Türkiye’de bu işin yapanlar ‘kremanın da kreması’ kişiler. Adı verilenler arasında metal dedektörle define arayanlardan tutun da yerel patronlara; malı yurtiçinde taşıyanlardan, gümrüklerde rüşvet verip malı yurtdışına çıkaran ‘jokeylere’ kadar çeşitli kişiler var.
 

Haberde sikkeleri kozmetik kremler içinde havaalanından çıkaranların da bulunduğu bildiriliyor. Bu basit bir yöntem... Bir tonluk heykel ‘oyuncak kalıbı’ ya da Perge’den dört tonluk ‘çelenkli lahit’ de İstanbul Atatürk Havalimanı’ndan kaçırıldığına göre bu yöntem bu örneklerin yanında çocuk işi kalıyor.


‘Yüzyılın definesi’ diye bilinen ‘Elmalı Definesi’nin kaçırılışının mimarları da bu kişiler arasında yer alıyor. Bu defineden bir gümüş sikke 600 bin dolara satılarak dünya rekoru kırmıştı.
 

Ancak aynı kişiler daha sonra ‘Kargamış Definesi’ni yurtdışına da kaçırmışlardı. Hatta bu ikincisinden aynı nitelikli bir sikke Chicago’da 1.5 milyon dolara satılmış, ayrıca bir Yunan Bankası, Atina Nümizmatik Müzesi için iki adet satın alarak, kendilerinde bulunmayan bu ‘zafer sikkesi’ ile tarihlerinin zenginliğinin sergilenmesini sağlamıştı.


Bu insanların bu tür büyük olaylarda değil de bu kadar basit eserlerle yakalandıklarını anlamak çok güç! Herhalde ‘hakkı verilmeyen’ bir muhbir ‘intikam’ aldı!”

Hürriyet, Yazı: Yalçın Bayer, 23.11.2010

KUTSAL TOPRAKLARDA ROMA KALINTILARI

 

Kudüs’te 2 bin yıllık Roma hamamına ait kalıntılar bulundu.

 

MS 70 yılında Kudüs’ü yıkan Romalılar bölgede bir Roma şehri kurmuşlardı. Fakat şehre ait elde pek de kanıt bulunmuyordu.

Roma şehrine ait ender kanıtlar arasına giren Roma hamamı kalıntıları bu sebeple ayrı bir önem taşıyor.

Trt/Haber, 23.11.2010

GÖZ KAMAŞTIRDI!

 

 

1902’de İtalyan mimar Raimondo D’Aranco tarafından yapılan ve iki yıl önce uluslararası ihaleyle restorasyon çalışmasına başlanan Mısır’ın İstanbul Başkonsolosluğu’nun bulunduğu yalı, yenilenen yüzüyle göz kamaştırıyor.

 

Bebek’te Mısır’ın İstanbul Başkonsolosluğu’nun bulunduğu tarihi yalıda denize doğru kayma olduğu ve onarım ihtiyacı gerekçesiyle iki yıl önce başlatılan restorasyon çalışmalarında sona gelindi. Türkiye’nin en önemli tarihi yapılarını onaran mimar Süreyya Saruhan’ın restorasyon çalışmasını yürüttüğü yalı, bir asır önceki ilk haline dönüştürüldü.


Mısır’ın İstanbul Başkonsolosluğu’nun bulunduğu yalı, deniz cephesinden üç, cadde cephesinden iki katlı kagir bir bina. Tarihi kayıtlara göre, aynı yerde yapılmış üçüncü yapı olan bu yalıda önce, Sultan III. Ahmed’in Kadıaskerlerinden Dürrizade Arif Efendi yaşıyordu ve Lale Devri’nin ünlü yapılarındandı. Bina daha sonra Sultan II. Mahmud’un sadrazamlarından Rauf Paşa’nın yalısı olarak kullanıldı.


Yalı son olarak 1902’de İtalyan mimar Raimondo D’Aranco tarafından Hıdiv Abbas Hilmi Paşa’nın annesi, Hıdiv Tevfik Paşa’nın eşi Emine Hanım için yeniden inşa ettirildi. Valide Paşa’nın ölümünden sonra Mısır Hükümeti’ne kalan yalı, Mısır Konsolosluğu büroları ve çalışanların evi olarak kullanılıyordu.

Yıllar içinde eskiyen ve denize kaydığı için tehlike arz eden ahşap binanın restorasyonu için 2007’de açılan uluslararası ihaleyi Saruhan Mimarlık kazandı. Mimar Saruhan, çalışmaların son durumu hakkında Milliyet’in sorularını yanıtladı. Restorasyon çalışmalarının tüm hızıyla devam ettiğini ve yılbaşında yalının teslim edileceğini anlatan Saruhan, şu bilgileri verdi:


“1899’da yapımına başlanmış, 110 yaşında bir binayı restore ediyoruz. Restorasyonu için 38 firmanın katıldığı uluslararası bir ihale yapıldı. Proje ihalesini kazandık, aynı zamanda projeyi baştan aşağı biz hazırladık ve danışmanlığını yaptık. Mısır’ın temsilciliğini yürüttük. Binanın tüm hasarlarını çok iyi tespit ettik. Ondan sonra Koruma Kurulu onayları alındı. Binanın ruhsatı 2008’de alındı ve  ihale açıldı, aynı yıl inşaata başlandı.”


Binanın yıkılma tehlikesi olmadığını ancak tedbir alınması gerçeğiyle hareket edildiğini anlatan Saruhan, binanın temelinden itibaren yenilendiğini, çürüyen ahşap yapının yerine yenilenen binada tüm orijinal süslemelerin de ortaya çıkarıldığını anlattı. 

Saruhan, “Binanın denize kayması durduruldu, düzeltildi, 1901’deki haline geri döndürüldü. İç dizayn çalışmalarının ardından yılbaşında binayı teslim edeceğiz. Teknolojik olarak ise altyapısında aydınlatma ve ısıtma olarak yenilendi ve en son teknolojiyle donatıldı. Maliyeti ve kullanılan teknikler teslimatta açıklanacak” diye konuştu.

Milliyet, Haber: Şükran Pakkan, 23.11.2010

UZUNCABURÇ ANTİK KENTİ İLGİ BEKLİYOR

 

Mersin’in Silifke İlçesi'ne bağlı Uzuncaburç beldesinde günümüze kadar ayakta kalan zengin yapıları ile dikkat çeken ‘Uzuncaburç Antik Kenti’nin, tanıtım eksikliği nedeniyle yeterli ilgiyi görmediği bildirildi.

 

Bölgenin en önemli tapınağı niteliği taşıyan ve kurulduğu dönemlerde Silifke ile Erdemli ilçeleri arasındaki çok sayıda yerleşim yerinin merkezi olarak bilinen Uzuncaburç, kendine has özellikleriyle dikkati çekiyor.

 

Silifke Müzesi yetkililerinden alınan bilgiye göre, geçen yıl bin 629′u yabancı 5 bin 799, bu yılın 10 ayında ise bin 927′si yabancı 6 bin 119 kişinin ziyaret ettiği antik kentle aynı adı taşıyan beldede oturan halk, yöreye gelen turistlere yaptıkları hediyelik eşyaları satarak aile bütçesine katkı sağlıyor. Köylüler, bölgenin önemli bir turizm merkezi haline geleceğini günü bekliyor.

 

Uzuncaburç Dayanışma Kalkındırma Turizm ve Kültür Derneği Başkan Yardımcısı Mehmet Ünver, AA muhabirine yaptığı açıklamada, yörenin kültürel ve tarihi açıdan oldukça zengin olduğunu ancak, yeterince tanıtılmadığını savunarak, ‘Uzuncaburç, görkemli yapısının yanı sıra tarihiyle de keşfedilmeyi bekleyen hazine gibi. Bunun ortaya çıkarılıp Türk turizmine kazandırılması gerekiyor’ dedi.

 

Bölgede yapılacak arkeolojik kazı çalışmasının antik kentin gerek ulusal gerekse uluslararası alanda daha iyi tanımasında etkili olacağını belirten Ünver, Uzuncaburç’un bir Kızkalesi, Cennet-Cehennem veya Kanlıdivane antik kentine göre iç kesimlerde kaldığı için yeterince bilinmediğini, ancak yine de Türkiye’nin yanı sıra çeşitli ülkelerden ziyaretçilerin geldiğini kaydetti.

 

Uzuncaburç’un Türkiye’deki birçok antik kentten daha görkemli yapıya sahip olduğunu öne süren Ünver, ‘Uzuncaburç’un hem turizmde hak ettiği yere gelmesi, hem de turizmden hak ettiği payı alması için gerekli çalışmaların hızlı bir şekilde yapılması gerekiyor. Kazı çalışması, müze, turistik tesis gibi uzun vadede yapılacak çalışmalarla bölge turizmin göz bebeği haline gelebilir’ diye konuştu.

 

Uzuncaburç’ta uzun yıllar rehberlik yapan Hamza Şimşek de, antik kente yerli ve yabancı turistlerin yanı sıra arkeolojik alanda çalışma yapan bilim çevrelerinin de ilgi gösterdiğini söyledi.

Uzuncaburç’a ilk defa gelenlerin hayranlıklarını dile getirdiklerini ifade eden Şimşek, ‘Silifke ilçe merkezinden gelip de ilk defa gördüklerini söyleyenler de oluyor. Yabancılar ise burayı ya internet aracılığıyla ya da eş dost tarafından paylaşılan yazı ve fotoğraflar sayesinde tanıdıklarını söylüyorlar. Oysa, bu değerli tarih hazinesinin kapsamlı bir şekilde tanıtılması gerekir’ dedi.

 

- UZUNCABURÇ-

Mersin’in en önemli ve en iyi korunmuş tarihi kalıntılarının bulunduğu Uzuncaburç Antik Kenti, Silifke İlçesinin 30 kilometre kuzeyindeki Uzuncaburç beldesinde yer alıyor. Hellenistik çağda merkezi Uzuncaburç’un 4 kilometre doğusundaki Olba (Ura) Krallığı’nın ibadet yeri olan Uzuncaburç yerleşim yerinin, Roma döneminde, MS 72 yılında İmparator Vespasianus zamanında Olba’dan ayrılarak Diocaesarea adıyla özerk, kendi adına para basabilen yeni bir site durumuna getirildiği belirtiliyor.

 

Diocaesarea’daki Zeus Tapınağı, burç ve piramit çatılı anıt mezar Hellenistik, sütunlu cadde, tiyatro, tören kapısı, Çeşme, şans tapınağı ve zafer kapısının Roma döneminden kalma yapılar olduğu, 5′inci yüzyılda Hıristiyanlığın yörede gelişmesi ile Zeus Olbios Tapınağı’nın kiliseye dönüştürülüp, ayrıca, yeni kiliseler de yapıldığı ifade ediliyor.

 

Bizans döneminin ardından 1071′de Türklerin Anadolu’ya girmesiyle Türk çağının başladığı kente şehrin sembolü olan yüksek burçtan dolayı ‘Uzuncaburç’ adını verdiği kaydediliyor.

haberler.com, 22.11.2010

ŞEMDİNLİ'DE TARİH YOK OLUYOR

 

Hakkari’nin Şemdinli İlçesi’nde bulunan Nehri Köyü’ndeki tarihi Kelat ve Kayme sarayları ilgisizlikten dolayı yok olmakla karşı karşıya. Yetkililer, restorasyon için proje hazırlandığını belirtseler de, şimdiye kadar herhangi bir adım atılmamış.


Bölgenin yakın tarihinde çok önemli bir yere sahip olan ve Saadei Nehri olarak bilinen Nakşibendi Seyit ailesinin yerleşim yeri olan Nehri Köyü’nde bulunan tarihi Kelat ve Kayme sarayları sık sık gündeme gelmesine rağmen, ilgisizlikten her gün biraz daha yok oluyor. Tarihte Şeyh Ubeydullah İsyanı (1880) olarak bilinen ve isyanının öncüsü olan Şeyh Ubeydullah’ın oğulları Şeyh M. Sıdık ile Seyit Abdullah tarafından 1890 -1910 tarihleri arasında yaptırılan ve çok ince ustalıklarıyla dikkat çeken, dış cepheleri kesme taşlardan örülmüş her iki saray da günümüzde büyük ölçüde yıkılmış durumda.


Şeyh Mehmet Sıddık tarafından yaptırılan tarihi Kelat Sarayı, dikdörtgen planlı ve üç katlı olarak inşa edilmiş, yakın zamana kadar ayakta kalabilen kemerli ve oldukça gösterişli girişi ile de dikkat çekiyor.
 

Kayme Sarayı ise Şeyh M. Sıdık’ın kardeşi Seyit Abdullah tarafından yine kesme taşlardan iki katlı olarak inşa edilmiş. Kelat Sarayı’nın kuzey cephesinde bulunan girişinin iki tarafında bulunan kitabelerde sülüs yazı ile bulunan 1909-1911 tarihleri sarayın bu tarihlerde inşa edilmiş olabileceğini gösteriyor. Kelat Sarayı’nın yakın zamana kadar ayakta kalan gösterişli girişinden geriye bugün sadece yıkıntılar kalmış. Köylülerden edindiğimiz bilgilere göre Kelat Sarayı’nın cephesini kaplayan kesme taşlar, 1990’lı yıllarda askerler tarafından sökülerek götürülmüş. Tarihi saraydan geriye ise batı cephesini kaplayan birkaç kemerli pencere ve kuzey cephesinde bulunan giriş kısmı ayakta kalmış durumda.
 

Hakkari İl Özel İdaresi yetkililerinden Salman Kaya, söz konusu tarihi yapıların restorasyonu için Kültür Bakanlığı’nın bir proje hazırlayarak, ihaleye sunulması için kendilerine gönderdiğini belirtti. Projeye göre restorasyonun 240 gün süreceğini dile getiren Kaya, “Biz de 16 uzman kişiye davetiye göndererek, yapılacak ihaleye katılmalarını istedik. Fakat sadece bir kişi olumlu cevap verdi. İhalenin gerçekleşebilmesi için ise en az 3 kişinin katılması gerekiyor. Bunun için projeyi hayata geçiremedik. Bayram tatilinin ardından ihalenin şarlarının oluşması için yeniden uzman kişilere davetiye göndereceğiz” dedi. İhalenin yapılması halinde projeyi Diyarbakır Rölöve ve Anıtlar Müdürlüğü’ne göndereceklerini dile getiren Kaya, Anıtlar Müdürlüğü’nün projeyi yaşama geçireceğini söyledi.
 

İHD Hakkari Yönetim Kurulu Üyesi Emin Sarı ise uzun yıllardan beridir Nehri’deki tarihi mirasın korunması konusunda projelerden bahsedildiğini, ancak somut hiçbir gelişmenin yaşanmadığının altını çizerek, projelerin göz boyamadan başka bir şey olmadığını söyledi. Sarı, “Eğer İl Kültür Müdürlüğü ciddi ise restorasyon çalışmalarından önce yapıları koruma altına almalıdır. Bu önemli kültür mirası gözden çıkarılmış durumdadır. Başbakan Kosova’da Osmanlı’dan kalma tarihi yapıların restorasyonu konusunda çalışma başlatacaklarından bahsediyordu. Bu açıklamalar bile devletin ve AKP’nin bu konuda milliyetçi bir yaklaşım içinde olduklarını gösteriyor. Kürt tarihine mal olmuş tarihi miras bu ülkenin ortak mirasıdır onları görmüyor, ama Kosova’daki Osmanlı mirasına sahip çıkıyorlar” dedi.


Şemdinli Belediye Başkanı Sedat Töre ise hükümetin tarihi miras üzerindeki vesayetinden dolayı kendilerinin de hiçbir şey yapamadıklarını belirterek, “Kültür Bakanlığı’nın bu konudaki duyarsızlığı ve yine sistemin bölgedeki tarihi zenginliğin ortaya çıkarılması konusundaki tereddütleri nedeniyle maalesef bu tarihi zenginliğimiz gözümüzün önünde yok olup gitmektedir. Türkiye’de tabiat ve kültür varlıklarının korunması merkezi idarenin tekeline alınmış olup bu tür yerlerde iyi niyetli herhangi bir girişim dahi cezai müeyyidelere bağlanmıştır. Bu nedenle yerel yönetimler ve diğer sivil inisiyatiflerin bu konudaki çalışmaları da engellenmektedir” dedi.

 

Eski bir yerleşim yeri olan Şemdinli’de Sümerler, Urartular ve Asurların uzun süre yaşadıkları anlaşılıyor. Bölge, daha sonra Med, Babil, Pers, Makedonya ve Seleukosların eline geçti. Hz. Ömer döneminde Müslüman birliğine katılan Şemdinli, Yavuz Sultan Selim’in 1514 Çaldıran Seferi’nden sonra Osmanlı egemenliğine girdi. Nehri Köyü’ne 4 kilometre mesafede Şemdinli Deresi üzerinde kurulan Taş Köprü (Pira Bigirde) yüksek dağların arasında derin bir vadide yer alıyor. Pira Bigirde’nin 19. yüzyıl sonlarında inşa edildiği tahmin ediliyor. Kelat Sarayı’nı yaptıran Seyyit Mehmet Sıddık tarafından yaptırıldığı belirtilen köprünün at ve yaya geçişleri için yapıldığı biliniyor. Bir diğer tarihi mekan ise Şemdinli İlçesi Yayla Mahallesi’nde bulunan Nasturilerin temel kilisesi Dera Reş ve Betkar Köyü'nde bulunan Betkar Kilisesi.

Evrensel, Haber: Sami Yılmaz, 22.11.2010

'ORMANCI' TÜRKÜSÜNÜN DEĞİRMENİ RESTORE EDİLDİ

 

 

Muğla’nın Gevenes Köyü'nde (Çaybükü) bulunan 150 yıllık tarihi su değirmeni restore edildi. 1946 yılında ‘Ormancı' türküsünün yakıldığı Gevenes Köyü'nde bulunan ve türküde adı geçen tarihi değirmen, İstanbul Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi mezunu Hasan Şimşek tarafından 10 yıllığına Muğla İl Özel İdare'den kiralandıktan sonra restore edilerek, ziyaretçilerin ve turistlerin hizmetine açıldı. Restoran olarak da hizmet verecek tarihi değirmende ayrıca Muğla'ya özgü folklorik bebekler, biblolar ve oyuncaklar üretilecek.

Hasan Şimşek, Belen değirmeninin çevre düzenlenmesi ve restorasyonunu yaparken birçok zorluğa göğüs gerdiklerini belirtti. Köy halkının çok destek verdiğini anlatan Şimşek, şöyle dedi:
“Tasarımları bize ait olan folklorik bebek, biblo ve oyuncakları köyümüzde bulunan ev hanımları ve kızlarımıza öğretmeyi düşünüyoruz. Böylece onların ev ekonomisine katkı sağlamalarını amaçlıyoruz. Amacımız tarihi değerlerimizin tanıtımını yaparken o yörenin tarihi değerlerini korumak. Belen değirmeni şu ana kadar halkamız tarafından yeterince bilinmemekteydi. Bu tarihi değirmenin tanıtımının yapılması hepimizin görevi olmalıdır. Ben tüm Muğlalılardan bu konuda yardım ve destek bekliyorum.”

Şimşek, Gevenes Köyü'ndeki olay sonrası ‘Ormancı' türküsünü yazan ve Tahir Erdinç’in heykelini de değirmenin önüne koyacaklarını söyledi.

TÜRKÜNÜN ÖYKÜSÜ
Gevenes Köyü'nde 1922 yılında dünyaya gelen Mustafa Şahbudak, ağa çocuğudur. Köy Muhtarı Tevfik Cezayirli, Mustafa’nın en yakın arkadaşıdır. Bu ikili her akşam köy kahvesinde “dama” oynar ve oyun kahvehanedekiler tarafından ilgi ile izlenir. 1946 yılının Temmuz ayında, Mustafa Şahbudak ve Muhtar Tevfik Cezayirli, yine dama tahtasının başına oturur. Oyunun yarısında “Sarı Memet” lakaplı Orman Memuru Mehmet İn, çıkagelir. Mehmet, sarhoştur.

Bir gün önce, komşu Çiftlik Köyü’nde yangın çıkmıştır. Orman memuru, yangın evrakının götürülmesi için muhtardan bekçiyi ister. Muhtar ise bekçinin başka bir işi olduğunu söyler. İkili arasında tartışma başlar. Ormancı, dama masasını devirir. Mustafa Şahbudak ise buna sinirlenerek ormancıyı tartaklar. Halk araya girerek ormancıyı kahvehanenin arkasına götürür. Ancak ormancının burada da küfürlerine devam etmesi üzerine Mustafa Şahbudak, ormancının üzerine yürür. Bu arada kamasını çeken ormancı Şahbudak'ı kolundan yaralar. Bunun üzerine silahını çeken Şahbudak ateş eder. Ormancı kaçmaya başlar, Şahbudak bir kez daha ateş eder. Ancak bu sırada araya giren muhtar Tevfik vurulur. Zor koşullarda Tevfik'i hastaneye götürürler, ancak muhtar kan kaybından ölür. Tevfik mezara, Mustafa hapishaneye girmiştir. Orman memuru Mehmet İn, bu olaydan sonra tayin ister ve başka bir köye atanır. Dört yıl hapiste yatan Mustafa da çıktıktan sonra köyde kalamaz ve Muğla'ya yerleşir.

Radikal, Haber: Cavit Yıldırım, 22.11.2010

TAŞHAN'DAN BAŞINA TAŞ DÜŞTÜ

 

 

Sivas'ta kaldırımda yürürken restorasyona alınan tarihi Taşhan’ın çatı kısmından başına taş düşen 52 yaşındaki Recep Ceylan yaralandı. Kanlar içinde yere yığılan Ceylan ambulansla hastaneye kaldırılırken, vatandaşlar restorasyon çalışmalarının devam ettiği Taşhan’ın etrafında güvenlik şeridinin olmamasına tepki gösterdi.


İşçi emeklisi Recep Ceylan fatura ödemek için gittiği bankanın öğlen tatiline girdiğini görünce, vakit geçirmek için Atatürk Caddesi’nde yürümeye başladı. Ceylan’ın kaldırımda yürüdüğü sırada başına kısa bir süre önce Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nce restorasyona alınan tarihi Taşhan’ın çatı kısmından taş düştü. Ne olduğunu anlamayan Ceylan kanlar içinde yere yığıldı. Etrafta bulunanların çağırdığı ambulansla Sivas Devlet Hastanesi’ne kaldırılan Recep Ceylan tedavi altına alındı. Ceylan’ın sağlık durumunun iyi olduğu ancak bir süre gözetim altında tutulacağı belirtildi.

Olayın şokunu yaşayan Recep Ceylan, “Herkes gibi ben de kaldırımda yürüyordum. Bir anda ne olduğunu anlamadım. Acı içinde kendimi yerde buldum” dedi. Olay sonrası Taşhan’daki çalışmaların durduğu, ancak etrafta herhangi bir güvenlik önlemi alınmadığı görüldü. Etrafta bulunan vatandaşlar., çalışmalar esnasında Taşhan’ın çevresinde güvenlik önlemi alınmamasına tepki gösterdi.

Sivas’ta Atatürk Caddesi üzerinde bulunan ve 19’uncu yüzyılın ortalarında tüccarlar tarafından yapıldığı bilinen Taşhan’ın, restore edilerek kent turizmine kazandırma çalışmalarına kısa süre önce başlanmıştı.

Radikal, Haber: Hilal Özdemir, 22.11.2010

8 YIL ONARDILAR, KAİDEYİ UNUTTULAR

 

 

Yıllardır altındaki 'gizli hazine'yle gündeme gelen İstanbul Sultanahmet semtindeki tarihi Çemberlitaş Anıtı, 8 yıl süren onarım çalışması tamamlandıktan 11 ay sonra yeniden restorasyona alındı. Yeni Şafak, yakınından geçen tramvayın neden olduğu titreşim nedeniyle Çemberlitaş'ın yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu 3 yıl önce duyurmuştu. Anıtlar ve Müzeler Müdürlüğü Restorasyon ve Konservasyon Merkez Laboratuarı Müdür Yardımcısı Güven Gökçe'nin 2002 yılında ve Prof.Dr. Müfit Yorulmaz'ın 2003 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne sundukları 2 raporda, mermer kaidenin 5 yılda 35 santim batıya kaydığı belirtilmişti.

 

Gökçe raporda, sütunun yanındaki tramvay yolunda araç geçerken oluşan titreşimlerin taşlara zararlı olduğuna işaret etti. Bunun üzerine Büyükşehir Belediyesi, raylara titreşimi önleyici kauçuk yerleştirdi. 2002'de başlayan restorasyon ise, ağırlığı tonlarla ifade edilen mermer başlığa bir çözüm getirilmeden yaklaşık 11 ay önce tamamlandı. Prof.Dr. Yorulmaz'ın kayan sütun başlığını düzeltmek için 'vinçlerle yere indirilmeli ve tabanda güçlendirme çalışması yapıldıktan sonra yerine doğru olarak yerleştirilmeli' şeklindeki önerisi restorasyonda uygulanmadı. 2002'de başlanan restorasyonda, sütunun çatlakları onarıldı, soğan kısmındaki derzler tamamlandı. Kırılmış, çökmüş ve yamalanmış bölümler söküldü, yeni granitlerle bordür ve kaplamalar yapıldı. Ancak, tarihi sütun restorasyondan 11 ay sonra geçtiğimiz günlerde yeniden bakıma alındı. Yapının, çevre düzenlemesi ile soğan kısmı yeniden onarılacak.

 

MS 330 yıllarında İmparator I. Konstantin onuruna, İstanbul'un 7 tepesinden biri olan Çemberlitaş semtine yaptırılan tarihi sütun, semavi dinler adına yapılan ilk eser olarak biliniyor. Çemberlitaş, 1143-1180'li yıllar arasında yaşanan bir kasırga nedeniyle ağır hasar aldı. Dönemin imparatoru Manuel Comnenos tarafından tekrar yenilenen kule, ilk yapıldığı zamanki şekline göre biraz değiştirildi. Comnenos, sütunun gövde kısmına "Doğanın tahrip ettiği bu yapıyı aziz Manuel yeniletti" şeklinde yazdırdı. Eser 1700'lü yıllarda Osmanlı döneminde bugünkü şeklini aldı.

Yeni Şafak, Haber: Abdullah Yıldırım, 22.11.2010

RESTORASYON SKANDALI ARAŞTIRILACAK

 

Ankara’nın tarihi mirası Hamamönü’nde AKP’li Altındağ Belediyesi Meclis Üyesi Ali Gökşin’in restore etmek adına aldığı 200 yıllık evi yıkıp yeniden yaptığını ortaya çıkaran haberimiz geç de olsa yetkilileri harekete geçirdi. Kültür ve Turizm Bakanlığı Ankara Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu 3 yıl içerisinde değeri 5 kat artan evi inceleyecek.
Altındağ Belediyesi’nin şair Mehmet Akif Ersoy’un yaşadığı Hamamönü Mahallesi’nde başlattığı “Sokak sağlıklılaştırma ve restorasyon projesi” kapsamında mahallede bulunan tarihi Ankara evleri restore edilmişti. Restore edilecek evlerin büyük çoğunluğunu AKP’li Belediye Meclis üyelerinin satın alması basına “AKP Mahallesi” benzetmesiyle yansımıştı.
Mahallenin eski sakinlerinin gazetemize ulaşmasıyla restorasyonda büyük bir skandal ortaya çıkmıştı. Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü’nün onayladığı proje kapsamında, dönemin Altındağ Belediyesi İmar Komisyonu Başkanı Ali Gökşin’e ait olan Dutlu Sokak 21 numaralı evin restore edilmediği, 200 yıllık evin 2007 yılının Mayıs ayında birkaç gün içinde yıkılarak yeniden yapıldığı mahalleli tarafından belgelenmişti. Evin tarihi değeri olduğu belirtilen ağaç işlemeli tavanının da tamamen ortadan kaybolduğu iddia edilmişti.
 

Hamamönü’nün eski sakinlerinden Abdulhalik Balaban, konuyla ilgili Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Veysel Tiryaki hakkında “görevi kötüye kullanma” iddiasıyla Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunmuş, ancak İçişleri Bakanlığı bir inşaat mühendisinin raporuna dayanarak soruşturma isteğini reddetmişti. 1959 yılında belediyeden satın aldığı dükkanı da “restorasyon” gerekçesiyle yıkılan Balaban’ın çabaları sonuç verdi. Kültür Bakanlığı’na bağlı Ankara Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü Gökşin’e ait evi inceleyerek restorasyonun projeye uygun yapılıp yapılmadığını inceleyecek.
 

Kültür Bakanlığı’nın 2005 yılında çıkardığı “Taşınmaz Kültür Varlıklarının Onarımına Yardım Sağlanmasına Dair Yönetmeliğe” göre Koruma Kurulları tarafından tescilli olan binaların restorasyonunda 50 bin TL’yi geçmeyen projelerin masraflarının tamamı, 50 bin TL’nin üzerindeki projelerin masraflarının yüzde 70’i Bakanlık tarafından karşılanıyor. Birçok AKP’li Altındağ Belediye Meclis üyesi Hamamönü ve Akbaş mahallelerindeki tarihi evleri düşük fiyatlara satın alıp restorasyon projesinden yararlanmışlardı.


Hacettepe Üniversitesi’ne ait öğrenci yurdunun bulunduğu Dutlu Sokak’taki evlerin restorasyon sonrasındaki fiyatları 100 bin TL’lerle ifade ediliyor. Evlerin büyük çoğunluğu şu an restorant, kafe ya da bar olarak kullanılıyor.
 

Gökşin, evi 2006 yılında Mehmetçik Vakfı olarak da bilinen Türk Silahlı Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı’ndan 68 bin TL’ye satın almıştı. Altındağ Belediye Başkanı Veysel Tiryaki’nin projeyi tanıtmak için Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’la birlikte gezdiği evin şu anki değerinin 350 bin TL civarında olduğu tahmin ediliyor.


Konuyla ilgili görüştüğümüz Altındağ Belediye Meclis Üyesi Ali Gökşin ise, iddiaları yalanlamıştı. Kendisinin iş adamı olduğunu ve projenin teknik ayrıntılarıyla ilgilenmediğini belirten Gökşin, binanın projeye uygun olarak restore edildiğini iddia etmişti.

Evrensel, Haber: Cem Gurbetoğlu, 22.11.2010

"RESİMLERİM BENİM SIRLARIM, MEKTUPLARIM"

 

 

Bir sanatçının otoportresinin, sanatının ötesinde, özel yaşamıyla, hayatı nasıl algıladığıyla ilgili nelere işaret ettiğini Tate Modern’da görebilirsiniz. ‘Gauguin: Maker of Myth’ (Mit Yaratan Gauguin) adlı sergide ’Kimlik ve Sanatçının Kendi Mitolojisi’ adlı ilk bölüme bakmak gerek. Hayatın öğretileni taklit etmekten çok, bir yeniden inşa olduğunu söyleyen sanatçının kendisini nasıl da farklı sosyal rollerle tekrar tekrar yarattığı, onlarca örneğiyle gösterilmiş.


Tate Modern’da 16 Ocak’a kadar sürecek serginin bana kalırsa en etkileyici eserlerinden biri evinin kendi yaptığı kapısı. Üstündeki ‘Gizemli ol ki mutlu olasın’ mesajıyla bu kapı hem misafirleri ağırlıyor hem de Katolik kilisesine selam ediyor. Misafirlerin girer girmez kendilerini yatak odasında buldukları evin üstünde bir de ‘Zevkin Evi’ (Maison du jouir) yazısını yerleştirmiş sanatçı. Bu söz, tazecik kızlar için seks turizmi yaptığını ileri sürüp onu modernizmin kaka çocuğu ilan edenleri, ilkel naifliğin serbest kıldığı yaratıcılığını övenler karşısında biraz daha haklı çıkarıyor... ‘’Yeni bir şeyler yapmak için kaynağa ulaşmalı, insanoğlunun çocukluğuna erişmeli’’ diyen Gauguin, resmettiği ya da meşk ettiği kadınların ya da kızların çıplak da olsalar, ’iffetli’ olduklarını söylemiş, dönemin Fransız burjuvazisine ait değerleri ise ’onlar kendilerine baksınlar’ diye abes ilan etmiş bir isim.


Tate Modern 50 yıl aradan sonra ilk defa Gaugin’i böyle detaylı bir biçimde sanatseverin karşısına çıkarıyor. Kendi portrelerinde sanatçı, kurban, burjuva, ya da bir aziz olarak karşımıza çıkan Gauguin’in kendini yeniden yaratmanın timsali olduğunu görüp “Mit hiçbir şeyi saklamaz, gösteriş yapmaz, itiraf edeceği bir şey yoktur. Mit, her daim bir dil hırsızlığıdır” diyen Roland Barthes’ı anarak, serginin küratörlerini tebrik etmek gerek. Sanatçının resimlerinde gördüğünüz bir objenin, bir figürün, bir köpeğin, bir ağacın ya da bir kuşun sizin için gerçek hayatta ne ifade ettiğinin önemi yok. Önemli olan eşyanın, kadının, erkeğin, cennet bahçesinin, Gauguin’in eserlerinde nasıl karşınıza çıktığı. ’Mit Yaratan Gauguin’ bu yüzden benden kesinlikle geçer not aldı.

 

Resimlerim benim mektuplarım
Gauguin belli bir coğrafyanın hikayesini, o toprağın renkleriyle bütünleşmiş efsaneleri bambaşka yerlerde yeniden anlattı hep. Dönemin empresyonist sanatçılarını takip etti, sembolist yazarları okudu, sonra Monet’yi, Pissaro’yu manzaralarıyla birlikte dışarıda bırakıp kendisini stüdyosuna kapattı ve zihninde kalan görüntüleri hayal gücüne teslim etti. Yalnız güney Pasifik’i değil, Bretanya’yı da çok sevdi. Bretanya’da yerli kostümleriyle dans eden kızları, Fransız köylüsünü, o insanların tabiatla kurduğu ilişkiyi o bölgenin cevheri olarak gördü. Tate Modern’deki sergiyse hiçbir kronolojik kaygı duymadan ziyaretçilerinin ressamın bu yönünü keşfetmelerini sağlıyor.
Sergi on bir bölüme ayrılmış: ‘Kimlik ve Sanatçının kendi Mitolojisi’, ‘Tanıdık Olanı Yabancılaştırma’, ‘Yaşam ve Zamanlar 1848-1891’, ‘Gauguin’in Çizimleri’, ‘Tabiat ve Kırsal Anlatım’, ‘Kutsal Temalar’, ‘Ebedi Kadınlar’, ‘Yaşam ve Zamanlar 1889-1903’, ‘Gauguin’in Başlıkları’, ‘Hikaye Anlatan’ ve ‘Dünyevi Cennet’. Her şey başta da söz ettiğim gibi bizzatihi Gauguin’le başlıyor; Dörtbir yanınızda, farklı sosyal rollere bürünmüş Gauguin portreleriyle. Burjuva bankacı ve aile babasından bir anda ’barbar’ düşkünlüğüyle nam salan bohem kimliğine bürünmesiyle çağdaşlarının şaşkınlık kaynağı olan Gauguin 1888 yılının Eylül ayında arkadaşı Vincent Van Gogh’a yazdığı mektupta kendisini nasıl Sefiller’in ’toplumdan kovulan’ kahramanı Jean Valjean olarak bir otoportresiyle yeniden yarattığından şöyle bahsetmiş: “Yüzündeki kanlı canlı renk ve göz çevresindeki alevli tonlar biz ressamların ruhunu yakan lavlara gönderme yapıyor. Burnun ve gözlerin çizimi, İran halısı gibi, soyut, sembolik sanatı simgeliyor. Sarı çiçekli arka plan, genç bir kızın odasının duvarı gibi, sanatsal saflığımıza işaret ediyor.


Toplumun baskısı altında ezilen ve hukukun dışına itilen bu Jean Valjean, sahip olduğu aşk ve kudretle, bugünkü empresyonistin vaziyetinin temsili değil midir sence de?”


‘Bilindik olana yabancılaştıran Gaugin’ ikinci bölümde karşılıyor ziyaretçiyi. Bu bölümde ağırlıkla görülen natürmort, alışılageldiği biçimde size beklediğiniz perspektifi sunmuyor. Gauguin henüz tam zamanlı ressam olmadan önce Montparnasse’da karısı Mette ve çocuklarıyla yaşadıkları ev, odasında uyuyan kızının rüyaları, sanki her bir çalışma eşyada saklı sıkıntıyı anlatıyor, tanıdık olanın içkin huzursuzluğundan bahsediyor. Bir başka bölümde sanatçının Güney Fransa’nın resimselliğine hayranlığını ve Karayipler’de geçirdiği dönemin sanatsal gelişimine katkısını, Avrupa’nın gelenekselliğini nasıl geride bıraktığını gözlemliyorsunuz. Sonra, dini temaları, farklı topraklarda anlatılmış hikayeleri, bembeyaz bir kanvas misali bakir, lekesiz gördüğü topraklarda kendi renkleriyle nasıl yeniden kurduğuna tanık oluyorsunuz. Kiliseye karşı takındığı nefret dolu tavrı her fırsatta dile getiren Gauguin’in eserleri, öte yandan eski ahit ve farklı kültürlerin inanç sistemlerinin istilasına uğramış adeta. Çok sevdiği ’kadın’ temasına gelince, onu ideal olandan, geleneksel olandan bütünüyle uzaklaşarak romantik bir yaklaşımla ölümsüz olarak tasvir etmiş. ’Ebedi Kadınlar’ bölümündeki Ondine adlı resim çekti benim dikkatimi hemen. Ölümlü bir adama aşık olup ölümsüzlüğünü feda eden su perisi Ondine yaşlandıkça kocası ondan uzaklaşır. Gauguin’in burada resmettiği kadın aslında engellenemez bir değişimin içinde olsa da, Ondine dalgaların içinde donup kalmıştı sanki...

 

Karanlığın kalbi
Batı’nın cinsel pratiklerinin bayağılığı onu bilinmeyeni arzulamaya, güney Pasifik’in parlak tenli, güçlü kaslara sahip köylülerine hayranlık duymaya ve onları resmetmeye itmişti. Gauguin’in bu tavrı postkolonyalist teorisyenler tarafından, sanatçının Tahitili adem ve havvalarını aslında ataerkil ve ırkçı bir söylemle ’ötekileştirdiği’, bu ’ilkel bilgelik’ hayallerinin o kadar da masum olmadığı (zaten kendisini Jean Valjean olarak resmettiği otoportresi daha sonra Joseph Conrad’ın Kurtz’u olarak yeniden yorumlandı) oldukça tartışılmış tabii.


Gaugin’in sapkınlıkları, kimine göre ırkçılığı, emperyalizmi desteklemesi ve çoğaltma çağında hepimizin karşısına defalarca çıkan ünlü eserleri insana tek bir şey düşündürtüyor: O karısını ve çocuklarını arkasında bırakıp, cinsel tercihlerinin, ilkel olana hayranlığının peşinden giden bir dahi olduğu için yüz yıl sonra hala hakkında bizleri konuşturabiliyor ve yarattığı efsanelerle tekrar tekrar gündeme gelmesini biliyor. Tebrikler Gaugin!

Radikal Hayat, Haber: Burcu Fikretoğlu, 22.11.2010

HEKTOR HEYKELİNE ASKERİ BÖLGE ENGELİ

 

 

Kültür ve Turizm Bakanı 'ın 3 yıl önce "hayalim" diyerek kamuoyuna açıkladığı Çanakkale'ye dikilecek 50 metrelik heykeli, askeri bölge ve sit alanı engeline takıldı. Heykele yer bulmakta zorluk çıkarılmasına isyan eden Günay, "Türkiye'de işler öyle sizin kendi kafanızda planladığınız gibi yürümüyor" dedi. Çanakkale Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü, düzenlediği raporda, heykelin dikilmesi planlanan bölgede Metal Grup Komutanlığı ile Orhaniye tabyalarının bulunduğu hatırlatıldı ve heykel için Kesiktepe ile Kumkale civarındaki bazı yerlerin uygun olabileceği yönünde görüş belirtildi. Ancak Çanakkale Boğazı'nın girişine dikilecek Hektor heykelinin Türkiye'nin tanıtımına ve turizme büyük katkı sağlayacağına dair düşüncelerini sık sık dile getiren Bakan Günay'ın, rapordaki yeni yer önerilerine sıcak bakmadığı belirtildi. Daha önce heykel için yer bakmalarını istediği valilik ve yerel yönetimlerle Genelkurmay'a üstü kapalı sitemde bulunan Günay, "Bugüne kadar yer konusunda bana 'şurası uygundur' diye bir şey söylenmedi. Hektor heykelini dikmekten vazgeçmedim ama Türkiye'de işler öyle sizin kendi kafanızda planladığınız gibi yürümüyor" dedi.

Çalışmaların bakanlığın ilgili birimleri tarafından sürdürüldüğü bilgisini veren Günay, gecikmenin nedeni olarak bürokratik engelleri gösterdi. Günay'ın Latin Amerika seyahatinde, Brezilya'daki 40 metrelik Kurtarıcı İsa heykelinden etkilenerek gündeme getirdiği Hektor heykeline MHP'nin asker kökenli milletvekili Kamil Erdal Sipahi, Şehitler Abidesi'ni gölgede bırakacağı gerekçesiyle karşı çıkmıştı.

Sabah, Haber: Zafer Şahin, 22.11.2010

BİRİ YAPAR, BİRİ YIKAR

 

 

Yurtdışından Van’ı gezmeye gelen bir Ermeni turist haber veriyor: “Van’da İn Köyü'nün oradaki kiliseyi yıkıyorlar. Tekneyle geçerken gördük. Yanlarına gittik ve konuştuk da, yıkıyorlar.” Önce anlamaya çalışıyoruz. Gelen bilgi, teknecilerin kazıyı yapanlar için “Bizim çocuklar” dediği. Van’daki arkadaşlarımız köye gidiyor. Kurulan çadırlar kaldırılmış ama duvar yıkık belli. İçeride bir altın arama çalışması yapılmış. Çalışma sırasında toprağı da kapıdan çıkaramayan defineciler, kilisenin duvarında koca bir delik açmışlar ki toprağı tahliye etsiler.


Öte yandan aynı hafta Sevan Nışanyan’ın Şirince’deki Hodri Meydan Kulesi’nin açılışı haberi geldi. Onu da yıkmak niyetindeler, Sevan’ın diğer evlerini yıkmak istedikleri gibi. Hemen ardından da Erzurum’daki Öşvank’ın yıkılmak üzere olduğu haberi çıktı ortaya. Yıllardır harabe halinde olan Anadolu’nun dört bir yanındaki kiliseler gibi Öşvank’ın da sütunu çalınıp yerine bir ağaç parçası konulduğundan yıkılma tehlikesi var.


Birbirine bağlı ve aslında Türkiye gerçeğini yansıtmak için çok iyi örnekler olan bu üç durumu da ayrı ayrı analiz etmek gerek.


Öncelikle bizim çocuklar denen kişiler Van’ın köylüleri. Deveboynu manastırının bulunduğu yer, Ahtamar iskelesinden yaklaşık 40 - 50 kilometre. İn Köyü’nün ilerisinde. Yolun yarısından sonrası düzenlenmemiş olduğu için oldukça zor bir yerde. Deniz yoluyla, süratli bir tekneniz varsa, Ahtamar iskelesinden 40 dakika sürüyor, normal tekneyle ise saatler. 

Yurtdışındaki Ermenilerin çoğu Van’daki manastırların yerlerini bilir. Bilmeyenler de Agos’un Eylül’de yayınladığı Van’daki 90 küsur manastırın yerini gösteren haritaya bakıp bulabilir. Ahtamar adasındaki ayin öncesinde ve sonrasında Van’a gelen giden Ermenilerin sayısının artmasıyla birlikte bu kiliselere inanç ziyaretinde bulunanların sayısında da gözle görülür bir artış oldu. İşte bu artışla birlikte “Ermeniler hazinelerini almaya geldiler” söylentileri de yaygınlaşma ve dedektör satışları patlamaya başladı. Bunun bir sonucu olarak da Deveboynundaki manastırın duvarı yıkıldı. Tıpkı daha önce Altınsaç’taki Surp Tovmas Manastırı gibi.


Anlatamadık, yıllardır anlatamadık. Hrant da dedi üstelik, “bu ülkenin zenginliği toprağın üstünde, altında değil” diye. Bu sözü bir daha yinelemekte fayda var ve realist bir cümle daha eklemekte de. Varolan altınlar da zaten gitmiştir sevgili defineciler, o yüzden vazgeçin aramaktan. 

Bir yandan Türk devlet zihniyetinin yıkım kültürü politikası devam ederken öte yandan Ermeniler yapmaya devam ediyor. Her ne kadar kaçak yapıldığı söylense de ben Nişanyan evlerini Cumhuriyet rejimine ve devletin faşist kültür politikasına karşı bir duruş olarak değerlendiriyorum. Bir yandan devletin ve halkının eliyle bu ülkede yaşayanların kimlikleri için çok önem taşıyan tarihi yapıların yıkımı devam ederken, yeni bir kilise veya manastır yapımına izin verilmezken, hatta var olanların, Heybeliada’daki Ruhban Okulu’nun açılması bile bu kadar büyük sorun haline getirilirken Nışanyan evleri, kaya mezarı, Hodri Meydan kulesi bu ülkede halen üretmek isteyenlerin geleceğe umutla bakmasını sağlıyor. 

Öşk Gürcü olsa ne olur...
Erzurum’daki Öşvank’ın sütununu çalanların, sütun yerine koyduğu kütüğün çürümesi sonucunda kilisenin yıkılma tehlikesine girdiği haberi de ilginçti. Sütunun çalınması ve yerine kütük konulması değil de kütük vesilesiyle yıkılabilecek olması ve Gürcistan hükümetinin restorasyon sözü verip çalışma başlatmaması konu edilmişti haber kanallarında. Şimdi önce ismine bakın kilisenin: Öşvank. Agos’ta bunu yüzlerce kez yazdık. Adı “vank” (Ermenice manastır) olan bir yer, nasıl Gürcü yapısı olarak sunulabilir? Siz yorulmayın ben söyleyeyim: Türk devletinin kültür politikasının “kurnazlığıdır” bu. Devlet, Ermenilerin tarih boyunca uzun süre Gürcü krallığı himayesinde kalmasını fırsat bilir ve zaten sorunlu olduğum bu hükümeti nasıl saf dışı bırakırım diye düşünür: “Gel Gürcü komşu. Bu kilise uzun süre senin himayendeki Ermeni halkına aitmiş. Ama biz onlarla uğraşamayız. Sen bunu restore et, kilise de Gürcü kilisesi olarak kayda geçsin. Hem sen de istersen restore etme, zaten kendi ülkendeki Ermeni kiliselerini yıkmak istiyorsun. Buradaki de atıl kalsın, kendi kendine yıkılsın.” Bak bak bak...


Gürcistan son beş yıl içerisinde defalarca uluslararası medyada ülkedeki Ermeni kiliselerinin ve mezarlıklarının yıkımıyla ilgili uyarıldı. Tiflis’teki Ermeni mezarlığının üstünde şu anda muazzam yükseklikte bir Gürcü kilisesi yükseliyor. Mezarlık dört duvar kalmış durumda. Sanırsınız ki, Ermenilerin edebiyat başkenti sayılabilecek Tiflis’te bu halkın nüfusu o kadar azmış ki, mezarları o kadar yer kaplayabilmiş.


Ayrıca neden kilisenin restorasyonu için Gürcü hükümetinden destek isteniyor? Bu yapılar, bu ülkenin değeri, tarihidir. Bu teklif Türkiye’nin kendi değerlerine sahip çıkamadığının göstergesi değil mi? Sonra da gelip ev aldılar, köy aldılar, mal aldılar, ülke elden gidiyor mu diyecekler acaba?


Not: Gürcistan bir yana Türkiye topraklarında yaşayan Ermenilerin sadece mezarları bile talan edilmeden saklansaydı, ne kadar büyük bir alan kaplayacağını düşündüm bu son paragrafı yazarken...

Radikal İki, Haber: Aris Nalcı, 21.11.2010

İSTANBUL'UN SİLUETİNİ YARATAN RUM MİMARLARIN İZİNDE

 

 

Zoğrafyon Lisesi Mezunlar Derneği, kurulduğu 1944 yılından beri İstanbul’daki Rum toplumunun faal olan en eski derneği... 2006’da Yunanistan’a göç eden eski Rumları İstanbul’da buluşturan dernek, bu kez yeni bir projeyle karşımızda: “Batılılaşan İstanbul’un Rum Mimarları sergisi.” İstanbul 2010 Ajansı’nın desteğiyle düzenlenen sergi, eski İstanbullu Rumların şehirde bıraktığı izleri bugünün İstanbullularına tanıtacak. Açılışı yarın Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Osman Hamdi Salonu’nda yapılacak sergi, 3 Aralık’a kadar ziyarete açık. Ayrıca, “İstanbul’un Rum Mimarları” adlı Yunanca, Türkçe ve İngilizce hazırlanan bir kitap da yolda...

12 Yunanlı ve Türk öğretim görevlisi, geçtiğimiz yüzyılda İstanbul’un mimarisinin Batılılaştırılmasına ve bugünkü İstanbul siluetinin oluşmasına katkıda bulunan ünlü Rum mimarların eserlerini yeniden araştırınca, ortaya “İstanbul’un Rum Mimarları“ adlı sergi çıktı. Proje kapsamında Rum mimarların günümüze kadar gelen yapıtlarının son fotoğrafları çekildi, Yunanistan’a gidilerek İstanbul’dan göç eden eski Rum mimarlar hakkında bilgiler toplandı. İstanbul’da ayakta kalmış binlerce eski bina mercek altına alındı. Rum mimarların eserleri alışveriş merkezlerinden apartmanlara, kiliselerden cemaat binalarına ve eşsiz güzellikte tasarlanmış mezarlıklara kadar büyük bir çeşitlilik gösteriyor. Çalışmada Eminönü, Karaköy, Beyoğlu, Cihangir, Pangaltı, Kadıköy ve Adalar semtlerinde ve çevresindeki iş hanları, kiliseler, okullar ve apartmanlar incelendi.

