28 Kasım - 4 Aralık 2010
|
|
CELALİYE'DE TARİHE
KORUMA
Büyükçekmece Belediyesi,
Celaliye'deki birçok tarihi eseri gün ışığına
çıkararak bölgenin tarihine sahip çıkıyor. Yol
genişletme, tretuar çalışmalarını kontrol amaçlı
Celaliye'de incelemelerde bulunan Büyükçekmece
Belediye Başkanı Dr. Hasan Akgün, rutin çalışmaları
yaparken bir yandan da değeri bilinmemiş tarihi
eserlerin gömüldükleri yerlerden çıkartılarak
gelecek nesillere ulaştırılmasında köprü vazifesi
göreceklerini söyledi. Celaliye'deki tarihi
eserlerin bir çok parçasının çalınmış olduğunu veya
kırılıp yok edildiğini dile getiren Akgün "Biz
bunları orijinaline uygun olacak şekilde onarıp,
etrafında düzenleme çalışmaları gerçekleştireceğiz"
dedi.
Sabah, Haber: Işınsu
Kaygusuz, 02.12.2010
|
İSTANBUL'UN YENİ
MÜZELERİ ESKİNİN TAHTINI SALLIYOR
Binlerce yıllık tarihi
boyunca Roma, Bizans ve Osmanlı İmparatorluğu'na ev
sahipliği yapan Anadolu ve imparatorluklar başkenti
İstanbul çok sayıda tarihi eseri bağrında saklıyor.
Kurulan tarihi, dini ve kültürel nitelikli müzelerle
bu eserler yüzyıllardır muhafaza edilmeye
çalışılıyor. Dünyanın dört bir yanından gelen
milyonlarca insan, Topkapı, Ayasofya, Yerebatan
Sarnıcı, Türk İslam Eserleri Müzesi, Arkeoloji
Müzesi, Kariye Müzesi gibi yerleri ziyaret ederek
'geçmiş' hakkında bilgi alıyor.
Tüm bu müzelerin yanı
sıra yakın zamanda İstanbul'da yeni müzeler de boy
göstermeye başladı. Yeni müzeler aldığı ziyaretçi
sayısı açısından tarihi müzelere rakip oldu. Kariye
Müzesi'ni yaklaşık 350 bin, Arkeoloji Müzesi'ni 250
bin kişi, Türk İslam Eserleri Müzesi'ni 70 bin bin
kişi ziyaret ederken, buna karşılık bu yılın 11
ayında Miniatürk'ü 554 bin kişi, Panorama 1453 Tarih
Müzesi'ni ise 610 bin kişi ziyaret etti.
İstanbul Büyükşehir
Belediyesi Kültür AŞ Genel Müdürü Nevzat Bayhan,
diğer müzelerden farklı olarak turistlere geniş bir
ziyaret imkanı sunduklarını söyledi. Bayram, tatil
demeden özel bir şirket gibi 365 gün 24 saat
prensibiyle çalıştıklarını belirten Bayhan şöyle
konuştu: "Müşteri memnuniyetini yüzde 95'lerin
üzerinde tutmaya gayret ediyoruz, bunu da
başarıyoruz. İnsanların tatil yaptığı zamanlarda
özellikle müzelere gelmeleri daha kolay olacağını
düşünerek herkes tatilde ama biz tatilde değiliz.
Çünkü insanlar bu gibi zamanlarda daha çok gezme
vaktini bulabilecekler. Onun için buralarda işletme
modelimiz tamamen özel sektör mantığı ile hareket
ediyoruz. Bu da müzelere olan ilgiyi artırıyor ve
gelenler dostlarına buraları tavsiye ediyor."
Bayramda herkesin tatile
gittiği, İstanbul'un boşaldığı bir zamanda bile
ziyaretçi sayılarını ikiye katladıklarını ifade eden
Bayhan şu bilgileri verdi: "İstanbul'u gezenler, bu
müzeleri görmeden ayrılamayacaklarını bildikleri
için Miniatürk'e 40 bin, Panorama 1453 Tarih
Müzesi'ne ise 20 bin civarında ziyaretçi geldi. Bu
da bir rekordur. Biz şu anda müzelerimizde şunu
gözlemliyoruz; yüzde 35'lik bir artış sağlamış
oluyoruz. Bu yılın sonunda Panorama'da 1 milyona
yakın, Miniatürk'te ise 700 bine ulaşan bir
ziyaretçi hedefliyoruz."
Şanlıurfa'dan İstanbul'a
ailesiyle birlikte gelen Kadir Sun adlı vatandaş,
Panorama 1453 Tarih Müzesi'ne ilk defa geldiğini ve
çok etkilendiğini söyledi. Yakınlarının tavsiyesi
üzerine Panorama 1453 Tarih Müzesi'ne geldiğini
aktaran Sun şöyle konuştu: "Benzerinin Amerika'da
yapıldığını duymuştum. Türkiye'de de böyle mükemmel
bir müze kurulmuş olması çok sevindirici.
Tarihimizi, kültürümüzü, görsel imkanlar içinde
görmemiz çok daha verimli oldu. Köklerimizi böyle
tekrar canlıymış gibi görmek gurur ve onur verici.
Tavsiye üzerine geldik, biz de mutlaka tavsiye
edeceğiz."
Zaman, Haber: Sinan Gül,
02.12.2010
|
ÇELEBİ EVİ ÇÜRÜYOR

Meram Aslanbey
Mahallesi Cirit Sokak içerisinde bulunan tarihi
Ayanbey konağının içler acısı hali yetkililer
tarafından bir türlü görülmek istenmiyor.
Meram’da ayakta kalabilen son hatıralardan
birisi olan konağın içler acısı halini mahalle
sakinlerini de üzüyor. Yrd. Doç.Dr. Yaşar
Erdemir, her köşesinde iki asra yakın bir
tarihin izleri olan konağın metruk bir halde
kaderine terk edilmesinin kabul edilemeyeceği
belirtiliyor.
Konağın çatısının açık olması nedeniyle yağan
her kar ve yağmuru içeriye aldığını da ifade
eden mahalle sakinleri, “Konağın üzerinden geçen
her kış gerek tarihimizden gerek güzelliklerden
bir şeyleri yıkıp götürüyor. Eğer önlem alınmaz
ise bu konak önümüzdeki bahara çıkmaz. Bu konağa
en kısa zamanda sahip çıkılması tarihe olan
saygımızı gözler önüne serecek” diye konuştu.
Daha öncede birkaç
kez gündeme getirdiğimiz Ayanbey Konağı’nın
durumuna üzüldüklerini ifade eden mahalle
sakinleri, “Tarihi konak Meram’da artık
kalabilen son hatıralardan ve en zengin
örneklerden sadece biri. Ancak üzülerek söylemek
isteriz ki her köşesinde iki asra yakın bir
tarihi barındıran ve evin içerisindeki
işçiliklerden anlaşılacağı gibi bir göz nurunun
saklı olduğu konak bu gün metruk bir halde ve
gayri ahlaki amaçlar için kullanılıyor. Ecdat
yadigarlarımıza reva görülen bu olmamalı. Bu
nedenle başta konağın asıl sahiplerinden daha
sonra yetkililerden bu konağa sahip çıkmalarını
arzu ediyoruz” dedi.
Meram Aslanbey Mahallesi Cirit Sokak içerisinde
bulunan ve yaklaşık 2 asra yakın bir tarihi
olduğu tahmin edilen Ayanbey Konağı, ilgisizlik
yüzünden günden güne yıkılıyor.
Tarihi neredeyse iki asra yaklaşan konağın üst
kısmının açık olmasının büyük bir tehlike
oluşturduğunu özellikle belirten mahalle
sakinleri, “Konağın çatısının açık olması yağan
her kar ve yağmuru içeriyse alıyor. Konağın
üzerinden geçen her kış bir şeyleri yıkıp
götürüyor.
Eğer önlem alınmaz ise bu konak önümüzdeki
bahara çıkmaz. Ayanbey Konağı Meram’da ayakta
kalabilen son hatıralardandır. Bu nedenle bu
konağa en kısa zamanda sahip çıkılması tarihe
olan saygımızı gözler önüne serecek diye
konuştu.
Daha önceki haberlerimizde görüşlerini aldığımız
Yrd. Doç. Yaşar Erdemir, Konağın tarihi ve
özellikleri konusunda şu bilgileri vermişti;
“Konya evlerinin nadide örneklerinden birisi
olan konağın kerpiç malzeme ile örülen
duvarlarına bakıldığında ‘Bağdadi’ örgü tekniği
ve 19. yüzyıl üslubunun kullanıldığı
anlaşılıyor. Geleneksel Türk ev mimarisi ve
Konya evlerinde olduğu belirlenen konak
özgünlüğü ve ahşap malzemenin zenginliği ile
dikkat çekiyor. Ayanbey Konağı bu günkü haliyle
ne yazık ki yürekleri burkuyor.
Konağın eski sahipleri Akif Ağazade ile o yıllar
Belediye Su Komisyonu Reisi olan oğlu Avukat
Mehmet Tevfik Efendi imiş. Konağı sonra
Batmanlar, daha sonra ise Mehmet Canbilenler
satın almış. Burası bu nedenle bir Çelebi evi
olmalı.
Merhaba Gazetesi, Haber:
Ali Sait Öge, 01.12.2010
|
MÜZEYE GELEN TURİSTİ KALEDEN KAÇIRIYORLAR
Ankara Kalesi
esnafı trafik sorununa çözüm bulunmasını isterken,
turist rehberlerinden şikayetçi oldu: “Anadolu
Medeniyetleri Müzesi’ne turist getiriyorlar, kaleyi
gezdirmeden geri götürüyorlar”.
Tarihi Hititlere kadar dayanan ve yüzyıllar boyunca
birçok medeniyete ev sahipliği yapan Ankara Kalesi
esnafı, trafik ve park sorununa çözüm bulunmasını
istiyor. Yabancı turistlerin de ilgiyle ziyaret
ettiği kalede hizmet veren esnaf, trafik ve park
sorununun giderilmesini istedi.
Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne turist getiren
rehberlerin turistlere kaleyi gezdirmeden geri
götürdüklerini de belirten kale esnafı, turistlerin
kaleyi gezmesi halinde kalenin daha çok
hareketleneceğini, bunun da ekonomik olarak küçük
esnafa yarayacağını belirttiler. 37 yaşındaki bakır
işleme sanatçısı Mustafa Yılmaz, şunları söyledi:
“Ben 15 yıldır kalede bakır işleme sanatıyla
uğraşıyorum. Yerli ve özellikle yabancı turistler bu
sanata çok ilgi gösteriyor. Hemen yakınımızda
Anadolu Medeniyetleri Müzesi var. Tur otobüsleri
buraya yüzlerce turist getiriyor ve Ankara Kalesi’ni
gezdirmeden geri götürüyor. Bu turistler kaleyi
gezseler ekonomik olarak esnafta rahatlar, kale daha
da canlanır”.
Hürriyet Ankara, Haber: Cem Geçim, 01.12.2010
|
TARİHİ EVLER İÇİN KIŞ
KORKUSU
Bitlis'te bulunan tarihi
evler için kış korkusu başladı. Ağır geçen kış
şartlarında birçoğunun yıkıldığı, birçoğunun da
hasar gördüğü evleri en iyi korumanın kışlık bakım
ve dam küreme olduğu belirtildi.
Bitlis'in hemen her
mahallesinde örnekleri bulunan ve sivil mimari
özellikleri taşıyan tescilli evler bir bir yok
oluyor. Konu ile ilgili olarak Kültür ve Turizm
Bakanlığı'nın başlattığı çalışmaların birçoğu da
komisyonlara takılıyor. Uzun süreç sonunda büyük
hasarlar oluşan evlerin onarımı da zorlaşıyor.
Bitlis ve ilçelerinde 224 tescilli yapının
bulunduğunu, bunların birçoğunda insanların
yaşamadığına dikkati çeken İl Kültür ve Turizm
Müdürü Hüsnü Işıkgör, bu evleri geleceğe taşımanın
en önemli yolunun kışlık bakımları ve dam
küremelerinin zamanında yapılması olduğunu söyledi.
Tescilli evlerin korunması amacıyla Kültür ve Turizm
Bakanlığı'nın 2006 yılında bir uygulama başlattığını
hatırlatan Işıkgör, "Kültür ve Turizm Bakanlığı
sivil mimariyi korumak için tarihi evlerin
onarılması ve katkı sağlanması amacı ile çıkarmış
olduğu yönetmelik ile onarıma katkı fonundan tarihi
evlere yardım yapmaktadır. Bu yardımlar 2006 yılında
başladı" dedi.

Işıgör, Bitlis'te
2006-2010 yılları arasında 123 projenin başvurusu
yapıldığını, bunlardan 48'inin komisyonlardan
geçtiğini belirterek, "Başvuru yapılan ve kabul
edilen projelerimizden 15'inin uygulamasına geçtik.
Diğer projeler ise bakanlığımızın ayırdığı ödenekler
doğrultusunda ve zaman dilimi içinde hayata
geçirilecek. Her yere aynı anda yardımı yapamadığı
için kısım kısım yardımlar yapılacak. Bu başvurulan
tarihi evlerin 190 tanesi Bitlis merkezde, 33 tanesi
Ahlat'ta ve bir tanesi Güroymak'ta bulunuyor.
Baktığımız zaman müracaatlar az ancak önemli olan
vatandaşların bu projelerden istifade etmesidir.
Devletin amacı burada katkı sağlamak ve insanları
teşvik etmektir. Önemli olan vatandaşların bizlere
müracaat etmesidir" ifadelerini kullandı.
İl Kültür ve Turizm
Müdürü Işıkgör, evlerin korunmasının insanların
elinde olduğunu da sözlerine ekleyerek, "Bir yapıyı
korumak kesinlikle bakımla alakalı bir şeydir.
İlimizde kar yağışı oranı çok yüksektir. Kış mevsimi
daha başlamadan damların çamurlarını düzgünce
tuzlayıp sertleştirdikten sonra bu binalar su
almayacaktır. Bu binalar su almadığı zaman ömürleri
daha da uzun olur. Önemli olan vatandaşın duyarlı
olup sürekli bakımlarını yapmalarıdır" şeklinde
konuştu.
Bitlis Kent Haber,
01.12.2010
|
'SU PERİSİ'NİN KORUYUCUSU
Sabancı Vakfı'nın desteğiyle hayata geçen "Fark Yaratanlar"ın 25 Kasım Perşembe günü, saat 21:10'da, CNN Türk'te yayınlanan yedinci bölümünde, 1800 yıllık bir şifa yurdu olan Allianoi'yi ortaya çıkaran ve onu korumak için insanüstü bir mücadele veren Ahmet Yaraş'ın öyküsü ekrana geldi.
Cüneyt Özdemir'in sunumuyla CNN Türk'te canlı olarak yayınlanan "Fark Yaratanlar" programı, hiç tanımadıkları insanların hayatlarına katkıda bulunan, onlar için fırsatlar yaratan; daha iyi yarınlar için mücadeleden vazgeçmeyen insanların hikayelerini ekrana taşımaya devam ediyor. Bu haftanın "Fark Yaratan"ı Ahmet Yaraş, 2001 yılından bu yana Trakya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü'nde öğretim üyesi olarak görev yapıyor. Yaraş, kendi elleriyle gün ışığına çıkardığı Allianoi'nin yeniden toprağa gömülmesini engellemek için mücadele veriyor.
MÖ 2. yüzyılda kurulan, Pompei'den sonra dünyanın en iyi korunmuş antik çağ yerleşimi olan Allianoi, İzmir ili, Bergama İlçesi sınırları içinde, Yortanlı Barajı gölet alanının tam ortasında, Paşa Ilıcası mevkiinde yer alıyor. Mitolojide hekimliğin ve tıbbın tanrısı olarak kabul edilen Asklepios'a adanmış bir şifa yurdu olan ve suyla tedavi yapılan Allianoi, antik dünyanın dört büyük sağlık merkezinden en büyüğü… Bölge turizmi açısından çok önemli bir hazine olan Allianoi, baraj sularının tehdidi altında. Çevresinde, baraj gövdesi ve çevre ile bağlantısını sağlayacak yol yapım çalışmalarının devam ettiği Allianoi, baraja su toplanmaya başlandığı gün tamamen su altında kalacak. Ahmet Yaraş, Allianoi'yi gün ışığına çıkardığı 1998'den bu yana, ekibiyle birlikte bu su perisini kurtarma mücadelesi veriyor.
Hürriyet, 01.12.2010
|
 |

|
JANDARMADAN TARİHİ ESER BASKINI
Kütahya'nın Tavşanlı İlçesi'ne bağlı Subaşı Mahallesi'nde bir eve yapılan baskında çok sayıda tarihi nitelikli olduğunu tahmin edilen çok sayıda eser ele geçirildi.
Edinilen bilgiye göre, jandarmaya M.A.D. isimli kişinin elinde çok sayıdada tarihi eser bulunduğu ve satmak için müşteri aradığı ihbarı yapıldı. İhbar üzerine harekete geçen jandarma ekipleri, söz konusu eve baskın düzenledi. Baskında, 1 adet ruhsatsız av tüfeği, 1 adet dedektör başlığı, 31 adet 12 av fişeği, 9 adet tüfek fişeği, 23 adet büş tüfek kovanı, 1 adet boş uçar savar kovanı, 39 adet muhtelif silahlara ait fişek çekirdeği, 1 adet dolu tabanca fişeği, 153 adet taş obje, 66 adet metal obje, 350 adet tedavülden kalkmış Türkiye Cumhuriyeti ve yabancı ülkelere ait para, 14 adet Osmanlı dönemine ait bronz sikke, 7 adet Osmanlı dönemine ait gümüş sikke, 1 adet Osmanlı dönemine ait altın sikke, 61 adet Roma ve Bizans dönemine ait bronz sikke, 18 adet Roma ve Bizans dönemlerine ait gümüş sikke, 14 adet eki süs eşyası, 25 adet metal süs eşyası ve 4 adet obje olmak üzere toplam 713 adet eski eser ele geçirilmiştir.
Ele geçirilen malzemeler Cumhuriyet Savcısı'nın talimatı ile muhafaza altına alınırken, olayın şüphelisi olduğunu belirtilen M.A.D. yakalanması için geniş çaplı çalışma başlatıldı.
Kütahya Kent Haber, 01.12.2010
|
ÇAN'DA ANTİK YERLEŞİM BÖLGELERİ ARAŞTIRILIYOR
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof.Dr. Nurettin Arslan, Çan İlçesi'ndeki antik yerleşim bölgelerini araştırma projesi kapsamımda Küçükpaşa Köyü'ndeki Asartepe’yi ziyaret etti.
Kocabaş çayı kenarında bulunan Asartepe’nin 1.derece sit alanındaki antik yerleşim bölgesindeki incelemelerinin ardından Büyükpaşa Köyündeki eski yazıtı da inceleyen Nurettin Arslan, Çan İlçesi'nin Bronz Çağı’na ait Hurma Höyük ve Tümbek Höyük’ün Troia ila çağdaş yerleşmeler olduğunu aktardı. Arslan, daha sonraki çağlarda Çan İlçesi sınırlarındaki toprakların Lampsakos, Abydos ve Parion ve ebren gibi şehir devletlerinin kontrolünde olması nedeni ile küçük yerleşmelerin bu bölgede var olduğunu da ifade ederek, “Çan’daki en bu güne kadar bilinen en önemli eser Altıkulaç Köyü'ndeki bir tümülüste ele geçen lahit. MÖ 4. yüzyılın başlarına tarihlenen lahdin üzerinde Persli (İranlı) bir satrapın (vali) domuz avı ve bir düşmanı öldürülmesi tasvir edilmiş. Lahit hem üzerindeki konu, hem de bozulmadan günümüze ulaşan renkleri nedeni ile çok değerli bir yapıt” dedi.
Kaliteli Hayat, 30.11.2010
|
 |

|
2500 YILLIK TAŞ LEVHA
Isparta'da jandarma operasyonu sırasında ele geçirilen, üzerinde bir atletin tasvir edildiği yaklaşık 2500 yıllık mezar steli (taş levha), Isparta Müzesi'nde korumaya alındı.
Isparta Müzesi Arkeoloğu Özgür Perçin, AA muhabirine yaptığı açıklamada, İl Jandarma Komutanlığı tarafından Keçiborlu İlçesinde tarihi eser kaçakçılarına yönelik düzenlenen operasyonda, üzerinde bir atlete ait kabartma bulunan mezar stelinin ele geçirildiğini bildirdi.
Stelin savcılık incelemelerinin ardından Isparta Müzesi'ne teslim edildiğini belirten Perçin, yapılan araştırmada eserin MÖ 480'li yıllara tarihlendiğini kaydetti. Stelin Arkaik dönem sonu ile Klasik Dönem başlangıcında yapıldığının tahmin edildiğini anlatan Özgür Perçin, levhanın 170 santim boyunda, 71,2 santim eninde ve 14,7 santim kalınlığında olduğunu ifade etti.
Perçin, yaklaşık 2500 yıllık olan stelin üzerindeki atlet kabartmasının, bir elinde disk, diğer elinde ise horoz figürüyle tasvir edildiğini, mermer üzerine alçak kabartma yöntemiyle işlenen figürde, horozun atlete ödül olarak verilmiş olabileceğini tahmin ettiklerini dile getirdi.
Eserin sanatsal açıdan çok değerli olduğunu vurgulayan Perçin, stel üzerindeki çalışmaların sürdüğünü, eserin İzmir'in Aliağa İlçesindeki kazı alanından çalınarak Isparta Keçiborlu'ya getirilmiş olabileceğini söyledi.
Özgür Perçin, eserin çıkarılması sırasında zarar gördüğüne de dikkati çekerek, ''Başka bir yerden talep olmadığı takdirde eseri Isparta Müzesi'nde sergileyeceğiz'' dedi.
Radikal, 30.11.2010
|
ERZURUM KAPILARI TARİHE AÇILIYOR

Tarihte, kalesi, tabyaları ve düşman işgaline karşı
yapılan dış surlarıyla ün kazanan Erzurum, bu
surlardan şehrin dışına açılan kapılarıyla da,
tarihi bir öneme sahip bulunuyor. İçeriden Erzincan
Kapı, Gürcü Kapı, Tebriz Kapı; dışarıdan da,
İstanbul Kapı, Kars Kapı, Kavak Kapı ve Harput Kapı
ile çevrelenen Erzurum’da, bu kapılardan sadece 3’ü
günümüze ulaşabildi.
Kapılardan Erzincan, Gürcü ve Tebriz diye
adlandırılanları, ‘Erzurum Kapıları’ diye
adlandırılırken, İstanbul, Kars, Kavak ve Harput
ise, ‘Devre-i Muttasıla Kapıları’ şeklinde ifade
ediliyor. Bu kapıların dışında, Şair Nefi İlköğretim
Okulu civarında Yeni Kapı, Kale civarında da, Gez ve
Uğrun isimli iki kapıyı daha barındıran Erzurum,
çarpık yapılaşma ve tarih bilinçsizliği yüzünden bu
kapılarını da koruyamadı.
Erzurum’un kapılarından en şanslısı, Kars Kapı
oldu. Askeri bölge içerisinde bulunuyor olması
nedeniyle devamlı koruma altında tutulan Kars Kapı,
şehri çevreleyen surları göstermesi açısından büyük
bir öneme sahipken, Atatürk’ün Erzurum’a girdiği
kapı olan İstanbul Kapı ise, alemcilerin mekanı
olmuş durumda.
Kale’ye en yakın girişlerden olan Tebriz
Kapı’nın, Ebu İshak Kazeruni’nin türbesi, Ulu Camii
ve Çifte Minareli Medrese üçgeninde bulunduğu
öğrenilirken, 19. yüzyıl belgelerine göre, bir
köprüden geçilerek dış sura ulaşılmakta ve az sonra
da, halk arasındaki adıyla ‘Tevrüz’ Kapı’sına
varılmakta idi. Şehrin batı tarafına düşen Erzincan
Kapı’nın ise, Çaykarye suyunun hemen arkasında
bulunduğu belirtilirken, burada yine Çaykarye adlı
bir köprü ve Ilıca’yı bile görüş alanında bulunduran
sur ve kulenin bulunduğu kaydedildi.
Şehir içerisindeki kapılarından farklı olarak,
‘Devre-i Muttasıla’ adı verilen batıda İstanbul
Kapı, Doğu’da Kars Kapı, güneyde Harput Kapı ve
kuzeyde ise Kavak Kapı’dan giriş çıkışın yapıldığı
Erzurum’da, söz konusu kapılardan sadece 3’ü
günümüze ulaşabildi.
Kars Kapı, askeri bölge içerisinde bulunuyor
olması nedeniyle günümüze kadar ulaşmayı başarırken,
İstanbul Kapı da, çevresinde park alanı yapılmış
olmasına rağmen, sarhoşların mekanı olmaktan
kurtarılamadı.
M. Kemal Atatürk’ün, 3 Temmuz 1919 tarihinde
geldiği Erzurum’a İstanbul Kapı’dan giriş yapması,
bu kapıya ayrı bir anlam kazandırırken, bu özellik,
kapının bakımsızlıktan kurtarılmasına bile yetmedi.
Geceleri alemcilerin adresi olan İstanbul Kapı,
zaman zaman çevre sakinleri tarafından da şikayet
konusu edildi. Kapının hem içler acısı hali, hem de
alemcilerin buluşma adresi olmasından yakınan
vatandaşlar, ilgilileri bu konuda defalarca ikaz
etmişti.
Devre-i Muttasıla’nın üçüncü kapısı olan
Harput’tan, günümüze kalan herhangi bir iz
bulunmazken, şehrin kuzeyine kalan Kavak Kapı ise,
şu anda iki mahalleyi birbirine bağlayan bir tünel
vazifesi yapıyor.
Vatandaşlar, Erzurum’un geçmişiyle adeta
özdeşleşmiş olan kapıların, düşmana karşı
geliştirilen savunma taktiğinin önemli bir parçası
olduğuna vurgu yaparak, kapılardan çok azının
günümüze ulaşmış olmasının büyük bir talihsizlik
olduğunu dile getirdiler.
Erzurum halkı, hiç olmazsa İstanbul Kapı, Kars
Kapı ve Kavak Kapı’nın koruma altına alınması ve
gelecek nesillere ulaşmasının sağlanması çağrısında
bulunarak, “Biz bugün nasıl ki, söz konusu kapıların
ortadan kalkmasına sebep olanlara öfke duyuyorsak,
bizden sonraki nesil de, aynı öfkeyi bize
duyacaktır. Bu nedenle tarihi mirasımızdan gelecek
nesli mahrum bırakmayalım” diye konuştular.
Erzurum Gazetesi, 30.11.2010
|
TARİHİ BİNA VATANDAŞLARIN YAKACAĞI OLDU

Kırklareli'nde önceki
gün
yağışlardan dolayı ön duvarı yıkılan 130 yıllık
tarihi binanın tahtalarını almak isteyen vatandaşlar
kazma, kürek ve halat yardımı ile binayı yıktı.
Karakaş Mahallesi Hasanpaşa Caddesinde Velih
Kuzu’ya ait 1880 yılında inşa edilen ve daha sonra
Kültür ve Turizm Bakanlığınca sivil mimarlık örneği
olarak koruma altına alınan tarihi bina,
vatandaşların kışlık yakacağı oldu.
Aralarında kadın ve çocukların yer aldığı 30 kadar
vatandaş, tarihi binayı yıktı ve tahtaları
toplayarak, at arabalarıyla evlerine taşıdı. Binanın
yıkımı sırasında bazıları tehlike yaşayan
vatandaşlar buna rağmen yıkıma devam etti.
Bu arada, Velih Kuzu’ya ait tarihi binanın yıkımı
sırasında yan tarafta bulunan Saim Dikbaş’a ait
tarihi binanın da yan duvarları yıkıldı. Yan duvarı
yıkılan binanın içerisine giren bazı kişiler evin
avizelerini söktü.
Tarihi binanın bulunduğu sokaktaki vatandaşlar ise
defalarca emniyet güçlerini aramalarına rağmen olay
yerine gelen olmadığını ileri sürdü.
Mahalle sakinlerinin ihbarı belediyeden olay yerine
gönderilen kepçe ise yola devrilen kerpiçleri
temizledi.
Kırklareli Belediye Başkan Yardımcısı Ünal Başkur,
binanın Anıtlar Yüksek Kurulu denetiminde olduğunu
belirterek, şunları söyledi:
"Yoğun yağmurdan dolayı çöküntü yaşamış durumdaydı.
Cumartesi günü akşamı çökmüştü. Tarihi eser
kapsamında olduğu için oraya kesinlikle müdahale
edemedik. Pazartesi sabahı oraya giderek, düzenlemiş
olduğumuz raporu Kültür Müdürlüğüne sunduk. Ön
cephedeki yıkıntıyı da kendi imkanlarımızla
kaldırdık. İhtiyaç
sahibi
bazı vatandaşlar tarafından tahtalar sökülerek, yapı
çökmüş durumda. Biz Kırklareli Belediyesi olarak
elimizden gelen her türlü şeyi yaptık. Bugünde
zabıta görevlilerimiz vatandaşları olay yerinden
uzaklaştırdı."
Radikal, 30.11.2010
|
KAMU MALLARININ SİGORTASI YOK
Önceki gün
Haydarpaşa Garı’nda izolasyon çalışmaları sırasında
çıkan yangın kamu mallarının
sigorta yapılmadığını ortaya çıkardı. Haydarpaşa
Garı’nda yangın sonrası yaşanan ciddi hasar üzerine,
‘Haydarpaşa Garı’nın sigortası var mı?’ sorusunu
HDI Sigorta Genel Müdürü Enis Talaşman, “Kamu
malları sigortalı değil” diye yanıtladı.
Talaşman, “Kamuda genel bütçeyle yönetilen
kurumların sigortası yapılmıyor. Ancak, özel bütçeli
kurumlarda, il özel idarelerinde, belediyelere ait
şirketlerde sigorta yapılıyor. Ama genel bütçeden
pay alan kurumlar sigorta yaptıramıyor”
değerlendirmesinde bulundu.
Talaşman, Haydarpaşa Garı’nda yangının
tadilat sırasında çıktığını hatırlatarak,
“Tadilatı yapan firma çevreye verilecek zararlarla
ilgili bir sorumluluk sigortası yaptırmış olabilir.
Tabi buradaki hasar çok büyük. Tadilat için bir
sigorta yapıldıysa, poliçenin teminatına bakmak
gerekir” dedi.
Tarihi yapılar ve içindeki eşyalarla ilgili sigorta
yapılması durumunda değer tespiti yapılmasının çok
uzun bir süreç olduğunu belirten Talaşman, “Türkiye’nin
tarihi envanteri çıkartılıp, müzeler, sarayların
sigortasına yönelik bir çalışma yapılabilir. Çünkü,
ciddi bir potansiyel var. Reasürans bulunduktan
sonra sigorta yapılabilir. Ancak bu tür yapılarda
binanın restorasyonunu yaparsınız, ancak içindekiler
hiçbir zaman yerine konulabilecek şeyler değil” diye
konuştu.
Aviva Sigorta Genel Müdürü Ertan Fırat da kamu
mallarına sigorta yapılmadığını belirterek, “Özel
bütçeli kurumlarda sigorta yapılıyor. Haydarpaşa
Garı’nın tadilatını yapan firma sorumluluk sigortası
yaptırmış olabilir” yorumunda bulundu.
Liberty Sigorta Genel Müdürü
Ragıp Yergin ise kamunun çok fazla varlığı
olması nedeniyle sigorta yaptırmadığını belirterek,
‘Topkapı
Sarayı,
Dolmabahçe Sarayı’nın sigortası var mı?’
sorusunu, “Bunların değerlemesini yapmak oldukça
zor” dedi.
Haydarpaşa Garı’nın tadilatı için sigorta yapılıp
yapılmadığı konusunda sektörün önde gelen
şirketlerinin bilgisi bulunmazken, sektörün
duayenlerinden bir sigortacı, “15 yıl önce
Dolmabahçe’ye sigorta yapılmak istenmişti. Ama
reasürans bulunamadığı için yapılamamıştı” dedi.
Milliyet, Haber: Ayfer Yıldız, 30.11.2010
|
İKİ BUÇUK MİLYON YILLIK FOSİL
Kütahya İl Jandarma Komutanlığı ekipleri, 4 kişinin Denizli’de bazı kişilerden aldıkları tarihi eserleri satmak için Kütahya’ya getirdikleri ihbarı üzerine harekete geçti.
Ekipler, durdurdukları otomobilde 2.5 milyon yıllık 16 yengeç ile 4 yaprak fosili buldu. Jandarma ekipleri otomobildeki 4 kişiyi gözaltına aldı. Şüpheliler tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.
Hürriyet, Haber: Oğuzhan Kılıç, 30.11.2010
|
 |
|
POMPEİ'DE YENİ ÇÖKÜNTÜ
İtalya'nın Napoli kenti
yakınlarındaki
en önemli
ören yerlerinden biri olan Pompei'de, "Ahlakçının
Evi"nin (Casa del Moralista) bahçe bölümündeki bir
duvar bu sabah çöktü.
Ören yeri Pompei’deki kazı müdürü Antonio
Varone’nin, duvarın yıkılmasının ardından, teknik elemanlar ve yetkililerle olay yerinde inceleme
yaptığı açıklandı.
Pompei’de 6 Kasımda 2 bin yıllık "Gladyatörler
Evi"nin yıkılmasının ardından bugün de
yeni bir
çökme meydana gelmesi kaygıları artırdı. Çöken
duvarın, "Gladyatörler Evi"ne yakın bir bölgede yer
alması dikkati çekti.
İtalya 10 Kasımda "Ahlakçının Evi"nde de bir çöküntü
olduğu haberiyle çalkalanmış, ancak bu
iddia Kültür Bakanlığı tarafından sert bir dille
yalanlanmıştı.
Radikal, 30.11.2010
|
KRİSTOF KOLOMB POLONYALIYMIŞ