Zoğrafyon Lisesi Mezunlar Derneği eski başkanı ve proje sorumlusu Laki Vingas, amaçlarının hem İstanbul’da yaşayan insanların kendi şehirlerini daha yakından tanımaları, hem de mimar adayı genç öğrencilere ışık tutmak olduğunu vurguluyor: “İnsanlara her gün kullandıkları binaların başka toplumların mimarları tarafından yapıldığını anlatmak istiyoruz. Bu proje, bu konuya değinen ilk eser oldu.


Araştırmalarımızdan elde ettiğimiz bilimsel verilerle bir de kitap hazırlıyoruz. Avrupa’da ‘Art Nouveau’ akımı başladığı zaman, bu akımın Türkiye’ye gelmesi için bir standart ve eğitim alt yapısı gerekiyordu. İstanbul’un Rum mimarları yurt dışındaki eğitimlerinden dolayı bu akımı Türkiye’de başlattılar.” Projenin fikir babası Laki Vingas, ancak hayata geçirilmesinde önemli rol oynayan iki isim daha var. Bunlardan biri 1951 yılında İstanbul’da doğan, 1975’te İTÜ Mimarlığı bitiren Savas Silenis... Mezun olduktan sonra Yunanistan’a giden Silenis, üç kuşak mimar olan bir aileden geliyor. Büyük dedesi ve dedesi İstanbul’da bugün hala ayakta kalan nadide yapılara imza atmış. Torun Silenis, şimdi bu tarihi yapıların izini sürüyor. Aynı zamanda projeye de danışmanlık yapıyor. Dedelerinin yaptığı mimari şaheser olarak nitelenebilecek yapıların ‘levhalarının bile’ dükkan sahipleri tarafından üzerlerinin kapatıldığına tanık olmak bir mimar olarak içini acıtıyor. Bahçeşehir Üniversitesi’nde mimarlık dersleri veren Hasan Kuruyazıcı da projeye katkı yapan isimlerin başında. 15 yıldır Rum mimarlar üzerine çalışan Kuruyazıcı, Osmanlı modernleşmesinin en yoğun olduğu bir dönem olduğu için 19’uncu yüzyılı ele aldıklarını dile getiriyor. Araştırmalar sonucunda 450 Rum mimarın adı tespit edilmiş, ancak belirlenen eserlerin sayısı çok daha az... İstanbul’un en ünlü Rum mimarları arasında ‘saray mimarı’ unvanını taşıyan ve Taksim’deki Aya Triada Kilisesi’ni yapan Vasilaki İoannidis ve oğlu ‘padişahın başmimarı’ Yanko İoannidis ve Heybeliada Ruhban Okulu’nun mimarı Perikles Fotiadis, Özel Fener Rum Lisesi’nin mimarı Kostantinos Dimadis ve şimdiki Pera Müzesi’nin (Bristol Oteli) mimarı
A. Manoussos geliyor.

Savas Çilenis - Mimar
Ben doktoramı Atina Teknik Üniversitesi’nde “İstanbul Mimarları” hakkında yaptım. Son
20 yıldır İstanbul’a gidip geliyorum. Patrikhane’nin teknik kurulundayım. Türkiye’deki kiliselerin tadilatı hakkında danışmanlık yapıyorum. Büyük dedem Kumkapı’da şu anda ayakta olmayan bir kilise yapmış. Dedem Dimitrios Çilenis, 1903 Sanayi Nefise Mektebi’nde (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi) mimarlık okumuş, mezarı hala burada... Dedemin şu anda hala bildiğimiz, ayakta duran 3 binası var. Bunlardan biri Nuruosmaniye Camii’nin karşısındaki Harika Han. Ötekisi de Osmanbey’de Atatürk Müzesi’nin karşısında yer alan Ark Apartmanı. Bir de Taksim’deki Taner Apartmanı’nı yapmış. Apartmanın giriş kapısının üzerinde de dedemin bir levhası vardı. Fakat oradaki eczanenin kötü dekorasyonu, dedemin ismini kapatmış. Görünce içim burkuldu. Ama yandan bakarsanız, hala adının ilk harfini çıkartabilirsiniz. Bir de Tophane’deki Nadapoulos Han’ı var. Girişteki “1905 Nadapoulos” ismi hala gözüküyor. Atina’da ölen ünlü mimar Fotiadis, burada Zoğrafyon Lisesi’ni, Ruhban Okulu’nu ve Kumkapı’daki Aya Kiriaki Kilisesi’ni yapmış. En son yaptığı binalardan biri de Bauhaus (Almanya’daki modern mimari akımı) stilindeki Ekselsiyon Apartmanı. Bu bina Gümüşsuyu’nda ve hala ayakta duruyor. Rum mimarları sadece Rum cemaatlerine bina yapmıyor, Müslümanlar için de bina yapıyor. Mesela Kambalakis Karaköy’de “New Ottoman” stilde cami tasarlıyor.

Aristotales Çokonas - Zoğrafyon Lisesi Mezunlar Derneği Başkanı
1893’te kurulan Zoğrafyon Lisesi’nin kimya öğretmeniyim. Fener semtini anlatan bir kitap yazdım. Daha çok yazar ve çevirmen kimliğimle “Batılılaşan İstanbul’un Rum Mimarları” kitabının hazırlanmasına yardımcı oldum. İstanbul’un zamanla bozulan çehresini İstanbullulara hatırlatmak istiyoruz. İstanbul’a yüksek binalar yapma akımı, eski binaların yok olmasına sebep oldu. Bizim sergideki amaçlarımızdan biri, özellikle Beyoğlu gibi merkezi bir yerdeki eski binaları ön plana çıkarmak... İstanbul’un 20 milyonluk nüfusu içinde Rumlar 3 bin kişilik çok küçük bir azınlık olarak kaldı. Ama 1912’de resmi sayımlara göre 910 bin nüfuslu İstanbul’da 310 bin Rum vardı. Türkiye’den gidişin nedenlerinden biri baskılardır. 1940’larda da çok baskı vardı. Ama o zaman Yunanistan’ın durumu Türkiye’den daha kötü olduğu için pek giden olmuyordu. Fakat 1960-70’lerde Yunanistan’ın ekonomik durumu Türkiye’den iyi olunca, daha çok gidildi. Şu anda İstanbul’dan ayrılan Rumlar tekrar dönmek istiyor. Bir sürü arkadaşım “Dönersek ne iş yapabiliriz” diye soruyor. Yunanistan’da akademisyenlerin sayısı nüfusa göre çok fazla ve kariyer olanakları yok. Bu yüzden Türkiye’ye gelip üniversitelerde çalışmaya başladılar. Şu anda 500-600 kadar Yunan vatandaşı Türkiye’de yaşıyor. Bunlar aynı zamanda şirketlerin yönetim kurulunda üst düzey pozisyonlarda çalışıyorlar. İstanbul’u bizden bile daha çok seviyorlar.

Hasan Kuruyazıcı - Mimar
Cemaate ait ibadet yapılarını cemaat iyi koruyor. Ama bunun dışında kalan apartmanların bazılarında işlev değişikliği yapılarak işyerlerine çevriliyor. Tabii ki iç mimari de zarar görüyor. Ayrıca, bazıları da binaları düzeltmek isterken bozuyor. Binayı yenilerken üzerinde mimarın ismi yazılı olan levhayı yok ediyorlar. Yakın zamana kadar büyük saraylar hep “Baylanlar’ın yapıtı” diye söyleniyordu. Ama öyle olmadığı ortaya çıktı. Mesela Yıldız Camii’nin “Nikolaki Celepis Kalfa” adlı bir Rum mimarın eseri olduğu ortaya çıktı. Hatta bizim sergide Nikolaki Kalfa’nın saray üniformasıyla fotoğrafı da var. Ayrıca, şimdi yıkılıp yeniden yapılan Sütlüce mezbahasının iki mimarından biri Markos Langas adında bir mimar. Elhamra Sineması’nın iki mimarından biri Rum Kiriaki’dir. Şişhane’de Bankalar Caddesi’nin başındaki en görkemli apartmanlardan biri olan Frej Apartmanı’nın iki mimarından biri de Kiriaki’dir. Zoğrafyon Lisesi, Heybeliada’daki Ruhban Okulu yine önemli bir Rum mimar olan Perikles Fotiadis’in eseri... Sait Halim Paşa Yalısı Petrak Kalfa’nındır. İstiklal Caddesi’ndeki Çiçek Pasajı Kiliantis’in. Nur Apartmanı ve Fener Lisesi de Dimadis’in... Bunun dışında Tepebaşı’nda yıkılan ve sonra Ferhan Şensoy’un sirk halinden tiyatroya dönüştürdüğü eski Komedi Tiyatrosu da Kambalakis’in eserleri arasında... Ayrıca, Burgazada’daki Aya Yorgi Kilisesi de Kambalakis’in...

Marina Drymaliton - Proje Koordinatörü
Ben 3 yıldır İstanbul’da yaşıyorum. Atina’da Siyaset Bilimleri okudum. Sonra da Türk-Yunan siyaseti üzerine master yaptım. Ankara’da staj yaptım. Dedem mübadele günlerinde Türkiye’den Yunanistan’a göç edenler arasındaydı. Ama kendisiyle hiç tanışmadım. Kendi kendime buraya gelmeye karar verdim. İstanbul’da yaşamak istiyordum. 2007’de “Kültürler Buluşması” sırasında Laki Bey ile tanışmıştık. Sonra da burada yaşamaya karar verdim. Buraya Türkçe öğrenmek ve üniversitede okumak için çok sayıda Yunanlı geliyor. Şu anda benim tanıdığım 200 Yunanlı var.

Vatan Pazar, Haber: Tuğrul Tunalıgil, Fotoğraf: Barış Acarlı, 21.11.2010

 

******


PROF.DR. COLONAS: EKONOMİK GÜÇLE RUM MİMARLAR YUNAN MİMARİSİNİ İSTEDİKLERİ GİBİ UYGULAYABİLDİLER

 

 

Selanik Volos Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Vasilis Colonas, İstanbullu Rumların 19. yüzyılın ikinci yarısında sosyoekonomik alanda büyük ilerleme kat ettiklerini belirterek, ''Elde ettikleri ekonomik güçle birlikte Rum mimarlar Yunan mimarisini istedikleri gibi uygulayabildiler''dedi.
    
İstanbul Araştırmaları Enstitüsü tarafından Pera Müzesi'nde gerçekleştirilen İstanbul Konferanslarının ikincisinde, Prof.Dr. Colonas, ''Tanzimat Sonrası İstanbul'da Rum Mimarları'' konulu konferans verdi. Fener Rum Patriği Bartholomeos ile çok sayıda akademisyen ve öğrencinin katıldığı konferansta Prof.Dr. Colonas, Rum mimarisinin Tanzimat'tan sonraki büyük gelişim gösterdiğini, bu dönemde Osmanlı Devleti tarafından yapılan reformların Rumlar başta olmak üzere gayrimüslimlere pek çok sosyal, siyasal ve ekonomik haklar kazandırdığını söyledi.

Gayrimüslimlerin mülkiyet edinmenin yanı sıra kendi binalarını da inşa etmeye başladıklarını ifade eden Colonas, Rumların kendi mimari anlayışlarını, 19. yüzyılın ikinci yarısında uygulayabildiklerini, bunun nedeninin söz konusu dönemde sosyoekonomik alanda büyük ilerlemeler kat etmeleri olduğunu belirterek, şöyle devam etti:

''O dönem Anadolu'dan başta İstanbul olmak üzere kıyı şehirlerine göç edenlerin büyük çoğunluğu gayrimüslimlerdir. Ticaret yapmak için hem Anadolu'dan hem de Yunanistan'dan göç eden Rumlarla birlikte 1910 yılında İstanbul'daki toplam nüfus 330 bindi. Rumlar böyle bir ekonomik güce sahip olunca Osmanlı politikalarında da etkili olmaya başladılar. Ekonomik güçle birlikte Rum mimarlar Yunan mimarisini istedikleri gibi uygulayabildiler.''

Osmanlı yönetiminin İstanbul'un yeniden yapılandırılmasında Rumlara, yerleşim yeri olarak Pera ve Galata civarını gösterdiğini kaydeden Prof.Dr.Colonas, ''Pera ve Galata, Rumlar için mecburi bir konut bölgesi olmasının yanı sıra aynı zamanda bir statü göstergesiydi. Çünkü ekonomik güçleri vardı ve şehrin ticaret merkezinde istedikleri tarzı uygulayarak devasa binalar yapabiliyorlardı. Fakat Pera ve Galata, en radikal değişimi 1950'lerden sonra yaşadı'' diye konuştu.

Yapı, Fotoğraf: Serkan Kara / AA, 25.11.2010

ABD TARİHİ ESERLERİ İADE EDECEK

 

 

Peru Devlet Başkanı Alan Garcia, Amerikan Yale Üniversitesi ile İnka tapınağı Machu Picchu'dan kaçırılan binlerce arkeolojik eserin iadesine ilişkin anlaşma imzalandığını duyurdu.

Garcia, televizyondan yaptığı kısa açıklamada, yaklaşık bir asırdır Yale Üniversitesi'nin elinde bulunan eserlerin iadesi için yıllardır görüşmeler yapıldığını belirtti. Devlet Başkanı, eserleri, Machu Picchu'daki keşfin yüzüncü yılı olan 2011'de geri alacak olmalarının büyük anlam taşıdığını ifade etti.

Anlaşma uyarınca Yale Üniversitesi, 1912 ile 1916 arasında Amerikalı kaşif Hiram Bingham tarafından Peru'dan götürüldüğü belirtilen, seramikler, çömlekler, süslemeler ve kemiklerden oluşan binlerce parçayı iade edecek.

Habertürk, 21.11.2010

"YA DEVLET BAŞA, YA KUZGUN LEŞE"

 

 

İzmir'in Selçuk İlçesi Şirince Köyü'nde kaçak yapılar inşa eden yazar Sevan Nişanyan'la ilgili İl Özel İdare Encümeni'nden çıkan yıkım kararının ardından başlayan tartışma sürüyor. Son olarak köyde inşa ettiği tüm yapılarla ilgili alınan yıkım kararını protesto etmek için "Hodri Meydan" adında bir kule yaptırarak açılışını gerçekleştiren ve girişine de, "Zalimin aczini görmek ve göstermek için inşa edildi" yazdıran Nişanyan'a, İl Özel İdare Encümeni Üyesi Emre Özer'den çok sert bir yanıt geldi.

Nişanyan'ın yıkım kararı alınan 16 yapısından mahkemede davası sonuçlanarak yıkımı kesinleşmiş ve arasında işlettiği pansiyonun da bulunduğu 4 yapının yıkımı için Selçuk Kaymakamlığı'na 120 bin lira ödenek gönderdiklerini belirten Özer, "Anadolu'da, 'Ya devlet başa, ya kuzgun leşe' diye bir laf vardır. Devletin gücünü göstereceğiz, kuzgunu leşe kondurmayacağız" diye konuştu. Özer, bu aşamada Selçuk Kaymakamlığı'nın Nişanyan'ın yaptığı kaçak yapıları yıkması gerektiğini söyledi.

Nişanyan'ın köyde yaptığı ve "yıkamazlar" diyerek, meydan okuduğu kaçak yapılarla ilgili İl Encümeni'nden beklenen yanıt geldi. Daha önce de Nişanyan'ın kaçak yapılarıyla ilgili açıklamada bulunan Emre Özer, İl Özel İdaresi İmar Daire Başkanlığı elemanları tarafından "Hodri Meydan" kulesi ile ilgili tutanak tutulduğunu, önümüzdeki hafta içinde bu yapının da İl Encümeni gündemine geleceğini belirtti. Özer, kimsenin devlete meydan okuma ve kuralları hiçe sayma lüksü bulunmadığını ifade etti. Halkın Nişanyan'ı iyi tanıdığını belirten ve geçtiğimiz yıllarda olaylı şekilde boşandığı eski eşinin başına dışkı fırlatması olayını hatırlatan Özer, "Yiğit namıyla anılır. Nişanyan'ın karısına neler yaptığını herkes biliyor. Yaptıkları ile üslubu da paralel. İnsanları yasalara karşı gelmeye teşvik etmesinin sonucunun ne olacağını hep birlikte göreceğiz. Vali'ye, İl Encümeni'ne meydan okumanın, külhanbeyi ağzıyla konuşmanın sonucuna katlanacak. Külhanbeyinin ne anlama geldiğini, merak edenler araştırsın" diye konuştu.

Nişanyan'ın 4 yapısının yıkımı için gönderilen 120 bin liranın Selçuk Kaymakamlığı tarafından kullanılacağını belirten Özer, yıkımı beklediklerini söyledi. Yıkım için harcanacak paranın yüzde 20 fazlasıyla Nişanyan'dan tahsil edileceğini belirten Özer, "Selçuk'ta devletin kanun uygulayıcısı kaymakamlıktır. Bu aşamadan sonra Selçuk Kaymakamlığı'nın kanunları uygulamasını bekliyoruz" şeklinde konuştu. Özer ayrıca, Nişanyan'ın "Hodri Meydan" kulesi girişine astığı, "Zalimin aczini görmek ve göstermek için inşa edildi" yazan yazıtla ilgili ise, "Psikiyatri uzmanlık alanım değil" şeklinde yanıt verdi.

Nişanyan'ın Şirince'de yaptırdığı ve yıkım kararı alınan 16 kaçak yapıdan 4'ünün yıkımı mahkeme kararıyla kesinleşti. Yıkım kararının tebliğinden itibaren Nişanyan'ın 60 gün içinde İdare Mahkemesi'ne itiraz davası açması gerektiği bilgisini veren İl Özel İdaresi İmar ve Yapı İşleri Daire Başkanlığı yetkilileri, yazarın 1 yapı için dava açtığını ve kaybettiğini, diğer 3 yapı için ise mahkemeye müracaat etmediğini söyledi. Kalan 12 yapı ile ilgili Nişanyan'a tebligat yapıldığını belirten yetkililer, 60 günlük yasal süreyi beklediklerini ifade etti.

"Ya devlet başa, ya kuzgun leşe" ne demek?
Türk Dil Kurumu Atasözleri ve Deyimler Sözlüğüne göre, "Ya devlet başa, ya kuzgun leşe" atasözü, "Sonunda büyük bir başarıya ulaşmak için yok olma tehlikesi bile göze alınır" şeklinde tanımlanıyor.
Yeni Asır, Haber: İlker Çoban, 21.11.2010

 

******


NİŞANYAN EVLERİNİ KAYMAKAMLIK YIKACAK

 

Yazar Sevan Nişanyan’ın imara aykırı olarak yaptığı iddiasıyla yıkımına karar verilen Selçuk Şirince’deki 16 evi İzmir İl Genel Meclisi’nde, İmar ve Yapı İşleri Daire Başkanlığı’nın bütçesinin görüşülürken gündeme geldi. CHP’li Seyfettin Şen, Nişanyan evlerinin ne zaman ve nasıl yıkılacağını sordu. İmar ve Yapı İşleri Daire Başkanı Nurettin Yıldız, Nişanyan’ın evlerinin yıkım kararının Selçuk Kaymakamlığı’na bildirildiğini dile getirdi, “Şirince’deki kaçak yapılarla ilgili yıkım keşifleri hazırlanarak kaymakamlığa gönderildi. Bundan sonraki iş, kaymakamlığa kalıyor. Kaçak yapılarla ilgili alınan yıkım kararlarını kaymakamlıklar uyguluyor. Şu an ihale sürecindeyiz. Biz ihalenin yapılması için Selçuk Kaymakamlığı’na 120 bin TL ödenek gönderdik” diye konuştu.

Hürriyet Ege, Haber: Turan Gültekin, 24.11.2010

SÜLEYMANİYE'NİN 148 YIL ÖNCEKİ TAMİRİ

 

 

Kanuni Sultan Süleyman'ın hükümdarlık yılları bir taraftan dünyaya yön verildiği, bir taraftan da asırlar sonrasına hitap edecek eserlerin inşa edildiği dönemdi. Kanuni, Mimar Sinan'a kendi adına bir cami yapması emrini verdiğinde büyük mimar büyük bir şehir planlamacısı olarak Haliç'e hakim tepelerden birini külliyenin yeri olarak seçti.

1550 Haziran'ında caminin de içinde bulunduğu Süleymaniye Külliyesi'nin inşasına başlanıldı. Kanuni'nin de katıldığı caminin temel atma töreninde Şeyhülislam Ebussuud Efendi ilk temel taşını, mihrap duvarının yükseleceği kesime yerleştirdi. Külliyenin inşaatı yıllarca devam etti. Cuma ve bayram günleri dışında hiç durulmadan çalışıldı. Kış dönemlerinde bile az işçiyle de olsa inşaata ara verilmemişti.

Süleymaniye Külliyesi medreseler, şifahane, han, hamam, imaret, darülkurra, sıbyan mektebi gibi birçok binadan oluşan büyük bir külliyeydi. Kubbenin kapanması, yarım kubbelerin tamamlanması, imaret kemerlerinin kavuşması gibi inşaatın belli kısımları bittikçe veya caminin çevresindeki yapılar tamamlandıkça bahşişler verilmiş, bal şerbetleri dağıtılmış ve kurbanlar kesilmişti.

Süleymaniye Camii'nin yapılmasında birçok büyük sanatkarın imzası vardı. Caminin hatlarında Hattat Ahmed Karahisari, Hattat Hasan Çelebi, kalem işlerinde Kara Memi, cam işlerinde Hacı Mehmed, ağaç işlerinde Üstat Ahmed gibi dönemin büyük sanatkarları görev yapmıştı.

Süleymaniye Külliyesi 7 yıl gibi kısa sayılacak bir sürede Osmanlı İmparatorluğu'nun bir yıllık gelirinin yaklaşık onda biri olan 59.760.180 akçe harcanarak bitirildi. 16 Ağustos 1557'de caminin 27.40 metre çapındaki ana kubbesi kapatıldı, 15 Ekim 1557 Cuma günü inşaatın başlamasından 7 yıl 4 ay sonra Süleymaniye Camii ibadete açılmıştı.

Caminin açılışı sırasında Mimar Sinan anahtarı padişaha verdikten sonra dua etmiş ve el kavuşturmuştu. Kanuni odabaşına "Camiyi açmaya kim layıktır" diye sorunca, "Padişahım ağa bendeniz bir pir-i azizdir, bu konuda layık olan o emektar kulunuzdur" cevabını aldı. Padişah bu cevap üzerine Mimar Sinan'a dönerek "Bu bina eylediğin Beytullah'ı yine senin açman evladır" dedi ve dua ettikten sonra anahtarı mimarbaşına verdi. Mimar Sinan da "Ya fettah" diyerek camiyi açtı.

Süleymaniye açıldıktan sonra çeşitli dönemlerde tamir edildi. Sultan Abdülmecid döneminde esaslı tamirlerden biri yapılmaya başlanmıştı. Sultan Abdülmecid döneminde başlayan ve birkaç yıl süren tamirin bitirilmesi ise Sultan Abdülaziz'e nasip oldu. Süleymaniye Camii 1862 Şubat'ında devlet adamlarının ve halkın da hazır bulunduğu Sultan Abdülaziz'in cuma selamlığıyla açılmıştı.

Padişahların cuma namazı için camiye gidişi ve camiden dönüşü Osmanlılarda cuma selamlığı adı verilen bir törenle olurdu. Hükümdar-halk bütünleşmesini sağlayan cuma selamlığı, sadece merasim ve dini yönüyle değil hukuki, sosyal ve kültürel açılardan da büyük önem taşımaktaydı. Halk, cuma selamlığında istek ve şikayetlerini sözlü veya yazılı olarak bizzat hükümdara ulaştırabilirdi.

19. yüzyılda Batılılaşma hareketini camilerimize de yansıtmıştık. Edirne'ye gittiğiniz zaman Üç Şerefeli Camii ve bazı camilerin duvarlarının Avrupa üslubuna göre boyandığını görürsünüz. Süleymaniye Camii'nin 1862'de biten tamiratı sırasında da kubbedeki klasik kalem işleri, yani süsleme kapatılarak yerine Barok ve Rönesans üslubunda tezyinat yapılmıştı. Bu durum Cumhuriyet döneminde tespit edilmiş ve tezyinatın tamamı olmasa da bir kısmı düzeltilmişti. Süleymaniye'nin son tamiratı sırasında ise klasik kalem işleri ihya edilmedi ve 19. yüzyılda yapılan Avrupa tarzındaki tezyinat bırakıldı.

Vakıflar Genel Müdürlüğü, Beşir Ayvazoğlu'nun bu konudaki uyarısı üzerine "Yapılan araştırmalar sonucunda özgün kalem işi konusunda hiç buluntuya ulaşılamadığı ve belgelere dayalı restitüsyon projesi de hazırlanamadığı için, restorasyon ilkeleri ve kuralları açısından ana kubbede mevcut barok bezemeyi kaldırarak restitüsyona dayalı klasik bezeme programı önerilmemiştir" şeklinde bir açıklama yaptı.

Yaptığı esaslı tamiratla Süleymaniye'yi yıkılmaktan kurtaran Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün bu konuyu geçiştirmemesi gerekir. Kubbenin tezyinatını aslına uygun bir şekle getirmek için Semih İrteş ve İnci Birol gibi bu konuda uzman sanatkarlardan niçin faydalanılmaz? Süleymaniye gibi tarihimizin en büyük eserlerinden birinin kubbesinin Avrupa tarzı tezyinatla durması ayıptır. Bir Avrupalı "En büyük camilerinizden birinin kubbesinin süslemelerinin restitüsyonunu kendi üslubunuza göre yapamıyor musunuz" diye sorsa ne cevap veririz?
Bugün, Yazı: Erhan Afyoncu, 21.11.2010

ALİ AĞA KONAĞI YIKILMAK ÜZERE

 

 

Diyarbakır'ın Silvan İlçesi'ndeki tarihi Ali Ağa Konağı, ilgisizlikten yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.

 

Silvan İlçesi Kale Mahallesi'nde bulunan tarihi Ali Ağa Konağı'nın koruma altına alınmasını isteyen mahalle sakinleri, yetkililerden yardım beklediklerini ifade ettiler. Vatandaşlar, Sur Üstü Sokak'ta bulunan binlerce yıllık tarihe sahip evlerin de koruma altına alınmasını istediler. Mahalle sakinleri, "Bölgemizde bulunan nadir tarihi yapılardan biri Ali Ağa Konağı'dır. Tarihi Ali Ağa Konağı'nın duvarlarının bir kısmı ayakta kalmışsa bile üst örtüsü tamamen yıkılmıştır. Tarihi yapı koruma altına alınmadığı için her geçen gün gözlerimizin önünde yok oluyor. Yetkililerden bu tarihi yapının koruma altına alınıp, tadilatını yapmasını bekliyoruz" dedi.

Konağın 1890 yıllarında yapıldığını söyleyen Ali Ağa'nın torunu Galip Özkan, "120 yılık bir tarihi binadır. Ali Ağa Konağı 1890 yılında yapılmış. Günümüzde tarihe verilen değer ortada. Kültür Bakanlığı tarafından tescillenen bu tarihi konak maalesef ilgisizlikten bu hale geldi. Kültür Bakanlığı tarafından tescilli olduğu için hiçbir bakım ve onarım yapamıyoruz. Ne yıkabiliyoruz ne de onarım yapabiliyoruz. En büyük endişemiz tarihi binadan geriye kalan tek duvarın birilerinin üstüne yıkılmasıdır. Yetkililer bu konuda duyarlılık gösterip, bu duvar kimsenin başına yıkılmadan tedbir almalıdır. Tarihi konak büyük bir tehlike arz etmektedir" diye konuştu.

Diyarbakır Haber, 21.11.2010

KALEYE 2011 MAKYAJI

 

 

Yaklaşık 2 bin metre yükseklikteki bir tepe üzerinde inşa edilmiş olan tarihi Erzurum Kalesi’nin etrafında Büyükşehir Belediyesi’nce çevre düzenlemesi yapıldı. Kalenin Cumhuriyet Caddesi’ne bakan tarafından yapılan düzenlemeyle yaklaşık 100 metrelik bir yürüyüş alanı oluşturuldu.

Beşinci yüzyılda Roma İmparatoru Theodosius tarafından yaptırılan, tarih boyunca Asurlular, Sasaniler, Persler, Araplar, Romalılar ve Bizanslılar arasında sık sık el değiştiren Erzurum Kalesi, 11’inci yüzyılda Türklerin eline geçti. Son zamanlara kadar Türkler tarafından kışla olarak kullanılan kaledeki, Mescit ve saat kulesi Türk mimarlığının ilk örnekleri olmaları bakımından önem taşıyor.

Kentteki tarihi eserler arasında önemli bir yere sahip olan ve etrafındaki dükkanlar yıkıldıktan sonra bir süre otopark olarak kullanılan Erzurum Kalesi’nin etrafında çevre düzenlemesi yapıldı. Büyükşehir Belediyesi’nce Erzurum Kalesi ile Ebu İshak Kazeruni türbesi arasındaki alan parke taşlarla döşenip kısa boylu ağaçlar dikilerek yürüyüş alanı haline getirildi. Hafta sonunu fırsat bilerek tarihi kaleyi gezmek isteyen vatandaşlar, belediyenin yaptığı çalışmayla tarihi mirasa yakışmayan çirkin bir görüntünün ortadan kalktığını söyledi.

Erzurum Gazetesi, 20.11.2010


******


KALE, ERZURUM TARİHİNİ BEKLİYOR





Erzurum Kalesi’nin, bütün müştemilatıyla birlikte özelliğini 1828 yılında kaybettiği bildirildi. Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Ümit Kılıç, Erzurum Kalesi ile ilgili olarak yürüttüğü belge tespiti çalışmalarına ilişkin açıklamalarda bulundu. Tarihi belgelere göre, Erzurum Kalesi’nin iç ve dış kale olmak üzere iki kısımda göze çarptığını söyleyen Kılıç, “Erzurum Kalesi, başta depremler olmak üzere bakımsızlık ve fiziki nedenlerden dolayı tahrip olmuştur” dedi.

Başbakanlık arşivlerinin, Erzurum Kalesi ile ilgili olarak günümüze kadar ulaştırdığı bilgilere göre, tarihi eserin, orijinalitesini ve özelliğini 1828 yılında kaybettiğini dile getiren Kılıç, aynı tarihi belgelerde, bu tarihten sonra Erzurum Kalesi’nin etrafında yeniden bir kale inşa edilmesi için karar alındığı, hatta bu hususta arazi incelemesi bile yapıldığının ifade edildiğini kaydetti. Yrd. Doç.Dr. Ümit Kılıç, “Erzurum Kalesi, iç ve dış olmak üzere iki kısımdan oluşuyordu. İç Kale, şimdiki gibi en yüksek kısmı teşkil etmekte ve bunun çevresini de, camiden dolayı Esat Paşa Mahallesi kaplıyordu. Bu kısım o döneme ait literatürlerde ‘Kale-i Dahil’ ya da Ehmedek diye adlandırılıyordu” dedi.

Erzurum Kalesi’nin dış kısmında bulunan ‘dış kale’nin bütün şehri içine aldığına dikkati çeken Kılıç, ‘Kale-i Hariç’ adı verilen bu bölümün de, başta depremler olmak üzere, bakımsızlık ve çeşitli fiziki müdahaleler nedeniyle yok olduğunu dile getirdi. Bu durum hakkında, Başbakanlık arşivlerinde de bir takım bilgiler bulunduğunu anlatan Ümit Kılıç, 1800’lü yılların başına rastlayan bu dönemin, tarihi belgelere göre, Erzurum Kalesi’nin orijinal özelliklerini kaybettiği zaman dilimi olarak geçtiğini belirtti. 1828 yılında Erzurum Kalesi’nin yanında, yeni bir kale inşa edilmesi için karar alındığı ve hatta arazi incelemesinde bile bulunulduğunu vurgulayan Yrd. Doç.Dr. Kılıç, “Gerçekten de Rusyalının sıcak denizlere inebilmek için mutlaka sahip olması gereken şehir Erzurum’du. Bir yıl sonra da Ruslar Erzurum’u ele geçirdiler. Edirne Antlaşması’na kadar, kendileri iç kaleyi tamir ve daha tahkimli hale getireceklerdir. Sözleşme nedeniyle Erzurum’u terk ederlerken, iki önemli işi gerçekleştirdiler. O da, Ermenileri beraberlerinde götürmeleri ve bu arada yeni onardıkları kaleyi tahrip etmeleridir. Kale’de sadece işi bitmiş toplar bırakılmıştır” diye konuştu.

Erzurum’un ‘Dış Kale’ diye adlandırılan surlarının içerisinde, şimdi ortadan kalkmış dini amaçlı çok sayıda binanın bulunduğuna dikkati çeken Yrd. Doç.Dr. Ümit Kılıç, bu yapıların, 18 ve 19. yüzyıllarda sosyal hareketliliği sağlayan işlevleri olduğunu söyledi.

Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Ümit Kılıç, dış surların içerisinde kalan söz konusu yapıları ise şöyle sıraladı: “Kabe Şeyh ve Hamza Dizdar Mescitleri, Kırk Kilise Mahallesi’nde İlyas Ağa Camii, Hacı Zeynel Camii, Yukarı Mumcu’da Hacı Mehmed Camii, Lala Mustafa Paşa içinde El-Hac Ömer Ağa Medresesi, Gürcükapı yakınında İhlasiye ve Muhammediye adıyla bilinen Mehmed Efendi Medresesi, Camii Kebir yanında Demir Dede Medresesi, yine aynı yerde Temür Dede Medresesi, Bakırcı Hacı Mustafa Ağa’nın inşa ettirdiği medrese de dikkat çekmektedir”

Arşiv kayıtlarına göre, şimdi ismi bile hatırlanmayan Harrekani ve III. Murad Camii’nin de Kale içerisinde olduğuna dikkati çeken Ümit Kılıç, “Burada adı geçen Harrekani, İran’da bir şehirdir. Kars’a göç etmiş evliyalardan birisidir. Bu evliyanın müritlerinden birinin de, Erzurum Kalesi içinde türbe sahibi olduğu anlaşılıyor. Bu zatın ismi ise, Şeyh Ebu’l Hasan el Harrekani’dir” şeklinde konuştu.

Kale ve diğer tarihi eserlerle ilgili olarak belge tespit çalışmalarının sistemli bir şekilde sürdürüleceğini bildiren Kılıç, bu konuda Vakıflar Genel Müdürlüğü arşivinde zengin arşiv belgelerinin bulunduğunu sözlerine ekledi.

Erzurum Gazetesi, 21.11.2010

YAKUTİYE RESTORASYONZEDE OLDU

 

Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun Yakutiye Belediyesi hizmet binasının dış cephesinde yürütülen restorasyonu durdurması, belirsizlikleri de beraberinde getirdi.

1924 yılında Hükümet Konağı karşısına adliye binası olarak yaptırılan, 1960'lı yılların sonunda dış cephesi sıvanan taş binanın eski görünümüne kavuşması için başlatılan restorasyon ve dış cephe kaplama çalışması, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nca restütisyon projesinin gerçeğe yakın olmadığı gerekçesiyle durduruldu.

Yakutiye Belediyesi ile Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu arasında yaşanan proje çizim gerginliği devam ediyor. Geçtiğimiz ay sonunda toplanan Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu, Yakutiye Belediyesi’nin restorasyon çalışmalarını, restitüsyona uygun plan çizilmediği için durdurma kararı aldı. Kurul kararı üzerine Yakutiye Belediye Başkanı Ali Korkut’ta restorasyon çalışmalarını ve kaçak kat kısmındaki bazalt taş cephe kaplama çalışmalarını durdurdu. 11- 12 Aralık’ta yeniden toplanacak kurul üyeleri, belediyenin yeni restitüsyon projesine göre restorasyon çalışmalarının devamına ya da duran halinin devamına karar verecek.

Erzurum Gazetesi, 20.11.2010

İSTANBUL'UN ERMENİ MİMARLARI

 

Uluslararası Hrant Dink Vakfı, HAYCAR Mimar ve Mühendisler Dayanışma Derneği ve İstanbul Modern Sanat Müzesi, 19. ve 20. yüzyıllarda İstanbul’un şekillenmesinde rolü olan Ermeni mimarların katkısını ortaya koymak amacıyla, Batılılaşan İstanbul’un Ermeni Mimarları konulu bir sergi gerçekleştirecek. Küratörlüğünü mimar Hasan Kuruyazıcı’nın yaptığı, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı, ENKA Vakfı, Chrest Vakfı, Galata Fotoğrafhanesi Fotoğraf Akademisi ve APA Uniprint’in desteğiyle İstanbul Modern Sanat Müzesi’nde açılacak sergi 1-26 Aralık 2010 tarihleri arasında gezilebilecek. Sergide, 19. ve 20. yüzyılın başında, İstanbul’un mimari çehresinin Batılı anlamda değişmesinde Ermeni mimarların oynadığı rol vurgulanacak ve günümüzde çoğu artık hatırlanmayan yaklaşık 40 Ermeni mimar, 100’ü aşkın bina tanıtılacak.
Ziyaretçiler, iki kısa filmin gösterileceği sergiyi gezerken, ses sistemi sayesinde binalar ve mekanlar hakkında bilgi edinme fırsatını da bulacak. Sergiyle eşzamanlı olarak, dönemin mimarisi ve mimarları hakkındaki makaleleri ve sergide yer alan binaların fotoğraflarını içeren Türkçe-İngilizce ve Ermenice-İngilizce bir de kitap yayımlanacak.


Hasan Kuruyazıcı’nın, Kurtuluş, Pangaltı, Taksim, Cihangir, Tarlabaşı, Tünel, Galata, Eminönü ve Mahmutpaşa’da sokak sokak gezerek yaptığı taramalarla oluşan çalışma Kasım ayında açılacak sergi ve kitapla, somut bir anlam kazanacak. Benzer bir çalışmayı Rum mimarlarla ilgili olarak da yürüten Hasan Kuruyazıcı: “İstanbul’da 19. yüzyıldan kalma bir bina stoğu var.‘Bu kadar binayı kim yaptı?’ sorusu kafamı meşgul etmeye başlayınca, araştırmaya karar verdim.” diyor.
Sergi kapsamında, “İstanbul’un Ermeni Mimarları” konulu bir panelin yanı sıra, yine bu mimarlara ait binaların bir rehber eşliğinde gezileceği rehberli turlar da düzenlenecek.

Evresnel, 19.11.2010

TARİHİ MEZARLIK KEŞFEDİLMEYİ BEKLİYOR

 

 

Tarihi bundan 1300 yıl öncesine kadar dayanan Avdan Beldesi, bu kadar eski tarihe sahip olması hasebiyle çok sayıda tarihi eser bulunuyor.

 

Beldenin en önemli yerlerinden bir tanesi de ne mezarlığında bulunan ve birçoğunun ne zamana ait olduğu dahi bilinmeyen tarihi mezar taşları. Avdan Mezarlığı’nda bulunan bu tarihi mezar taşlarından birçoğunun zaman içerisinde tahrip olduğu, ilgi çekici olan birçok mezar taşının da bilinçsiz insanlar tarafından çalındığı bildiriliyor. Tarihi mezarlıkta bulunan mezar taşlarını incelemek için zaman zaman çeşitli üniversitelerden bilim adamları gelip araştırma yapsalar da henüz ortaya koyulmuş somut bir veri bulunmuyor. Avdan Belde Belediye Başkanı Hüseyin Doğanay, tarihi mezarlığın Avdan Beldesi’nin Avdan Tekkesi ile birlikte en önemli yerlerinden bir tanesi olduğunu ifade ederek, bu tarihi mekanın içerisinde koskoca bir tarihi barındırdığını belirtiyor. Avdan Mezarlığı’ndaki mezar taşları üzerinde ciddi bir çalışma yapılması halinde ilçeyle ilgili birçok bilinmeyenin ortaya çıkabileceğine dikkat çeken Hüseyin Doğanay, “Avdan Mezarlığı’nda bulunan tarihi mezarlıklar ilçemiz için saklı kalmış bir değer niteliğindedir. Çünkü bu mezarlığın ne zamana ait olduğu bilinmemektedir. Tarihi mezarlıkta bulunan mezar taşlarıyla ilgili bazen araştırmalar yapılıyor. Ama burada araştırma yapanların pek çoğu yıpranmış olduğu için mezar taşlarının çoğunu okuyamıyor. Mezar taşlarında Osmanlıca ile yazılmış mezar taşlarının yanı sıra üzerinde çeşitli işaretlerin olduğu mezar taşları da var. Biz bu mezar taşlarının henüz İslamiyet’le tanışmamış olan bölge halkına ait olabileceğini tahmin ediyoruz. Ama ortada somut olan hiçbir şey yok. İlçemizde ve özellikle bu tarihi mezarlıkta yapılacak olan bütün çalışmaların destekçisi olacağımızı buradan duyurmak istiyoruz. Burada gizli kalmış bir tarih var” ifadelerini kullandı.

Merhaba Gazetesi, 04.11.2010

Arykanda Heroon'u
...1901



14 - 20 Kasım 2010

ÇALINAN HEYKELİ JANDARMA BULDU

 

 

New York’a geçen ilkbaharda tatile giden bir İtalyan jandarma görevlisinin dikkati sayesinde, Haziran 1988’de İtalya’da bir müzeden çalınan Roma dönemine ait bir heykel İtalya’ya iade edildi.

 

Kültürel varlıkların korunmasından sorumlu birimde görev yapan başçavuş Michele Speranza, Manhattan’da bir galerinin vitrininde Roma dönemine ait heykeli görüp cep telefonuyla fotoğrafını çekti. Galerinin sahibine bu heykelin nereden geldiğini soran Speranza, verilen tereddütlü cevaplar sonunda kuşkulandı. İtalya’ya döndükten sonra, Speranza’nın şüphelerinde haklı olduğu ortaya çıktı. New York Gümrük Müdürlüğü'nün İtalyan Jandarması tarafından uyarılmasının ardından gümrük müdürlüğü heykele el koydu.

 

Roma ile Napoli arasındaki kıyı şeridinde bulunan Terracina Arkeoloji Müzesi'nden çalınan heykel, soruşturmaların ardından dün Roma’da İtalyan yetkililere resmen teslim edildi. 1980’de Roma Ulusal Müzesi’nden çalınan ve ABD’de bulunan bronzdan bir küçük heykel de teslim edildi.

Habertürk, 20.11.2010

'HABABAM SINIFI' KÜLTÜR MERKEZİ OLUYOR

 

 

354 dönüm arazi üzerinde Validebağ Tesisleri içinde bulunan ve 1916 yılından bu yana eğitim amaçlı kullanılan Adile Sultan Kasrı, 1975 yılında 'Hababam Sınıfı'na ev sahipliği yaparak herkesin merak ettiği bir mekan haline dönüştü.

 

Hababam Sınıfı Müzesi olarak da kullanılan Adile Sultan Kasrı, yıprandığı için 2005 yılında restorasyona alındı. 157 yıllık tarihi bina, 24 Kasım Öğretmenler Günü'nde yenilenmiş yüzüyle öğretmenevi ve kültür merkezi olarak kullanılmak üzere yeniden hizmete açılacak. Kasrın açılışına 'Hababam Sınıfı'nda rol alan oyuncuların da katılması bekleniyor.

 

Validebağ Öğretmenevi Müdürü Meral Veziroğlu, öğretmenevi ve kültür merkezi olarak hizmet verecek tarihi yapının, restorasyon çalışması nedeniyle bir süre kapalı tutulduğunu söyledi.

 

Onarımı biten tarihi yapının 24 Kasım Öğretmenler Günü'nde İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu ve Milli Eğitim Müdürü Muammer Yıldız'ın vereceği resepsiyonla halka tanıtılacağını anlatan Veziroğlu, 'Uzun zamandır onarım nedeniyle öğretmenlerin özlem ve merakla beklediği tarihi bina, öğretmenevi ve kültür merkezi olarak konuklarını ağırlayacak' dedi.

 

2. Mahmut'un kızı Adile Sultan adına 1853 yılında yaptırılan kasrın 1916 yılından bu yana eğitim amaçlı kullanıldığını söyleyen Veziroğlu, şöyle konuştu:

'1916 yılında Maarif Vekaleti'ne tahsis edilen tarihi bina, o yıllarda yetim kız ve erkek çocukların okulu olmuş. Bina, 1926'da da eğitimcilere hizmet etmek üzere Milli Eğitim Bakanlığı'na tahsis edilerek 'Validebağ Prevantoryumu' adıyla uzun yıllar öğretmen ve öğrencilerin verem öncesi tedavileri için kullanılmış. 1975 yılında Türk sinemasının efsanelerinden Hababam Sınıfı'nın çekimlerinde kullanılarak Türk sinemasına önemli bir hizmette bulunan bina, o günden sonra güzelliğiyle herkesin aklında yer etti. Tarihi bina, 2005 yılından itibaren kapsamlı bir onarıma alındı.'

 

24 Kasım itibariyle tarihi binanın eşsiz güzelliğiyle halkın hizmetine sunulacağını bildiren Veziroğlu, 'Eğitim camiasının gönlünde yer etmiş özel bir yer olan, Üsküdar ile Kadıköy ilçelerinin birleştiği Altunizade ile Koşuyolu arasında geniş bir bahçe içinde yer alan Adile Sultan Kasrı'nın bulunduğu Validebağ bahçesi uzun yürüyüşler yapmak, temiz hava solumak isteyenleri misafir etmeyi bekliyor. Burada anıt ağaçlar arasında İstanbul'un karmaşasından uzak, aile, arkadaş ve dostlarınızla çayınızı yudumlarken bir taraftan da kuşların sesini dinleyebilirsiniz' diye konuştu

Yeni Şafak, 20.11.2010

TARİHİ YENİDEN YAZDIRAN KAZI

 

 

Yenikapı çalışmalarına kazma vurulduğunda, İstanbul’un bilinmeyen tarihi de gün ışığına çıkarılmış oldu. İlk kazılarda Theodosius zamanında (MS 4.yy)’da yapılan bir liman bulundu. Liman alanında ise toplam 35 gemi saptandı. Ancak en önemli buluş, 4 insan iskeletinin saptanmasıyla ortaya çıktı. Yapılan incelemelerde iskeletlerin MÖ 6.500’lü yıllara ait olduğu saptandı.  Bir başka ifadeyle günümüzden tam 8 bin 500 yıl öncesine gidildi. İşte bu buluş İstanbul’un tarihinin yeniden yazılmasına neden oldu. Çünkü tarih kitaplarında İstanbul’un 2 bin 700 yıl önce Atina’dan gelen Megaralılar tarafından kurulduğu yazılıyordu. Bu buluntular ise İstanbul’un tarihinin 8 bin 500 yıl öncesine yani Neolitik döneme (Cilalı Taş) ait olduğunu gösterdi. Yerin 9 metre altındaki Theodosius zamanında (MS 4.yy) yaptırılan liman ve 35 gemi kalıntısı incelendiğinde çok ilginç başka bilgilere de ulaşıldı. Yapılan incelemelerde ise bu limanın ticari amaçlı kullanıldığı ve Mısır ile ticaret yapıldığı saptandı. Özellikle gemiler tarih ile ilgili bir çok ipucu verdi. Tekneler içinde ve kazı alanında bulunan yiyecekler Bizans imparatorluğunun deniz ticareti ve tarıma dayalı bir ekonomisi olduğunu ispatladı. Kazı alanında bulunan insan iskeletleri, deniz ürünlerini bol bol tükettiklerini gösterirken en çok incir, üzüm, vişne, kiraz ve kavun tükettikleri saptandı.

Vatan, 20.11.2010

ÜÇ İSTANBUL

 

İstanbul. İki kıtanın orta yerinde, kocaman inci bir gerdanlık gibi süzülen imparatorluklar kenti. Eşsiz güzelliklerin trafiğe takıldığı Megakent.  Şimdiki haliyle bile sorunlar yumağı olan bu kent, 10 yıl sonra ne olacak. Yağmurunda insanlar ölüp, akmayan trafiğinde ömürler mi geçecek? Yoksa kocaman bir dalga mı yutacak surlarını? Yeni çekim merkezleri nereleri olacak, daha fazla büyüyecek mi? İşte bütün bu merak ettiklerimizi üç mimara sorduk. Mimarlık Tarihçisi Pof. Dr. Doğan Kuban, Mimar Hakan Kıran ve Mimar Murat Tabanlıoğlu'yla İstanbul'u masaya yatırarak, akıldaki bu sorulara yanıt bulmaya çalıştık. Üç mimar, bakış açılarıyla yıllar sonraki üç İstanbul'u ortaya koydu. Yapılaşmadan, trafik çözümüne, turizmden büyümesine kadar işte üç mimarın, ilginç tespitleriyle üç İstanbul'dan bazı başlıklar...

 

 

YAPILASMA 10 YIL SONRA DA AYNI OLACAK
Çarpık kentleşme düzelmeyecek. Çünkü toplum birdenbire karakter değiştirmez. Hızlı büyüyen kentlerin planlanma şansı yoktur. Üçüncü boğaz köprüsü, kanal gibi projeler fantezi

İstanbul Prost'dan sonra planlı gelişme olduğu söylenemez. Belediyede yerli yabancı plancılar oldu. En ünlüsü Piccinato idi. Bir iki, yarım yamalak, noktasal uygulama olsa bile, kent planı ne doğru dürüst yapıldı, ne de yapılanlar uygulandı. Kentte göz önünde olan Boğaziçi öngörünüm koruma alanı bile kontrol edilemeyen uygulamalar yüzünden kalbura döndü. İstanbul'da tek korunabilen özellik Suriçi'nin Haliç siluetidir. O da Prost'dan kalma. O yüzden,  İstanbul'un yapılaşması uzmanların değil politikacıların, arsa yağmacılarının, kente göçen halkın zorladığı yasal olmayan yerleşmelerin oy kaygısı ile yasalaşmasının ve belediye meclislerinin ranta dönük kararlarının uygulanmasından oluşan spontane bir şekillenmeyle oluyor. O yüzden İstanbul 10 yıl sonra da bugünkünden farklı olmayacak. Çünkü 10 yıl içinde toplum birdenbire karakter değiştirmeyecek.