Portekizli tarihçi Manuel Rosa, Amerika kıtasını
keşfeden Kristof Kolomb'un
Polonya eski Kralı 3'üncü Vladislav'ın oğlu
olduğunu öne sürdü. Rosa'nın iddiasına göre, Polonya
Kralı 3'üncü Vladislav, Osmanlı ile Haçlı ordusu
arasındaki Varna Savaşı'nda ölmedi ve
Portekiz'e kaçtı.
Hayatının 20 yılını Kolomb'un hayatını araştırmakla
geçiren Portekizli tarihçi Rosa, ünlü kaşif
hakkındaki üçüncü kitabını (Kolombo: Anlatılmamış
hikayesi) yazdı.
Ortaçağa ait çok sayıda belge ve günlüğü inceleyen
Rosa, araştırmaları neticesinde 1505 yılında
hayatını kaybeden Kolomb'un, 1444'teki Varna
Savaşı'nda öldüğü bilinen Polonya eski Kralı 3'üncü
Vladislav'ın oğlu olduğu sonucuna vardı.
ABD'deki Duke Üniversitesi'nde öğretim üyesi
olan Rosa'nın teorisine göre, Sultan 2'nci Murat
önderliğindeki Osmanlı ordusunun kazandığı Varna
Savaşı'ndan sağ kurtulan Kral 3'üncü Vladislav,
Portekiz adası Madeira'ya kaçtı. Madeira'da sürgün
hayatı yaşayan ve burada "Alman Henry" ismiyle
bilinen 3'üncü Vladislav, Portekiz kraliyet
ailesinin bir üyesiyle evlendi. Bu evlilikten de
Kristof Kolomb dünyaya geldi.
Rosa'ya göre, bu durum Kolombo'nun dünyanın yuvarlak
olduğunu ispatlamadan 15 yıl önce Portekiz kraliyet
ailesinden biriyle nasıl evlenmeyi başardığını da
açıklıyor.
Rosa, Kolombo'nun ayrıca kraliyet ailesi kimliği
sayesinde
İspanya Kralı'nı
Atlantik Okyanusu'na yapacağı keşfi finanse
etmeye ikna ettiğini belirtti.
İngiliz Daily telegraph gazetesine konuşan
Portekizli tarihçi, Kolomb'un babasının kimliğini
saklamak için gerçek kökenini çevresinden
gizlediğine inandığını ifade etti.
Rosa, "Avrupa
mahkemeleri de onun kim olduğunu biliyordu ama bunu
kendi çıkarları için sır olarak tuttular" diye
konuştu.
Kristof Kolomb'un bugüne kadar 1451 yılında
İtalya'nın Cenova şehrinde doğduğu ve Domenico
Kolomb isimli bir dokumacının oğlu olduğu
sanılıyordu.
Ünlü kaşifin daha önce de Yunan, İspanyol, Fransız,
Portekiz ve İskoç asıllı olduğu iddia edilmişti.
Hatta
Yahudi olduğu için kökenini sakladığı veya
Portekiz kraliyet ailesi için gizlice çifte ajan
olarak çalıştığı dahi öne sürülmüştü.
Rosa, Kolomb'un kraliyet
ailesinden geldiğini ispat etmek için İspanya'daki
Sevilla Katedrali'nde yatan kaşifin DNA
örnekleriyle, Kral 2'inci Vladislav'ınkileri
karşılaştırmayı planladığını belirtti.
Rosa, "Kral 2'nci Vladislav'ın mezarının açılması
için Krakov Katedrali'ne başvuruda bulundum. Eğer
Kolomb'un Kral 2'nci Vladislav Kolomb'un torunu
olduğu ortaya çıkarsa, teorim ispatlanmış olacak"
dedi.
Milliyet, 30.11.2010
|
YETİMHANE TAPUSU ARTIK PATRİKHANE'DE
Avukatların dün öğlen saatlerinde Adalar Tapu
Kadastro Müdürlüğü’nden aldıkları tapuyu Fener Rum
Patriği Bartholomeos’a teslim etmeleriyle,
Büyükada’daki Rum Erkek Yetimhanesi, resmen
Patrikhane’nin oldu. Patrikhane avukatı, Bozcaada’da
aynı durumda üç bina daha olduğunu söyleyip, karara
Ankara’dan ‘siyasi destek’ olduğuna inandığını
söyledi.
Büyükada’daki Rum Erkek Yetimhanesi’nin tapusu dün
Fener Rum Patrikhanesi’ne verildi. Patrikhanenin
avukatı Cem Murat Sofuoğlu, davayı Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi’nde takip eden Yunan meslektaşı
Yihannis Ktistakis’le birlikte Büyükada’daki Adalar
Tapu Kadastro Müdürlüğü’nden aldığı tapuyu, Fener
Rum Patriği Bartholomeos’a teslim etti.
Sofuoğlu, dün saat 10.15’te Bostancı’dan vapurla
Büyükada’ya geçti. Adalar Kaymakamlığı binasındaki
Tapu Kadastro Müdürlüğü’ne saat 11.30’da giren
Sofuoğlu saat 12.00’de elinde tapuyla dışarı çıktı.
Sofuoğlu ve Yihannis Ktistakis daha sonra Rum
Yetimhanesi’ne gitti ve dış kapıyı açtırdı.
Sofuoğlu burada yaptığı açıklamada, şunları
söyledi: “Patrikhane’nin değil ama aynı durumda olan
Bozcaada’da 3 tane yapı var. Oradaki vakfa ait
gayrimenkuller var. İnsan hakları kararı ve
mülkiyetin iadesi. Ben bunları mahkemeye teslim
ettim. Benzer durumda olanlar bu karardan istifade
edeceklerdir.”
Yunan avukat da, “Büyükada’ya hoş geldiniz” diye
başladığı açıklamasında, “Bu uzun bir süreç oldu. Bu
dava süresince hukuk insanlarının önemli yardımları
oldu. Bir kısmı
Yunanistan’da İnsan Hakları Mahkemesi boyutu
için, Türkiye’dekiler de buradaki yargılama için çok
sıkı çalıştılar. Bu avukat grubu insan hakları için
ve ekümenikal mahkeme için çalışmışlardır” dedi.
Sofuoğlu ve beraberindekiler Büyükada’daki
işlemlerin ardından Deniz taksi ile Fener iskelesine
geldi. Sofuoğlu, Fener Rum Patrikhanesi’ne girmeden
önce gazetecilerin sorularını yanıtladı. Yaşanan
sürecin hem Avrupa’da, hem de Türkiye’de bir ilk
olduğunu söyleyen Sofuoğlu, Ruhban Okulu’nun bu
kararla bağlantılı olmadığını özellikle belirtti.
Sofuoğlu, “Karara siyasi destek var mıydı?”
şeklindeki soruyu da şöyle yanıtladı: “Ben biraz var
olduğuna inanıyorum. Hükümetin bu konuda aktif rol
oynadığına inanıyorum. İçişleri Bakanlığı’nın,
Adalet Bakanlığı’nın yazıları var mahkeme dosyasına
giren. Ancak mahkeme siyasi bir karar vermedi.
Hiçbir kuruluş mahkemelere emir veremez.”
Saat 14.15’te Fener Rum Patrikhanesi’ne giren
Sofuoğlu, tapuyu Patrik Bartholomeos’a teslim etti.
Hürriyet, Haber: Eyüp Serbest,30.11.2010
|
2 MİLYON 200 BİN TL'YE YENİ SAHİBİNDE
Rus Çarı 2. Nikola'nın 1913 yılında, Türk diplomat Türkhan Paşa'ya hediye ettiği faberge enfiye kutusu, Londra'daki Christie's müzayede evinde yapılan açık artırmada, 937 bin 250 sterline (yaklaşık 2 milyon 200 bin TL) alıcı buldu.
500’den fazla eserin yer aldığı Rus Sanat Eserleri Müzayedesinde, Rus Çarının St. Petersburg’daki Büyükelçilik görevinin beşinci yılını tamamlaması dolayısıyla Türkhan Paşa’ya (1846-1927) hediye ettiği Faberge enfiye kutusu, beklenenden daha yüksek fiyata satıldı. Kutunun, 400 bin ila 600 bin sterlin arasında alıcı bulması bekleniyordu.
Müzayede evi, kıymetli taşlarla süslenmiş, altın ve mine kaplamalı enfiye kutusunun, 1919 yılında son kez el değiştirerek, bu satıştan önceki sahibi olan aile tarafından satın alındığını belirtti.
Radikal, 30.11.2010
|

|
KOCAELİ'NDE 106 METRE UZUNLUĞUNDA 'ROMA YOLU'

Kocaeli'de bir dönem üzerinden yol geçen
2. yüzyıla ait Roma hamamı
ve
çevresinde yapılan kazılarda
üzeri pişmiş
toprak tuğlalarla kaplı 106 metre uzunluğunda Roma
yolu ortaya çıkarıldı.
Gölcük'ün Yazlık Mahallesi'nde 2000 yılına kadar
üzerinden yol geçen 2. yüzyıla ait Roma hamamı ve
çevresinde bir süre önce Gölcük Belediyesi ve
Kocaeli Müze Müdürlüğü'nün hazırladığı proje
kapsamında kazı çalışmaları başladı.
Yaklaşık 3 ay süren çalışmalar sonunda bölgede, 106
metre uzunluğunda üzeri mermerle kaplı Roma Yolu, su
kanalları, tarihi yapılar ve sikkeler bulundu.
Hamamda bulunan Roma dönemine ait tonozlu yapının
çevresi ise uzman ekiplerce yapılan çalışmalarla
temizlendi.
Bazı tarihi yapıların kalıntılarına da ulaşılan
bölgede, büyük bir termal tesisinin kurulması için
çalışmalar devam ediyor.
Kocaeli Müze Müdürü İlksen Özbay, AA muhabirine
yaptığı açıklamada, kazı yapılan Roma hamamının 2000
yılına kadar üzeri toprakla kaplı bir alan olduğunu
ve buranın üzerinde araçların geçtiği bir yolun
bulunduğunu söyledi.
Yaptıkları yüzey çalışmaları sonucu yolun ulaşıma
kapatıldığını ifade eden Özbay, ''Bu yıl ise Gölcük
Belediyesinin termal tesis yapma talebi üzerine
burada kazı çalışmalarına başladık. Yaklaşık 3 aydır
kazımız sürüyor. Kazılarda çok önemli tarihi eserler
elde ettik. Burada bir takım sikkeler bulduk. Bu
sikkeler 2. yüzyıla ait'' diye konuştu.
Roma hamamlarının daha çok halk için yapıldığını
vurgulayan Özbay, ayrıca Roma askerlerinin de
savaşlardan döndüğünde şifa merkezleri olarak
adlandırılan bu hamamlara geldiğini söyledi.
''Burası Türkiye'de ilk denilebilecek bir tarzda.
106 metrelik Roma Yolu bir ilktir. Daha önce bu
kadar uzunlukta bir Roma Yolu bulunmamıştı'' diyen
Özbay, şöyle devam etti:
''Bu sevindirici bir olay. Uzun ve kullanılabilir
bir yol. Burada kurulacak termal tesisin içinde bu
yolu kullanmayı düşünüyoruz. Bölgede yapılaşma
olduğu için yolun büyük bir kısmının yapıların
altında kaldığını tahmin ediyoruz. Ayrıca 3 metrelik
de restorasyon isteyen bölüm var. Bununla birlikte
yolun uzunluğu toplamda 109 metreye ulaşıyor.

Kazıların
tamamlanmasının ardından kurulacak termal tesisin
içerisinde Roma Yolu ve yanında bulduğumuz su
kanallarını teşhir edeceğiz. İnsanlar buraya
geldiklerinde hem şifa bulacaklar hem de tarihi
görecekler. Bunu da Kültür Yolu Projesi adı altında
yapacağız. Tesisin üst tarafında da Kültür Tepesi
Projesi kapsamında sosyal alanlar oluşturacağız.
Buradan da tarih ve doğa izlenebilecek. Kazılarda
bulduğumuz deniz kestanesi fosillerini de vitrinimsi
bir görüntüde sergileyeceğiz. Ayrıca su künklerinin
hepsini restore edeceğiz. İnsanlar bu Roma Yolu'ndan
geçerken aynı zamanda bir kültür koridorundan geçmiş
olacaklar''.
Roma döneminden kalan ve hamam olarak kullanılan
tonozlu yapının üzerinden geçen yol nedeniyle,
yapıda çatlakların oluştuğunu dile getiren Özbay,
define arayanların da yapıya çok büyük zarar
verdiğine dikkati çekti.
Yapının çatısının ve duvarlarının aslına uygun
şekilde restore edileceğini belirten Özbay, ayrıca
kazılar sırasında yeni kalıntılar bulduklarını ve
bunun altından da su çıktığını söyledi.
Roma dönemine ait hamamın bulunduğu alanda da
kükürtlü su çıktığını ifade eden Özbay, ''Yeni
bulduğumuz yapının altından çıkan su bundan farklı.
Dolayısıyla burada 2 çeşit şifalı su var. Kükürtlü
su cilt hastalıklarında karşı iyi geliyor. Diğer
suyun ise göze ve mideye iyi geldiği söyleniyor''
diye konuştu.
Tesiste biri kapalı iki havuz yapacaklarını kaydeden
İlksen Özbay, ''Tesiste ayrıca kapalı ve açık yeme
içme mekanları olacak. Şadırvanlar, kamelyalar
olacak. Buraya gelenler Roma ile başlayacak Osmanlı
ve Cumhuriyet mimarisi ile bitecek yapıları
görecekler. Tesiste Osmanlı'nın şadırvanları,
Cumhuriyetin kamelyaları da olacak'' dedi.
İlksen Özbay, termal tesisin yaklaşık 3 milyon
liraya mal olacağını da sözlerine ekledi.
“Kocaeli turizm pastasından hak ettiği payı alacak”
Kültür Turizm İl Müdürü Adnan Zanburkan ise
Kocaeli'de tarihi ayağa kaldırmak için tarihi
yapıları restore ettiklerini, yer altındakileri de
gün yüzüne çıkartmaya çalıştıklarını söyledi.
Roma hamamının bulunduğu bölgenin 1998 yılında
turizm merkezi olarak ilan edildiğini ve 1/25 binlik
planlarının çizildiğini ifade eden Zanburkan,
bölgeyle ilgili planlama çalışmalarının
tamamlanmasının ardından burada bir turizm merkezi
oluşturulacağını anlattı.
Kazı çalışmalarının tamamlanmasıyla restore
çalışmalarına başlanacağını dile getiren Zanburkan,
şöyle konuştu:
''Kocaeli yıllarca ihmal edilmiş bir sanayi kenti.
Ülkemizde tarih bilinci hızlı bir şekilde oluşmakta.
Büyük projeler hazırlıyoruz. Son birkaç yılda çok
sayıda eseri restore ettik. Burada yapılan çalışma
başarıyla tamamlandı. Buradaki restore çalışmaları
İl Özel İdaresi ve Valiliğin ödeneği ile yapılacak.
Kocaeli artık sanayi kenti olmanın yanında alt
yapısı hazır, kendini turizme hazırlamış yerli ve
yabancı turistlerin gelip konaklayabileceği,
dinlenebileceği gezebileceği bir kent haline
gelecektir. Dönem farkı gözetmeden bütün tarihi
eserleri korumak gelecek nesillere aktarmak bizin en
önemli görevimizdir. Bu tesis ve beraberindeki
projeler tamamlandığında Kocaeli eskiye nazaran
turizm pastasından daha fazla pay almaya
başlayacak''.
Adnan Zanburkan, Kocaeli'de bugün toplamda 5 bin
yatak kapasiteli 25'e yakın otel bulunduğunu ve bu
otellerin hemen hemen her gün dolu olduğunu
belirterek, Cengiz Topel Havaalanının açılması ve
tarihi eserlerin restorasyonlarının tamamlanmasıyla
Kocaeli'nin turizm pastasından hak ettiği payı
alacağın inandıklarını vurguladı.
Yapı, Fotoğraflar:
Tahir Turan
Eroğlu, 29.11.2010
|
ŞEHİT MEZARI ÜZERİNDE İNŞAATA 'OLUR' RAPORU

Marmaray projesi
kapsamında İstanbul Yenikapı'da sürdürülen kazı
çalışmaları sırasında 8 bin 500 yıllık mezarı bulan
arkeolog Yaşar Anılır'ın, çok daha yakın bir döneme
ait fetih şehitliğinin üzerine inşaat yapılmasına
göz yumduğu ortaya çıktı. Anılır'ın "Eski mezar
yoktur" dediği yerde İstanbul'un Fethi sırasında
şehit düşen askerlerden birinin yattığı anlaşıldı.
Kültür ve Turizm Bakanlığı başmüfettişi
Müşerref Can'ın hazırladığı 21 Mayıs 2010
tarihli öninceleme raporuna göre de İstanbul
Arkeoloji Müzesi'nde görev yapan Anılır, ortaya
çıkan tarihi buluntuları yok sayarak görevi kötüye
kullandı. İşte olayın gelişimi:
Arkeolog Yaşar Anılır, İstanbul IV. Numaralı Kültür
ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu'nun
talebi doğrultusunda meslektaşı
Nilüfer Çolpan'la birlikte Cankurtaran Mahallesi
60 pafta, 72 Ada, 23 No.lu parselde bulunan alanda,
Arkeoloji Müzesi kontrolünde yapılan inşaat ırasında
denetimle görevlendirdi. İnşaatı Seda Bircan adlı
vatandaş yaptırıyordu. Ancak komşular, inşaat
yapılan alanın tam ortasında bir yatır olduğunu
iddia etti. Mahalle sakini
Fariz Demir İstanbul Büyükşehir Belediyesi
Başkanlığı Koruma ve Uygulama Denetim (KUDEB)
Müdürlüğü'ne mezar alanında inşaat yapıldığı
ihbarında bulundu. Bunun üzerine Seda Bircan,
İstanbul Türbeler Müzesi Müdürlüğü'ne başvurarak
alanın incelenmesini istedi. Arkeoloji Müzesi de
olayı araştırmak üzere arkeologlar Yaşar Anılır ile
Nilüfer Çolpan'ı görevlendirdi. İddialara göre
arkeologlardan Yaşar Anılır, müze taahhütnamesine
uymayarak hafta sonu bölgede kazı yaptı. Arkeolog
Nilüfer Çolpan da Kültür ve Turizm Bakanlığı
müfettişine verdiği ifadede Anılır'ın kendisine
haber vermeden Mimar
Nesim Kılıçaslan'la birlikte cumartesi günü kazı
yaptığını söyledi. İstanbul IV Numaralı Kültür ve
Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu raportörleri
Pınar İzdil ve
Müge Ceylan tarafından düzenlenen raporda,
Anılır'ın 14 Şubat 2009 Cumartesi günü kazı yaptığı
belirtildi. Seda Bircan'ın komşusu Fariz Demir de bu
durumu fotoğraflarla belgeledi.
Yaşar Anılır, yapılan kazı çalışması sonucunda,
"Burada mezar yok. Kemik bulunamadı. Komşular yeni
inşaatla pencerelerinin önü kapanacak diye
söylentiyi yayıyor" diye rapor hazırladı. Türbeler
Müzesi Müdürlüğü müze araştırmacısı
Ali Ziyrek ise bildirilen yerde 1453'te
İstanbul'un fethi sırasında şehit düşmüş bir Osmanlı
askerinin kabrinin bulunduğunu tespit etti. Ali
Ziyrek tarafından hazırlanan raporda
Ord. Prof.Dr. A. Süheyl Ünver'in kaleme aldığı
"İstanbul'un Mutlu Askerleri ve Şehit Olanları" adlı
kitapta, bölgede mezar olduğu bilgisine yer
verildiği belirtildi. Kitapta şehit mezarlarından
birinde yazılı olduğu belirtilen, "Hüda Hafız 1285"
(Allah koruyandır, Miladi 1868) ibaresinin, mezar
alanında bulunan kitabe ile aynı olduğuna işaret
edildi. Ünver'in kitabına göre İstanbul'un Fethi
sırasında şehit olan ve mezarı üzerine inşaat
yapılan, Fatih'in topçubaşısı Seyid Hasan. Müfettiş
Müşerref Can da Yaşar Anılır'ın, Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma Kurulu'nu yanlış bilgilendirip
şehit mezarı üzerine bina yapılmasına yol açtığına
kanaat getirdi.
Yaşar Anılır, ilk olarak Yenikapı-Marmaray istasyonu
inşaatında bulduğu Neolitik döneme ait mezar ile
adından söz ettirmişti. Kendisini, "Mahalle
sakinleri mezarın varlığı nedeniyle parsel sahibine
baskı kurdu. Nilüfer Çolpan'ı yalnız bırakmak
istemediğimden cumartesi günü kazıya başlama kararı
aldım. Nilüfer Çolpan geleceğini söylediği halde
gelmedi'' diye savunan Anılır, 5 Mart 2009'da
tamamladığı raporda moloz taşlarla çevrili alanda
kemik bulunmamasını "Mezarlık yok" iddiasına dayanak
olarak gösterdi. Kültür ve Tabiat Varlıklarını
Koruma Bölge Kurulu Üyesi Yrd.
Doç.Dr. Ahmet Vefa Çobanoğlu ise alanda kemik
bulunmamasının mezar olmadığı anlamına gelmeyeceğini
belirtti. Çobanoğlu, alanın, "makam kabri' olarak
bilinen, orada savaşmış önemli kişilerin
unutulmaması için yapılmış kabirlerden biri olduğunu
belirtti.
İstanbul IV No.lu Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürü Günseli
Aybay, Yaşar Anılır'ın bir klasik arkeolog olduğu ve
Osmanlı dönemiyle ilgili bir arkeolojik araştırmada
mutlaka Kurul'a danışması gerektiği halde bunu
yapmadığını belirtti. Kurul raportörü Pınar Uzdil
Isıtan da Anılır'ın bilimsellikten uzak rapor
hazırladığı görüşüne yer verdi. İstanbul Valiliği,
Başmüfettiş Müşerref Can'ın hazırladığı rapor
doğrultusunda Anılır hakkında soruşturma izni verdi.
Anılır bu karara itiraz etti, ancak bu itiraz 30
Eylül 2010'da mahkeme tarafından reddedildi. Yaşar
Anılır hakkında görevi kötüye kullanmaktan dava
açılacak. Söz konusu madde 3 yıla kadar hapis cezası
öngörüyor.
Sabah, Haber: Abdurrahman Şimşek, 29.11.2010
|
AKM İÇİN ÇARPICI RAPOR
Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü’nün, Kültür ve
Turizm Bakanlığı’na sunduğu seyirci sayısına ilişkin
raporda, “2008’de tadilat nedeniyle Atatürk Kültür
Merkezi binasının kapanmasından dolayı 2009’da
temsil sayısında artış olmasına rağmen seyirci
sayısında düşüş yaşanmıştır” değerlendirmesi
yapıldı. Genel Müdürlüğün
TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’na sunulan
raporunda, temsil ve seyirci sayısının yıllara göre
istatistiki dağılımı yapıldı.
İstatistiklere göre, 2008’de Türkiye’de toplam
703 opera ve bale temsili gerçekleştirildi ve bu
temsilleri 305 bin 944 seyirci izledi. Bu rakam son
10 yılın en fazla seyirci sayısı olarak da tabloda
görüldü. 2009’da ise kurum bir önceki yıla göre daha
fazla temsil yaptı fakat daha az seyirci geldi.
2009’da gerçekleşen 838 temsili 296 bin 814 kişi
izledi. Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü
yetkilileri, 2009’daki temsil sayısının 2008’e göre
135 gösteri artmasına rağmen 9 bin 130 seyircinin
azalmasını, 2008’de AKM’nin kapanmasına bağladı.
2010’da ise 1
Ocak-21
Ekim arasında 568 temsil gerçekleşirken 240 bin 975
seyircinin salonlara geldiği belirtildi.
Bu yıl Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü
tarafından Yekta Kara’nın Sanat Yönetmenliğinde 1.
İstanbul Uluslararası Opera Festivali
düzenlendi. Operaya ilgili artırmak için ünlü
isimlerin poz verdiği afişler de şehrin dört bir
yanını süsledi.
Hürriyet, Haber: Umut Erdem, 29.11.2010
|
|
ELEKTRİKÇİ DÜNYAYI ŞOK ETTİ
Ünlü ressam
Pablo Picasso'nun bugüne kadar hiç günışığına
çıkmamış tam 271 tablosu olduğu iddia edildi.
Değeri yaklaşık 60 milyon Euro olan tablolar,
ünlü ressamın ailesine gösterildikten sonra,
Picasso'nun varislerinden de onay aldı. Eserlerin
1970'li yıllarda Picasso
için
çalışmış olan elektrikçinin eline nasıl geçtiği
bilinmiyor.
Tabloların gerçek ressamı da yapılan
incelemelerden sonra ortaya çıkacak. Fransız avukat
Jean-Jacques Neuer Eylül ayında Fransız
Riviera'sından bir çiftin Picasso'nun oğlu Claude'a
tabloları gösterdiğini açıkladı. Neuer, tabloların
orijinal olduğu inancını doğruladı ancak çiftin
hırsızlık yaptığından şüpheleniliyor.
Hürriyet, 29.11.2010
|
TARİHİ MİRGÜN KÖŞKÜ BELGESELLE HAYAT BULUYOR
Ressam Ahmet Mirgün tarafından 1985 yılında İstanbul
Üniversitesi'ne bağışlanan ve Avrupa Kültür Başkenti
2010 kapsamında restorasyonu gerçekleşecek olan
tarihi Mirgün Köşkü'nün belgeseli çekiliyor.
Belgeselin çekimlerini "SERACEM" yapıyor.
Baltalimanı'nda bulunan tarihi Mirgün Köşkü'nün
belgeseli 4 bölüm ve 120 dakika olacak. Proje
kapsamında Köşk'ün mimari özellikleri, yapıldığı
dönem itibarı ile yaşamsal geçmişi ve bölgedeki
etkileşimler belgesele aktarılacak. Yıl sonunda
tamamlanması planlanan belgeselde azınlıkların mal
varlıklarına el konulması iddiasını da çürüten
gerçek yaşamdan kesitler canlandırılacak. Proje
ortaklarından Dr. Metin Gürsan, yıllardır atıl
vaziyette duran bu tarihi köşkün restorasyonla
birlikte kültür mirasımıza dahil edileceğini
belirtirken, Tanzimat'la birlikte değişim gösteren
mimari çeşitliliğin günümüze yansımalarının da "SERACEM"
belgeselinde yer alacağını açıkladı.
Yeni Asır, 29.11.2010
|
|
 |
METROPOLİS'TE PİSKOPOSLUK MERKEZİ BULUNDU
Kazıları devam eden İzmir Torbalı'daki Metropolis antik kentindeki Araplıdere Kilisesi'nin Psikoloposluk Merkezi olduğu belirlendi. 40 bin kişilik kentin kilisesinde sık sık törenlerin düzenlediği ortaya çıkarıldı.
2010 yılı kazıları geçtiğimiz aylarda sona eren ve şu sıralar bütçe, 2011 yılı kazı planı, eserlerin değerlendirilmesi gibi planlamaya yönelik çalışmaların yapıldığı Metropolis antik kentinde farklı tarihi bilgiler de çıkmaya devam ediyor. Bugüne kadar lüks yapıları, hamamları, zengin evleri, ticaret merkezileri, sanata verilen değer başta olmak üzere birçok farklı bilgisi gün ışığına çıkarılan Metrpolis'in bir diğer özelliği ise milattan sonra 12. yüzyılda bölgenin en etkili kilisesine ev sahipliği yapması. Aynı zamanda etkili bir Psikoloposluk Merkezi olduğu belirlenen Metropolis antik kentindeki Araplıdere Kilisesi'nde sık sık törenlerin düzenlediği belirlendi.
Yeni Asır, 29.11.2010
|
PERGE'DE 1800 YILLIK HEYKEL PARÇALARI
Antalya’daki Perge antik kentinde yürütülen kazılarda günışığına çıkarılan, Roma İmparatoru Lucius Verus’a ait heykelin parçaları, Antalya Müzesi’nde sergilenmeye başlandı.
Perge Antik Kenti’nde geçen ay yapılan restorasyon çalışmalarında, Güney Hamamı’nın yanında, bir kuleye ait mimarlık parçalarının kaldırıldığı sırada, bir heykele ait baş, kol, bacak ve el parçaları bulundu.
Heykelin MS 2. yüzyılda yaşamış Roma İmparatoru Lucius Verus’a ait olduğu belirlenirken, parçalanmış haldeki heykelin boyunun 4 metre olduğu belirtildi.
Heykel, yapılan incelemelerin ardından Antalya Müzesi’nde ’’İmparatorlar Salonu’’na yerleştirildi. Müze koleksiyonuna yeni eklenen Lucius Verus heykeli, ziyaretçilerin de ilgisini çekti.
Roma İmparatorluğu Nervan-Antoninler Hanedanı’ndan olduğu belirtilen Lucius Verus’un, Anadolu’nun imarında yaptığı çalışmalarla adından söz ettirdiği, MS 169 tarihinde de öldüğü kaydedildi.
Trt/Haber, 29.11.2010
|
 |
"SENİ YAKACAĞIM EY KOCA İSTANBUL!"
|
TAMİR YANGINI
 
 
Haydarpaşa Garı’nın izolasyon ve onarım
yapılan çatısında dün saat 15.30 sıralarında alevler
yükseldi.
Lodosun etkisiyle alevler büyürken Kadıköy ve
Üsküdar itfaiye ekiplerinin merdivenlerinin kısa
kalması üzerine yüksek merdivenli araçlar olay
yerine sevk edildi. Ancak kilitlenen trafiğe takılan
araçlar yangına zamanında yetişemedi. Kadıköy,
Üsküdar, Kartal, Erenköy ve Ümraniye müfrezeleri,
getirilen 52 metrelik merdivenlerle yangın söndürme
çalışmalarına katıldılar. Bu sırada gemi
yangınlarına müdahalede kullanılan yangın söndürme
römorkörleri rıhtıma yanaşıp yanan çatıya denizden
aldıkları suyu sıkmaya başladı. Saatte 7 bin 200 ton
suyu 70 metre yükseğe ve 150 metre ileriye
püskürtebilen römorkörler etkili oldu.
Alevler ve duman korku dolu anların yaşanmasına
neden olurken olay yerine sivil savunma ekipleri ve
ambulanslar da sevk edildi. Yangının başlamasının
ardından tarihi garda bulunan tüm yolcular ve
çalışanlar binadan tahliye edildi, polis ekipleri de
bölgede geniş güvenlik önlemi aldı. Karadan ve
denizden yapılan müdahaleler sonucu yangın 1 saatte
kontrol altına alındı. Yangında çatının ön cephesi
tamamen yanarken, yan kısımlarının ise bir bölümü
zarar gördü. Yangının çatıdaki izolasyon çalışmaları
sırasında başladığı öne sürüldü. Ulaştırma Bakanlığı
Müsteşar Vekili Talat Aydın “Çatıda çalışma vardı,
sabotaj ihtimalini değerlendirme dışı bırakmamız
mümkün değil ama çok küçük bir ihtimal” dedi.
Önlem almamak en
büyük sabotaj
İTÜ Makine Fakültesi öğretim üyesi Prof.Dr.
Abdurrahman Kılıç, tarihi bina yangınlarının
genellikle restorasyon sırasında çıktığına dikkat
çekerek, şunları söyledi: “Bu binalarda restorasyon
öncesinde önlem almak gerekir. Bu önlemi almamak en
büyük sabotajdır. Ahşap çatılarda alevli aletler
kullanılmamalı. Her işçinin yanında söndürme cihazı
bulunmalı.”
Çatıdaki onarım kaçak mı?
Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk, “Burasıyla
ilgili verdiğimiz bir onarım ruhsatı yok. Başvuru
var. Tabiat ve Kültür Varlıkları Kurulu’ndan onay
alınmış. Ödenek yokluğundan bizden ruhsat alınmamış.
Eğer yangın onarım yapılan yerde çıktıysa kaçak bir
çalışma var demektir” diye konuştu.
Son plana göre altı gar, üstü otel
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Meclisi, Aralık
2009’da “1/5000 Ölçekli Haydarpaşa Garı, Liman ve
Geri Sahası ile Kadıköy Meydan ve Çevresi Koruma
Amaçlı Nazım İmar Planı”nı oy çokluğuyla kabul etti.
Planla, Kadıköy, Harem ve Üsküdar bütünlüğünde bir
planlama yaklaşımının geliştirilmesi amaçlanıyor.
Planın en önemli kısmı “TCDD Gar, Çevresi ve Geri
Sahası Bölgesi” ana başlığının altındaki 5. maddede
“Haydarpaşa gar binasının zemin katı TCDD
işletmesinin ihtiyacı ölçüsünde gar hizmetleri için
kullanılacaktır. Geri kalan kısım kültür merkezi,
sosyal tesis ve konaklama tesisi olarak
kullanılabilir” deniliyor. Koruma Kurulu daha önce
planları reddetmişti. İBB Meclisi’nin son kararına
karşı, Birleşik Taşımacılık Sendikası da kuruldan
planın onaylanmamasını istemişti.
Sabotaj yok
Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, “Binada çatı
tamiratı yapılıyordu. Yangının bu çalışmalar
nedeniyle çıktığı kesin. İzolasyon malzemesinin
tutuşmasından mı yoksa kaynak makinesi nedeniyle mi
çıktığı konusu henüz net değil. Soruşturma
yapacağız. Sabotaj ihtimali yok. 1. derece sit
alanında korumaya alınmış bir binadır” dedi.
Yangınla ilgili soruşturma başlatan polis, iki
işçiyi ifadesini almak üzere polis merkezine
götürdü.
Haydarpaşa Garı, 1908’de
İstanbul -
Bağdat Demiryolu hattının başlangıç istasyonu
olarak inşa edildi. II. Abdülhamid döneminde,
1906’da yapımına başlandı, 1908’de hizmete girdi.
Binanın bulunduğu sahaya III. Selim’in paşalarından
Haydar Paşa’nın adı verildi. Binanın inşaatını,
Anadolu
Bağdat adı altında bir Alman şirketi
gerçekleştirdi. İki Alman mimar Otto Ritter ve
Helmuth Cuno tarafından hazırlanan projede, garın
yapımında Alman ustalarla İtalyan taş ustaları
birlikte çalıştı. I. Dünya Savaşı sırasında gar
deposundaki cephanelere 1917’de yapılan bir
sabotajla çıkan yangın sonucu bina büyük hasar
gördü. Onarılan bina bugünkü şeklini aldı. 1976’da
da yeniden geniş çapta onarıldı ve 1983’ün sonunda
dört dış cepheyle iki kulenin restorasyonu
tamamlandı.
Hürriyet, Haber: Seyit Erçiçek - Selçuk Yaşar,
29.11.2010
******
DAHA ÖNCE DE YANMIŞTI
İstanbul'un en önemli tarihi yapılarından
bir tanesi olan Haydarpaşa Garı daha önce de iki kez
büyük bir talihsizlik yaşamış ve yıkıma uğramıştı.
Haydarpaşa Garı'nda ilk yangın I. Dünya Savaşı
sırasında çıktı. 1917'de yapılan sabotaj sonucu
çıkan yangından binanın önemli bir bölümü hasar
gördü.
Anadolu'ya sevk edilmek üzere gar binasında
depolanan cephaneler 6 Eylül 1917 günü yapılan bir
sabotaj sonucu infilak ederek büyük hasar veren bir
yangın çıkararak, gar binası yangın ile birlikte
garda harekete hazır bekleyen ve gara girmekte olan
cephane ve asker dolu çok sayıda vagonda yok etti.
Bu sabotaj sonucu binanın çatısı imha oldu ve diğer
bölümleri de hasara uğradı. Bu hasarı akabinde
yapılan bazı onarım ve değişikliklerle gar binası ve
çatısı bugünkü görünümünü aldı.
1979'da ise Haydarpaşa açıklarında Indepenta adlı
tanker bir gemiyle çarpıştı ve bunun sonucunda
binanın kurşun vitrayları hasar gördü. Daha sonra
restore edilen Haydarpaşa Garı bugünkü görünümüne
kavuşmuştu.
Hürriyet, 29.11.2010
******
HAYDARPAŞA GARI YANDI UÇAĞA GEREK
GÖRÜLMEDİ

Haydarpaşa Garı’nın
çatısında yangın çıktı. Yangına havadan müdahale
edilmemesi eleştirilirken, Vali Mutlu THK’nın 2
uçağının transfer edildiğini ancak kullanılmasına
gerek görülmediğini söyledi.
Tarihi Haydarpaşa Tren Garı’nın üst katında ki
yangın saat 15.30’da başladı. Alevler,
İstanbul’un
Avrupa yakasından da rahatlıkla görüldü. Yangına
Kadıköy, Kartal,
Üsküdar,
Erenköy ve
Ümraniye itfaiye ekipleri müdahale etti. 52
metrelik merdivenlerle itfaiye yangını söndürmeye
çalıştı. Bu arada itfaiye ekipleri anonslarla Avrupa
yakasındaki itfaiye ekiplerinden de yardım talebinde
bulundu. Yangın nedeniyle gar binası çalışanları ve
yolcular hemen tahliye edildi.
Dumanlar
Ortaköy sahillerine kadar ulaştı. Yangına
denizden de müdahale edildi. Kıyı Emniyeti’ne ait
olan ve Haydarpaşa’da demirli iki söndürme gemisi
çalışmalarına hemen katıldı. Yangın yaklaşık 1 saat
sonra saat 16.30’da kontrol altına alındı. Çatıda
çok büyük hasar oluşurken, hemen altındaki kat da
söndürme çalışmaları nedeniyle hasar gördü. Binada
“Onursal İzolasyon” adlı firmanın 25 gündür çatı
katında onarım yaptığı öğrenildi. Firmanın ‘membran’
adlı izolasyon maddesini döşediği belirtildi.
Adını vermek istemeyen bir gar görevlisi, yangın
öncesi bir kalorifer borusunun patladığını ve
boruların tamiri sırasında binadaki bütün elektrik
şalterlerinin kapatıldığını söyledi. Yaklaşık bir
saat elektriksiz kalan binada daha sonra şalterlerin
açıldığını ve bu sırada bir elektrik kaçağı meydana
gelmiş olabileceğini iddia etti.
Garda incelemelerde bulunan İstanbul Valisi
Hüseyin Avni Mutlu, “Çatı katında devam eden bir
tamirat vardı. Ona bağlı mı değil mi bakacağız.
İtfaiye ekiplerinin teknik raporlarının alınmasını
bekleyeceğiz” dedi. Mutlu, “177 ihbar hattını arayan
vatandaşlara sezon bittiği için helikopter
olmadığının” söylendiğinin belirtilmesi üzerine
Mutlu, “Yangından sonra havadan müdahale
değerlendirildi. İhtiyaç nedeniyle
Ankara’da Türk Hava Kurumu’na ait iki uçak
Sabiha Gökçen Havalimanı’na transfer edildi.
Ancak tarihi bina olması nedeniyle yararları ve
zararları değerlendirildi. İhtiyaç hissedilmediği
için havadan müdahale edilmedi” diye konuştu.
CHP İstanbul İl Başkanı Berhan Şimşek’in
‘Belediye’nin
yangın söndürme helikopteri yok’ şeklindeki
eleştirisinin aktarılması üzerine Mutlu,
“Helikopterler de var. Bu konuda zaafiyet
düşünülmesin. Türk Hava Kurumu’yla iletişim
içindeydik.
Ulaştırma Bakanlığı’yla koordineli olarak
çalışma yaptık. Zaten denizden coğrafyamızın en
güçlü römorkörleri gerekli müdahaleyi yaptı.
Kurtarma romorkörleri 7 bin metreküplük su sıkma
kapasitesine sahip bu müdahale yeterli olduğu için
havadan müdahaleye ihtiyaç duyulmamıştır” dedi.
Kadıköy Belediye Başkanı
Selami Öztürk, onarım için Kültür ve Tabiat
Varlıkları’nı Koruma Kurulu’na izin için
başvurulduğunu belirterek, “Belediyemizden onarım
ruhsatı verilmiş değil. Sadece Koruma Kurulu’na
başvuruda bulunulmuş. Ancak ödenek yokluğunu gerekçe
göstererek bizden ruhsat talebinde bulunmamışlar.
Ancak görüyoruz ki onarım çalışması başlamış” diye
konuştu. Kıyı Emniyeti ve Gemi Kurtarma Genel Müdürü
Salih Orakçı ise, “Söndüren 6” ve “Söndüren 7” adlı
yangın söndürme gemilerinin olası bir yangına karşı
garın hemen yanında bekletildiğini ve çıkan yangına
bu gemilerin de müdahale ettiğini söyledi. Orakçı,
gemilerin kullandığı tuzlu suyun tarihi binaya zarar
verip vermediğiyle ilgili olarak da, önceliklerinin
yangını söndürmek olduğunu belirtti.

‘Gözden
çıkarılmıştı’
Mimarlar Odası İstanbul Şube Başkanı Eyüp Muhcu,
yangına havadan müdahale edilmesi gerektiğini, ancak
böyle bir müdahalenin yapılmadığını belirterek,
şöyle konuştu: “İstanbul Belediyesi İtfaiye
Müdürlüğü’nü aradım. Helikopterle havadan müdahale
gerektiğini, aksi takdirde sönmeyeceğini, taşıyıcı
temellerin ahşap direkler üzerinde oturduğunu
belirttim. Helikopterle havadan müdahele edilmemesi
çok risklidir ve düşündürücüdür. Binada yangın
söndürme sisteminin olmaması, olası yangınlarda
yangından korunmanın sağlanmaması, tedbirlerin
alınmaması da ayrı eleştiri konusudur. Yangının
zemin kata inmesi halinde taşıyıcı nitelikteki ahşap
direklerin hasar görmesi, binanın tamamen yok
olmasına neden olabilirdi. Haydarpaşa Garı 1.
derecede tescilli anıtsal yapıdır. Böyle anıtsal
yapılarda yangın söndürmeyle ilgili önlemlerin çok
daha ciddi alınması gerekir. Zaten o bölge kentsel
dönüşüm için gözden çıkarılmıştı. Tadilatların
düzensiz bir şekilde devam ettiği yönünde bir takım
bilgiler vardı.”