AVRUPA'YLA KIYASLANMAZ
Avrupa'nın nüfusu artmıyor. Paris'in merkezi 19. yüzyıldan kalma. İstanbul Avrupa ile değil, Bangladeş, Pakistan, Çin'le karşılaştırılabilir. Kontrolsüz olmak zorunda. Dünyanın her yerinde, özellikle gelişmemiş ülkelerde, hızlı büyüyen kentlerin planlanma şansı yoktur. Nüfusu bile sayılamayan, yerleşme sınırları kontrol edilmeyen bir yerde yapılamaz. İstanbul Roma çağından bu yana 1500 yıl 400-800 bin arasında olan bir kent fakat 1950'den sonra nüfusu on beş kat, alanı yirmi kat arttı. Bu toplumun kültürü böyle bir değişmeyi kontrol edecek nitelikte değildir.

3'ÜNCÜ KÖPRÜ FANTEZİ
Kenti boğacak şey ulaşımdır. Sadece ulaşım derdi halkın yaşamını her gün daha fazla sıkıntıya sokacağı için, yine sadece oy kaygısıyla, ulaşımda biraz düzelme umudu olabilir. Boğaz Köprüsü ve kanal gibi fantaziler metroyu 20-100 km uzatmaktan çok daha önemsizdir.

DEPREM BÜYÜK FELAKET
Türkiye'nin dengesini bozacak en büyük felaket depremdir. İdarecilere hala depremden sonrasını örgütlemenin depreme karşı tedbirler almadan daha önemli olduğun anlatamadık. Kaldı ki güçlendirilecek hastane, okul gibi kamu yapılarının 10 yılda %10-15'ini gerçekleştiren bir toplumun, uygulanamayacak şeylerle vakit geçirmesi sadece halk için değil, kendi politikaları için de tehlikelidir. Ayrıca, doğal dere yataklarında ciddi mühendislik çalışmaları yapılmazsa su baskını da can kaybı da her zaman olur. 350 bin hektarlık bir kentte yeni çekim merkezleri, tuzu kuru bir yatırımcının, kişisel becerileriyle yaratılabilir. Kaosun yönünü yine kaos saptar.  

MARKA SÖZÜ UTANÇ VERİCİ
Marka sözü İstanbul gibi üç imparatorluk başkenti için utanç verici bir sıfattır. İstanbul'u otomobil, ayakkabı, gömlek gibi bir mal olarak düşünen cahiller böyle değerlendirebilirler. Bu Konstantinopolis ya da İstanbul gibi dünya kültürünün simgesi olmuş bir kente bir sığır sürüsünün damgası gibi damga vurmaya yeltenmektir.

ARTIK HER YER SİSLİ HER YER NİSANTASI
Her semtte hızla yükselen AVM'ler nedeniyle her yer Şişli ve Nişantaşı'na dönüşecek. Yerin üstü ve altını ikiye ayırıp çalışılmalı

İstanbul bugün, Türkiye'nin gelişme çağındaki Paris'i,
Londra'sı, New York'u. Planlamanın da buna göre olması gerekiyor. Bugün ilk atılımlarla gördüğümüz karşılaşmalar var. Dün aklımıza gelmeyen bölgelerde, bugün yabancılar ev almaya başladı. Ofis hatta 5 yıldızlı oteller yapılmaya başlandı. Bu da gösteriyor ki, projeksiyon olmasa, yatırımcı o yatırımı yapmaz. İstanbul'la ilgili en önemli husus, kenti parçalara ayırmak. Önümüzdeki 10 yılda, yerin üstü ve altını ikiye ayırıp, çalışmaya başlanması gerekir. Çünkü, bütün dünya medeniyetlerinin -neredeyse tamamına yakınının-  izlerini taşıyan, nostaljisi, tarihsel geçmişi olan, bir yeraltından bahsediyoruz. Bu yerin altı mutlaka ve mutlaka keşfedilmeli.  

TRAFİK HER YERDE VAR
New York ya da Paris nereye bakarsanız bakın, dünyanın hiçbir metropolünde araç ulaşımı çözülmüş değil. Trafik sıkışıklığı her yerde var. New York'ta yürüyerek 10 dakikada gidebileceğiniz yolu bazen yarım saatte gidebilirsiniz. Ancak buralarda İstanbul'dan farklı yeraltı ve yerin üstünden toplu taşıma olarak alternatifiniz var. Özellikle tarihi yarımada ile ilgili başlatılan veya araştırılan koruma ve kullanmaya yönelik projelerin tamamlanması halinde, en önemli zenginliğimiz olan ve neredeyse dünyadaki gelişmiş tüm medeniyetlerin de kültür miraslarını barındıran yeraltı ve yerüstü tarihi mirasımızı da tüm dünyaya açmış olacağız. En önemli konu, tarihi zonu iyi kullanmak. Arkeolojik zonu da, bir an önce ortaya çıkarmak ve artık insanların gelmesi için daha İstanbul'u satmaya başlamamız lazım.

KENTİ PAZARLAMALIYIZ
Yanlış anlaşılmasın, pazarlamak için çok malzememiz var. Düne kadar gecekonduda oturulan bölgelerde, bugün rezidans ismiyle çok yüksek katlı binalar yapılıyor. Oradaki insanları, o binanın içinde oturmaya doğru ittiğiniz zaman bu bir gelişimdir. İyi yönü vardır. Ama bunun bir etap sonrasında, o yaşam doğasına uymazsa, orada sosyolojik bir problem çıkabilir. Ben bunu ara çözüm olarak görüyorum.  10 yıl sonrasında, bu insanların 'Yüksek yapıda mutlu olamadım, alçak yapı istiyorum' diyeceklerini düşünüyorum. Bıkmaktan değil uyumsuzluktan.  Eskisi gibi tek bir çekim merkezi olmayacağına inanıyorum. Olmamalı da. Bugün Tekirdağ-Çorlu birleşiyor. Her yere genişliyoruz. Artık her bölgenin Şişlileri, Nişantaşıları olmaya başladı. Doğru olan da buydu. Tek merkezli, herkesin merkeze aktığı doğru değil. Önemli olan bu sistemi, planlı yapmak.

MARKA KONSEPTİ OLMALI
İstanbul'un bir marka konseptinin olması lazım. Bu konsept içinde, çağdaşlığın, tarihin yeri belli olması lazım. Ve İstanbul'da yaşayan, şehre gelen insanların o konsepte mutlaka uyum göstermesi gerekir. Eğer bu gelişim, insanların konseptine göre şekillenirse bu sosyal açıdan yanlış olacağı gibi, mimariyi de şehri de olumsuz etkileyecektir.

İSTANBUL ARTIK DAHA FAZLA GENİSLEMEMELİ
İstanbul'un artık genişlememesi gerekiyor. Özellikle Haliç'ten, Sarayburnu'ndan Dolmabahçe'ye kadar olan bölümün bir master planla düzenlemesi gerekli

İstanbul artık genişlememeli. Olmayan eklerle zaten bozulmuş olan kent dokusunun düzeltilmesine odaklanılması gerekir. Kentler, bir noktadan sonra, iyileştirme, fonksiyon alanlarının yer değiştirmesiyle zaten  'içine doğru' genişler. Var olan yapılanmanın yeniden değerlendirilmesiyle, artı değerler elde edecek, atıl alanları geri kazanacağız. Var olan, kültürün, mirasın ve kentin doğal akışının bir parçası olan sahil şeridinin, özellikle Haliç'ten, Sarayburnu'ndan Dolmabahçe'ye kadar olan bölümümün bir master planla düzenlemesi gerekli. Hamburg Hafencity'nin kıyı yerleşimi, sahil şeridi düzenlemesi olarak pozitif bir örnek olduğunu düşünüyorum.

ALTERNATİF YARATILMALI
15 milyar nüfusa sahip bir kentin toplu ulaşımda çok farklı bir düzeyde olması gerekirdi. Geleceğe yönelik yatırımlar, raylı ulaşım, Boğaz'ın ve kıyıların maksimum değerlendirildiği, deniz ulaşım ve transfer merkezleri ile farklı sistemlerin birbirine bağlanması yönünde olmalıdır. İstanbul'un kara ulaşım sorunu sadece iki kıyı bağlamakla çözülemez, alternatif yollar oluşturmanın yanı sıra karayolu ulaşımının dışında imkanlar yaratmak gereklidir. Bir önerimiz var. Güneyde Haliç'ten başlayarak Büyükdere'nin kuzeyinde Karadeniz'e bağlanması öngörülen Kağıthane Deresi, altyapı olarak bir çözüm adımı olmasının ötesinde dere yatağında olumsuz olarak gelişen yüksek yapılanmanın da önünü alarak, bölgeyi yeniden projelendirilmenin başlangıcı olacaktır. Kağıthane ile Büyükdere arasında kalan bölge, yeşil alan olarak gelişerek, topografyanın doğal eğimine uyumla teraslanarak, her biri bulunduğu araziye uygun çeşitli karma yapılarla yeniden düzenlenmelidir. Planlı bir uygulama ile bu bölge kente yeni ve çağdaş bir merkez olarak kazanılacaktır.

SANAT KENTLE BULUŞMALI
İstanbul kendi varoluş biçimiyle daha birçok kültür yapısına ve kültürel yapılanmaya açık. Son yıllarda artan özel ve vakıf galerileri, kültür merkezleri ile İstanbul'un kültür sanat alanında dünya çapında bir yer hedeflediğini görüyoruz. Bizim yenileme projesini hazırlayıp onayını aldığımız, yeniden kültür-sanat hayatına katılacağı günü beklediğimiz AKM gibi güncellenerek kazanabileceğimiz yapıların yanı sıra sanata, modaya ev sahipliği edecek yeni kültür yapısı İstanbul'un gündeminde yer almalı. Bu yapıların her biri mimari ve estetik öğeler olarak kent yaşamıyla kaynaşmalı. Ama asıl önemlisi, binaların sanatın kentle buluşmasını sağlayan ortamlar olarak işletilmeleri. Tek tek projelerle değil genel bir planlama ile kentsel bir iyileşme öngörülmeli. İyi projeler tabii ki iyi örnekler oluşturacağından niyet olarak anlamlıdır. Bir kent, liman, kamusal alanlar, ulaşım arterleri gibi unsurların öncelikli olduğu genel bir planlama ile değerlendirilmeli. Herkesin uymasının sağlandığı kurallarla 10 yılda daha yaşanır bir kent haline gelir. Bunun için işbirliği gerekli.'

Akşam, Haber: Nebahat Koç, 20.11.2010

TARİH BARONLARINA MUHBİRLE DARBE

 

Daha önce Elmalı ve Karkamış defineleri gibi paha biçilmez tarihi eserleri yurtdışına kaçıran Cumhuriyet tarihinin en büyük tarihi eser kaçakçılığı çetesi Emniyet'in 15 ay süren operasyonu sonucunda çökertildi. Büyük bir gizlilik içinde yürütülen operasyon sonucunda yakalanan eski eser kaçakçılığı konusunda uzmanlaşmış 35 kişi hakkında cürüm işlemek amacıyla örgüt kurmak suçundan işlem yapıldı. Yakalananlar arasında Interpol tarafından kırmızı bültenle aranan Edip Telliağaoğlu'nun yeğeni ile ve gibi ünlü tarihi eser kaçakçıları bulunuyor. Beynelmilel faaliyet gösteren çetenin içine yerleştirilen muhbirlerin verdiği bilgiler ve teknik takip sonucunda yakayı ele veren uluslararası suç organizasyonunun elemanları arasında çalıntı eserleri yurtdışında pazarlayan Musevi ve Bulgaristan uyruklu kişiler de bulunuyor. SABAH Özel İstihbarat Bölümü'nün ulaştığı polis fezlekesine göre çete elemanları diş macunu ve kozmetik krem gibi malzemelerin içine sikke kamufle ederek havalimanından yurtdışına kaçırma gibi ilginç yöntemlerin de aralarında bulunduğu sayısız yöntemle ABD ve Almanya başta olmak dünyanın çeşitli ülkelerine tarihi eser kaçırdı. İstanbul Mali Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri, iki yıl içinde sürdürülen muhtelif operasyonlarda çökertilen çetenin kaçırmaya çalıştığı eserlerin de aralarında bulunduğu piyasa değeri 500 milyon TL olan 1700 tarihi eser ele geçirdi.

Mali polis, kaçırdıkları sikke, değerli çömlek ve heykel gibi yüzlerce eseri, bir dış ticaret şirketi gibi başta ABD ve Almanya olmak üzere dünyanın çeşitli ülkelerine ihraç eden çeteyi yakalamak için aksiyon filmi senaryolarına ilham verecek bir operasyon planı yaptı. Yaklaşık iki yıl önce çetenin içine muhbir yerleştiren polis, önce grubun organizasyon şemasını çözdü. Mali polisin tespitlerine göre eserlerin, bulundukları aşamadan itibaren Kapalıçarşı'ya ulaştırılması, yurtdışına çıkarılması, yurtdışında pazarlanması ve satılması safhalarında çetenin -her biri kendi alanında uzmanlaşmış- isimleri ayrı ayrı devreye giriyordu. Emniyet'e çalışan tarihi eser uzmanı muhbirler, ilk istihbaratları İstanbul Emniyet Müdürlüğü Mali Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü'ne Mart 2009'da bildirmeye başladı. Gelen ilk bilgilere göre Türkiye'den Dubai'ye kaçırılan ve Birleşik Arap Emirlikleri görevlileri tarafından yakalandıktan sonra Türkiye'ye iade edilen tarihi eserleri yurtdışına çıkaran Manisalı Hüseyin Yılmaz, yurt içinden topladığı eserleri İstanbul Kapalıçarşı'daki deposunda ve evinde saklayıp konteynırların gizli bölmelerinde kargoyla yurtdışına kaçırıyordu. Daha sonra gelen bir başka istihbaratta da Aziz, Ediz ve Alpay Telliağaoğlu'nun, Hüseyin Yılmaz ve Bilal Keleş ile işbirliği içinde Türkiye'nin dört bir yanından tarihi eser toplayıp yurtdışına kaçırdığı bildirildi. Emniyet'in muhbirleri ayrıca Aziz Telliağaoğlu'nun Almanya'da yaşayan 'Büyük Fuat' lakaplı Fuat Üzülmez ile birlikte hareket ettiğini ve çetenin, eserleri yurtdışına kaçırırken Atatürk Havalimanı kargo bölümünde çalışan Alpaslan Kılıç'tan yardım aldığını da haber verdiler. Muhbirlerin verdiği bir başka istihbaratta da İzmir Menemen'de ikamet eden Kürt Apo lakaplı Abdullah adlı kişinin define avcılığı yaptığı ve bulduğu eserleri İstanbul'daki Atilla Anakök'e sattığı belirtildi. Muhbirin aktardığı bilgilere göre Anakök ise Abdullah'tan aldığı sikkeleri diş macunu tüpü ile kozmetik kremlerin içinde saklayarak İstanbul Atatürk Havalimanı'ndan yurtdışına kaçırıyor ve ABD'deki alıcı olan Erick adlı kişiye ulaştırıyordu.

Çetenin son dönemde kaçırdığı değerli eserler arasında Yunan ve Roma dönemine ait paha biçilemez sikkeler, Helenistik döneme ait pişmiş topraktan Afrodit heykelleri, tabak, vazo, heykel başı, cam büst, mermer heykel gibi eserler bulunuyor. Polisin tespitlerine göre çete üyeleri tarihi eserlerin imitasyonlarını da üretip pazarladı. Çetenin tarihi eser envanterindeki orijinal yapıtların görselleri ise dijital ortamda saklandı. Polisin yaptığı operasyonlarda çetenin kaçırmayı planladığı eserlerin fotoğraflarının bulunduğu laptoplar ve harici hard diskler ele geçirildi. Fotoğraflardaki eserlerle yabancı ülkelerde internette pazarlanan tarihi eserlerin eşleştiği saptandı. Yunan ve Roma dönemlerine ait bronz sikkeler, kulplu koku şişesi, madeni para gibi eserlerin sahteleri de üretilip yurtdışında internet sitelerinde pazarlanarak satıldı. Bu sayede sattıkları eserlerle zengin olan çete üyelerinin villalarda oturdukları saptandı. Polis, bu villaların önünde aylarca teknik takip yaptıktan sonra bir dizi operasyon gerçekleştirdi.


Elmalı Hazinesi'ni kaçıran Telliağaoğlu ailesinin ileri gelenlerinden biri.

Aziz Telliağaoğlu
Örgütün lideri olduğu ileri sürülüyor. Tarihi eserlerin kaçırılması ve satılmasını organize ediyor. İstanbul Kapalıçarşı'da toplanan eserleri yurtdışına gönderiyor ve satıyor.

Fuat Üzülmez
Avrupa sorumlusu ve yöneticisi olduğu belirtiliyor. Kırmızı bültenle aranıyor, Almanya Münih'te ikamet ediyor. Türkiye'den gelen tarihi eserleri müzayede evlerine satıyor.

Fuat Aydıner
Üç numaralı adam. Eserlerin incelenmesi-ekspertizi satınalınması-nakliyesi-yurtiçinde satılması ve örgütün yöneticisiyle yurtdışında bağlantıları sağlıyor.

Sabah, Haber: Abdurrahman Şimşek, 20.11.2010

 

******


İŞBÖLÜMÜYLE ÇALIŞIYORLARDI

 

SABAH'ın ulaştığı belgelere göre 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu'na aykırı davrandıkları için haklarında kamu davası açılan şüpheliler şunlar: Fuat Üzülmez (Almanya'da yaşıyor, firari.) Aziz Telliağaoğlu, Fuat Aydıner, Bilal Keşel, Mustafa Karlankıç, Murat Yetke, Ediz Telliağaoğlu, Marsel Moiz Behmoaram, Alpay Telliağaoğlu, Hüseyin Yılmaz, Kamer İşsever, Sami Güneri Gülener, Ömer Kurhan, İhsan Acar, Arif Doğangüneş, Nihat Keleş, Mehmet Nevfel Mendi, Atilla Anakök, Levent Bayır, Hüseyin Taç, Ayhan Külekçi, Ali Çabuk, Bülent Yılmaz, Zahir Keleş, Harun Yadigar Savman, Ercan Yıldız, Ethem Topçu, İbrahim Emre Aydıner, Piort Dmitrievich Vornicov, Sezair Oktay, Zeynel Çimen, Murat Kılıç, Mehmet Muhsin Karsu, Mehmet Faruk Erdemir ve Yücel Akkaya.

Sabah, 20.11.2010

 

******


TARİHİ ESER A.Ş. NASIL ÇÖKERTİLDİ?

 

 

Çete elemanlarını teknik takibe alan polis, telefonda şifreli konuşmalarla eser kaçırma işlerini planlayan çeteyi sekiz ayrı yemleme operasyonu ile çökertti. Böylece çete üyeleri 15 ay süren operasyon sonucunda polisin titizlikle ördüğü ağın içine düştüler. Mali Suçlarla Mücadele Şube Müdürü tarafından yönetilen operasyonlarda biri emniyet amiri, ikisi başkomiser ve biri komiser olmak üzere 20 kişilik özel ekip görev aldı. Bu ekipte, çeteyi dinleyip görüşme kayıtlarını sıcağı sıcağına çözümleyen altı kişilik teknik takip timi de vardı. Çete elemanları telefonda kod isimlerle andıkları eserleri nasıl kaçıracaklarını şifreli yöntemlerle anlatıyorlardı. Heykele "kuzu", sikkeye "bebe" diyen çete üyeleri, Beyazıt Çınaraltı'nda buluşmak üzere sözleşmek için "Yalova Çınarcık'ta buluşalım" diyorlardı. Çete elemanlarını teknik takibe alan polis, telefonda şifreli konuşmalarla eser kaçırma işlerini planlayan çeteyi sekiz ayrı yemleme operasyonu ile çökertti. Böylece çete üyeleri 15 ay süren operasyon sonucunda polisin titizlikle ördüğü ağın içine düştüler. Mali Suçlarla Mücadele Şube Müdürü tarafından yönetilen operasyonlarda biri emniyet amiri, ikisi başkomiser ve biri komiser olmak üzere 20 kişilik özel ekip görev aldı. Bu ekipte, çeteyi dinleyip görüşme kayıtlarını sıcağı sıcağına çözümleyen altı kişilik teknik takip timi de vardı. Çete elemanları telefonda kod isimlerle andıkları eserleri nasıl kaçıracaklarını şifreli yöntemlerle anlatıyorlardı. Heykele "kuzu", sikkeye "bebe" diyen çete üyeleri, Beyazıt Çınaraltı'nda buluşmak üzere sözleşmek için "Yalova Çınarcık'ta buluşalım" diyorlardı.

Sabah, 20.11.2010

BOĞAZİÇİ'NE İLK KÖPRÜ 2522 YIL ÖNCE YAPILDI

 

 

Üzerinde, kalıcı bir köprünün kurulmasına izin vermeyecek derecede derin ve geniş olan İstanbul Boğazı’nda ayrıca Karadeniz’den Marmara istikametine doğru üst akıntı köprü yapımını zorlaştırıyordu. Bu bakımdan Mandroklees, daha sonradan Persler, Helenler ve Romalılar tarafından tecrübe edilen bir teknik kullanarak tarihte ilk defa iki kıtayı birbirine bağlayan bir köprü oluşturdu.


Gemiler bir kıyıdan karşı kıyıya kadar belli aralıklarla dizildi ve birbirlerine demir kıskaçlarla çengellendi. Çatı oluşturulduktan sonra köprünün eni boyunca kalın kalaslar kesildi ve bunlar teknelerin üzerilerine uzunlamasına peş peşe dizildi. Ardından enlemesine tahtalarla bunlar birbirine tutturuldu. Dareios, köprüyü tetkik ettikten sonra hayranlık uyandırıcı bir işi böylesine kısa bir sürede başardığı için Samoslu mimar Mandroklees’e ücretinin 10 katını verdi. Dareios, MÖ 512 yılında 740 metre genişliğindeki köprüden Avrupa’ya geçti. Daha sonra boğaz üzerindeki köprüyü oluşturan gemiler ayrıldı. Böylelikle Pers donanması, filolar halinde Byzantion, Kalkhedon limanları ile İstanbul Boğazı kıyılarında demir attı.

Milliyet, 20.11.2010

BU DA MÜZELERİ DOLANDIRAN RAHİP

 

Amerikan'ın Louisiana eyaletine bağlı Lafayette kentindeki Hilliard University Art Museum'ın eksperleri müzenin resim koleksiyonunda bir Katolik rahip tarafından hibe edilen resmin sahte olduğunu tespit etti.

 

 Ayrıca, rahibin kendi zevki için dünyaca ünlü resimlerin kopyalarını yaptığı ve sonrada galeri ve müzelere hediye ettiği ortaya çıktı.


Müze yetkililerine göre; ünlü Amerikalı empresyonist Charles Courtney Curran'ın resminin sahte kopyası Hilliard Müzesi'ne Arthur Scott isimli bir Cizvit rahip tarafından hediye edilmişti.


Araştırma sırasında, rahibin ülkenin başka galerilerinde ise kendisini 'Mark Landis' ve 'Stiven Gardiner' isimleriyle tanıttığı öğrenildi. Müze müdürü Mark Tullos ; 'ressam'ın eserlerini galerilere hibe ettiği için ve dolayısıyla icraatlarının menfaat kaygısı taşımadığı gerekçesiyle, kendisine her hangi bir yasal yaptırım da uygulanamayacağını vurguladı.


Tullos'ın gerçekleştirdiği araştırmaya göre; Arthur Scott'un 'eserleri' ülkedeki 30'dan fazla müze ve galeri koleksiyonlarını süslemektedir. Şimdi eksperler ekspozisyonlardan bu sahte resimleri toplattırmak için kapsamlı bir çalışma başlatacaklar.


Hilliard Müzesi yetkileri yinede polise başvuracaklarını ve rahibin kendilerine sunduğu çeşitli müzayedelerden resimlerinin sergilendiğine dair , sahte dekontları delil olarak takdim edeceklerini belirtti.

Milliyet, 20.11.2010

CUMHURİYET SANAT EĞİTİMİNE KERPİÇ EVLERDE BAŞLADI

 

İstanbul'un 2010 Avrupa Kültür Başkenti dönemini hem ülkemizdeki, hem de Avrupa’daki insanların belleğinde ufacık bir kültür ve sanat tadı bırakamadan tamamlamak üzereyiz.

 

Üstelik milyonlarca dolar harcanmasına rağmen...
Bu başarıdan dolayı büyük küçük bütün ilgili ve yetkilileri kutlamak gerekir! Eğer ülkeyi yönetenler sanatın önemini kavrayamamışlarsa Avrupa Kültür Başkenti olmak hiçbir şey yazmaz.
Bakın Cumhuriyet’in kurucuları o yoksulluk içinde kültür ve sanatın gelişmesi için neler yapmışlar.
Tarih 22 Ağustos 1924...
Ankara’da toplanacak olan Muallimler Kongresi hakkında bilgi sunmak amacıyla Eğitim Bakanı Vasıf Bey, Mustafa Kemal Paşa’ya ziyarete gelir.
Vasıf Bey bilgi sunduktan sonra Gazi Paşa’yı kongreye davet eder.
Mustafa Kemal Paşa “Katılırım. Memnunlukla. İlk kongreye de katılmıştım. Tam da Kütahya Savaşı sırasında, rahmetli Nâzım Bey’in şehit olduğu, cephenin yarıldığı gündü” der.
Sonra da şu talimatı verir:
“Sana bir şey hatırlatmak istiyorum. Okullarda müzik dersi var ama hâlâ müzik öğretmeni yok. Çocuk şarkıları yok. Bir çare bulsak da halk müziğini, türküleri, oyun havalarını da toplatsak. Bu işler için bütçede ödenek ayrılmıştı. Müzik çok önemli bir sanat, bir ihtiyaç. Bu sanatı okullarımıza sokalım. Çocuklarımız birlikte eğlenmeyi, oynamayı, şarkı-türkü söylemeyi öğrensin, hayat coşkusunu tatsın, büyük eserleri tanısın.”
“Peki efendim.”


* * *


Hiç zaman yitirilmedi ve 1 Eylül’de Musiki Muallim Mektebi kuruldu.
İleride Ankara Devlet Konservatuvarı’na dönüşecek olan okula Cebeci’de Şakir Ağa Hanı’nı oluşturan ikisi kerpiç üç eski bina ayrıldı.
Müdürlüğe Cumhurbaşkanlığı Orkestrası Şefi Osman Zeki Üngör getirildi, öğretmenler seçildi.
Öğretimin on iki erkek öğrenci ile 1 Kasım’da başlamasına karar verildi.
On iki öğrenciyi az bulan bir milletvekiline Vasıf Çınar güldü, “Altısını İstanbul’daki öksüz yurdundan getirttik. Yoksa altı öğrenciyle açılacaktı. Aileler müzik öğretmenliğini ciddiye almadılar, çocuklarını vermediler” dedi.
Okulun açılma haberi duyulunca söylentiler de başladı.
Yakında okula kız öğrencilerin de alınacağı, erkeklerle birlikte eğitim görecekleri, birlikte çalgı çalacakları gerici çevrelerde ağızdan ağza dolaşıyordu.
Bu çevreler kadınların çarşaftan çıkmış olmalarına da, Gazi Paşa’nın yüzü açık eşini yurt gezilerine, ziyafetlere götürmesine de büyük öfke duyuyorlardı.(*)      

  
* * *


Bütün yokluklara rağmen sanatın bir millet için vazgeçilmez olduğunu vurgulayan Mustafa Kemal’in kararlılığı ile 1 Eylül 1924’te kerpiç binalarda kurulan Musiki Muallim Mektebi 1 Kasım 1936’da Devlet Konservatuvarı’na dönüştürüldü.
Konservatuvarda binlerce tiyatro, opera, bale, senfoni orkestrası, sahne, müzik ve beste sanatçıları yetişti.
Bu değerli sanatçılar Türkiye’nin aydınlık, çağdaş yüzünü tüm dünyaya tanıttılar.
Ankara Konservatuvarı’nın yetiştirdiği çok değerli sanatçılardan ilk aklımıza gelenler şunlar:
Azra-Aydın Gün, Cüneyt-Ayten Gökçer, Yıldız-Müşfik Kenter, Fazıl Say, Gürer Aykal, Gülsin Onay, Hüseyin Sermet, Meriç Sümen, Yıldırım Önal, Can Gürzap, Cihan Ünal, Zuhal Olcay, Mehmet Ali Erbil.
Yıllardan beri Cumhuriyet döneminde yetişen sanatçılarla gurur duyduk, bundan sonra da duyacağız.

 (*) Cumhuriyet Türk Mucizesi İkinci Kitap/TURGUT ÖZAKMAN

Hürriyet, Yazı: Tufan Türenç, 20.11.2010

RESSAM OSMAN HAMDİ RUMDU

 

 

Boğaziçi Üniversitesi Tarih bölümü öğretim üyesi Prof.Dr. Edhem Eldem, Osman Hamdi Bey’in babası İbrahim Edhem Paşa’nın Sakız Adası’nda doğan bir Rum olduğunu ileri sürdü.

 

Tarih Vakfı tarafından yayımlanan “Toplumsal Tarih” dergisinde bir makale yayımlayan Prof.Dr. Eldem, büyük dedesi İbrahim Edhem Paşa’nın Sakız Adası’nda bir Rum aileden dünyaya geldiğini, 1821’de köle olarak Hüsrev Paşa tarafından satın alındığını ve Paris’e gönderilerek iyi bir tahsilden geçirildiğini anlattı. Ednem Paşa’yı ilginç kılan özelliği ise, Sakızlı Rum olarak dünyaya gelmişken, sadrazamlığa kadar yükselmiş köle kökenli bir Müslüman bürokrat olmasıydı.

Müslüman geleneklerine uygun olarak yetiştirilen İbrahim Edhem, kardeşi Kuzguncuk’ta bir kilisede papaz olarak görev yaptığı halde Rum aslını saklamak için bir hayli çaba sarfetti ve hatta kendisini Çerkes gibi gösterdi. Edhem Eldem, Osman Hamdi’nin ise Rum geçmişinden hiç sakınmadığını, hatta bunu sık sık vurguladığını yazdı. Diğer oğlu Halil Bey ise babasının Rumluğunu unutturup ona Müslüman bir geçmiş inşa etmeye soyundu. Eldem, bunun sebebini şöyle açıkladı:
 “Giderek dozu artan bir Türkçülük akımıyla özdeşleşen bir ülkede ihtida (başka dinden Müslümanlığa geçme) etmiş veya ettirilmiş bir Sakızlı Rum’un oğlu olmak herhalde pek cazip bir durum değildi.”

Milliyet, Haber: Şükran Pakkan, 19.11.2010

BERLUSCONI HEYKELE PENİS TAKTIRDI

 

 

İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi, bu kez Mars heykelinin penisiyle gündemde.

 

Resmi ikametgahı Chigi Sarayı’nda bulunan Mars heykelini inceleyen Berlusconi, heykelin penis kısmının boş olduğunu görünce, hemen bir penis hazırlanıp heykele yapıştırılmasını emretti ve bu isteği de gerçekleştirildi. MÖ 175 yılından kalma heykeldeki penisin, hangi aşamada düştüğü bilinmiyor. Bu arada Berlusconi, Mars’ın yanındaki Venüs heykelinin de, eksik olan elini tamamlattı. La Repubblica Gazetesi, penis ve el naklinin İtalyan vergi mükelleflerine 70 bin Euro’ya mal olduğunu yazdı. Ancak Başbakan’ın mimarı Mario Catalano, “Bu kararı ben verdim. Tek bir lirete bile mal olmadı. Devlet görevlileri projede çalıştı. Restorasyonun iki felsefesi vardır. Birincisi temizleyip bırakmaktır. İkincisi ise hasar vermeden orijinaline göre onarmaktır” dedi. Eksik organların, manyetik sistemle iliştirildiği, gerektiğinde çıkarılabileceği belirtildi. Yenilenmiş Venüs ve Mars heykeli, Palazzo Chigi’nin girişinde bir yere kondu.

Hürriyet, 19.11.2010

ÇEMBERLİTAŞ YENİ YÜZÜYLE IŞILDAYACAK

 

 

MS 330 yıllarında İmparator I. Konstantin onuruna, İstanbul'un yedi tepesinden biri olan ve şu anki adıyla Çemberlitaş olarak adlandırılan semtteki tepeye dikilen Çemberlitaş sütunu, sekiz yıldır sürdürülen restorasyon çalışması kapsamında yenilenen yüzüyle göz kamaştırıyor.

 

Anıtlar Kurulu'nca onaylı restorasyon projeleri Tarihi Çevreyi Koruma Müdürlüğü tarafından yapılan, restorasyon uygulamaları ise Yapı İşleri Müdürlüğü'nce gerçekleştirilen Çemberlitaş Sütunu'nun restorasyonu sekiz yıllık çalışmanın sonucunda sona erdi.

17 Ağustos 1999 depreminin ardından Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'nun Çemberlitaş Sütunu'nda depremle ilgili hasar tespit çalışması yapmasından sonra sütunla ilgili sağlamlaştırma yapılmasına karar verildi. Bunun üzerine 2002 yılında Kültür Bakanlığına bağlı Restorasyon ve Konservasyon Müdürlüğü gözetiminde Çemberlitaş'ta temizlik çalışması yapıldı.

Sütunla ilgili restorasyon projeleri öncesi Jeo Radar Sistemi kullanılarak üç boyutlu çatlak haritaları çıkarılan Çemberlitaş'ta sütunun üzerindeki çatlaklar ve 1972 yıllarında yapılmış dolgularla ilgili teknik rapor hazırlandı. Temizlik sonrası sütunla ilgili toplanan verilerle, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Tarihi Çevreyi Koruma Müdürlüğü restorasyon projesi yapıldı. Restorasyon projeleri Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'nca 8 Haziran 2005'te kararla onaylanarak çalışmalara başlandı.

Ayrıca, Çemberlitaş'a tramvay titreşimlerinin zarar verebileceği endişelerine karşı, İstanbul Ulaşım A.Ş tarafından zemin titreşim ölçümleri yapılarak ray altına özel titreşim azaltıcı bağlantı elemanları döşendi. Çemberlitaş Sütunu çevre düzenlemesi çalışması kapsamında ise sütunun küfeki kısmındaki derzleri tamamlandı.

Eksik küfeki bölümlerine yeni taşlarla tamamlama yapıldıktan sonra sütunun etrafına 40x40 ebadında döşeme ve basamak yapıldı. Sütun etrafında bulunan kırılmış, çökmüş ve yama yapılmış bölümler sökülerek yeni granitlerle detayına göre bordür ve kaplama çalışmaları devam ediyor.

Çemberlitaş Sütunu aydınlatma çalışması kapsamında ise sütununun dört çapraz köşesine, 4 metre yüksekliğinde aydınlatma direği, üzerine 2'şer adet projektör konularak aydınlatma yapılacak. Projektörlerin bir adedi beyaz ışıkla sütunu, diğeri sarı ışıkla küfeki taşı kısmını aydınlatacak.

Kablo montaj işlemine başlanılan ve Kasım ayı sonuna kadar tamamlanması planlanan çalışmaya restorasyon ile birlikte toplam 1 milyon 856 bin 65 TL harcama yapıldı.

Habertürk, 18.11.2010

İSTANBUL'DA İLK KEZ RUM MİMARLAR SERGİSİ AÇILIYOR

 

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı ile Zoğrafyon Lisesi Mezunlar Derneği, tarihte ilk kez Rum mimarların eserlerini bir sergide ve kitapta bir araya getiriyor.

 

Sergi İstanbul’dan sonra Atina ve Selanik başta olmak üzere muhtelif şehirlerde de açılacak. Kitap ise üç dilde hazırlanıyor.

 

Osmanlı mimarisinde vazgeçilmez yeri olan Ermeni mimarlar, başta Balyan Ailesi olmak üzere muhtelif kitaplara konu olmuştu ama Rumlar arasında mimar olabileceği fikri bile hayli romantik kaçıyordu doğrusu. Oysa, İstanbul mimarisinin Batılaşmasında en az Ermeni mimarlar kadar Rum mimarların da yabana atılamayacak katkısı vardı. Üstelik, her gün önünden geçtiğimiz ve mimarisine hayran kaldığımız binaların bir kısmı Rum mimarlara aitti.


İşte bu nedenle, Cumhuriyet tarihinde ilk kez İstanbul mimarisinde önemli tesiri bulunan Rum mimarların eserlerinin bir sergide bir araya getirilmesi, bunun da aynı zamanda kitap olarak yayımlanması son derece önemli.
 

Zoğrafyon Lisesi Mezunlar Derneği ile İstanbul 2010 Kültür Başkenti Ajansı’nın işbirliğiyle hazırlanan sergi, mimari eserlerin muhtelif fotoğraflarından ve yapılış sürecini kapsayan arşiv malzemelerinden oluşuyor. Kitapta ise 12 Yunan ve Türk araştırmacının konuya ilişkin makaleleri yer alıyor. Kitabın bir başka önemli özelliği ise Türkçe-İngilizce ve Yunanca-İngilizce olarak iki ayrı nüsha halinde hazırlanmış olması. Kitap, bu konuya değinen ilk eser olması bakımından da ayrı bir önem taşıyor.


“19. ve 20. Yüzyılda İstanbul’un Rum Mimarları” sergisi, 22 Kasım’da mimarların büyük çoğunluğunun mezun olduğu Sanayi-i Nefise yani Güzel Sanatlar Fakültesi’nde açılacak. Kendisi de Rum asıllı olan Osman Hamdi Bey Salonu’nda yer alacak sergi, daha sonra Yunan Konsolosluğu’na taşınacak. Arkasından da Atina ve Selanik’e doğru yola çıkacak.

 

Tespit edilen 450 civarında mimar ve kalfa arasından 90 mimar ve 150 bina sergide yer alacak. Bunlardan bazıları:
Pera Müzesi (Bristol Oteli) - Mimar Manoussos
Fener Rum Erkek Lisesi - Mimar Konstantin Dimadis
Aya Triada Kilisesi - Mimar Vasilaki İoannidis
Zoğrafyon Lisesi - Mimar Periklis Fotiyadis

Hürriyet, Haber: Sefa Kaplan, 18.11.2010

TARİH YENİDEN YAZILIYOR

 

İspanyol ve İzlandalı bilim adamlarının yaptığı bir araştırma, Amerika kıtasından Avrupa kıtasına ayak basan ilk kişinin bir kadın olduğunu ortaya çıkardı.

 

Araştırmaya göre, Vikingler, bin yıl önce Amerika kıtasında doğan bir kadını İzlanda’ya getirdi. Bu tez, Vikinglerin Cristof Colomb’dan yüzyıllar önce Amerika kıtasına ulaştığını ortaya koyuyor.

İspanya Bilimsel Araştırmalar Enstitüsü (CSIC), 4 İzlandalı aileye mensup 80 civarında kişiye genetik incelemeler yapıldığını ve bu kişilerde bulunan bir DNA türünün sadece ya Doğu Asya’da dünyaya gelenler ya da Amerikalı yerlilerde var olduğunu açıkladı.

CSIC araştırmacılarından Carles Lalueze-Fox, makalesinde, "İlk başta DNA’nın İzlanda’ya yerleşmiş Asyalı ailelerden geldiğini düşündük. Ama soy ağaçlarının incelenmesi sonucu 4 ailenin atalarının 1710 ile 1740 arasında yaşamış olduğunu ve İzlanda’nın güneyindeki bir bölgeden geldiklerini keşfettik" ifadesini kullandı.

Laueza-Fox, C1e adı verilen genetik dizilimin İzlanda’ya bir kadın tarafından sokulduğunu gösterdiğini belirttiği makalesinde, "En gerçekçi hipotez, bu genlerin 1000 yıllarında Vikingler tarafından Amerika kıtasından getirilen bir yerli kadına ait olduğudur" dedi.

Milliyet, 18.11.2010

3 YAŞINDA HAZİNE BULDU

 

 

Essex Kenti’nde yaşayan 3 yaşındaki James Hyatt, geçen mayıs ayında tarlada beraber gezintiye çıktığı dedesinden oynamak için metal dedektörü istedi. Birkaç dakika sonra 3 yaşındaki James’ın oynadığı dedektörden bip sesleri gelmeye başladı. Babası ve dedesi büyük şaşkınlık yaşarken James, 20 santimetre kadar kazdığı çamurlu topraktan 16. yüzyıldan kalma altın kolye ucu buldu.

Kolye ucunu uzmanlara götüren aile, minik oğullarının 2.5 milyon sterlin değerinde (5.8 milyon TL) hazine bulduklarını öğrenince büyük sevinç yaşadı. Şimdi 4 yaşında olan James’in dedesi 15 yıldır hobi olarak altın aradığını ama bugüne kadar hiç bulamadığını söyledi. Altının satışından gelecek para, tarla sahibiyle aile arasında paylaştırılacak. Kolye ucunun, kraliyet ailesinden bir kişiye ait olduğu sanılıyor.

Hürriyet, 18.11.2010

'ÜÇ GÜZEL' PAMUK ELLER CEBE

 

 

Louvre Müzesi, sanat eleştirmenleri tarafından 'Ulusal Miras' olarak adlandırılan, Alman ressam 'Yaşlı' Lucas Cranach'ın 16. yüzyılda yaptığı 'Drei Grazien' (Üç Güzel) adlı tabloyu, müzeye kazandırabilmek için sanatseverlerden yardım talep eden bir kampanya başlattı.

The Guardian'ın haberine göre, 1530 yılı civarında yapıldığı tahmin edilen 'Drei Grazien' tablosu, şu anda bir özel koleksiyonda bulunuyor. Fransa'nın başkenti Paris'te bulunan, dünyanın en çok ziyaret edilen müzesi Louvre, 4 milyon Euro'luk eser için 3 milyon Euro toplamış durumda. Şimdi ise sadece 1 milyon Euro'ya ihtiyaç var. Louvre Müzesi'nin yöneticisi Henri Loyrette, üç kadının nü olarak resmedildiği, bir A4 kağıdından biraz büyük 24x37 santimetre boyutlarındaki tablonun müzenin hazinelerinden biri haline gelebileceğini söyledi.

 

Öte yandan Louvre'un başlattığı kampanya medya tarafından eleştiriliyor. Müzenin büyük bir fona sahip olduğunu belirten gazeteciler kampanyayı 'kabul edilemez' olarak niteliyor.

Habertürk, 18.11.2010

OSMANLI MİMARLIK TARİHİNİN İLK KİTABI

 

 

Sultan Abdülaziz, Balkan topraklarında fetih için at koşturan ataları sayılmazsa Avrupa'yı ziyaret eden ilk Osmanlı padişahı. 1873'te Viyana Uluslararası Sergisi'nde Türk sanatkar ve zanaatkarlarının eserleri ile Osmanlı ülkesinde açılan fabrikaların mamullerinin dünyaya tanıtılması için yapılan çalışmalar da onun emri ile gerçekleştirildi.

 

Osmanlı Devleti, daha önce de birkaç uluslararası sergiye katılmıştı. Ülkenin farklı yerlerinde geleneksel olarak gerçekleşen panayırlar ve Ramazan aylarında cami avlularında açılan sergiler sebebiyle sanatkarlar ürünlerinin sergilenmesine zaten alışıktı. Sergiye katılmak için yapılan hazırlıklar iki yıl sürdü. Tanıtım için götürülen ürünlerin yanı sıra Viyana'da Topkapı Sarayı önündeki Sultan Ahmet Çeşmesi'nin gerçek malzemelerle bir maketi yapıldı. İki de kaynak eser hazırlandı: "Elbise-i Osmaniye" ve "Usul-i Mi'mari-i Osmani". İlk kitap için dönemin askeri ve mülki erkanının, her kesimden halkın giydiği kıyafetler tek tek fotoğraflandı. Projeyi sergide Osmanlı heyetinin başkomiseri olarak görev yapan Osman Hamdi Bey yürüttü. Fotoğrafları Pascal Sébah çekti.

 

İkinci kitapta, yani "Usul-i Mi'mari-i Osmani"de ise Osmanlı klasik mimarisinin elemanları sistematik olarak anlatıldı. Geometrik kurallar metne döküldü. Birçok mimari eserden genel ve detay çizimler yapıldı. Bir bakıma Osmanlı mimarisinin özeti çıkarılarak Avrupa ülkelerinin mimarisine alternatif oluşturabilecek niteliklere sahip olduğu ilan edilmeye çalışıldı. Sergiye eşya gönderilmesi için kurulan özel komisyonun başkanı ve Nafia Nazırı İbrahim Ethem Paşa'nın idaresinde hazırlanan kitaptaki resimler, Montani Efendi, Bogos Efendi ve Mösyö Mayer tarafından çizildi. Türkçe, Fransızca ve Almanca olarak kaleme alınan metinlerin Fransızcasını Mösyö De Lone yazdı. Resimlerin klişesi ve basım Mösyö Sébah tarafından gerçekleştirildi.

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarafından gerçekleştirilen Uluslararası Viyana Sergisi'nde Osmanlı Devleti'nin tanıtımı çok başarılı geçti. Sergiye katılanlara 420 adet çeşitli dallarda ödül verildi. Ülke ekonomisinin gelişmesi ve tanınmasına katkısı ekonomik alanda araştırma yapanların uzmanlık alanına girse de Viyana Sergisi'nden günümüze iki önemli hatıra kaldı: 1873 yılında Türkiye'deki halk giysilerini belgeleyen "Elbise-i Osmaniye" ile "Usul-i Mi'mari-i Osmani" kitapları. Elbise-i Osmaniye, Sabancı Üniversitesi tarafından basılarak günümüz okurunun istifadesine sunulmuştu. Devasa boyuttaki "Usul-i Mi'mari-i Osmani / L'Architecture Ottomane" ise TTT Vakfı Yayınları tarafından tıpkıbasım olarak hazırlanmıştı. Ancak mimarlar ve mimari tarihiyle uğraşanlar kadar tezhipten çiniye, ince marangozluktan mermer oymacılığına klasik sanatlara gönül ve emek verenler için de önemli bir kaynak niteliğinde olan bu büyük boyutlu kitaba herkesin ulaşması mümkün değildi. Çamlıca Basım Yayın, "Usul-i Mi'mari-i Osmani"yi yeniden yayımlayarak Osmanlı mimari tarihini görsel olarak anlatan bu değerli eseri kütüphane raflarından indirip hizmete sunmuş oldu.

 

Yine büyük boyda fakat daha makul ölçülerde basılan kitapta çizimler ve Osmanlıca-Fransızca-Almanca metnin yanı sıra Osmanlıca metnin transkripsiyonu ile sadeleştirilmiş hali bir arada yer alıyor. Kitaba ayrıca Osmanlıca metnin transkripsiyonunu daha iyi anlayabilmek isteyenler için bir sözlük kısmıyla sergi ve kitapla alakalı resmi yazışmalar eklenmiş.

 

13 kısımdan meydana gelen kitapta öncelikle Osmanlı mimari tarihi ve Osmanlı mimarisinde geçerli olan usuller anlatıldıktan sonra Süleymaniye Camii, Selimiye Camii, Yeni Cami, Kanuni Türbesi, Şehzade Türbesi, Üçüncü Ahmet Çeşmesi, Azapkapı Çeşmesi gibi zirve eserler tanıtılıyor. Alanında ilk olan ve mimari tarihimiz açısından büyük önem taşıyan kitap Osmanlı mimari eserlerinde yer alan süsleme unsurlarının çizimleriyle devam ediyor.

Zaman, Haber: Kenan Ilıca, 18.11.2010

GENELEV HAZİNESİ

 

Bentderesi Genelevi’nden yaz boyu süren yıkımlar sırasında Selçuklu döneminden kalma eserlerin yanı sıra, Bentderesi’nden Dışkapı’ya uzanan bir su kanalı bulundu.

Genelevdeki yıkım bayram sonrasında yeniden başlayacak. Önümüzdeki hafta Büyükşehir Belediyesi, kamulaştırdığı dört evin daha yıkımını yapacak. Yıkılacak evlerin bir tanesi dış kısımda yer alırken, üç tanesi genelevin iç kısmında bulunuyor.


Dört evin daha yıkılmasıyla birlikte Ulus’taki Bentderesi Genelevi’nde kalan ev sayısı 17’ye inecek. Genelevin yıl sonuna kadar tamamen kaldırılması hedefleniyor.

Ankara Hürriyet’e yıkımlarla ilgili bilgi veren Büyükşehir Belediyesi’nden üst düzey bir yetkili, Ulus Tarihi Kent Projesi kapsamında yapılan kazılarda Bentderesi’nde yıkılan evlerin altında tarihi eserlere rastlandığını belirtti. Bentderesi Genelevi’nin altında Roma döneminden kalma su kanalı ve Selçuklu döneminden kalma çömlek ve cam tespit ettiklerini söyleyen belediye yetkilisi şu bilgileri verdi:

“İcra takibini bitirdik. Bayramdan sonraki hafta dört ev daha yıkılacak. Kendi mülkiyetimize geçen evleri kamulaştırmayla yıkmış olacağız. Geriye 17 tane bina kalmış olacak. Onların ne zaman yıkılacağı da mahkeme sürecine bağlı. Bu yılın sonuna yetiştiririz diye düşünüyorum. Zaten yıkımların ardından genelevde bir çözülme de başladı.

Oradaki işletmeciler belediyeyi diğer kurumlara şikayet etme yoluna gidiyorlar. Mesela Valiliğe giderek, belediyenin genelevi yıktığını söylüyorlar. Halbuki belediye kendine ait olan binaları yıkıyor.

Öte yandan Ulus Tarihi Kent Projesi kapsamında genelevde yıktığımız binaların olduğu bölgede kazılarımız sürüyor. Genelevin altında Roma döneminden kalma bir su kanalı tespit ettik. Bu kanal Dışkapı’daki Roma Hamamı’na kadar uzanıyor. Ortaya çıkarttığımız Roma Antik Tiyatrosu’nun hemen çevresindeki Bentderesi’nde, Selçuklu döneminden kalma cam ve çömlekler de çıktı.

Genelev tamamen kalktıktan sonra, yapılacak kazıların ardından, Ulus Tarihi Kent Projesi’nin de tamamlanmasıyla çıkacak tarihi güzellik herkesi büyüleyecek.”

Hürriyet Ankara, 18.11.2010

TROIA'YA EN BÜYÜK İLGİ ALMANLARDAN

 

Tüm dünyanın yakından tanıdığı, Çanakkale'nin merkeze bağlı Tevfikiye Köyü sınırları içinde yer alan Troia Antik Kenti'ne en fazla ilgiyi Alman turistler gösteriyor. Antik dönemin ünlü ozanı Homeros'un, milattan önce 730 yılında yazdığı, 10 yıllık Troia Savaşı'nın son 51 gününün anlatıldığı, 15 bin 693 dize, 24 farklı bölümden oluşan İlyada Destanı'nda yer verdiği Troia'ya olan ilgi her geçen yıl artıyor.

Troia Antik Kenti Kazı Başkan Yardımcısı Doç.Dr. Rüstem Aslan yaptığı açıklamada, antik dönem araştırmalarında Orta Avrupa'da, özellikle Almanya'da 18. yüzyıldan itibaren Homeros konusunda önemli çalışmalar gerçekleştirildiğini söyledi. Bu yüzden, Alman kamuoyunun ve buradaki insanların Troia konusundaki ön bilgisinin diğer insanlara oranla daha fazla olduğuna işaret eden Aslan, ören yerindeki ilk kazıları gerçekleştiren isimler arasında yer alan Heinrich Schliemann ve mimar Wilhelm Dörpfeld'in Alman olmasının da bu ilgiyi biraz daha artırdığını vurguladı.

Aslan, araştırma tarihinin içine macera ve Troia hazinelerinin girmesinin, Troia'yı aktüel bir konu haline getirdiğini bildirdi. Tüm bunların toplamının, Alman kamuoyunda Troia algılamasını daha çok ortaya çıkardığını anlatan Aslan, şöyle konuştu:

"Bunun sonucunu ziyaretçi sayısında görüyoruz. İlginin artmasının diğer bir önemli nedeni de eski kazı başkanı rahmetli Prof.Dr. Manfred Osman Korfmann'ın, 2001-2002 yıllarında Almanya'da düzenlediği büyük Troia sergisidir. O dönem, 1.5 yıllık süreçte bu sergiyi 1 milyon kişi ziyaret etti. Bu tip sergilerin ören yerine getirisi, uzun vadeli kültür turizmini canlı ve ayakta tutmasıdır. O sayı kesinlikle kısa sürede aşağıya inmez."

Rüstem Aslan, son yıllarda ABD'li turistlerin de Troia'ya olan ilgisinin artığını söyledi. Bunun nedeninin ise çok büyük bir bütçeyle çekilen ''Troy'' filmi olduğunu vurgulayan Aslan, filmin antik kente gelen ABD'li turist sayısını olumlu etkilediğini ifade etti.

Aslan, Troia'ya ilgi gösteren başka bir topluluğun Japonlar olduğunu belirterek, ''Japonların genel bir Türkiye ve Anadolu kültürü ilgisi var. Japonların Anadolu tarihine duydukları ilgi, Troia'ya oldukça fazla sayıda turist gelmesine neden oluyor'' diye konuştu.

Bu yıl tahminlerine göre, yıl sonuna kadar Troia Antik Kenti'ni gezen turist sayısının 400 bin kişinin üzerinde olacağını ifade eden Aslan, bu rakamın yüzde 70'inin yabancı turist, bunların büyük bir oranını ise Almanlar, daha sonra da ABD ve Japon turistlerin oluşturacağını düşündüklerini kaydetti.

Habertürk, 18.11.2010

"DEV KENT BULDUK, KAZACAK PARA YOK"

 

     

 

Manisa'nın Salihli İlçesi'ne bağlı Tekelioğlu Köyü'nde, ABD'nin Boston Üniversitesi'nden gelen 18 kişilik ekibin, 6 yıldır yaptığı yüzey araştırmasında Truva'nın çağdaşı ve dört kat daha büyüğü olduğu ileri sürülen surlarla çevrili bir yerleşim yeri tespit edildi.

 

Christopher H. Roosevelt ve Christina Luke başkanlığındaki ekip, uydu fotoğraflarından yer tespitiyle yola çıkarak, dağ, tepe gezip detayları araştırarak çok önemli tarihi bulgulara ulaştı. Ödenek yokluğu nedeniyle henüz kazılara başlayamayan ekipten Christopher H. Roosevelt, 6 yıldır yaptıkları çalışmalar hakkında bilgi verdi. Roosevelt, Salihi'ye 20 kilometre uzaklıktaki, Marmara Gölü'nün çevresinde tarlaları gezip, inceleyerek ne olduğunu öğrenmeye çalıştıklarını belirterek, “İlkçağlardan günümüze kadar medeniyetleri araştırıyoruz. ‘Eski çağlarda arazi nasıl kullanılıyordu? Gölün büyüklüğü ne kadardı? Anadolu ile bağlantısı nasıl sağlanıyordu? Hangi şehirlerle ticaret vardı?’ gibi sorulara cevap bulmaya çalışıyoruz. Bugüne kadar elde ettiğimiz en önemli bilgi, bu bölgenin ilkçağlarda Paleolitik Dönem'de de kullanıldığını belgelemek oldu. Yeni bilgi, burada MÖ 2 bin yılına ait yerleşim ağının olduğu şeklinde” dedi.





Hitit Dönemi'ne ait bulgulardan yola çıkarak, buranın Lidya Krallığı'ndan önce gelen ilk uygarlık olduğunu tahmin ettiklerini kaydeden Christopher H. Roosevelt, şunları söyledi:

“Hititler'in arşivine göre, bu uygarlık Seha Nehri Ülkesi olarak biliniyor. Bu bilgileri çivi yazılı tabletler olan Hitit belgelerinden öğreniyoruz. Seha Nehri Ülkesi'nin başkentinin Marmara Gölü kenarında olduğunu tahmin ediyoruz. Kalesi 86 dönüm alanı kapsıyor. Bu kadar büyük bir kale Batı Anadolu'da bilinmiyor. Kalenin etrafında Marmara Gölü'nün batısında ayrıca alçak yerleşim olarak tanımlayabileceğimiz 75 hektarlık bir alan bulunuyor. Buranın, çağdaşı Truva'nın kalesinin dört katı olduğunu söylersek, önemini vurgulamış oluruz sanırım. Üstelik sadece bu kale değil. Yakınlarda üç tane daha sur duvarlı yerleşim yeri tespit ettik. Onlardan biri Truva'nın iki katı büyüklüğünde.”

 

Çalışmalar sırasında, Lidya Dönemi'ne ait, kralların ve önemli kişilerin gömüldüğü tümülüsleri de incelediklerini belirten Roosevelt, “Tümülüsler arasında Paleolitik Dönem'e ait yerleşimler tespit ettik. Yapıldıkları yıllardan itibaren pek çok soygun ve talana maruz kalan ve zarar gören tümülüsleri de çalışmalarımızda belgeliyoruz” diye konuştu.

 

Boston Üniversitesi'nin desteğiyle Türkiye'ye gelen arkeoloji ekibinde, iki Türk öğrenci ve Kültür ve Turizm Bakanlığı'nı temsilen Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nden gelen Sena Mutlu da bulunuyor. Öğrencilerden N. Pınar Özgüner, Boston Üniversitesi Arkeoloji Bölümü'nde doktora öğrencisi ve 7 senedir bu bölgede çalışıyor. Diğer Türk öğrenci Elvan Cobb ise aslen Turgutlulu. Ortadoğu Üniversitesi Şehir Planlama Bölümü'nden mezun olunca ABD vatandaşı Peter ile tanışıp evlenen Elvan Cobb, Pennsylvania'da Tarihi Koruma Bölümü'nde master yapıyor.

Hürriyet, 18.11.2010

AYASOFYA MÜZESİ ŞIKIR ŞIKIR

 

   

 

Ayasofya Müzesi'ni aydınlatan kandillikler ile Osmanlı döneminde yapılan Selatin camilerindeki en büyük hat levhaları olan 7.5 metre çapındaki hat levhaları, yaklaşık bir yıl süren restorasyon çalışmaları sonunda eski ihtişamına kavuştu.

 

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı'nın desteğiyle, kandillikler ve hat levhalarında yürütülen restorasyon çalışmalarında sona yaklaşıldı.

 

Yaklaşık bir yıl önce başlanan restorasyon çalışmaları kapsamında ilk olarak Ayasofya Müzesi'ni aydınlatan top kandillik ile çevresindeki küçük kandillikler yenilendi. Müzenin ortasında yer alan ve en dikkat çeken unsurlarından olan top kandillik, aslına sadık kalınarak restore edildi.

Çevresinde yer alan küçük kandillikler ise pirinçten aslına uygun yeniden yapıldı. 70 adet kandillik, Ayasofya'nın içini ışıl ışıl aydınlatmaya başladı.

 

Öte yandan müzenin ana mekanında yer alan ve hat yazılarını Kazasker Mustafa İzzet Efendi'nin yazdığı, 7.5 metre çapındaki hat levhaları da restore edilmeye başlandı.

 

Zaman içinde yüzeylerinde is ve kir oluşan taşıyıcılarında ve altın varaklarında bir takım bozulmalar meydana gelen hat levhaların yüzeyleri temizlendi. Hatların altın varak yüzeylerinin restorasyonu yapılarak taşıyıcılara takviye edildi.

 

Yapımında ıhlamur ağacının kullanıldığı ve üzerinde “Hz. Allah”, “Hz. Muhammed”, “Hz. Ebubekir”, “Hz. Osman”, “Hz. Ali”, “Hz. Hasan” ve “Hz. Hüseyin”in isimlerinin yazlı olduğu dünyanın bilinen en büyük hüsn-i hat levhaları da, hattatların usta ellerinde eski ihtişamına kavuşturuldu.





Çalışmalar kapsamında 7 hat levhasının restorasyonu tamamlandı. Sona bırakılan “Hz. Allah” yazılı hat levhasındaki restorasyon çalışmaları, büyük bir titizlikle devam ediyor.

 

Ayasofya Müzesi Başkanı Dr. Haluk Dursun,  Ayasofya Müzesi'nin bu yıl İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı'nın katkılarıyla, son yıllardaki en büyük restorasyonu geçirdiğini söyledi.

 

Ana kubbedeki mozaik restorasyonu bittikten sonra büyük iskelenin söküldüğünü hatırlatan Dursun, şu anda daha küçük çaptaki iskelelerle hat levhalarının restorasyonunun yapıldığını, maksurelerin ve merkezi aydınlatmayı sağlayan kandilliklerin restorasyonunun tamamlandığını anlattı.

 

Dursun, Ayasofya Müzesi'nde ön plana çıkan iki tür sanat eseri ve tezyinatının bulunduğunu, bunlardan birinin Bizans Dönemi mozaikleri, ikincisinin ise Osmanlı Dönemi hatları olduğunu ifade etti.

 

Bu hatlar arasında devasal boyutta 7.5 metre çapında Kazasker Mustafa İzzet Efendi'nin Sultan Abdülmecid dönemindeki restorasyonda asılan hatların yer aldığını belirten Dursun, bu 8 adet hattın en son 1949 yılında asıldığını o günden bu güne büyük bir restorasyon çalışması görmediğini söyledi.

 

Ayasofya müze olduktan sonra buradaki hatların aşağı indirildiğini, hatsız bir müze konseptinin düşünüldüğünü dile getiren Dursun, daha sonra bundan vazgeçilerek hatların yeniden yukarı çıkarıldığını belirtti.

 

Dursun, bu büyük çaptaki restorasyonda, hat levhaların ağaçlarından, arkasındaki gergiden başlamak üzere yazının yazıldığı yelken bezi denilen maddenin bakımına ve yazının üzerindeki altın varaklara kadar genel çaplı konservasyon çalışmasının yapıldığını anlattı.

 

Bu hat levhalarının Osmanlı Dönemi'nde Selatin camilerdeki en büyük hatlar olduğunu vurgulayan Dursun, “Bu hatların yazılmasıyla aynı derecede zorluk taşıyan bir diğer özelliği yukarı çıkarılması ve buraya asılmasıydı. Askıda durması için hafif olması lazımdı. Onun için ıhlamur ağacından yapılmış. Yine gerildiği zaman kopmaması ve deformasyon olmaması lazımdı, kenevir maddesi burada çok etkili olmuş. Yazının da tozdan, dış şartlardan, rutubetten gerilmemesi ve o formatın korunması lazımdı. Bunun için altın varak kullanılmış” diye konuştu.

 

Hat levhalarının, Ayasofya Müzesi'ni gezenler için son derece ilgi çeken bir müze objesi olarak durduğunu belirten Dursun, bu Osmanlı ve İslam döneminin kültürel objelerinin daha uzun yıllar kalması için bu restorasyon çalışmalarını yürüttüklerini ifade etti.

 

Dursun, ilk başta restorasyon çalışmalarını hat levhalarını aşağı indirerek yapmayı düşündüklerini ancak gezi mekanının kapatılması ve orada bir şantiye görüntüsü olmasındansa, her bir hat için ayrı ayrı iskele kurarak restorasyonu yerinde yürütmeyi uygun bulduklarını söyledi.

 

Ayasofya Müzesi'nde 8 hat dışında, Osmanlı padişahlarının yazdığı hatların da yer aldığını söyleyen Dursun, 2. Mustafa, 3. Ahmed ve 2. Mahmud'un hat levhalarının da restore edildiğini, onların karşısında da Yesarizade ve Veliyuddin Efendi'nin hatlarının bulunduğunu, Ayasofya'nın bu açıdan da bir hat müzesi sayılabileceğini anlattı.

 

Ayasofya'nın aydınlatmasında son dönemde kandil, ilk dönemde ise yağ kandillerinin kullanıldığını belirten Dursun, Sultan 3. Ahmed döneminden sonra Ayasofya'nın ortasına büyük bir top kandilinin yerleştirildiğini ifade etti.

 

Evliya Çelebi'nin anlattığı efsanelere göre, bu top kandilin altına “Hızırlık makamı' dendiğini anlatan Dursun, “Hz. Hızır'ın burada bulunduğuna inanılırmış, onun için insanlar oraya hep dua etmeye gelmişler. Bu nedenle ortadaki büyük kandillik Ayasofya'nın bir sembolü, o top kandilin altında bulunmak da hep önem taşımış. O top kandili ana maddesi aynı kalmak ve eriyen bölümlerini tamamlamak suretiyle, restorasyonunu tamamladık. Diğer kandillerin bir kısmı da devre dışı kalmıştı. Maddeleri, özelliğini yitirmişti. Top kandille beraber, Ayasofya'nın ana mekanında 70 adet yenilenmiş kandillik var” diye konuştu.

 

Dursun, Ayasofya'nın derslik denilen bölümleri olan maksurelerde, ahşap üzerine bir çalışma yapıldığını ve tamamlandığını söyledi.

 

Haluk Dursun, “Ayasofya'nın restorasyonları hiç bitmeyecek, bitmemesi de lazım. Ayasofya'nın her zaman bakım altında olması gerekir ve bu bakımın doğru yapılması şart. Acele etmeden, özenilerek çalışma yapılmalı” dedi.

 

Ayasofya'da yapılan en önemli restorasyonun 2009 yılında tamamlanan ana kubbe restorasyonu olduğunu ifade eden Dursun, bu yıl da ana kubbeyi tamamlayan ve Osmanlı çehresini Ayasofya'ya kazandıran hat levhaları ile ışıltıyı sağlayan kandilliklerin restorasyonunun tamamlanacağını söyledi.

 

Dursun, bundan sonraki süreçte, yarım kubbelerin restorasyon çalışmasına ihtiyaç olduğunu belirtti.

 

Dış cepheyle ilgili daha önce bazı çalışmaların yapıldığını ve devam ettirilmesi gerektiğini söyleyen Dursun, “Batı cephesinde bazı mermer alanlar var, onların projelendirilmesi bekleniyor ve horasan harcının tekrar değerlendirilip gerekirse sıva üzeri boya olup olmayacağı tartışılacak” dedi.

Hürriyet, 17.11.2010

TÜRKİYE'DE İLK KEZ TAPINAK CEPHESİ AYAĞA KALDIRILDI

 

 

Laodikya’da ilk kazı çalışmalarının 2004 yılında başladığını kaydeden Kazı Heyeti Başkanı Prof.Dr. Celal Şimşek, 2009 yılının başından itibaren Suriye Caddesi’nin kuzey tarafından 54 sütunun çevirdiği avluda 13 sütunu ayağa kaldırdıklarını ifade etti. Laodikya’nın 5 kilometrelik alanı kaplayan metropol bir kent olduğunu belirten Şimşek, Türkiye’nin en geniş ekibiyle kazı ve restorasyon çalışmalarının sürdüğünü söyledi. Şimşek “Burayı tamamen ortaya çıkarmak için 600 yıllık kazı yapılması gerekiyor. Biz 8 yıllık çalışmanın ardından Laodikya’yı gezilip görülebilecek yerler listesine kabul ettirdik. Çalışmalarımız devam ediyor” diye konuştu.

Türkiye’de bir tapınağın gerçek cephesinin ilk kez ayağa kaldırıldığını belirten Prof. Şimşek, “Tapınak cephesi, merdiven, merdiven korkulukları ve gerisinde bulunan sütunlar başlarıyla ayağa kaldırıldı. Gerçekte burada antik döneme ait çok az malzeme kalmış. Çünkü 7. yüzyıl’da Laodikyalılar bugünkü Kaleiçi’ne taşındığı için buraları kireç ve taş ocağı olarak kullanmışlar. Yüzde 10’luk bölümünü ayağa kaldırdık. Burasını yaşayan bir arkeoloji parkı yapma düşüncemiz var. Pamukkale Üniversitesi olarak burada 12 ay üzerinden çalışma yapıyoruz” dedi.

Hıristiyanlığın serbest olmasının ardından tapınağın dinsel arşiv olarak kullanıldığını söyleyen Prof.Dr. Celal Şimşek, çalışmalar hakkında şu bilgileri verdi: “Tapınağın başlıkları ve üst yapılarını yerine koyduk. Tapınak alanının üzeri çelik ve kırılmaz cam ile kapatıldı. Ziyaretçiler 6 metre yüksekte ve 500 kilogram yük taşıyabilen camların üzerinde dolaşacak. Altta ise tapınaktan çıkan malzemeleri sergiliyoruz. Bu da Türkiye’de bir ilk. Bu tapınak, MS 4. yüzyılda Hıristiyanlığın yaygınlaşmasıyla birlikte arşiv olarak kullanılmış. Bu alanda bol miktarda kurşundan yapılmış posta mühürleri, pişmiş topraktan yapılmış kutsal koku şişeleri bulduk. Camla korumamızın bir sebebi de, duvarlarda kalabildiği kadar MS 4. yüzyıla ait çizilmiş geyik sıraları var. Balık ağları, yelkenli gemiler yer almakta. Kalabilen malzemelerden tapınağı yeniden ayağa kaldırdık. Geniş alanın üzerini kapattık. Tapınakta son rötuşları yapıyoruz.”

Habertürk, Haber: Hacı Selamoğlu, 17.11.2010

110 YIL SONRA İLK NAMAZ

 

Van Kalesi'nin zirvesinde bulunan ve restore edilerek 110 yıl aradan sonra ibadete açılan Süleyman Han Camisi'nde 110 yıl aradan sonra ilk bayram namazı kılındı. Urartu Krallığı'na başkentlik yapan Van Kalesi'nin zirvesinde inşa edilen ve yapım tarihi kesin olarak bilinmeyen Süleyman Han Camisi, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın yaptığı restorasyon çalışmasının ardından 110 yıl aradan sonra ilk bayram namazına ev sahipliği yaptı. Sabah erken saatlerde 100 metre yükseklikteki Van Kalesi'ne ve tarihi camiye ulaşan Vali Münir Karaloğlu ile AKP Van Milletvekili İkram Dinçer, Vali Yardımcısı Atay Uslu, kurum müdürleri ve çok sayıda vatandaş, burada bayram namazı kıldı.

 

Namazın ardından vatandaşlarla bayramlaşan Vali Karaloğlu, İstanbul'da Kanuni Sultan Süleyman'ın yaptırdığı Süleymaniye Camisi'nde yapılan onarım çalışmasından sonra bugün ilk bayram namazının kılındığını anlattı. Karaloğlu, "Biz de Van'daki ilk fetih camisi olan ve Kanuni Sultan Süleyman Han adına yaptırılan Süleyman Han Camisi'nde bayram namazı kıldık. Burada namaz kılmanın milletimiz için farklı bir duygu olduğunu düşünüyorum. Tadilattan sonra bu cami Van'ın önemli sembolü haline geldi" dedi.

Yeni Şafak, 17.11.2010

YEREBATAN TRAFİĞE KAPANIYOR

 

Koruma Kurulu tarafından 1990'lı yıllardan bu yana belediyeye gönderilen uyarılarda, otobüs ve araç trafiğinin oluşturduğu baskı nedeniyle Sarnıcın çökme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu belirtilerek, önlem alınması istendi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Ulaşım Koordinasyon Müdürlüğü tarafından hazırlanan rapora göre, kısmen araç trafiğine kapatılarak yayalaştırılan Sultanahmet Meydanı ve çevresine bağlantıyı sağlayan caddelerden biri olan 'nin turist otobüsleri de dahil araç trafiğine kapatılması gündemde. İBB Ulaşım Koordinasyon Merkezi'nin toplantısında, Caddesi'nin trafiğe kapatılması halinde İstanbul'un turizm potansiyelinin etkilenmemesi için otobüslere yeni güzergah bulunması gerekliliği kararlaştırıldı. Bayram sonrası yürürlüğe girmesi planlanan çözüme göre, İstanbul İl Özel İdaresi'nin eski binasının da yer aldığı cadde tamamen araç girişine yasaklanırken, yaya girişine açık hale getirilecek. Vatan Caddesi'nde yapılan yeni binaya taşınan İstanbul İl Özel İdaresi'nin eski binası, Büyükşehir Belediyesi tarafından yıkılarak yeşil alan ve park olarak kullanılacak.

Sabah, Haber: Zeynel Yaman, 17.11.2010

DİYARBAKIR'IN MİRASI 481 YIL SONRA TOPKAPI'DA

 

 

Diyarbakır'ın 1529 tarihindeki valisi Hüsrev Paşa için hattat Abdullah bin Mehmed Pebzari tarafından yazılan Kuran-ı Kerim 481. yılında Topkapı Sarayı Müzesi'ne armağan edildi. Dışişleri Bakanlığı'nın anne tarafı Diyarbakırlı olan eski diplomatı Erkan Akaltun, yıllardır kasada sakladığı Kuran-ı Kerim'i kendi elleriyle Topkapı Müzesi yöneticilerine verdi. Akaltun, "Kutsal kitap bu topraklara ait. Kasada duracak bir şey değildi. Şimdi çok rahatladım. Müze'ye emanet ettim" dedi. Erkan Akaltun, SABAH'a, Topkapı Sarayı'na vermesinin gerekçesini, "Hüsrev Paşa, Sarayda ikinci vezirliğe kadar yükseliyor. Sarayda yüksek bir görevde. Bu nedenle buraya verilmesi doğruydu" diye açıkladı. Hüsrev Paşa'nın Diyarbakır'ın yanı sıra Mısır valiliği de yaptığını anlatan Akaltun, "Sokullu Mehmet Paşa'nın akrabasıdır. Sokullu'yu Saraya aldıran kişi" dedi. Eski diplomat, müzeye emanet ederken, tek bir koşul öne sürüyor. Kuran-ı Kerim'in en arka sayfasında, "Kimin elinde ise Hüsrev Paşa için öğle ikindi de Kuran okunması'na ilişkin vasiyeti müze yetkililerine ileten Erkan Akaltun, "Bir de buna ek olarak Kuran-ı Kerim'i bugüne kadar saklayan babaannem, annem için de kuran okunmasını istedim" dedi.

Sabah, Haber: Hülya Karabağlı, 16.11.2010

2 BİN 400 YILLIK ZEUS HEYKELİ

 

Kapadokya bölgesinin binlerce yıllık tarihi içerisinde, bu güne kadar çok fazla gündeme gelmeyen Gülşehir İlçesi'nin Gökçetoprak Köyündeki Hellenistik döneme ait Zeus kabartma heykeli tanıtım bekliyor.

 

Gökçetoprak Köyü muhtarı Zühtü Çelik, zengin doğal, kültürel ve tarihsel değerlere sahip Kapadokya bölgesinde Hellenistik dönemin en köklü eseri olarak da bilinen tarihi Zeus heykelinin, Mitolojiye göre o dönemde yaşayan insanların baş tanrı Zeus’a en değerli varlıklarını sundukları bir merkez olarak da biliniyor.

Çelik, o dönemde baş tanrı olarak bilinen Zeus’un oturur durumda tasvir edildiği Zeus kabartma heykelinin aradan geçen 2 bin 400 yıllık sürece karşın çok iyi korunmuş ender tarihi yapılardan biri olarak yapısı dikkat çektiğini dile getirdi.

 

Çelik, “Köklü bu denli değerlere karşın her yıl çok az turist Zeus Kabartma Heykeli’ni ziyaret ediyor. Bu konuda etkili bir tanıtımın yapılmasının gerektiğine inanıyorum. Bu konuda katkı bekliyoruz” dedi.

Nevşehir Kent Haber, 17.11.2010

BUNLAR TARİH DEĞİL Mİ?

 

Hasankeyf ve Allianoi’nin sular altında kalmasını istemeyenleri hainlik, bölücülükle suçlayan Başbakan Erdoğan, Süleymaniye açılışında bir numaralı ‘tarihsever’ kesildi!


“Biz tarihimize, ecdadımızdan devraldığımız bu mirasa layık olma gayreti içindeyiz.” (Başbakan Erdoğan)
“Tarihi eserleri geleceğe intikal ettirme gayreti içindeyiz.” (Başbakan Erdoğan)
“Bunlar ülkemizin mührüdür. Bu mühürleri kaybetmeyeceğiz. Bu mühürleri geleceğe taşıyacağız.” (Başbakan Erdoğan)
‘’Hainler, Türkiye’nin gelişmesini istemiyor.’’ (Başbakan Erdoğan, Allianoi’nin kuma gömülmesine karşı çıkanlara)
‘’Bölücülerin oyununa geliyorlar.’’ (Başbakan Erdoğan, Hasankeyf’in sular altında kalmasını istemeyenlere)
 

Başbakan Erdoğan Süleymaniye Camii’nin açılışının ardından yaptığı konuşmada tarihi eserlerin gelecek kuşaklara aktarılmasının ne kadar önemli olduğunu söyledi ancak yakın zamanda Allianoi ve Hasankeyf’in baraj suları altında kalmaması için mücadele edenlere söyledikleri dün söyledikleriyle taban tabana zıt.


Restorasyonu tamamlanan Süleymaniye Camii’nin açılışını yapan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından yapıldı. Bayram namazının ardından halka hitap eden Erdoğan, Hasankeyf ve Allianoi’ye sahip çıkanlara ‘hain’ dediği günleri unutarak, tarihi mirasa sahip çıkmanın önemine dikkat çekti.
 

3 yıldır restorasyonu süren tarihi Süleymaniye Camii’nin açılışı yapıldı. Açılış öncesi bayram namazı kılmak için Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Devlet Bakanı Hayati Yazıcı, Kamu Düzeni ve Güvenliği Teşkilatı Müsteşarı Muammer Güler, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, Büyükşehir Belediye Başkan Vekili Ahmet Selamet, Diyanet İşleri Başkanı Prof.Dr. Mehmet Görmez, Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir, İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın camiye geldi. Vatandaşlarla birlikte kılınan bayram namazının ardından Başbakan Erdoğan, kendisi için hazırlanan kürsüde bir konuşma yaptı.
 

“Biz tarihimize, ecdadımızdan devraldığımız bu mirasa layık olma gayreti içindeyiz” diyen Başbakan Erdoğan restore edilen ve restorasyonu devam eden Şehzadebaşı Camii, Yavuz Selim Camii, Mihrimah Sultan Camii, Fatih Camii, Üsküdar Mihrimah Sultan Camii ve Valide Sultan Camii’nin çalışmalarına değindi.


Tarihi eserleri geleceğe intikal ettirme gayreti içinde olduklarını savunan Başbakan Erdoğan, tarihi mirasın önemini anlatırken, tarihin en eski yerleşim yerlerinden Hasankeyf’e baraj yapılmasını istemeyenlere yönelik ‘’bölücülerin oyununa geliyorlar’’ sözleri ve tarihin ilk tıp merkezlerinden olan Allianoi’nin kuma gömülmesine karşı çıkanlara yönelik ‘’hainler, Türkiye’nin gelişmesini istemiyor’’ sözleri ile tezat cümleler kurması dikkat çekti. Erdoğan, “İnşallah geleceğe bu eserleri bizler ve bizden sonra gelenler de aynı şekilde intikal ettirmenin gayreti içinde olacaklardır. Bunlar ülkemizin mührüdür. Bu mühürleri kaybetmeyeceğiz. Bu mühürleri geleceğe taşıyacağız” diye konuştu.

Evrensel, 17.11.2010

SÜLEYMANİYE 3 YIL SONRA BAYRAM NAMAZI İLE İBADETE AÇILDI

 

 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bayram namazı için Üsküdar'daki konutundan Süleymaniye Camisi'ne geldi.


Sabah ve bayram namazını burada kılan Erdoğan'a, Devlet Bakan ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Devlet Bakanı Hayati Yazıcı, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, Büyükşehir Belediye Başkan Vekili Ahmet Selamet, Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın ve Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir eşlik etti. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, bayram vaazını verdi ve namazı da kıldırdı.

Bu arada, bayram namazı nedeniyle Süleymaniye Camisi'nde yoğunluk yaşandı. Yoğunluktan dolayı camiye giremeyen çok sayıda kişi, namazını caminin avlusunda ve dışında kıldı. Öte yandan, Süleymaniye Camisi'nin içinde ve dışında çok sıkı güvenlik önlemleri alındı. Caminin şerefelerine ve karşısındaki yapıların üzerine keskin nişancılar konuşlandırıldı.

Başbakan bayram namazından sonra yaptığı konuşmasında herkese iyi bayramlar dilerken, caminin restorasyon çalışmalarını anlattı. Erdoğan, “Gelecek Ramazan bayramında bir sorun olmazsa Süleymaniye tüm çevresiyle ilk günkü gibi olacak” dedi.

Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, açılışta yaptığı konuşmada, herkesin bayramını kutlayarak, sağlık ve afiyetle daha nice bayramlar geçirmelerini temenni etti.
Arınç, “Dünyanın çok yakından tanıdığı ve takdir ettiği Süleymaniye Cami'mizin restorasyonunu tamamladık ve Yahya Kemal'in güzel şiirinde olduğu gibi Süleymaniye'de bir bayram sabahında, bir bayram namazında buluştuk'' dedi. Bakan Arınç, “restorasyonu gerçekleştiren bütün arkadaşları başarılarından dolayı kutluyorum'' diye konuştu.

Şair Yahya Kemal Beyatlı'nın ''Süleymaniye'de Bayram Sabahı'' şiirinde muhteşem bir eser olarak nitelendirdiği, Kanuni Sultan Süleyman adına 1551-1558 yılları arasında, Mimar Sinan tarafından inşa edilen Süleymaniye Camisi, restorasyon çalışmalarının tamamlanmasıyla üç yıl aradan sonra bugün ibadete açıldı.


Vakıflar Genel Müdürlüğü'nce 21 milyon lira harcanan restorasyon çalışmalarında, mimar, kalemkar, hattat, sanat tarihçi, restoratör, konservatör ve işçilerden oluşan 200 kişi görev yaptı.

Türk-İslam kültürünün zirve eserlerinden, adeta İstanbul'a atılan ''Müslüman imzası'' niteliğindeki cami restorasyonunda, çimentodan arındırma tekniği uygulandı. 8 şiddetindeki depreme dayanıklı olduğu ortaya çıkan caminin kubbesinde, akustik için yerleştirilen 256 adet küp bulundu, pandantiflerde orijinal kalem işleri tespit edildi. 150 yıl önce ana kubbeye yazılan ayette, eksik olduğu belirlenen bir harf, kurul kararıyla hattatlar tarafından yazıldı.

Radikal, 16.11.2010

 

******


NAZIM HİKMET VE GURUR KAVRAMI

 

Dün Yahya Kemal Beyatlı’nın Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiiri üzerine yazdım, Süleymaniye Camii’nin ibadete açılış ila ve haberinde de onun şiiri başlık olmuştu.

 

Şimdi Nazım Hikmet’in bakış açısını irdeleyeceğim.


Nazım Hikmet, “Simavne Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Destanı”nın (*) düzeltmelerini bitirdikten sonra, bakın neyi eksik bıraktığını düşünüyor:


“Simavne Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Destanı risalemin dördüncü formasının makine tashihlerini sabahleyin matbaada yaptıktan sonra eve gelmiş, bu destanı yazmak için kullandığım notları, bir hapisanede geceleri doldurulmuş hatıra defterimi gözden geçiriyordum.


Ve ben hapisane gecelerinde doldurulmuş bir hatıra defterinde ‘Destan’ımın sonuna koymasını unuttuğum noktayı arayıp dururken Süleymaniye’yi gördüm.


Açılan öğle güneşinin altında Sinan’ın Süleymaniye’si bulutlara yaslanmış bir dağ gibiydi.


Evimin penceresiyle Süleymaniye’nin arası en aşağı bir saattir. Fakat ben onu elimi uzatsam dokunacakmışım gibi yakın görüyordum. Bu, belki, Süleymaniye’yi en küçük girinti ve çıkıntısına kadar ezbere, gözüm kapalı bile görebilmeye alıştığım içindir.”


“Rüzgar, deniz, endamlı ince kemerleri üstünde nasıl durabildiğine şaşılan bir taş köprü, ‘Çarşambayı sel aldı’ türküsü, bir yağlığın kenarındaki ‘oya’, bütün bunlar nasıl, ne kadar bir cami değilse, bütün bunların cami olmakla ne kadar alakaları yoksa, bence Süleymaniye de öyle ve o kadar cami değildir; minarelerinde beş vakit ezan okunmasına ve hasırlarına alın ve diz sürülmesine rağmen Süleymaniye’nin camilikle o kadar alakası yoktur.


Süleymaniye, benim için, Türk HALK dehasının; şeriat ve softa karanlığından kurtulmuş; hesaba, maddeye, hesapla maddenin ahengine dayanan en muazzam verimlerinden biridir. Sinan’ın evi, maddenin ve aydınlığın mabedidir. Ben ne zaman Sinan’ın Süleymaniye’sini hatırlasam Türk emekçisinin yaratıcılığına olan inancım artar. Kendimi feraha çıkmış hissederim.”
 

Yahya Kemal Beyatlı, tarihi ve dünü Süleymaniye’de simgeleştiriyordu.
Nazım Hikmet, dünün büyük abidesinden yarını görüyordu.
Onun için Süleymaniye, bir bileşimdir, yalnızca bir cami olarak kısıtlı bir algılama yerine, onu cami ve aynı zamanda Türk halk dehası olarak nitelendiriyor.
Bu yorumu, şairin yaklaşımını, geniş açı bir yorum biçiminde değerlendirmeliyiz.


Şair, Ahmed’e ne diyor?
“Sen Bedreddin hareketinden biraz da milli bir gurur duyuyorsun.”
Daha sonraki satırlarda alıntılar yaparak, “milli şuur duygusuna yabancı olmadığını” belirtiyor.
Yahya Kemal Beyatlı, tarihi perspektiften, ağırlıklı olarak dini ama kahramanlık serüvenimizi de Süleymaniye’nin içinde tasvir ediyor.
Oysa Nazım Hikmet, cami hüviyetini de ortaya koyarken, fanatik bir anlayışı eleştirerek onun milli yanını da anlatıyor.
 

Edebiyat, değişik düşüncelerden yola çıkarak, bizim algılama, duyumsama gücümüzü artırır, çeşitlendirir, zenginleştirir.


Ben Süleymaniye’nin ne olduğunu ancak Yahya Kemal Beyatlı’nın Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiiri ile birlikte Nazım Hikmet’in “Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı’na Zeyl-Milli Gurur” yazısını okuduktan sonra daha derinlemesine anlıyorum.

Hürriyet, Yazı: Doğan Hızlan, 17.12.2010

 

******


BÖYLE Mİ AÇILMALIYDI

 

Mimar Sinan’ın Süleymaniye Camii üç yıldır süren restorasyonun ardından, ‘Süleymaniye’de Bayram Sabahı’ şiirine denk düşürülerek Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından açıldı.

Biz de, bayramın ilk günü ikindi üzeri, kalkıp içinde dolaşmanın bile başlı başına bir ruh terbiyesine denk düştüğü Süleymaniye’ye gittik.
 

Ancak, türbelere giden taş döşeli yolda başlıyordu ilk hayal kırıklığı. Üzerinde Süleymaniye’nin yapım aşamalarını gösteren dev panolar aralanmış ve caminin ana kapısına giden bir koridor açılmıştı. Onun dışında her yer yine kapalıydı. Biz girdiğimizde ise caminin içinde elektrik süpürgeleri çalışıyor ve yerleri süpürüyordu. Çünkü toz toprak yeterince temizlenememişti ve tavandan da arada bir şeyler dökülüyordu. Elbette, kubbeler, kubbelerdeki süslemeler hakikaten nefis olmuştu. Yani insanın başını kaldırınca gördüğü manzara muhteşemdi. Ancak, zemin hiç de öyle değildi. Özellikle, Marmara ve Boğaz’a bakan pencerelerin pervazları, inanılmaz ölçüde kirliydi. Belli ki Başbakan ve yanındakiler oradan geçmeyeceği için hiç kimse dokunmamıştı oralara. Cam kırıkları bile olduğu gibi bırakılmıştı.

 


 


Pencerelerden caminin avlusu da görülüyordu elbet. Avlu da felaket bir görüntü içindeydi. Belki sadece oradan görülen bölüm öyledir diye dışarı çıkıp caminin çevresini bir boydan bir boya dolaştık. Manzara şuydu: İskele demirleri üst üste yığılmış, kalaslar yüzyıllara direnmiş çınarları yaralayacak şekilde birbirinin üstüne bindirilmişti. Mercan’a inen taraftaki büyük giriş kapısının üzerindeki kubbede ise hala iskeleler duruyordu. Son cemaat yerinin bahçeye bakan giriş kapısının üzerinde de yine iskele vardı. Bütün bu pislik görülmesin diye de büyük brandalar gerilmişti. Anlaşılan, birisi veya birileri, Süleymaniye bayram namazına yetişsin diye acele etmiş ve ortaya da böyle bir manzara çıkmıştı. İşin bu bölümü ise Başbakan ve yanındakilerden ustaca gizlenmişti elbette. Ne diyelim, bir ay daha beklense de bütün bunlara meydan verilmese daha iyi olmaz mıydı acaba?

Hürriyet, Haber: Sefa Kaplan, 18.11.2010

2 BİN 600 YILLIK BUDİST MANASTIRI ORTAYA ÇIKTI

 

Başkent Kabil'in güneyindeki Mes Aynak'da maden kazıları sırasında 2 bin 600 yıllık Budist manastırı keşfedildi. Çin şirketi tarafından ortaya çıkarılan harabelerin milattan önce 7'nci yüzyıldan kalma oldukları tahmin ediliyor. Asya ile Ortadoğu arasında İpek Yolu'nun önemli bir geçiş bölgesi olan Mes Aynak'ta bulunan manastırda koridorlar, duvar resimleri ile süslenmiş odalar, çömlekler, taş heykeller, bazıları 3 metre yüksekliğinde Buda heykelleri bulunuyor. 150 kadar heykel bulunduğu ve daha fazlasının olduğu düşünülüyor.

Sabah, 16.11.2010

'ÇİNİNİN PICASSO'SU HAYATINI KAYBETTİ

 

 

Dünyaca ünlü çini ustası Sıtkı Olçar dün akşam vefat etti. Uzun zamandır pankreas kanseriyle mücadele eden Olçar, Amerikan Hastanesi’nde tedavi görüyordu. 1948 doğumlu sanatçının cenaze töreni bugün Kütahya’da düzenlenecek. Olçar’ın naaşı ikindi namazının ardından defnedilecek.


En son geçtiğimiz eylül ayında Kütahya’da bir sergi, sempozyum ve panellerden oluşan organizasyon ile Kütahya çiniciliğine yaptığı katkıları ele alınan Olçar, 1973’te Osmanlı Çini adını verdiği atölyesini kurdu.


1980 yılından itibaren özellikle İznik çinileri üzerinde çalışırken bir yandan da kaybolup gitmekte olduğu sanılan Kütahya çiniciliğine yeni bir boyut ve dinamizm kattı. 

Çiniye yeni bir biçim ve öz getiren Sıtkı Olçar, Çanakkale seramiklerini de yeni bir yorumla ele aldı. İlki 1980 yılında olmak üzere, yurtiçi ve Dubai, Kuveyt, İspanya ve İtalya’nın da aralarında bulunduğu ülkelerde çok sayıda kişisel sergi açtı.


1986 yılında Yunanistan’ın Volos kentinde düzenlenen V. Balkan Ülkeleri El Sanatları Sergisi’nde Türkiye’yi temsil eden Sıtkı Olçar’ın yapıtları pek çok özel koleksiyonda ve müzede yer alıyor.
Uluslararası alanda kabul gören yapıtlarını ‘Sıtkı’ olarak imzalayan sanatçının 2009’da Sofça Köyü’ndeki 25 yıllık çini dükkanı işletme ruhsatı olmadığı gerekçesiyle mühürlenmiş ve o buna rağmen çalışmalarını sürdürmüştü. 

Kendine has bir tavır ve üslupla çalıştığı çini sanatını, dünyanın pek çok yerinde düzenlediği sergilerle temsil etmesi nedeniyle 2008 yılında UNESCO tarafından Yaşayan İnsan Hazinesi Ödülü’ne değer bulunan Sıtkı Olçar, 2007’de Der Spiegel dergisince ‘çininin Picasso’su olarak tanıtılmıştı.


Olçar sanatını şöyle anlatmıştı bir röportajında: “İlk yıllarda çinicilikle ilgili fazla bilgi sahibi değildim. Eski ve yeni ustalardan edindiğim deneyimler bana yol gösterdi. Sanatımın ilk yıllarında Kütahya ve İznik çinilerinin mavi-beyaz renklerini kullanarak imitasyon ürünler yaptım. Eskiden bu renkleri kullanan usta sayısı fazla olmadığından bu garip karşılandı. Alışılmışın dışına çıkarak pek çok şeyi denedim. Çinicilikte kendi yolumu çizerek ekolümü belirleyen form ve eserler yapmaya çalışıyorum bu da yurtiçi ve yurtdışındaki sanatseverlerin dikkatini çekiyor.”

Milliyet, Haber: Yasemin Bay, 16.11.2010

 

******


KÜSKÜN GİDEN ÖZEL BİR ÇİNİ USTASI

 

Kütahya’dan gazeteci dostumuz Ali Kehribar arayarak; “Büyük usta öldü” dedi; “Böyle bir çini ustasını Kütahya değil, Türkiye değil dünya kaybetti...”

 

Dünyanın en büyük çini ustalarından Sıtkı (Olçar) Usta’nın öldüğünü haber verirken, boğazı düğümleniyordu Kehribar’ın... 10 gün kadar önce konuşmuştuk... Rahmi Koç, pankreas kanseri olduğunu öğrendiğinde hemen Amerikan Hastanesi’ne kaldırtmıştı. Koç’un saygı duyduğu bir sanatçıydı. Onun gibi dünyanın her yerinde dostu vardı.


Ne yazık ki, Kütahyalı yerel yöneticiler Sıtkı Usta’yı ne ‘anlayabildi’, ne de ‘tanıyabildi.’


Çünkü çok özel bir adamdı.

 


 


Kütahya’yı dünyaya tanıtmasına Kütahyalılardan destek göremediğini açıkça ifade ediyordu.
Son yıllarını gazeteci dostu Ali Kehribar’la geçirdi. Onunla çok şeyi paylaştı. Kehribar’ı dinlerken, olanlara insanın aklı almıyor:


“Son yılları hep acı içinde geçti. Ilıca’da evini yıktılar. Onardığı ve ihya ettiği Hıdırlık Mescidi’nin ‘çinilerini çaldı’ diye mahkemelerde süründürdüler. Yıllardır emek verdiği ve dünya sanat çevrelerini heyecanlandırdığı fırınını ve atölyesini kapatmak için uğraştılar. Çeşitli çevreler, tam 11 kez Savcılığa ve mahkemelere gidip cezalandırmaya çalıştılar. Alın teri ve göz nuru ile meydana getirdiği, dünya sanat çevrelerinin yakından bildiği ve pek çok ünlü kişinin konuk edildiği Porsuk Baraj gölünün kenarındaki “ahşap camlı köşkünü” bir gece ateşe verip yaktılar. Kütahya-Eskişehir yolu kenarında ve Sofça Barajı yanındaki tesisleri ve çini satış yerini hiç kimsenin girememesi için yolu yükselttiler. Arabasına bir yıl öncesine kadar defalarca ceza yazdılar. Uğradığı saldırılar o kadar çok ki anlatmakla bitmez...”


Bu kadar engelleme ve saldırıya karşın, onu anlayan ve destekleyen Türkiye’deki dostları vardı.
Nitekim, kanser olduğunu öğrenen dostları, geçen 23-25 Eylül tarihleri arasında Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma ve Tanıtma Vakfı (KÜSAV) adına ‘Çini Ustası Sıtkı Olçar ve Kütahya Çiniciliğine Katkıları’ başlıklı bir sempozyum düzenlediler. Kütahya Hilton’u açan Kosif Holding’in ana sponsorluğundaki sempozyumda kimler yoktu ki; Semahat Arsel, Ömer Koç, Çiğdem Simavi, Hilal Kosif, Eskişehir’li Zeytinoğlu ailesi, Prof.Dr. Oktay Aslanapa, Filiz-Fikret Otyam, Hıncal Uluç, Prof.Dr. Ara Altun, Nazan Ölçer, Hülya Bilgi, Belgin Demirasar Arlı, Celal Ece, Prof. Gönül Öney, Hatice Kumbaracı, Mahmut Evkuran, Prof.Dr. Kenan Mortan, Prof.Dr. Sitare Turan Bakır, Ömür Tufan, Japon seramik sanatçısı Yoshiyuki Matsuove, Dr. Kadir Şenses, AKP Kütahya Milletvekili Dr. Soner Aksoy, Kütahya Valisi Şükrü Kocatepe, Belediye Başkanı Mustafa İça.... Melda Davran’ın hazırlayıp, M.Oğuz Aydın’ın yönettiği belgesel sanat, akademi, siyaset, iş dünyası ve medya mensuplarına bir veda idi sanki.


UNESCO “Yaşayan İnsan Hazinesi” ödüllü sıra dışı seramik sanatçısı Sıtkı Usta 37 yıldır 18 saat mesai verdi ve Türk çini sanatına soluk getirdi. 1948 Kütahya doğumluydu; 1973 yılında ‘Osmanlı Çini’ adını verdiği kendi atölyesinde çinicilik ve seramik alanında Kütahya’ya damgasını vurdu; marka yaptı. Kütahya çiniciliğine yeni bir boyut getirmesine karşın Kütahya’da hiç sergi açmadı... Şimdi Kütahyalılara düşen görev, Hıncal Uluç’un dediği gibi bir heykelini yapmaları..

Hürriyet, Yazı: Yalçın Bayer, 17.12.2010

EN ESKİ BAKIR ÇAĞI YERLEŞİMİ

 

Sırbistan’da dünyanın bilinen en eski Bakır Çağı yerleşimi keşfedildi. Başkent Belgrad’ın 200 km güneyindeki Prokuplje yakınlarındaki Plocnik’te bulunan 7 bin 500 yıllık yerleşim biriminde balta, çekiç, çengel gibi bakırdan aletler bulundu. Arkeologlar keşfi “sansasyonel” olarak nitelendirirken, yerleşim biriminde yapılacak araştırmaların insanoğlunun nerede ve ne zaman metali kullanmaya başladığına ilişkin bilgileri değiştirebileceğini söyledi.

Hürriyet, 16.11.2010

MICHELANGELO'DA HAMAM ESİNTİSİ

 

 

Dünyaca ünlü İtalyan ressam Michelangelo’nun Vatikan’daki Sistine Şapeli’ni süsleyen Kıyamet Günü freskinde Türk hamamlarında ve genelevlerde gördüğü erkek fahişelerden esinlendiği öne sürülüyor.


Pisa Üniversitesi’nden İtalyan sanat tarihçisi Elena Lazzarini, yeni basılan kitabı ‘Çıplaklık, Sanat ve Adaba Uygunluk: 16. Yüzyıl Sanatındaki Estetik Değişimler’de (Nudity, Art and Decorum: Aesthetic Changes in the Art of the 16th Century) devasa freskin eşcinsel tasvirlerle dolu olduğunu, bunlar arasında bir erkeğin testislerinden çekilerek lanetlenmeye götürülüşünün ve erkek figürler arasında öpüşme ve sarılma tasvirlerinin bulunduğunu yazdı. Lazzarini, Michelangelo’nun 16. yüzyıl İtalyası’nda gay genelevlerine ve Türk hamamlarına yaptığı sık ziyaretlerle erkek anatomisi hakkında bilgi edindiğini öne sürüyor.


Lazzarini, çok sayıda tarihçi tarafından eşcinsel olduğu düşünülen Michelangelo’nun Roma’nın dar sokaklarındaki kuytulara gizlenmiş işlek hamamlara ve genelevlere ziyaretlerinin belgelere dayandığını da söylüyor.
 

Araştırmacı, Michelangelo’nun ziyaret ettiği hamamlarda çok sayıda oda olduğunu, buralarda insanların sıcak ve soğuk banyolar yaptıklarını bunun yanındaki gizli odalardaysa hem erkek hem de kadın fahişelerle birlikte olunduğunu anlatıyor.


Michelangelo, bu freski ilk görücüye çıkardığında Katolik Kilisesi ayağa kalkmış sanatçı ahlaksızlık ve müstehcenlikle suçlanmıştı. 1537-1541 yılları arasında yapılan fresklerde Hazreti İsa’nın yeniden yeryüzüne gelişi ve kıyamet tasvir ediliyor. Michelangelo’nun Vatikan içindeki şapelin mihrap duvarını süsleyen ‘Kıyamet Günü’nü tamamlaması dört yılını almıştı.

Radikal Hayat, 16.11.2010

EFES, UNESCO LİSTESİ İÇİN GÜN SAYIYOR

 

 

Kent için ‘Alan Yönetim Planı’nın ihalesinin yapıldığını söyleyen İzmir İl Kültür ve Turizm Müdürü Abdülaziz Ediz, “Plan sunulduktan sonra bir engel kalmayacak” dedi.