Tadilata suç
duyurusu
Haydarpaşa’nın kentsel dönüşüm projesini hazırlayan
ve bu çalışmalarda gar binasına dokunmayacaklarını
açıklayan Drees&Sommer firması, “Haydarpaşa Garı’nda
yasadışı
tadilat yapmakla” ve “mevzuata aykırı bir
şekilde
TCDD gayrimenkulünü kullanmakla“ suçlanmıştı.
Mimarlar Odası ve Birleşik Taşımacılık Çalışanları
Sendikası, birinci derecede tarihi ve kentsel
sit alanı ilan edilen gar binasının üçüncü
katında izinsiz olarak tadilat yaptığı gerekçesiyle
Drees&Sommer firması hakkında 2006’da
Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda
bulunmuştu.
Cumhuriyet Savcılığı, gar binasındaki
tadilat işlerini birçok kez durdurmuştu. Ancak bir
rapor hazırlayan İstanbul 5 Numaralı Kültür ve
Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu, yapılan tadilatın
Sit uygulamalarına aykırı olmayıp ‘basit tadilat’
olduğu şeklinde görüş bildirmişti.
Gardaki yangınla ilgili soruşturma başlatan polis, 2
işçiyi gözaltına aldı.
Kundaklama şüphesini mümkün görmediklerini ifade
eden Ulaştırma Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Talat
Aydın da “Yangın çatıdaki izolasyon çalışması
nedeniyle çıkmış olabilir. Ortada ihmal varsa
gereken yapılacaktır” dedi. İstanbul Belediyesi
İtfaiye Daire Başkanı Ali Karahan, yangının çıkış
nedeniyle ilgili ilk tahminlerinin, “Çatıda yapılan
izolasyon çalışmasından kaynaklandığı” yönünde
olduğunu belirtti.
TCDD Genel Müdür Yardımcısı İsa Apaydın ise,
İstanbul çıkışlı “Van
Gölü”, “Anadolu”, “Fatih” ve “İç Anadolu Mavi”
ana hat trenlerinin seferlerine dün saat 20.00
itibariyle başlandığını kaydetti. Bölgesel ve
banliyö treni seferlerinin bir süre yapılamayacağını
söyleyen Apaydın, yangın nedeniyle seyahat edemeyen
yolcuların biletlerinin iade edileceğini belirtti.
Milliyet, Haber: Önay Yılmaz - Tahsin Aksu -
Gürkan Akgüneş, 29.11.2010
******
"RUHSAT ALINMADI, ONARIM KAÇAK"
Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk,
Haydarpaşa Tren Garı’nın çatısında yapılan izolasyon
çalışmasının belediyenin denetiminde bir onarım
olmadığını söyledi. Öztürk yaptığı açıklamada,
tarihi binaları onarmak için her ilçede KUDEB adı
verilen birimler olduğunu, bu birimlerin onarım
ruhsatı verdiğini ve yapılan çalışmaları
denetlediğini belirterek, “Burasıyla ilgili
belediyemiz tarafından verilmiş bir onarım ruhsatı
söz konusu değil. Başvuru var. Tabiat ve Kültür
Varlıkları Kurulu’ndan onay alınmış. Daha sonra
ödenek yokluğundan bizden ruhsat alınmamış.
Belediyenin denetiminde yapılan bir onarım yok. Eğer
yangın onarım yapılan yerde çıktıysa kaçak bir
çalışma var demektir” dedi. Öztürk, itfaiyenin
yetersiz kaldığını da söyledi.
Vatan, 29.11.2010
******
"NİYE HAVADAN SÖNDÜRÜLMEDİ" TARTIŞMASI
Haydarpaşa Garı’ndaki yangın, karadan ve denizden
yapılan söndürme çalışmalarıyla 1.5 saatte
söndürülebildi. “Yangına havadan müdahale edilseydi
daha çabuk sönerdi” diyen uzmanlardan tepki yağdı.
* CHP İstanbul İl Başkanı Berhan Şimşek: “Ben iki ay
film çektim. İçini dışını iyi bilirim. Haydarpaşa,
İstanbul’un Anadolu bağlantısını kuran çok önemli
tarihi bir noktadır. Anıtlar Kurulu’ndan
geçirilemeyen yasalar, yangın kurulundan mı
geçirilmeye çalışılıyor. 18 milyar lira bütçeye
sahip bir belediyenin yangın söndürme helikopteri
alacak bütçesi yok mu? Tuzlu su ile tarihi binanın
söndürülmesi cahilliğin daniskasıdır. İstanbul’un
tarihi yapılarına bir kuruş yatırım yapılmamıştır.”
* Mimarlar Odası Başkanı Eyüp Muhçu: “Ben
yangını duyunca İstanbul Büyükşehir Belediyesi
İtfaiye Müdürlüğü’nü aradım. Hala itfaiye
araçlarının gelmediğini, bir an önce gelmesi
gerektiğini söyledim. Ayrıca da mutlaka yukarıdan
helikopterle bir müdahale yapılması gerektiğini
söyledim. Aksi takdirde yangın aşağıya inebilir,
bina çökebilir dedim. ‘Bizim helikopterimiz yok.
Havadan müdahale imkanımız yok dendi’ Bende Orman
Bakanlığı’nın bu konuda mutlaka bir helikopteri
olduğunu daha öncede ormanlara müdahale ettiğini
söyledim. Ve ayrıca askeriyeden de yardım alınabilir
dedim. Ancak bu yangına havadan bir müdahale
yapılmaması çok ilginç” şeklinde konuştu.
* Mimarlar Odası İstanbul Şube Başkanı Sami
Yılmaztürk: “İzolasyon maddesi yanıcı bir maddedir.
Bu tür yapılarda da aslında kullanılmaması gerekir.
Kullanılacak yerlerde de yangına ilişkin olası bir
tedbir alınması gerekir. Görülüyor ki tadilat
sırasında bu kadar büyük bir yangına neden olacak
olaylara karşı tedbir alınmamış. Çok yoğun bir
tedbir alınması gerekirdi.”
* Emekli Gar Müdürü Mete Tekyıldız: “1974’te muavin
olarak çalışmaya başladığım Haydarpaşa Garı’nda daha
sonra gar müdürü oldum. 26 sene emek verdim ben o
gara. Bu nasıl ihmal? Ben burada kasıt görüyorum.
Restorasyon çalışmalarındaki ihmalden
kaynaklandığını düşünüyorum. Depremin yıkamadığını
insanlık yaktı. Şimdi otel yapsınlar, amaçlarına
ulaştılar zaten bunu istiyorlardı. İçim yanıyor.”
* Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk:
Çalışmaları takip ediyorum, ancak yangının çıkış
nedeniyle ilgili henüz bize bilgi gelmedi. Karadan
gelen itfaiye yetersiz kalınca denizden müdahale
başladı. Denizden de müdahale edildi. Çatı katından
sonra dördüncü kat da yanmış durumda. Hem denizde
hem karada bütün trafik durduruldu.
“Belediye’nin yangın söndürme helikopteri yok”
iddialarını İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu
yalanladı: “Helikopterler var, bu konuda zafiyet
düşünülmesin. Türk Hava Kurumu’yla iletişim
içindeydik, Ulaştırma Bakanlığıyla koordineli olarak
çalışma yaptık. Zaten denizden coğrafyamızın en
güçlü römorkörleri gerekli müdahaleyi yaptı.
Kurtarma römorkörleri 7 bin metreküplük su sıkma
kapasitesine sahip. Bu müdahale yeterli olduğu için
havadan müdahaleye ihtiyaç duyulmamıştır. Yangından
sonra havadan müdahale değerlendirildi. İhtiyaç
nedeniyle Ankara’da Türk Hava Kurumuna ait iki uçak
Sabiha Gökçen Havalimanı’na indirildi. Ancak tarihi
bina olması nedeniyle yararları ve zararları
değerlendirildi ihtiyaç hissedilmediği için havadan
müdahale edilmedi.”
Vatan, 29.11.2010
******
HAYDARPAŞA YANDI AMA
BAKAN'A GÖRE HERŞEY YOLUNDAYDI
Ulaştırma Bakanı
Binali Yıldırım, Haydarpaşa Garı'ndaki yangına
ihbardan 4 dakika sonra denizden, 8 dakika sonra da
karadan müdahale edildiğini belirterek, ?15 dakika
içinde yangın kontrol altına alınmış, yangının
tamamen söndürülmesi 40 dakika içinde
tamamlanmıştır? dedi.
Yıldırım, Haydarpaşa Garı'nda incelemelerde
bulunduktan sonra yaptığı basın açıklamasında,
yangının ihbarının yapılmasının ardından Ulaştırma
Bakanlığı Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğünün hemen
Salacak'taki yangın mücadele ve refakat
römorkörlerini harekete geçirerek, yangın mahalline
vardığını belirtti.
Ekiplerin 15.28'de ihbardan 8 dakika sonra kara
tarafından itfaiye araçları ve görevli itfaiye
erleri, vardiya amirleri, başlarında İstanbul
Büyükşehir İtfaiye Daire Başkanı olmak üzere yangın
söndürme faaliyetlerine başladıklarını dile getiren
Yıldırım, şu bilgileri verdi:
“Yani yangın ihbarından 4 dakika sonra denizden, 8
dakika sonra da karadan müdahale edilmiştir. 15
dakika içinde yangın boğulmuş, kontrol altına
alınmış, yangının tamamen söndürülmesi 40 dakika
içinde tamamlanmıştır. Yangın toplam 2500
metrekarelik 'U' şeklindeki tarihi binanın çatısını
cephe tarafından ve sol ve sağ tarafında yan
kanatlardan bir miktar olmak üzere 800 ile bin
metrekarelik bir alanda etkili olmuştur. Çatı
katının altındaki katlara yangın sirayet etmemiştir.
Ancak söndürme amelesi esnasında atılan sulardan
mütevellit alt katlara su dolmuştur. Burada bulunan
bazı elektronik cihazlar, eşyalar zarar görmüştür.”
Yıldırım, yangın söndürme işleminin tamamlanmasını
müteakip hemen İtfaiye, Savcılık, Valilik, Demir
Yolları Genel Müdürlüğü ve ilgili tüm kurumların
üzerlerine düşen görevi yerine getirdiklerini ve
emniyetin olay yeri ekibi, bilirkişiler ve ondan
önce de savcılık incelemesinin tamamlandığını
bildirdi.
Haydarpaşa Garı'nın yüzyıllık tarihi ve kültürel
miras olduğunu ve Sultan 2. Abdülhamit döneminde
İstanbul-Bağdat demiryolu seferlerinin başlaması
anısına 1906 yılında inşaatına başlandığını ve
ağustos 1908'de de hizmete girdiğini anlatan
Yıldırım, 102 yıllık tarihi geçmişi olan İstanbul'un
çok önemli alameti farikalarından biri olan bu
tarihi mirasın, yerine konulması çok zor olan bu
eserin itfaiye görevlileri ve Kıyı Emniyeti Genel
Müdürü ve ekibinin çok olağanüstü gayretleri sonucu
büyük bir felaketten kurtarıldığını söyledi.
Ulaştırma Bakanı
Yıldırım, şöyle devam etti:
“Yangın ucuz atlatılmıştır. Tesellimiz yangın
esnasında can kaybı olmaması ve yangının katlara
binanın tamamına sirayet etmeden çatıda kontrol
altına alınması olmuştur. Şunu İstanbullular çok iyi
bilmelidir ki yanan çatı kısımları orijinaline uygun
olarak en kısa zamanda yeniden yapılacak ve yüz
yıllık tarihimize tanıklık eden Haydarpaşa Gar
binası daha nice yüzlerce yıl bu görevini yapmaya
devam edecektir.”
Basın mensuplarının sorularını da yanıtlayan
Yıldırım, yangının çıkış nedenine ilişkin bir soru
üzerine, birinci işin yangını söndürmek, ikinci işin
de bilirkişiler, emniyetin olay yeri araştırma
ekipleri ve savcılık olmak üzere çeşitli kanallardan
soruşturmanın sürdüğünü, bilirkişilerin yaptıkları
inceleme sonucu yangın nedenini ortaya koyacaklarını
söyledi.
Yıldırım, bu yangınla ilgili ortaya atılan iddialara
da işaret ederek, “Kasıt diyen var, ihmal diyen var.
Bütün bunlar en ince detayına göre araştırılacak,
soruşturulacak, her hangi bir kusur, kabahat, kasıt
varsa şüphesiz bunlar ortaya çıkacak ve müsebbipleri
de gerekli şekilde cezalandırılacaktır” dedi.
Yıldırım, bir gazetecinin “Dünkü onarımın yangınla
ilgisi var mı?” sorusuna da şu karşılığı verdi:
“Bu onarımın yangınla ilgisi olup olmadığı yine
bilirkişi incelemesinden sonra ortaya çıkacak. Bir
onarım olduğu doğrudur. Onarımla ilgili detaylarda
bellidir. Çatının muhtelif yerlerinde sızıntılar
olduğu için açık olan noktalara köpük sıkılmış,
pencerelerden su sızıntısını önlemek için branda
kaplaması yapılmış ve bir izolasyon malzemesi çatıda
kullanılmış. Bu işlemler saat 09.00'da başlayıp
15.10'a kadar devam etmiştir. Bu arada 12.00'da bir
tesisat kaçağı olduğu ihbar edilmiş. Bu kaçak da
12.00-12.45 arası tamir edilerek giderilmiştir.
Kalorifer tesisatı. Bunu da yukarıda gördük. Orada
yanma söz konusu değil. Dolayısıyla orada gün içinde
bir çalışma olduğu doğrudur. Sabahtan öğlen
saatlerine kadar, hatta yangından ihbar edildiğinden
10 dakika öncesine kadar bir faaliyet olmuştur.
Tarihi binalarda çalışma esnasında elektrik tesisatı
her hangi bir tehlike olmaması için tamamen
kapatılmış. Çalışma bittikten kısa bir süre sonra da
yangın vuku bulmuştur. Binanın bütün katlarında
yangın hidratları mevcuttur. Ayrıca 1406 tane de
kuru kimyevi tozlu portatif yangın söndürme aleti
mevcuttur. Dolayısıyla yangına karşı bina dahilinde
ve çatıda gerekli emniyet tedbirleri alınmıştır.”
Yıldırım, bir gazetecinin “tadilat için koruma
kurulundan izin alınmadığı” iddiasını hatırlatması
üzerine, şunları söyledi:
“Evet bu iddiayı dile getirdiler. Bu izin yazısıdır.
Sadece sonuç kısmını okumak istiyorum. İstanbul ili
Kadıköy ilçesi 54 pafta 240 adada bir sahibi yerdeki
yapının birinci grup tescilli eser olması nedeniyle
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı KUDEB
Müdürlüğü laboratuarından da yararlanmak suretiyle
özgün malzemesiyle, Kadıköy Belediyesi KUDEB bürosu
kontrolünde basit onarım yapılabileceğine oy
birliğiyle karar verilmiştir. Dolayısıyla her türlü
izin ikmal edilmiş ve onarımlar bu izinler
çerçevesinde yerine getirilmiştir.”
Belediyeden izin alınıp alınmadığı yönündeki bir
soruya da Yıldırım, bu binanın birinci grup koruma
altında olan bina olduğunu, bu nedenle izinlerin de
belediyeler tarafından değil, Tarihi ve Kültür
Varlıklarını Koruma Kurulları tarafından verildiğini
ve bu binanın da 5. Kurul'a bağlı olduğunu söyledi.
Yıldırım, söz konusu basit onarım izninin de 5.
Kurul'dan 2010'un 2. ayında alındığını ve yasalara
göre işlem yapıldığını kaydetti.
İzolasyonda kullanılan malzemelerle ilgili bir soru
üzerine de Yıldırım, bütün bunların bilirkişi
incelemelerinde ortaya çıkacak şeyler olduğunu,
dışarıdan ahkam kesmenin doğru olmayacağını, her işin
ehlinin bu işleri de ortaya çıkaracağını dile
getirdi.
Yıldırım, yanan kısımların tabanda değil, çatıdaki
ahşap ve çatılardaki kaplamalarda olduğunu
gördüklerini belirtti.
Bir gazetecinin, “Havada bir müdahale gerekli
miydi?” yönündeki sorusuna da Bakan Yıldırım, şu
yanıtı verdi:
“15 dakikada yangına müdahale, etkili şekilde
yapılmıştır. Hiç bir araç bundan daha hızlı yangın
mahalline erişemez. Ama bir yangına nasıl müdahale
edileceği, nasıl söndürüleceği, herkesin, sokaktan
geçenlerin vereceği fikirlere göre olmaz. Burada
yangını yöneten bir amir vardır. Denizden de karadan
da yangına müdahale eden bütün yangın söndürme
unsurları onun sevk ve idaresinde çalışır.
Dolayısıyla böyle bir ihtiyaç duyulmamıştır. Ama biz
İstanbul Valiliği ile de temas halinde olmak
suretiyle, her ihtimale karşı iki adet yangın
söndürme uçağını Sabiha Gökçen Havalimanı'na
gönderdik. Ama ihtiyaç hasıl olmadı ve kısa sürede
de yangın söndürüldü.”
Yıldırım, başka bir soru üzerine, yapılan her türlü
bakım onarım işini demir yollarının 152 senedir aynı
usulle yaptığını ve gereken her türlü tedbiri
aldığını belirterek, “Yapılan iş topyekun çatının
kaldırılıp orijinaline uygun olarak yeniden yapılma
işi değildir. Yapılan iş basit yağmur suyu
sızıntılarının önlenmesine yönelik tedbirden
ibarettir. Bunun için de bu işin ustası uzmanı kimse
onunla yaptırılır. O şekilde yaptırılır” dedi.
Yıldırım, bir gazetecinin dün ifadesine başvurulan
çalışanların “Çatıda sızıntı vardı. Tamir ettik daha
sonra izolasyonun çatladığını gördük ve yapıştırdık”
dediğini hatırlatarak, o esnada kullanılan ateş
sonrası yangının çıkmış olabileceğini sorması
üzerine, şöyle konuştu:
“Yangının nasıl çıktığı hangi nedenle çıktığı bunlar
hepsi araştırma sonucunda ortaya çıkacak konular.
Dolayısıyla bizim bu hususta yapacağımız her türlü
yorum, her türlü açıklama kamuoyunu doğru
bilgilendirmeye katkı sağlamayacak açıklamalardır.
Bekleyelim, bilirkişi teknik heyet çalışmalarını
yapsın sonuçlarını ortaya koysun, o sonuçları tekrar
kamuoyu ile paylaşırız.”
Yangının deniz suyuyla söndürülmesinin binaya
zararının olup olmayacağı yönündeki bir soru üzerine
Yıldırım, “Önemli olan yangının söndürülmesidir. Bu
zaten deniz kıyısında 100 yıldır duran bir binadır.
Herhangi bir zararı olmadığını da uzmanları ifade
etmiştir. Kaldı ki önemli olan bu tarihi binayı
kurtarmaktır. Birinci önceliğimiz budur” dedi.
Bir başka gazetecinin “Haydarpaşa Projesi tekrar
gündeme getirilecek mi?” yönündeki sorusuna şu
yanıtı verdi:
“Haydarpaşa ve etrafındaki saha, değerlendirilmesi
amacıyla 2005 yılında başlatılan koruma imar plan
çalışmaları var. Halen devam ediyor. Sonuçlanmış
değil. İBB ile DDY birlikte hazırlamaktadır. Aynı
zamanda da tarihi kurullar Tabiat ve Kültür
Varlıklarını Koruma Kurulları 1, 4 ve 5 No'lu
kurullar da bu projeye nezaret etmektedir. Onların
nezaretinde yapım çalışmaları sürmektedir. Bu bina
tarihi bir binadır. Buraya ne proje yapılırsa
yapılsın bu binanın tek bir tuğlasına, çivisine
dokunulamaz.”
Yıldırım, yangında neden helikopter kullanılmadığını
soran soran bir gazeteci de “Helikopter yangın
söndürmesi yapmaz. Helikopterin kendi ağırlığı zaten
iki ton. Yangına 10-20 ton su bırakırsanız. Ama
etkili yangın mücadelesi sadece 15 dakika sürmüştür.
15 dakikada yangın boğulmuştur, havayla teması
kesilmiştir ve yangın üçgenindeki oksijen
ayrılmıştır” karşılığını verdi.
Radikal,
29.11.2010
******
HAYDARPAŞA'YI YAKAN
PATLAYAN BORU MU?
Kadıköy Cumhuriyet Savcısı
Selahattin Aydoğdu’nun yürüttüğü soruşturma
kapsamında, Gar’da çalışma yapan iki işçinin
bilgisine başvuruldu. İki işçi, “Su borusu
patlamıştı. Tamir ettik ayrıldık. Daha sonra yangın
çıktığını duyduk” dediler. Üst düzey bir emniyet
yetkilisi, şu bilgileri verdi:
“İzolasyon çalışması daha önce bitmiş. Su borusu
patlamış tamir edilmiş. İşçiler ayrıldıktan yarım
saat sonra yangın çıkmış. Borudan sızan su elektrik
sistemini etkilemiş olabilir. İtfaiye ve
bilirkişinin raporları doğrultusunda yangının çıkış
sebebi belli olacak.”
Merkezi Haydarpaşa Garı’nın altında bulunan
Birleşik Taşımacılık Sendikası
İstanbul 1’nolu Şube Başkanı Hasan Bektaş,
Haydarpaşa Garı üzerinde büyük planların olduğunu
belirterek “Bu tarihi yapı daha önce sit alanı
olarak ilan edilmişti. Ancak İBB’nin, Haydarpaşa
Garı’yla ilgili sosyal tesis, kültür merkezi ve
konaklama tesisi gibi kabul ettiği bir planı vardı.
Biz bu plana göre garın otel olabilme ihtimali
üzerinde durarak 5’Nolu Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma Kurulu’na itirazda bulunduk.
Koruma Kurulu’nda görüşmeler devam ettiği sırada
yangın çıkması çok şüphe uyandırıcı” diye konuştu.
Hürriyet, 30.11.2010
******
HAYDARPAŞA GARI
MÜZE OLMALIDIR
Haydarpaşa Garı simge
binalarımızdan biriydi.
Çoğumuzun anılarında
yer almakla kalmadı, Türk edebiyatının, Türk
filmlerinin birçoğunda taşradan İstanbul’a adım
atışın başlangıç noktasıydı.
Binalara anılar yüklenir, onlar yıkılmamalıdır.
Okuduklarıma göre, bina dikkatsizlikten çıkan bir
yangın sonucunda bu hale gelmiş. Ne var ki
zihinlerdeki kuşkuları bu açıklamalar yeterince
gidermiyor.
Çünkü eski binaları yıkılınca, yanınca/yakılınca
yerine o yapılmıyor, rölövesine göre daha sağlamı
gerçekleştirilmiyor.
İtalya’daki La Fenice Tiyatro ve Opera Binası büyük
bir yangından sonra tamamen kül olmuştu, ancak
yangından sonra rölövesi üzerinden yeniden inşa
edilmiş ve görkemli bir törenle açılmıştı.
İstanbul’da birçok konağın yanıp bir gün sonra
otoparka çevrildiğini biliyoruz. Haydarpaşa Garı
için birilerinin iştahının kabardığını da tahmin
etmek zor değil.
Bir an evvel onarılmasını beklediğim Haydarpaşa
Garı’nın giriş katı tarihine, yapılış amacına ve
dokusuna uygun şekilde, gar olarak kullanılmaya
devam edilmeli, ancak diğer katlar İstanbul Müzesi,
Kent Müzesi veya Göç Müzesi olarak düzenlensin. En
başta 2010 dolayısıyla yapılamayan birçok projenin
kısmi telafisi de sağlanmış olur...
Hepimizin önleyeceği bir hususu savunmalıyız: BURASI
ALIŞVERİŞ MERKEZİ YA DA OTEL YAPILMASIN!
***
Yıkılmaması için çok çabalar gösterildi,
toplantılar, gösteriler düzenlendi, ama sanırım buna
aldırış eden olmadı.
O zaman, ben de bu çabayı gösterenleri destekledim.
Haydarpaşa Garı ilk gençlik anılarım içinde epeyce
yer tutuyor.
Türk Dil Kurumu’na seçildiğimiz ilk kurultaya Mavi
Tren’le gidişimizi nasıl unutabilirim.
Edip Cansever, Turgut Uyar, Metin Eloğlu, benim
kuşağımdan birçok kişi.
Yataklı vagon serüvenlerini anımsarım.
Kültür Bakanlığı’nda danışma kurulu üyesiyken, yoğun
karlı gecelerde yataklı ile gidip gelirdim.
Gecenin içinde yük kamyonlarının farları ateş böceği
gibi bir parlayıp bir sönerdi. Tren penceresinden
onları sayardım.
Sabahın erken saatlerinde de bozkır ayazını içime
çekmek hoşuma giderdi.
Karaköy iskelesinden vapura biner, Haydarpaşa’da
inerdim.
Gar lokantalarının kendine özgü havasını, gidenler
bilir.
Çok az müdavimi vardır, her akşam bir başka müşteri
gelir, birkaç kadeh içer, ondan sonra trenine biner
gider.
Cumhuriyet tarihinin cumhurbaşkanlarının,
başbakanlarının unutulmaz fotoğrafları, Haydarpaşa
Garı’ndaki uğurlama ve karşılama karelerinden
oluşur, genel çekim planı başta Atatürk olmak üzere
tren penceresinden karelerdir.
Eski akşam gazeteleri de, Ankara’dan gelen önemli
siyasetçilerin Haydarpaşa’ya gelişlerinin,
gidişlerinin fotoğrafları ile doludur.
Son Saat, Gece Postası, Son Telgraf gazetelerinin
başlıklarını hala hatırlıyorum.
Büyük puntolarla o zaman -şimşir harflerle- İNÖNÜ
yazılırdı, altta da küçük puntoyla İstanbul’a geldi
ibaresini okurdunuz.
Anadolu’ya açılan aydınların, öğretmenlerin,
yabancıların hepsinin, vagon önünde toplu
fotoğrafları vardır.
En önemlisi, İstanbul’a girişin simgesi, sembolüdür
Haydarpaşa Garı. Türk filmlerinden de bildiğimiz
sahnedir, gerçek hayattan da. Anadolu’dan gelen
insanın İstanbul’a dair gördüğü ilk şey, Haydarpaşa
Garı’nın merdivenlerinden gördükleridir.
Anadolu’nun İstanbul’a uzanan son noktasıdır
Haydarpaşa Garı.
***
Bir simge bina daha yandı.
Şimdi bu binanın onarılmasını, yeniden eski haline
döndürülmesini bekliyorum.
Hürriyet, Yazı: Doğan
Hızlan, 30.11.2010
******
İSTANBUL'UN SİMGESİNDE
HASAR BÜYÜK
SABAH muhabiri,
önceki gün yanan
Haydarpaşa Garı'na girdi.
Çinko çatının nasıl eriyip yok olduğu, ahşap
sütunların nasıl kömürleştiği fotoğraf karelerine
böyle yansıdı. Sabah Muhabiri Erdoğan Yapık, önce
Haydarpaşa Garı'nın merdivenlerini kapatan güvenlik
görevlilerini geçmeye çalıştı. Ancak bu mümkün
olmadı. Bu sırada, aşağıdan gelen Anıtlar Kurulu
heyetini fark ederek onların arasına karıştı.
Yapık, heyetle birlikte
üst katlara çıktı. Ardından, 4. katta heyetten
sessizce ayrılarak çatıya ulaşan merdivenleri
tırmandı. Önceki gün alev alev yanan çatıda, işçiler
temizlik yapıyor, biriken yangın sularını boşaltıyor
ve enkazı kaldırıyordu. Yangın en büyük zararı
binanın denize bakan bölümüne vermişti. Bu bölüm,
sıcaktan eriyen çinko ve
kurşun çatının kalıntılarıyla kaplıydı. Dev
ahşap sütunlar dokununca dağılacak hale gelmişti.
Binanın ana unsurlarından olan saatlerden biri
basınçlı su nedeniyle yan yatmıştı. Çatının taşıyıcı
demirleri, yangın sırasında eğilip bükülmüştü.
Çatının hemen altındaki katta ise Devlet
Demiryolları'na ait çalışma odalarını su basmıştı,
tavanlar da akıyordu. İtfaiyenin yangını söndürmek
için sıktığı köpük ve sular, elektronik cihazlara ve
bilgisayarlara zarar vermişti. Koltuklar, halılar
kullanılmaz durumdaydı. Asıl önemlisi binanın
duvarlarını süsleyen tarihi tablolardan bazıları da
zarar görmüştü. Görevliler kurtarabildikleri
eşyaları üst üste yığmıştı. Kısacası Haydarpaşa'dan
geriye, görenin içini sızlatan bir harabe kalmıştı.
Haydarpaşa Garı'ndaki yangını; hem savcılık, hem
Ulaştırma Bakanlığı soruşturuyor. Kadıköy Cumhuriyet
Savcısı Selahattin Aydoğdu'nun yürüttüğü soruşturma
kapsamında, bilirkişi heyeti görevlendirildi. Bir
inşaat mühendisi, bir elektrik mühendisi ve yangın
uzmanından oluşan 3 kişilik heyet, Haydarpaşa
Garı'nda inceleme yapacak ve bir rapor hazırlayacak.
Soruşturma, bu rapor çerçevesinde
yürütülecek. Yangından sonra polis merkezine
getirilen iki işçinin ise, "Çatıda su tesisatı ile
ilgili çalıştık ve işimiz bittikten sonra da
ayrıldık. Yangının neden çıktığı bilmiyoruz"
şeklinde ifade verdiği öğrenildi.
Savcılığın garda çalışan
herkesin tek tek ifadelerine başvuracağı bildirildi.
Bu arada, bir itfaiye görevlisi yangının izolasyonda
kullanılan ve içeriğinde mazot olan "şalamon" adlı
malzemeden kaynaklandığını öne sürdü. Bu malzeme,
ısıtılarak zemine kaplanıyor. "Şalamon" çok zor
yanıyor ama bir kez tutuştu mu çok zor sönüyor.
İçten içe yandığı ve alev görünmediği için de,
yangının 45 dakika geç fark edildiği belirtiliyor.
Sabah, Haber: Erdoğan
Yapık - Gülcan Demirci - Gülay Fırat -Çağdaş
Çetindemir - Zeynel Yaman, 30.11.2010
******
ORİJİNALİNE GÖRE YAPILACAK
Ulaştırma Bakanı Binali
Yıldırım, Haydarpaşa'da inceleme yaptıktan sonra
gazetecilerin sorularını yanıtladı. Yıldırım,
"Yangın ihbarından 4 dakika sonra denizden, 8 dakika
sonra da karadan müdahale edilmiştir" dedi. Kasıt ve
ihmal iddialarının en ince detayına göre
araştırılacağını belirten Yıldırım, "İhbardan 4
dakika sonra, 15.24'te Ulaştırma Bakanlığı Kıyı
Emniyeti Genel Müdürlüğü'nün hemen Salacak'taki
yangın mücadele ve refakat römorkörleri harekete
geçti. 15 dakika içerisinde yangın boğuldu. 40
dakika içerisinde tamamen söndürüldü" diye konuştu.
Yangının, toplam 2 bin 500 metrekarelik binanın
çatısının cephe tarafında ve yan kanatlarda 800 ila
bin metrekarelik bir alanda etkili olduğunu belirten
Bakan Yıldırım, "Yanan çatı kısımları orijinaline
uygun olarak en kısa zamanda yeniden yapılacak ve
100 yıllık tarihimize tanıklık eden Haydarpaşa Gar
binası, bu görevini yapmaya devam edecektir" dedi.
Sabah, 30.11.2010
******
"2010'A BURADA VEDA
EDECEKTİK"
2010
İstanbul Kültür Başkenti Ajansı Başkanı Şekib
Avdagiç, Haydarpaşa Garı'nda çıkan yangının
kendilerini çok üzdüğünü belirterek "2010 İstanbul
Kültür Başkenti'ne vedayı Haydarpaşa Garı'nı
ışıklandırarak yapacaktık. Yine Nazım Hikmet'in ölüm
yıldönümünde olduğu gibi 3 boyutlu ışıklarla bina
hareketlendirilecekti. Buradan verda edemeyeceğimiz
için çok üzgünüz" dedi.
"Gülden güzel kokan Arnavutköy çileği/ ve asma
yaprağına sarılı barbunya ızgarasıyla gelir/
Haydarpaşa garının büfesine bahar..." diyor Şair
Nazım Hikmet. Memleketimden İnsan Manzaraları
şiirindeki bu dizeleriyle de Haydarpaşa Garı'nı en
güzel anlatan şairler arasında yer alıyor.
Haydarpaşa başına geleceklerden habersiz 3 Haziran
2010'da Nazım Hikmet'in ölümünün 47'nci yılında
eşsiz bir etkinliğe evsahipliği yaptı. 2010 İstanbul
Kültür Başkenti Ajansı'nın projelerinden olan
"Haydarpaşa'da Bahar Etkinlikleri" kapsamında
kentsel ekran gösterimi yapıldı. Gar, 3 boyutlu
olarak modellenen cepheye, yüzeyin özellikleri de
kullanılarak planlanmış ışık oyunlarıyla
görüntülendi.
Sabah, Haber: Gül Kireklo, 30.11.2010
******
PRENS HAYATI
SÜREN GENEL MÜDÜRÜN ODASI KÜL OLDU
İstanbul'un en önemli
binalarından biri olan Haydarpaşa Garı'nın çatısının
tamamen yanmasını üzüntüyle karşıladığını söyleyen
ünlü sanat tarihçisi Semavi Eyice, garın ilginç
hikayesini SABAH'a anlattı. Eyice "Yanan çatı katı
zamanında Bağdat Demiryolları'nın Genel Müdürlüğü'ne
aitti. Türkiye'de prens hayatı süren Genel Müdür
Edouard Huguenin'in muhteşem odasının da bulunduğu
bu katlar 1917'de cephaneliğin patlamasının ardından
yaşanan büyük yangından sonra ikinci kez yanıp kül
oldu. Çok üzgünüm" dedi. Eyice, 1930'lu yıllarda
gerçekleştirilen restorasyonda alevlerde kavrulan
pencere taşlarının çürütme tabir edilen usulle tek
tek çıkarılıp yerine yenilerinin takıldığını,
ardından da çatı ve külahların yenilendiğini
aktardı.
İstanbul 5. Numaralı Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma Kurulu'nun 17.02.2010 tarihli
2357 sayılı kararına göre, gar için basit onarım
izninin su giren çatı katındaki elektrik tesisatının
tehlike yarattığı gerekçesiyle verildiği ortaya
çıktı. Devlet Demiryolları İşletmesi (TCDD) Genel
Müdürlüğü uygulama başlamadan binanın çatı katındaki
ahşap pencere doğramalarının çürüdüğünü ve su aldığı
için elektrik tesisatına zarar verdiğini belirtip
çatı için de onarım istedi. Koruma kurulu da verdiği
kararda "Çatı ve doğramalardan üst katlara akıntı
olmasından dolayı elektrik tesisatının tehlike arz
ettiği" için iznin verildiği yer alıyor.
Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk, çatıdaki
onarımın belediyenin denetiminde yapılmadığını
açıkladı. Öztürk, "Bizden verilmiş bir onarım
ruhsatı söz konusu değil. Başvuru var. Tabiat ve
Kültür Varlıkları Kurulu'ndan onay alınmış. Daha
sonra ödenek yokluğundan bizden ruhsat alınmamış"
diye konuştu.
Sabah, Haber: Nurdeniz Erken,
30.11.2010
******
ERTUĞRUL GÜNAY KOMPLO
TEORİLERİNE CEVAP VERDİ
Kültür ve Turizm Bakanı
Ertuğrul Günay, Haydarpaşa Garı'ndaki yangının
buradan kurtulup yerine başka yapı kurmak için
çıkarıldığı yönünde spekülasyonlar olduğunu
belirterek, "Bugünkü yasal mevzuat karşısında çok
şükür ki bu imkansız" dedi.
Pera Palas Otel'de düzenlenen “Bu Şehr-i
İstanbul” kitabının tanıtım toplantısı öncesinde
gazetecilerin sorularını yanıtlayan Bakan Günay,
Haydarpaşa Garı'nda çıkan yangınla ilgili olarak,
“Büyük bir ihmal olduğu görülüyor. Bunun sorumluları
kimse, bağışlanmaz. Sanıyorum gereken yaptırımlara
katlanacaklar” ifadesini kullandı.
Sadece tarihi mekanlarla ilgili değil, İstanbul'un
bütünüyle ilgili daha dikkatli olunması gerektiği
konusunda çok uyarıcı bir ders alındığını
düşündüğünü vurgulayan Günay, şöyle konuştu:
“Bazı spekülasyonlar var, işte Haydarpaşa'dan
böylece kurtulmak ve yerine başka bir yapı kurmak
gibi. Bugünkü yasal mevzuat karşısında çok şükür ki
bu imkansız. Çünkü Haydarpaşa birinci derece
tescilli tarihi yapı. Allah esirgesin, yıkılsa,
yakılsa bile aynısı yapılmak durumundadır. Yerine
başka bir yapı yapılamaz. Bundan sonra sanıyorum
daha dikkatli olunur ve tarihi eserlerimiz daha
fazla korunma şansına sahip olur.”
Radikal,
30.11.2010
******
RESTORASYONU YAPAN 'TANIDIK' ÇIKTI
Haydarpaşa’daki yangınla ilgili soruşturmada, sahibi
eski AKP'li olan şirketin çatı restorasyonunda
ilkelere uymadığı ve kalifiye eleman çalıştırmadığı
ortaya çıktı.
Tarihi Haydarpaşa Tren Garı’ndaki yangınla ilgili
soruşturmada gözler, çatıdaki tadilatı yapan firmaya
çevrildi. Onarımı, restorasyon ilkelerine uymadan ve
kalifiye eleman kullanmadan yürüttüğü ileri sürülen
İfort isimli şirketin sahibinin
AKP
Kadıköy İlçe Başkanlığı’nın eski “Teşkilat
Başkanı” İhsan Kaboğlu olduğu ortaya çıktı. Şirketin
ofisi açılmazken, polis de soruşturma kapsamında
ifadesine başvurmak için Kaboğlu’na ulaşmaya
çalışıyor. Kaboğlu’nun şirketinin faaliyet alanı ise
temizlik işleri.
Gardaki yangının çıkış nedenini bulmak için Kadıköy
Savcılığı’nın yanı sıra itfaiye ve
TCDD bilirkişi heyeti çalışma yürütüyor. Polis
çatıdaki izolasyon tadilatını yapan 2 işçinin
ifadesini doğrultusunda tadilatı yapan İfort İnşaat
ve Temizlik şirketine yöneldi.
Şirketin sahibinin ise Ak Parti Kadıköy teşkilatının
önde gelen isimlerinden Kaboğlu olduğu anlaşıldı.
Kardeşi Hüseyin Kaboğlu’yla 2 Ağustos 2008’de İfort
İnşaat ve Temizlik şirketini kuran Kaboğlu, uzun
süre AKP Kadıköy İlçe Teşkilatı’nın
başkanlığını yürüttü. 50 bin TL sermayeli şirketin
İTO kayıtlarına göre iş konusu; hastane, okul,
sağlık ocakları ve işletmelerin her türlü temizlik
işlerini yapmak. Kaboğlu’nun İTO kayıtlarına göre
ortakları arasında bulunduğu bir diğer şirket ise
Kristal Grup Temizlik ve İnşaat. Orhan Kahya ile
şirketin büyük ortağı olan Kaboğlu’nun iki
şirketinin adresi de aynı. Orhan Kahya da AKP'nin Kadıköy İlçe Meclis üyesi.
AKP Kadıköy İlçe Başkanlığı’nın sitesinde de Kaboğlu’nun partisi adına katıldığı birçok etkinlik
ve ziyarete ilişkin kayıtlar yer alıyor. Kadıköy
İlçe Emniyet Müdürü’nü 14 Mart 2010 tarihinde
ziyaret eden ekipte yer alan Kaboğlu’nun o dönemki
görevinin “teşkilat başkanı” olduğu belirtiliyor.
Ak Parti Kadıköy İlçe Başkan Yardımcısı Ercüment Göy
ise, “Sayın Kaboğlu, teşkilatlanma başkanı olduğunda
da çalışmalara fazla vakit ayıramıyordu. Bu nedenle
ilçe başkanımız görevi başka bir arkadaşımıza
vermesini istedi. Kaboğlu halen üyemiz olarak
partimizde kayıtlıdır. Ama partimize fazla sık
gelmez” dedi.
İfort A.Ş’nin
Bostancı’daki ofisi dün gün boyu açılmazken,
şirketten de yangınla ilgili bir açıklama yapılmadı.
Soruşturmada adı geçen bir diğer taşeron firma olan
Onursal İzolasyon Yapı Şirketi’nin yetkilileri ise,
“Tadilat
ile ilgimiz yok” açıklamasını yaptı.
İstanbul Belediye Başkanı
Kadir Topbaş, gardaki yangınla ilgili olarak
çatı izolasyon çalışmalarını yürüten şirketin
ihmalinin olabileceğini söyledi. Yangında itfaiyenin
geç müdahale ettiği eleştirisine katılmadığını
belirten Topbaş, şunları kaydetti: “Çatı onarımı
işlemi sırasında çalışan elemanların hassasiyet
göstermemesi nedeniyle yangın çıktı. Teknik ekibin
ciddi ihmali var. Önlemler alınmamış. İzolasyon
yapan ekiplerin, sırtlarında belki bir kilogramlık
yangın tüpü bulunması lazımdı.”
Garın bakım ve onarımı için Kadıköy Belediyesi
bünyesindeki Koruma Uygulama ve
Denetim Bürosu’na başvuruda bulunulduğu ve
hazırlanan projenin 5 No.lu Koruma Kurulu’nda
onaylanmasının ardından önümüzdeki yıl ihaleye
çıkarılacağı öğrenildi. Yangına neden olduğu sanılan
tadilatın ise şiddetli yağış nedeniyle binanın
çatıdan su alması üzerine gerçekleştirildiği
belirtildi. TCDD Bölge Müdürlüğü’nün tadilat için 3
firmadan teklif aldığı ve çatının 6 bin TL’lik
izolasyon işinin İfort İnşaat ve Temizlik Şirketi’ne
verildiği iddia edildi. TCDD Genel Müdür Vekili İsa
Apaydın, çatıda yapılan çalışmanın acil onarım
gerektirdiğini söyledi.
Milliyet, Haber: Gökhan
Karakaş, 01.11.2010
******
KAMERA GARABETİ
Gözlerimizin önünde çatısı ve dördüncü katı cayır
cayır yanan Haydarpaşa Garı'ndaki ihmaller
zincirinde son halka. 102 yıllık tarihi binada
bilirkişi ekipleri ilk günden bu yana aralıksız
çalışırken Haydarpaşa Garı'nda çok büyük bir
eksiklik olduğu ortaya çıktı. Gündelik hayatta artık
bakkal dükkanlarına bile kurulan güvenlik kamerası
sisteminin Türkiye'nin en önemli tren garında
bulunmadığı anlaşıldı.
Yangınla ilgili incelemeyi yapan bilirkişi ve
emniyet ekipleri sabotaj iddialarına ilişkin detay
bulma umuduyla güvenlik kameralarını incelemek
istedi. Ekipler, günde 100 bin kişinin geçtiği garda
kamera bulunmadığını anlayınca şoke oldu.
Haydarpaşa ile birlikte Sirkeci Garı başta
olmak üzere TCDD 1. Bölge Müdürlüğü bünyesinde
bulunan 7 ana gara güvenlik kamerası sistemi
kurulması için ancak 7 Eylül 2010'da ihaleye
çıkıldığı anlaşıldı. 926 bin muhammen bedelle açılan
ihaleyi kazanan Şimşek Bilgisayar isimli şirket
harekete geçti.
Şirket, sözleşme gereği 31 Aralık 2010'da bitirme
taahhüdü verdiği kamera sistemini Haydarpaşa,
Sirkeci, İzmit, Arifiye, Çerkezköy, Alpulu ve
Kapıkule Lojistik Müdürlüğü Garları'nda kurma
çalışmalarına başladı.
Yangının çıktığı pazar günü de garda kamera
sistemi için çalışmalara sürüyordu. Şirket Genel
Müdürü Suat Şimşek, Haydarpaşa Garı'na ilk kez
güvenlik kamera sistemini kurulacağını belirterek
'Bugüne kadar çeşitli nedenlerle bu sistem ancak
eylül ayında ihale edildi. Arkadaşlarımız büyük
titizlikle 31 Aralık'a kadar sistemi kurmaya gayret
ediyordu. Yangın günü de alt katta kablo çekme
işlemi yapıyorlardı. Ancak yangın meydana gelince
çalışmalarımız birkaç gün aksadı' diye konuştu.
Haydarpaşa Garı'nın da içinde bulunduğu 7 ana garda
kameralar 'kapalı devre' olarak hizmet verecek.
Kurulan sistemle aynı zamanda elde edilecek
görüntülerin kayıt altına alınması sağlanacak.
İzolasyon çalışması sırasında çıktığı iddia edilen
alevler sonucu çatısının bir kısmı yanan tarihi
Haydarpaşa Garı için iki ayrı soruşturma
yürütülüyor. Çatıdaki yangının çıkış nedenini bulmak
için Kadıköy Cumhuriyet Savcılığı'nın yanı sıra
itfaiye ve TCDD bilirkişi heyetinin de soruşturma
yaptığı öğrenildi. İzolasyon tadilatını yapan iki
işçinin ifadesini alan polis, İfort İnşaat ve
Temizlik A. Ş.'nin ortağı İhsan Kaboğlu'na ise
ulaşamadı. AKP eski Kadıköy İlçe Teşkilatlanma
Başkanı olduğu öğrenilen Kaboğlu'na ait şirketin
Bostancı'daki ofisine dün kimse gelmedi.
Soruşturmada adı geçen bir diğer taşeron firma olan
Onursal İzolasyon Yapı Şirketi'nin yetkilileri,
'Tadilatla ilgimiz yok' açıklaması yaptı.
Akşam, Haber: Bülent Şanlıkan, 01.12.2010
******
HAYDARPAŞA GARI ESKİ HALİNE 1-2 YILDA DÖNER
Haydarpaşa Tren Garı'nın çatısının aslına uygun
şekilde yeniden inşası, uzun ve zahmetli bir süreci
de beraberinde getirecek. İTÜ Mimarlık Fakültesi
Öğretim Üyesi Prof.Dr. Zeynep Ahunbay, Türkiye
şartlarında tarihi yapının eski haline dönmesinin
1-2 yıl alabileceğini, maliyetinin de çok yüksek
olacağını söyledi.
İstanbul Haber Servisi- Haydarpaşa Tren Garı'nın
çatısını pazar günü yok eden yangının nedeni ve
sonuçları tartışılmaya devam ediyor. Restorasyon
uzmanı Prof.Dr. Zeynep Ahunbay, Haydarpaşa Gar
binasına ilişkin önceki bilgilerin derlenmesi,
rölövelere dayanılarak restorasyon projesinin
hazırlanması gerektiğini anlattı. "Rölövesi var mı
bilmiyorum" sözleri ile önemli bir noktaya işaret
eden Ahunbay "Haydarpaşa için zaten bir restorasyon
projesi hazırlanması gerekliydi. Kısmi projeler
vardı, onların gözden geçirilip bugünkü duruma göre
ayarlanması gerek" dedi. Yanan çatıda özel yapım
çelik makaslar gördüğünü söyleyen Ahunbay, çatıdaki
profillerin piyasada mevcut olup olmadığının şu an
bilinmediğini de dile getirdi. Ahunbay "Bu özel
yapım malzemelerin tekrar yapılıp yapılamayacağının
araştırılması gerek. Maliyeti hakkında tahminde
bulunmak güç ama büyük bir maliyet çıkacağı ortada"
dedi. Ahunbay, yeni çatı için uzun süre rölöve
çalışması yapılacağını, sonra restitüsyon ve
restorasyon projesi hazırlanacağını anlatarak
"Projenin kuruldan geçmesi, ihaleye çıkarılması ve
uygulanmaya başlanması 1-2 yılı bulacaktır" diye
konuştu.
Ahunbay, tarihi yapılara tuzlu su ile müdahale
etmenin "kriminal" bir durum oluşturduğunu
vurgulayarak "Ekstraksiyon denilen yöntemle yani
kağıt mendil gibi parçaları yüzeye koyup yavaş yavaş
emdirerek tuzun olumsuz etkisine karşı önlem
alabilirsiniz. Zahmetli bir iş ama koruma için
yapılabilecek olan bu" diye konuştu.
Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Başkanı
Prof.Dr. Deniz İncedayı da tarihi yapılarda basit
onarımlar sırasında genelde belediyeden ruhsat
almadan koruma kurulu kararı ile çalışmalar
yapıldığını ancak bu işleyişin hukuken yanlış
olduğunu söyledi. Bu yangının herkes için "uyarı"
olması gerektiğini belirten İncedayı, bilirkişi
raporlarının açıklanmasının ardından sivil toplum
örgütleriyle birlikte sorumlular hakkında suç
duyurusunda bulunacaklarını belirtti.
TCDD Genel Müdür Vekili İsa Apaydın, çatıda delil
toplama işlemlerinin sürdüğünü, bunun
tamamlanmasının ardından temizleme çalışmalarına
başlanılacağını belirterek, "Çatı, emniyete
alındıktan sonra yolcularımızı Haydarpaşa'ya
getireceğiz. Şu anda trenlerimiz Söğütlüçeşme'ye
kadar normal seyirlerinde" dedi. Apaydın, bilirkişi
heyetinin çalışmalarını da bitirmek üzere olduğunu
söyledi. Çatıdaki onarımın ruhsatsız yapılmasına
ilişken açıklama da yapan Apaydın, "Bu basit bir
onarım değil, acil onarım gerektiren bir önlem.
Çatıdan yağmur yağıyorsa durdurmayacak mıyız? Bunu
yaptı arkadaşlarımız. Ayrıca kendimiz de bir teknik
heyet kurduk, biz de inceleme yapacağız" diye
konuştu.
CHP İstanbul Gençlik Kolları ve TMMOB Mimarlar Odası
İstanbul Büyükkent Şubesi üyelerinden oluşan
yaklaşık 300 kişilik grup, önceki gece yangın
nedeniyle güvenlik kordonuna alınan Haydarpaşa Tren
Garı'nın yakınına karanfiller bıraktı. TKP Genel
Merkezi'nden yapılan açıklamada "AKP ülkemizi
karanlığa gömerken, Haydarpaşa Garı'na da yakılmak
düşmüştür. Yangın ve yangının söndürülmesi sırasında
yaşananları incelemek üzere, hızla bağımsız bir
komisyon oluşturulmalı" denildi.
Cumhuriyet, 01.12.2010
******
MİMARLAR ODASI'NDAN SUÇ
DUYURUSU
Haydarpaşa Garı’ndaki
onarım sırasında çatıda meydana gelen yangınla
ilgili olarak başlatılan soruşturma sürerken,
Türkiye Mimarlar Odası Genel Başkanı Eyüp Muhcu,
“Bunun yasa dışı bir tadilat olduğu anlaşıldı.
Mimarlar Odası olarak, diğer meslek örgütleriyle suç
duyurusunda bulunacağız” dedi
AKP
Kadıköy
eski ilçe
yöneticilerinden İhsan Kaboğlu’nun sahibi olduğu
şirketin yürüttüğü Haydarpaşa Garı’ndaki tadilatın
ehliyetsiz kişiler
tarafından yapıldığını öne süren Muhcu, şunları
kaydetti: “İkincisi, tamirat, bakım işlerini
üstlenen kuruluş bir temizlik şirketiymiş. Temizlik
şirketinin basit bir binada bile tamirat, bakım,
onarım yapması söz konusu olamaz. Buradaki zararın
birkaç milyon
dolar olacağını
tahmin ediyoruz. Ancak tarihi yapılara verilen
zararı sadece maddi bedelle tarif etme olanağı
yok.”
Milliyet, Haber: Gökhan
Karakaş, 01.12.2010
******
"RESTORASYON TAŞERONA
YAPTIRILMAZ"
Ortaköy'den yükselen dumanlar İstanbul Boğazı'nı
kaplıyor, göğe yükselen alevler Anadolu yakasından
bile görülüyor. Çırağan Sarayı'nın çatısında
başlayan yangın giderek büyüyor, tulumbacılar tarihi
yapıyı kurtarmak için var güçleriyle büyük çaba sarf
ediyor. Restorasyon sırasında çıkan yangın 5 saat
sürüyor, saraydan geriye sadece duvarları kalıyor.
Bu bir felaket senaryosu değil, 1910 yılında yaşanan
bir yangının detayları. Benzer bir olay 28 Kasım'da
Haydarpaşa Garı'nda
yaşandı. Peki, bu yangınların benzeri saraylarda ya
da tarihi camilerde çıksa neler olur? Bu
mekanlardaki önlemler ne kadar yeterli? Bu soruları
yönelttiğimiz uzmanlar, Milli Saraylar'a bağlı olan
Dolmabahçe Sarayı, Beylerbeyi Sarayı, Küçüksu Kasrı
ve Şale Köşkü'nde son derece sıkı önlemler
alındığını belirtiyor. Taş yapı özelliği taşıyan
camiler için çok ciddi bir tehlike yok ama paha
biçilmez çiniler ve el işçiliğinin geri gelmesi
imkansız. Ahşap konaklar, tekke ve camilerse
kaderlerine terk edilmiş vaziyette.
İTÜ Yangın Güvenliği Araştırma Projesi Başkanı
Prof.Dr. Abdurrahman Kılıç: Dolmabahçe Sarayı'nın
altı tamamen yangına dayanıklı boyalarla boyalı.
Çatı arası tozlar temizlendi, yangın algılama
sistemi yapıldı. Geceleri elektrik sistemi tamamen
kapatılıyor. Çatı arasında ateşli tadilat çalışması
yapılmıyor. Ayasofya gibi taş yapılarımızda,
camilerimizde risk daha az. Topkapı Sarayı'nın
riskli kısmı aşçı evleri. Türkiye'de kamu binası
olarak kullanılan ahşap binalarda sorun var. Yangın
dolabı ve söndürücüyle önlem olmaz. Arşivlerin hemen
hepsine gazlı söndürme yapmışlar ama hiçbirisinin
çalışması mümkün değil. Asıl problem bu tarihi
binaların bir kısmının Milli Saraylar'a, bir
kısmının Kültür Bakanlığı'na, bir kısmının ise
farklı bakanlıklara bağlı olması. Herkes en iyisini
yaptığını zannediyor ta ki binalar kül oluncaya
kadar...
Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi
Öğretim Üyesi Prof.Dr. Cengiz Can: Milli Saraylar'a
ait yapıların ziyareti, mekanın kapanmasından iki
saat önce bitiriliyor. Görevliler mekanın her yerini
kontrol ediyor. Sigortalar kapatılıyor. Dolmabahçe
Sarayı, Şale Köşkü, Küçüksu Kasrı, Beylerbeyi Sarayı
gibi yapılar çok iyi korunuyor. Bu binalardaki en
riskli dönemler, yenileme çalışmalarının yapıldığı
dönemlerdir. Sait Halim Paşa'da da benzer bir kaza
oldu. Onarım sırasında yapıyı çok iyi tanımayan
çalışanlar girer çıkar ve yeni teçhizatlar
kullanılır. Bu nedenle güvenlik önlemlerinin çok
daha sıkı olması lazım.
Topkapı Sarayı Müdürü Prof.Dr. İlber Ortaylı: Asıl
sorun, restorasyon zamanında çıkıyor. Firmalar, işi
daha ucuza mal etmek için taşeronla anlaşıyor.
Taşeron firma da ucuz işgücü kullanır, pahalı
emniyet tedbirleri almaz, personeli azdır.
Haydarpaşa'da da olan şey bu. Emniyet tedbirlerinin
alınmaması, kimyevi maddelerin açıkta durması ve
sınırsız, korumasız hareket edilmesi... Çok önemli
tarihi binalarda uzmanlaşmış firmalar
çalıştırılmalı. Nükleer enerji santralini herkese
verebiliyor musun? Bu iş de bu kadar kıymetli. O
nedenle de uzmanına terk edilmeli. Topkapı
Sarayı'ndaki yangın önlemleri için iyi diyebiliriz.
Marmara Üniversitesi Sanat Tarihi Bölüm Başkanı
Prof.Dr. Selçuk Mülayim: Önlemler, yapı tipine göre
değişir. Tamamı taş olan camilerimiz, mesela
Süleymaniye'nin yanması pek mümkün değil. Haydarpaşa
Garı eskisinden de iyi yapılabilir ama içerideki
arşivlere, 1900'lerden kalma ahşap mobilyalara,
mektupluklara, koltuklara ne oldu? Onların geri
dönmesi mümkün değil. Kamu binaları olarak
kullanılan tarihi binalarda, yangın güvenliği
konusunda eksiklikler var. Ahşap konaklar, tekkeler
ve camiler için sorun var. Bu mekanlar yanınca ahşap
rahleler, varsa kütüphane, kalem işleri, çiniler, el
yazmaları da gidiyor.
Sabah, Haber: Nurdeniz
Erken, 02.12.2010
******
ERMENİLER YANGINI
'TEHCİR'E BAĞLADI
Ermeni siteleri, çatısı kül olan Haydarpaşa Garı'yla
ilgili haberlere geniş yer verirken, bu yangını
'tehcir' meselesine bağlamayı da ihmal etmedi. Garın
"soykırımın başladığı yer" olduğunu savunan, "Nouvelles
Armenie" adlı derginin internet sitesinde "Ermeni
Soykırımı-İstanbul'daki Haydarpaşa Garı'nda Yangın"
başlıklı haberde, pazar günü çıkan yangının çatıya
büyük zarar verdiği kaydedildi. Garın tarihinin
anlatıldığı haberde, tehcirin başlangıç tarihi kabul
edilen 24 Nisan 1915'i anmak için her yıl 24
Nisan'da garın kapısında anma töreni yapıldığı
kaydedildi. Haberde, "Burası aynı zamanda tehcire
gönderilenlerin yola çıktığı ilk nokta" ifadeleri
yer aldı.
Sabah, 02.12.2010
|
Basına ve Kamuoyuna Açıklama…
HAYDARPAŞA GAR, LİMAN ve KIYI ALANINI;
“PAZARLANACAK MAL” OLARAK KÜRESEL EMLAK TACİRLERİNİN
HİZMETİNE SUNMAK İSTEYENLERİN HER TÜRLÜ GİRİŞİMİ
BOŞA ÇIKARTILACAKTIR!
Dünya mirası İstanbul’un Haydarpaşa Gar ve Liman çevresini, her türlü yasa ve yönetmeliği, bilimsel ve etik kuralı hiçe sayarak, “önce Manhattan, sonra da Venedik yapacağız” deyip, küresel emlak tacirlerinin kullanımına sunmaya çalışanların her türlü yöntem ve oyunları; duyarlı bilim, meslek insanlarımız, kurum ve kuruluşlarımız ve halkımızın kararlı tavırları ve yoğun çabaları sonucunda; 2004 yılından bugüne değin engellenebilmiştir.
Tarihi kentsel bellek değerini ve işlevini ortadan kaldırmak için yapılanlara inat 2010 Kültür Başkenti İstanbul’un simgesi olarak seçilen Haydarpaşa Garının çatısından İstanbul’un semalarına yükselerek hepimizin yüreğini yakan bağnazlık, cehalet, cüret, ihmal ve suiistimal kokan alevler; toplumsal duyarlılık, kararlılık ve dayanışmaya her zamankinden çok daha fazla ihtiyacımız olduğunu anlatan sessiz ve acı bir imdat çığlığı olmuştur.
Zira, ne yazıktır ki; başta İstanbul olmak üzere ülkemizin doğal, kültürel, tarihi ve toplumsal değerleri üzerindeki küresel rant sermayesinin aracısı olan iktidarın sınır tanımayan baskı ve tehditleri yoğunlaşarak ve boyut değiştirerek devam etmektedir.
Bugün sadece ormanlarımız, derelerimiz, tarım ve yaşam alanlarımız, tarihi ve kültürel değerlerimiz akla, bilime, tekniğe, hukuka uygun olmayan ve meşruiyeti bulunmayan kararlar ve uygulamalarla büyük bir hızla yok edilmekle kalmamakta; bugünden tasarlamakla yükümlü olduğumuz ortak geleceğimiz de ipotek altına alınarak kentsel dayanışma simgemiz Haydarpaşa Garı gibi karanlığa gömülmeye çalışılmaktadır.
Ancak bu kirli karanlıktan medet umanlar çok iyi bilmelidirler ki bu ülkenin onurlu yurttaşları, emekçileri, aydınları, sanatçıları, bilim ve meslek insanları, duyarlı kurum ve kuruluşları yaratılmaya çalışılan bu dumanlı ortamı aydınlatacak duyarlılığa, kararlılığa, bilgiye ve dayanışma gücüne sahiptir.
Tüm bu nedenler ile ülkemize, İstanbul’a ve topluma daha fazla zarar vermeden, halkın bilgisinden, mesleki ve bilimsel kurum ve kurulların denetiminden kaçırılmak amacıyla durmadan değiştirilen küresel yağma yasa tasarıları, plan ve projelerinden derhal vazgeçilmelidir.
Gebze- Halkalı arası Marmaray projesi kapsamında; Ulusal Demiryolları, çalışanları ile beraber İstanbul dışına atılmaya ve bu güzergah şehir içi ulaşıma terkedilmeye çalışılmaktadır. Marmaray projesinin ilk gününden bu yana bu güzergahın doğru olmadığını ve tüp bağlantısının demiryolu güzergahı haricinde Anadoluray gibi şehir içi metro güzergahları ile birleştirilmesini ısrarla vurgulamıştık. Buna rağmen proje sürdürülmekteydi. Yine proje kapsamında Haydarpaşa Gar ve Liman alanı geri dönülmez bir şekilde hem demiryolu hemde şehiriçi ulaşımından koparılmaya çalışılmaktaydı.
Yangın sonrasında Haydarpaşa’ya trenlerin getirilmemesi, Çalışanların işyerlerine sokulmaması, Haydarpaşa’ya vapur seferlerinin uğratılmaması gibi konular yukarıladaki şüpheleri doğrulamakta ve Ulaşımda bu yolu kullanan halka Haydarpaşa unutturulmaya çalışılıyor. Haydarpaşa gar ve liman alanı üzerinde oynanan oyunların hayata geçirilmesi için Haydarpaşanın yanmasını kullanılacağını düşünmek bile ürkütücüdür.
Tarihi, kültürel ve stratejik varlığımız Haydarpaşa Gar, Liman Ve Geri Sahasının; bütün değerleri ve işlevi ile birlikte korunup, toplumun eşit ve koşulsuz kullanımına açık olarak gelecek kuşaklara aktarılabilmesi için öncelikle; yangın nedeni ile oluşan hasar, tarihi eserin layık olduğu özenle, evrensel koruma kuralları ve hukuku ışığında onarılmalıdır.
Bu yangın ve onarım, yıllardır savaş dâhil olmak üzere bütün olumsuz koşullara rağmen bugüne kadar hizmetini durdurmamış olan Haydarpaşa Garının hizmet dışı bırakılması ve insansızlaştırılması için bahane olarak kullanılmamalı, onarım süresince gerekli iklimsel, teknik ve güvenlik tedbirleri alınarak Haydarpaşa Gar ve Vapur İskelesi biran önce halkın hizmetine sunulmalıdır.
Haydarpaşa Garı'nın yangın zararlarından arındırılması için yapılacak kurutma, temizlik ve onarım işlemlerinin bilimsel bir yaklaşımla ve uzmanların denetiminde yapılması ve onarım temizlik yöntemlerin doğru saptanabilmesi için yangın sonrası tespitlerin ilgili uzman kurullarının ve meslek odaların gözetiminde gerçekleştirilmesi çok büyük bir önem taşımaktadır. Ancak yangın sonrası gerek sendika temsilcilerinin gerek meslek kuruluşlarının yazılı ve sözlü taleplerine rağmen mesleki ve teknik inceleme izni verilmemesi bu konuda var olan kaygıları daha da arttırmaktadır.
Sadece ülkemizin duyarlı bilim, teknik ve meslek insanları, meslek odaları, sendikaları sivil toplum örgütleri, Koruma Kurulları ve yurttaşları tarafından değil; Dünya Mimarlık Örgütü UIA ve UNESCO/İCOMOS tarafından da koruma ve izleme altına alınmış bulunan Haydarpaşa Gar Binasındaki ihmal ve suiistimal zincirinin sorumluluğundan; ehliyetsiz ve yandaş taşeronların emrinde güvencesiz çalıştırılan iki emekçinin sırtına yüklenilerek kaçılamaz.
Deprem, yangın, sel, yoksulluk dâhil olmak üzere, her türlü toplumsal ve doğal afetin yağma projelerinin meşrulaştırılması için araç ve bahane olarak kullanıldığı neo liberal sistemin Haydarpaşa Garı da böylesi bir meşrulaştırma operasyonuna kurban ettiği konusunda kamuoyunda oluşan kuşkuların giderilmesi için bütün yasal ve mesleki haklarımız saklı kalmak kaydıyla aşağıdaki sorularımıza derhal ve açıkça yanıt verilmesini istiyoruz.
Kamuoyuna saygı ile duyurulur.
******
Yanıt bekleyen öncelikli sorularımız
1. Mimari ve inşai nitelikleri ile yaşayan dünya endüstri mirasının nadide örneklerinden biri olan Haydarpaşa Garının çatısını tamamen tahrip eden ve bu önemli kamusal yapıda ciddi hasarlar oluşturan yangının saat 14.30 da çıktığı İstanbul halkının tanıklığı ile tespit edilmiş iken yangın başlama saati niçin 15.30 olarak açıklanmıştır? Bu açıklama yangına yapılan yetersiz ve geç müdahalenin bir mazereti olarak mı kullanılmaktadır?
2. 17 Ağustos 1999 depreminden 11 yıl geçmiş olmasına, rağmen her gün on binlerce kişinin kullandığı lojistik ve stratejik önem taşıyan bu nedenle de her türlü afet sırası ve sonrasında işlevini devam ettirmek durumda olan Haydarpaşa Garında neden bugüne kadar deprem, yangın gibi durumlar için acil durum önleme ve müdahale yöntemlerine yönelik her hangi bir tedbir alınmamıştır? (Yangın tüplerinin dahi yangın sonrasında liman müdürlüğünden getirildiği bilgimiz dâhilindedir.)
3. Haydarpaşa Garı gibi dünyanın dikkat odağında bulunan 1 derece tarihi eserde, Anayasa’nın Kültür ve Tabiat Varlıklarının Korunması ilgili hükümlerini, Kurul Kararlarını, Türk Ceza Kanunu hiçe sayılarak ve hiç bir proje ve izne tabii olmadan yapılan tadilatlar nedeni ile yaklaşık bir ay önce de yangın riski yaşanmışken her hangi bir önlem alınmamasında ki ısrarın arkasında hangi nedenler ve sorumlular bulunmaktadır? Bir ay önce çatıda meydana gelen yangın ve müdahale sonucunda oluşan hasarlar neden resmi olarak kayıt altına alınmamıştır?
4. TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi ve Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası tarafından 04.Ağustos 2006 tarihinde yapılan suç duyurusu ile rant projelerinizin reklamı için ülke kaynaklarını boşa harcayarak binlerce dolar ödediğiniz yabancı proje yönetim firmasına ofis alanı açmak için kaçak olarak yapılan tadilat ve yıkımlar ile ilgili dava hala sürerken; ilgililer tarafından gösterilen aymazlık ölçüsündeki tedbirsizlik cesareti ve cüreti nereden kaynaklanmaktadır?
5. Devlet dairelerinde mesai saatleri dışında kimse çalışmaz iken, Haydarpaşa Garı’nda özelliklede yangından bir gün önce mesai bitimi itibarı ile gece yarısı 1.30 a kadar binada kimler çalışmıştır? Tadilat niçin mesai saatleri dışında sürdürülmektedir? Kimler talimat vermiştir? Kurum adına yetkili kontrol elemanı bulunuyormuydu?
6. Kadıköy Belediyesi açıklamalarında da anlaşıldığı gibi İstanbul V Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun “Haydarpaşa Garı’nda Kadıköy Belediyesi KUDEP Bürosu denetiminde basit onarım yapılabileceği kararı ve Kadıköy Belediyesine bu doğrultuda bir başvuru var iken, niçin denetimden ve izinden kaçılmıştır?
7. Tadilatı yapmakta olan firmanın 1. Grup eski bir eserde tanımlanan basit onarımı yapabilecek olduğuna dair yeterlilik ve referansları var mıdır? Bünyesinde restorasyon konusunda uzman barındırmakta mıdır? Daha yangın sürerken izolasyondan yangın çıkmış olabilir diye açıklama yapan yetkililer kimlerdir ve bu tespitleri hangi teknik incelemeye dayanmaktadır?
Toplum, kent ve çevre için Haydarpaşa Dayanışması
TMMOB MİMARLAR ODASI İSTANBUL BÜYÜKKENT ŞUBESİ, BİRLEŞİK TAŞIMACILIK, ÇALIŞANLARI SENDİKASI, İSTANBUL ÇEVRE KONSEYİ,TMMOB ÇEVRE MÜHENDİSLERİ ODASI İSTANBUL ŞUBESİ,TMMOB ZİRAAT MÜHENDİSLERİ ODASI İSTANBUL ŞUBESİ, TMMOB KİMYA MÜHENDİSLERİ ODASI İSTANBUL ŞUBESİ, YURTAŞLIK HAREKETİ DERNEĞİ, TÜRKİYE DOĞAL HAYATI KORUMA DERNEĞİ, TMMOB MADEN MÜHENDİSLERİ ODASI İSTANBUL ŞUBESİ, TMMOB GEMİ MÜHENDİSLERİ ODASI, TMMOB METALURJİ MÜHENDİSLERİ ODASI, TMMOB FİZİK MÜHENDİSLERİ ODASI, TMMOB PEYZAJ MÜHENDİSLERİ ODASI İSTANBUL BÖLGE ŞUBESİ, ÇAĞDAŞ SİNEMA OYUNCULARI DERNEĞİ (ÇASOD), İNSAN YERLEŞİMLERİ DERNEĞİ, GAYRETTEPE ÇEVRE KÜLTÜR VE İŞLETME KOOPERATİFİ, LİMAN İŞ SENDİKASI, SES SAĞLIK VE SOSYAL HİZMET EMEKÇİLERİ SENDİKASI, TMMOB İNŞAAT MÜHENDİSLERİ ODASI İSTANBUL ŞUBESİ, TMMOB MAKİNA MÜHENDİSLERİ ODASI İSTANBUL ŞUBESİ, TMMOB İÇ MİMARLAR ODASI İSTANBUL ŞUBESİ, DEVRİMCİ İŞ SENDİKALRI KONFEDERASYONU (DİSK), YAPI YOL SENDİKASI İSTANBUL ŞUBESİ, İNGİLTERE ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ, EĞİTİM-SEN 2. NOLU ŞUBE, İSTANBUL DİŞ HEKİMLERİ ODASI, ARNAVUTKAÖY GİRİŞİMİ, TMMOB HARİTA MÜHENDİSLERİ ODASI İSTANBUL ŞUBESİ, TMMOB ELEKTRİK MÜHENDİSLERİ ODASI İSTANBUL ŞUBESİ, BEYKOZ İNSİYATİFİ (BEYİN), TÜKODER BEYKOZ ŞUBESİ, KADINLARLA DAYANIŞMA VAKFI (KADAV), KENTLİ KENTSEL ARAŞTIRMA GÖNÜLLÜLERİ, ÖZERK SANAT KONSEYİ, SEFERTASI HAREKETİ, İSTANBUL TABİP ODASI, İSTANBUL BAROSU, LOZAN MUBADİLLERİ VAKFI, ÇAĞDAŞ YAŞAMI DESTEKLEME DERNEĞİ (ÇYDD), MİMARLIK VAKFI (MİV), KAMU İŞLETMECİLİĞİNİ GELİŞTİRME MERKEZİ VAKFI (KİGEM), TMMOB ŞEHİR PLANCILARI ODASI İSTANBUL ŞUBESİ, TMMOB JEOLOJİ MÜHENDİSLERİ ODASI İSTANBUL ŞUBESİ, BÜRO EMEKÇİLERİ SENDİKASI, KAMU EMEKÇİLERİ SENDİKASI KONFERDERASYONU (KESK), GAZHANE ÇEVRE KÜLTÜR VE İŞLETME KOOPERATİFİ, VALİDEBAĞ ÇEVRE GÖNÜLLÜLERİ, KADIKÖY DEMOKRATİK KADIN PLATFORMU, YEREL YÖNETİMLER ARAŞTIRMA EĞİTİM DERNEĞİ (YAYED), BOĞAZİÇİ ÇEVRE KORUMA VAKFI, PİR SULTAN ABDAL KÜLTÜR DERNEĞİ SARIYER ŞUBESİ, AHŞAP DERNEĞİ, KATILIMCI SENDİKAL İNSİYATİF, CUMHURİYET KADINLARI DERNEĞİ İSTANBUL ŞUBESİ, DEVLET TİYATROSU - OPERA VE BALESİ ÇALIŞANLARI VAKFI (TOBAV)-KADIKÖY BELEDİYESİ, NAZIM HİKMET KÜLTÜR MERKEZİ, KADKÖY HALKEVİ, BEST İST 3, DARICA KÜLTÜR DERNEĞİ, EMEKLİLER YAŞLILAR HAREKETİ, KİP-KARADENİZ İSYANDADIR, KUZGUNCUKLULAR DERNEĞİ, TÜM BEL SEN 3 NOLU ŞUBE, SON IRMAK DOĞA VE SANAT DERNEĞİ, TOPLUMSAL ÖZGÜRLÜK PLATFORMU, İMECE, AKA DER, KALDIRAÇ, SOSYAL HAKLAR DERNEĞİ, EĞİTİM SEN, 3. KÖPRÜ YERİNE YAŞAM PLATFORMU, HOMUR, ÖDP, EDP KADIKÖY, BDP KADIKÖY, SDP KADIKÖY, TKP, CHP… |
|
|
|
TARİHİ TOP MERMİSİ HURDACIYA GİDECEKTİ
Tekirdağ'da
şaka gibi olay... Metal toplayarak geçimini sürdüren
Emrah ile eşi Gülbahar G, Tekirdağ Arkeoloji ve
Etnoğrafya Müzesi'ne gitti. İkili müze bahçesinde,
Kurtuluş Savaşı yıllarından kalma iki adet tarihi
top mermisini at arabasına koyup kaçtı.Polis çifti,
Geyik Sokak'taki bir hurdacıya satmaya çalışırken
yakaladı. Zanlılar adli makamlara sevk edildi. Top
mermileri ise müzeye iade edildi.
Akşam, 29.11.2010
|
HOCA ALİ RIZA'NIN RESMİ VİLLA FİYATINA: 260 BİN TL

Portakal Sanat ve Kültür Evi ile Tekfen Holding
tarafından düzenlenen "Leyla Akçağlılar Koleksiyonu
ve Özel Koleksiyon Müzayedesi"nde, Hoca Ali Rıza'nın
"Boğaziçi" isimli eseri 260 bin TL'ye satıldı.
Tekfen Holding Yönetim Kurulu üyesi Leyla
Akçağlılar'ın adını yaşatmak ve kız çocuklarının
eğitimine katkıda bulunmak amacıyla Conrad Oteli'nde
düzenlenen müzayedede, Türk ve yabancı ressamların
eserlerinin yanı sıra çeşitli gümüş objeler, hat
sanatından eserler, halılar ve mobilyaların
bulunduğu 210 parça eser satışa sunuldu.
Hoca Ali Rıza'nın 125 bin TL başlangıç bedeliyle
satışa sunulan "Boğaziçi" adlı eserinin 260 bin
liraya alıcı bulduğu müzayedede, Ayvazovski'nin
"Deniz ve Gemiler" tablosu da 230 bin TL'ye satıldı.
Müzayedede, Francois Leon Prieur-Bardin'in
"Beşiktaş" adlı eseri 200 bin, "İstanbul" ve
"Boğaziçi" adlı tabloları da 140 bin TL'den alıcı
buldu.
Tekfen Vakfı Yönetim Kurulu üyesi Defne Akçağlılar,
gazetecilere yaptığı açıklamada, ablası Leyla
Akçağlılar'ın ismini yaşatabilme arzusuyla yıllarca
topladığı koleksiyonu bir müzayede satışa sunmaya
karar verdiklerini söyledi.
Buradan elde edilen geliri Çağdaş Yaşamı Destekleme
Derneğine (ÇYDD) bağışlayacaklarını ifade eden
Akçağlılar, "Dernek aracılığıyla bir kız yurdu
yapılacak. Leyla'nın isminin kız yurdunda yaşayacak
olmasından mutluluk duyuyoruz" dedi.
Türkiye Gazetesi, 29.11.2010
|
KİLİSENİN ALTINDAN GEMİ BATIĞI ÇIKTI
Metro projesi çalışmaları
kapsamında Yenikapı'da yürütülen arkeolojik
kazılarda ortaya çıkan 12-13. yüzyıldan kalma kilise
kalıntısının altında, bir gemi batığı olduğu tespit
edildi. Kilisenin altındaki dolguda kazılara devam
eden Arkeoloji Müzesi uzmanları, gemi batığına
ulaştı. İstanbul Arkeoloji Müzesi Müdürü Zeynep
Kızıltan, "Daha önceden kilisenin bulunduğu çevrede
kazılar yapılırken batığın bir parçasını tespit
etmiştik. Bu çalışmayla batık tamamen ortaya
çıkartılacak" dedi.
Sabah, Haber: Hasan Ay, 29.11.2010
|
|
TARİH GÜN YÜZÜNE ÇIKACAK

Altında bulunan mayınlar sebebiyle bir
türlü gün ışığına çıkarılamayan Karkamış antik kenti
aydınlanacak. Gaziantep'in Suriye sınırında bulunan
Karkamış antik kentindeki mayın temizleme
çalışmalarında sona yaklaşıldı.
Gaziantep İl Kültür ve Turizm Müdürü Salih
Efiloğlu, Gaziantep İl Özel İdaresi'nin 21 Ekim
2009'da yaptığı ihalenin ardından 29 Mart 2010'da
başlayan mayın temizleme çalışmalarının tamamlanmak
üzere olduğunu söyledi.
Bölge turizmine yeni bir soluk kazandırması
beklenen Karkamış antik kentinde, mayın
temizliğinin ardından ilkbaharda bilimsel kazılara
başlanabileceğini ifade eden Efiloğlu, “Tarihe
tanıklık etmek için sabırsızlanan Karkamış antik
kentinde, mayın temizleme çalışmalarının ardından
yoğun ve uzun soluklu bilimsel kazı çalışmaları
yapılacak” dedi.
Efiloğlu, antik kentteki bilimsel kazıların
kimler tarafından yapılacağına Kültür ve Turizm
Bakanlığı'nın karar vereceğini ifade ederek,
kazılarda Türk ve yabancı bilim adamlarının birlikte
görev alabileceğini bildirdi.
Antik kentin çevresiyle birlikte düşünüldüğünde
önemli bir turizm potansiyeline sahip olduğuna
dikkati çeken Efiloğlu, sözlerini şöyle sürdürdü:
Gaziantep
İl Özel İdaresi'nin gerçekleştirdiği ihale, üzerinde
Karkamış antik kentinin de bulunduğu 670 dekar
alana 1957 yılından itibaren döşendiği belirlenen
mayınların 300 günde elle temizlenmesini
öngörüyordu. Çalışma ufak tefek rötuşlar dışında
tamamlandı. Çalışmanın tamamlanmasıyla birlikte
antik kenti turizme kazandırmak için gerekli
bilimsel kazılara başlanacak.
Karkamış antik kentinde bulunduğu alan da turizm
bakımından önemli. Antik kentin hemen yakınında
bölge için bir başka zenginlik olan Karkamış Barajı
var. Ayrıca Almanların yaptığı tarihi demiryolu
köprüsü Carablus da antik kentin çok yakınında.
Karkamış antik kentinin de Geç Hitit Döneminin
önemli yerleşim merkezlerinden olduğu biliniyor.”
Efiloğlu, “Gılgamış Destanı”nın Karkamış
antik
kentinde geçtiği, “Kadeş Antlaşması”nın bu kentte
yapıldığına ilişkin iddialar olduğunu, bilim
adamlarının antik kentte yürüteceği çalışmaların bu
iddiaların gerçek olup olmadığı konusuna ışık
tutacağını ifade etti.
Antik kentte yürütülecek bilimsel kazılarda görev
alacak personelin temin edilmesinde sıkıntı
yaşanmaması için de çalışma yapıldığını da aktaran
İl Kültür ve Turizm Müdürü Efiloğlu, İlçe Halk
Eğitim Merkezi Müdürlüğünün kurs açarak 170 kişiyi
eğitti, eğitimi tamamlayanlara kazılarda görev
alabilmelerini sağlayacak sertifika verdiğini
kaydetti.
Gaziantep İl Özel İdaresinin açtığı ihaleye
kazanarak Karkamış Antik Kenti'ndeki mayınların
temizlenmesi işini üstlenen Nokta Şirketi'nin
Yönetim Kurulu Başkanı Murat Keklik de ihale ile
üstlendikleri işi tamamladıklarını ve mayınlardan
temizledikleri alanı Gaziantep İl Özel İdaresi'ne
teslim etme aşamasında olduklarını belirtti.
Çok zor bir çalışmayı başarıyla tamamladıklarını
anlatan Murat Keklik, “Mayın temizleme
çalışmalarında, bulunan mayın yerinde imha edilir.
Bizim temizlediğimiz alanda antik kentin bulunması
nedeniyle biz mayınları bulundukları yerden
kaldırdık, bir başka yere taşıdık ve güvenlik
önlemleri alarak imha ettik. Mayın temizliğini
Birleşmiş Milletler Uluslararası Mayın Temizleme
Standartları hükümlerine uygun biçimde yaptık. Mayın temizleme çalışmalarında Bosna Hersek'ten
getirdiğimiz 2 mayın köpeğinden de yararlandık.
Mayına karşı yüksek duyarlılığı olan bu köpekler
çalışmamıza önemli katkı sağladı.”
Karkamış antik kenti, Gaziantep'in Karkamış
İlçesi Fırat Nehri'nin batı kıyısında,
Türkiye-Suriye sınır hattında bulunuyor. Karkamış
krallarından söz edilen ilk belgelerin MÖ 1700'lü
yıllara ait olduğu sanılıyor. Karkamış antik
kentinden 1940'lı yıllarda çıkarılan büyük taş
bloklar üzerine yapılmış resmi ve dini motifli
kabartmalar halen Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde
sergileniyor. Karkamış antik kenti, Anadolu,
Mezopotamya ve Mısır'a uzanan yolların çok önemli
bir noktasında bulunması dolayısıyla Doğu
Arkeolojisinin en önemli yerleşimlerinden biri kabul
ediliyor.
Hürriyet, 29.11.2010
|
 |
PARK YAPILIRKEN 400 YILLIK MEZARLIK ORTAYA ÇIKTI
Romanya'nın başşehri Bükreş'te, araba parkı yapılmak istenirken 400 yıllık mezarlık bulundu. Bir üniversitenin arazisinde araba parkı yapılmak istenirken, inşaat işçileri kemiklere rastladı. Polise haber verilmesinin ardından inşaat alanına güvenlik kuvvetleri ve arkeologlar geldi. Yapılan ilk incelemede yaklaşık 40 kişiye ait olduğu tahmin edilen bir mezarlığın bulunduğu ortaya çıktı. Arkeologlar kemikleri toplarken, bu kişilerin kimler tarafından ve niçin öldürüldüğü konusunda daha yapılan araştırmadan sonra açıklama yapılacağı bildirildi.
Türkiye Gazetesi, 29.11.2010
|
ATHENA TAPINAĞI'NIN BLOKLARI AYAĞA KALKTI
Çanakkale'nin Ayvacık İlçesi
sınırları içinden yer alan Assos antik kentindeki
kazı çalışmalarında ilk kez andezit taş
kullanılarak, MÖ 540-525
yıllarında inşa edilen Athena Tapınağı'nın blokları
binlerce yıl sonra ayağa kaldırıldı. Kazı Başkanı
Prof.Dr. Nurettin Arslan, "Assos'taki antik
yapıların restorasyonunda, yöreye özgü andezit taşı
ilk kez kullanılmıştır'' dedi.
Sabah, 29.11.2010
|
|
 |
PORNOGRAFİK TABLO ÖNLEMİ
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve eşi Hayrünnisa Gül, Türkiye’den ve yurt dışından 420 sanatçının 2 bin eserinin yer aldığı “Contemporary İstanbul”u gezdi.
Gül çifti, tabloları incelediği sırada, korumalar bir sonraki bölümde yer alan, Alman sanatçı Thomas Bayrle’nin “Camera delgi sposi (after mantegna)” serisine ait, tuval üzerine serigrafi yöntemiyle yapılan, pornografik tabloyu fark etti. Bu tablo ile birlikte fotoğraf çekilmesinin hoş olmayacağını düşünen korumalar, kısa süreli bir telaş yaşadı. Bu tabloyla aynı kareye girmeleri engellenen Gül çifti, korumalar tarafından, Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’ndaki başka bir bölüme yönlendirildi. Gazetecilerin sorularını yanıtlayan Abdullah Gül, “Böyle bir sanat etkiliğine bu kadar büyük ilginin olması çok sevindirici. Burada bu kalabalığı görmek, gerçekten beni çok etkiledi. Açıkçası bu kadar beklemiyordum” dedi.
Hürriyet, Haber: İsmail Aktaş, 29.11.2010
|
GALILEI, DESCARDES VE NEWTON AYNI MÜZAYEDEDE
Bilimsel devrimlerin en önemli isimlerinden
İtalyan matematikçi, fizikçi, astronom ve filozof
Galileo Galilei’ye ait olan Starry Messenger /
Yıldızların Habercisi’ isimli astronomi kitabının
kapağında 1610 tarihi bulunuyor.
Ünlü Fransız filozof René Descartes’a ait
‘Principia Philosophiae / Felsefenin İlkeleri’
kitabı ise 1644’de basılmış. İngiliz bilim insanı
Isaac Newton’un ‘Opticks’ isimli eserinin üzerinde
ise 1704 tarihi yer alıyor. Bir başka ifadeyle, her
üç eser de yayın dünyasında ‘first edition’ olarak
tanımlanan bir niteliğe sahip yani ilk baskı. Dünya
düşünce tarihinin bu üç önemli eseri 2
Aralık’ta
Christie’s tarafından müzayedeye çıkartılıyor.
Galilei’nin teleskopla yaptığı gözlemlerden
oluşan ‘Starry Messenger / Yıldızların Habercisi’
için
katalogda belirlenen açılış fiyatı 600-800 bin
dolar. Ancak, bunun bir milyon doları bulması da
kimseyi şaşırtmayacak. Descartes için belirlenen
katalog fiyatı 6-8 bin dolar, Newton için ise 8-12
bin dolar.
Satışa çıkarılan her üç kitap da Yale
Üniversitesi’nden emekli olan Prof. Edward Tufte’ye
ait. Prof. Tufte’nin birçok özelliği var ama en çok
bilineni, nadir kitap koleksiyoncusu olması.
Galileo, Descartes ve Newton bunlardan sadece üçü.
Müzayedede Prof. Tufte’nin kütüphanesinden 150’den
fazla kitap satışa sunulacak.
Hürriyet, 29.11.2010
|
AVRUPA KÜLTÜR BAŞKENTİ'NDEN GERÇEK BİR ÖYKÜ
AKP
iktidarı Atatürk Kültür Merkezi’ni 2008’in haziran
ayında kapadı.
İktidarın Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın verdiği
söz şuydu:
“2009’un kasım ayında AKM’nin onarımını bitirip
sanat etkinliklerine açacağız.”
Bakan Günay’a bazı insanlar bu işi yapamayacağını,
çünkü Başbakan Erdoğan’ın burayı yıkmayı kafasına
koyduğunu anlatmaya çalıştı.
Bakan “Onarım dediğim tarihte tamamlanacak ve AKM
açılacak. Bu sözümü tutamazsam İstanbullu
sanatseverlerin yüzüne bir daha bakamam” dedi.
Uzun tartışmalar oldu.
Bakan’a bu işi bilen deneyimli insanlar AKM’yi
kapatmadan da pekala onarımın yapılabileceğini kabul
ettiremedi.
Sonuçta, AKM kapatılırsa bu iktidar bir daha açmaz
kuşkusu içinde olanlar haklı çıktı.
Aradan iki buçuk yıl geçti ve AKM hala kapalı.
Açılacağı da yok.
Türk kültürünün bu önemli anıt yapısı kaderine terk
edildi.
***
AKM kapatılınca İstanbul Devlet Opera ve Balesi ile
İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası sokakta kaldı.
Opera ve Bale Kadıköy’deki Süreyya Operası’na
sığındı.
Ama 65 yıllık geçmişi olan koca İstanbul Devlet
Senfoni Orkestrası bir salon bulamadığı için göçmen
orkestra haline geldi.
Dile kolay tam iki buçuk yıl İstanbul Senfoni o
salondan bu salona koşarak İstanbullu sanatseverlere
konserler vermeye çalıştı.
Aya İrini, Caddebostan Kültür Merkezi, Maçka Maden
Fakültesi, Zeytinburnu Kültür Merkezi, CRR ve Lütfi
Kırdar olmak üzere hangisini boş bulursa orada
çaldı.
2010 Avrupa Kültür Başkenti olan İstanbul,
opera-bale sergilenemeyen, senfoni orkestrası göçebe
gibi salon salon dolaşan bir kent olarak dünya sanat
tarihine geçti.
Büyük uğraşlardan sonra İstanbul Senfoni ile
Bale’nin imdadına Beşiktaş Belediye Başkanı İsmail
Ünal yetişti.
Fulya’da yeni yapılan pırıl pırıl Fulya Gösteri
Merkezi’nin konser salonunu bir gece Devlet
Balesi’ne, bir gece de İstanbul Devlet Senfoni
Orkestrası’na verdi.
İstanbul Senfoni İsmail Ünal’ın sayesinde
göçebelikten kurtulmuş oldu.
Bilmiyorum Kültür Bakanı Günay’ın yukarda özetlemeye
çalıştığım yaşanmış bu öyküden haberi var mı?
***
Gelelim İstanbul Senfoni’nin iki buçuk yıllık sürgün
yaşamının sona erdiği cuma gecesine...
637 kişilik salon pırıl pırıl. İçeri girer girmez
insanın içi açılıyor.
Koltuk araları geniş ve çok rahat. Sahne 100 kişilik
bir orkestranın rahatlıkla çalabileceği kadar büyük.
Altyapı mükemmel. Ses ve ışık düzeni son teknolojiye
göre.
Beşiktaş Belediye Başkanı İsmail Ünal’ın Senfoni’nin
göçebelikten kurtulduğu konserden önce orkestraya
dönüp “Başımızın üzerinde yeriniz var. Sanata,
sanatçıya her zaman gönlümüz açıktır” sözleri
gerçekten sanatçıların ve sanatseverlerin alışık
olmadığı bir ortamda söylenen çok anlamlı sözlerdi.
Konserde Ferit Alnar’ın Prelüd ve İki Dans’ını,
Bruch’un Viyola ve Klarnet İçin İkili Konçertosu’nu
ve Bizet’nin Do Majör Senfonisi’ni dinledik.
Dinleyiciler de, orkestra sanatçıları da
göçebelikten kurtulmanın huzuru içindeydi.
İstanbul Senfoni’yi göçebelikten kurtardığı ve
sanata gösterdiği saygı için Beşiktaş Belediye
Başkanı İsmail Ünal’ı ve ekibini kutluyorum.
Sanatla bütünleşmeyen toplumlar çağdaş bir toplum
yaratamazlar.
Ülkemizde bunu hala anlamayanlar var.
Hürriyet, Yazı: Tufan Türenç, 29.11.2010
|
AZİZİYE 3 YILDIR MÜZE OLAMADI
Osmanlı- Rus savaşlarına sahne olan ve Ruslara geçit vermeyen Aziziye Tabyaları’na kurulacağı belirtilen kent ve savaş müzesinde 3 yıldır herhangi bir gelişme olmadı.
Halk arasında ‘93 Harbi' diye bilinen, 1877 - 78 Osmanlı - Rus Savaşları'nın yapıldığı, göğüs göğüse kanlı çarpışmaların yaşandığı Aziziye Tabyası’nda savaş müzesi yapılacağı bildirilmişti. 2007’de dönemin AK Parti Erzurum Milletvekili Ömer Özyılmaz’ın müjdesini verdiği savaş ve kent müzesi konusunda aradan geçen 3 yıla karşın herhangi bir gelişme yaşanmadı.
Kundaktaki kızını evde bırakarak Ruslara karşı satırla savaşarak destanlaşan Nene Hatun'un mezarının da bulunduğu alanda Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından yapılması düşünülen projede, Aziziye Tabyası'ndaki Mecidiye Kışlası'nın bir bölümü kent müzesi olurken, bir bölümü de savaş müzesi olarak düzenlenecekti. Müzede, savaşta kullanılan malzemeler sergilenecek, yaşanan savaş sesli, görüntülü ve hareketli olarak sergilenecek, böylece dönemin tüm unsurları gelecek kuşaklara canlı örneklerle aktarılacaktı. Ancak aradan geçen 3 yıla karşın savaş ve kent müzesinin yapılması konusunda herhangi bir adım atılmadı.
Erzurum Gazetesi, 28.11.2010
|
 |
|
TARİHİ BEDESTENDE RESTORASYON BAŞLIYOR
Manisa’da 550 yıllık geçmişe sahip Rum Mehmet Paşa Bedesten Çarşı’sında, beş yıldır sorun olan restorasyon başlıyor.
Kamulaştırma çalışmaları bitirildi, çarşının içini Vakıflar Genel Müdürlüğü, dışını ise Manisa Valiliği ile 26 esnaf ortaklaşa restore ettirecek. Vali Celalettin Güvenç, her iki restorasyon çalışmalarını da aynı anda başlatmak istediklerini dile getirdi. Güvenç, “İç restorasyon için 8 Aralık’ta ihale yapılacak. Birkaç hafta içinde de yüklenici firmaya yer teslimi yapılır. Valilik olarak, İl Özel İdaresi’nin Kültür Varlıkları Katkı Fonu’ndan yüzde 70 maddi destek vereceğiz. Kalan yüzde 30’luk kısmı da 26 dükkan sahibi üstlenecek. Amacımız, tarihi hanı, Haziran 2011’de Manisalıların hizmetine sunmak” dedi.
Milliyet Ege, 28.11.2010
|
2 BİN YILLIK TARİHİ MİRAS 'BORÇ EDEBİYATI'

Türkiye'de iktidara yeni gelen bir parti başkanı
ve yerel yöneticinin, işler yolunda gitmeyince,
"enkaz devraldık" sözlerinin kaynağının Anadolu
coğrafyasında 2 bin yıllara kadar uzandığı ortaya
çıktı. Alman Arkeoloji Enstitüsü Bergama Kazı Heyeti
Başkanı Prof. Felix Pirsan, Bergama Belediye Başkanı
Mehmet Gönenç'e gönderdiği 2 bin yıllık mektubun
kopyasında, kralların da borçları ve hizmetleri
yarım bıraktığı gerçeği yer alıyor. Pergamon
Kralı'nın mektubundaki ifadeler, zorluklar
karşısında her sınıftaki insanın zaafiyetini
başkasına yükleme eğiliminin en açık kanıtı olarak
günümüzde karşımıza çıkıyor. Bergama'da 143 yıl önce
yapılan kazılar sırasında bulunarak Zeus Sunağı ile
birlikte götürüldüğü tahmin edilen eserin aslı,
Almanya'daki bir müzede saklanıyor. "Kral I.
Eumenes'den önceki komutanlar eski ve kendi
dönemlerindeki borçları ve vergileri toplamamışlar"
denilerek bu konudaki başarısızlıklarına vurgu
yapılıyor. Sonra görev başındaki krala yönelik, "I.
Eumenes, eski borçları, vergileri ve kendi dönemine
ait borçları da toplayarak geçmişte yarım kalan tüm
yatırımları tamamlamıştır" sözleriyle yazılan övünç
dolu mektup dikkat çekiyor.
Bergama Belediye Başkanı Mehmet Gönenç, orijinali
Berlin'deki Pergamon Museum'da sergilenen taş
tabletin alçı kopyasının kendisine Alman Arkeolog
Prof.Dr. Felix tarafından gönderildiğini
belirterek, "Bu kopyayı tercümesiyle birlikte
ilçemizde saklayacağız. Yazıtın aslının Agora'da bir
pazar yerinde ve o zamanki meclis alanında asılı
olduğunu öğrendik. Biz de belediye binasındaki eski
kütüphanede sergilemek istiyoruz" dedi.
Türk siyasetinde ilk kez dönemin Başbakanı Bülent
Ecevit tarafından sarf edilen, "Enkaz devraldık"
sözlerinin tarihi kökenlerinin Bergama Krallığı'na
kadar uzandığını gösteren bu yazıtın, çok değerli
olduğunu belirten Gönenç, şöyle konuştu: "Bergama'da
yıllardır kazı yapan Prof. Felix Pirsan, dönemin
Bergama Kralı'nın, Kral I. Eumenes'e gönderdiği
mektubun bir kopyasını orijinaline benzer olarak
alçı tablet haline dönüştürerek gönderdi.
Tercümesini yaptırdığımda ilginç bir gerçekle
karşılaştım. Günümüzde de belediye başkanları,
'Bizden önceki başkanlar bize belediyeyi şu kadar
borçlu bıraktı. Bu borcu kucağımızda bulduk' gibi
sözler ediyor. Bergama tarihin ilk yazılı kültüründe
bu borç edebiyatının kayıtlı olduğunu görmek
şaşırtıcı. 2 bin yıldır her konumdaki yöneticiler
bir sonraki yönetime devamlı olarak borç bırakarak
çalışmalarını sürdürmüşler. Borç tarihi
mirasımızmış."
Mektubun çevirisi "Lost Letters of Pergamum"
(Bergama'nın kayıp mektupları) adlı kitaptan alındı.
Kitabı 2003'te ABD'li Prof. Bruce Longenecker yazdı.
Henüz Türkçe'ye çevrilemeyen kitabın içeriği
Hıristiyanlık tarihi üzerine, Bergama ile ilgili
bölümde özellikle Luka İncili ve St. Antipas'dan
alıntılar yapılıyor. 'Luka' Latince 'aydınlık'
anlamına gelir. Bir doktor olan Luka tarafından
yazıldığı kabul edilir. Luka, İsa'nın havarilerinden
değil, Aziz Pavlus'un şahsi doktorudur. Söz konusu
mektupta bu bölümde yer alıyor.
İlkler şehri BERGAMA
* İlk parşömen (deriden kağıt yapımı)
* İlk Asya kütüphanesi (20 bin cilt)
* İlk büyük hastane (Asklepion)
* İlk telkinle tedavi (psikoterapi),
* İlk doğal tedavi (müzik, tiyatro, spor, güneş ve
çamur ile)
* İlk farmakoloji (doğal ilaçlar)
* İlk afyon modeli ilaç
* İlk kent hijyeni (sağlık altyapısı)
* İlk tıp ve eczacılık simgesi (yılan)
* İlk mühendislik, U borusu yöntemi ile trigonometri
* İlk kent imar yasası
* İlk kent çarşı pazar yasası
* İlk komün devleti
* İlk grev ve toplu sözleşme. (MÖ 248'de l. Eumenes
ücretli askerlere hakkını verdi)
* İlk 4 tiyatrolu kent, ilk en dik tiyatrolu kent
* İlk meslek sendikaları ve sendika konfedarasyonu
* İlk 3 dereceli öğretim (ilk, orta ve lise)
* İlk kazı müzesi (arkeoloji deposu, sonra müzeye
dönüştürüldü)
* İlk ve en büyük sunak
* İlk ahşap sahneli tiyatro
* İlk Hıristiyan kilisesi
* İlk Batı Türkçesi grameri (Bergamalı Kadri
Efendi'nin eseri)
* İlk işgali kıran kent (15 Haziran 1919)
* İlk festival yapan şehir (Bergama Kermesi 1937)
Yeni Asır, Haber: Erdal Çarboğa, 27.11.2010
|
BİLECİK'TE TARİHİ CAMİ YANDI, KULLANILAMAZ OLDU
Bilecik'in Bozüyük İlçesi'ne bağlı Günyarık Köyü'nde bulunan tarihi cami yandı. Rüzgarın etkisiyle büyüyen yangın itfaiye tarafından söndürülürken, asırlık cami kullanılamaz hale geldi.
Edinilen bilgiye göre, dün gece geç saatlerde köy camisinde elektrik kontağından yangın çıktı. Günyarık sakinleri, yangını söndürmek için seferber oldu. Köylüler, itfaiye gelene kadar ellerinden gelen gayreti gösterse de yangının rüzgar sebebiyle büyümesine engel olamadı. Daha sonra gelen itfaiye ekipleri yangını söndürürken, asırlık cami kullanılamaz hale geldi.
Camide Yunan işgalinden bu yana hiç yangın çıkmadığı belirtilirken, 2 ay önce göreve başlayan imam Halil İbrahim Karabektaş, "Yatsı namazını kıldıktan sonra cimimizin kapılarını kilitledik. Bir kişi camiden duman çıktığını fark etmiş. Sonra bana ulaştılar, hemen geldim. Caminin sol köşesinde ateş vardı. Yangın elektrik kontağından çıkmış, kabloları eritmiş. İçerideki tüpü hemen dışarı çıkardım, ardından itfaiyeye haber verdik" dedi. Karabektaş, cami tekrar yapılana kadar köy konağındaki odada namazları kılacaklarını söyledi.
Olay yerinde incelemelerde bulunan Bozüyük Müftüsü Hüseyin Yıldırım ise caminin en kısa sürede onarılıp tekrar ibadete açılacağını bildirdi.
Türkiye Gazetesi, Haber: Kadir Çetin, 27.11.2010
|
 |
21 - 27 Kasım 2010
|
BU SANATIN ADI 'ÇAĞDAŞ'