UNESCO Dünya Mirası geçici listesinde yer alan antik kentin asıl listeye alınması için Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın başlattığı çalışmalarda son noktaya gelindi. UNESCO’ya gönderilen adaylık dosyasında yer alan ve kültürel değerlerin korunması açısından yetersiz bulunan ‘Alan Yönetim Planı’nın, UNESCO’nun istediği ölçütlerde yeniden hazırlanması için gerekli ihale Selçuk Belediyesi tarafından yapıldı. Efes Antik Kenti Alan Yönetim Planı’nın, Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Selçuk Belediyesi tarafından ortaklaşa hazırlanacağını söyleyen Ediz şunları kaydetti: “Belediye ihaleyi yaptı. Hedefimize ulaşmak için çok küçük bir adımımız kaldı. Dosyayı çok kısa sürede göndermiş olacağız. Ancak kesin tarihi vermek yanlış olur. Kabul edilmesi durumunda Efes, Türkiye’den Dünya Kültür Mirasları Listesi’ne giren 10. yer olacak. Her yıl 2 milyon turistin ziyaret ettiği Efes’in asıl listeye girmesinin ardından arkeolojik kazılara ve tanıtımına dünya fonu tarafından aktarılacak kaynak artacak.”

 

Dünya Mirası Geçici Listesi’nde olan Türkiye’deki eserler:
Efes Antik Kenti, Karain Mağarası, Sumela Manastırı, Alahan Manastırı, Aziz Nikolaos Kilisesi, Harran ve Şanlıurfa, Ahlat Mezarlığı ve Osmanlı Hisarı, Kalesi ve Surları Diyarbakır, Selçuklu Kervansarayları, Konya-Selçuklu Medeniyeti, Alanya, Mardin Kültürel Peyzaj, Bursa ve Cumalıkızık Erken Osmanlı kentsel ve kırsal yerleşim, Selimiye Camii, St.Paul Kilisesi,  İshak Paşa Sarayı, Kekova Güllük Dağı-Termessos Milli Parkı, Arkeolojik Site Afrodisias, Antik Kentler Likya Medeniyeti, Arkeolojik Site Sagalassos, Çatalhöyük, Arkeolojik Site Perge.

Milliyet, Haber: Turan Gültekin, 15.11.2010

MİMAR SİNAN'IN AŞKININ ESERİ Mİ?

 

 

Mihrimah Sultan, Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan’ın tek kızı ve 16. yüzyılda yönetimde büyük rol oynamış bir sultandı. 1539’da 17 yaşındayken Diyarbakır Valisi daha sonra sadrazam olan Rüstem Paşa’yla evlendi.

 

Mihriman Sultan, zamanını, adına yaptırılan iki büyük caminin yapımıyla geçirdi. Bunlar Üsküdar’daki, etek giymiş bir hanım görünümündeki Mihrimah Sultan Camii ve gün ışığının her köşede adeta dans ettiği kadınsı edalı Edirnekapı Camii’leriydi. (Mihrimah Sultan’ın statüsü iki minareli cami yaptırmaya yetmesine rağmen, bu caminin yalnızlığını simgelemesi anlamında tek minareli yapıldığı söylenmiştir.)


Mimar Sinan, Mihrimah için, en uygun yerlere en uygun camiyi, padişahın izni ve emriyle, dünya üzerinde eşi benzeri görülmemiş bir sihirli simetriyle yaptı.


Üsküdar’daki cami ve külliye, İstanbul’un “yedinci tepesi”nin en yüksek noktasında inşa edildi.
Edirnekapı’daki ise, Sinan’ın, Mihrimah Sultan’a olan aşkını tasvir ettiği cami olarak rivayet edilir. Caminin kubbesi, dışarıdan bakıldığında, tüm ihtişamıyla tek başına yükselmektedir. Minaresi sadece bir tanedir. Mimar Sinan’ın camiyi gözden uzakta, ilgiyi çekmeyecek bir yerde inşa ettirmesi, Mihrimah Sultan’a duyduğu gizli aşkın bir ifadesi, bir yansıması olarak yorumlanmasına sebep olmuştur. Edirnekapı’daki cami, 1999 depreminde hasar görmüş ve onarıma alınmıştı.

Mihrimah Sultan Camii ile Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camii’ni aynı anda görebileceğiniz bir yer tespit edin. Günbatımında (elbette, yılın sadece bir gününde) göreceğiniz muhteşem manzara şudur: Edirnekapı Camii’nin tek minaresinin arkasından güneş batarken, Üsküdar’daki caminin minareleri arasından ay doğmaktadır.  Mihr ü mah, Farsça güneş ve ay anlamına gelmektedir.

 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce restorasyon çalışmaları tamamlanan Edirnekapı Mihrimah Sultan Camii’ni dün öğle namazını kılarak hizmete açtı. Erdoğan, “Üzüldüğümüz şudur: Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan anısına Mimar Sinan tarafından 1562-1565 yılları arasında 3 yılda yapılmış. Ama, şimdi biz 11 yılda restorasyonunu yapıyoruz fark bu. Ne yazık ki ileri gitmiyoruz, geri gidiyoruz. İleri gitmek için şimdi biz Anadolu yakasında şöyle bir Süleymaniye Camii’ni kısa zamanda bitirmeyi hedefliyoruz” dedi.


Cami önünde toplanan vatandaşlara hitap eden Erdoğan, bayramda da (bugün) uzun yıllar restorasyonda olan Süleymaniye Camii’nin açılışını, Süleymaniye’de bir bayram sabahı edasıyla gerçekleştireceklerini söyledi. Erdoğan, “Fatih’in, Valide Sultan’ın, karşı taraftaki Mihrimah Sultan’ın, Sultanahmet’in külliyesi içindeki bazı kısımların restorasyonu devam ediyor” dedi

 

Erdoğan, açılışı yapılan Yavuz Selim Camii’nin de bu bölgede önemli özelliği olan ve sütunları olmayan dört duvar üzerine kubbenin inşa edildiği nadide eserlerden biri olduğunu ve belki de İstanbulluların çoğunun bu camiyi bilmediğini söyledi.


Haliç’e hakim, İstanbul’un beşinci tepesi üzerinde bulunan Yavuz Sultan Selim Camii ve Külliyesi, Kanuni Sultan Süleyman tarafından babası Yavuz Sultan Selim hatırasına, 1516-1522 yılları arasında yaptırıldı. Külliye; cami, imaret, sıbyan mektebi, darüşşifa, hamam ve bir türbeden oluşuyor. Sultan Selim Külliyesi’nin kim tarafından yapıldığı kesin olarak bilinmiyor ancak çeşitli kaynaklarda Mimar Ali ve Mimar Sinan’ın adı geçiyor.


Caminin birer şerefeli iki minaresi bulunuyor. İçeride mihrabın solunda mermer 8 sütun üzerinde hünkar mahfili, sağda müezzin mahfili, kıble kapısı üzerinde başka bir müezzin mahfili bulunuyor. Restore edilen cami ve külliye, 31 Ocak 2010’da yeniden açılmıştı.

Milliyet, 15.11.2010

ZİNDAN OLDU!

 

  

 

Yedikule Zindanları Müzesi'nde ziyaretçilere 'Deli Dumrul' gibi bilet kesen şirket, İstanbul kültür tarihinin en eşsiz yapılarından birini harabeye çevirdi. 2004'te Maliye tarafından 30 yıllığına kiraya verilen ve geceleri alemcilerin mekanı haline gelen, gündüzleri ise 'çocuk istismarı' vakalarıyla anılan zindanlar, görenlerin içini sızlatıyor.

 

Büyük bir alana yayılan Yedikule hisarlarının içinde sit alanı olmasına rağmen iki kaçak yapı bulunuyor. Hiçbir güvenlik görevlisi ve turistlere yardımcı olacak uzman personel bulunmayan zindanların içi pislikten geçilmiyor. Yedikule surlarının etrafını saran çıplak elektrik kabloları da düşündürüyor. Mekanın kapısında 'otopark'çı görüntüsüyle bekleyen üniformasız görevliler, burada dizi sinema filmi ya da tarihi belgesel çekmek isteyen prodüksiyon firmalarından saat başı 300 TL tahsis ediyor, üstelik fatura vermeden.

 

Maliye Bakanlığı Yedikule Zindanları Müzesi'ni, 2004 yılında içi yeniden düzenlenerek sanatsal etkinlikler gerçekleştirilmesi şartıyla STİ Uluslararası İç ve Dış Ticaret Limited Şirketi'ne kiraya verilmesi için Kültür Bakanlığı'ndan görüş istedi. Bakanlık da bunun üzerine taşınmazla ilgili daha önce alınmış kurul kararları da göz önünde bulundurularak, yapılacak her türlü uygulama öncesi ilgili koruma kurulundan izin alınması koşuluyla Yedikule Zindanları'nın kültürel, turistik ve sanatsal etkinliklerde kullanılmak amacıyla kiralanmasında sakınca bulunmadığını 11.02.2004'te Maliye'ye bildirdi. Ancak İstanbul Bir Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu, tarihi Yedikule Zindanları'nın ilerde yapılacak bilimsel çalışmalara imkan sağlamak için uzun süreli olarak kiralama ve irtifak hakkı tesisinin uygun olmadığı yönünde 21.04.2004'te bir karar alarak Maliye'yi yazıyla uyardı.


Taşınmaza ilişkin koruma kurulunun yazısını dikkate alan Maliye, STİ ile yaptığı Yedikule Zindanları'nın 30 yıllık kullanım ve işletme hakkını içeren kira sözleşmesinin iptali için gerekli yasal işlemin başlatılmasına karar verdi. Kararın ardından şirket ile bakanlık davalık oldu. Ayrıca kira sözleşmesinin iptali için Şehr-i İstanbul Derneği tarafından Maliye Bakanlığı aleyhine dava açıldı, İstanbul 1. İdare Mahkemesi'nde görülen dava dernek lehine sonuçlandı. Söz konusu karar Danıştay 13. Dairesi'nce de onandı.

 

İşletme tahsisinin bakanlığına verilmesini istediği tarihi yapıyla ilgili Yeni Şafak'a konuşan Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay "Oradaki acı manzara benim de içimi sızlatıyor. İnşallah haberinizden sonra şirketle ve mili emlak arasında süren iptal davaları hız kazanır ve böyle bir mekan bize verilir. Gerekli plan ve çalışmaları yaparız. Orayı İstanbul'un 'Kültür Vahası' haline getiririz" dedi. Bakan Günay şöyle konuştu: "Mesela Anadolu Ateşi İstanbul'da yer arayıp duruyor. Mekanın bize tahsisi durumunda müzik ve folklor gruplarının kullanabileceği, sergi ve kültürel etkinliklerin yapılabileceği güzel bir sanat ve kültür merkezi ile yiyecek-içecek merkezi yapılabilir. Fakat şirketle Milli Emlak arasında dava sürüyor. Mümkün olduğunca hızlı gitmesi için takip ediyoruz ama konu bizim dışımızda. Maalesef orada biz taraf değiliz. Bakımı ve çevre düzeni için bile çok müdahale edemiyoruz. Tıkanmış durumdayız. Yeni Şafak'a bu yaraya parmak bastığı için önemli teşekkür ediyorum."

 

Yedikule Zindanları'nın girişinde bakanlığının tabelası olduğunu muhabirimizden öğrenen Kültür ve Turizm Bakanı Günay devreye girdi. Yetkililerle temasa geçen bakanlık yetkilileri tabelayı kaldırttı. Surlarda yer alan kulelerin ve zindanların her türlü iyi ya da kötü kullanıma uygun olduğunu ifade eden Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, "Ben içini de dışını da iyi biliyorum. Yerlere çakıl sermişler, kötü bir sahne yapmışlar, üstelik bakımsız ve tam bir otopark görüntüsü var. Mülk sahibi olmadığımız için bir şey diyemiyoruz" dedi. Yedikule Zindanları'ındaki Altın Kapı'nın Osmanlı'nın törensel mekanı olduğunu belirten Günay, "Düzenlenebilse belki de muhteşem bir görüntü ortaya çıkacak. Aslında sorunun temeli başta şu. Tüm bu kültürel varlıkların tahsisi veya kiralanma hakkının biz de olması lazım. Bizim uygun gördüğümüz kişilere verilmesi gerekiyor" diye konuştu.

Yeni Şafak, Haber: Abdullah Yıldırım, 15.11.2010




SULTAN ABDÜLMECİD'İN GERÇEKLEŞEN RÜYASI

 

 

Dünyadaki en önemli projelerden biri olan Gebze–Haydarpaşa, Sirkeci–Halkalı Banliyö Hattının İyileştirilmesi ve Demiryolu Boğaz Tüp Geçişi İnşaatı (MARMARAY) Projesi, İstanbul için asırlık bir rüyayı gerçeğe çevirecek.

 

Proje kapsamında, Ocak ayında insanlar ilk kez İstanbul Boğazı'nın altından yürüyerek karşı yakaya ulaşabilecek. Marmaray Projesi Müdür Vekili İnşaat Yüksek Mühendisi Hüseyin Belkaya, Boğaz'dan tüp geçitle geçme sevdasının 1860 yılında Sultan Abdülmecit'in mühendis Preault'a, konuyla ilgili proje hazırlatmasıyla başladığını söyledi. Belkaya'nın verdiği bilgiye göre, mühendis Preault Sarayburnu ile Üsküdar arasında, ayaklar üzerinde bir batık tünel tasarladı. Ancak o günün teknolojisi ile bu tünel gerçekleştirilemedi. 1902 yılında ise mühendisler Strom, Lindman ve Hilliker, yeni bir Boğaz geçiş projesi tasarladılar. Su altından bir viyadük tünel şeklinde tasarlanan güzergahı yine Sarayburnu-Üsküdar olarak belirlenen bu proje de başarıya ulaşamadı. Şimdi bu hayalin gerçekleşmek üzere olduğunu söyleyen Belkaya, "150 yıllık bir gecikmemiz olsa da atalarımızın ayak izlerini takip ediyoruz. Güzergahımızı yine Sarayburnu ile Üsküdar arası olarak belirledik. İlk yola çıktıktan bugüne kadar boğazdan çok sular aktı, rejim değişti ama güzergah değişmedi" dedi.

 

Sirkeci'den, boğazın altındaki batırma tünel ile buluşmak üzere yola çıkan Tünel Delme Makinasının (TDM) 700 metre daha tünel deleceğini anlatan Belkaya, "Ocak ayında bağlantı tamamlandığında İstanbul Boğazı'nın altından insanlar ilk kez yürüyerek karşı yakaya ulaşacak. Diğer bir şekilde Yenikapı'dan tünellere girip Sirkeci'ye ulaşmak, denizin altından Üsküdar'a varmak ve tünellerden devam ederek Ayrılıkçeşme'de yüzeye çıkmak mümkün olacaktır" diye konuştu.

 

  

Habertürk, 14.11.2010

KÜTAHYA'DA 4300 YILLIK SARAY BULUNDU

 

Kütahya Seyitömer Höyüğü’ndeki kurtarma kazısında 4300 yıl öncesine ait olduğu tahmin edilen saray kalıntıları ve içerisinde bol miktarda seramik, porselen, metal eserler bulundu. Kazı Başkanlığını yürüten Dumlupınar Üniversitesi’nden Prof.Dr. Nejat Bilgen, höyükteki 5 kültür katmanının sonuncusu olan Erken Tunç Çağı dönemine ait bölümün 8 metrelik bir kalınlığa sahip olduğunu aktararak, gelecek yıl bu katmanı kazmaya devam edeceklerini anlattı. Bu yıl yaptıkları kazıda 4300 yıl öncesine ait bir sarayın kalıntılarını gün ışığına çıkarttıklarını vurgulayan Prof.Dr. Bilgen, sözlerine şöyle devam etti,”Bu yıl Erken Tunç Çağı dışındaki katmanları sıyırmaya başladık. Orta Tunç Çağı’nın mimarisi çok büyük ölçüde tamamlandı. MÖ 2000’li yılların başına ait çok hoş bir kent ortaya çıktı. Burasının Erken Tunç Çağı’nda seramik üretim merkezi olduğunu, kalıpla seramik üretimi yapıldığını saptadık. Höyüğün son katmanının topografyasını anlamaya çalışırken önemli bir bulguyla karşılaştık. Öncelikle bir mimari bulgu. İçinden çıkan buluntular ve mimari özelliklerin detayına bakıldığında burasının bir saray olduğunu kesinlikle düşündüren ip uçları çıktı. Höyüğün en yüksek orta kısmında olması hemen yanında geçen sene ortaya çıkardığımız megaron denilen tapınak bulunması ve mimari biçimiyle burada ancak bir yöneticinin oturduğunu tespit ettik.”

Vatan, 14.11.2010

SIRAEVLER SANAT CADDESİ OLUYOR

 

 

Akaretler'i W Otel ve ofis katlarıyla bambaşka bir çehreye kavuşturan Serdar Bilgili, Sıraevler olarak adlandırılan caddeyi 'sanat' konseptiyle yeniden düzenleme kararı aldı. Lüksün merkezi olma iddiasıyla iki yıl önce faaliyete geçen Akaretler Sıraevler'den 11 mağazasıyla ayrılan Beymen'den sonra, kiralama ve yönetim şirketi Avm mfi Partners ile anlaşan ve caddeyi 'herkesin rahatlıkla alışveriş yapabileceği ve gastronomi mekanlarının ağırlıklı olarak faaliyet göstereceği bir AVM' gibi yönetme kararı alan Bilgili bu projeden de 'lüks algısı zarar görür' kaygısıyla vazgeçti. Avm mfi Partners ile yolları ayıran Bilgili, caddeyi mimari ve sanat ile ilgili firmalara kiralamaya başladı bile.

Akaretler Sıraevler, 1875'te Mimar Serkis Palyan tarafından yapıldı. Önce saray ağalarının lojmanı olarak kullanılan evler sonraları kiraya verildi. Hem hem de annesi bir dönem Akaretler'de yaşadı. Sıraevler, Net Holding tarafından Vakıflar Genel Müdürlüğü'nden 15 Ekim 1987 tarihinde 49 yıllığına yap-işlet-devret modeli ile kiralandı. Daha sonra Net Holding'in altında kurulan Konaklama Tesisleri Yatırım ve İşletme A.Ş tarafından restore edilen Akaretler Sıraevler, 2003 yılında Garanti Bankası'na devredildi. 2006'da hisselerinin Akaretler Otel İşletmeciliği ve Turizm A.Ş tarafından satın alınmasının ardından Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün en büyük restorasyon projesi olarak hayata geçirildi. Serdar Bilgili'nin sahibi olduğu Bilgili Holding, tesislere yaklaşık 75 milyon dolarlık yatırım yaptı.

Boş mağazalara sanat galerilerinden ve tasarım firmalarından ciddi anlamda talep aldıklarını belirten holding yetkilileri, yeni oluşturulan konseptin caddenin yapısına da çok uygun olduğunu söylediler. Caddede ilk mağaza kiralayan Seyhan Özdemir ile Sefer Çağlar'ın kurduğu Autoban Mimarlık ve Tasarım Ofisi oldu.
Sabah, Haber: Pınar Çelik, 14.11.2010

SERAYA NİYET TARİHİ ESERE KISMET

 

 

Zonguldak'ın Çaycuma İlçesi'ne bağlı Kadıoğlu Köyü'nde oturan 68 yaşındaki Nizamettin Oral'ın yaklaşık 3 yıl önce evinin bahçesinde sera kurarken bulduğu tarihi mozaiğin ardından başlatılan kazı çalışmalarında vurulan her kazma, arkeologları büyüleyen Roma dönemine ait tarihi bir yerleşim yerini ortaya çıkarıyor.

 

Köyde çiftçilik yapan 68 yaşındaki Nizamettin Oral, 2008’in Ocak ayında evinin bahçesinde sera kurarken tarihi bir mozaik buldu. Aynı yılın yaz ayında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın izniyle mozaiğin bulunduğu alanda kazı çalışması başlatıldı. Ereğli Müze Müdürlüğü’nce yapılan çalışmalarda, üzüm salkımları arasında oturan kadını elindeki hançerle öldürmek isteyen bir erkek figürünü tasvir eden mozaiğin yer aldığı oda genişletildi. Geçen yıl sürdürülen çalışmalarda ise zemini çeşitli desen ve figürlerle işlemeli yeni bir oda daha bulundu.

MS 3'üncü yüzyıla ait villa tarzı yerleşim yerini genişletmek amacıyla bu yaz 35 bin liralık ödenekle yapılan çalışmalarda ise villanın harçla kaplı 3’üncü odası ve 2'nci bir villaya ait olduğu tahmin edilen tabanı mozaikle kaplı salonun bir bölümü ile iki villanın arasında 30 metrelik bir su yolu bulundu. Ödeneğin bitmesi nedeniyle 1 ay ara verilen kazı çalışmaları, bakanlığın tahsis ettiği 20 bin liralık ek ödenekle 20 gün önce yeniden başladı. Arkeolog Ünver Göçen başkanlığında 12 işçiyle yapılan çalışmalar dün tamamlandı.


20 günlük kazıda ikinci villaya ait salonun tamamı ortaya çıkarıldı. O dönem yaşayan yerel bir yöneticiye ait olduğu tahmin edilen tabanı tamamen mozaikle kaplı salon, başta arkeolog Ünver Göçen ve işçiler olmak üzere görenleri hayran bıraktı. Salonun orta bölümünde sakallı erkek maskları, çevresinde ise sarmallarla işlenmiş yer yer tanrı Eros, aslan ve domuz figürleri yer alıyor. Onların çevresinde 1’er metrekare aralıklarla çeşitli hayvan mücadeleleri ve av sahneleri, en dışta yer alan 1 metre genişliğinde 5 metre uzunluğundaki sahnede ise tanrı Erosların balık avlama sahnesi bulunuyor. Sandaldan ağ atarken, balıkları çekerken görülen erosların yanında yine çeşitli balık ve kaz figürleri yer alıyor.

Arkeolog Ünver Göçen, villanın kabul salonu olduğunu düşündükleri odadaki mozaik işçiliğinin en üst seviyede olduğunu söyledi. Çok ince tarzda işlenmiş mozaikler olduğunu belirten Göçen, “Çok usta bir işçilik var burada. Şimdi bu salondaki mozaiklerin üzerini özel bir bezle kapatacağız. Bezin üzerine 10 santim ince kum, onun üzerine de 30 santim toprak sererek koruma altına alacağız” dedi. Göçen, gelecek yıl kazının devam edeceğini söyledi.

Atalarından kalan evinin bildiği kadarıyla yaklaşık 200 yıllık bir tarihi olduğunu belirten Nizamettin Oral, mutlu ve gururlu olduğunu söyledi. Oral, “Sera kurarken demir çubuklar aşağıya inmedi. Kazmaya başladık, değişik taşlar derken mozaik. Bu kadar değerli olduğunu düşünmemiştim. Sonradan hastası olduk. Sabaha kadar uyumuyorum. Akşamdan yatma saatine kadar 2- 3 saat uyuyorum. Sonra devamlı balkonda, evin etrafında burayı gözetlemekle mükellefim. İsterse devletim bana hiç para vermesin. Bu kamu görevi gibi bir şey benim için. Bahçe zarar görmüş, ev köy gitmiş hiç umurumda değil. Ülkem kazansın. Benim kazanmam önemli değil. Toplum kazansın bu bana yeter. Bu sene çok az ekim yaptık bahçeye. Seneye hiç yapamayacağız. Bahçe hiç aklıma gelmiyor. Yeter ki bu tarih ortaya çıksın. Zonguldak’ta 700 bin nüfus var. 700 bin kazma kürek ver. Bir tanesi böyle eser bulsun kellemi koparırım. Bu da Allah’ın bir nimeti” diye konuştu.

Radikal, 14.11.2010

İTALYA'DA MÜZELER GREVDE

 

Dünya Mirası Listesi'nde en fazla alana sahip bulunan ülke konumundaki İtalya'yı ziyarete gelen turistler görmek istedikleri sanat eseri, tiyatro gösterileri ve kültürel aktiviteleri çalışanların grevi yüzünden ziyaret edemiyor. Hükümetin kemer sıkma politikaları çerçevesinde kültür harcamalarında yüzde 80 kesintiye gitmesini protesto eden yüzlerce müze ya kapısını açmıyor ya da kısmi boykot uyguluyor. Berlusconi hükümeti, önümüzdeki üç yıl içinde kültür bütçesinde 280 milyon euro kesintiye gitmek istiyor.

 

Roma Belediyesi Meclis Üyesi Umberto Croppi, "Biz burada yüzlerce milyon eurodan bahsediyoruz. Örneğin Caravaggio'nun sergisi olmazsa, Roma en az 30 milyon euro kaybeder" diye konuştu. Hükümetin böyle bir kesinti yapmasından dolayı bu alanların büyük ölçüde zarar görmesinden kokuluyor. Geçen hafta İtalya'daki Pompei sit alanında bulunan 2 bin yıllık Gladyatörler Evi'nin çökmesi bu tartışmaları alevlendirmişti.

Sabah, 14.11.2010

SARAY SAATLERİ GÜN YÜZÜNE ÇIKTI

 

 

Milli Saraylar saat koleksiyonunda bulunan ve gezi güzergahlarında sergilenemediği için depolarda tutulan 19. yüzyıla ait Osmanlı, İngiliz ve Fransız saatleri, Dolmabahçe Sarayı'nın Harem Bahçesi'ndeki eski İç Hazine binasının onarılmasıyla oluşturulan Saat Müzesi ile gün ışığına çıktı.

 

Müzeyle ilgili bilgi veren TBMM Milli Saraylar Daire Başkanı Yasin Yıldız, müzenin geçtiğimiz hafta TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin’in katıldığı bir törenle ziyarete açıldığını hatırlattı.

Yıldız, daha önce de 2004 yılında açılmış olan ve yaklaşık 60 saatin sergilendiği bir saat müzesinin olduğunu belirterek, "Gerek binanın restorasyon ihtiyacı gerekse saatlerin bakım ihtiyaçları ciddi bir zaruret haline geldiğinden bu müze 2008 yılı başında dönemin idaresi tarafından kapatılmıştı. Yapılan hazırlıklar yaklaşık 2 yıl kadar sürdü. Depolarımızda bulunan ve ziyaretçilerin gezi güzergahlarında göremediği başka saatlerimiz de vardı. Bu saatleri de eklemek suretiyle arkadaşlarımız müzenin kapsamını genişlettiler. Hem saatlerin bakımı, tamiri ve bu müzeye hazır hale getirilmesi, hem de müze düzeninin kurulması ve bina restorasyonunu, daire başkanlığı olarak tamamıyla öz kaynaklarımızla yaptık. Bu müze, Türkiye’de ilk ve tek olma özelliği taşıyor. Bu nedenle bizim için çok önemli" dedi.

Saat koleksiyonlarının önemli bir bölümünü bir bütün halinde tek bir mekanda ziyaretçilerle buluşturmak istediklerini ve böylece müze fikrinin ortaya çıktığını aktaran Yıldız, "Müzede 75 saat sergileniyor. Saatleri saat ustalarımız Recep Gürgen ve Şule Gürbüz tamir etti. Burada Osmanlı, Fransız ve İngiliz saatleri yer alıyor. Bu saatler ağırlıklı olarak 19. yüzyıl saatleri. Çünkü Milli Sarayların yönettiği müzeler hep 19. yüzyıl müzeleri. Bunlar hediye, satın alma gibi çeşitli yollardan bizim saraya kazandırılmış eserler. Bizim envanterimizde toplam 170’in üzerinde saat var. Diğerleri gezi güzergahında sergileniyor" diye konuştu.

TBMM Milli Saraylar Daire Başkanı Yıldız, Türk saatlerini çok önemsediklerini vurgulayarak, konuşmasını şöyle sürdürdü:
"Türk saatleri müzenin önemli bir bölümünü oluşturuyor. Aralarında Eflaki Dede saatleri, Mevlevi dervişlerinin ürettiği saatler var. Bütün saatler arkalarında bir hikaye barındırıyor. Ziyaretçilerimiz geldiğinde bu hikayeleri burada görebilecekler. Avrupa saatlerinin çok ilginç özellikleri var. Osmanlı marşları çalanlar da var, batı ezgilerini çalanlar da... Bunun yanında çeşitli mekanik gösteriler yapabilen saatlerimiz de var."

Türk tarihinde 19. yüzyılın ayrı bir yer tuttuğunu ifade eden Yıldız, "Klasik dönemden çıkıp batılılaşma çabalarının hız kazandığı bir dönem. Bu saatler bir yönüyle de onu temsil ediyor. Bizim batılılaşma çabalarımızın imgelerinden bazılarını oluşturuyor. Bu imgelerin hepsinin bir arada bulunması da ziyaretçiye bir fikir vermesi açısından anlam taşıyor. Bu nedenle ziyaretçilerimizin bu müzeyi gelip görmesini çok arzu ediyoruz" dedi.

Yasin Yıldız, bütün saatlerin çalışır vaziyette olduğunu dile getirerek, "Bu saatlerin fonksiyonunu anlatabilmemiz için hepsini çalışır durumda tutmamız gerekiyordu. Sadece müzedeki değil, sarayın diğer noktalarında ziyaretçilerin gördüğü saatlerin hepsi çalışır durumda" şeklinde konuştu.

Yıldız, müzede görülebilecek İngiliz saat ustası George Prior’ın müzikli otomatları, Fransız altın kaplama konsol saatleri, otomat ve yarı otomat müzikli saatler, Es Seyyid Süleyman Leziz’in astronomik saati ve Osman Nuri’nin desimal saatinin dünya mekanik saat koleksiyonları arasında önemli yere sahip olduğunu vurguladı.

Müzeyle birlikte buradaki saatlerin yer aldığı katalog hazırlandığını aktaran Yıldız, kurumsal takvimlerini yıl içerisinde yapılan etkinliklerden bir tanesini konu alarak hazırladıklarını, Saat Müzesi’ne verdikleri önem nedeniyle de bu yılki takvim temasını saatler olarak belirlediklerini söyledi.

Yıldız, girişteki bahçesine yapılmış çiçek saati ve cephe saati ile ziyarete hazır hale getirilen müzenin pazartesi ve perşembe günleri hariç 09.00-16.00 saatleri arasında Dolmabahçe Sarayı bileti ile ayrıca bir ücret ödemeden gezilebileceğini sözlerine ekledi.

Saat ustası Şule Gürbüz de saat tamiri çalışmalarının 1997 yılından beri devam ettiğini söyledi.
Gürbüz, mekanik saatlerin periyodik bakımları olduğunu ve sık sık tamir edilmeye ihtiyaç duyduğunu belirterek, "Mekanik saat tamirinde ’yaptık oldu’ diye bir kenara çekilemiyorsunuz" dedi.

Saray saatlerinin standart saatler olmadığını belirten Gürbüz, "Buraya alınmaları, geçmiş dönemde hediye edilmeleri, hep bir farklılığı ihtiva etmelerinden dolayı. Normalde çok fazla yerde örneğini göremeyeceğimiz saatler var burada. Bir de standart üretimden, seri üretimden hariç, yapan ustanın bizzat uğraştığı, adını verdiği, dönemini aksettirdiği saatler oldukları için hemen hepsinin konstrüksiyonu birbirinden farklı. Saraydaki mekanik saatlerin hemen hemen hiç biri çok da birbirinin devamı değil. Birini görmek diğerlerini önünüze sermiyor" diye konuştu.

Radikal, 14.11.2010

ANTİK GERMENICIA KENTİ İLE İLGİLİ BİLİNÇLENDİRME VE TANITIM ÇALIŞMALARI BAŞLIYOR

 

Kahramanmaraş’ta 2007 yılında kaçak kazı sonucu ortaya çıkarılan antik Germenicia kentinin tanıtımı için hazırlanan ‘Kayıp Kent Germenicia Gün Yüzüne Çıkıyor Projesi’ ile vatandaşlar bilinçlendirilecek.

 

Kahramanmaraş Valiliği tarafından düzenlenen ‘Hizmette Yarışıyoruz–2′ isimli proje yarışmasında 20 bin TL hibe almaya hak kazanan ‘Kayıp Kent Germenicia Gün Yüzüne Çıkıyor Projesi’ ile ilgili çalışmalar başlıyor. Roma dönemine ait antik Germenicia kentinin tanıtımının amaçlandığı ve İl Kültür Turizm Müdürlüğü ile Kahramanmaraş Müzesi tarafından yürütülen proje kapsamında ilk olarak bir ofis oluşturuldu. Proje hakkında bilgi veren Kahramanmaraş Müzesi Müdürü Ayşe Ersoy, şehirdeki insanların dikkatini Germenicia kenti mozaiklerine çekmek istediklerini söyledi.

İlerleyen günlerde, kazı alanında imamlar, muhtarlar ve bölge halkına yönelik olarak bilinçlendirme toplantılarının düzenleneceğini ifade eden Ersoy, öğrencilerin de belediyeden sağlanan otobüslerle kazı alanına getirileceğini belirtti. Burada öğrencilerin, hem mozaikler, hem de kazıların nasıl yapıldığı hakkında bilgi sahibi olacağını anlatan Ersoy, eski eserlere sahip çıkılmasını amaçladıklarını vurguladı.

 

Öte yandan antik Germenicia Kenti’nde 3 Aralık’ta kazı çalışmaların tekrar başlayacağını açıklayan Ersoy, burada 5 arkeolog ve 17 işçinin çalışacağını sözlerine ekledi.

Timetürk, 12.11.2001

ANKARA ANTİK TİYATROSUNA İLİŞKİN GERÇEKLER

 

 

Bentderesi’ndeki antik tiyatroda kazı çalışmaları cuma günü Ankara ekimizde bazı yanlış bilgilerle yayımlandı. Başlıkta yer alan “Ankara’nın, 3 bin 300 yıl önce 5 bin kişilik tiyatrosu varmış. Ulus’ta Antik Tiyatro bulundu” sözleri haberin içinde de yinelenmişti. Bu yanlışlıkları düzeltirken, bazı doğru ek bilgileri de okurlarımıza aktarıp, yapılan yanlışlıktan dolayı özür dileriz.

Anakent Belediye Başkanı Melih Gökçek’in tiyatro bağlantılı açıklamasında “Ankara’nın tarihinin 3 bin 300 yıl öncesine dayandığı” sözleri haberde tiyatronun tarihi ile karıştırılarak, sanki tiyatronun 3 bin 300 yıllık geçmişi olduğu yazılmış. Oysa 3 bin 300 yıl önce dünyanın hiçbir yerinde antik tiyatro yoktu. Bırakın Anadolu’yu İtalya’da bile Roma İmparatorluğu için yaklaşık bir, bin yılın geçmesi gerekiyordu. Romalılar, MÖ 189’da Galatları yenerek Ankara’ya gelmişlerdi. Bentderesi’ndeki Roma Tiyatrosu ancak MS 1. yüzyılın sonu - 2. yüzyılın başına tarihlenebiliyor. Antik yazarlardan hiçbiri Ankara’da bir tiyatronun varlığına değinmezken, 1872’de G.Perrot, E. Guillaume, J.Delbet adlı Fransız araştırmacılar gördükleri bazı taşlara dayanarak kentte bir antik tiyatronun olabileceğini yazmışlardı. Ancak 1982’de Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne yapılan bir ihbar sonucunda Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi (DTCF) doçentlerinden Coşkun Özgünel bu noktada ilk kazmayı vurarak tiyatronun varlığını saptadı. Sonrasında Doç.Dr. Orhan Bingöl 1986 yılına kadar DTCF adına kazı çalışmalarını sürdürdü. Bentderesi’nin doğu yamacına yaslanan tiyatronun, kentteki hava akımı dikkate alınarak izleyicilerin yaz aylarında rahat etmelerini sağlayacak bir noktada yapıldığı anlaşılıyor. Anadolu-Roma tiyatro mimarisi özelliklerini taşıyan Ankara tiyatrosunun taşları zamanla gerek kale surlarında ve gerek yöredeki yapılarda devşirme taş olarak kullanılmış. Daha sonraki yüzyıllarda “su oyunları” sergilemek amacıyla tiyatronun değişikliğe uğradığına ilişkin veriler de ortaya çıkarıldı. Üzerindeki çöplük ve ruhsatsız binaların ortadan kaldırılmasından sonra Ankara’nın antik tiyatrosundaki kazı çalışmaları Anadolu Medeniyetleri Müzesi ve belediyenin işbirliği ile sürdürülüyor. Tiyatroda bulunan çeşitli heykeller arasında yer alan görkemli bir Satir başı da müzede sergileniyor.

Cumhuriyet Ankara, 12.11.2010

A.Ü. BÖLGE TARİHİNİ AYDINLATIYOR

 

Atatürk Üniversitesi, kültür ve sanat tarihi hayatına yeni kazanımlar sunmaya devam ediyor. Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Temel Eğitim Bölümü Başkanı, Sanat Tarihçisi Doç.Dr. Ali Murat Aktemur, Ardahan çevresindeki insan biçimli mezar taşlarıyla ilgili olarak kapsamlı bir araştırma çalışması yürütüyor. Önümüzdeki günlerde kitap haline getirilecek olan araştırmada, Türk inanç ve geleneklerinin bir uzantısı olarak mezar taşları ele alınıyor.

Sanat Tarihçisi Doç.Dr. Ali Murat Aktemur, Ardahan’daki insan biçimle mezar taşlarıyla ilgili olarak kapsamlı bir esere imzasını atmaya hazırlanıyor. Doç.Dr. Aktemur, yürüttüğü çalışmayla ilgili olarak bilgiler verdi. 

Ardahan ve çevresinde eski Türk inanç ve geleneklerinin bir uzantısı olarak, mezar taşlarında insan figürünün kullanıldığını anlatan Aktemur, bu geleneğin 1910’lu yıllara kadar sürdüğünü kaydetti. Aktemur, Türklerin, ölen atalarının anısına taş heykeller diktiklerini belirterek, bu heykellerin kurgan üzerine ve eteğine ya da çoğunlukla kült merkezlerine koyulduğunu dile getirdi. Aktemur, “Heykelin ve kült merkezinin çevresi bir sıra taş ile çevrilerek kare ya da dikdörtgene yakın küçük bir alan elde edilmekteydi. Ata heykelinin bulunduğu kült merkezinde; ölünün anısına şölenler verilmekte, yemekler ikram edilmekteydi. Böylesine ilginç dinsel bir gelenek sonucunda ‘Türk toplumunda taş heykel kültü’ ortaya çıkmıştır.” diye konuştu.

Ata kültürünün temsilcisi olan taştan yapılmış insan heykellerinin, Türk toplulukları tarafından kutsal olarak kabul edildiğini belirten Aktemur, bu kutsallık nedeniyle heykellere saygı duyulduğuna işaret ederek, “Bu kutsallık yalnızca heykellerin yapıldığı dönemle sınırlı kalmamış, tam tersine İslamiyet’in Türk toplulukları tarafından benimsenmesinden sonra da, varlığını sürdürmüştür. Hatta günümüzde bile taştan yapılan insan heykelleri kutsal olarak kabul edilmekte ve bunlar ‘taş nine’, ‘taş baba’, ‘keser taş’ ve ‘saymalı taş’ gibi isimlerle adlandırılmaktadır.” şeklinde konuştu.

İnsan biçimli taş heykel geleneği ile ilgili önemli bilgilerden bir kısmının, Genceli olan Nizami’den öğrenildiğini kaydeden Aktemur, Nizami’nin 13. yüzyılda yazdığı eserinde; “Taş heykeller Kıpçak bozkırlarına tılsım olarak dikilmişti. Bu tılsımların hemen hepsi şimdiye kadar orada durmaktadır. Bütün Kıpçak halkı bu tılsımlara yaklaşınca onlara tapar ve okluğuna bir ok bırakır. Bir çoban oraya gelirse, bir koyun keser” ifadelerine yer verdiğini bildirdi.

Şamanist inanç doğrultusunda büyük bir saygı duyulan insan biçimli taş heykel geleneğinin, İslami devirde çoğunluğu Hanefi mezhebine mensup olan Ardahan ve çevresinde soyutlandığını aktaran Aktemur, bu geleneğin, insan heykeli formlu mezar taşı şeklinde devam ettirildiğini belirtti. Bu durumun, Şaman inancına değil, tam tersine eski geleneklere bağlılığın bir ifadesi olarak kabul edilebileceğini söyleyen Doç.Dr. Aktemur, “Bu tarz mezar taşları yapma geleneğini, Hanefi mezhebindeki Müslüman Karapapaklarca yaygın şekilde kullanılmıştır. Söz konusu bu topluluk, bu mezar tayı geleneğini 1877 ile 1878 Osmanlı Rus Harbi’nden sonra Ağrı Tutak, Kayseri, Sivas ve Tokat çevrelerine muhacir olarak gittiklerinde, buralara da götürmüşlerdir.” şeklinde konuştu.

Söz konusu mezar taylarının, özellikle üzerlerindeki çeşitli sembolik anlamlar içeren motifleriyle dikkat çektiklerini anlatan Doç.Dr. Ali Murat Aktemur, bunlar arasında Cami, Ibrik, Ay Yıldız, Tüfek ve Fişeklik, hançer, kılıç, tabanca ve benzeri motiflerin yaygın olduğunu ifade etti.

Mezar taşlarındaki her bir motifin ayrı bir anlam barındırdığını vurgulayan Aktemur, “Mezar taşlarındaki cami motifi, İslam dinini sembolize etmektedir. İbrik motifi ise, mezarda yatan kişinin abdestli ve namazlı, dini bütün bir Müslüman olduğunu anlatmaktadır. İslam’ın sembolü hilal ya da bayrağımızın ay yıldız motifi de, mezar taşlarında sıkça kullanılmıştır. Ay yıldız bezemesi, mezarın bir asker veya bir şehide ait olabileceğine işaret ettiği gibi, Türklük sembolü olarak da işlenmiştir. Tabanca motifi, defnedilen kişinin yiğit oluşunu, iyi silah kullandığını sembolize eder. Kama, bıçak ve hançer motifleri, mezar taşlarında hayatın kısa kesildiği, şehitliği ettiği gibi, kurban, intikam ve ölüm sembolü olarak da kullanılmıştır. Bu motifler ayrıca hakimiyeti, hükümdarlığı, yiğitlik, adalet, cesaret gibi kavramları sembolize etmek içindir.” şeklinde konuştu.

Yaptığı bu araştırmanın yazım aşamasının sonuna geldiğini ve önümüzdeki günlerde “Ardahan Çevresindeki İnsan Heykeli Formlu Mezar Taşları” adı altında bilimsel içerikli bir kitap haline getireceğini kaydeden Aktemur, eserin, kültür ve sanat tarihiyle ilgilenen bilim adamları ve okuyucuların hizmetine sunulacağını sözlerine ekledi.

Erzurum Gazetesi, Haber: Samet Özünal, 11.11.2010

Pınara
...1901




7 - 13 Kasım 2010

ARKEOLOJİ MÜZESİ KAZANDIRILMALI

 

 

Edremit Körfezi'nden çıkan arkeolojik eserler, bölgemizde müze olmaması nedeniyle özünden kopartılıp uzak depolarda kutu içinde saklanıyor. Tarih ve kültür simgesi olan eserlere sahip çıkılmaması, kaybolan, çalınan eserlerin artış göstermesi müze isteğini gündeme getirdi. Uzun zamandır arkeolojik müze izni bekleyen Güre Belediyesi bürokratik işlemler nedeniyle canından bezdirildi.

 

Edremit Körfezi'nden çıkan tarihi eserler Bursa ve Balıkesir müzelerinin depolarında gün güzü görmüyor! Tarihi eserlerin çıkartıldığı bölge arkeoloji müzesinin olmaması, turizm alanında en büyük kayıp olarak değerlendirildi. Çıkartılmayan tarihi eserler bölgede kaçak kazı faaliyetlerinin doruk noktalara çıkmasına neden oldu. Define avcıları kültür mirasımız olan tarihi eserleri tek tek toplanıp yurt dışına kaçırılıyor.

 

5 medeniyete ev sahipliği yapmış bölgemizde, bir arkeoloji müzesinin bulunmaması, gün yüzüne çıkmayı bekleyen eserlerin toprak altında kalmasına neden oluyor. Bölgemizde bir yere kazı izinleri Kültür Bakanlığı tarafından verilmezken, gerekçe olarak “Koruyamıyoruz” , “toprak altında daha güvenli” mazereti öne sürülüyor. Ören Adramytteion kazılarının 2010 yılında yapılmama nedeni olarak “koruma amaçlı imar planı” olmadığı gösterildi.

Körfezin Sesi, 12.11.2010

TRUVA ANTİK KENTİNDE OLUMSUZLUKLAR BİTMİYOR

 

Tevfikiye Köyü sınırlarında yer alan Truva Ören Yeri, mevcut uygulamalar nedeniyle bulunduğu bölgeyi kalkındıramıyor.


Profesyonel bir rehber olan Tevfikiyeli Mustafa Aşkın konuya ilişkin açıklamalarda bulundu.”80’lerde sit alanında satış yapılmayacağı gerekçesiyle yer gösterilmeden sit alanının dışına çıkarıldık. Bize daha sonra Shopping Center gibi bir yer verildi. 5 yıl kira verdik ama hiçbir fayda göremedik. Gelen turistler ören yerine durmadan giriyor, ören yerinden durmadan çıkıyor. Tevfikiye esnafı olarak gelen turist kafilelerinden hiç faydalanamıyoruz” dedi.

 

İnşa edilen Shopping Center harabeye döndü. Yakın zamanda Shopping Center harabelerini de gezebiliriz diyerek tepkisini dile getirdi. Devlete rağmen ayakta durmaya çalışıyoruz diyen Mustafa Aşkın 10.Truvalılar olarak bu durumdan rahatsız olduklarını dile getirdi.

Burası Çanakkale, 12.11.2010

113 YILLIK KULE YENİLENDİ

 

Çanakkale'de 1897 yılında dönemin İtalyan konsolosu Vitalis tarafından yaptırılan tarihi saat kulesi restore edilerek ışıklandırıldı.

Çanakkale Belediyesi yetkilileri İl Özel İdaresi'nin mülkiyetinde olan tarihi saat kulesinin mülkiyetinin tekrar Çanakkale Belediyesi'ne devredilmesinin ardından 3 ay önce restorasyonuna başlandığını belirterek, "100 yılı aşkın süredir ayakta olan yapının restorasyon çalışmaları yaklaşık 3 ay sürdü. Çalışmalarda ilk etapta saat kulesinin iç kısmında saat mekanizması ve çalar kampası yeniden işleyişe geçirilerek, iç temizlik, bakım ve kadran aydınlatması yapıldı. Ardından da uzun yılların verdiği tahribat nedeniyle yapı üzerinde tuz ve kirlenmelerin olduğu giriş kapısı, pencere ve diğer demir aksamlar ise dış kısmı onarıldı. Işıklandırma çalışması ile restorasyon tamamlandı. Şuan saat kulesi etrafında çevre düzenleme çalışmaları sürdürülüyor" dedi.

Habertürk, 12.11.2010

PERU'DA ÇOCUK VE KÖPEK MUMYALARI BULUNDU

 

 

Güney Amerika ülkesi Peru'nun başkenti Lima'nın güneyinde, 15. yüzyıldan kalma bir çocuk ve yanına gömülmüş 6 köpek mumyası bulundu.


Mumyaların Lima'nın 25 kilometre güneyindeki Pachacamac arkeolojik alanında yer alan İnka piramitlerinden birinin içinde bulunduğu belirtildi.


Hayvan mumyalarını inceleyen veterinerler, köpeklerin Peru'da yaygın olan iki köpek türünden olmadığını kaydetti. Köpeklerin cinsini belirlemek için araştırmaların sürdüğünü bildiren arkeolog Jesus Holguin, "Mumyalanmış köpekler iyi durumda, tüyler ve çene kemiği olduğu gibi korunmuş" diye konuştu. Veteriner Enrique Angulo ise "Bulunan köpeklerin güçlü çene kemiği, bunların evcil av köpekleri olduğunu gösteriyor" dedi.


Uzmanlar, köpeklerin de muhtemelen çocuk gibi kurban edildiğini düşünüyor. Köpekler üzerinde yapılan araştırmanın bunu netleştireceği kaydediliyor.


Pachacamac bölgesinde 1400-1530 yılları arasında İnka kültürü hakimdi.

Türkiye Gazetesi, Fotoğraf: Trt/Haber,12.11.2010

DEFİNE HAYALİYLE GÖLÜ BOŞALTTILAR

 

 

Denizli'de 'nın zirvesindeki Kartal Gölü, 1992'den bu yana 1'inci derecede doğal ve arkeolojik sit alanı. Ancak gölde altın heykel olduğuna inanan define avcılarının gizli çalışmaları yüzünden şimdilerde yok olmak üzere. Yıllardır gölün çevresini kazan hazine avcıları, 6 yıl önce bu kez kanal açarak göl içindeki 900 metreküp suyu boşaltıp, dibini kazmaya başladı. Bunun üzerine kanal açılan yere beton duvar yapıldı. Ancak hazine avcıları 2 yıl önce betonu da kırarak suyu boşaltmaya çalıştı. Son olarak geçtiğimiz günlerde betonu bir kez daha kıran hazine avcıları, suyu yine boşaltıp gölün dibini delik deşik etti.

Define avcılarına isyan eden AKP'li Beyağaç Belediye Başkanı şunları söyledi: "Göl, ilçe merkezine 22 kilometre mesafede ama yol dağ yolu olduğu için ulaşım güçlüğü var. Bunu çok iyi bilen defineciler de olumsuzluklardan faydalanıyor ve yıllardır gölü ve çevresini kazıyor. Suyu boşaltıldığında göldeki balıklar ve canlılar da yok oluyor. Geçen hafta gittiğimizde beton duvarın kırılarak gölün boşaltılıp dibinin kazıldığını gördük. Yani define avcılarını beton duvar bile durduramadı. Bu talanın sorumlularını bulup adalete teslim edeceğiz. Definecilere sesleniyorum. Kartal Gölü'nde ve zemininde altından yapılmış çift başlı kartal heykeli filan yok. Artık gölümüzü rahat bırakın." Define avcılarının iştahını kabartan efsaneye göre bölgede çok eski zamanlarda hüküm süren bir medeniyet, kutsal saydığı göle, sembolü olan çift başlı kartalı gömdü. Başka bir efsaneye göre ise bu medeniyetin insanları kutsal saydığı göle saygılarını sunmak için değerli eşyalarını atıyordu.

Sabah, Haber: Hasan Durna, 12.11.2010

'PİRİ REİS' VATİKAN YOLCUSU

 

Bahçeşehir Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Merkezi ve Kültür ve Turizm Bakanlığı işbirliği ile düzenlenen 'Piri Reis’ten Katip Çelebi’ye Osmanlı’nın Dünyaya Bakışı Harita Sergisi', 30 Kasım-8 Aralık’ta Palazzo Della Cancelleria Sarayı’nda sergilenmek üzere Vatikan’a gidiyor.

Türkiye’nin Vatikan Büyükelçiliği’nin ev sahipliğinde gerçekleştirilecek sergide, Osmanlı öncesinden 17. yüzyılın sonuna kadar üretilmiş ya da kullanılmış 70x100 ebadında 53 harita reprodüksiyonu, özel tasarlanmış stantlarda sergilenecek.

Radikal, 12.11.2010

TUTANKAMON'UN EŞYASI MISIR'A İADE EDİLECEK

 

ABD’DEKİ New York Metropolitan Müzesi, önceki gün Mısır arkeoloji kurumuyla ortak bir açıklama yaparak ünlü firavun Tutankamon’un 1922’de keşfedildikten sonra müzede sergilenen 19 adet eşyasını Mısır’a iade edeceğini açıkladı. Müzeden yapılan açıklamada, İngilizler tarafından yapılan kazıdan alınan parçaların Mısır’dan kaçak olarak çıkarıldığı belirtilerek “Parçaların hepsi Mısır hükümetine aittir” denildi. Mısır açıklamayı memnuniyetle karşıladı. 3 bin yıldan fazla bir süre önce 18 yaşındayken ölen firavunun aralarında bronz köpek figürüyle, sfenks’in olduğu eşyası gelecek sene Mısır’a gönderilerek, 2012 yılında sergilenecek.

Hürriyet, 12.11.2010

EV TEMİZLİĞİNDE BULUNAN VAZO 70 MİLYON DOLARA SATILDI

 

Middlesex’te yaşayan kardeşler buldukları vazonun değerli olabileceğini düşünerek bir müzayede evine götürmeye karar verdiler. Vazonun 18. yüzyıl Qianlong hanedanına ait oldukça nadir bulunan bir eser olduğu ortaya çıktı ve vazoya 1.3 ila 2 milyon dolar arasında değer biçildi. Açık arttırmaya Çinli alıcıların büyük ilgi göstermesi ile vazoya verilen teklif 30 dakika içinde 70 milyon dolara çıktı. 

Milliyet, 12.11.2010

61 MİLYONLUK TABLO

 

ABD’li pop-art sanatçısı Roy Lichtenstein’ın bir tablosu New York’ta yapılan açık artırmada 42.6 milyon dolara (61 milyon TL) satılarak rekor kırdı.

 

Lichtenstein’ın bugüne kadar satılan en pahalı eseri olan 1964 tarihli “Ohhh... Alright...” isimli tabloyu kimin satın aldığı ise açıklanmadı.

Milliyet, 11.11.2010

KİKLAD TEKNELERİ TAMAMLANIYOR

 

 

Ankara Üniversitesi Sualtı Arkeoloji Araştırma ve Uygulama Merkezi (ANKÜSAM) kurucusu ve Liman tepe Kazı Başkanı Prof.Dr. Hayat Erkanal’ın danışmanlığında yürütülen Kiklad teknelerinin yapımı devam ediyor. Biri 14 metre ve 2’si 19 metre olmak üzere 3 adet yapılacak olan Kiklad teknelerinin 14 metrelik olanı geçtiğimiz ay düzenlenen törenle denize indirilmişti. Geriye kalan 2 adet 19 metrelik teknelerin yapımı da bu ay sonuna kadar tamamlanacak. Ege adalarında MÖ 2400-2300 tarihlerine ait tekne tasvirlerinden yola çıkılarak yapılan Kiklad tekneleri Ege’nin bilinen en eski tekneleri ve yapımında sadece ip ve ağaç kullanılıyor. Prof.Dr. Hayat Erkanal’ın danışmanlığında, arkeolog Osman Erkurt ve 5 kişilik ekibinin büyük özveri ve gayretiyle yapılan tekneler ay sonunda tamamlanacak.

 

ANKÜSAM kurucusu ve Liman tepe Kazı Başkanı Prof.Dr. Hayat Erkanal, teknelerin bilinen en eski tekne yapım teknolojisi ile yapıldığını belirterek “Kiklad adlı teknelerin yapım çalışmaları son aşamaya geldi. 14 metre olan tekneyi geçtiğimiz ay denize indirdik ve denemelerini yaptık. 19 metre olan 2 tekneyi de aynı anda yapıyoruz ve bu ay sonunda tamamlayacağız” dedi. Kiklad tekneleri ile 2010 yılının Nisan veya Mayıs ayında seyahate başlayacaklarını dile getiren Prof.Dr. Hayat Erkanal, “Bu tekneler o zamanlar Ege’nin iki kıyısını birleştiriyormuş. Biz de bu teknelerle Yunan adalarına seyahat yapacağız. İlk olarak Midilli, Sakız ve Sisam adalarına seyahat edeceğiz. Denizin en uygun olduğu dönem Nisan ve Mayıs ayları olduğu için yolculuğumuzu bu dönem gerçekleştireceğiz. Bu tekneler sadece kürekle hareket ettiği için seyahatimizi belli noktalarda duraklayarak yapacağız. Konaklama noktalarında hem çalışmamızı tanıtmak hem de halkla bütünleştirmek amacıyla çeşitli programlar düzenleyeceğiz. Yolculuğun sonunda projenin başlangıcından sonuna değin yapılan çalışmaları kitap haline getireceğiz” dedi.

 

Deneysel arkeoloji çalışmaları kapsamında Uluburun II, Kybele ve Kiklad teknelerini o dönemin koşulları ile inşa ederek bu yönde yürüttükleri çalışmalara devam edeceklerini dile getiren Prof.Dr. Hayat Erkanal, “Uluburun ve Kybele ile yaptığımız seyahatlerde genellikle sahil takip edilerek yolculuk yapıldı. Mısır’ın Ege dünyasıyla direk denizden bağlantı kurduğu yolunda bilgiler var. Bundan sonraki çalışmamızda bu bilgiler ışığında bunun mümkün olup olamayacağını deneyeceğiz. Bunun için Uluburun II teknesini yeniden inşa edeceğiz. Urla’dan yelken açarak Batı Anadolu sahillerini takip ederek Girit’e geleceğiz ve oradan da Nil nehrine gideceğiz. Böylece uluslar arası alanda pek çok tartışmaya neden olan bir bilimsel konuya açıklık getirmiş olacağız. Bu çalışmaya birkaç Alman profesör gözlemci olarak dahil olacaklar ve o dönemki koşullarla açık denizde ne denli seyahat edilip edilemediğini kontrol etmiş olacağız” dedi.

Ege'nin Sesi, 11.11.2010

JANDARMAYA TARİHİ ESER SATMAYA KALKTI

 

Kocaeli'nde jandarma ekipleri tarafından düzenlenen operasyonda, tarihi eser satmak isteyen bir kişi gözaltına alındı.

 

Aldığı bir ihbarı değerlendiren jandarma ekipleri, elinde tarihi eser bulunan bir kişi ile irtibata geçti. Müşteri kılığındaki jandarma, şahıs ile Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi civarındaki dolmuş duraklarında buluştu. S.S., elinde bulunan 1 adet kadın heykeli, 11 adet sikke ve 1 adet 3 santim boyundaki kral başını jandarmaya satmak isterken suçüstü yakalandı. Ele geçirilen tarihi eserler müzeye gönderilirken, S.S. gözaltına alındı. Olayla ilgili soruşturma devam ediyor.

Kocaeli Kent Haber, 11.11.2010

MALATYA VE RESTORASYON

 

     



Yıllarca sürüncemede kalan, yılan hikayesine dönen, artık restorasyonundan umut kesilen Taşhoran Kilisesi’nin önceki gün rölöve ve yeniden tasarım projesinin ilk adımı atıldı. Taşhoran’ın ana kapısının açılması, Çavuşoğlu Mahallesi’nde, Malatya’da ve Malatya dışında yaşayan Malatya sevdalılarında büyük sevinç yarattı.

Ben de aynı gün, birden fazla sevinç yaşadım. Taşhoran’ın içerisinde Yüksek Mimar Nüvit Bayar ve Mimar Elif Hanımı ölçüm ve çizimleriyle baş başa bırakarak KUDEB üyeleriyle yola koyulduk. Malatya Valiliğine bağlı bir birim olan Kültürel Değerleri Koruma ve Uygulama Bürosu (KUDEB) üyeleri ve Sivas Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu üyeleriyle Taşhoran’ı doya doya gezdikten sonra Battalgazi ilçemize gittik. Bahçelerin arasında bir yerde Battalgazi’nin türbesinin temelini ziyaret ettik.

Ziyaretimiz, tescil ve restorasyon işlemleri raporunun hazırlanması için tabi. Battalgazi’de güzel bir yemek yedikten sonra, sadece köpüklü ayran için bile gidilir Eskimalatya’ya, Yaygın beldesine yollandık. İnönü Üniversitesi’nin arkalarında bir yerde Sevseret Han’ın temelini bulduk. Çok geniş bir alanı kapsıyor Sevseret Han’ın temeli. Temel taşları oldukça sağlam duruyor. İç duvarlarından çok az kalıntı kalmış. Fotoğraflarını çekip kente döndük.





Bu kez Malatya’nın batısına yöneldik. Çilesiz’de bir sokağa hayran kaldık. Bu arada Malatya valiliğinden Levent Bey de geldi. Tarihi eserlerin korunmasına oldukça duyarlı yaklaşan bir insan. Sokaktaki kerpiçten yapılmış, iki katlı, şahnişinli bir konağın tescili için bilirkişi heyeti inceleme yapacaktı. Konak, çok iyi korunmuş; çünkü yazları içinde yaşıyormuş sahipleri. Konağın mimarisi de içindeki eşyaları da insanları yetmiş yıl öncelere götürmeye yetiyor. Bahçesiyle, bahçesindeki tandırıyla, ahşap merdivenleri, buğday ambarıyla, ahşap dolapları, makatlarıyla, şahnişiniyle cennetten bir köşeydi konak. Öğretmen Ali Pepeler’in dedesinden kalma konaktı burası. Biz buradayken diğer ekip de Erenli beldesindeki Bahri Camii’ndeydi. Üç yüz elli yıllık Bahri Cami de restore edilecek. Üç yüz elli yıllık geçmişimizi kurtaracağız, ne kadar güzel!

Bugün de halkın görmesine, dıştan da olsa fotoğrafını çekmelerine dahi izin verilmeyen Karakaş konağının yeniden iyileştirilmesi için inceleme işlemi vardı. Çatıdan akan sular, Karakaş konağını mahvetmiş. Duvarlarının sıvaları ve duvarlarındaki ahşaplar onarım görecek. Bakalım onarım bittikten sonra yasaklı Karakaş konağını görebilecek miyiz? Dıştan fotoğrafını çekmemizin yasak oluşunu düşünüyorum da bir kaba koyamıyorum. Burada bizim bilmediğimiz bir gizem var; ama nasılsa çıkar açığa.

Bugün bir başka güzel girişim daha yaşandı. KUDEB üyeleriyle Yüksek Mimar Nüvit Bayar, Çamurlu’nun Venk Köyü'ndeki Venk kilisesindeydi. Venk kilisesinin durumu içler acısı. Define avcılarınca her yanı kazılmış, duvarlarının pek çok yeri sökülmüş, kitabesi çalınmış Venk kilisesinin. Köylülerden Beyaz ablanın, beş cağla ördüğü çorabı alıp kilisenin kapısına oturması, mimar ve arkeologların işleri bitinceye kadar oradan ayrılmaması, merakla çalışmaları izlemesi KUDEB üyelerinden Arkeolog Canan Akel’in çok hoşuna gitti. Nüvit Bayar, ön projenin hazırlanması için ölçümler yaptı, çizimler hazırladı. Bu rööleve ve yeniden tasarımlama raporları Sivas Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’ndan onay aldıktan sonra akademisyenlerden oluşan bir üst kurula sunulacak. Üst kurulun onayından geçerse, yenileme ihalesi açılacak. Yeter ki başlansın, yeter ki ilk adım atılsın, gerisi gelir.

Bu hızlı girişim ve gelişmelerde yeni valimiz Sayın Ulvi Saran’ın kültürel değerlere duyarlı yaklaşımlarının yadsınamaz bir etkisi var. Tarihi eserleri koruma ve iyileştirme işlerinde görevlendirdiği kişiler de iyi seçilmiş. Tıpkı valimiz gibi kültürel değerleri korumak için canla başla çalışıyorlar. Ben bu ekiple iki gün dolaştım. Bunca yoğun çalıştıklarına tanık oldum. Çok mutlu oldum, geleceğe daha umutlu bakar oldum. Sayın Valimiz Ulvi Saran’a ve kültürel değerlerimize sahip çıkmak üzere gecesini gündüzüne katan KUDEB üyelerine, Malatya Müzesi görevlilerine teşekkür ediyorum. İyi ki varsınız, iyi ki kültürel değerlerimize sahip çıkıyorsunuz. İyi ki geçmişimizi, yok olup gitmekten kurtarıyorsunuz da bizi köksüz ağaç olmaktan kurtarıyorsunuz, demekten kendimi alamıyorum.

Malatya Haber, Haber ve Fotoğraflar: Sultan Kılıç, 11.11.2010

MISIR'DAKİ KAZILARDA 'BÜYÜK SFENKS'İN SURLARINA ULAŞILDI

 

 

Mısır’da yapılan arkeolojik çalışmalarda Gize’nin dev sfenksini çevreleyen binlerce yıllık duvarlar ortaya çıktı. Mısır’ın Gize kentindeki Kefren piramidinin (MÖ yaklaşık 2500) geçidi yanında bulunan “Büyük Sfenks” 73 metre uzunluğunda ve 20 metre yüksekliğinde dev bir yapı.

 

Geçtiğimiz günlerde, eski bir Mısır kralının, sfenksin binlerce yıl sonrasında da ihtişamını koruması adına büyük çaba harcadığını ortaya koyan surlar ortaya çıkarıldı. Mısır-Eski Eserler Yüksek Konseyi Genel Sekreteri Dr Zahi Hawass ve ekibi, sfenks heykelinin çölden esen rüzgarla taşınan kumlardan korumak için balçık ve kiremitten yapılan sur kalıntılarına ulaştı.

Mısır’ın Gize kentindeki Kefren piramidinin (MÖ yaklaşık 2500) geçidi yanında bulunan “Büyük Sfenks” 73 metre uzunluğunda ve 20 metre yüksekliğinde dev bir yapı. Taşocağından kalan bir kaya tepesinden yontulan sfenksin üzeri sık sık temizlenip açığa çıkarılmışsa da, genelde hemen hemen tümüyle kumlar altında kalmış olduğu biliniyor.


Surların ilk bölümü, sfenksin doğu kanadına doğru (kuzey-güney yönünde) 86 metre kadar uzanıyor. Yüksekliği ise 75 cm. İkinci bölüm ise 46 metre uzunluğunda ve 90 cm yüksekliğinde. Bu bölüm, Kefren’in bulunduğu vadinin dış çeperi boyunca doğu-batı yönünde inşa edilmiş. Surlar güneydoğuda birleşiyor. Bugüne dek araştırmacılar sfenksin sadece kuzey kanadında bir duvar inşa edilmiş olduğuna inanıyorlardı. Bu yeni keşif bu teoriyi çürütmüş bulunuyor.

 

Tarihi belgelere göre IV. Thutmosis, gece rüyasında gördüğü bir kehanet üzerine sfenksi koruma altına almaya karar vermiş. Dr. Zahi Hawass, “Binlerce yıllık Mısır belgelerine göre surların yapılmasının ardındaki neden Thutmosis’in Geyik Vadisi’nde (Sfenks’e yakın bir bölge) çıktığı uzun bir av gezisinden sonra gördüğü rüyaya dayanıyor. Kralın rüyasında, sfenks ona kumlardan kurtulmak istediğini, gövdesinin yakıcı kumlar yüzünden artık iyice yıprandığını anlatmış. Bu dileğini gerçekleştirse onu Mısır’ın kralı IV. Thutmosis yapacağını da eklemiş” diye açıklıyor. 
Son keşifle bulunan duvar küçük bir bulgu gibi görünse de çok daha büyük bir şeyin, örneğin Kefren piramit kompleksinin devamı olması da büyük bir olasılık olarak görülüyor. Bu alan içerisinde Kefren Mezarlıklar tarikatının faaliyetlerini denetlemekle sorumlu rahip ve resmi görevlilerin kaldığı biliniyor. Bu tarikat Mısır’ın Eski Krallık döneminin sonuna dek oldukça etkili olan bir topluluktu (yaklaşık MÖ 2142 - 2134). IV. Thutmosis’in surlarının üzerindeki kazı devam ediyor.

Turizm Gazetesi, 10.11.2010

ATATÜRK'E KAPILARINI AÇAN EVLER

 

Mustafa Kemal Atatürk'ün aramızdan ayrılışının 72. yılı. Yaşamı boyunca geziler, görüşmeler, ziyaretler ve devlet ile ilgili önemli kararları almak için gittiği illerde kaldığı evler, günümüzde müze olarak insanların ziyaretine sunuluyor. Türkiye'nin hemen hemen her yerinde bulunan Atatürk Evleri'nde bir yolculuğa çıkalım.



Selanik'teki Atatürk Evi

 

 

Atatürk bilindiği gibi 1881 yılında Selanik'te doğdu. Onun, doğduğu, çocukluk ve gençlik günlerinin bir kısmını geçirdiği ev bugün (Atatürk Evi) adıyla müze olarak tanzim edildi ve ziyarete açıldı.

Selanik'te Atatürk Evi, arşiv kayıtlarına göre, Selanik'in Koca Kasım Paşa Mahallesi, Islahhane caddesi üzerinde bir avlu içerisinde yer alıyor. Ev, bodrumu ile birlikte üç katlı.

 

Bugün müze olarak ziyarete açık bulunan Selanik'teki Atatürk Evi, Selanik Başkonsolosluğu'nun da bulunduğu etrafı duvar parmaklıklarla çevrili bir bahçenin ana caddeye bakan köşesi üzerinde yer alıyor. Ev üzeri tuğla çatılı, çıkmalı, eski Türk evleri tipinde ve zemini ile birlikte üç katlı. Eve caddeye açılan çift kanatlı kapısından giriliyor.

 

İstanbul Şişli'deki Atatürk Evi (İnkılap Müzesi)

 

 

Atatürk Suriye Cephesi'nden ayrılarak 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelmiş ve Pera Palas Oteli'nde bir daireye yerleşmiş. Birkaç gün sonra bu otelden ayrılan Atatürk önce yakın dostunun Beyoğlu'ndaki evinde misafir kalmış, sonra da Şişli'de Madam Kasabyan'ın üç katlı evini kiralamış.

 

Atatürk, Şişli'ye taşınınca annesi ve kız kardeşini de yanına almış, evin üçüncü katını onlara ayırmıştı. Kendisi orta katta oturuyor, bu katın arka bahçeye bakan odasını da yatak odası olarak kullanıyordu. Büyük salonu, toplantı odası olarak ayırmıştı. Alt katta ise yaveri bulunuyordu.

Şişli'de Halaskargazi Caddesi üzerinde 1908 yıllarında yaptırılan ve Atatürk Evi olarak tanınan Evi, İstanbul Belediyesi tarafından onarıldı ve 1943 yılında da (İnkılap Müzesi) olarak ziyarete açıldı.

 

İstanbul Dolmabahçe Sarayı

 

 

Tarihsel süreç içinde çeşitli padişahlar tarafından yaptırılan köşk ve kasırlarla donatılan Dolmabahçe, zamanla "Beşiktaş Sahil Sarayı" adıyla anılan bir saray görünümü kazandı.

Daha sonra Beşiktaş Sahil Sarayı, Sultan Abdülmecid Dönemi'nde (1839-1861) ahşap ve kullanışsız olduğu gerekçesiyle 1843 yılından başlayarak yıktırılmış ve aynı yerde günümüze dek gelen Dolmabahçe Sarayı'nın temelleri atılmış.


Yapımı, çevre duvarlarıyla birlikte 1856 yılında bitirilen Dolmabahçe Sarayı 110.000 m2'yi aşan bir alan üstüne kurulmuş ve ana yapısı dışında 16 ayrı bölümden oluşuyor. Bunlar saray ahırlarından değirmenlere, eczanelerden mutfaklara, kuşluklara, camhane, dökümhane, tatlıhane gibi işliklere uzanan bir dizi içinde, çeşitli amaçlara ayrılmış yapılar. Bu yapılar arasında Sultan II. Abdülhamid Dönemi'nde (1876-1909) Saat Kulesi ve Veliahd Dairesi, arka bahçesindeki Hareket Köşk'leri eklenmiş.

 

Dönemin önde gelen Osmanlı mimarları Karabet ve Nikogos Balyan tarafından yapılan sarayın ana yapısı üç bölümden oluşuyor: Mabeyn-i Hümayûn (Selamlık), Muayede Salonu (Tören Salonu) ve Harem-i Hümayûn. Mabeyn-i Hümayûn, devletin yönetim işleri, Harem-i Hümayûn, Padişah ve ailesinin özel yaşamı, bu iki bölümün arasında yer alan Muayede Salonu ise Padişah'ın devlet ileri gelenleriyle bayramlaşmaları ve önemli devlet törenleri için ayrılmış.

Günümüzde Dolmabahçe Sarayı'nın bütün birimleri restore edilmiş ve ziyarete açılmış bulunuyor.


İstanbul Florya Köşkü

 



Atatürk'ün buraya olan ilgisiyle önem kazanan Florya giderek yazlık bir dinlenme merkezine dönüşmüş. Atatürk, 1936 yılının Haziran ve Temmuz aylarında uzunca bir süre burada yaşamış, siyasal ve bilimsel toplantılar için köşkü özellikle kullanmış. Aralarında İngiliz Kralı VIII. Edward ve Madam Simpson'un da bulunduğu kimi önemli konukları burada ağırlamış.

Florya Atatürk Deniz Köşkü, sahilden 70 metre ileride kazıklar üzerinde konumlanıyor. Köşk bir iskele yolu ile kıyıya bağlanıyor. Projeler, Y. Mimar Seyfi Arkan tarafından hazırlanmış.

 

Bugün Milli Saraylar İdaresi'nin elinde Cumhurbaşkanlığı köşkü olarak kullanılan Florya Deniz Köşkü'nün geniş bir salonu, kütüphanesi, dinlenme ve yatak odaları, banyosu var.



Adana Atatürk Evi

 

 

Müze binası, Seyhan Caddesi üzerinde 19.yy'da yapılmış geleneksel Adana evlerinden. İki katlı, çıkmalı, kırma çatılı, kagir bir yapı. Bu özellikleri nedeniyle yapı Bakanlıkça "Korunması Gerekli Taşınmaz Kültür Varlığı" olarak tescil edilmiş ve koruma altına alınmış.

 

15 Mart 1923'te Atatürk eşi ile birlikte Adana'ya geldiğinde, Ramazanoğulları'ndan Suphi Paşa'ya ait olan bu binada ağırlanmışlar. Bina, Atatürk Bilim ve Kültür Müzesi Koruma ve Yaşatma Derneği'nce zamanın Kolordu Komutanı Bedrettin Demirel'in önderliği ve halkın yardımıyla kamulaştırılıp, restorasyonu yapılmış ve 1981 yılında Müze Müdürlüğü'ne bağlı bir müze olarak hizmete açılmış.

 

Binanın alt katında çalışma odası, kütüphane, üst katında ise sofa, yatak odası, çalışma odası, basın odası, mücahitler odası, oturma odası, hatay odası, silah odası, yaver odası ve Kuvayi Milliye Odası yer alıyor.

 

Atatürk'ün Adana'ya gelişi her yılın 15 Mart'ta resmî törenle bu binada kutlanıyor.



Afyon Atatürk Karargahı

 

 

27 Ağustos 1922'de Afyon Karahisar'ın düşman işgalinden kurtuluşu ile Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Garp Cephesi Komutanı İsmet İnönü, Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak Paşa ve Garp Cephesi Hareket Şube Müdürü Tevfik Bıyıklıoğlu'nun bu tarihi binada kalmışlar ve burayı karargah olarak kullanmışlar.

 

1930'lu yıllara kadar "Afyon Belediye Binası" olarak hizmete devam etmiş. Daha sonra yeni Belediye binasının tamamlanması ile bina "Emniyet Müdürlüğü'ne" tahsis edilmiş.

 

Bina, 1915-1920 Cumhuriyet öncesi Saitoğlu Mehmet Sait Efendi tarafından iki katlı olarak yaptırılmış. Bina genel hatları ile neo-klasik özellik taşıyor. Plan itibariyle de tipik Anadolu evleri tarzında olduğu görülebilir.

 

Atatürk'ün kaldığı bu ev, iki katlı, cumbalı, küçük bir köy konağı. Alt katında hole açılan 4 odası, üst katında 1 salon 4 oda ve bir selamlığı var. Atatürk, bu kattaki cumbalı odada çalışmış ve dinlenmiş. Ev bugün Ahmet Koç'a ait ve "korunması gereken evler" arasında yer alıyor.



Ankara Alagöz Atatürk Karargahı

 

 

Sakarya Savaşı'nda Batı Cephesi Komutanlığı Alagöz Köyü'nü "Cephe Karargahı" olarak seçmiş, köy halkından Türkoğlu Ali Ağa'ya ait büyük konağa yerleşmişti. Atatürk, 23 Ağustos 1921'den 13 Eylül 1921 tarihine kadar 22 gün, 22 gece aralıksız devam eden Sakarya Meydan Savaşı'nı bu binadan idare etmiş, bütün planlarını bu binada hazırlamış, tarihi kararlarını burada vermiş.

 

1967 yılında Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü'ne devredilmesi ile onarımı yapılmış, 10 Kasım 1968'de ziyarete açılmış.

 

Ankara Atatürk'ün Mekanı Müze Köşk

 

 

Atatürk'ün Ankara'ya geldiği 27 Aralık 1919 tarihinden 1921 yılına kadar önce Ziraat Okulu'nda, TBMM Başkanlığı'na seçilmesinden sonra da İstasyon'daki taş binada ikamet eden Atatürk, 1921 yılının Haziran ayında Çankaya'daki bağevine yerleşti. Bugün Müze Köşkü'nün girişinde, Atatürk'ün 56 yıllık ömründe en uzun süre ile ikametgah ettiği yer olma özelliğini de taşıyan bina ile ilgili şu satırları görülebilir:

 

"Eski bir bağ evidir. Ankaralı Bulgurluzade Mehmet ve Rıfat Beyler tarafından satın alınmış olup, 1921 yılı başlarında Ankara Müftüsü Hoca Rıfat Börekçi'nin önderliğinde Ankara halkı adına Atatürk'e armağan edilmiştir. Atatürk tarafından ordu namına devir ve ferağ edilmesi üzerine 'Ordu Köşkü' adını alan bina, ilk haliyle alt kat holünde mermer bir havuzu bulunan iki katlı bir yapıdır. 1921 yılı Haziran ayı başlarında Atatürk Ankara Garı'nda ikamet etmekte olduğu konuttan bu Köşk'e küçük bir onarımdan sonra taşınmışlardır.

 

1924 yılında Mimar Mehmet Vedat Bey tarafından Köşk'e ilaveler yapılarak bugünkü şekline getirilmiştir.

 

Bu ilaveler ön taraftaki camekanlı giriş arkada ise uzunlamasına bir ofis ve mutfak, yan tarafında bulunan kuledir. 1932 Haziran ayına kadar Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanlığı Köşkü olarak kullanılmış olan ve Cumhuriyet tarihinde çok önemli bir yer tutan bu yapı yeni köşke taşınıldığında tüm mefruşatı ile korunarak o günkü hali ile muhafaza edilmiştir."

 

Alanya Atatürk Evi

 

 

18 Şubat 1935 yılında Alanya'ya gelen, Atatürk'ün Alanya'yı ziyareti sırasında bir süre kalıp dinlendiği ev, sahibi Tevfik Azakoğlu tarafından Kültür Bakanlığı'na hibe edilmiş ve 1987 yılında da restore edilip döşenerek "Atatürk Evi ve Müzesi" olarak ziyarete açılmış.

 

Atatürk Evi ve Müzesi, Alanya'daki tarihi sivil mimarlık örneklerinden biri. Giriş katında İdare bölümü, kütüphane ve mutfak yer alıyor. Evin üst katı oturma, çalışma, yatak odaları olarak eski bir Alanya evini yaşatıyor.

 

Antalya Atatürk Evi

 

 

Atatürk, Antalya'da 12 Mart 1930 sabahına kadar tam bir hafta kalmıştı. Bu süre içinde Antalya'da geziler yaptı.

 

Antalyalıların Atatürk'e hediye ettikleri Atatürk Köşkü, iki katlı, üzeri kiremit çatı, taş bir yapı. Girişinde uzun bir hol, holün sağında bir salon, bir oda, banyo ve mutfak, solonda da iki oda ve üst kata çıkan merdiveni var. Üst katta ise, holden ayrı olarak birisi balkonlu olmak üzere yedi odası var. Atatürk merdivenin karşısındaki odada yatmış.

 

Atatürk'ün ölümünden sonra, Antalya Atatürk Köşkü, Özel İdare'ye geçmiş, 1939'da Akşam Kız Sanat Okulu ve Kız Enstitüsü Binası olarak kullanılmış. 1952 yılında Tarım Bakanlığı'na devredilen köşk, son yıllara kadar Teknik Ziraat Müdürlüğü'nün büroları olarak kullanılmış. 1980 yılından sonra Kültür Bakanlığı'na devredilen köşk onarılarak Atatürk Müzesi olarak ziyarete açıldı.

 

Balıkesir Kuvayi Milliye Binası

 

 

Bina 15 Mayıs 1919 yıllarında İzmir'in işgalinden sonra, 16 Mayıs 1919'da Balıkesirlilerin toplanarak silahlı mücadele kararının alındığı ve Kuvayi Milliye ateşinin parladığı bu bina, 6 Şubat 1923 tarihinde Balıkesir'e ilk gelişlerinde Atatürk'e ev sahipliği yapmış.

 

1987 yılında Müze Müdürlüğü'nün kurulmasından sonra, restorasyon çalışmalarına hız verilmiş ve eser toplama çalışmaları bitirildikten sonra müze 6 Eylül 1996 tarihinde hizmete açılmış.



Bursa Atatürk Evi

 

 

Çekirge Caddesi üzerinde bulunan binanın 19.yüzyılın sonlarında yapıldığı tahmin ediliyor. Köşk bodrum ve çatı katının dışında iki katlı. Atatürk'ün Bursa'yı ikinci ziyaretinde (20-24 Ocak 1923) Bursa Belediyesi bu binayı Miralay Mehmet Bey'den satın alarak kendisine hediye etmiş. Bundan sonra Atatürk Bursa'yı ziyaretlerinde bu evde kalmış. 1938 yılından sonra Bursa Belediyesi tarafından T.C. Emekli Sandığı'na satılmış, 1968 tarihinde Emekli Sandığı köşkün kullanımını Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü'ne devretmiş. 29 Ekim 1973 tarihinde Cumhuriyet'in 50.yılında müzeye dönüştürülerek ziyarete açılmış.

 

Geniş bir bahçe içerisinde bulunan Bursa Atatürk Köşkü, çatı katı ile birlikte 3 katlı. İlk kattaki salon ve odalar bugün Atatürk resimleri ve Atatürk'ün kullandığı eşyalarla sergilenmiş. İkinci katta, Atatürk'ün yatak odası, çalışma salonu, banyosu var. Buradaki eşyalardan çoğu Atatürk'ün zamanına ait. Üçüncü kat, misafirhane olarak kullanılıyor.

 

Çanakkale Eceabat Çamyayla Atatürk Karargahı

 

 

Çanakkale Savaşlarını başlangıç yıllarında, Atatürk 18 Nisan 1915'te Çamyayla (Bigali) Köyüne gelerek, bir köy evini Karargah yapmıştı. Atatürk bu günlerde Çamyayla'daki karargahında oturuyor, taarruz planlarını bu karargahta hazırlıyor, buradan cephenin en ön saflarına gidiyordu.

 

Atatürk'ün Çamyayla Karargahı iki katlı ve bağdadî olarak yaptırılmış. Dış kapısından küçük bir avluya giriliyor. Alt katta biri büyük, biri küçük iki odası var. Buradaki tahta bir merdivenle üst kattaki salona çıkılır. Salona açılan üç kapıdan ortadaki en büyük oda, Atatürk'ün çalışma odası sağdaki ise yatak odası. Diğer oda yaverine ayrılmış. Odaların tavan ve döşemeleri tahta.

 

Denizli Atatürk ve Etnografya Müzesi

 

 

1931 yılında Atatürk'ün bir gece konuk olduğu köşk, daha sonra kamulaştırılmış, 1950 yılından itibaren Verem Dispanseri olarak kullanılmış. 1977 yılında köşk, Atatürk ve Etnografya Müzesi yapılmak üzere Kültür Bakanlığına devredilmiş. 1983 yılına kadar onarımı süren Köşk, 1984 yılında Müze olarak ziyarete açılmış.

 

Yapı iki katlı olarak inşa edilmiş olup, her iki katta da orta sofaya açılan odalardan oluşuyor. Üst katın boydan boya uzanan sofası giriş cephesinde bu cepheyi hareketlendiren çıkma bir balkonla açılır.


Diyarbakır Atatürk Köşkü

 

 

Atatürk, Çanakkale Savaşı'ndan sonra 1916 yılı şubat ayı sonlarında 16. Kolordu Komutanı olarak Doğu cephesinde görevlendirilmiş, 14 Mart 1916 günü Kolordu Karargahı olan Diyarbakır'a gelmiş. Diyarbakır surlarının dışındaki Semanoğlu Köşkü Atatürk'e verilmiş. Atatürk 27 Mart 1917 tarihine kadar bu köşkte kalmış.

Diyarbakır Atatürk Köşkü, Diyarbakır evleri tipinde geniş eyvanlı, siyah-beyaz kesme taşlardan yapılmış örneklerinden biri. Girişin sağındaki küçük kapı mutfağa, solundaki kapı da çay ocağına açılıyor. Üst katta çalışma ve yatak odaları mevcut.


Erzurum Atatürk Evi

 

 

Atatürk'ün Samsun'a çıkmasından sonra kongre için gelmiş olduğu Erzurum'daki bu konağa 9 Temmuz 1919 tarihinde Hüseyin Rauf Bey ve arkadaşları ile yerleşmeleri ve burada 52 gün Erzurum Kongresi çalışmalarını sürdürmek için kalmaları ile konak, tarihsel bir önem kazanmış.



İçel Mersin Atatürk Evi

 

 

Mersin'de Atatürk'ün 20 Ocak 1925'te eşi Latife Hanım'la birlikte bir süre kaldığı konak, Atatürk'ün ölümünden sonra okul olarak kullanılmaya başlanmış. Bugün Mersin'de Atatürk Caddesi üzerinde bulunan konak, iki katlı olarak 1897 yılında Mersin ileri gelenlerinden Tahinci ailesi tarafından yaptırılmış. Cumhuriyet döneminde hazineye geçmiş ve devletin malı olmuş. Konağın cephe yönündeki üst katta bulunan balkonlu oda ve öteki odalar Atatürk'e ayrılmış. Atatürk'ün yatak ve çalışma odaları burada düzenlenmiş.


İçel Silifke Atatürk Evi

 

 

27 Ocak 1925 günü Atatürk'ün Silifke'ye ilk gelişlerinde misafir edildikleri ev, şehrin Saray Mahallesi'nde bulunan iki katlı kagir bir yapı ve 329 m²'lik bir yerleşme alanına sahip.

Yapı, tarihi ve mimari değerinden dolayı 1982 yılında, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü'nce kamulaştırılmış. 1983 yılında başlayan onarım çalışmaları 1984 yılında tamamlanmış, 1985-1986 yıllarında Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü tarafından teşhir ve tanzim çalışmaları gerçekleştirilerek, alt kat, ilçe halk kütüphanesi ve idare bölümü, üst kat ise, Atatürk Evi (müze-ev) olarak halka açılmış.


İzmir Atatürk Evi

 

 

17 Şubat 1923'te İzmir İktisat Kongresi toplandığında Atatürk şahsi çalışmalarını burada yürütmüş. Kongre bitiminde karargah bu binadan taşınmış ve hazine binayı Naim Bey'e otel olarak kullanmak üzere kiralamış. 1926'da İzmir'e gelen Atatürk İsmet İnönü ile birlikte bu otelde kalmışlar.

Bina, Osmanlı ve levanten mimarisi karışımından meydana gelen neoklasik tarzda bir yapı. Bodrum, zemin, 1. kat ve çatı katından oluşuyor. Dikdörtgen planlı arka cephesi revaklı, avlulu, 852 m²lik bir alanı kaplayan kagir bir yapı. Ön cephede 1. katta cumbası var.


Kayseri Atatürk Müzesi

 

 

1919 yılında Kayseri'ye gelen Atatürk, Kayseri'nin en gösterişli konağı olan İmamzade Raşiti Ağa'nın evinde misafir edilmiş.

19. yüzyıl sonunda Kayseri merkezde Raşit Ağa tarafından ev olarak yaptırılmış. Bina kesme taşlardan inşa edilmiş ve iki katlı bir yapı.

 

Kocaeli İzmit Müzesi ve Atatürk Evi

 

 

1922'de Atatürk'ün İzmit'e Fransız yazar arkadaşı Claude Farrere görüşmesi için geldiği zaman İzmitliler tarafından "halkın saray adını verdiği" meşhur Av Köşkü'nde misafir edilmiş.

İzmit Av Köşkü, 1874 yılında Sultan Abdülaziz için yaptırılmış, iki katlı küçük bir saray. Müze olarak köşk, 1966 yılında ziyarete açıldı.

 

Konya Akşehir Batı Cephesi Karargah Evi

 

 

Kurtuluş Savaşı yıllarında, Batı Cephesi Karargahı, 18 Kasım 1921 tarihinde Akşehir'e taşınmış. 24 Ağustos 1922 gününe kadar, 9 ay 6 gün süre ile bu bina karargah olarak kullanılmış. Atatürk, silah arkadaşları ile birlikte Büyük Taarruz hazırlıklarını burada yapmış, taarruz tarihini burada kararlaştırmış.

 

Bina, 1904-1905 yıllarında, Belediye Başkanı Bostan Bey zamanında Belediye Binası olarak inşa edilmiş. İki katlı olan bina, taş temelli, tuğla ve bağdadi malzemeli.

 

Konya Atatürk Evi

 

 

1912 yılında inşa edilen iki katlı tarihi bina, kesme, moloz taş ve tuğladan yapılmış. 1923 yılında hazine adına tescil edilen ev, Vali Konağı olarak kullanılmış ve Atatürk'ün Konya'ya gelişlerinde de kendisine tahsis edilmiş.


Sivas Kongre Binası Atatürk ve Etnografya Müzesi

 

 

Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarına üç buçuk ay süre ile resmi karargah olarak tahsis edilen binada Sivas Kongresi kararları alınmış.

 

19. yüzyılın Geç Osmanlı Dönemi sivil mimarlık örneklerinden biri olan yapı, üç katlı ve iç avlulu. Dış cephelerinde taş, iç mekanlarda ise ahşap ana malzeme olarak kullanılmış.

 

Samsun Gazi Evi

 

 

19 Mayıs 1919 sabahı Samsun'a geldiğinde şehrin en gözde binası olan Mıntıka Palas'ta misafir edilmişti.

 

Burası iki katlı taş bir bina idi. 1902'de Abacıoğlu adında zengin birisi tarafından otel olarak yaptırılmıştı. Atatürk, bir hafta süre ile bu binada kalmış.

 

Samsun Havza Atatürk Evi

 

 

Atatürk, 25 Mayıs 1919-12 Haziran 1919 tarihleri arasında Mesudiye Oteli olarak bilinen bu binada çalışmalarını sürdürmüş.

 

Trabzon Atatürk Köşkü

 

 

Köşk 1913 yılında yaptırılmış, Cumhuriyetin ilanından sonra da Özel İdare'nin mülkiyetine geçmiş. Bodrumu ile birlikte 4 katlı.

 

1924 yılında eşi Latife Hanım ile Trabzon'a gelen Atatürk bu köşkte kalmış. Atatürk'ün Trabzon'u ziyaretinden sonra özel idareye ait bulunan köşk, Trabzon Belediyesi'nce satın alınarak Atatürk'e hediye edilmiş.

 

Yalova Atatürk Köşkleri

 

 

Atatürk'ün "yürüyen köşk" olarak bilinen köşkü, Cumhuriyet Dönemi mimarlığının erken örneklerinden biri olarak 1929 yılında yapılmış. Yalova'ya 1936 yılındaki gelişinde Millet Çiftliği'ndeki bu köşkün pencerelerine zarar vereceği için yanındaki çınarın dalının kesileceğini öğrenir. Ağacın bir dalının bile kesilmesini istemeyen Atatürk köşkün ağaçtan uzaklaştırılmasını ister. Görev, İstanbul Belediyesi Fen İşleri Yollar-Köprüler Şubesi'ne verilir. Sorumlu baş mühendis binanın temellerini açtırır. Temellerin altına zor ve çok yavaşta olsa raylar döşenir. Bina rayların üzerinde doğuya doğru 4 metre kaydırılır.

 

Yalova Atatürk Köşkleri, Atatürk Evi, Yaverler Köşkü ile Genel Sekreterlik Binası ve mutfağından oluşuyor. Atatürk Evi'nin hemen yakınındaki iki binadan ahşap olanı, Sultan II. Abdülhamid Dönemi'nde (1876-1909) bir dinlenme köşkü olarak yapılmış ve Cumhuriyet Dönemi'nde Yaverler Köşkü olarak kullanılmış.

 

Arkitera, Kaynak: Kültür ve Turizm Bakanlığı, Atatürk Bilgi Bankası (Forsnet), Derleyen: Derya Yazman, 10.11.2010

HOLLANDA HEYKEL HIRSIZLARINDAN İLLALLAH DEDİ

 

Hollanda'nın doğusundaki Nijmegen kentinde bazı bronz heykellerin çalınması üzerine kent caddelerindeki 10 heykelin kaldırılması kararlaştırıldı.

 

Kent yetkilileri, heykelleri korumak için GPS çipi yerleştirilmesinin ya da yerlerine daha ucuz materyallerden yapılan kopyaların konulmasının planlandığını belirtti.

 

Kaldırılacak heykeller arasında, Hollanda'da 1500'lü yıllarda yazılan kitaplardan birinin karakteri olan "Nijmegenli Mariken" (Mariken van Nieumeghen) heykeli de bulunuyor.

 

Hollandalı yetkililer, bronz heykellerin yüksek metal değeri nedeniyle eritilerek satılmak üzere çalındığının tahmin edildiğini bildiriyor.

Radikal, 10.11.2010

TARİHİ ASURİ KİLİSELERİ YOK OLMAK ÜZERE

 

Mezopotamya'nın kadim halklarından Asuri - Nesturi halkından kalan tarihi kiliseler yok olma ile yüz yüze. Çoğunlukla Hakkari yöresinde yaşayan Asuri - Nesturilerin 1915-1924 yılları arasındaki göçlerinden sonra arkalarından bıraktıkları tarihi kiliseler ilgisizlikten yavaş yavaş yıkılıyor.

 

Hakkari'nin merkez, Şemdinli ve Çukurca ilçelerinin birçok köyünde bulunan onlarca kilise, geçen zaman içinde bakımsızlık ve define kazıcıları yüzünden yıkıldı. Ayakta kalan az sayıda kilise de yok olma tehlikesi altında bulunuyor. Hakkarili Nesturilerin hala ayakta kalan iki önemli kilisesinden Hakkari'nin Koçanis (Konak) Köyü'nde bulunan Koçanis Kilisesi İl Kültür Müdürlüğü tarafından restore edilerek kurtarılırken, Şemdinli İlçesinde bulunan Nesturilerin temel kilisesi Dera Reş için ise henüz hiçbir çalışma başlatılmış değil.Nesturilerin bu iki önemli kilisesinin yanında bölgede birçok başka kilise de unutulmuş durumda. Şemdinli'nin Betkar Köyü'nde bulunan ve aynı adla anılan küçük köy kilisesi de bu yapılardan biri.


Betkar kilisesi ile ilgili bilgi veren İHD Hakkari Yönetim Kurulu üyesi Emin Sarı, "Kürt coğrafyasının birçok yerinde bulunan bu ve benzeri Tarihi miras yüzyıllık asimilasyon politikalarının bir sonucu olarak yok ediliyor ya da yok olmasına göz yumuluyor. Yöre insanı da bu politikalardan etkilenerek bu tarihi mirasa sahip çıkmak, korumak yerine kayıtsız kalıyor hatta zaman zaman çeşitli gerekçelerle bu yıkıma alet oluyor. Bu kiliseler Mezopotamya'nın önemli ve özgün halklarından olan Nesturilerden kalan son izler. Eğer bu izlere sahip çıkmazsak bizler de bir yönüyle bu asimilasyon politikalarına alet olmuş oluruz" dedi.

Birgün, 10.11.2010

ANITLAR KURULU'NDAN ŞOK KARAR

 

 

Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu, Yakutiye Belediyesi'nin dış cephe restorasyon ve kaplama çalışmalarını, restitüsyon projesini gerçeğe yakın olmadığı gerekçesiyle durdurdu.Yakutiye Belediyesi ile Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu arasında yaşanan proje çizim gerginliği devam ediyor. Yakutiye Belediye Başkanı Ali Korkut'un yaz aylarının ortalarında, belediye binasının dış cephe sıva kaplamasını söktürüp, tarihi taş dokuyu ortaya çıkartmasının ardından başlatılan cephe giydirme çalışmaları durduruldu. Geçen ay sonunda toplanan Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu, Yakutiye Belediyesi'nin restorasyon çalışmalarını, restitüsyona (eserin orijinali) uygun plan çizilmediği için durdurma kararı aldı. Kurul kararı üzerine Yakutiye Belediye Başkanı Ali Korkut'ta restorasyon çalışmalarını ve kaçak kat kısmındaki bazalt taş cephe kaplama çalışmalarını durdurdu. 11-12 Aralık günlerinde yeniden toplanacak olan kurul üyeleri, belediyenin yeni restitüsyon projesine göre restorasyon çalışmalarının devamına ya da duran halinin devamına karar verecek.

Yakutiye Belediyesi, Kültür Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'nun restorasyon çalışmalarını durdurması üzerine yeni bir restitüsyon projesi hazırlama yoluna gitti. Belediye yetkilileri, 1927 yılına ait bir fotoğrafta o dönem Müstahkem Mevki Kumandanlığı binası olarak kullanılan belediye binasının dış cephesinin sıvalı olduğunun gerekçe gösterilerek kendilerinde de sıva istendiğini öne sürdü. Kış mevsiminin gelmesi nedeniyle belediye binasının üst katında başlatılan bazalt taş giydirmesinin söküleceğine dikkat çeken aynı yetkililer, "Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'nun aldığı kararı anlamakta güçlük çekiyoruz. Taş dokuyu ortaya çıkarttık. Şimdi de taş dokunun sıva ile kapatılması isteniyor." şeklinde tepki gösterdi. Aynı yetkililer, Yakutiye Parkı'nın peyzaj çalışmalarında da yaşanan gecikmenin de aynı kurulun hazırlanan projeleri beğenmeyip, kendilerine yenisini çizdirerek zaman kaybı yaşatmalarına bağladı. Belediye Başkanı Ali Korkut ise restorasyon çalışmalarının yasa ve mevzuata uygun gerçekleştirdiklerini belirterek, "Restitüsyon ve restorasyon projelerimizi gönderdik. Ancak restitüsyon projemiz iki kez kabul edilmedi." diye konuştu.

Erzurum Gazetesi, Haber: Orhan Yıldırım, 10.11.2010

413 YILLIK CAMİ ÇALIŞMALARI SONA ERİYOR

 
İzmir'in en eski camilerinden Hisar Camisi'nin restorasyon çalışmalarında sona yaklaşıldı. Çalışmaların Kurban Bayramı'na kadar bitirilmesi hedefleniyor. İzmir Vakıflar Bölge Müdürlüğü Kenan İba, yaptığı açıklamada, İzmir'in ''kalbinin attığı'' Kemeraltı Çarşısı'ndaki caminin yapımının 1597-1598 yıllarına dayandığını, geçen zamanda bir kaç kere restore edilen camide 2009 yılı Haziran ayında restorasyon çalışmalarına başladıklarını belirtti. Aydınoğulları'ndan Özdemir oğlu Yakup Bey tarafından inşa edilen caminin kentin en önemli camilerinden olduğunu kaydeden İba, restorasyon çalışmalarında caminin içi ve dışındaki imalatların tümünün ele alındığını vurguladı.

İba, dış cephedeki sıvaları söktüklerini, kubbenin yenilendiğini, cami bitişiğindeki dükkanların yıkılarak, yapının çevresinin açıldığını anlatarak, şunları kaydetti: ''Döşemeler üst üste yapılmıştı. 1 metre kırdığımız yerler oldu. Şimdi orijinal kotunda taş döşemeyle yeniden yapılıyor. Orijinal işlemeler ve renkler ortaya çıkarılıp restore edildi. Duvardaki ve korkuluktaki boyalar söküldü, yaldız işlemeler yeniden yapıldı, avizeler yenilendi. Camiyi nemden korumak amacıyla 3 tarafına drenaj sistemi yapıldı. Bu bölgede yeraltı suyu var, o da camiye nem veriyordu. Sistem ile su, belli seviye geldiğinde tahliye ediliyor. İşlemlerde caminin orijinal dokusuna sahip çıkıldı. Zaten İzmir Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu onaylı projelerle restorasyonu yapıyoruz'' diye konuştu.
Caminin dış tarafının kazımı sırasında, karo mozaiklerin altında orijinal döşemeye ulaştıklarını ifade eden İba, ayrıca kubbedeki orijinal işlemelerin ortaya çıkarıldığını söyledi.