Uluslararası çağdaş
sanat camiası ve
Türk
sanatseverlerin merakla beklediği Contemporary Art
İstanbul 2010, ilk
kez basın ve özel davetliler için gerçekleşen ön
açılışla görücüye çıktı.
Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi
Sarayı'nın
giriş
kapısında oluşan kuyruk ve kalabalık ilk izlenim
olarak ünlü bir sanatçının konser öncesini andırsa
da yüzümde ‘ne güzel‘ gülümsemem belirdi.
Birkaç modern sanat hayranı arkadaşımla birlikte
içeri girdiğimizde dışarıdaki kalabalığın kat be
katı, içeride harıl harıl eserleri ziyaret etmeye
başlamışlardı bile. Koridorlar arasında zor da olsa
ilerlemeye çalıştık. Gezmek, incelemek,
uluslararası çağdaş sanatla buluşmak
için yanlış bir gün seçtiğimin farkındayım ama
merakla saldırdık katılımcı galerilere…
Yazıya da "ilkler"
diyerek başladım ya, işte Contemporary Art
İstanbul’un
ilkleri…
-
Türkiye'den 43, yurtdışında 37 galeri ile
toplamda 420 sanatçının 2 bin eserini bir araya
getiren etkinlik, yeni bir rekora
imza attı.
-
Her yıl farklı bir ülkenin konuk
olduğu Yeni Ufuklar bölümünde bu yıl İranlı
sanatçılar ilk kez İstanbul’da görücüye çıktı. Bu isimler arasında
Farhad Ahrarnia, Monir
Farmanfarmaian, Parastou Forouhar, Taraneh
Hemami’nin eserlerini Rose Issa
Projects’de ( b katı) inceleyebilir,
Alireza
Adambakan, Samira Alikhanzadeh’ın eserlerini
ise, Assar Arr Galery’de ( a katı)
görebilirsiniz.
-
Sergi alanına girer
girmez dikkatimi ilk çeken yer, belki
de katılımcıların en renklilerinden biri
'Dükkan' oldu. Dükkan ilk kez, Contemporary
İstanbul’un tek
‘Sanat Dükkanı’ olarak yerini aldı.
-
Pek çok sanatseveri
beklene en önemli sürprizlerden biri de
Contemporary
İstanbul’da
bölgesel sanatı desteklemek için Ermeni
sanatçıların davet edilmiş olmasıydı. Ermeni
çağdaş sanatının önemli temsilcileri Karen
Aghamyan, Tigran Kirakosyan, Felix
Eghiazaryan’ın eserlerini Art of Armenia (a
katı) galerisinde ziyaret edebilirsiniz.
İŞTE BENİM
‘EN’LERİM
Dükkan ( b katı, girişte
solda) ilk durağım oldu. Standlarında yer alan her
çalışmayı mutlaka inceleyin ve arşivinize birkaç
parça destekte bulunun. Bu arada isteyenlerin
dolabına da tişörtleriyle katkıda
bulunabileceklerini de belirteyim.
Casa Dell’Arte’de (b
203) Türkiye’nin belki de en cesur sanatçısı Şükran
Moral’ın ‘Evli, Üç Erkekli’ performans
fotoğraflarını ve videosunu eserlerini mutlaka
görün.
Galerie Deschler’da yer
alan Berlinli sanatçı Xenia Hausner’ın eserlerini,
Arte’de (b 111) Hans Scieb’in heykellerini es
geçmeyin.
Elipsis’de (a 301) yer
alan tüm fotoğraflar, Outlet’te (b 201) Servet
Koçyiğit ve Şener Özmen’in enstalasyon çalışmaları
sizi sizden alacak.
Etemad’da yer alan
Tahranlı sanatçı Simin Keramati’nin tabloları, Rose
Issa Project’de (b 207) yer alan Ayman Baalbaki’nin
eserlerine, değeri 3.5 milyon lira olan fuarın en
pahalı eseri Ahmet Güneştekin’in Baraz’da (b
101-103) yer alan ‘Güneşe Açılan Kapılar’ına
dikkatle bakın. Ve Doğançay Müzesi’ni (a 402)
gezmeden çıkmayın.
Contemporary Art
İstanbul 24 - 28
Kasım 2010 tarihleri arasında Lütfi Kırdar Kongre ve
Sergi Sarayı'nda keşfedilmeyi bekliyor.
Hürriyet, Haber: Deniz
Öner, 27.11.2010
|
YENİKAPI MEVLEVİHANESİ,
MEDENİYETLER İTTİFAKI ENSTİTÜSÜ OLUYOR
Restorasyonu 2008'de
tamamlanan Yenikapı Mevlevihanesi'nin nasıl bir
işlev göreceği merakla bekleniyordu. Bu tarihî mekan
artık Medeniyetler İttifakı Enstitüsü'ne ev
sahipliği yapacak.
Mevleviliğin Konya'dan
sonraki en büyük merkezi olan Yenikapı Mevlevihanesi,
1997'deki kundaklamanın ardından harabeye döndü.
Uzun süren restorasyonları 2008 yılında tamamlanan
Mevlevihane'nin nasıl bir işlev göreceği ise merak
konusuydu. Sultan II. Mahmud, Sultan Abdülmecid,
Sultan V. Mehmed Reşad gibi padişahların; Itri,
Hammamizade İsmail Dede Efendi, Şeyh Galip, Ali
Nutki gibi bestekar ve şairlerin yetiştiği
Mevlevihane'ye müze, kültür merkezi, Mevlevilik ve
tasavvuf kültürü enstitüsü gibi pek çok sıfat
konduruldu. Herkesin merakla nasıl
değerlendirileceğini beklediği Mevlevihane, Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan tarafından devlet eliyle
kurulan ilk vakıf üniversitesi olan Fatih Sultan
Mehmet Vakıf Üniversitesi'ne tahsis edildi.
Mevlevihane, üniversite
bünyesinde kurulan Medeniyetler İttifakı
Enstitüsü'ne ev sahipliği yapacak. Enstitünün
başında Prof. Dr. Bekir Karlığa var. Enstitünün
açılışı bugün Başbakan Erdoğan ve Katar Emiresi
Şeyha Moza Bint Nasır tarafından yapılacak. Açılışın
ardından 'Piri Reis'ten Katip Çelebi'ye Osmanlı'nın
Dünyaya Bakışı', 'UNESCO 2011 Evliya Çelebi ve
Osmanlı Arşivlerinde Katar' sergileri ziyaretçileri
ağırlayacak.
Enstitünün,
medeniyetlerin başkenti İstanbul'da dünya kültürüne,
medeniyete ve sanata açılan bir kapı olacağını
söyleyen Bekir Karlığa, "Enstitü, Medeniyetler
İttifakı Eşbaşkanı ve Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan'ın önerisiyle kuruldu. Dünyada bu alanda
kurulmuş ilk enstitü olacak. Asırlarca Mevlana'nın
ruh ikliminin yansıtıldığı bu mekan yeniden barışı
ve hoşgörüyü anlatan bir merkez haline gelecek.
Enstitüye Medeniyetler İttifakı'na üye 120 ülkeden
öğrenci kabul edilecek. Burada kültürel, sosyal ve
eğitimle ilgili çalışmalar yapılacak, yalnız
akademik dünyaya değil halka yönelik etkinliklerle
yaşayan bir mekan olacak. Semahanesinde belli
aralıklarla Mevlevi ayini icra edilecek ve halka
açılacak." diyor.
Eylül 2011'de
çalışmalarına başlayacak enstitünün beş temel
merkezi var: Farabi Medeniyet Araştırmaları Merkezi,
İbni Haldun Sosyal Araştırmalar Merkezi, Cezeri
Bilim Araştırmaları Merkezi, Mevlana Celaleddin Rumi
Kültürlerarası Diyalog Merkezi, Fatih Sultan Mehmet
Osmanlı Araştırmaları Merkezi. Enstitü Türkçe,
İngilizce, Arapça, İspanyolca dillerinde eğitim
yapacak. 1597'de Malkoç Mehmed Efendi tarafından
yapılan Mevlevihane, muhteşem mimarisi ile göz
doldururken yaklaşık 40 derviş hücresi ve
müştemilatıyla dünyanın dört bir yanından
akademisyenleri ağırlayacak.
Amerikalı siyaset
bilimci Samuel Huntington, 1993'te 'Medeniyetler
Çatışması' adlı ürkütücü tezinde, uluslararası
alanda yeni savaş ve çatışmaların, ideolojik
farklılıklar yerine medeniyetler arasındaki dinî
farklılıklardan ortaya çıkacağını savunuyordu.
Medeniyetler İttifakı Enstitüsü, Huntington'un bu
tezini daha da gölgede bırakacağa benziyor.
Yenikapı Mevlevihanesi,
1597'de Yeniçeri Başhalifesi Malkoç Mehmet Efendi
tarafından yaptırıldı. Pek çok kez tamir gören
Mevlevihane, 1906'da çıkan bir yangın sonucu kül
oldu. 1910'da yeniden inşa edildi. Cumhuriyet
döneminde öğrenci yurdu olarak kullanıldı. 1961'de
çıkan yangın mevlevihanenin büyük bölümünü yerle bir
etti. Vakıflar Genel Müdürlüğü'nde teberrukat deposu
olarak kullanılan eser, 1997'de yeniden yandı.
Zaman, Haber: Musa İğrek,
27.11.2010
|
AVRUPA'YA TARIM ANADOLU
VE YAKIN DOĞU'DAN GİTTİ
Neolitik dönemden kalma bir ev, İskoçya
Avustralya'nın Adelaide
Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırma,
Avrupa'da yarım asırdan fazladır geçerli olan bir
inancı yıktı. Araştırmaya göre, Avrupa'ya tarımı
Yakın Doğu ve Anadolu'dan gelen toplumlar öğretti.
Dahası, sanıldığının aksine Avrupa'daki
avcı-toplayıcı toplumların göçmenler tarafından yok
edilmediği, aksine kaynaştıkları ortaya çıktı.
Geçtiğimiz günlerde yayımlanan bir araştırma,
çiftçiliğin antik Yakın Doğu’dan gelen göçmenlerle
başladığını ortaya koydu.
Bilim
insanları, Almanya’daki antik bir mezarlıktan
çıkartılan, çiftçilere ait 8 bin yıllık kalıntılara
DNA analizi uyguladı. Elde edilen bulgular, modern
toplumlardaki nüfusların DNA’larıyla karşılaştırıldı
ve çiftçilerin genetik kodlarının Türkiye ve
Irak’ta yaşayan
insanlarınkine benzerlik gösterdiği anlaşıldı.
Avustralya’daki Adelaide Üniversitesi’nden Wolfgang
Haak’ın başında bulunduğu uluslararası araştırma
ekibinin yürüttüğü çalışmanın sonuçları, PloS
Biology dergisinde yayımlandı. Bugüne dek, bilim
insanları çiftçiliğin Avrupa’da öğrenilerek
yayıldığını düşünüyordu.
Bu
teoriye göre, Yakın Doğu’daki antik çiftçilere yakın
bölgelerde yaşayan Avrupalı avcı-toplayıcı
topluluklar, öğrendikleri daha yerleşik ve tarımsal
hayat biçimini kuzey bölgelerine yaymaya başladı.
Ancak
Haak ve ekibinin kısa bir süre önce açıkladıkları
araştırma sonuçları, bu teorinin tersini savunuyor.
Haak, “Avrupa’daki ilk çiftçilerin genetik
yapılarının, bölgede yaşamış olan Taş Devri’ndeki
avcı-toplayıcılara kıyasla, Yakın Doğu ve Anadolu
toplumlarına çok daha fazla benzediğini gördük”
dedi.
Yayımlanan çalışmanın yardımcı editörü Alan Cooper,
Haak’ın verdiği bilgileri doğruladı: “Yeni bulgu,
Avrupa’daki çiftçi toplumlarının o bölgede yaşamış
avcı-toplayıcı toplumlardan geldiği inancını tersine
çeviriyor. Bu toplumların çiftçiliği zaman içinde
öğrendikleri veya işgalcilerden gördüklerine
inanılıyordu.”
ORTAK ATALAR
Avrupa’daki çiftçiliğin, Erken Neolitik devirde
başladığı biliniyordu. Bilim insanları, Almanya’nın
Sachsen-Anhalt bölgesinde bulunan Derenburg
kasabasındaki mezarlıktan çıkarılan 22 çiftçinin
kalıntılarından alınan örneklere, en modern
tekniklerle DNA analizi uyguladı.
Araştırmacılar, DNA parçalarını, bugün Avrasya’da
yaşayan insanlarınkiyle karşılaştırdı. Haak ve
ekibi, 8 bin yıl önce ölen çiftçilerle, farklı
bölgelerde yaşayan insanların DNA’ların
benzeştiğini, ortak atalara sahip olduklarını
anladı.
Estonya’daki Tartu Üniversitesi’nden Richard Villems,
sonuçların heyecan verici olduğunu ve yeni
çalışmaların daha önemli sonuçlar verebileceğini
belirtti: “Yakın zamanda 8-10 bin yıllık insan
kalıntılarından alınan örnekleri modern toplumlarla
karşılaştırırsak, çok daha mükemmel sonuçlar
alacağımıza inanıyorum” dedi.
İŞGALCİLER ÖLDÜRMEDİ
Analizler aynı zamanda, Avrupa’da avcı-toplayıcı
toplulukların, Yakın Doğu’dan gelen toplumların
“işgali” nedeniyle ölmediklerini ortaya çıkardı.
Tersine, Avrupalı ve Yakın Doğu toplumları kaynaştı
ve bir “karışık” nesil oluştu.
DNA
analizleriyle insanların tarihte izledikleri göç
yollarını araştıran Genographic Project direktörü
Spencer Wells, BBC’ye yaptığı açıklamada
çiftçilerin, tarımın yaklaşık 11 bin yıl önce
başladığı Yakın Doğu ve Anadolu üzerinden, Güney
Doğu ve Orta Avrupa’ya göç ettiğini belirtti.
Göçmenler, muhtemelen iklim değişikliği nedeniyle,
kuzeye hareket etmeye devam etti ve göç yolu
üzerindeki toplumlarlada kaynaştı. Wells, bu
bilgilerin, Avrupa’da yarım asırdan beri devam eden
‘tarımın nasıl başladığı’ tartışmaları adına oldukça
önemli olduğunu ifade etti.
Bu hafta içinde
açıklanan bir diğer araştırma, Çinlilerin kökenleri
hakkında çok ilginç bir iddia ortaya attı:
Bilim insanları,
Çin’in ücra
köşelerindeki köylerde yaşayan insanlara
uyguladıkları DNA testinde, çok şaşırtıcı sonuçlar
elde etti. Elde edilen DNA’lar, köylülerin üçte
ikisinin Kafkasya kökenli olduğunu ortaya koydu. Bu
bulguyu destekleyen teori ise Roma İmparatorluğu'nun
binlerce yıl önce ‘kaybolan’ ordusu.
DNA
testinin sonuçları,
Çin’in kuzey
batısında bulunan Gobi Çölü'nün kenarında bulunan
Liqian köyünde yaşayan Çinlilerin yüzde 56’sının
Kafkasya kökenli olduğunu ortaya koydu. Köylülerin
birçoğu mavi veya yeşil gözlü; uzun burunlu ve hatta
sarı saçlara sahip. Bu özellikleri, köyün Avrupa
köklerine sahip olduğu söylentilerini güçlendiriyor.
Köyde
yaşayan Cai Junnian adlı adama, yakınları ona
“Romalı Cai” lakabını takmış. Bunun nedeni, birçok
kişinin onun kayıp Roma lejyonunun soyundan
geldiğine inanması. Arkeologlar, DNA sonuçlarının
ardından antik İpek Yolu boyunca uzanan bölgede
kazılar yaparak, efsanevi orduya ait kale veya diğer
yapılar aramayı planlıyor.
China
Daily gazetesine konuşan Lanzhou Üniversitesi’nden
Yuan Honggeng, “Kazılarda elde edeceğimiz kanıtlarla
Çinlilerin Romalılarla olan bağını ortaya çıkarmak
istiyoruz” dedi.
ROMALILAR NE ZAMAN GELDİ
Genetik
testler, bir Roma lejyonunun bölgede çok büyük bir
savaş girdiğine yönelik inanışı güçlendirdi. Bu
teoriye göre, MÖ 53 senesinde Marcus Crassus’un
komuta ettiği Roma ordusu, imparatorluğun doğu
topraklarına ilerlemesine son vermek isteyen çok
daha büyük bir Parthia ordusuyla çarpıştı.
Binlerce
Romalının öldüğü savaşta, Crassus’un kafası
uçuruldu. Ancak inanışa göre, büyük hezimetten
kurtulmayı başaran lejyonerler, düşmanın gözünden
kaybolmak için doğuya kaçtı. Bu askerlerin MÖ 36’da
Hun ve
Çin ordularında
paralı asker olarak savaştığı düşünülüyor. Çinli
tarihçiler, bu savaşta askerlerin, Romalıların
“phalanx düzenine” benzeyen, “balık pulu düzeni”
kullandığını yazıyor.
Romalı
askerlerin nihayetinde askerlik görevini bıraktığı
ve
Çin’in batısındaki
steplere yerleştiklerine inanılıyor.
GERÇEK OLABİLİR Mİ?
Romalı
lejyonerlere dair teori, ilk olarak 1950’li yıllarda
Oxford Üniversitesi’nde
Çin tarihi
profesörü olan Homer Dubs tarafından ortaya atıldı.
Roma İmparatorluğu, en geniş topraklarına Hun
İmparatorluğu’nun çöküşüne rastlayan MS 2'nci
yüzyılda, İmparator Trajan döneminde ulaştı.
Birçok
tarihçi, iki imparatorluğun İpek Yolu üzerinden
yapılan ticaret dolayısıyla bir temas kurduğunu
düşünüyor. Tüccarların, Roma’dan gelen malları cam
eşyalarla değiş tokuş ettikleri biliniyor.
Ancak
bazı uzmanlar Romalı oldukları düşünülen askerlerin,
Orta Asya’da çapulculuk yapan Hun ordularının
askerleri olduğunu ve Kafkasya kökenli olduğunu
düşünüyor.
Sienna
Üniversitesi’nden Maurizio Bettini, Roma’nın kayıp
ordusu teorisini “peri masalı” diyerek görmezden
geldi. La Repubblica gazetesine konuşan Bettini, “Bu
teoriyi savunmak için, Romalı lejyonerlerin her
zaman üstünde bulunan silah veya para bulmaları
lazım. Kanıt olmadan, kayıp ordu teorisi sadece bir
efsane” dedi.
Hürriyet, 27.11.2010
|
MARDİN'DEKİ SÜRYANİ MANASTIRI'NDA 1 MİLYON YILLIK YILAN FOSİLİ İZİ
Süryanilerin Deyrulzafaran Manastırı’nda restorasyon çalışmaları sürerken, manastırın avlusundaki giriş kısmında yere döşenen taşlar üzerinde yılan fosili izleri görülmesi üzerine, İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü ekipleri inceleme yaptı. İl Kültür ve Turizm Müdürü Davut Beliktay, Deyrulzafaran Manastırı’nda yapılan araştırma sonucunda taş üzerinde yılan fosiline rastladıklarını belirterek, uzmanlar tarafından yapılan araştırmalarda, fosilin en az 1 milyon yıl önceye ait olduğunun tahmin ettiklerini söyledi. 1 milyon yıl önce bölgede hayvan varlığının yoğun olduğu yönünde bilgiler bulunduğunu anlatan Beliktay, şöyle dedi:
“Bu fosiller, jeoloji tarihi açısından oldukça önemlidir. Bu yılanın kobra yılanı olduğu yönünde tespitler söz konusu. Bu fosilleri turizme kazandırabiliriz. Halkımızdan bu tür değerlerin korunması ve sahip çıkılması yönünde duyarlılık bekliyoruz. Yılan fosilinin üniversitelerce araştırılması için girişimlerde bulunacağız. Daha önce de Artuklu Üniversitesi arazisinde Taş Devri’nden kalan paleolitik kalıntılar, ‘Harabe Halale’ olarak adlandırılan bölgede ise çeşitli dönemlere ait kalıntılar bulunmuştu. Şimdi de manastırda yılan fosili ortaya çıkması Mardin tarihi açısından önemli bir araştırma konusu olabilir.”
Deyrulzafaran Manastırı görevlisi Kermo Çilli de, gezi esnasında bu fosilin keşfedildiğini söyledi. Çilli, “Yılan fosilinin ortaya çıkmasından sonra turistlerin yoğun ilgisini çektik. Araştırmacılar gelip yerinde gördüler. Araştırma sonucunda fosilin kaç bin yıllık olduğunu ortaya çıkaracaklar” dedi.
Fosilin korunması için müze yetkililerin hiçbir önlem almadığı, manastırda fosilin üzerine sandalye koyarak korumaya çalışmaları ise dikkat çekti.
Radikal, 26.11.2010
|

 |
|
ORHUN ABİDELERİ BU MÜZEDE
Moğolistan'ın başkenti Ulan Bator'dan yaklaşık 400 kilometre uzaklıkta olan Orhun Vadisi boyunca uzanan eski Moğol başkenti Karakurum'da Türk anıtlarından Bilge Kağan ve Kültigin yazıtları bulunuyor. Coğrafya bakımından Türkler'in ana yurdu olması nedeniyle hem Türkler hem de Moğollar açısından oldukça önemli olan bölgede yer alan yazıtlarda, Türk tarihini, sanatını, gelenek ve göreneklerini, dinini, ordu teşkilatını, sosyal hayatını kısaca Türk milletine ait bilgiler yer alıyor.
Türk kültür ve medeniyetini korumak için Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı (TİKA) tarafından Moğolistan'da yürütülen çeşitli çalışmalar kapsamında Türk sanat ve kültür hayatına önemli veriler sağlanıyor. Olumsuz doğa şartlarında yıpranmasını önlemek için Türk Anıtlar Projesi kapmasında müzeye yerleştirilen Orhun Abideleri'ne Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın temelini attığı 46 kilometrelik Bilge Kağan Karayolu'nun tamamlanmasıyla daha rahat ve kolay ulaşılabiliyor.
Ziyaretçilerini bekleyen Orhun Abideleri ve Göktürk dönemine ait tarihi eserlerin bulunduğu müzenin yakınlarında da kopyaları bulunuyor. Müzenin 10 yıldır bekçiliğini yapan Bat-Ochir Janchiv, yılda 150-200 kişinin Orhun Abideleri'ni ziyarete geldiğini bunlardan çok azını Türklerin oluşturduğunu bildirdi.
Habertürk, 26.11.2010
|
BU EVLER DE KORUNSUN
Malatya'nın Darende İlçesi Aşağı Ulupınar Kasabası'nda bulunan kerpiç evlerinin koruma altına alınması istendi.
Aşağı Ulupınar Belediye Başkanı Sezai Gürbüz, ÇEKÜL Vakfı Malatya Bölge Koordinatörü Bekir Sözen ve ÇEKÜL Vakfı Balaban Belde temsilcisi Mehmet Önder'in katıldığı incelemede; bugüne kadar bozulmadan gelen, arada fazla betonlaşma olmayan, geleneksel kerpiç mimarili ev ve sokakların bulunduğu cadde korunup gelecek kuşaklara taşınmasının önemi vurgulandı.
ÇEKÜL Vakfı Malatya Bölge Koordinatörü Bekir Sözen yaptığı açıklamada, "Aşağı Ulupınar Kasabası'nda bulunan ve hiç bozulmadan günümüze kadar uzanan yaklaşık 200 yıllık kerpiç evlerde incelemeler yapıldı. Ayrıca Belde ekonomisine ve Belde halkına gelir getirebilir ortamlar sağlamanın yanı sıra rahat yaşanabilir mekanlar oluşturmak için neler yapılabilir konusu incelenerek yol haritası taslağı oluşturuldu" dedi.
Tarihi evler hakkında bilgiler veren Belediye Başkanı Sezai Gürbüz, "Restore çalışmalarına başlanılan Balaban evleri gibi köklü tarihe sahip Aşağı Ulu pınar evlerini bakımsızlık ve yok olmadan kurtararak Malatya'mıza kazandırmalıyız. Bu konuda hassasiyetini bildiğimiz Sayın Valimiz Doç.Dr. Ulvi Saran başta olmak üzere ilgili diğer kurum ve kuruluş yetkililerden de destek bekliyoruz, biz ön çalışmalara başladık" ifadelerini kullandı.
Malatya Haber, 26.11.2010
|
 |
GÖNÜL ÇOKTAN UNUTMUŞ:
ALYONA MIYDI ŞEYİN ADI?
Milli Savunma Bakanı
Vecdi Gönül Aliağa'da şehit cenazesine katıldıktan
sonra Bergama'ya geçti. Milli Savunma Bakanı Vecdi
Gönül, partisinin Bergama İlçe Başkanlığ ziyaretinde
ilçedeki Yortanlı Barajı’nın su tutmaya başlamasıyla
sular altında kalacak olan Allianoi antik kentinin
adını söyleyemedi. Bakan, çevrecilerin büyük tepki
gösterdiği barajın yakın zamanda su tutacağını
belirterek, “Yorhanlı Barajı’na karşı taraf, gerçi
karşı taraf demek doğru değil ama büyük mücadele
gösterildi. Tarihi eserlerin sular altında kalacağı
öne sürüldü.
Bugün kültür ve tabiat varlıkları kurulu, arzu
ettiği muhafaza teşkilleri tam yapılmış mı diye
heyet gönderiyor. Heyet bakacak yani su dolduğu
zaman zarar vermesin diye öngörülen tedbirler
tamamlanmış mı diye bakacak. Onlar rapor verdikten
sonra kapaklar kapanarak, su tutulmaya başlanacak.
Ama bir şey daha esprili olarak söylemem lazım. İlk
gün su tutulsaydı bu kadar teşekkür etmeyecektiniz.
‘Kendiliğinden oldu bu iş’ diyecektiniz. Demek ki
biraz gecikince teşekkür artıyor. Ama bizim gönlümüz
arzu ederdi ki ilk günden su tutulsun. Böylece
Alyonna mıydı şeyin adı? (yanındakiler Alyanoi diye
seslendi) Tarihi eserler de kaybolsun istemeyiz ama
Türkiye’de baraj projelendirilirken, planlanırken
dikkate alınsaydı bugünlere gelmemiş olurduk” dedi.
Radikal'den kısaltarak,
Haber: Elif Demirci - Turan Gültekin, 26.11.2010
|
PATARA ŞANTİYEYE DÖNDÜ
Patara Kazıları
ve Likya Birliği
Meclis Binası Restorasyon Başkanı,
Akdeniz Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü öğretim
üyesi Prof.Dr. Havva Işıkan Işık, Likya
Birliği Meclis binasının restorasyonu çalışmaları
çerçevesinde binlerce taşın sıralanarak
numaralandırıldığını bildirdi.
Projede kullanılan
taşların yüzde 85'ini orijinal olduğuna
işaret eden Işık, geriye kalan yeni taşların da
yöreden sağlandığını ve
aslına uygun
işlenerek, binaya yerleştirildiğini belirtti.
Işık, orijinal meclisin 20 oturma sırasının da
aslına uygun yerleştirildiğini ve 1300 kişinin
oturabileceği hale getirildiğini bildirdi.
Sütunlu cadde ile Likya Birliği Meclis binası
arasındaki duvarların restore çalışmalarının da
sürdüğünü kaydeden Işık, aradaki yolda kazı
çalışmalarının devam ettiğini ifade etti.
50 kişilik ekibin yürüttüğü kazılarda, orijinal
tarihi yolun ortaya çıkarılacağını belirten Prof.Dr.
Havva Işıkan Işık, şu bilgileri verdi:
''Gelecek yılın nisan ayına kadar yapılan
çalışmaları bitirmeyi öngörüyoruz. 23 Nisan 2011'de
de TBMM'nin himayesinde bir açılış töreni
yapılacağını biliyoruz. Bu proje hiç kuşkusuz
ülkemizin tanıtımı açısından çok büyük öneme sahip.
Buraya gelen yerli ve yabancı ziyaretçilerin
ülkemize bakışını değiştirecek bir proje.
Tanıtımımız açısından da çok büyük bir katkı
sağlayacağına inanıyoruz''.
Yapı, 26.11.2010
|
|
2 BİN TABLO SATTI
Devletin çoğunluk hissesini satın almaya hazırlandığı Bank of Ireland, 2 bin parçalık sanat koleksiyonunu 1.5 milyon euroya sattı. Paul Henry'nin Clouds at Sunset (Günbatımında bulutlar) adlı tablosu 66 bin euro ile müzayedenin en pahalı eseri oldu. Eserlerin tamamının satıldığı müzayede sanatseverlerce protesto edildi.
Sabah, 26.11.2010
|
ERZURUM TARİHİNE 1856
DARBESİ

Tarihi ve
eserleriyle zengin bir geçmişe sahip olan
Erzurum’da, çok sayıda cami, medrese, türbe, mektep,
mescit han ve hamamın, 1856 yılındaki deprem afeti
yüzünden günümüze kadar ulaşamadığı bildirildi.
Erzurumlu Tarih Araştırmacısı Muzaffer
Taşyürek, medeniyetler beşiği olarak adlandırılan
Erzurum’un, geçmişin izlerini taşıyan çok sayıda
tarihi eseri, depremlere kurban verdiğini söyledi.
Erzurum’da son birkaç yüzyılın en şiddetli
depremlerinden birisinin, 1856 yılında meydana
geldiğini ve bu depremin o günün şartlarında adeta
bir yıkım yaşattığını vurgulayan Taşyürek, şehirdeki
birçok medeniyet eserinin, söz konusu depremin
ardından tarihe gömüldüğünü ifade etti. 1856 yılında
meydana gelen bu depremde, Erzurum’da bin 462 ev,
867 dükkan, 26 cami ve mescit, 60 medrese ve mektep,
62 han ve hamamın yerle bir olduğunu belirten
Taşyürek, aynı türbede birçok kümbet, türbe ve
tarihi eserin yıkılıp kaybolduğunu dile getirdi.
Eğitimci ve Tarih Araştırmacısı Muzaffer
Taşyürek, “Erzurum’a hizmet etmiş ve Erzurum
bölgesinde yetişmiş ümera, ulema ve sülehanın izleri
bu deprem dolayısıyla silinmiş ve maalesef günümüze
kadar ulaşma imkanı bulamamıştır. O büyük deprem
meydana gelmemiş olsaydı, günümüze kadar ulaşacak
tarihi eserlerle Erzurum hakkında kim bilir daha ne
çok bilgi edinmiş olacaktık.” ifadelerini kullandı.
Eğitimci ve Tarih Araştırmacısı Taşyürek,
izleri silindiği için Erzurum’a Valilik görevlerinde
bulunmuş ve Erzurum’da defnedilmiş tarihi onlarca
şahsiyetin bulunduğuna dikkati çekti. Taşyürek,
mezarlarının yeri bile bilinmeyen söz konusu
valilerin ve devlet görevlilerinin isimlerini ise,
şöyle sıraladı: “Rumeli Beylerbeyi Mehmet Haydar
Paşa, Müşir Mustafa Paşa, Süleyman Bahri Paşa,
İpsalalı Ahmet Paşa, Vezir Kethüdası İbrahim Paşa,
Ballıbudak Mehmet Paşa, Bosnalı Abdi Paşa, Seyyid
Ahmet Paşa, Canikli Hacı Ali Paşa, Kara Mustafa
Paşa, İstanbul Gümrükçüsü Ahmet Paşa, Çerkez Mehmet
Paşa, Yörük Muhassili Hasan Paşa, Maktulzade Ali
Paşa ve Bostancıbaşı Halil Paşa.”
Tarihçi Taşyürek, Müfti Abdurrahman Efendi,
Şeyh Sadık Erzurumi, Lütfullah Efendi, Hacı El
Hüseyin Efendi, Müfti Salih Efendi, Naib Efendi,
Miktad Efendi, Muhammed Dursun Ardahani, El Hac
Ahmet Efendi, Şeyh Osman Efendi, Şeyh Hüseyin Ruhi
Efendi, Mehmet Sani Efendi, Ali Efendi ve Şeyh Kura
Mustafa Rıza Efendi gibi Erzurum’da hatıraları
yaşatılamayan Allah dostlarının da bulunduğunu,
sözlerine ekledi.
Erzurum Gazetesi, Haber: Samet Özünal,
26.11.2010
|
TEOS'A YAŞAR ELİ DEĞDİ
Seferihisar bulunan ve 3
İon Kenti'nin en büyüğü olan Teos Antik Kenti, 12
yıl aradan sonra Yaşar Holding Yönetim Kurulu Üyesi
Feyhan Yaşar'ın 3 yıllık bireysel sponsorluk
desteğiyle tekrar kazılacak. Yaşar'ın sponsorluğu
ile ilgili protokol için İzmir Valiliği'nde tören
düzenlendi. Törene İzmir Valisi Cahit Kıraç, Feyhan
Yaşar, Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer, İl
Kültür ve Turizm Müdürü Abdülaziz Ediz ve Teos Kazı
Başkanı Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya
Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr.
Musa Kadıoğlu katıldı.
İzmir'de 16 antik kentte kazı, 5 antik kentte de
yüzey çalışması yapıldığını, Teos'taki kazıların 5
ayrı yerde yapılan İzmir İl Özel İdaresi ve
Seferihisar Belediyesi tarafından yapılan
kamulaştırmalar sonucunda geçen yaz başladığını
söyleyen Vali Kıraç, "Önümüzdeki dönemde zamanının
en büyük konserlerinin, tiyatro gösterilerinin
yapıldığı Teos Antik Kenti'ndeki odeon da aynı
nitelikte etkinlikler düzenlenecek hale getirilecek"
diye konuştu.
Yaşar Holding Eski Yönetim Kurulu Başkanı Feyhan
Yaşar ise Teos'taki kazılar için geç kalınmış
olduğunu dile getirerek, "Geçen yaz Teos'ta gezerken
büyük bir zaman kaybı olduğunu gördüm. Bu antik
kentin bir an önce ortaya çıkartılması için kendi
şahsıma destek olmaya karar verdim. Bu tür kazılar
uzun soluklu çalışmalar, küçük bir katkımın
olmasından dolayı büyük mutluluk duyuyorum. Gerek
tanıtım gerekse de antik eserlerin ortaya
çıkartılması için çok şey yapmayı istiyorum" dedi.
Yaşar, sponsorluk süresinin 2011-2013 yılları
arasında 90 bin TL olacağını sözlerine ekledi.
Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer ise insanlık
mirası olan Teos'un yeniden insanlığa
kazandırılmasının kendisini heyecanlandırdığını dile
getirdi.
Teos kazıları hakkında bilgi veren Kazı Heyeti
Başkanı A.Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi
Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Musa Kadıoğlu,
ilk kazıların 1862 yılında İngilizler tarafından
başlatıldığını, 1924'te Fransızların kısa süreli bir
kazı gerçekleştirdiklerini 1962-1967 yılları
arasında A.Ü öğretim üyeleri Prof.Dr. Yusuf Baysal
ve Baki Öğün'ün alanda kazı yaptığını, 1980-1992
yılları arasında da Dionysos Tapınağı'nda birtakım
kazı çalışmalarının yapıldığını, 1992 yılından bu
yana herhangi bir çalışma yapılmadığını söyledi.
Teos antik kentinin tarihinin MÖ 1000 yılına kadar
indiğinin belirlendiğini ifade eden Doç.Dr. Kadıoğlu,
"Bizim amacımız bu tarihten öncesine inebilmek.
Ancak üç yılda antik kentin yollarını belirleyip
sahnesi toprak altında olan Odeon'u ortaya çıkartıp
restore etmeyi hedefliyoruz" dedi. Yaz aylarında 18
yıl aradan sonra başlayan kazılar hakkında bilgi
veren Doç.Dr. Kadıoğlu, dijital kent planının
çıkartıldığını, antik yapıların belgelendiğini,
antik kentin sur ve bazı kulelerinin ortaya
çıkartılarak Dionysos Tapınağı'nda çalışmalar
yapıldığını söyledi.
Yeni Asır, Haber: İlker
Çoban, 26.11.2010
|
GLADYATÖRLERİN
PEŞİNDELER