Tarihi Kemeraltı Çarşısındaki Kızlarağası Hanı'nın hemen yanında, ondan daha da eski bir döneme ait tarihi bir yapıdır. Cami, adını Romalılar döneminde yapılan ve Moğol Hükümdarı Timur işgaliyle yıkılan hisardan almaktadır. Hisarın yıkıntıları üzerine kurulan cami, 1592 yılında Özdemiroğullarından Yakup Bey tarafından yapılmıştır.

Günümüze gelinceye kadar bir çok kez onarım çalışmasından geçen caminin en son onarımı, 10 Nisan 2003 İzmir depremi sonrası yıkılan minaresine yapıldı. Cami Kemeraltı'ndaki Şadırvanaltı ve Kestane Pazarı camilerinin de ağabeyi sayılabilecek büyüklüktedir. Orta kesiminde muhteşem hacimli kubbesini 8 fil ayağı taşımaktadır. Mihrap, minber, vaiz kürsüsü bugün dahi halen gösterişli oymacılığını korumaktadır. Cami ve han, bulundukları Hisarönü Meydanı'na eski bir ticaret merkezi görüntüsü vermektedir.

Yeni Asır, 10.11.2010

AYNALIKAVAK 26 YIL SONRA NİHAYET MUSİKİ MÜZESİ OLDU

 

1996'dan beri kapalı olan Aynalıkavak Kasrı, geçtiğimiz cumartesi sessiz sedasız açıldı. Aslında açılışa Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mehmet Ali Şahin de katılmıştı; ancak kasrın ve beraberinde Musiki Müzesi'nin açılışının basında sessizlikle karşılanması da kasrın kaderini hatırlattı.

 

Topkapı, Dolmabahçe ve Beylerbeyi ile birlikte İstanbul'un dört büyük sarayından biri olan Aynalıkavak'ın, bir zamanlar padişah bestelerinin yankılandığı duvarları bakımsızlıktan harap haldeydi. 1984 yılında Türk müziği merkezi yapılması kararlaştırılan saray, ancak 26 yıl sonra bu duruma gelebildi. Dört yıl önce restorasyonuna başlanan Aynalıkavak Kasrı, şimdi alt katındaki Türk Çalgıları Sergisi ile birlikte Musiki Müzesi olarak ziyaretçilerini ağırlayacak.

 

Aynalıkavak Kasrı, Osmanlı dönemindeki en ihtişamlı günlerini de en mutena günlerini de 3. Selim zamanında yaşamış. Türk musikisine 14 makam kazandıran padişah, pek çok bestesini burada yapmış. Ancak Aynalıkavak, Kırım'ı Rusya'ya bırakan 1792 tarihli Ziştovi anlaşmasına ev sahipliği yapınca padişahın gözünden düşer. Zaman içinde çeşitli konferans ve toplantılarda misafirlerini ağırlasa da bir daha eski günlerini göremez. Bir zamanlar, Şeyh Galib'in şiirleri ve 3. Selim'in besteleri eşliğinde aheste akan Haliç'e ses veren saray, şimdilerde müze haliyle ziyaretçilerini bekliyor.

 

'Tersane sarayı' olmasından mıdır bilinmez, diğerlerine göre oldukça sade olan Aynalıkavak'ın giriş katı, aslına uygun restore edilmiş. Okmeydanı kapısının üzerinde 2. Mahmut, Tersane kapısının üzerinde de 3. Selim'in tuğralarını taşıyan kasır, beste odasında ise altın işlemeli Yesari hattıyla Şeyh Galib'in dizelerini barındırıyor. Müzedeki parçaların önemli bir kısmını Sultan Abdülaziz'in torunu Gevheri Osmanoğlu'nun bağışladığı sazlar, nota ve kitaplar oluşturuyor. Türk musikisinin çok değerli bestekarlarının kayıtlarının bulunduğu taş plaklar da müzenin parçaları arasında. Neyzen Tevfik'in değişik türdeki (mansur, kız) neyleri de müzenin değerli parçalarından.

 

Cumartesi akşamı yapılan açılışta, müzenin ve kasrın ruhuna uygun olarak bir konser düzenlenmişti. Ruhi Ayangil yönetimindeki Ayangil Topluluğu, aralarında Osmanoğulları'nın da bulunduğu misafirlere Türk musikisinin seçkin eserlerinden örnekler sundu. Milli Saraylar Daire Başkanı Yasin Yıldız'ın yanı sıra, 'fasılların hamisi' gazeteci-yazar Fehmi Koru ile Hasan Bülent Kahraman da konuklar arasındaydı.

Zaman, Haber: Ali Koca, 10.11.2010

SÜLEYMANİYE CAMİİ BAYRAMDA İBADETE AÇILACAK

 

 

"Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede/Bir mehabetli sabah oldu Süleymaniye'de/Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati/Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi/Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan/Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan..."


Şair Yahya Kemal Beyatlı'nın "Süleymaniye'de Bayram Sabahı" şiirinde muhteşem bir eser olarak nitelendirdiği, Kanuni Sultan Süleyman adına 1551-1558 yılları arasında Mimar Sinan tarafından inşa edilen Süleymaniye Camii, restorasyon çalışmalarının tamamlanmasıyla birlikte 3 yıl aradan sonra Kurban Bayramı'nda ibadete açılacak.


Vakıflar Genel Müdürlüğünce 21 milyon TL harcama yapılarak hayata geçirilen restorasyon projesi, Gür Yapı İnşaat tarafından yürütülüyor. Mimar, kalemkar, hattat, sanat tarihçi, restoratör, konservatör ve işçilerden oluşan 200 kişilik ekip, Süleymaniye Camisi'nin restorasyonunu tamamlamak için gece-gündüz hummalı bir şekilde çalışıyor.


Türk-İslam kültürünün zirve eserlerinden, adeta İstanbul'a atılan "Müslüman imzası" niteliğindeki cami restorasyonunda, çimentodan arındırma tekniği uygulandı. 8 şiddetindeki depreme dayanıklı olduğu ortaya çıkan caminin kubbesinde, akustik için yerleştirilen 256 adet küp bulundu, pandantiflerde orijinal kalem işleri tespit edildi. 150 yıl önce ana kubbeye yazılan ayette, eksik olduğu belirlenen bir harf, kurul kararıyla hattatlar tarafından yazıldı.

Restorasyon çalışmalarına ilişkin açıklama yapan İstanbul Vakıflar 1. Bölge Müdürü İbrahim Özekinci, Ebusuud Efendi tarafından temeli atılan Süleymaniye Camisi'nin açılışını Mimar Sinan'ın yaptığını, batılıların "Muhteşem" dediği Kanuni Sultan Süleyman'ın dünya mimarisine bir armağanı olan bu yapıda, bilim ve tekniğe verilen önemin görüldüğünü belirtti.






Osmanlı'nın dünya medeniyetine sunduğu bu ihtişamlı yapının günümüzde de "Dünya Kültürel Mirası" olarak bütün haşmetiyle varlığını sürdürdüğünü belirten Özekinci, Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün bu restorasyon çalışmalarında büyük bir atak yaptığını, eski eserleri kurtarma, koruma ve gelecek nesillere aktarma projesi kapsamındaki en önemli eserlerden birinin Süleymaniye Camisi'nin olduğunu dile getirdi.


Süleymaniye Camisi'nin daha önce 1847-1849 ile 1959-1960'lı yıllarda restore edildiğini, 2-3 yıl süren proje çalışmalarının ardından 2007 yılında caminin restorasyonuna başlandığını anlatan Özekinci, "Restorasyon kapsamında Süleymaniye Camisi baştan sona elden geçirildi. Çalışmaya caminin kubbelerinden başlandı, kurşunlar tamamen değiştirildi. Simülasyon tekniğiyle, İstanbul Teknik Üniversitesi'nden ekip tarafından caminin depreme dayanıklı olup olmadığı araştırıldı. Caminin 8 şiddetindeki depreme dayanıklı olduğu ortaya çıktı. Caminin kubbelerinde küçük çatlaklar vardı, buralarda sağlamlaştırmalar yapıldı. Dış cephe temizliği gerçekleştirildi, koruyucular sürüldü" diye konuştu.

Süleymaniye Camisi'nde yapılan en önemli işlerden birinin çimentodan arındırma tekniği olduğunu ifade eden Özekinci, şunları söyledi:
"Üzülerek gördük ki 1960'lı yıllarda yapılan restorasyon çalışmasında, caminin horasan harçları yerine çimentoyla sıvandığını gördük. O dönem için belki iyi bir buluş olabilir ama analiz, tahlil ve raporlardan şunu görüyoruz; çimento üzerinde sıvanmış olduğu taş yapı ile doğru çalışmıyor. Bundan dolayı nemlenme, tuzlanma gibi mahsurları ortaya çıktı. Bu çimentodan arındırma işlemini gerçekleştirerek, horasan harcının bileşenini bulduk ve yapıyı sıvadık, üzerine kalem işlerini yaptık. Cami artık nefes alır haline geldi."


Camideki en önemli çalışmanın çimentodan arındırma çalışması olduğunu anlatan Özekinci, "Süleymaniye Camisi'nde yenileme çalışması yapmadık. Mimar, sanat tarihçi, konservatör, restoratörlerden oluşan bilim kurulumuzla çok ciddi bir çalışma yaptık. Burada önemli olan caminin aslına uygun restorasyonunu yapabilmekti. Yenileme değil, koruma yaptık ve bilimsel olarak çalıştık. Bu tür eserlerde önemli olan belge niteliğini kaybetmemektir. Daha sonraki nesiller de bunu okuyabilmelidir, geçirdiği evrimleri görebilmelidir. Aslına sadık kalarak, koruma amaçlı restorasyon gerçekleştirdik" diye konuştu.

Özekinci, restorasyon çalışmaları sırasında enteresan bulgularla karşılaştıklarını anlattı.
Caminin kubbesinde 15 santimetre ağız genişliğine sahip, 45 santimetre uzunluğunda simetrik halde dizilmiş 256 adet küp bulduklarını anlatan Özekinci, "Süleymaniye Camisi'nin akustiği gerçekten mükemmel. Simetrik halde dizilen bu küplerin içindeki hava boşlukları sayesinde akustiği sağlamış Mimar Sinan" dedi.


Aslan göğsü denilen pandantiflerde 5 kat raspa çalışmaları sonucunda, orijinal kalem işlerini bulduklarını, bunun bilim ve sanat dünyasını çok heyecanlandırdığını belirten Özekinci, tahrir defterlerinde fil ayaklarına orijinal olarak çini yaptırıldığı yönünde kayıtların bulunduğunu, ancak çinilerin nerede olduğunun bilinmediğini, ince raspa çalışmaları sırasında orijinal çinileri bulduklarını ifade etti.

Özekinci, Süleymaniye Camisi'nde Abdülfettah Efendi döneminden kalma mükemmel hat levhaların bulunduğunu, bununla ilgili çalışmaların Prof.Dr. Hüsrev Subaşı tarafından yürütüldüğünü ifade etti.


Restorasyon çalışmalarının bitmek üzere olduğunu anlatan Özekinci, caminin Kurban Bayramı'nda bayram namazına hazır olacak şekilde açılacağını söyledi.


Restorasyon çalışmalarının ardından çevre düzenlemesi ve peyzaj çalışmalarının yapılacağını belirten Özekinci, buna ilişkin projelerin kurula sunulduğunu, onaylanmasının ardından bu çalışmalara da başlanacağını ifade etti.

Projenin hat danışmanlığını yürüten Prof.Dr. Hüsrev Subaşı da Süleymaniye Camisi'nin ana kubbesindeki yazıların 1860'lı yıllarda Sultan Abdülmecid zamanında görevlendirilen hattat Abdülfettah Efendi tarafından yazıldığını söyledi.


70 metre yüksekliğindeki bir camide 8 metre çapındaki bir kubbe yazısıyla ilk kez karşılaştığını anlatan Subaşı, kubbedeki yazının tuval üzerine değil, çinko üzerine yazılmış olduğunu gördüklerini ifade etti.


Yaptıkları çalışmada, birbirine monte edilen çinkolardaki çivilerin zamanla paslandığını ve hat yazılarının yüzde 65'inin ortadan kalktığını gördüklerini belirten Subaşı, daha önce alınan kalıp ve eski fotoğraflar üzerinden hareket ederek, yazının aslına uygun biçimde ihya edilmesini sağladıklarını anlattı.


Subaşı, yazının bir yerinde nakkaş veya hattat hatası gördüklerinde, bunların düzeltilmesi noktasında 5-6 hattatın müzakere ederek karar verdiğini belirtti.

5.5 metre çapındaki pandantiflerin de usulüne uygun biçimde ihya edildiğini ifade eden Subaşı, şunları kaydetti:
"Kıbleye yakın ön pandantifte 'Başarıyı bana veren Allah'tır' anlamında bir ayet var. Avluya yakın arka pandantifte de "De ki ey Peygamber, her şeyi yaratan Allah'tır' anlamında bir ayet var. İnsan camide böyle bir şey yazacak olsa, herhalde 'Her şeyi yaratan Allah'tır' ifadesini ön tarafa koyar, diğerini ise arka tarafa koyar bir nevi eserin imzası gibi. Bu durum bana mantıksız geldi ve bir arşiv araştırması yaptık. Yaptığımız araştırmada 1970 yılına ait bir fotoğraf bulduk ve 'Her şeyi yaratan Allah'tır' önde, 'Başarıyı bana veren Allah'tır' yazısı arkada. Bunların neye istinaden değiştirildiği yönünde hiç bir bilgi yok."

Ana kubbenin yazısının uygulamasında bir sıkışma gördüklerini, bunun hat kurallarına göre olmaması gerektiğini tespit ettiklerini belirten Subaşı, "Yazı mükemmel yazılmıştı ancak 8 metre çapındaki bir yazı büyük bir alanı işgal ediyor. Dörde veya ikiye bölerek tozlamış olmalılar. Kalemkar ekibi, parça parça yazıyı tozlarken bir yerde sıkıştırmak zorundaydılar ve biz bunu fark ettik. Kendi hattatlar kurulumuzda bunun müzakeresini yaptık ve düzelttik" diye konuştu.
150 yıl önce ana kubbeye yazılan ayetin bir harfinin unutulduğunu gördüklerini anlatan Subaşı, Abdülfettah Efendi'nin en az 30 yazısını incelediklerini ve camideki yazıyı yazdığı zamanlardaki kompozisyonlarında yer alan "h" harfini elle aldıklarını ve bu harfi olması gereken yerine koyduklarını belirtti.


Subaşı, 3-4 gün içinde iskelelerin tamamen sökülmüş olacağını ve caminin bayram namazına hazır hale getirileceğini sözlerine ekledi.

Türkiye Gazetesi, 10.11.2010




KİLİSE ONARILACAK

 

  

 

Bir suikaste kurban giden Agos Gazetesi Genel Yayın Müdürü Hrant Dink'in bir hayali gerçek oluyor. Malatya'da doğduğu evin yer aldığı mahalledeki Taşhoron Ermeni Kilisesi'nin onarımının yapılması için çalışmalar başlatıldı.

Malatya Merkez Çavuşoğlu Mahallesi'nde bulunan tarihi Taşhoron Kilisesi'nin, Malatya Valiliği Kültürel Değerleri Değerlendirme ve Koruma Birliği'nin (KUDEB) girişimleri sonucu onarımının yapılacağı bildirildi. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür ve Tabiat Varlıkları'nın Koruma Kurulu'ndan karar çıktığı ve tarihi Taşhoron Kilisesi'nin onarılacağı ifade edildi. Taşhoron Kilisesi'nin onarılması için proje çalışmasının koordinatörü olan Yüksek Mimar ve Restoratör Nüvit Bayar, ilk önce rölöve ve restitüsyon çalışması yapacaklarını söyledi.

Çavuşoğlu Mahallesi Muhtarı Mustafa Şahin ise, "Burasının restore edilmesi için hemşehrimiz Turgut Özal'ın sağlığında Ankara'ya gidip, mecliste rahmetliye dilekçe vermiştim. O zaman şartlar iyi değildi. Bugün şartlar o günlere göre düzeldi ve Taşhoron Kilisesi'nin onarılması kararı çıktı. Çizim çalışmaları başlatıldı. 4-5 ay sonra da restore çalışmasına başlanılacak. Bunda emeği olan sayın valimiz Doç.Dr. Ulvi Saran'a teşekkür ederiz" dedi.

Çavuşoğlu Mahallesi'nde doğan Agos Gazetesi Genel Yayın Müdürü Hrant Dink'in sağlığında, Taşhoron Kilisesi'nin onarılması için çalışma yaptığını ancak o zaman maddi imkan bulamadığını söyleyen Muhtar Şahin, "Burasının restore edilmesi için geçmişte Hrant Dink ile bir görüşmemiz de oldu" ifadelerini kullandı.

Yıllardır kapısı taşla örülüp kapatılan ve içine girilemeyen tarihi Taşhoron Kilisesi'nin onarılması için kapısının açılması ve içerisinde çalışmaların başlatılması mahalle halkını da memnun etti.

Malatya Haber, 09.11.2010

ANDY WARHOL'UN TABLOSUNA SERVET

 

Sotheby's'in çağdaş ve savaş sonrası sanat eserleri müzayedesi öncesinde, tuval üzerine siyah-beyaz renkteki tablonun 25 milyona alıcı bulması bekleniyordu.

Müzayedede satılan 54 eserin toplam hasılatının 222,4 milyon doları bulduğu belirtildi.

1987 yılında hayatını kaybeden Warhol aynı zamanda film yapımcısıydı. Warhol Pop Art akımının önemli temsilcilerinden sayılıyor.

Radikal, 10.11.2010

NAZİLERİ KORKUTAN HEYKELLER

 

Alman diktatör Adolf Hitler’in yasakladığı heykeller, yıllar sonra sanatseverlerle buluştu.

Nazi döneminde ‘dejenere’ bulunan ve yasaklanan 15 bin parça sanat eserinden olan 11 heykel Berlin’deki Neues Müzesi’nde sergileniyor. 20’nci yüzyılın erken dönemlerine ait eserler, kent merkezindeki bir inşaat alanında bulundu ve metro inşaatı için yapılan kazı sırasında toprak altından çıkarıldı. Bronz ve toprak heykeller, Hitler rejimi tarafından ‘anti-ulusalcı’ ve ‘cinsel içerikli’ bulunmuştu.

Hürriyet, 10.11.2010

ANTALYA'NIN GLADYATÖRLERİ

 

Antalya Serik’te turistlere Romalıların görkemli gladyatör dövüşlerinin sahneleneceği bir kompleks kuruldu.

Arenanın dev meşaleli giriş yolunun iki tarafında, içinde demirci, testici gibi küçük dükkanların yer aldığı Roma pazarı bulunuyor. 24 dönüm alana kurulan 800 kişilik Aspendos Gladyatör Arena’daki gösteriler için, 150 turizm acentesiyle anlaşıldı. İşletici firma, Mayıs’ta ilk gösteri için aralarında inşaat işçisi, çiftçi ve ambulans şoförünün bulunduğu, Serikli 12 gence dövüş oyunları ve gladyatör ritüeli eğitimi veriyor. Otellerin VIP müşterileri, soylular gibi giyinerek, dövüşleri locadan izleyecek. Proje danışmanı Mehmet Bıcıoğlu, 1 milyon TL yatırım yaptıklarını belirterek, iki atın çektiği, tekerlerli 8 savaş arabasıyla gösteriler de yapacaklarını söyledi.

Hürriyet, Haber: Göksel Yapar, 10.11.2010

MÜBİN ORHON REKORU DA MURAT ÜLKER'DEN GELDİ

 

Antik A.Ş. tarafından geçtiğimiz pazar günü gerçekleştirilen ‘263. Çağdaş ve Klasik Sanat Eserleri Müzayedesi’nde 1 milyon 75 bin TL ile en yüksek fiyata satılan eser olan Mübin Orhon tablosunu Murat Ülker’in satın aldığı ortaya çıktı.

Ülker daha önce de Burhan Doğançay’ın ‘Mavi Senfoni’sini 2 milyon 200 bin liraya satın alarak Türkiye’de bir çağdaş esere verilen en yüksek fiyatı ödemişti. Türk sanatının başyapıtları arasında yer alan ressam Mübin Orhon’un 1962 tarihli 352x112 santim boyutlarındaki en büyük ebatlı yağlıboya soyut çalışması bu satış fiyatıyla kendi rekorunu kırmış oldu. Yurt dışından koleksiyonerlerin de katıldığı müzayedede Fahrünnisa Zeid’in 185x230 santim ebadındaki 1950-53 tarihli eseri 850 bin TL’ye alıcı bulmuştu.

Hürriyet, 10.11.2010

NEVŞEHİR MÜZESİ, TARİHİ ESER ZENGİNİ

 

 

Nevşehir Arkeoloji ve Etnografya Müzesinde, Neolitik dönemden Erken Cumhuriyet dönemini kadar çeşitli uygarlıklara ait 22 bine yakın tarihi eserin bulunduğu bildirildi.

 

Nevşehir Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü yetkililerinden alınan bilgilere göre, Kapadokya bölgesinde 1960'lı yıllarda Nevşehir'in Avanos İlçesi'ne bağlı Topaklı beldesindeki höyükte İtalyan bilim adamlarınca ilk olarak başlatılan ve günümüze kadar çeşitli merkezlerde gerçekleştirilen kazılardan elde edilen tarihi değerlerin yanı sıra, vatandaşlardan satın alınan Arkeolojik ve Etnoğrafik eserlerin sergilendiği Nevşehir Arkeoloji ve Etnografya Müzesi, İç Anadolu bölgesinin en önemli müzelerinden biri olarak değerlendiriliyor.

 

Yetkililer, Neolitik dönemden başlayarak Tunç Çağı, Demir Çağı, Mezopotamya, Urartu, Asur Ticaret Kolonileri Dönemi, Grek, Hellenistik, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinden kalma yaşanılan dönemin kültürel ve sosyal yaşamın izlerini taşıyan Arkeolojik, Etnoğrafik ve Bronz, Gümüş ve Altın Sikkelerden oluşan 22 bine yakın eserin Nevşehir Arkeoloji ve Etnografya Müzesi'nde yer aldığını belirttiler.

 

Nevşehir Arkeoloji ve Etnografya Müzesi'nde yer darlığı başta olmak üzere, eserlerin benzer nitelikte olması gibi nedenlere dayalı olarak ancak bin 500 civarındaki eserin sergilenebiliyor.

Nevşehir Kent Haber, 08.11.2010

YILDIRIM CAMİİ'NİN 1855'DE YIKILAN MİNARESİ YENİDEN İNŞA EDİLİYOR

 

 

Bursa'da Yıldırım Camii'nin 1855 depreminde ve 1949 yılındaki doğal afetlerde yıkılan iki minaresi orijinaline uygun olarak yeniden ayağa kalkıyor. Bursa Büyükşehir Belediyesi'nin 7 merkez ilçede sürdürdüğü 253 tarihi ve kültürel mirası ayağa kaldırma projesi arasında yer alan Yıldırım Camii'nin orijinal minarelerinin yeniden yapılması için çalışmalar başladı. Yıldırım Külliyesi bahçesindeki caminin önünde düzenlenen ilk harç koyma törenine Devlet Bakanı Faruk Çelik, Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, İl Müftüsü Mahmut Gündüz, Vakıflar Bölge Müdürü Mürsel Sarı, Büyükşehir Belediyesi bürokratları ve vatandaşlar katıldı.

Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe törende yaptığı konuşmada, Osmanlı'ya 130 yıl başkentlik yapması ve ilk 6 padişaha ev sahipliği ile 'tarih başkenti' olan Bursa'nın bu özelliğini ön plana çıkarmak amacıyla bu dönem 253 tarihî ve kültürel miras projesinin restorasyonunun startını verdiklerini söyledi. Özellikle Kültür ve Turizm Bakanlığı kontrolünde olan sultan külliyelerini Büyükşehir Belediyesi'nin himayesine almak için yoğun çaba harcadıklarını hatırlatan Başkan Altepe, "Devlet Bakanımız Faruk Çelik'in de destekleriyle sonunda sultan külliyeleri, bakım, onarım ve güvenlik gibi tüm hizmetleriyle bizim himayemize geçti. Onayı alır almaz ilk çalışmamızı burada başlatıyoruz. 1855 depreminde yıkılan ve bir daha yapılamayan minare ile 1949 yılında yıkılan diğer minareyi kısa zamanda orijinaline uygun olarak yeniden ayağa kaldırmak için çalışmalarımızı başlatıyoruz." dedi.

Törene katılan Devlet Bakanı Faruk Çelik ise önceki gün Başbakan Erdoğan ile birlikte Kosova'da bir cami açılışını gerçekleştirdiklerini belirterek şunları söyledi:

"Priştine'deki Fatih Sultan Mehmet Camii'nin açılışını yaptık. Yine Prizren'deki ecdat yadigarımız Sinan Paşa Camii'nin restorasyonundaki çalışmaları inceledik. Balkanlarda, Ortadoğu'da ve Afrika'da ecdadımızın tüm eserlerini ayağa kaldırmak için yoğun bir çaba içindeyiz. Bu çalışmaları sürdürürken, ecdadımıza başkentlik eden Bursa'mızı da ihmal etmiyoruz. Başta Büyükşehir Belediye Başkanımızın gayretli çalışması ile tüm ecdat yadigarı eserler bir bir ayağa kalkıyor."

Törende söz alan İl Müftüsü Mahmut Gündüz de tarihi eserleri ayağa kaldıran başta Başkan Altepe olmak üzere emeği geçen herkese teşekkür etti. Konuşmaların ardından restore edilecek minareye ilk harç protokol üyeleri tarafından kondu. Yıldırım Külliyesi, şehrin en doğusuna bir anlamda İpek Yolu'nu gözetler şekilde hakim bir tepe üzerine Sultan Yıldırım Beyazıd tarafından miladi 1390-1395 yıllarında inşa ettirildi. Ters 'T' planlı (Tabhaneli-Zaviyeli) camiler arasında yer alıyor. Kuzey-güney doğrultusunda art arda iki büyük kubbe, doğu-batı yönünde küçük kubbeli yan eyvanlar ve bu eyvanların iki tarafında da aynalı tonoz örtülü birer oda bulunuyor. Minarelerin yeniden inşa çalışmalarının 6 ay içinde bitirilmesi bekleniyor.

Zaman, Haber: Fatih Karakılıç, 08.11.2010

TARİH YENİDEN CANLANIYOR

 

     

 

Kahramanmaraş'ta restorasyon çalışmaları tamamlanan Mahmut Arif-i Paşa Konağı, Etnografik Maraş Kültür Evi ve Etnografya Müzesi olarak düzenleniyor. Belediye Başkanvekili Cevdet Kabakçı, Maraşlı bir ailenin nasıl yaşadığının bu konakta sergileneceğini belirterek, "Kentimiz tarihi ve kültürüyle ülkemizde bulunması gereken noktaya gelecek" dedi.

 

Kahramanmaraş Belediyesi geçmişte kentte görev yapan valilerin konakladığı Mahmut Arif-i Paşa konağı üzerindeki restorasyon çalışmalarını tamamladı. Hüsnü Öksüz Diyaliz Merkezi yanında bulunan konak, çalışmaların ardından ilk günkü görüntüsüne kavuşurken, bundan sonraki süreçte Maraşlı ev halkının nasıl yaşadığı burada sergilenecek.

 

Etnografik Maraş Kültür Evi olarak hizmet verecek konak için belediye vatandaşlara çağrı yaparak kentin tarihini ve kültürünü yansıtan objelerin konağa bağışlanmasını istedi.

Kahramanmaraş Kent Konseyi Başkanı Zeynep Arıkan ile birlikte konağı inceleyen Belediye Başkanvekili Cevdet Kabakçı, bu yöndeki çalışmaların tüm hızıyla devam ettiğini dile getirdi.

Kahramanmaraş'ın tarihi ve kültürel zenginliklerini ortaya çıkarmak ve kültüre kazanmak istediklerini ifade eden Kabakçı, "Bunun için ilk önce kentin vali konağı olarak kullanılan Mahmut Arif-i Paşa Konağı belediyemiz tarafından satın alındı ve restorasyon çalışmaları bitirildi. Şimdi buranın bir Kahramanmaraş evi Etnografya müzesi şeklinde düzenlenmesi çalışmaları devam ediyor. Bu dönem içerisinde Dedeler Konağı da belediyemiz tarafından satın alındı. Konağın bir bölümü bitirildi, burada şair ve yazarlar evi olarak bir kültür şehri olan Kahramanmaraş'ımızda hayata geçirilecek. İkinci ve üçüncü bölümün restorasyon çalışmaları da pek yakın bir sürede başlayacak" diye konuştu.

 

Kahramanmaraş'a gelen turistlerin bu konağı gezdiğinde, ev halkının nasıl yaşadığını görme fırsatı bulacağına değinen Kabakçı, kentin tarihi ve kültürüyle Türkiye'de bulunması gereken noktaya taşınacağını kaydetti. Kabakçı sözlerini şöyle sürdürdü:

"Halkımız evlerinde bulunan tarihi eşyalarını belediyemize bir şekilde hibe ederlerse burada üzerine kendi isimleri yazılacak, dışardan gelen insanlar bu Kahramanmaraş evimizde yaşanılan hayatı görecekler. Yani bir Kahramanmaraşlı nasıl yaşar, hangi eşyalara sahip. Zaten restorasyon çalışmaları bu kapsamda yapıldı. Kendi dönemiyle ilgili eksik olan yapı tekrar tamir edildi. Bununla ilgili eşyalar da inşallah halk ilgi göstererek bize bıraktıkları takdirde isimlerini yazacağız ve gelenler Kahramanmaraş'ı tanımış olacak."

 

Kabakçı, yıllardır Ulu Camii önünde atıl durumda bulunan Katip Han Konağı'nın da belediye tarafından satın alındığını ve burasının da restore edilerek turizme kazandırılacağını sözlerine ekledi.

Kahramanmaraş Kent Haber, 08.11.2010

4 BİN YILLIK KENT GÜN IŞIĞINA ÇIKIYOR

 

 

Bayburt’un Aydıntepe İlçesi'nde, yaklaşık 4 bin yıl önce kurulduğu ve kale olarak kullanıldığı düşünülen tarihi kent, yapılan kazı çalışmalarıyla gün ışığına çıkartılıyor.


Aydıntepe Belediye Başkanı Orhan Eraslan, ilçelerinin sınırları içindeki tarihi yeraltı şehrinin ortaya çıkartılıp, turizme kazandırılması amacıyla 12 yıl önce başlatılan çalışmaların sürdürüldüğünü belirterek, söz konusu kenti yeraltı şehrinden çok yeraltı kalesi olarak adlandırdıklarını ifade etti.

 

Eraslan, kazı çalışmalarında elde edilen verilerin, söz konusu yerleşim yerinin sürekli yaşanan bir kentten öte savunma amaçlı ve tehlikeli zamanlarda kullanılan bir kale olduğunu gösterdiğini bildirdi.

 

1998’de bir inşaat kazısında bulunan yer altı kalesi yaklaşık olarak 50 metre civarlarındaydı. İlk belirlemelerde eski Roma yeni Bizans dönemine ait olabileceği söylendi, ancak Atatürk Üniversitesi’ndeki sanat tarihçileri ile yapılan temizleme çalışmalarında elde edilen yeni bulgular ve bazı duvar figürleri, buranın Roma-Bizans döneminden daha önceki dönemlere ait olduğunu ortaya koydu.

 

Duvar figürleri daha ilkel inanışların olduğu dönemleri simgeliyor. Bunlar da bu yerleşim yerinin en az 3 bin yıllık olduğunu işaret ediyor. Yer altı kalesi odalar şeklinde, sokaklar ve geniş galerilerden inşa edilmiş. Yerleşim merkezinde 13 oda, 4 büyük galeri, 1 mutfak ve su ihtiyacının karşıladığı bir havuz bulunuyor.

 

Eraslan, söz konusu yerleşim bölgesindeki kazılarda 3500-4000 yıllık mezarlar çıktığına da dikkati çekerek, "Bu mezarlar anıt mezarlar şeklinde değil. Ölen kişilerin cesetleri yakılıp, toprak kaplar içerisine konmuş ve üzerelerinde de bir takım ziynet eşyası var. Gün ışığına çıkartılan eşyaların tamamı şu anda Erzurum Müze Müdürlüğünde bulunuyor" şeklinde konuştu.


Tarihi yerleşim bölgesindeki yaklaşık bin metrekarelik bir alan, tamamen temizlenerek gün ışığına çıkartıldı. Bundan sonraki çalışmalarda, yeraltı kalesindeki odalarda cansız mankenlerle figürler ve bölgeye ait eşyaların sergilendiği alanlar oluşturulacak.

 

Tarihi alana zarar vermeyecek ve otantik yapıyı bozmayacak bir aydınlatma çalışması da yapılıyor. Çalışmaların bu kış bitirilmesi hedefleniyor. Kazı çalışmaları sürdürülen alanda, yer altı kalesi dışında başka eserlerin de varlığını tespit ettiklerini söyleyen Eraslan, "Bu eserler üzerinde de çalışmalarımız sürüyor. Ama öncelikle temizlenen alanı hizmete açmak için titiz çalışma yürütüyoruz. Tespit ettiğimiz diğer alanlara şimdilik dokunmayacağız" diye konuştu.

 

Eraslan, bulunan tarihi yeraltı kalesini istedikleri şekilde turizme kazandırmak için 1 milyon liraya ihtiyaçları olduğunu sözlerine ekledi.

Trt/Haber, 08.11.2010

ANTALYA'DAKİ HIDIRLIK KULESİ'NDE ARKEOLOJİK KAZI BAŞLATILDI

 

Antalya Büyükşehir Belediyesi, kentin önemli tarihi değerlerinden Hıdırlık Kulesi’nde arkeolojik kazı başlattı.

 

Antalya Büyükşehir Belediyesinden yapılan yazılı açıklamada, Hıdırlık Kulesi’ni tarihi, kültürel bir turistik çekim merkezi haline getirecek proje kapsamında arkeolojik kazı başlatıldığı belirtildi. Kazıdan elde edilen verilerin, MS 2. yüzyılda yapıldığı sanılan tarihi kulenin restorasyon ve çevresinin yeniden düzenlenmesi projesine temel oluşturacağı ifade edilen açıklamada, şöyle denildi:

 

‘Antalya Koruma Bölge Müdürlüğünün kararıyla, Antalya Müzesi gözetiminde Büyükşehir Belediyesi İmar Daire Başkanlığı’nda görevli arkeologlar tarafından yürütülen kazılarda, dolgu topraktan arındırılan Hıdırlık Kulesi’nin, mimari karakteristik özellikleri ortaya çıkarıldı. Kazılarda, tarihi yapının üç basamaklı bir podyum üzerine yerleştirildiği görüldü. Kulenin çevresinde gerçekleştirilen kazıda, eski sur bağlantıları ile olan ilişkisini ortaya koyan sur kalıntıları bulundu. Ayrıca tarihi bir su kanalı gün yüzüne çıkarıldı.’

 

Projenin üç ayağı olduğunu belirten Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreteri Prof.Dr. Mehmet Aktekin de şu bilgileri verdi:

‘Uzun soluklu bir proje. Kazı çalışmalarının ardından ikinci ayakta çıkan arkeolojik bulgulara göre bir restorasyon projesi hazırlanacak. Restorasyonla yapıyı onarıp, sağlamlaştıracağız. Projenin son ayağında Hıdırlık Kulesi’nin çevresi yeniden düzenlenecek. Burayı yerli ve yabancı ziyaretçilerin görmeden gitmek istemeyecekleri bir çekim merkezi haline getirmek istiyoruz.’

haberler.com, 08.11.2010

1709 YIL ÖNCE 'ENFLASYONLA' MÜCADELE ETMİŞLER

 

 

Muğla'nın Yatağan İlçesi'ndeki Stratonikeia antik kentinde ortaya çıkan bulgular, Romalıların yaklaşık 1709 yıl önce "ürün fiyatlarını sabitleme ve sübvanse" etme yöntemleri ile enflasyonla mücadele ettiğini gösteriyor.

 

Pamukkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Stratonikeia Antik Kenti Kazı Başkanı Doç.Dr. Bilal Söğüt, antik kentteki 2010 yılı kazı çalışmalarının 15 Haziran'da başladığını belirterek, ilk olarak Kuzey Şehir Kapısı'nın yer aldığı bölgeye odaklandıklarını bildirdi.

Bu süreç içinde Kuzey Şehir Kapısı'ndan kent merkezine doğru devam eden anıtsal caddeyi açtıklarını kaydeden Sögüt, bu sırada 3 bin yıllık tarihsel sürecinin her dönemine ait eserlere ulaştıklarını belirtti.

Kazı çalışmalarının yapıldığı alanın, 2 bin 500 yıl önce bölgenin yerli halkı olan Kayralıların toplandığı yer olduğunu anlatan Söğüt, "Hekatomnos ailesi ve özellikle Pers Satrabı Maussolos'un çok önem verdiği kentlerden birisi burasıdır. Burası aynı zamanda antik dönemin en önemli birliklerinden birisi olan Atika Deniz Birliği'ne para veren bölgedeki birkaç kentten birisidir. Bu kültür zenginliğini başka bir antik kentte bulmak imkansız. Ayrıca burası tam anlamıyla yaşayan bir tarih köyü. Antik dönem ile Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemi eserlerinin birlikte dimdik ayakta durduğu tek antik kent Stratonikeia'dır" diye konuştu.

Stratonikeia Antik Kenti'ndeki bulgulara göre Romalıların asırlar önce enflasyonla mücadele ettikleri bilgisini veren Kazı Başkanı Doç.Dr. Bilal Söğüt, sözlerine şöyle devam etti:

"MS 301 yılında burada satılan tüm ürünlerin adlarını meclis binasının duvarlarına Latince yazmışlar. Ortaya çıkan tarihi bulgulara göre satılan ürünlerin fiyatı enflasyonla mücadele kapsamında sabitlenmiş ve herkes belirlenen fiyatlara göre ürünlerini satıyormuş.






Bunun dışında 5 liralık bir ürünü 3 liraya vermek istiyorlarsa, bunun 2 lirasını bir zengin karşılıyormuş. Satıcı 5 liraya satıyor, tüketici 3 liraya alıyor, aradaki farkı bir zengin karşıladığı için sorun yaşanmıyormuş. Yani dönemin zenginleri fiyatları sübvanse ediyorlarmış.

Günümüzden yaklaşık bin 709 yıl önce Romalılar, fiyatları sabitleyerek enflasyonun önüne geçmişler. Ayrıca o döneme ait ekonomik hayatla ilgili önemli bilgilere ulaştık. Bir mermer ustasının çalışması karşılığı kaç para alacağı bile belirlenmiş."

Romalıların enflasyonla mücadele yöntemlerinin bugün de geçerliliğini koruduğunu vurgulayan Söğüt, "Fiyatlar artmadığı sürece Romalıların 1709 yıl önce enflasyonla mücadele amacıyla başvurduğu yöntemler günümüze uyarlanabilir. Özellikle domates ve et fiyatları konusunda sübvanse yönetimine başvurulabilir. Önemli olan fiyatların tüketiciye yansıması. Sübvanse işlemini devlet veya zenginler yapabilir" dedi.

Stratonikeia antik kenti
Karia bölgesinin en önemli kentlerinden biri olan Stratonikeia, Hellenistik, Roma, Bizans, Anadolu Beylikleri, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde adından söz ettiren önemli bir antik kenttir.

Söz konusu dönemlerin her birine ait onlarca tarihi yapıyı hala antik kent içinde görmek mümkün. Kenti ziyaret edenler, Hellenistik ve Roma dönemi ile Osmanlı dönemine ait yollardan yürüyüş yapabilir. Antik kentin gözde mekanlarından biri de Beylikler dönemine ait Türk hamam ile 18'inci yüzyıla ait Ağa Konakları ve Yaşayan Osmanlı Köy Meydanı turistlerin ilgi odağı olmayı sürdürüyor.

Yatağan Kaymakamlığı'nın, Stratonikeia antik kentinin dünyaya tanıtılması için 2009 yılında başlattığı çalışmalar ise devam ediyor. Kentin adının verildiği Stratonike ile Antiokhos'un aşkını anlatan bir tablo yaptırılarak, kentin tanıtımı için Bodrum-Yatağan karayolundan Stratonikeia antik kentine ayrılan yol kavşağına yerleştirilmiş.

Ayrıca ilk kez bu sene düzenlenen "Karsanat Stratonikeia Barok Festivali" kapsamında Karya Barok Topluluğu, 3 bin yıllık Stratonikeia antik kentinde çıplak sesle konser vermiş ve konsere vatandaşlar yoğun ilgi göstermişti. Bu konser ile Stratonikeia Tiyatrosu'nun 1650 yıllık sessizliği de son bulmuştu.

Bölgede kasım ayının sonuna kadar sürecek kazı çalışmalarını yaklaşık 35 kişilik bir ekip yürütüyor. Bu yıl ki kazılarda gün ışığına çıkarılan sütunlar yapılan bir çalışma ile ayağa kaldırılarak, orijinal şekillerine zarar vermeden bulundukları noktalara yerleştirildi.

Cnn Türk, 08.11.2010

'KURDELELER'E 1 MİLYON TL

 

 

Yaşayan en pahalı Türk ressamı 'ın 2 tablosu dün 1 milyon TL fiyatla alıcı buldu. Amerikalı ve İngiltere'nin koleksiyoner yatırımcıların da yarıştığı Dans Eden Kurdeleler isimli eser 700 bin liraya bir Türk koleksiyoner tarafından alındı. Doğançay'ın Kahverengi Kurdeleler- Blossom" isimli tablo ise 310 bin TL'den alıcı buldu. Kısacası Kurdeleler için 1 milyon 10 bin TL'lik bir değere satıldı. Müzayedeye yabancı koleksiyonerlerin ilgisi damga vururken toplam 15 milyon liralık satış yapıldı. Dün Swiss Otel'de düzenlenen Çağdaş Sanat Eserleri Müzayedesi'nde görücüye çıkan 180 eserin arasında İngilizler Julian Opie'nin "Ann Dancing in Grey Dress" eseri için kapıştı. Ama alıcı Türk oldu. Bu eser 120 bin TL'den alıcı buldu. Fahrennisa Zeid'in soyut kompozisyonu da 850 bin TL'den satıldı. ABD'lilerin ilgi gösterdiği Neşe Erdok'un "Çiçekçi Kadın" eseri 100 bin TL'den alıcı buldu.

180 eserin arasında Mübin Orhon'un soyut kompozisyonu 250 bin TL'den açık artırmaya çıktı ve 1 milyon 75 bin TL'ye satıldı. 10 yıl önce Orhon'un eserleri 10-20 bin dolar arasında zor alıcı buluyordu.
Sabah, Haber: Burcu Aldinç, 08.11.2010

TARİHİ HAMAMDA ERGENEKON KRİZİ

 

 

soruşturmasını yürüten Özel Yetkili Cumhuriyet Savcılığı, İstanbul'un en önemli mimari eserlerinden biri olan Sultanahmet'teki tarihi 'nın ihalesine el koydu. Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz'ün yürüttüğü soruşturmaya konu olan ihale; Saray Halıları'nın sahibi Necati Kurmel ile Ergenekon davası sanıklarından Drej Ali olarak bilinen 'ın kuzeni 'a verildi. Ancak ihaleye fesat karıştırıldığı yönünde bulguların saptanması üzerine savcılık da rüşvet ve ihaleye fesat karıştırmaktan soruşturma açtı. İşte olayın gelişimi:

Vakıflar Genel Müdürlüğü, eskiden pek çok ünlünün kaldığı bir cezaevi olan, bugün ise lüks bir otel olarak hizmet veren Sultanahmet'teki Four Seasons Oteli'nin karşısındaki Haseki Hamamı'nın, yap-işlet-devret modeli ile kiraya verilmesi için çalışma başlattı. Fakat Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz'a gelen bir ihbar mektubuna göre; Ergenekon davasının tutuksuz sanıklarından Ali Yasak'a ait olan Derviş Çay Bahçesi'nin yanındaki hamamı devralmak isteyen "Necati Kurmel-Ethem Yasak konsorsiyumu" ihaleyi alabilmek için detaylı bir plan yapmıştı. Buna göre Necati Kurmel ve Ali Yasak adına çalışan grup, işi şansa bırakmamak için aynı merkezden yönetilen üç ayrı şirketle ihaleye girecekti. Ayrıca da iyi teklif sunanlar başta olmak üzere diğer katılımcılar tehditle yıldırılarak, ihale girmeleri önlenecekti.

İddiaya göre anlaşmalı firmalardan biri yüzde 450 kira artış bedelli teklif verdi, diğer firma ise ilk aşamada yüzde 500, ikinci aşamada yüzde 600 artış verdi. Necati Kurmel, Ataman Fedai ve Atila Menevşe'ye ait Pınar Madencilik ile Ali Yasak'ın amcasının oğlu Ethem Yasak ortaklığı ise ilk aşamada yüzde 455, ikinci aşamada yüzde 652 teklif verdi. Böylece Eminönü İlçesi sınırlarındaki 67 pafta, 59 ada, 1 parselde kayıtlı bulunan tarihi hamam ve etrafındaki bir dönümlük yer için yapılan ihale, Pınar Madencilik ile Ethem Yasak'a 15 seneliğine yüzde 652'lik kira artışı şartıyla verilmiş oldu. Buna göre Kanuni Sultan Süleyman'ın eşi Hürrem Sultan tarafından 1556'da Mimar Sinan'a 1610 metrekarelik arazide yaptırılan hamama yalnızca 8 bin TL aylık kira ödenecekti. 15 yıl sonunda 55 bin liraya ulaşacak bu tutar da Kapalıçarşı'daki birkaç metrekarelik dükkanların kirası kadardı. Ancak Vakıflar Genel Müdürlüğü, ihaleye fesat karıştırıldığı yönünde ellerine geçen bulgular üzerine ihaleyi onaylamadı. Pınar Madencilik ve Yasak da Vakıflar Genel Müdürlüğü'nü mahkemeye verdi. İstanbul 4. İdare Mahkemesi'nde açılan davadan Pınar Madencilik lehine karar çıktı.

Mahkeme, hamamın Pınar Madencilik ve Turizm A.Ş.'ye verilmesini kararlaştırdı. Vakıflar Genel Müdürlüğü yürütmeyi durdurma için Danıştay 13. Dairesi'ne itiraz etti. 13. Daire, 11 Aralık 2009 tarihinde, yürütmeyi durdurmaya ret kararı verdi. Ancak Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz'e gönderilen ihbar mektubu olayı gidişatını değiştirdi. İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekili Turan Çolakkadı, ihbar üzerine İstanbul Emniyet Müdürlüğü Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü'ne talimat verdi. Savcılık, Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürü Nazmi Ardıç imzasıyla gönderilen 8 Ekim 2010 tarihli cevabi yazıya binaen rüşvet vermek ve ihaleye fesat karıştırmak suçlarından 19 Ekim'de soruşturma başlattı. Başsavcı Çolakkadı, ihaleyi veren İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğü yetkilileri hakkında soruşturma açılması için dosyayı ayrıca Memur Suçları Bürosu'na gönderdi. Hamam için çevre esnafının yorumu ise buranın küçük Kapalıçarşı haline getirilip dükkanlardan binlerce lira kira alınabileceği yönünde.

Sabah, Haber: Abdurrahman Şimşek, 08.11.2010

 

******


VAKIFLAR'I TERLETEN İHALE

 
Vakıflar İstanbul Bölge Müdürlüğü'nün düzenlediği tarihi Hürrem Sultan Hamamı'nın ihalesinde idari şartnamede 8 bin TL olan aylık kira, Vakıflar Genel Müdürlüğü ile ihaleyi alan konsorsiyum davalık olunca yeni sözleşme ile 2010'da 75 bin 200 TL'ye yükseldi. SABAH'ın önceki gün manşetten yayınladığı ihaleyle ilgili süreç, Vakıflar Genel Müdürlüğü Vakıflar Meclisi'nin 17 Ocak 2007'de Kanuni Sultan Süleyman'ın eşi Hürrem Sultan'ın Mimar Sinan'a yaptırdığı hamamın "restore et-işlet-devret" modeli ile onarılıp kiralanmasına karar vermesiyle başladı. İdari şartnamede kira bedeli 2 yıl için aylık 8 bin, 15 yıl sonrası için 55 bin TL olarak görünüyordu. Bu meblağlar, Vakıflar Genel Müdürlüğü'nce yetersiz bulundu ve Genel Müdürlük, İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğü'nün verdiği ihaleyi onaylamadı.

Bunun üzerine konsorsiyum, Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne dava açtı. İstanbul 4. İdare Mahkemesi de 27 Aralık 2007'de ihalenin Pınar Madencilik ve Ethem Yasak konsorsiyumuna verilmesi kararının onaylanmasını talep etti. Vakıflar İstanbul Bölge Müdürlüğü'nden edinilen bilgilere göre hamam için Nisan 2008-Aralık 2009 dönemi arasında her ay başına 60 bin 160 TL'lik ödeme alındı. 2010 yılı için konsorsiyumun ödeyeceği aylık kira 75 bin 200 TL olarak belirlendi.

SABAH'ın sorularını yanıtlayan, ihaleyi alan konsorsiyumun üyesi Ethem Yasak, yılbaşında açılması planlanan hamamın restorasyonunun sürdüğünü ve kirayı her ay düzenli olarak ödediklerini söyledi. Yasak, Hürrem Sultan Hamamı'nın tarihi dokusu korunarak hamam olarak turistlere hizmet vereceğini ve yapı içinde kesinlikle dükkan işletilmeyeceğini söyledi.

Sabah, 10.11.2010




KAÇAK KAZIYA SUÇÜSTÜ

 

  

 

Balıkesir İl Jandarma Komutanlığı ekiplerinin Bigadiç ve Kepsut ilçelerinde düzenlediği operasyonlarda tarihi eser kaçakçılığı yaptıkları iddiasıyla 2 kişi yakalandı. Şahısların ev ve müştemilatlarında yapılan aramalarda çok sayıda eski eser ele geçirildi. Adli makamlara teslim edilen şüpheliler sevk edildikleri adli makamlarca serbest bırakıldılar.