Yatağan'daki
Stratonikeia antik kentinde yürütülen kazı
çalışmalarında ortaya çıkartılan Anadolu'nun en
büyük ''Gymnasion''u (spor yapılan alan) ile
''Gladyatör Mezarlığı''nın yaklaşık 1800 yıl önce
yaşanan gladyatör dövüşlerine ışık tutacağı
bildirildi. Pamukkale Üniversitesi Fen Edebiyat
Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve
Stratonikeia Antik Kenti Kazı Başkanı Doç.Dr. Bilal
Söğüt, yaptığı açıklamada, antik kentteki 2010 yılı
kazı çalışmalarının sürdüğünü belirterek, ''Eskihisar
Köyü'ndeki Stratonikeia antik kentinde 2008 yılından
beri arkeolojik kazı, araştırma, koruma ve onarım
çalışmalarında ciddi anlamda ilerleme kaydedildi.
Stratonikeia'nın başka antik kentlerde bulunmayan
ayrıcalıklara sahip. Bunlarda birisi de 105 metre
genişliğinde ve yaklaşık 180 metre uzunluğunda
olduğu tahmin edilen Anadolu'nun en büyük
Gymnasium'u olarak bilinen yapıdır.'' dedi.
Gymnasium'un kuzey kenarında, ortada yarım yuvarlak
(eksedra) ve bunun her iki kenarında ikişer adet
dikdörtgen olmak üzere 5 mekan bulunduğuna işaret
eden Söğüt, ''Bunlar soğuk yıkanma odası (Frigidarium),
yağlanma odası (Elabothesium), tarih ve felsefe gibi
derslerin öğretildiği 'Genç Erkekler Odası' (Ephebeion),
'Torba Odası' (Koryceum) ve 'Pudra Odası' (Konisterium)
olarak kullanılmış. Bu geniş bina içinde
gladyatörlerin de ders aldıklarını düşünüyoruz.
Bunlar Stratonikeia'da doğmuş, burada büyüyüp
yetişmiş, başka büyük kentlerde dövüşe çıkmış
olmalıdır.'' diye konuştu.
Stratonikeia'nın yaklaşık 6 kilometre kuzeyinde
yapılan çalışmalarda ise ''Gladyatör Mezarlığına''
rastlandığına işaret eden Doç.Dr. Söğüt, şöyle
konuştu: ''Burada bulunan gladyatör stelleri Muğla
Müzesinde sergileniyor. Bulunan gymnasium ve
gladyatör mezarlığı 1800 yıl önce yaşanan gladyatör
döğüşlerine ışık tutacak. Bunlar arasında çok meşhur
gladyatörler bulunmaktadır. Bunlar Stratonikeia ve
başka kentlerde dövüşlere çıkmış kişilerdir. Bunlar
birinci katagoriden sekizinci katagoriye kadar
farklı gruplarda kişiler. Bunların arasında
Akilleus'un öldürdüğü Droseros'un yanı sıra Vitalius,
Eumelos, Amaraios, Khrysopteros ve Khrysos gibi ünlü
kişiler var. Bunlardan Droseros 17 defa galip gelmiş
ve en son Akilleus'a yenilerek arenadan ayrılmış
birisidir. Akilleus'un öldürdüğü Droseros'un mezar
stelinde şunlar yazıyor: '..Beni Kader Tanrıçası'nın
oyunlarıyla Akhilleus öldürdü. Bir zamanlar sahnede
ben vardım; şimdi arenada Akhilleus var' Diğer
gladyatörlerin bazıları yakın dövüşte, bazıları
boksta çok iyi idiler. Ama bu alanda ölenler de
var.''
Söğüt, bunların bir gladyatör için çok büyük
başarılar olduğuna işaret ederek, ''Bulunan
gladyatör stelleri bize Stratonikeia
gladyatörlerinin çok meşhur olduğunu ve antik
dönemde iyi bilindiğini gösteriyor. Anadolu'da
hiçbir kentte bu kadar çok gladyatör steline
rastlanmadı'' diye konuştu. Her yıl yapılan
çalışmalarda yeni yeni gladyatör isimlerine
ulaştıklarını da anlatan Söğüt, şunları söyledi:
''Gelecek yıllarda da daha pek çok gladyatör ismini
bulacağımızı ümit ediyoruz. Gladyatörlerin burada
Stratonikeia topraklarında emekli olup yaşadıklarını
düşünüyoruz. Stratonikeia mermer kenti olduğu kadar,
gerçek anlamda bir gladyatörler kentidir. Gelecekte
bu daha anlaşılacak. Yapacağımız kazılarda bu konuda
yeni yapıları ortaya çıkaracağız.
Bir zaman gelecek insanlar, Stratonikeia'nın her
döneme ait farklı kalıntı zenginliğinin dışında,
sadece Stratonikeia'nın Gladyatörlerini konuşacak.''
Muğla Kültür ve Turizm Müdürü Dr. Kamil Özer, Muğla
Müzesi bünyesindeki Gladyatör Salonu'da sergilenen 7
gladyatörün mezar stelinin tanıtımı için 2011
yılında bir dizi çalışma yapacaklarını anlatarak,
''Öncelikle müze binamızın restorasyon ve bakımını
yapmayı planlıyoruz. Bir restorasyon çalışması
yapmayı planlıyoruz. Gladyatör Salonu'nun özellikle
uluslararası fuarlarda tanıtmayı hedefliyoruz. 7
gladyatörün mezar stelinin Muğla Müzesi'nde
sergilenmesi, kültür turizmi açısından bir şans''
dedi.
Muğla'nın Yatağan İlçesi'nde 10 yıl önce bulunan,
aralarında ''Truva'' filmine konu olan Akhilleus'un
da bulunduğu 7 gladyatörün mezar steli Muğla
Müzesi'nde ''Gladyatör'' filminin görüntüleri
eşliğinde sergileniyor. 10 yıl önce Yatağan'da
bulunan kömür havzalarındaki kazı çalışmaları
sırasında tesadüfen bulunan Roma Dönemi'ne ait 7
gladyatöre ait mezar stelleri, ünlü savaşçıların
yaşadıkları dönem canlandırılarak müzede özel olarak
hazırlanan 60 metrekarelik salonda sergileniyor.
Müzeyi ziyaret eden vatandaşlar ve turistler, Roma
Dönemi'nde ün yapmış Khrysos, Vitalius, Khrysopteros,
Amarios, Eumolos, Droseros ve Akhilleus'un mezar
stellerini ''Truva'' filminin görüntüleri eşliğinde
yakından inceleme fırsatı buluyorlar.
Muğla Valiliği, Mermerciler Derneği ve Muğla
Müzesinin katkılarıyla hazırlanan 'Gladyatör
Salonu'nun duvarları o dönemin savaşlarını gösteren
dev tablolarla süslenmiş. Özel olarak ışıklandırılan
salonda, gladyatörlerin dövüşlerini, yaşamlarını ve
yaşadıkları heyecanlı sahneleri, ziyaretçilere o
çağın atmosferi içinde sunuluyor. Ziyaretçiler
salonun duvarında yer alan plazma televizyonda
''Truva'' filminden sahneleri izliyor ve duvarlarda
yer alan resim ve tarihi bilgiler sayesinde bir
süreliğine de olsa o dönemin atmosferini yaşama
şansını yakalıyorlar.
Yeni Asır, 26.11.2010
|
OSMANLI MİRASINA AB GÖLGESİ
Uzun yıllar Osmanlı hakimiyetinde kalan Makedonya'nın Üsküp kentinde, AB fonlarıyla yapılan inşaatlar tarihi eserlerin siluetini tehdit ediyor. Vardar Nehri'nin ikiye ayırdığı Üsküp'te şehrin doğu tarafında kalan Osmanlı mirası camii ve medreseler devasa inşaatlar tamamlandığında beton yığınları arasında kalacak. Sadece camii ve medreseler değil, Fatih Sultan Mehmet'in yaptırdığı köprünün giriş ve çıkışlarına konan dev heykeller gibi yeni yapılar da Osmanlı eserlerini şimdiden gölgelemeye başladı.
Şehre 3 yıl aradan sonra tekrar ayak bastığımızda karşılaştığımız manzara, bizi ürkütüyor. Üsküp'ü türkülerimize giren Vardar Nehri ikiye bölüyor. Nehrin iki yakasını Fatih Sultan Mehmet'in yaptırdığı köprü bağlıyor. Tarihi Osmanlı eserleri, şehrin doğu tarafında kalıyor. Türklerin ağırlıkta olduğu bölge de burası. Nehir kenarında Stone Bridge Oteli'nden köprüye doğru ilerlerken insan gözlerine inanamıyor. Köprü dev heykellerle batı ve doğu yönünün girişlerine dikilmiş. Sanki ilk bakışta köprüyü inşa edenler onlar gibi. Evlad-ı Fatihan diye tabir ettiğimiz kentte Fatih'in eseri kıskaca alınmış. Nehir kenarı devasa binalar ile kuşatılmış. Yani Osmanlı yadigarlarının siluetleri kapanmış. Taş köprüyü yıkmamışlar ama sanki parmaklıklar arkasına atmışlar...
Yeni Şafak, Haber: Murat Palavar, 26.11.2010
|
 |

|
HABABAM'IN OKULU ŞİMDİ İLK GÜNKÜ GİBİ
Türk sinemasının efsanelerinden Rıfat Ilgaz'ın en önemli eseri "Hababam Sınıfı"'nın çekildiği Adile Sultan Kasrı 5 yıllık restorasyon çalışmasının ardından öğretmenevi ve kültür merkezi olarak yeniden hizmete açıldı. Açılış törenine, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, İstanbul İl Milli Eğitim Müdürü Muammer Yıldız ve Hababam Sınıfı'nın unutulmaz oyuncularının yanı sıra çok sayıda davetli katıldı. Vali Mutlu yaptığı konuşmada, "Öğretmenevi olarak hizmet veren ve 5 yıldır hizmete kapalı olan bu tarihi binayı yeniden hizmete açmaktan mutluluk duyuyorum. Bu güzel mekanımızdan değerli öğretmenlerimiz en güzel şekilde kullanacaklar istifade edecekler" dedi. Vali Mutlu, Hababam Sınıfı oyuncularına da açılışa katıldıkları için teşekkür etti.
II. Mahmut'un kızı Adile Sultan adına 1853'te yaptırılan Adile Sultan Kasrı'nın İstanbul'a başta eğitim ve sağlık olmak üzere sosyal hizmetler, kültür, spor, tarım, güvenlik gibi alanlarda özel hizmetler sunan İstanbul İl Özel İdaresi tarafından 7 milyon 455 bin 719 liraya yenilendi. 157 yıllık tarihi bina, 24 Kasım Öğretmenler Günü'nde öğretmenevi ve kültür merkezi olarak kullanılmak üzere yeniden hizmete açıldı. Validebağ Tesisleri içinde bulunan ve 1916'dan bu yana eğitim amaçlı kullanılan Adile Sultan Kasrı, 1975'te "Hababam Sınıfı"na ev sahipliği yaparak herkesin merak ettiği bir mekan haline dönüşmüştü. Hababam Sınıfı Müzesi olarak da kullanılan Adile Sultan Kasrı, yıprandığı için 2005'te restorasyona alınmıştı.
Adile Sultan Kasrı'nın açılış törenine Hababam Sınıfı filminin unutulmaz oyuncuları Halit Akçatepe (Güdük Necmi), Ahmet Arıman (Hayta İsmail), Mehmet Çatay, Teoman Ayık, Tuncay Akça, Ercan Gezmiş, Bülent Onaran, Tayfun Akalın ve İrfan Erol da katıldı. 35 yıl sonra aynı mekanda buluşan oyuncular hep birlikte tarihi binanın merdivenlerinde basın mensuplarına poz verdi.
Sabah, Haber: Mesut Altun, 26.11.2010
|
ALLİANOİ İÇİN HER AY
EYLEM
İzmir’in Bergama
İlçesi’nde yapımı tamamlanan Yortanlı Barajı
havzasında kaldığı için kille kapatılarak
örtülmesine başlanılan Allianoi Antik Kenti’nin
kamuoyunda unutturulmak istendiğini ileri süren
Allianoi Girişim Grubu, her ayın 25’inde İzmir 2
No.lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge
Kurulu önünde eylem yapma kararı aldı.
İlk eylemde
kurulun önünde mini tiyatro gösterisi yapıldı. Kısa
tiyatro oyunun ardından Allianoi Girişim Grubu adına
açıklama yapan Avukat Yelda Kullap, Allianoi’nin
geçmiş değil, gelecek olduğunu dile getirerek,
“İnatla Allianoi’yi kapatıyorsunuz, hukuk ve
geleceğimizi hevesleriniz uğruna çiğniyorsunuz.
Unutturmayacağız, geleceğimizi yok sayanlara dur
diyoruz. Koruma kurullarını gerçek görevlerini
yapmaya çağırıyoruz” dedi.
Hürriyet, Haber: Turan
Gültekin, 26.11.2010
|
SÜLEYMANİYE'DE İLGİNÇ
KAZA
Kurban Bayramı’nın
birinci gününde Başbakan Erdoğan’ın restorasyon
sonrası açılışını yaptığı Süleymaniye Camii’nde
ilginç bir kaza yaşandı.
Bayramın 4. günü meydana
gelen olayda cami aydınlatma çemberine zincirle
bağlı olan tarihi bir süs parçası zemine düşerek
parçalandı. Cami yetkilileri 400 yıllık olduğu iddia
edilen parçanın 4-5 kilo ağırlığında olduğunu
söylediler.
Güryapı İnşaat tarafından restore edilen caminin
kubbesinden zemine 2-3 metre mesafeye kadar sarkan
halata bağlı aydınlatma çemberinde bulunan bir süs
parçası bayramın dördüncü günü akşam saatlerinde
yere düştü. Şans eseri kimse yaralanmazken, 400
yıllık olduğu belirtilen parçanın, Kanuni Sultan
Süleyman’ın seferlere çıktığı sırada çadırında
bulunduğu iddia edildi.
Camide bulunan
şantiyedeki görevli yetkililer, parçanın, bağlı
olduğu tarihi özellikli zincirin kopması sonucu yere
düştüğünü belirtti.
Cami yetkilileri ise 4-5 kilo ağırlığındaki ahşap
malzemeden yapılmış parçanın yaklaşık üç metre
yükseklikten yere düşerek kırıldığını söylediler.
Milliyet, 26.11.2010
|
TAPUSU HAZIR

Türkiye’de ilk kez
azınlıklarla ilgili bir sorun iç hukuk yolları
tüketilmeden sonuca kavuşturuldu. Büyükada’daki
yetimhanenin Patrikhane’ye teslim edilmesi için
bütün işlemler tamamlandı. Sıra pazartesi günü
tapunun alınmasına geldi. Avukat Cem Sofuoğlu
tarafından alınacak olan tapu, daha sonra törenle
Patrik Bartholomeos’a verilecek. Sofuoğlu, “Siyasi
irade olmasa bu çözülmezdi” dedi.
“Yetimhane'nin
Fener Rum Patrikhanesi adına yeniden tapu siciline
kaydettirilmesi haricinde bir alternatif
bulunmamaktadır.” Adalet Bakanlığı’nın yazısında yer
alan bu ifade, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM)
“Yetimhanenin Patrikhane’ye iadesi” kararının
sonuçlanmasını sağladı. Fener’deki Rum Ortodoks
Patrikhanesi’nin avukatı Cem Murat Sofuoğlu, “Belki
kimse farkında değil ama bu müthiş bir şey. Türkiye
Cumhuriyeti tarihinde ilk kez böyle bir şeye tanık
oluyoruz. Ancak hemen ifade etmek isterim ki, siyasi
irade olmasa herhangi bir sonuç alınamazdı. Çünkü,
bu dava Yargıtay’a giderdi ve oradan da azınlıklar
lehine bir şey çıkması maalesef mümkün değildi”
dedi.
Avukat Sofuoğlu, pazartesi günü Büyükada’daki Tapu
Dairesi’ne gidip 150 liralık bir harç
yatıracaklarını ve böylece yetimhanenin tapusunu
alacaklarını söyledi. Arkasından deniz otobüsüne
atlayarak Fener’deki Patrikhane’ye gideceklerini
belirten Sofuoğlu, “Burada tapuyu Patrik
Bartholomeos’a teslim edeceğim” dedi. Sofuoğlu şöyle
devam etti: “Bu kararın alınabilmesinde siyasi
iradenin ağırlığının büyük rolü var. Dışişleri ve
Adalet bakanlıklarının yaptığı yazışmalar bu
doğrultuda bir kararın alınmasında son derece etkili
oldu. Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne
attığı imzaya bağlı kalmış ve AİHM’nin aldığı
kararı, 3 aylık süre içinde yerine getirmiştir.”
Kararı yorumlarken, “Türkiye ilk kez AİHM’nin
mülkiyetin iadesi ile ilgili vermiş olduğu bir
kararı, iç hukuk yollarından geçirerek uygulamıştır”
diyen avukat Cem Murat Sofuoğlu, sözlerini şöyle
sürdürdü: “Yanlış bilmiyorsam bu durum Avrupa
Konseyi bünyesinde de ilk defa olan bir şeydir. Söz
konusu kararın alınmasında iki önemli bakanlığın
görüşünün ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün kararının
etkisinin olduğu tartışmasızdır. Temennimiz bundan
sonra benzer uygulamaların ‘ancak, ama, fakat’ ve
benzeri gerekçelerin hışmına uğramadan devam etmesi
ve mahkemelerimizin de bu kararı örnek almasıdır.”
Patrikhane’nin diğer avukatı Kezban Hatemi,
yetimhanenin mülk hanesi altında zaten “Patrikhane”
yazdığını, Patrikhane’nin elinde başka mülkler de
olduğunu belirterek, şunları söyledi:
“Patrikhane’nin tüzel kişiliğinin olmadığı iddiası
yıllardır derin devletin zihinlerimize yerleştirmeye
çalıştığı bir şey. Tüzel kişiliği olmayan bir yerle
nasıl yazışırsınız, nasıl resmi muhatap olarak
alırsınız? Yetimhanenin iadesi kararı var olan ama
görmezlikten gelinen tüzel kişiliğinin bir kez daha
tasdiki anlamına gelir.”
Hürriyet, Haber: Sefa
Kaplan, 26.11.2010
|
BİR KİTAPTA BÜTÜN DÜNYA
MÜZELERİ
Hangi ülkeye giderseniz
gidin, meraklıysanız oradaki sanat müzelerini
ziyaret edersiniz.
Nerede ne var? Hangi müzeler ilginizi çekecek?
Gideceğiniz müzelerde neler var?
Bunların yanıtını tek kitapta bulabileceksiniz.
Yahşi Baraz’ın Sanat Müzeleri kitabı, bu açıdan
gerçekten işlevsel bir kitap.
İçinde her kategoride Türkiye’den müzelerin de
bulunduğu, müze sıralamaları şöyle:
Hanedan Müzeleri: İskenderiye Müzesi ve Kütüphanesi,
Bergama, Vatikan Müzeleri, Medici Ailesi ve Floransa
Uffizi Galerisi, Alte Pinakothek Münih, Basel Sanat
Müzesi, Besançon Güzel Sanatlar ve Arkeoloji Müzesi,
British Museum, Louvre Muzesi, Abu Dhabi Louvre,
Viyana Liechstenstein Müzesi, Napoli Capodimonte
Müzesi, Londra Ulusal Galerisi, Hermitage Müzesi, St.
Petersburg Rus Devlet Müzesi,Topkapı Sarayı Müzesi,
Reina Sofia Müzesi, Prado Müzesi, Irak Bağdat
Müzesi.
Devlet Müzeleri: Victoria ve Albert Müzesi, Grenoble
Müzesi, Orsay Müzesi, Georges Pompidou Merkezi,
Paris Belediyesi Modern Sanatlar Müzesi (MAM),
Picaso Müzeleri (Paris, Barcelona, Malaga, Antibes),
Magritte Müzesi, Paris Dekoratif Sanatlar Müzesi,
Puşkin Güzel Sanatlar Müzesi, Viyana Sanat Tarihi
Müzesi, İsrail Müzesi, Yad Vashem Soykırım Müzesi,
Washington Soykırım Müzesi, Çin ulusal Müzesi,
Moderna Museet, Stockholm Ulusal Müzesi, Ukrayna
Lviv Ulusal Müzesi, Suriye’de İki Müze, Atina Ulusal
Sanat Galerisi ve Alexandros Soutzos Müzesi, Ukrayna
Ulusal Sanat Müzesi, Japonya Müzeleri, Fransa’nın
Taşra Müzeleri, İstanbul Resim ve Heykel Müzesi,
Ankara Resim ve Heykel Müzesi.
Özel Müzeler: Dev Galeri Grubu: Tate, Guggenheim
Vakfı Müzeleri, Mırıs Müzesi - Torino, Pitti Sarayı
Palatine Galerisi, Borghese Galerisi, Brera
Galerisi, Modern Sanat Müzesi MoMA - New York,
Chicago Sanat Enstitüsü, Frick Müzesi, Pierpont
Morgan Kitaplığı, Hirshorn Müzesi, Menil Müzesi,
Nelson - Atkins Güzel Sanatlar Müzesi, Rothko
Mabedi, Washington Ulusal Sanat Galerisi, Onasis
Vakfı Müzesi, Benaki Müzesi, Dakiz Joannou ve DESTE
Vakıf Müzesi, Frissiras Koleksiyonu Müzesi, Antoni
Tapies Vakıf Müzesi, Joan Miro Vakıf Müzesi, Jean
Tinguely Müzesi, Paul Getty Müzesi, Phillips Müzesi,
Thyssen Bornemisza Müzesi, Lyudmilla Zhivkova Vakfı
Sanat Galerisi, Yale Üniversitesi Sanat Galerisi,
Harvard Üniversitesi Müzesi, Princeton Üniversitesi
Sanat Müzesi, Boston Güzel Sanatlar Müzesi, New York
Metropolitan Müzesi, Walker Sanat Merkezi, Chelsea
Sanat Müzesi, Isabella Stewart Gardner Müzesi.
Brooklyn Müzesi, San Francisco Modern Sanat Müzesi,
Barnes Vakfı Müzesi, Whitney Müzesi, Louisiana
Müzesi, Ludwig Müzesi, Maeght Vakıf Müzesi, Isamu
Noguchi Müzesi, Beyeler Vakfı Müzesi, Essl Müzesi,
Armand Hammer Müzesi Sanat ve Kültür Merkezi,
Tretyakov Sanat Galerisi, Gülbenkyan Vakfı Müzesi,
Doğançay Müzesi, İstanbul Modern, Pera Müzesi, Rezan
Has Müzesi, Sabancı Müzesi, DEMSA Koleksiyonu ve
Müzesi.
Çağdaş Müzeler: Roma Maxxi Müzesi, New York’un ‘Yeni
Müze’si, Montreal Güzel Sanatlar Müzesi, Atlanta
High Müzesi, Chicago ÇAğdaş Sanatlar Müzesi, Palazzo
Grassi - François Pinault Koleksiyonu Müzesi, Açık
Hava Müzesi Barcelona, Barcelona Çağdaş Sanat Müzesi
(MACBA), Saatchi Galerisi, Van Gogh Müzesi, Die
Çağdaş Sanat Müzesi, Andy Warhol Müzesi, Kimbell
Sanat Müzesi, Avustralya ulusal Galerisi, Avustralya
Ulusal Müzesi, Proje4L Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi,
PS1 Çağdaş Sanat Merkezi, Milwaukee Sanat Müzesi,
IMOGA İstanbul Grafik Sanatlar Müzesi,
santralistanbul, Cer Modern, Baksı Müzesi.
Kitapta ismi geçen her müze hakkında bilgiler
bulacaksınız. Gördüğünüz veya görmediğiniz müzeler
hakkındaki bilgileri mukayese edebileceksiniz.
Sanat Müzeleri, yalnız dünyanın tanınmış müzeleri
hakkında bilgi vermiyor, Türkiye’deki tanınmış
müzeleri de tanıtıyor. İçinde Baksı Müzesi dahi var.
Nurten Özkoray, Sunuş’ta kitap ve müze kavramı
konusunda bakın ne diyor?
“Sanat Müzeleri” kitabı, Yahşi Baraz’ın 20’li
yaşlara basmadan dünyasını değiştiren müze
ziyaretleriyle oluşan ve kitaplarla beslenen
tutkusunun eseridir. Yahşi Baraz ile kitapları
arasındaki ilişkiyi anlatabilmek için ‘tutku’
kavramını dahi aşan bir sevgi, düşkünlük ve
titizlikten bahsetmemiz gerekir. Kitabın kaynakça
bölümünde bulacağınız liste, Yahşi Baraz’ın
kütüphanesinde yer alan ve adedi her gün artan on
binlerce kitap içinde bulunmaktadır. (...)
Biz bu kitabı okurken, içindeki müzelerde yeni
sergiler düzenleniyor, yenileşmeler, eklemeler,
genişlemeler yaşanıyor, gelecek planları yapılıyor.
Ayrıca, özel koleksiyoncular paylaşım için yeni
müzeler tasarlıyorlar. Çağdaş Sanat Müzeleri
‘Müzelik’ sözcüğünün anlamını değiştirdiler.
Özellikle Eleştirel Teori’nin düşünürleri, müzelerin
hayatımızdaki yerinin yeniden belirlenmesini
sağladılar ve sanat dünyası ile katılımcı, eşitlikçi
yeni ilişkiler kurmak mümkün oldu.”
Yahşi Baraz, müze ziyaretleri ve kitap konusunda
açıklamaları Önsöz’de veriyor:
Müzeler teşhir ediymeye değer nadir eserler ve
eşyaların korunduğu ve kamuya sergilendiği bina ve
yerleri anlatan ve kökeni ilham perisi muse
kelimesine dayanan bir kurum olarak çok çeşitli
evrimlerden geçti. Müzelerin bir medeniyet
göstergesi oldukları gerçeği tarih boyunca
doğrulanmıştır. İlk müze olarak adlandırılabilecek
yapılar da Antik Dönemin en gelişmiş bölgeleri olan
Mısır’da İskenderiye, Anadolu’da Bergama’da
karşımıza çıkmaktadır.
Dini ibadet yerleri, tapınaklar, kiliseler, camiler
toplumsal kurumların gelişmediği Ortaçağ
dönemlerinde, içerdikleri sanat eserleri,
mimarileri, artizanlara yaptırılan kandilleri, taş
ve fayans süslemeleri, sanatçılara ısmarlanan
heykelleri, ikonaları, duvar resimleriyle birer müze
görevini gördüler.(...)
Müzeler kitabı 40 yıllık bir birikimi ve on bey yılı
aşkın makale çalışması sonucu ortaya çıktı. Gezdiğim
her müzenin çok sayıda kitabını kütüphaneme büyük
bir zevkle taşıyıp, derinlemesine bilgi edinmek,
sonra o müzeyi tekrar ziyaret ederken kitaplardaki
bilgileri canlandırmak, müzenin ruhuna nüfuz etmeyi
kolaylaştırıyor. Bu kitap benim subjektif secim ve
izlenimlerimle müzeler hakkındaki nesnel bilgileri
bir araya getiriyor. Müzelerin seçimi, sıralaması ve
sunumu herhangi bir akeademik kaygı taşımıyor.
Sadece müzeleri gezmeden önce bilgi sahibi olmanın
gidilmese de o müzeleri tanımanın zevkini sizlerle
paylaşmak istedim.
Müzeler, günümüzün önemli,bilgi mekanları konusunda
ayrıntılı bir çalışma.
(Sanat Müzeleri, Yahşi Baraz, Galeri Baraz 1975
Yayınları)
Hürriyet Cuma, Yazı:
Doğan Hızlan, 26.11.2010
|
GİZLİ DEHLİZLER GÜN YÜZÜNE ÇIKTI
Dünyanın ilk yer altı kent yerleşimlerine ev sahipliği yapan Nevşehir'in Derinkuyu İlçesi'nde yıllardan beri kapalı olan yer altı koridorları olarak da bilinen gizli dehlizler, içme suyu şebeke hattının patlaması ile gün yüzüne çıktı.
Her yıl 100 binlerce yerli ve yabancı turistin geldiği Kapadokya'nın en büyük yer altı şehrine sahip Derinkuyu İlçesinin Cumhuriyet Mahallesi Atatürk Caddesi'nde geçiş yolu üzerinde henüz bilinmeyen bir nedenden dolayı içme suyu şebeke hattının patlaması, binlerce yıldan beri kapalı kalan yer altı şehrinin koridorlarından birini gün yüzüne çıkardı.
Patlayan içme suyu şebeke hattının oluşturduğu göçük, Derinkuyu Belediyesi temizlik işçileri tarafından fark edilerek İlçe Belediyesi yetkililerine haber verildi. Belediyeden gelen yetkililerin göçüğün neden oluştuğunu araştırmaları üzerine, göçüğün bulunduğu alanda yıllarca kapalı kalan Derinkuyu yer altı şehrine ait koridorlarından birinin bulunduğu ortaya çıktı.
Yetkililerden edinilen bilgiye göre, ilçenin içme suyu ihtiyacını karşılayan içme suyu şebeke hattının patlaması sonucu tazyikli suyun basıncıyla yaklaşık 1 metre kalınlığındaki toprak tabakasını çökerken, aynı güzergah üzerinde de yer yer çatlamalar meydana geldi. Belediye görevlilerince patlayan içme suyu şebeke hattı yenilenirken, çökme sonucu ortaya çıkan yer altı koridoru da kapatıldı.
Nevşehir Kent Haber, 25.11.2010
|

 |
KÜLTÜREL MİRAS KAYIT
ALTINDA
Gazipaşa'nın
tarihi ve kültürel mirası, sanat ve yaşam biçimi
araştırılarak kayıt alınacak.
Gazipaşa Köylere
Hizmet Götürme Birliği Mali Hizmet Yetkilisi
Reyhan Yağmur, Gazipaşa'nın kültür mirasını gün
ışığına çıkarmak amacıyla çalışma
başlattıklarını ve çalışmada araştırmacı - yazar
Ali Yıldız ve muhtarlarla birlikte
çalıştıklarını bildirdi.
Gazipaşa Kaymakamı Muhittin Pamuk'un da
kendilerine destek verdiğini belirten Yağmur,
tüm köylerin geçmişten günümüze tarihi, kültürü,
sanatı, gelenek ve görenekleri, yaşam biçimi,
nereden geldiği, bu güne kadar sülale ve
ailelerin aldığı lakaplar, bu lakapların nereden
geldiği, deyişleri, fıkraları, ata sözleri,
geçmişten günümüze ekonomik yaşantı ve göçlerin
araştırılıp, kayıt altına alınacağını kaydetti.
Muhtarlardan da konuyla ilgili destek
aldıklarını ifade eden Yağmur, köyleri gezerek
yaşlılardan köylerin hikayelerini dinleyerek,
unutulmaya yüz tutan gelenekleri, hikayeleri,
kültürel eserleri fotoğraf ve video kaydına
alacaklarını söyledi. Yağmur, çalışmanın sonunda
bilgilerin bir kitapta toplanmasının
planlandığını da sözlerine ekledi.
Alanya Haber, 25.11.2010
|
2 BİN 500 YILLIK TARİHE
İHANET

Agora Ören Yeri'ni
günyüzüne çıkarmak için, katlı otopark ile Agora
ören yeri arasında kalan yeni yapıların
yıkılmasıyla, tarihi eserlerin harap edildiği ortaya
çıktı. Yıkımın ardından Roma Dönemi'nden kalma bir
hamama ait olduğu tahmin edilen ortalama 2 bin 500
yıllık taş duvara, beton sıva ve fayans
döşemelerinin bile yapıldığı görüldü. Agora Kazı
Başkanı Yrd. Doç. Akın Ersoy, "Bu bir gözle
bakıldığında tarihe bir tahribat, bir gözle
bakıldığında da kireç harçlı sıvalar nedeniyle
duvarların korunmuş olmasıdır. Buradaki fayans ve
beton sıvaları, bir proje eşliğinde kaldıracağız.
Büyükşehir Belediyesi ile çalışıyoruz" dedi. Konuyla
ilgili bir proje yapıp Kültür ve Tabiat Varlıklarını
Koruma Kurulu'na sunacaklarını belirten Yrd. Doç.
Ersoy, "O proje çerçevesinde hem bunları sökeceğiz
hem de cephe duvarlarının sağlıklaştırmasını
yapacağız. Bu çalışmayı 2 sene içinde tamamlamayı
hedefledik" diye konuştu.
Roma Dönemi'nden kalma bir hamama ait olduğu tahmin
edilen tarihi duvarın Agora tarafında kalan yüzünde
depo, katlı otopark tarafında kalan diğer yüzünde
ise yıkılan dükkanlar bulunuyordu. Lokanta, ganyan
bayi, çay ocağı gibi dükkanların yer aldığı yüzde
yıkımın gerçekleştirilmesinin ardından fayans ve
beton sıvalar ortaya çıktı. Bazı bölümlerde
kullanılan beton sıvaların sökülmesi sırasında çok
titiz davranacaklarını belirten Ersoy, "Az da olsa
tarihi duvarda tahribat oluşmasını bekliyoruz.
Hazırlayacağımız projenin ardından tarihi duvar daha
belirgin şekilde ortaya çıkacak. Yapacağımız
çalışmanın ardından tarih günyüzüne çıkacak. Duvar
daha belirgin hale gelecek. Arkasında kalan tescilli
Osmanlı yapısı ve bir han daha görünür olacak" dedi.
Agora ören yeri, yaklaşık 2 bin 300 yıllık bir tarihe sahip. Agora'nın içerisinde önemli bir meydan ve yapılar bulunuyor. Ticari ve adli fonksiyona sahip bazilika ve idari fonksiyonu bulunan Bouleuterion ile mozaik bir alan kazılar sonucu çıkarıldı. Uzmanlar, 1932'den beri aralıklarla kazı yapılan Agora'da zaman olarak Hellenistik, Roma, Bizans ve Osmanlı dönemini görmenin mümkün olduğunu belirtiyor. Agora'nın çevresinde ise Osmanlı ve sonrasında inşa edilmiş 20. yüzyıl yapıları yer alıyor. Bu yapıların bir bölümü, Büyükşehir Belediyesi tarafından kamulaştırma yapılarak yıkıldı. Agora, İzmir'in 1960 ve 1970'li yıllarındaki en parlak bölgelerinden birisiydi.
Yeni Asır, 5 yıl önce 1374-75 tarihlerinde
Aydınoğullarından İsa Bey tarafından Ayasuluk
Tepesi'ne inşa edilen İsabey Camii'nde müteahhit
firma tarafından beton sıva ile yapılan restorasyon
faciasını gündeme getirmişti. Tarih bilimcileri
olayı kınarken, dönemin Uşak Valisi Kayhan Kavas'ın
müdahalesiyle sıvalar sökülmüştü. Restorasyon daha
sonra o döneme ait özel olara hazırlanan bir sıva
ile gerçekleştirilmişti.
Yeni Asır, Haber: İlker
Çoban, 25.11.2010
|
EGE'DE 'HİTİT' KÜLTÜRÜ İZLERİ

Ağustos
ayında Milas’ta düzenlenen “3.
Karia, Karialılar ve Mylasa” sempozyumunda
dikkat çekilen, Anadolu’daki “tarihsel
birliktelik”in kültürel etkileşimleri,
Çine-Tepecik kazılarında kanıtlanıyor.
Hacettepe Üniversitesi’nden
Prof.Dr. Sevinç Günel başkanlığında 2004’ten bu yana
sürdürülen arkeolojik araştırmalar, kazı raporundaki
deyişle “höyükteki en erken Geç Neolitik Çağ’dan
Bronz Çağ’larına uzanan kesintisiz bir yerleşim”i
ortaya çıkartmış durumda...
Gazetemizin Milas muhabiri gazeteci-yazar
Olcay Akdeniz’in öncülüğünde ve
Milas Belediyesi’nin ev sahipliğinde
gerçekleşen Karya sempozyumunda,
Prof.Dr.
Ender Varinlioğlu’nun yönettiği oturumda
antik İasos’taki İtalyan kazılarının 50. yılı da
değerlendirilirken bölgede araştırmalar yapan
yerli-yabancı arkeologlar son bulgularını
paylaştılar.
Çine-Tepecik kazıları ise Karya sınırlarının
Menderes’ten başlayarak Gökbel Vadisi’ni de
içerdiğini “çarpıcı sonuçlar”la belgelemesi
açısından özel bir önem taşıyordu…
Tepecik Höyüğü'nün yıllardır ilgi bekleyen sırlarını
aydınlatmaya başlayan Prof. Günel, Batı Anadolu’nun
en derin vadilerinden Menderes’in güneyinde, Çine
Çayı’nın derin kavisler yaptığı bölgede yer alan
Tepecik’in, Ege ile Orta Anadolu arasındaki ticari
ilişkilerin de kurulabildiği kültürel bir merkez
olduğunu söylüyor...
Höyükteki MÖ 2. bin yıla ait kalıntılarının, savunma
sistemine dayalı bir yerleşim modelini yansıttığını
açıklayan Günel, son kazılarla 41 m’lik sur yapısına
ve 2 metre 20cm’lik duvar kalınlığındaki kare planlı
kule yapılarla destekli bir kent planına
ulaşıldığını da belirtiyor. Yerleşmenin en geç
evresi, Geç Tunç Çağı’na ait; MÖ 1300-1100 yıllarına
tarihlenmekte...
Üretime ait ‘yerli’ kaplarla birlikte Yunanistan ve
adalardan bilinen Miken kültürüne ait kapların
bulunması ise Ege’deki kültürel etkileşimleri ve
güçlü yaşam bağlarını kanıtlıyor. “Magazin” denen
depo yapısında ele geçen kaplar, bronz ok ucu ve
günlük kullanıma ait iğneler de Batı Anadolu ile Ege
adaları arasındaki ticari ilişkilerin varlığını
kanıtlarken bu bağlantıların Çine Ovası’na dek
ulaştığını da ortaya koyuyor.
Aynı magazindeki Tepecik “mühür baskılar” ise Hitit
İmparatorluk dönemine tarihleniyor... Günel diyor
ki; “Bunlardan biri, Hitit çiviyazılarında geçen
Arzawa topraklarındaki Mira ülkesinin, Çine Çayı
bölgesinde yayıldığına da ışık tutmakta… diğer bir
baskısında ise Hitit ikonografisinde kral ve
prenslerin tasvir tarzını yansıtan bir figür yer
almakta… Her iki eser de Hititlerin Batı
Anadolu’daki varlığına ve etkisine katkı sağlayacak
kanıtlardır.”
Höyükteki mezarlarda, iskeletlerin yanında fincan,
gaga ağızlı testi ve mermer bilezik gibi mezar
eşyalarına da rastlanmış. Bu mezarlar, Anadolu’da MÖ
3. binyıla uzanan ölü gömü geleneğinin Tepecik’te de
uygulandığını gösteriyor. Şu ana kadar saptanabilen
en erken yerleşme ise Erken Kalkolitik Çağ’a (MÖ
6000-5500) ait ve Ege’de bilinen Geç Neolitik
kültürle paralel buluntuları da vermekte...
Tepecik kazılarında elde edilen veriler, bütün
bunların gerçekliğini daha da güçlü kanıtlayan
bulgular içeriyor. Kazı raporuna göre oldukça kalın
duvarlara sahip ve kule yapılarıyla destekli kent
yapısı içinde, önemli ticari etkinliğe sahip bir
sistemin olduğunu söylemek mümkün.
Ayrıca Hitit İmparatorluk dönemine ait ve
üzerlerinde hiyeroglif işareti bulunan mühür
baskılar, Tepecik merkezinin Orta Anadolu ile olan
ilişkilerini ortaya koymasının yanı sıra bölgenin
tarihi coğrafyasına da katkı sağlamakta…
Batı Anadolu’da Hititlerin varlığı ve politik
etkinlikleri, bugüne dek çiviyazılı metinlerin
verdiği bilgiler ışığında tanımlanabilmekte;
Hititlerin bölgedeki varlığına ışık tutan arkeolojik
kanıtlar ise oldukça sınırlı buluntular ışığında ele
alınabilmekteydi… Bu nedenle ele geçen mühür
baskılar, Hititlerin Batı Anadolu’daki varlığını ve
politik anlamdaki etkinliğini desteklemesi açısından
büyük önem taşıyor.
Kazılarda elde edilen diğer önemli bir sonuç da Orta
Tunç Çağ’ı kültür tabakasının alt seviyelerinde
tespit edilen ve Erken Tunç Çağı’na tarihlenen
yerleşim içi mezarları...
İri bir mezarda yetişkin bireye ait iskelet, hoker
(anne karnında olduğu gibi bacaklar karna doğru
kıvrılmış olarak) tarzında tespit edilmiş. İskelete
ait kafatasının hemen başucunda kulplu bir fincan ve
başı hizasında bir testi bulunmuş. Bu kaplar, ölü
hediyesi olarak mezara bırakılmış...
Sözün kısası Tepecik Höyüğü kazıları Anadolu’da,
bölgeler arası etkileşimin binyıllar öncesinden
başladığını; bu coğrafyadaki uygarlıkların
karşılıklı ilişkilerle zenginleştiğini kanıtlayan
bulgularıyla tarihin derinliklerinden çarpıcı
mesajlar taşıyor.
Bakalım seneye 4’üncü sempozyumda hangi yeni
bilgiler paylaşılacak…
Cumhuriyet, Yazı: Oktay Ekinci, 25.11.2010
|
GAP'TAKİ TARİHİ YAPILAR ONARILIYOR
Şanlıurfa
Vakıflar Bölge Müdürlüğü'nce, Adıyaman ve
Şanlıurfa’da bulunan birçok tarihi yapı, aslına
uygun olarak restore ediliyor.
Şanlıurfa Vakıflar Bölge Müdürü Müslüm Tüysüz, AA
muhabirine yaptığı açıklamada, sorumluluk
sahalarındaki tüm tarihi yapıları elden geçirmeye
çalıştıklarını ifade etti.
Tüysüz, Şanlıurfa’da Anadolu’nun en eski
camilerinden biri olan Ulu Cami ve Osmanlı dönemi
eserlerinden Hüseyin Paşa Cami ile 2 türbenin de
bulunduğu 7 yapının yanı sıra Adıyaman’da da 2
eserin bir süre önce tadilata alındığını aktardı.
Tüysüz, söz konusu eserlerdeki restorasyonun 2011
yılının ortalarına doğru bitirilmesinin
planlandığını kaydetti.
Müslüm Tüysüz, 2011 yılının ocak ayında da
sorumluluk sahalarındaki Şanlıurfa ve Adıyaman’da
toplam 8 eserin restitüsyon ve restorasyon
ihalesinin daha yapılacağını belirterek, ”Hedefimiz
sorumluluk sahamızdaki tüm tarihi eserleri elden
geçirip, tadilat gerekenleri aslına uygun olarak
restore edip, yeniden vatandaşlarımızın hizmetine
sunmaktır” dedi.
Zaman, 25.11.2010
|
İKİ RESİM ARASINDAKİ 1000 FARK
 