 

Balıkesir merkez ve ilçelerinde hayvan ve tel hırsızları ile uyuşturucu madde tacirlerine karşı başarılı operasyonlar gerçekleştiren İl Jandarma Komutanlığı ekipleri Balıkesir'in tarihi değerlerini korumaya yönelik çalışmalarıyla da takdir topluyor. Kepsut ve Bigadiç ilçelerinde alınan istihbaratlar üzerine ayrı ayrı operasyon düzenleyen jandarma timleri bir şüpheliyi detektör ile izinsiz kazı yaparken suçüstü yakaladı. Kepsut İlçesi'ne bağlı Eşeler Köyü'nde ikamet eden C.Ç. (25) isimli şahsın eski eser kaçakçılığı yaptığı bilgisine ulaşan ekipler şahsın evinde yaptıkları aramada tarihi eser niteliği taşıyan 2 adet beşli toplu tabanca, 1 adet altılı toplu tabanca, 1 adet üç namlulu tabanca, 2 adet kılıç, 1 adet baston görünümlü saldırı aleti ve 3 adet hançer olmak üzere toplam 10 parça eski eser ele geçirdi. Tarihi eserler Balıkesir Kuvayi Milliye Müzesi müdürlüğüne teslim edildi.

 

Bigadiç İlçesi'ne bağlı Hamidiye Köyü'ndeki bir başka operasyonda ise kaçak kazı ihbarını değerlendiren jandarma timleri, A.A. (37) isimli şahsı aynı köydeki Kale Mevkiinde kazı yaptığı esnada arama detektörü ile birlikte suçüstü yakaladı. Şüpheli şahsın evi ve müştemilatında yapılan aramada 100 adet Roma dönemine ait gümüş sikke, 1 adet toprak vazo ve 1 adet eski eserleri gösteren katalog ele geçirildi. Yakalanan eski eserler incelenmek üzere Balıkesir Kuvayi Milliye Müzesi Müdürlüğü'ne gönderilirken, adli makamlara teslim edilen her iki şüphelinin de savcılıktaki ifadelerinin ardından serbest bırakıldıkları bildirildi.

Balıkesir Kent Haber, 08.11.2010

YOL ÇALIŞMASINDAN TARİH ÇIKTI

 

  

 

Çanakkale'nin Bayramiç İlçesi ile Ezine İlçesi arasındaki kara yolu genişletme çalışmaları esnasında 13. yüzyıl geç Bizans dönemine ait tarihi eserler bulundu.

 

İHA muhabirinin edindiği bilgiye göre Bayramiç -Ezine kara yolu yol genişletme çalışmaları esnasında Yahşıeli Köyü Palamutluk mevkiinde yol genişletme kazıları esnasında sütun parçaları ortaya çıkması sonucu olaya jandarma el koydu. Jandarmanın talebi üzerine bölgeye giden Çanakkale Müze Müdürlüğü'ne ait görevliler bölgede incelemede bulundu. Konuyla ilgili açıklamalarda bulunan Çanakkale Müze Müdür Vekili Ömer Özden, yol genişletme kazısı yapıldığı esnada çıkan parçaların incelemeye alındığını belirterek, "Yahşıeli Köyü Palamutluk mevkiinde yol genişletme çalışması esnasında 4 adet granit, 1 adet de mermer sütun ortaya çıkmış durumda. Bölgede yaptığımız inceleme neticesinde 1 adet 3 metre 7 santim uzunluğunda 45 santimetre çapında sütun parçası ve 4 adet 1,5 m uzunluğunda 37 cm çapında sütun parçası bulundu. Ayrıca 1 adet küçük mermer ante de (duvar başlığı) bulunan eserler arasında yer alıyor. Yol genişletme çalışmasının yapıldığı çevrede ise tuğla ve çatı kiremidi parçalarına rastlandı. Bu somut belgelerin incelenmesi sonucu geç dönem Bizans (MS 11. ile 13. yüzyıl) kırsal nitelikli bir köy yerleşkesi ile karşılaşıldığımız izlenimi oluşmuş durumda. Konu Koruma Kurulu'nda incelenip değerlendirilecek. Bölgede yapılan kazı çalışmaları bu sebeple durduruldu" dedi.

Çanakkale Kent Haber, 08.11.2010




KÖŞKLER, LEVANTENLERİN YAŞAM TARZINI AÇIKLIYOR

 


Forbes Ailesi'nin yaşadığı köşk Buca'da bulunuyor.

 

19. yüzyılın tamamına ve 20. yüzyılın 1922'ye kadar süren bölümüne "Levantenler Çağı" dememiz, Levanten toplumunun renkli yaşamı ve kent ekonomisindeki aktif rolüne dayanır. Bugün İzmir'in Bornova ve Buca başta olmak üzere Karşıyaka, Gaziemir ve Güzelyalı gibi semtlerinde Levanten mimari mirasının izlerini görmek mümkündür. Levantenlerin evleri, bu toplumun yaşam tarzını anlamamıza yardım eder.

Çok sayıda ünlü Levanten ailesi içinden eski ve köklü birkaçını sayacak olursak, söze Whittal Ailesi ile başlamak uygun olur. Whittal Ailesi İzmir'in en önemli Levanten ailelerinden biriydi. İstanbul Moda ve İzmir Bornova'daki Whittal köşkleri, yıllarca ailenin ikametgahı oldular. Bornova'daki Whittal Köşkü, günümüzde Ege Üniversitesi'nin rektörlük ofisi olarak kullanılmaktadır. Rektörlüğün biraz ardındaki kilise de St. Mary's Magdaleine Kilisesi adını taşımaktadır ve yine Whittal'ler tarafından yaptırılmıştır.

Peterson Ailesi, Levantenler çağının bir diğer ünlü ailesiydi. Petersonlar'ın Bornova'da bulunan ve günümüzde hala Peterson Köşkü adıyla anılan ikametgahları, İzmir Levantenlerinin inşa ettikleri en mükemmel yapılardan biriydi. De Jongh Ailesi de ünlü İzmirli Levanten ailelerindendi. Ailenin Buca'daki köşkü meşhurdur. Hollanda asıllı Van Lennep'ler de özellikle 19. yüzyılda İzmir'de önde gelen Levanten ailelerdendiler. Van Lenneplerin ikametgahı, Seydiköy'deki (Gaziemir) Van Lennep Köşkü idi. Forbes Ailesi'nin köşkü ise, Buca'dadır. Restorasyon geçiren muhteşem evin sahibi olan aile, meyankökü ticareti ile uğraşıyordu. Aile, 1920'lerde Atina'ya göç etti. Köşkte ise 1940'larda Whittallerden Albert ve Agnes Whittal yaşadı.

Levanten erkeklerinin çoğu kez Rum ve Ermeni kızlarıyla evlendikleri oluyordu. Bununla birlikte bu tür evlilikler, Protestan Levantenlerde görülen bir durumdu. Zira Katolik, Rum-Ortodoks ve Ermeni-Gregoryen dinadamları, bu evliliklere şiddetle karşı çıkmaktaydılar. Rauf Beyru Hoca, "Chi vuol far la sua rovina prende la moglie Levantina" şeklinde bir ifadeden söz eder. Bu İtalyanca ifade, 19. yüzyılda İzmir'de yaşayan insanlar arasında yerleşmiş ve neredeyse bir atasözü haline gelmişti. Anlamı, "Mahvolmak istiyorsan, bir Levanten hanım ile evleneceksin" gibi birşeydi.

Beyru'nun İngiltere ve Fransa'daki araştırmaları, İzmir'deki Levanten ailelerinde evlenme çağında ya da bu çağı aşmış bekar hanımların sayısının oldukça fazla olduğunu ortaya koyuyor. Özellikle 19. yüzyılda Avrupa asıllı erkekler, evlenmek için genellikle Rum kızlarını ya da ailesi fazlaca büyük ve geniş olmayan kızları tercih etmeye başladılar. Bunun nedeni, evlenilecek bir Levanten hanımın en az bir kız kardeşinin de kendileriyle birlikte yaşayacak olmasıydı. Ayrıca damat bey, ailede dul kalan hanımlara da bakmak zorunda kalacaktı. Bu gibi unsurların bir sonucu olarak zamanla Levanten toplumunda "evde kalmalar" arttı.

Konsolosların durumu ise, bir diğer ilgi çekici nokta. Konsolos, İzmir'de ait olduğu ülke toplumunun adeta "başkanı" gibiydi. İzmir'de bulunan ve batı Avrupa ülkelerinden birini temsil eden bir konsolos, taşıdığı yetkiler ve sahip olduğu saygınlık ile adeta küçük bir kraldı. Kapitülasyonlar gereği uygulanan, Osmanlı ülkesindeki Frenkler arasında çıkacak anlaşmazlıkların ilgili konsolosun yargıçlığında çözülmesi yöntemi, 19. yüzyıla gelindiğinde diğer bazı geniş yetkilerin de eklenmesiyle, konsolosları bir nevi "koloni başkanı" durumuna sokmuştu. Bir konsolosun İzmir valisini ziyareti ve valinin iade-i ziyareti, gösterişin abartılı boyutlara çıkarak anlamsızlaştığı birer merasime dönüşürdü.

1850 yılında İzmir'de yirmi farklı ulustan tüccarlar faaliyet göstermekte ve bu yirmi ulusun onyedisinin şehirde konsolosluğu bulunmaktaydı. Geleneksel olarak Fransız konsolosu, saygınlık açısından diğer konsoloslara göre daha üst bir konumda bulunuyordu. Zira 16. yüzyıla uzanan kapitülasyonlar tarihinde, İzmir'de diplomatik misyonu bulunmayan ülkelerin tüccarları, Fransız konsolosunun himayesi altında olurlardı. Bahsettiğimiz üzere İzmir'de yaşamlarını sürdüren Levanten aileleri, genellikle oldukça geniş yapıda ailelerdi. Değişik etnik kökenlerden gelen birçok aile, evlilikler yoluyla birbirine bağlanmış ve hatta karışmıştı. Rauf Beyru Hoca'nın, "19. Yüzyılda İzmir'de Yaşam" adlı kapsamlı çalışmasında aktardığı bir bilgi, İzmirli Levanten ailelerin ne denli geniş ve kaynaşmış olduklarına güzel bir örnektir. Buna göre İzmirli Levanten Van Lennep ailesinin bireylerinden Richard Van Lennep, Hollanda'nın İzmir konsolosu iken, aynı aileden Charles Van Lennep, yine İzmir'de İsveç ve Norveç konsolosuydu.

Malta'dan 19. yüzyılda İzmir'e geldiği belirtilen Micaleff Ailesi, ağırlıklı olarak zeytinyağı sektöründe çalışıyor. Şirketin başındaki Noel Micaleff'in büyük dedesi Carmeno Micaleff'in, İngiliz donanmasının gida gereksinimlerini karşılayan bir işadamı olduğu ifade ediliyor. Türkiye'nin ilk riviera tipi zeytinyağını da Micaleff Ailesi'nin ürettiği biliniyor.

Fransa'nın Nice kentinden 1742 yılında İzmir'e gelip yerleşen Giraud Ailesi'nin tekstil sektöründe yatırımları bulunuyor. Herve Giraud, İzmir Pamuk Mensucat, İzmir Basma Sanayii gibi dev sanayi tesislerinde üretim ve ihracatı sürdürüyor.

Yeni Asır, Haber: Engin Tatlıbal, 07.11.2010




POMPEİ'DEKİ 2000 YILLIK 'GLADYATÖRLER EVİ' ÇÖKTÜ

 

  

 

İtalya'daki Pompei sit alanında bulunan 2000 yıllık "Gladyatörler Evi"nin çöktüğü bildirildi.
Yetkililerin verdiği bilgiye göre, dünyaca ünlü sit alanındaki ana caddede bulunan yüzlerce metrekarelik taş ev, sit alanının ziyaretçilere kapalı olduğu bir sırada, sabaha karşı çöktü. Bekçilerin sit alanını açınca binanın çöktüğünü gördükleri belirtildi.


Latince ismi "Schola Armaturarum Juventus Pompeiani" olan binanın, aşırı yağışlar yüzünden çökmüş olabileceği belirtiliyor.


Askeri temalı fresklerle süslü binada, gladyatörlerin biraraya geldiği ve talim yaptığı, ayrıca binayı arenaya çıkmadan önce kulüp olarak kullandıklar ı tahmin ediliyor.


Turistler, MS 79 yılında Vezüv yanardağının patlaması sonucu küller altında kalan Pompei şehrini gezerken, binayı dışarıdan görebiliyorlar ancak binanın içine girmelerine izin verilmiyordu.


Sanat tarihçileri yıllardır dünyanın en önemli arkeolojik sit alanlarından biri olan Pompei'deki arkeolojik eserlerin yıkılmakta olduğu uyarısında bulunuyorlar.

Türkiye Gazetesi, 07.11.2010

HER KARIŞ TOPRAĞINDAN TARİH FIŞKIRIYOR

 

Yozgat’ta bugüne kadar yapılan kazılarda, Kalkolitik, İlk Tunç Çağı, Frig ve Roma gibi birbirinden farklı medeniyetlere ait binlerce tarihi eser gün ışığına çıkarıldı.

 

Anadolu’nun en eski yerleşim alanlarından olan Yozgat’ta kazı ve yüzey araştırmalarını, Avusturya, ABD, İngiltere ve İtalya’dan gelen arkeologlar tarafından yürütülüyor.

 

Kayıp şehir Pteria’nın kalıntılarının bulunduğu Kerkenes Dağı’ndaki kazı çalışmaları 2001’den bu yana İngiliz Dr. Geoffrey Summers başkanlığındaki kazı ekibi sürdürüyor. Kalkolitik, İlk Tunç Çağı, Proto-Hitit, Hitit imparatorluk çağı, Frig, Roma ve Bizans dönemlerine ait tabakaların tespit edildiği kazılarda, mimari ve heykeltraş örnekleri, yazıtlar, ok uçları, bronz ve bakır eserler, pişmiş toprak kaplar, alın süs parçaları fibulalar, koşum süsleri ortaya çıkarıldı.

 

Pteria Antik Kenti kalıntılarında bu yıl birleştirme ve onarım çalışmaları ile Saray Bölgesi’ndeki bazı surların onarımı yapıldı.

 

Sorgun’da Büyük Taşlık Köyü sınırlarındaki “Kuşaklı Höyük” olarak bilinen alanda 2008’den itibaren İtalya Floransa Üniversitesi koordinatörlüğünde devam eden arkeolojik yüzey araştırması ve jeofizik araştırmaları ise sona erdi.

 

Floransa Üniversitesi’nden Prof.Dr. Stefania Mazzoni başkanlığında yapılan çalışmalarda. bölgenin Hitit Uygarlığı’nın etki alanında yer aldığı, Hitit imparatorluğu dönemindeki Zippalanda şehrinin de bu bölgede olduğu tahmin ediliyor.

 

Yozgat’ın Büyük Nefes Köyü sınırlarında yer alan ve 2009’da kazı çalışmalarına son verilen Galatların başkenti Tavium antik kentinde gün yüzüne çıkarılan eserler ise Yozgat Müzesi’nde sergileniyor.

 

Avusturya Klagenfurt Üniversitesinden Prof.Dr. Karl Strobel’in kendi isteğiyle son verdiği kazılara, Avusturya Graz Üniversitesinden Prof.Dr. Peter Scherrer talip oldu. Prof.Dr. Scherrer Tavium’da 2011 yılında kazı yapmak için Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan izin talebinde bulundu.

 

Bugüne kadar bölgede yapılan kazı çalışmalarında seramik parçalar, sütun kaide ve tamburlar, mezar stelleri, Bizans dönemine ait yazılı mezar ve birçok mimari kalıntılar ile 5 ayrı medeniyetin izlerini taşıyan haç, bronz iğne, pişmiş toprak eserler çıkarılmıştı.

Milliyet, 07.11.2010

FAHRELNİSA ZEİD'İN YAĞLIBOYA ESERİNE 525 BİN TL

 

 

13. Beyaz Müzayede'de Fahrelnisa Zeid'in tuval üzerine yağlı boya eseri 525 bin TL'ye satıldı.
Beyaz Müzayede'nin The Sofa Oteli'nde düzenlediği 2010-2011 sezonunun ilk müzayedesinin birinci bölümünde 236 eser satışa sunuldu.


Müzayedede, ressam Fahrelnisa Zeid'in tuval üzerine yağlı boya 145x200 santimetre ebadındaki imzalı eseri 525 bin TL'ye alıcı buldu. Eser, müzayedeye telefonla katılan bir koleksiyoner tarafından satın alındı.


Müzayedede, Orhan Peker'in "Yol İşçileri" adlı eseri 180 bin TL'ye, Adnan Çoker'in "Büyük Yarım Küre" isimli eseri 150 bin TL'ye, Burhan Doğançay'ın "Subwaywall" adlı eseri 130 bin TL'ye ve Ömer Uluç'un "Denizaltı ve Yaratık" isimli eseri 120 bin TL'ye satıldı.


Eserlerin tamamına yakınının alıcı bulduğu 13. Beyaz Müzayede'nin ikinci bölümü, 10 Kasım Çarşamba günü gerçekleştirilecek.

Türkiye Gazetesi, 07.11.2010

HAVARİNİN DEĞİL, SAHABENİN

 

 

KKTC’nin kuzeyinde, Türkiye’ye en yakın noktada bulunan ve Hz. İsa’nın bir havarisi tarafından kurulduğuna inanılan manastırı sahiplenmek için kampanya başlatan Rumlara kötü haber: Apostolos Andreas Manastırı içindeki mezarın bir sahabeye ait olduğu, 2001 yılından beri süren çalışmaların sonuçlanmasıyla önceki gün belgelendi.

 

Rrum Başpiskopos Hrisostomos’un, “Türkler onaracağına yıkılsın daha iyi” dediği KKTC’nin Karpaz Burnu’nda bulunan Apostolos Andreas Manastırı konusundaki Rum ısrarının altından Rumların stratejik öneme sahip yarımadayı Metropolit (dini bölge) ilan edip görüşme masasında ‘kültürel miras’ gerekçesiyle istemek olduğu çıktı. KKTC ise halk arasında bilinen, manastır içindeki İslam şehidi Sahabe Urve bin Said’in yatırını gündeme getirdi. Sahabenin varlığını tarihi belgelerle ispatlayan Kıbrıslı Türk bilimadamları “Arkeolojik kazı yapalım” önerisiyle gelince, KKTC Vakıflar İdaresi komisyon kurdu. Manastıra önce türbe, ardından da cami yapılmasını
isteyenler de var.
 

Rum kilisesi, Karpaz yarımadasının en uç noktasındaki Apostolos Andreas Manastırı (Hz. İsa’nın havarilerinden Andrew’ın Manastırı) için uzun süredir büyük bir mücadele sürdürüyor. Rum Başpiskopos, Dipkarpaz Köyü'ndeki mevcut kilise yönetimiyle işbirliğinde restorasyon çalışmalarına sert tepki vererek, “Türkler tamir edeceğine yıkılsın daha iyi” açıklaması yaptı. Hatta kiliseyi tamir bahanesiyle sahiplenmek için Başbakan Tayyip Erdoğan’a mektup yazdı. Rum kilisesinin faaliyetlerini yakından takip eden KKTC ise halk arasında yüzyıllardır bilinen manastır içindeki İslam şehidi Sahabe Urve bin Said’in yatırını gündeme getirdi.
 

Sahabe mezarlığının varlığını kanıtlayan Zeki Akcan, manastır restore edilmeden önce Rumların kutsal olduğuna inandığı ayazma ile arkasındaki Havari Andreas’ın ikonunun bulunduğu duvar altında arkeolojik çalışma yapılması gerektiğini söyledi. KKTC Vakıflar İdaresi de konuyla ilgili çalışmaları takip etmek üzere özel bir komisyon kurdu.


Girne Amerikan Üniversitesi öğretim görevlisi Akcan’ın paneline katılan Magosa merkezli Genç Mücahitler Derneği ise bölge halkının yatırla ilgili birçok talebinin bulunduğunu belirtti. Dernek, sahabenin mezarının bulunduğu manastıra önce türbe yapılmasını, ardından da cami dahi inşa edilebileceğini savundu.

 

Girne Amerikan Üniversitesi araştırma görevlilerinden Zeki Akcan, 2001 yılından bu yana sürdürdüğü çalışmalarının sonuçlarını önceki gün açıkladı ve sahabe mezarının varlığını, İslam dünyası bilim adamlarından Herevi’nin Şam ve Beyazıt kütüphanelerindeki orijinal belgeleriyle tanıttı. Akcan şunları söyledi:“Herevi’nin Kitab-u Ziyaret gezi notlarını, hem Şam hem de Beyazıt kütüphanesinde bulduk. Burada Apostolos Andreas Manastırı’nın şu anda içinde kalan kısmında dönemin İslam Halifesi Muaviye’nin deniz seferleri zamanında Kıbrıs’a gelen Sahabe Urve bin Said’in mezarının bulunduğu açıkça yazılıyor. Hatta Herevi, 1171’de geldiği adada, o dönemde bir şapel olan ve daha sonra genişletilen bugünkü manastırın olduğu yerde, sahabenin kitabesini de kayda geçirmiş. İhlas Suresi ve besmele yazılı taş üzerindeki kitabede, ‘Burası Hicri 29 yılının Ramazan ayında vefat eden Urve bin Said’in mezarıdır’ yazılıymış. Orijinal Herevi’nin kitabı, Süleymaniye Kütüphanesi, Beşirağa bölümü, 110 sayılı demirbaşta bulunuyor. Türk tarihçi Prof.Dr. Osman Turan ile Fransız yazarların Kıbrıs’la ilgili eserlerinden de bu bilgilere yer veriyor.”

 

Urve  bin  Said’in  mucizesi

Halk arasındaki inanca göre, Rumların bugün manastırın yanındaki ayazmadaki çeşmeden içerek hacı olduğu su kaynağı, Sahabe Urve bin Said’in bir mucizesi. Asasını yere vuran sahabe, su kaynağının çıkmasını sağlayarak bölge halkını susuzluktan kurtarmış. Rumlara göre Havari Andreas’ın mucizesi ise körleri iyileştirerek görmelerini sağlaması.

 

Katolik dünyası ile AB’yi yanına almayı amaçlayan Başpiskopos Hrisostomos, KKTC’nin Dipkarpaz Köyünde yaşayan Rum papazların yönetimindeki manastır için Papa 16’ncı Benedikt’e “Türkler kiliselerimizi bize vermiyor, kültürel mirasımız yıkılıyor” diye şikayet etmişti. Karpaz bölgesini Metrolopit (dini bölge) ilan eden Hrisostomos, son olarak KKTC’nin restorasyon çalışmalarını engelleme girişiminde bulundu.

 

Manastır, Karpaz Yarımadası’nın kuzey ucunda bulunuyor. Kıbrıs Rum yönetimi, Annan Planı’nın müzakereleri sırasında, Türkiye’ye doğru uzanan stratejik öneme sahip bu yarımadayı istemiş ve taleplerini bir harita ile BM’ye sunmuştu. Rumlar şimdi, dini kullanarak Karpaz’a sahip olmak istiyor. Yarımada, petrol zengini Doğu Akdeniz’e de hakimiyet kuracak bir konumda.

Hürriyet, 07.11.2010

KANALİZASYONDAN İMPARATOR ÇIKTI

 

 

Denizli'deki Laodikya antik kentinde yapılan kazı çalışmalarında Roma'nın asker imparatorlarından 3'üncü Gordianus'a ait olduğu belirlenen mermer heykel başı bulundu.

 

Başın, gövdesi 5 yıl önce antik kentteki Tapınak-A'da yapılan kanalizasyon kazı çalışmalarında bulunmuştu. Güzelliği ile görenleri etkileyen mermer heykel büyük heyecan yarattı, Kazı Başkanı Prof.Dr. Celal Şimşek, “Heykelin müthiş bir portre olma özelliği var. 4. yüzyıl başında Hıristiyanlığa geçilmesi nedeniyle heykelin parçalanarak kanalizasyona atıldığını sanıyoruz” dedi.
 




Eskihisar Mahallesi'ndeki Laodikya Antik Kenti'nde Pamukkale Üniversitesi'nce yapılan kazı çalışmalarında bulunan mermer heykel başı, gün ışığına çıkartıldı. MS 238 ile 244 yılları arasında yaşayan Roma imparatoru 3. Gordianus'a ait heykel başının, antik kentteki kanalizasyon kazılarında 5 yıl önce bulunan başsız mermer gövdeye ait olduğu anlaşıldı. Baş ve gövdenin birleştirilmesi ardından heykelin sergilenmek üzere Denizli Müze Müdürlüğü'ne teslim edileceği bildirildi. Laodikya Kazı Heyeti Başkanı Prof.Dr. Celal Şimşek, bulunan imparator başının kendilerini heyecanlandırdığını belirterek, şöyle dedi:


“Çünkü müthiş bir portre olma özelliği var. Laodikya'nın ürettiği kaliteli eserlerden. Mermer eserler yönünden 2010 yılında Laodikya bize zengin buluntular verdi. Bu buluntular arasında Hellenistik döneme ait yunus figürlü aşk tanrısı Eros'un başı ve gövdesini ile kutsal seremonilerde kullanılan sunak masasının aslan başlı iki bacağı da var. Laodikya Batı Anadolu'nun Efes'ten sonra en büyük metropol kenti. Tapınaktaki çalışmalarımız bitme aşamasına geldi. Hedefimiz, burada arkeoloji parkı oluşturmak. Buranın dünyaya tanıtılmasına da büyük önem veriyoruz.”

İmparator heykelinin 4'üncü Yüzyıl'da parçalandığını tahmin ettikleri anlatan Prof.Dr. Şimşek, “O dönemde, çok tanrılı dinlerden Hıristiyanlığa geçildi. Bu dönemde heykeller, insanlar tarafından parçalanarak kanalizasyona atılmıştı. Bunun da onlardan biri olduğunu düşünüyoruz” dedi.

Laodikya antik kentinde daha önce de Roma Cumhuriyet Dönemi’ni sona erdiren ilk imparator Augustus’un bugüne kadar bilinen en sağlam ve ayrıntılı heykelinin başı bulunmuştu.

Hürriyet, Haber: Ramazan Çetin, 07.11.2010

"İZİN Mİ ALACAKTIM?"

 

 

İşadamı ve yazar Sevan Nişanyan, Selçuk'un Şirince Köyü'nde inşa ettiği 16 yapı hakkında İl Özel İdaresi Encümeni tarafından yıkım kararı verilmesinin ardından yaptırdığı "Hodri Meydan Kulesi"ni dün törenle açtı. Kulenin girişine de üzerinde "Zalimin aczini görmek ve göstermek için inşa edildi" yazdıran Nişanyan, meydan okumayı sürdürdü. Kulenin yapımı için de izin almadığını vurgulayan Nişanyan, "Avuç kadar köyün imar planını yapmaktan aciz kaldılar. Çıkardıkları imar planı kelimenin tam anlamıyla bir kepazelikti, 'Yeter' dedim. Bu insanların iznini de ruhsatını da istemiyorum. Bu adamların yasağına da kulak asmıyorum" diye konuştu.

Söz konusu yapıyı yıkmaya kimsenin cesaret edemeyeceğini öne süren Nişanyan, "Eğer yarın yıkmaya kalkarlarsa, cinayete karşı ne yaparlarsa onu yapmayı planlıyorum. Bu yaptıkları cinayet olur. Türkiye'de maalesef cani ruhlu insanlar var. Bürokrası içinde de var. Dolayısı ile ne yapacaklarını kestiremeyiz tabii. Fakat pek fazla ihtimal vermiyorum. Böyle bir cesaretleri olacağını zannetmiyorum. Yıkmaları halinde tükürük denizinde boğulurlar. Bütün dünya, bütün Türkiye böyle birşey yaptıkları takdirde onları lanetler" diye konuştu.


Şirince halkı ile hiçbir sorunu bulunmadığını, halkın kendisini içten desteklediğini düşündüğünü belirten Nişanyan, "Burada bir terörizm vardır. Terör yalnızca Türkiye'de, Doğu'da yok. Türkiye'de terörün büyüğü Batı'da var. Bu köyde 27 yıldan bu yana bir imar bürokrasisi terörü mevcuttur. Bu teröristlere karşı dik durmayı başardığım için herkesten sadece tebrik ve teşekkür aldım. Umuyorum ki, zamanla bu köyün ahalisi de aynı cesareti, aynı dik duruşu sergileyebilecektir. O zaman görülecektir ki bu imar oligarşisinin, bu bürokratik oligarşinin bir üfürüklük canı vardır. Güçleri blöften ibarettir, başka bir şey değil" diye konuştu.

Nişanyan konuşmasını şöyle sürdürdü: "Sayın valimizi de kandırmışlar. Sayın Vali makul bir insan. Burada yapılanların İzmir ve Şirince için kazanç olduğunun bilincinde. Kalıcı bir eser ortaya konduğunun farkında. Bürokratik oligarşi yıkılır, bunlar yıkılmaz, yıkamayacaklardır. Rezil oldukları ile kalacaklardır. Şirince halkından 4-5 kişi daha belli disiplin, güzellik içinde bunu yaparlarsa bu sistemin ömrü 48 saat içinde sona erer. Bu cesareti gösterebilmemiz gerekiyor." Konuşmasının ardından açılış kurdelasını kesen Nişanyan, sayıları 30-40 civarındaki davetlilere lokma ve tavuklu pilav ikram etti.

İl Özel İdaresi Genel Sekreteri İrfan İçöz, Nişanyan'ın dün Yeni Asır'da yayınlanan açıklamalarına ve yaptırdığı kulenin yazıtında kullandığı ifadelere tepki gösterdi. İçöz, "Bizim ne zalimliğimiz, ne zulmümüz olabilir. Nereler yıkılması gerekiyorsa, oralar yıkılacak. Hukuk ne diyorsa, o yapılacak. Diyecek başka bir şeyimiz yok" dedi. Konuyla ilgili soruları cevapsız bırakan Vali Cahit Kıraç da, "O konuda konuşacak bir şey yok. Devlet icraatlarını yapar" diye konuştu.

Yeni Asır, Haber: Ertan Gürcaner, 06.11.2010

TARİHE 'TEMİZ' BAKMIYORUZ

 

 

Osmanlı ve Rus orduları arasında 1877-1878 tarihleri arasında yaşanan ve tarihe ‘93 Harbi’ olarak geçen savaşın anısına yaptırılan Aziziye Anıtı’ndaki rölyeften, adeta kir akıyor. Aziziye Parkı’nda bir süredir devam taş heykel sempozyumunda taşlardan çıkan ve yağan yağmurla çamura dönüşen toz bulutu, Erzurum’un Rus işgaline uğradığı sırasında Aziziye, Mecidiye ve Kiremitlik tabyalarında yaşanan mücadelelerin anlatıldığı Aziziye Anıtı’ndaki rölyefleri, kirden görünmez hale getirdi. Son yıllarda Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın kılıcının çalınmasıyla sık sık gündeme gelen anıtta, savaşı anlatan rölyeflerin kirle kaplı olması vatandaşların tepkisini çekiyor.

Anıtın Türklerin destansı mücadelesini anlattığını belirten vatandaşlar, “Yokluklar içerisinde Osmanlı askeri ve şehir halkının Ruslara karşı verdiği mücadeleyi anlatan anıttaki rölyefler, adeta kirden görünmez hale geldi. Yetkililerin bir an önce rölyeflerde temizlik yapmasını bekliyoruz” dediler.

Kafkasya'da Rus ordusunun 75 bin askeri, Rusya'nın Kafkasya valisi Grandük Mihail Nikolayeviç'in komutasındaydı. Osmanlı ordusu ise Ahmed Muhtar Paşa'nın komutasındaki 20 bin askerden oluşuyordu. Kafkasya cephesinde Ahmed Muhtar Paşa komutasındaki Osmanlı birlikleri, General Loris-Melikov komutasındaki Ruslara karşı uzun süre direndi. 27 Nisan 1877'de Doğubeyazıt, 17 Mayıs'ta ise Ardahan Ruslarca işgal edildi. 15 Ekim'deki Alacadağ Muharebesi'nde Ruslar takviye ile Osmanlı savunma hattını arkadan çevirdi ve Osmanlı’nın 5-6 bin ölü ya da yaralı ile 8 bin 500 savaş esiri kaybı oldu. Kafkas cephesindeki Osmanlı kuvvetleri çözülmeye başladı. Kasım 1877'de Kars'ı ele geçiren Rus Orduları Erzurum'a yöneldi. Ahmed Muhtar Paşa Kars - Erzurum arasında kurduğu savunma hattında kış koşullarını iyi değerlendirerek üstün bir savunma savaşı verdi. Nene Hatun ve diğer Erzurumluların Aziziye Tabyası'nda büyük bir cesaretle yaptıkları savunma 93 Harbi'nin unutulmayan anlarını oluşturdu. Erzurum Rusların eline geçti. Savaşın bitmesinden sonra Rus ordusu Erzurum'dan geri çekildi.

Erzurum Gazetesi, Haber: İkram Tekmanlı, 06.11.2010

URFA'DA TARİHİ EVLERİN RESTORASYONU BAŞLIYOR

 

 

Şanlıurfa’da Kültür Eğitim Sanat ve Araştırma Vakfı (ŞURKAV) tarafından hazırlanan Geleneksel Tarihi Urfa Evi Restorasyonu ve Mahalli Yemek Kültürünün Tanıtılması ve Yaşatılması Projesi kabul edilerek restorasyon çalışmalarına başlanıldı.

 

Şanlıurfa Valisi ŞURKAV Başkanı Nuri Okutan'ın talimatı ile hazırlanan proje ile kaybolmakta olan, harabe yıkık ve görüntü kirliliği oluşturan geleneksel Urfa evlerinin hem kültür adına yaşatılması, hem turizm sektörüne kazandırılması, hem de gelecek kuşaklara kültür mirası olarak bırakılması hedefleniyor. Restorasyonu yapılacak Urfa evinin kentin turizm potansiyeli açısından tarihi ve kültürel mirasın seçkin bir örneği olan Dergah-Balıklıgöl mevkiinde yıkık ve harabe bir şekilde bulunması, kente gelen yerli ve yabancı ziyaretçiler tarafından tepkiyle karşılanıyordu. Görsel kirliliği engellenmesi Şanlıurfa'nın turizmi açısından büyük önem arz eden bu proje ile Vakfın mülkiyetinde bulunan geleneksel tarihi Urfa evinin restore edilerek tarihi değerlere sahip çıkılması ve turizme ivme kazandırılması amaçlanıyor. Tarihi Urfa Evi Temmuz 2011 tarihinde hizmete açılacak olup, Restorasyon sonrası Urfa Evinde yerli ve yabancı ziyaretçilere yöreye özgü mahalli yemek kültürü tanıtılarak, geçmişten günümüze kadar uzanan damak tadını kaybetmeden tarihi otantik bir ortamda yeme, içme ve dinlenmeleri sağlanması planlanıyor.

Turizm Gazetesi, 06.11.2010

CUMALIKIZIK'TAN SONRA MİSİ DE TURİZME KAZANDIRILACAK

 

 

Bursa’daki tarihi Misi Köyü'nü (Gümüştepe Mahallesi) ziyaret eden Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, Misi'nin turizmden hak ettiğini payı alabilmesi için gerekli yatırımların sırasıyla gerçekleştirileceğini belirtti.

 

Cumalıkızık gibi Misi Köyü'nün de kent içinde yaşayan bir tarih olduğunu ifade eden Başkan Altepe, Nilüfer İlçesi'nde kalan bu bölgenin eski yaşantıyı en güzel şekilde temsil ettiğini söyledi.  Başkan Altepe, “Biz de şimdi başta Misi’nin ortasından geçen derenin ıslahıyla çalışmalara başlayacağız. Köydeki binaların cephe düzenlemeleri, restorasyon çalışmalarıyla bölgenin kültürel mirasını ortaya çıkaracağız. Misi’nin önemli bir turizm noktası haline gelmesi için çeşmelerinden, mezarlıklarına kadar tüm değerleri gözler önüne serilerek korunacak” dedi.
Misi’nin yeni adıyla Gümüştepe olduğunu hatırlatan Başkan Altepe, bu bölgeyi herkes eski ismi Misi olarak bildiğini, bu ismin korunmasıyla ilgili çalışmaların da sürdüğüne işaret etti.

Turizm Gazetesi, 06.11.2010

"TARİHİ OKULLARDAN ZENGİNE OTEL VE İŞ MERKEZİ YAPILIYOR"

 

 

Okuluma Dokunma İnisiyatifi, İstanbul Valiliği önünde, eğitim yapılan okul binalarının özel sektöre devredilmesiyle ilgili bir basın açıklaması yaptı ve topladıkları imzaları valiliğe verdi.

Bugün (5 Kasım) Sultanahmet Meydanı'ndan "Okullar halkındır, satılamaz"; "AKP Elini okulumdan çek"; "Sermayeye değil, eğitime bütçe" sloganlarıyla valilik önüne yürüyen eylemciler, "Maçka, Çağlayan, Ziyapaşa İlköğretim okulları, Taksim Ticaret Meslek, Etiler Turizm Otelcilik,  Etiler, Levent Kız Meslek Liseleri satılamaz, satılmayacak" dedi.

Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim-Sen) 3 No'lu Şube Yöneticisi Oğuz Bozkuş eylemde "Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti Tüpraş'ı, Telekom'u özelleştirdiği gibi, okulları da özelleştiriyor; kendine yakın sermayeye peşkeş çekmeye çalışıyor" diye konuştu.

"Bilmedikleri bir şey var ki halkımız buna izin vermeyecek" diye ekleyen Bozkuş, "İl Milli Eğitim Müdürü'nün görevinin okulları satmak değil, yüzlerce sorunu çözmek olduğunu hatırlatıyoruz" dedi.

Okuluma Dokunma İnisiyatifi sözcüsü Nebat Bükrek "Eğitim sadece varlıklı ailelerin sahip olduğu bir duruma geldi. Özel okullara yatırımda sınır tanımayan hükümet, devlet okullarının doğalgazını kesiyor, okulları satıyor" dedi ve ekledi: "100'den fazla okulun satış planı var. Yerlerine oteller, iş merkezleri yapmak istiyorlar. Artık inkar da etmiyor, "takas yapıyoruz" diyorlar."

"Emekçi çocuklarına bu okullar değil, dere içlerinde kanalizasyon kokulu okullar uygun görülüyor. Çevresindeki üç okulda üç bin 200 öğrenci ve 200 öğretmenin bulunduğu Baltalimanı Arıtma Tesisi "yedi yıldır hala kurutuluyor". Gaziosmanpaşa'da 80 kişilik sınıflarda eğitim sürüyor. Biz, çocuklarımıza sahip çıkıyoruz."

Bir okula öğrenci alınmayınca, o okulun üç yıl içinde kapandığını belirten Bukrek "Tadilat öne sürerek de okulları kapatıyorlar; Beşiktaş İlköğretim Okulu iki yıldır tadilatta. İki yılda yeni bina yapılır; bu nasıl tadilat?" diye konuştu. Bukrek, Taksim Ticaret Meslek Lisesi'ne bu yıl öğrenci alınmamasıyla ilgili "400 öğrenci açıkta kaldı. Ne oldu o çocuklara? Sokağa itildiler; Beyoğlu sokaklarında midye satıp, kahvelerde çalışıyorlar" dedi.

Geçen Pazartesi günü Maçka Akif Tunçel Endüstri Meslek Lisesi için eylem yaptıklarını belirten Bukrek "Bu tarihi yapı 1955 yılında İtalyan Konsolosluğu tarafından okul olarak kullanılması şartıyla devredildi. Fakat binayı Vehbi Koç Vakfı'na devrettiler; ses çıkarınca karar geri çekildi. Şimdi de "Kültür Bakanlığı'na devredildi. Biliyoruz ki onlarda kalmayacak" diye ekledi.

Bukrek, "Valilik bize beş gündür randevu vermiyor; Vali ve yardımcı yerinde yok deniyor. Yine de okulların satılmasına karşı imzaların bulunduğu bu dosyayı iletip, okullar önündeki nöbetimize geri döneceğiz" dedi ve eylemciler arasından beş temsilci Valilik'e gitti.

bianet.org, Haber: Emir Çelik, 05.11.2010




TARİHİ KULE TURİZMİN HİZMETİNDE

 

  

 

Trabzon'da, 14. yüzyılda yapıldığı tahmin edilen ve bir dönem cephanelik olarak kullanılan tarihi kule, restore edilerek turizm işletmesi haline dönüştürüldü.

Trabzon'un Kavaklı mevkiinde bulunan, Fatih Kulesi veya İrene Kulesi olarak bilinen, Rus işgali sırasında mühimmat deposu olarak kullanıldığı için halk arasında cephanelik olarak adlandırılan tarihi kulenin restorasyonuna bir grup iş adamı tarafından Turizm Bakanlığı'ndan alınan izinle 2000'li yılların başında başlandı.

Restorasyon işini bir süre sonra Trabzonlu bir başka iş adamları grubu üstlendi. Tarihi kule, son bir yıl içinde hızlı çalışmayla restorasyonu tamamlanarak turizm işletmesi haline dönüştürüldü. İşletme sahiplerinden iş adamı Ahmet Sarı, restorasyonun yanı sıra kulenin etrafındaki 30 dönümlük alanda çevre düzenlemesi yaptıklarını, eğlence merkezi, çay bahçeleri, restoran ve dinlenme alanları oluşturduklarını belirtti.

 

Restorasyon çalışmaları sırasında tarihi dokunun korunması için büyük özen gösterdiklerini vurgulayan Sarı, ''Yok olmak üzere olan tarihi tekrar gün ışığına çıkardık. Perişan bir halde olan İrene Kulesi, yaptığımız çalışmalarla tekrar eski görkemli halini aldı. Vatandaşlara tarihi doku içerisinde rahat ve huzurlu hizmet vermek amacıyla tarihi kulenin etrafında yeşil alanlar oluşturduk'' dedi.

Restorasyon için yüklü miktarda harcama yaptıklarını belirten Sarı, şöyle devam etti:
''Restorasyonda taşı, malzemeyi özel seçiyorsunuz, çevre düzenlemesi yapıyorsunuz. Elimizden gelen tüm imkanları zorladık, hem Trabzon'a hem tarihe ışık tutmak acısından gerçekten ciddi masraflar yaptık. Restorasyona harcadığımız para ile bir fabrika kurabilirdik ama burası da farksız olacak. Çünkü 50 kişiye istihdam sağlayacağız. Daha sonra çalışan personel sayısı artabilir.''

Sarı, tarihi binanın iç ve dış mekanlarından aynı anda bin 500 kişinin ağırlanabileceğini de kaydetti.

Yapı, Fotoğraflar: Zafer Sel/AA, 05.11.2010

ENEZ'E MÜZE İSTEĞİ

 

  

 

Edirne'nin Enez İlçesi'nde 1970 yılından bu yana devam eden arkeolojik kazılarda bulunan eserlerin ilçede kurulacak müzede sergilenmeleri istendi.

İlçede 1978 yılında bu yana kazı çalışmalarını yürüten ekibin başkanlığını yapan İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Sait Başaran, çok önemli tarihi eseri gün yüzüne çıkarttıklarını ifade etti.

Başaran, bu yıl kanalizasyon çalışması sırasında tesadüfen bulunan bir lahdin incelenmesi ve etrafında başlatılan kazılarda, Türkiye ve dünya için ünik sayılacak 2580 yıl öncesine ait siyah üzerine kırmızı boya ile yapılmış amfora bulduklarını ifade ederek, şunları söyledi:

''Bu tür amforadan Türkiye'de İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde sadece 1 adet bulunuyor. Bunun dışında bugüne kadar yüzlerde tarihi eseri gün yüzüne çıkartıp, restorasyonunu yapıp, çizim ve fotoğraf kayıtlarını yaptık. Bu işlemlerden sonra eserleri Edirne'deki müzeye sergilenmek üzere gönderdik. Ancak, bu eserlerin Enez'de kurulacak bir müzede sergilenmesi daha doğru olacaktır. Bu ilçeye gelen turist sayısını arttıracağı gibi Enez'in adının yurt içinde ve yurt dışında duyulmasına olanak sağlayacaktır''.

Tarihi eserlerin imkan olması halinde bulundukları yerde sergilenmelerinin doğru olacağına dikkati çeken Başaran, ''Edirne'nin Enez İlçesi'nde 1970 yılından bu yana devam eden arkeolojik kazılarda bulunan tarihi eserler ilçede kurulacak müzede sergilenmelidir. Bulduğumuz bir birinden değerli eserler Edirne'de sergileniyor'' dedi






Başaran, Enez'deki kazıların 1970 yılından bu yana devam ettiğini belirterek, ''Enez, Balkanları, Ege ve Anadolu'ya bağlayan deniz, nehir ve kara yolların kesiştiği bir yerde kurulan önemli bir kültür ve ticaret kenti. Enez antik çağlarda ‘Ainos’ olarak adlandırılmış. Ainos Ege'yi Karadeniz'e bağlayan tek yoldu.

Meriç Nehri ile 100 kilometrelik bir yolculukla bu bağlantı sağlanıyordu. Günümüzde Ege'den Karadeniz'e ulaşmak için boğazları geçerek yaklaşık 450 kilometre yol kat etmek gerekiyor. Ticari ulaşım Enez'den yapılıyordu. Antik çağdan 17. yüzyıla kadar bu yol kullanılmıştır. Ainos bu nedenle çok zengin bir kent olmuştu. Kazılardan çıkan bulgulardan bunu anlıyoruz. Ancak, sürekli yeni yerleşim kurulduğu için çok tahrip olmuş'' dedi.

Prof.Dr. Başaran, Enez'deki kazıları 4 ayrı bölgede yürüttüklerini belirterek, şu bilgileri verdi:

''Enez'de 1978 yılından beri kazı çalışmalarına katılıyorum. Bu yıl, Kaleiçi, Enez girişindeki nekropol, Kral Kızı Bazilikası ve zemini mozaiklerle kaplı Roma dönemi villasında kazı yapıyoruz. Kalkolitik çağa kadar geri gidiyoruz.Kaleiçi'nde, kale kapısının girişinde yaptığımız çalışmalarda da, Osmanlı dönemine ait üst tabakalarında yapı kalıntıları ortaya çıkıyor. Hoca Çeşme'de ise Neolitik Çağ bulgularına ulaşıyoruz. Bu çağ insanoğlunun ilk yerleşik düzene geçtiği zamandır. Bulunan nekropolde Ainos'un ilk kurulduğu yıllara ait mezarlar ortaya çıkıyor. Pişmiş topraktan lahitler, amforalar, hydria adı verilen ve içine yakılan ölünün kül ile kalan kemiklerinin konulduğu kaplar bulunuyor. Bunların içlerine konulmuş çeşitli objelerde çıkıyor. Kral Kızı Bazilikası'nda yürütülen çalışmalarda ise hiç beklemediğimiz bir olayla karşılaştık. Burada duvar resimleri bulduk. Burası bir kiliseden büyük bir yer".

Kazılarda ortaya çıkartılan eserlerin Enez'deki İstanbul Üniversitesi Eğitim Tesisleri'nde öğrenciler tarafından temizlenip, onarıldığını kaydeden Prof.Dr. Başaran, ''Çok sayıda pişmiş kap, kemikler ve çeşitli eşyalar ortaya çıkartılıyor. Bunlar arasında su kapları, ölü yakma geleneğinde kullanılan kremasyon kapları da yer alıyor. Çok sayıda pişmiş topraktan yapılmış oryantalizan eşyalar buluyoruz. Edirne Müzesi'nde sergilenen siyah figür tekniğiyle yapılan ve üzerinde savaş sahnesi ile şarap tanrısı figürünün yer aldığı anfora gibi çok önemli ve değerli bulgulara da ulaşılıyor'' dedi.

Enez kazılarına yabancı arkeologların ilgisinin son yıllarda arttığına dikkati çeken Başaran, ''Bu yılki kazılara Alman, Avustralya ve Moğolistan'dan katılım var. Bu Enez'in tarihi zenginliğinin dünyaya duyurulmasında önemli bir gelişme'' diye konuştu.

Yapı, Fotoğraflar: Derya Sarılarlı/AA, 05.11.2010

BİN 200 YILLIK MESCİT ONARILACAK

 

 

Darende Kaymakamlığı, 8. yüzyıl tarihi eserlerinden Ozan Mescidi'nin onarılması çalışmalarına hız verecek. Kaymakam Mehmet Aktaş, yaptığı açıklamada, köy gezileri sırasında görme fırsatı bulduğu Ozan Köyü'ndeki 8. yüzyıldan kaldığı belirlenen Ozan Mescidi'nin kurtarılması için çalışmaları hızlandıracaklarını söyledi. Tarihi yapının içler acısı halinin kendisini çok üzdüğünü ve define avcılarının yıllarca verdiği hasarın onarılarak eserin kurtarılması amacıyla İstanbul Teknik Üniversitesinden gelen uzman heyetin, restorasyon projesi çalışmalarını devam ettirdiğini anlatan Aktaş, yapının kenarlarındaki taşıyıcı kolonların alt kısımlarındaki çökmelerin, tavandan kopan taşlar ve etrafındaki oyukların eseri tehdit ettiğini belirtti. Ozan Mescidi'nin daha önce kilise olduğunu ve mescide çevrildiğini anlatan Mehmet Aktaş, ''Böylesine bir eserin kurtarılması, tarihe vefa anlamında çok önemli'' dedi. Tarihi kaynaklara göre, İslamiyet'in Anadolu'daki yayılışı sırasında Battal Gazi tarafından kiliseden mescide çevrilen eserin yapılış tarihi tam olarak bilinmiyor. Eni beş metre olan kare planlı yapı, yedi metre yüksekliğinde. Üzeri düz olmasına rağmen içi kavisli bir kubbe ile kapalı. Eserin süslemelerini de dikkat çekiyor.

Malatya Aktüel, 05.11.2010

Frigya Anıt Mezarı (Berggen)
...1888






.. TAY Projesi . Kuruçeşme Cad. 67/B
34345 Kuruçeşme İstanbul
Tel: 0 (212) 265 7858 - Faks: 0 (212) 287 1298
e.posta: info@tayproject.org

Copyright©1998 TAY Projesi