Bu fotoğraflar bu hafta restorasyonu
tamamlanan İstanbul’un tarihi çeşmelerinden birine
ait.
Cihangir Susam Sokak’ın köşesinde bu tarihi çeşme.
Hemen yanında bu yaz Orhan Pamuk’un alışveriş
yaparken fotoğraflandığı Cihangir Manavı var...
Bu kadar tarihle iç içe yaşayıp da restorasyon
konusunda geçer not alamamak üzüntü verici.
Dalan zamanında İstanbul’un surları restore
edildiğinde, Avrupa basını “Türkler surları yeniden
inşa etti” diye az dalga geçmemişti.
Restorasyonun en temel hedefi eskiye bağlı
kalmaktır.
Yapıya yeni yorum getiremezsin, mimariyi asla
değiştiremezsin.
Eski taşlar tek tek ilaçlanıp, temizlenerek
onarılır.
Eğer eksik taş varsa, yerine konulan yeni taşların
da eskiden ayırt edilmesi gerekir.
Susam Sokak’taki çeşmenin eski ve yeni
fotoğraflarına bakın.
Restorasyonu kim yaptıysa yeniden inşa etmiş
çeşmeyi.
Restorasyon demeye bin şahit lazım.
Eski çeşme saçaklı, yenisi dümdüz duvar.
Kullanılan eski taş sayısı iki elin parmaklarını
geçmez, oysa eski fotoğraf daha fazla tarihi taş
kurtarılabileceğini gösteriyor.
Sivri kemerlerdeki tuğla izleri yok olup gitmiş.
Belli ki ya rölövesi alınmadan yapılmış ya kolaya
kaçıp şişirilmiş...
Çeşmenin alt tarafı bir nebze eskiye bağlı kalmış
da, üst tarafı bambaşka olmuş.
Altı kaval üstü şeşhane...
Oysa günümüze kadar az hasarla gelen çeşme çok da
güzel restore yapılacak bir esermiş.
Şimdi o eski çeşmenin yerinde yeller esiyor.
Restorasyonda bir yeri doğru yapsam yeter mantığı
yoktur.
Bu yüzden de şehirdeki bütün tarihi eserler,
yeniliyoruz görüntüsü altında böyle mahvolmaktadır.
Bu korkunç restorasyonlara söylenecek tek şey var;
aman bırakın dağınık kalsın...
Hürriyet, Yazı: Cengiz Semercioğlu, 25.11.2010
|

|
TARİHİ ESER KAÇAKÇISI SUÇÜSTÜ YAKALANDI
Kocaeli Jandarma ekipleri tarihi eser kaçakçılığı yapanlara yönelik operasyon düzenlendi. Oyla ilgili bir kişi gözaltına alındı.
Bir ihbarı değerlendiren jandarma ekipleri, elindeki tarihi eserleri satmak isteyen E. K. ile irtibata geçti. Alıcı kılığına giren ekipler, Eskihisar beldesinde satıcı ile buluştu.
Pazarlık sırasında düzenlenen operasyonda 28 adet sikke ve 4 adet yüzük ele geçirildi.
Tarihi eserlerin ekspertiz raporu düzenlenmek üzere Kocaeli Müze Müdürlüğü'ne gönderildi. E. K çıkarıldığı mahkemece tutuksuz yargılanmak üzer serbest bırakıldı.
Özgür Kocaeli, 25.11.2010
|
EMET'TEKİ MAĞARALAR HALA
GİZEMİNİ KORUYOR
Kütahya'nın Emet
İlçesi'nde bulunan ve hala gizemini koruyan onlarca
mağarayla ilgili araştırma yapılarak bunların
turizme kazandırılması istendi.
Eğrigöz belde Belediye Başkanı Mehmet Alkan,
beldedeki tarihi kalenin Osmanlı döneminde hapishane
olarak kullanıldığını söyledi.
Bu kalenin Eflak Boğdan bölgesinde insanları kazığa
oturtup öldüren ve Kazıklı Voyvoda diye bilinen
diktatörün de bu kalede uzun süre esir tutulduğunu
ifade eden Alkan, kalenin ve çevresindeki onlarca
mağaranın sırrının çözülemediğini anlattı.
Alkan, mağaraların girişlerinde sarkıt ve dikitler
bulunduğuna işaret ederek, şöyle dedi: ''Eğrigöz
beldesinin tarihi, bir yerleşim yeri olarak çok eski
dönemlere kadar uzanmaktadır. Bugün hala beldemiz
içindeki Eğrigöz Kalesi'nin geçmişini bizler bilsek
de tarihçilerin araştırmaları ile daha iyi
tanıtılacağını düşünüyoruz. Ayrıca bölgemizdeki
kalenin vahşi arazisinin civarında onlarca mağaralar
mevcuttur. Bunlar gizemliliğini korumaktadır. Bazı
mağaraların girişlerinde binlerce yıllık olduğunu
tahmin ettiğimiz sarkık ve dikitler mevcuttur.
Bunlardan biri de Dereli Mahallesi yakınlarında halk
arasında 40 katlı olduğu rivayet edilen mağaradır.
Bu mağaranın ilk iki katı görülür ve gezilir, daha
sonrası ise taşlarla doldurulmuş durumdadır.
Yetkililerin bir an önce beldemiz bölgesinde gerekli
araştırmaları yapması ve tarihi eserleri yer yüzüne
çıkarmasını istiyoruz.''
Tellal Gazetesi,
24.11.2010
|
VASADA KAZILARI YENİDEN
BAŞLIYOR
Seydişehir'e bağlı
Bostandere beldesinde, Roma dönemine ait Vasada
antik tiyatrosunun turizme kazandırılması için
kazılar yeniden başlıyor Bostandere Belediye Başkanı
Turan Koyuncu ve AKP Konya Milletvekili Harun
Tüfekçi girişimleriyle başlatılan temaslarda Konya
Valiliği bütçesinden 10 bin TL ödenek çıkartılarak
12 günlük bir kazı çalışmaları bu hafta yeniden
başlayacak.
1969 yılında Köye su
getirme esnasında ortaya çıkan kalıntıları
inceleyen Konya Müze müdürlüğü Arkeoloğu Gürbüz
Alp’ın başkanlığında 1970 yılında yaptığı kazı
çalışmalarında Roma devrine ait amfitiyatro
kalıntılarını ortaya çıkarılmış ve MS 11 yüzyıla
ait bölgedeki Aktepe mevkiinde Vasada şehrinin
harabelerine ait kitabe,mimari parçalar bulunmuş
bu parçaların çoğu köyde evlerin yapılarında
kullanılmış.Yine buluntular arasında Vasada'da
basılmış Augustus parası bulunmuş, İsa ve
havariler resmi, Zeus kabartması gibi birçok
eser Konya müzelerinde sergileniyor. Bütün
bilgiler ışığında Hitit, Fryg’ler, Roma ve
Bizans devrine ait şehirlerin varlığı ortaya
çıkmış, o devirde 10 bin ile 20 bin arasında
insanların yaşadığı tahmin ediliyor merkezi
konumdaki tiyatroda toplantı ve etkinlikler
yapılıp önemli kararların alındığı belirtiliyor.
1971 yılından bu yana kazı çalışmaları
yapılmadığına dikkat çeken Başkan Koyuncu;’’15
günlük kazımızda 2000 kişilik amfitiyatronun
temizliği yapılarak oturma sıraları,orkestra
sahne bölümü ortaya çıkarıldı. Arkeolog Kazım
Mertel başkanlığında bu hafta içerisinde yeniden
başlayacak kazılarda sahnenin taban alanına
inilecek oturma sıraları ilavesi yapılıp karşı
alandaki bölümde kazı çalışması devam edecek.
Daha sonra buranın haritası ve rölövesi
çıkarılacak. Çalışmalarımız tamamlandığında hale
hazır dosyası yaparak Turizm Bakanlığı'na baş
vurup devlet planına aldıracağız turizmle
anılan bir kasaba olmayı hedefliyoruz’’ diye
konuştu.
Manşet Gazetesi,
24.11.2010
|
TARİHİ ESER OPERASYONU
Batman Jandarma Bölge
Komutanlığı ekipleri tarihi eser kaçakçılarına
operasyon düzenlendi.
Batman merkezli 7 ilde
düzenlenen operasyonda çok sayıda tarihi eser ele
geçirildi. Batman, Diyarbakır, Bitlis, Mardin,
Bingöl İstanbul ve Van illerinde yapılan tarihi eser
kaçakçılığı operasyonunda şu ana kadar toplam 20
kişi gözaltına alındı. Operasyonun genişletilerek
devam edeceği öğrenildi.
Batman Gazetesi,
24.11.2010
|
|
İZMİR'DE BİR İLK MÜZE
Türkiye’de ilk kez bir
devlet müzesinin antik gemoloji yayını ortaya çıktı.
Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ) Edebiyat Fakültesi
Arkeoloji Bölümü Ortaçağ Arkeolojisi Ana Bilim Dalı
Başkanı Doç.Dr. Ergün Laflı, İzmir Müze Müdürlüğü
envanterindeki antik döneme ait değerli taşlarla
yapılmış 150 parça ”nadide” yüzük ve kolyenin,
fotoğraf ve çizim yoluyla belgelendiğini,
kataloglanmasının yapılarak, ”Türkiye’de ilk kez bir
devlet müzesinin antik gemoloji (süs taşları bilimi)
yayınına kavuştuğunu” söyledi.
Doç.Dr. Laflı, kendisi tarafından hazırlanan
projeyle İzmir Müzesi Müdürlüğü ve bağlı
birimlerinde antik çağ gemolojisi olduğu tespit
edilen kazıma (intiglio) ve kabartma (cameo)
örneklerini toplu biçimde değerlendirdiklerini
bildirdi.
Müze koleksiyonlarındaki yaklaşık 300 eserden,
1-4 santimetre büyüklüğündeki 150 parça yüzük ve
kolyenin, fotoğraf ve çizim yoluyla belgelendiğini,
bunların çoğunluğunun o dönem akik taş üzerine
yapıldığını belirten Laflı, şu bilgiyi verdi:
”Taşlar üzerindeki işlemelerde genellikle dönemin
zengin erkek ve kadınlarıyla dinsel tasvirler yer
alıyor. O dönemde mercekle ve çok yüksek teknolojili
kazıma aletleriyle işlenen yüzük gibi takılar ve
mücevherler, işlem bittiğinde pahalı ürünler olarak
pazarlanıyordu. Mücevherler ancak o dönemin
aristokrat ve zengin kesimi tarafından satın
alınabiliyorlardı. Bu tür objeler antik çağlarda
pahalı ve çok lüks tüketim ürünleriydi. İnsanın
parmak tırnaklarının büyüklüğündeki bu eserler çok
ince işçilikle, sabırla ve o dönemin yüksek
teknolojisiyle yapılıyordu. Bu nadide eserlerle
İzmir’i dünyaya yeniden tanıtabiliriz.”
Projede, İonia gibi
Hellenistik ve Roma dünyasının
Efes (Ephesos), İzmir (Smyrna) ve Bergama (Pergamon)
gibi çok büyük ve zengin kentlerinin bulunduğu bir
bölgenin, bu yerleşimlere bağlı materyal kültürü
çerçevesinde intiglio ve cameo sanatlarının yerini
ve rolünü irdelediklerini anlatan Laflı, ”Smyrna
yani İzmir’in, o dönem en zengin intiglo ve cameo
sanatları merkezi olduğunu bu çalışmayla saptadık.
Arkaik devri MÖ 7. – 6. yüzyıllarda Smyrna, Milet (Miletos),
Ephesos gibi büyük kentlerle çok hareketli yaşamış
olan İzmir yöresinde, bu döneme ilişkin intiglio
örneklerini saptamak ve Doğu Helen’de bu sanatın
başlangıcını anlamaya çalıştık. Bu devrin mücevher
işlemeciliği merkezi İzmir olarak öne çıktı. Bu
çalışmayla Türkiye’de ilk kez bir devlet müzesinin
antik gemoloji yayını ortaya çıktı” diye konuştu.
Doç.Dr. Ergün Laflı, İzmir’de antik dönem
kuyumculuğunun, günümüz için bir kazanç kapısı
olabileceğini savundu.
Konak Belediyesi ile işbirliği yaptıklarını,
antik dönemde İzmir’de çok gelişmiş olan kuyumculuk
ve mücevherat işlemeciliğinin kent için nasıl bir
tanıtım aracı haline getirilebileceğini
tartıştıklarını ifade eden Doç.Dr. Laflı, ”Antik
dönemde akik, opal, lapis gibi taşlardan üretilen,
üzeri dekoratif öğelerle bezeli yüzük ve kolye
taşları İzmir’deki atölyelere özgü bazı önemli
stilistik özellikler göstermektedir. İzmir’de git
gide yükselen yat turizmiyle kente gelen yabancı
turistlere antik çağda İzmir’de üretilmiş ürünlerin
kopyalarının yapılıp satılmasının hem ekonomik
kazanç, hem de tanıtıma önemli katkı sağlayacağını
dile getirdik” dedi.
Özellikle Roma döneminde İzmir’in, o dönemdeki
ismiyle Smyrna’nın altın ve gümüş işlemeciliğiyle
mücevher oyma sanatında çok ileri olduğu, burada
işlenen ürünlerin tüm antik Akdeniz dünyasına
yayıldığını bildiren Laflı, bu tür örneklere
İzmir’in çevresindeki antik kentlerde de bol
miktarda rastlandığını kaydetti.
Doç.Dr. Laflı, İzmir’in MÖ 7. yüzyıldan MS 5.
yüzyıla değin Batı Anadolu’nun en önemli üç büyük
kentinden bir olduğunu, Hellenistik ve Roma
dönemlerinde MÖ 4. yüzyıldan MS 5. yüzyıla kadar
nüfusunun hep 100 binin üzerinde bulunduğunu, kentin
seramik, terrakotta, cam, metal, mermer gibi birçok
önemli ürünün işlendiği ve ticaretinin yapıldığı
hatırlattı.
Ntvmsnbc, 24.11.2010
|

|
BAKAN BÖYLE REZİL OLDU
İngiliz Müzesi'ni ziyaret eden İngiltere Kültür Bakanı Ed Vaizey, müzedeki tam üç bin yıllık bileklikten çok etkilendi ve eline alıp, bileğine takmaya kalktı.
Yaklaşık 95 bin pound (220 bin lira) değer biçilen bilekliğe bakanın yaptığı hamleyi dehşet içerisinde izleyen yetkili Caroline Barton, bakanı "Onu alamazsınız, önce eldiven takmalısınız" diyerek uyardı.
Yaptığı hatanın farkına varan bakan özür dileyip, eldiven taktıktan sonra bilekliği tekrar incelese de, İngiliz basınında günün konusu olmaktan kurtulamadı.
Bakanın bu kadar ilgisini çeken bilekliğinse MÖ 950-800 yılları civarında yaşamış önemli bir savaşçı ya da rahibe ait olduğu düşünülüyor.
Milliyet, 24.11.2010
|
SIRTLANİNİ MAĞARASI TURİZME KAZANDIRILMAYI BEKLİYOR
Aydın’ın Karacasu İlçesi'nde bulunan Sırtlanini
Mağarası, doğal güzelliği ve dokusuyla turizme
kazandırılmayı bekliyor.
Dünyaca ünlü Aphrodisias
antik kentine 13 ve Çamarası Köyü'ne ise 1,5 kilometre uzakta bulunan Sırtlanini Mağarası, ulaşımının çok zorlu olması
nedeniyle bugüne kadar turizme kazandırılamadı. 50
santimetre genişliğindeki dar bir geçitten içeriye
girilebilen mağaranın turizme kazandırılması için
başta Aydın eski Valisi Mustafa Malay olmak üzere
yerel yönetimler tarafından büyük çaba harcandı.
Çok sayıda ve farklı görünümlere sahip sarkıtlar
ile iç bölümlere kadar uzanan geniş bir sahada çok
sayıda hayvana ait kemik parçasının bulunduğunu
mağaranın turizme kazandırılması için son olarak
Aydın İl Genel Meclisi tarafından hazırlanan
raporda, mağara içerisinde çok sayıda da çömlek ve
kiremit örneklerinin görüldüğüne dikkat çekilerek,
“Sırtlanini Mağarası, çevresel ve jeolojik
özelliklerinin yanında kültür tarihine yapacağı
önemli katkıları ile tanıtılması gerekli bir turizm
potansiyeline sahiptir. Batı Anadolu’nun büyük ve
görkemli mağaralarından biri olarak önemli turizm
potansiyeli bulunan Sırtlanini Mağarası, kolay
ulaşımı ve denetimsiz girişi ile kişisel tahribata
açık durumdadır. Mağarada yer alan kültür katları,
insanlarda yanlış bir biçimde oluşacak ‘define
olabileceği’ kanaatini güçlendirebilir. Bu da
mağaranın tahribatını hızlandırabilir. Mağaranın
tarihi ve turistik potansiyelini baltalayacağı kesin
olan bir başka unsur ise çevresinde işleyen yada
kurulacak olan maden ocaklarıdır. Mağarada en kısa
zaman içerisinde bilimsel, arkeolojik inceleme,
araştırma ve kazı çalışmalarının yapılması, ulaşımın
sağlıklaştırılması, mağara girişinin genişletilmesi,
aydınlatılması, güvenliğinin sağlanması ve seyir
parkurları oluşturulması gereklidir” denildi.
Beyaz Gazete, 24.11.2010
|
İSTANBUL'UN 'KAYIP' KAPILARI

Uzun yıllar
İstanbul surları üzerine tarihi
araştırmalar yapan Sanat Tarihçisi Fehmi
Hayri Yılmaz, İstanbul'un kayıp kapılarının
izini sürdü. Yılmaz, İstanbul'u çevreleyen
yaklaşık 20 kilometre uzunluğundaki surlarda irili
ufaklı toplam 80 kapı bulunduğunu ancak
bunlardan sadece bir tanesinin yarım da olsa kapı
kanadının korunduğunu söyledi.
"Surların genelinde sıkıntılar devam ediyor. Koruma
sağlanamıyor, düşünürseniz Yedikulekapı'nın üzerinde
güzel bir kartal kabartması vardı ancak bu
geçtiğimiz sene çalındı. Keşke bunlar korunabilse,
Ayakapı'nın üzerindeki Yeniçerilerin remizlerinin
kazınmış olduğu taş levha aşınmış durumda ama bunlar
müzeye kaldırılmıyor." diyen Yılmaz, "Koca
kentimizde bir Osmanlı Arkeoloji Müzesi olmaması da
üzücü bu nedenle bu eserler hızla yok oluyor" dedi.
İstanbul tarihi için sur kapılarının önemli unsurlar
olduğuna dikkat çeken Yılmaz, "Hiç şüphesiz bunlar
kayıp kapılardır. Hele ki, günümüzde
hatırlanmıyorsa, ziyaret edilmiyorsa" şeklinde
konuştu.
İstanbul'un Haliç tarafında 44, Marmara tarafından
36 kapının yer aldığını belirten Yılmaz, karasurları
üzerinde ise 8 büyük kapı olduğuna ancak bunlardan
çok azının günümüze ulaştığını söyledi.
Kapıların İstanbul'u korumak dışında Osmanlı için
ayrı bir önem arz ettiğine dikkat çeken Yılmaz, her
bir kapının sabah ezanı öncesi mehter eşliğinde
açıldığını ve akşam namazı öncesi düzenlenen mehter
eşliğinde kapatıldığını belirtti.
Temsili törenlerle kapılar daha popüler hale
getirilebilir
Kapıların tek bir parça olarak düşünülmemesi
gerektiğinin altını çizen Yılmaz, "İstanbul
kapılarında manevi korumayı sağlayan evliyaları,
karakolhaneleri, kahvehaneleri, büyük külliyeleri
bulunuyor. Buna benzer bir sürü küçük küçük
birimleri var. Silivrikapı'da Hadım İbrahim
Paşa'nın, Topkapı'da Kara Ahmet Paşa'nın külliyeleri
var. Bunlar keşke daha iyi değerlendirilebilse,
şehrin çok enteresan noktaları ama maalesef surların
geneli kapılarıyla birlikte ihmal edilmiş durumda.
Şehrin kalabalık halkı bunları pek fazla
hatırlamıyor" ifadelerini kullandı.
Yılmaz, farklı bir de teklifte bulunuyor: "Kapılarda
yapılan törenler, görkemli törenlerdi, ilginç
törenlerdi, keşke İstanbul'un ana kapısını oluşturan
Edirnekapı'da bunun canlandırması yapılsa, sembolik
törenler yapılsa. Dünyanın birçok yerinde bu tür
tarihi olayları canlandıran törenler yapılır ve
turizm bundan faydalanır. Düşünün şehrin giriş çıkış
ana kapısıydı burası ve böylelikle Edirnekapı daha
popüler hale getirilebilir. İstanbul ziyaretçileri
için".
İstanbul surlarında yer alan 8 büyük kapı; Altın
Kapı, Belgradkapı, Silivrikapı, Mevlanakapı,
Topkapı, Sulukule Kapısı, Edirnekapı, Ayakapı.
Topkapı; Bizans dönemindeki adıyla Romanos Kapısı.
Sultan II. Mehmet, kuşatma sırasında karargahını
buraya kurmuştur ve en ağır top atışları da buradan
yapılmıştır. Bu nedenle tarihte buradaki mahallenin
adı Top Yıkığı Mahallesi olarak geçmektedir. Fatih
Sultan Mehmet Han'ın da İstanbul'a kesin olmamakla
birlikte bu kapıdan girdiği söylenmektedir.
Mevlevihane Kapısı; Günümüzde Mevlana Kapı olarak
bilinmektedir. Osmanlı döneminde burada yer alan
Mevlevi tekkesinden dolayı ismi Mevlevihane Kapı'dır
ancak zamanla bu isim Mevlana Kapı olarak kullanıla
gelmiştir.
Altın Kapı; Bizans İmparatorları'nın zafer
kazandıkları zaman şehre giriş yaptıkları kapıdır.
Kapı üzerinde daha önceki dönemlerde yer alan altın
ve yaldız süslemeleri nedeniyle bu isim verilmiştir.
Zaman, 24.11.2010
|
"ZEUGMA ÇOK ŞEY DEĞİŞTİRECEK"
Kültür ve Turizm Bakanı
Ertuğrul Günay, turizm rehberliğini meslek statüsüne
kavuşturan ve niteliklerini yükselten yasa
tasarısının Bakanlar Kurulu'nda imzaya açıldığını
bildirdi. Gaziantep Zeugma Müzesi'nin açılışının,
gelecek yıl yapılmasının planlandığını belirten
Günay, bu müzenin açılışıyla birlikte Türkiye'nin
dünya ölçeğinde en fazla mozaik sergilenen ülke
konumuna geleceğini ifade etti.
''Turizm'' ve ''kültür'' olgularının birbirini
desteklediğini ve iç içe olduğunu belirten Günay,
turizmin toplumları, devletleri birbirleriyle
tanıştıran aynı zamanda barışa, uzlaşmaya ve
diyaloğa hizmet eden bir alan olduğunu söyledi. ''Bu
topraklarda hangi dönemde ortaya çıkarsa çıksın, ne
varsa hepsi bizimdir. Bir tek rengi, bir tek
varlığı, soldurmadan geleceğe taşımaya çalışıyoruz''
diyen Günay, Bakanlığın kültür alanında, koruma,
planlama, kazı-arama, restorasyon, bakım, onarım,
teşhir ve yayın çalışmaları yaptığını anlattı.
Bakanlığa bağlı 189 müze ve 130 düzenlenmiş ören
yeri bulunduğunu belirten Günay, bu yıl
Kırşehir-Kaman Kalehöyük Arkeoloji Müzesi'nin
inşaatının tamamlanarak hizmete açıldığını
anımsattı.
Gaziantep 27 Gazetesi, 24.11.2010
******
ZEUGMA'NIN BİLİNMEYENLERİ GÜN YÜZÜNE ÇIKACAK
İlk kez sergilenecek Zeugma mozaiklerin
restorasyonunun yanı sıra sergilenen mozaiklerin de
taşınması için çalışmalar yapılıyor.
Gaziantep’in Nizip İlçesi'ndeki Zeugma Antik
Kenti’nde 2000′li yıllarda gerçekleştirilen kurtarma
kazılarıyla Birecik Baraj Gölü suları altında
kalmaktan kurtarılarak Gaziantep Arkeoloji Müzesi’ne
taşınan mozaikler, yeni yaptırılan Zeugma Mozaik
Müzesi’ne taşınıyor.
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yürüttüğü
”Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi Teşhir, Tanzim ve
Çevre Düzenlemesi Projesi” kapsamında, mozaik müzesi
olarak kullanılacak kompleksin tamamlanmasının
ardından halen Gaziantep Arkeoloji Müzesi’nde
sergilenen ve korunan mozaiklerin nakli için
çalışmalara başlandı.
Gaziantep Valisi Süleyman Kamçı, AA muhabirine
yaptığı açıklamada, Zeugma Mozaik Müzesi Projesi’nin
gelecek yıl içerisinde tamamlanacağını söyledi.
Kamçı, ”Proje kapsamında halen ilk kez
sergilenecek mozaiklerin restorasyonunun yanı sıra
sergilenen mozaiklerin de taşınması için çalışmalar
yapılıyor” dedi.
Zeugma Mozaik Müzesi hizmete açıldığında,
Gaziantep’i ziyaret edecek yerli ve yabancı
turistlere daha çok mozaiği daha iyi koşullarda
izletebileceklerini kaydeden Kamçı, müzelerin sanat,
bilim, tarih ve kültürle ilgili eserlerin korunup
sergilendiği, tanıtıldığı ve gelecek kuşaklara
aktarıldığı, geçmişle aramızda köprüler kuran ve
dünyanın tarihteki yolculuğunu gösteren özel
mekanlar olduğunu vurguladı.
Kamçı, müzelerin turizmi geliştirme çalışmaları
içerisinde önemli ve öncelikli bir alan olduğunu,
Gaziantep’te son yıllarda çok sayıda müze
açıldığını, açılan müzelerin Gaziantep’in sanayi ve
ticarette kaydettiği gelişmeyi turizm alanında da
gerçekleştirmesine önemli katkı yapacağını
vurguladı.
Kamçı, Zeugma Mozaik Müzesi’nin Gaziantep için
çok önemli bir yatırım olduğunu vurguladı.
Gaziantep İl Kültür ve Turizm Müdürü Salih
Efiloğlu da konuşmasında, yatırım bedelinin 40
milyon liranın üzerinde olduğunu vurguladığı Zeugma
Mozaik Müzesi ile Gaziantep’in ”muhteşem” diye tarif
edilecek güzellikte ve zenginlikte bir müzeye
kavuşmuş olacağını ifade etti.
Gaziantep’te turizmi geliştirme çalışmalarının
”yılda bir milyon turist” parolasıyla sürdürüldüğünü
kaydeden Efiloğlu, ”Gaziantep için öngörülen ‘yılda
bir milyon turist’ hedefinin ben kolaylıkla
aşılabileceğine inanıyorum” diye konuştu.
Gaziantep’te İpekyolu üzerinde bulunan Zeugma
Mozaik Müzesi’nde bir değil iki mozaik koleksiyonu
sergilenecek. Zeugma Mozaik Müzesi’nde, Gaziantep
Arkeoloji Müzesi’ni ziyaret edenlere gösterilen
Zeugma Mozaikleri Koleksiyonu yanında müzenin
depolarında korunan ya da bu yıl bulundukları
yerlerden kaldırılan mozaiklerden oluşan Bizans
Mozaikleri Koleksiyonu da sergilenecek.
Zeugma antik kentindeki kurtarma kazılarında gün
ışığına çıkarılan 875 metrekare mozaiğin, Arkeoloji
Müzesi’nin yetersiz kalması nedeniyle ancak 520
metrekaresi ziyaretçilere gösterilebiliyor. Zeugma
Mozaik Müzesi hizmete açıldığında toplam 875
metrekare olan Zeugma mozaiklerinin tümü teşhir
edilebilecek.
Zeugma Mozaik Müzesi’nde ayrıca restorasyonu
yapılan ve sergilemeye hazır 300 metrekare yüzey
alanına sahip Bizans mozaikleri de ziyaretçilerle
buluşturulacak. Halen devam eden restorasyon
çalışmaları sayesinde aşama aşama ziyaretçilerin
ilgisine sunulan mozaik miktarı artacak ve 2 bin 500
metrekareye ulaşacak.
Zeugma Mozaik Müzesi’nde, antik yerleşim
yerindeki kurtarma kazılarında ulaşılan mozaiklerin
yanı sıra sütunlar, sütun başlıkları, çeşmeler,
duvar resimleri ve Mars Heykeli de sergilenecek.
Projede yer alan ART Restorasyon Müdürü Celal
Küçük, mozaik ve diğer eserlerin Zeugma Mozaik
Müzesi’ne taşınması ve sergilenmesi konusunda
yürüttükleri çalışmalara ilişkin, şu bilgileri
verdi:
”Zeugma antik kentinde çıkarılan ve restorasyon
çalışmalarının ardından Gaziantep Arkeoloji
Müzesi’nde sergilenen mozaikleri bulundukları
yerlerden kaldırmaya başladık. Bu mozaiklerle
birlikte mekanın yetersiz kalması nedeniyle
sergilenemeyen Zeugma mozaikleriyle birlikte yeni
müzeye götüreceğiz. Ayrıca, Zeugma Mozaik Müzesi’nde
sergilenecek Bizans Mozaikleri Koleksiyonunu
oluşturan mozaiklerin restorasyonu çalışmamız devam
ediyor. Gaziantep Arkeoloji Müzesi’nin arka
bölümündeki atölyelerde Bizans mozaiklerini restore
ediyoruz.
Zeugma antik kentinde gün ışığına çıkarılan ikiz
villaları bulunduğu haliyle Zeugma Mozaik Müzesi’nde
yeniden ayağa kaldıracağız. Yani Mozaik Müzesi’ne
taşıyacağımız eserlerin sunumuna ilişkin de
çalışmalar yapıyoruz. Çalışmalar tamamlandığında her
şeyin daha güzel olacağına inanıyorum.”
Ntmsnbc, 25.11.2010
|
VEFASIZLAR!

İstanbul'un Vefa semtinde bulunan, geçmişi 12.
yüzyıla dayanan Molla Gürani Camii'nde taş taş
üstünde kalmadı... İşte, Bizans döneminin en önemli
kiliselerinden olan Fatih Sultan Mehmet döneminde
camiye çevrilen yapıdaki tahrifatın boyutu:
- İddiaya göre caminin imamı, 'cemaat çıkarken
uygunsuz görünüyor' gerekçesiyle tuvaleti caminin
içine aldırdı. Bunun için 'papaz odası' adı verilen
bölüm fayans döşenerek tuvalet haline getirildi.
- Özgün detaylar ve bezemelerin üzerleri sıva, boya,
kaplama ve halıyla örtüldü.
- Eserin kilise döneminden kalma kapılarından birisi
betonla kapatıldı.
Bir heyet oluşturan Vakıflar Genel Müdürlüğü,
1985'ten bu yana UNESCO'nun 'Dünya Kültür Mirası'
listesinde bulunan camideki tahrifatı belirlemeye
çalışıyor.
- İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık
Fakültesi Mimarlık Bölümü'nden Prof.Dr. Zeynep Ahunbay: Orası çevresiyle birlikte felaket bir
durumda. Yıllardır denetimsiz bir halde. Bir sanat
eserinin içine badana yapılmış. Olacak iş değil.
- Osmanlı ve Bizans tarihi uzmanı Prof.Dr. Semavi
Eyice: Yapıdaki oynamaların çok kontrolsüz bir
şekilde yapıldığı belli... İbadet yapılan
bölümündeki mozaiklerde çok özel figürler vardı. Bu
nadide eserlerin mutlaka koruma altına alınması
gerekir. 60 yıldır burasıyla kimse doğru düzgün
ilgilenmiyor. Birileri burasını ele geçirmiş gibi
görünüyor.
- Prof.Dr. İlber Ortaylı: Yapı, Bizans döneminin
son örneklerinden biridir. Kilisenin camiye
dönüştürülmüş olması, eserin bugüne kadar ayakta
kalmasını sağlamıştır. Ancak son 10-15 yılda yapılan
yanlış değişiklikler nedeniyle büyük tahribata
uğramıştır. Burayı korumak, restore etmek lazım.
Müze haline getirilmesi uygun olur.
Akşam, Haber: Bülent Şanlıkan, 24.11.2010
******
MOLLA GÜRANİ CAMİİ RESTORASYONA GİRİYOR
AKŞAM'ın, Bizans döneminin en önemli kiliselerinden
olan ve Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethinin
ardından camiye çevrilen Molla Gürani Camii'ni konu
alan haberinin ardından Vakıflar Genel Müdürlüğü,
esere jet hızıyla duruma müdahale etti. İstanbul
bölge Müdürlüğü bünyesindeki heyet tarafından
inceleme altına alınan tarihi cami 2011 yatırım
programına alındı. Böylece, yapının restorasyonu
için düğmeye basılmış olundu. Vefa ve çevresi
1985'ten bu yana UNESCO'nun 'Dünya Kültür Mirası
Projeleri' kapsamında yer alıyordu.
Cami'deki tahribat, heyet tarafından teker
teker mercek altına alındı. Halk arasında Kilise
Camii olarak bilinen eserin rölöve, restitüsyon
çalışmalarına önümüzdeki dönemde başlanacak.
Restorasyon çalışmalarında dallarında uzman
ekiplerin görev alacağı öğrenildi. Vakıflar Genel
Müdürlüğü'nden yapılan açıklamada, 'İlgili koruma
kurulunun onayını müteakip onaylı restorasyon
projeleri doğrultusunda gerekli restorasyon
çalışmalarına başlanılacaktır' denildi.
Her yıl binlerce turistin ziyaret ettiği Kilise
Camii'nde yaşanan tarih katliamında, iddiaya göre
caminin imamı, 'cemaat çıkarken uygunsuz görünüyor'
gerekçesiyle tuvaleti caminin içine aldırdı. Bunun
için 'papaz odası' adı verilen bölüm, fayans
döşenerek tuvalet haline getirildi. Özgün detaylar
ve bezemelerin üzerleri sıva, boya, kaplama ve
halıyla örtüldü. Eserin kilise döneminden kalma
kapılarından birisi betonla kapatıldı.
Akşam, Haber: Bülent Şanlıkan, 25.11.2010
******
BİR TÜRKİYE GERÇEĞİ
İstanbul’un Vefa
semtinde içine tuvalet yapılmış, kapısı beton ile
örülmüş, kiliseden bozma 800 yıllık Molla Gürani
Camii’nin restorasyon işi Vakıflar Genel
Müdürlüğü’nün 2011 yılı programına alındı.
İlk bakışta çok
normalmiş gibi görünüyor. 800 yıllık bir tarihi
eser, onu yaşatmak, restore edip ayakta tutmak,
ziyarete açmak Vakıfların işi ve bu yapılıyor!
Bu haberi benim için “özel” kılan şey, Vakıflar
Genel Müdürlüğü’nün bu işi programına alması için,
caminin durumunun Akşam gazetesinin manşetine çıkmış
olması.
Elbette buna bakıp “Gazeteler hala bir işe yarıyor”
diyerek, haberi yazan muhabir arkadaşımızın başarısı
nedeniyle mutlu da oldum.
Ama aynı mutluluğu her ay maaşlarını tıkır tıkır
alan Vakıflar görevlileri açısından duyamıyorum.
800 yıllık bir cami. Kıyıda, köşede unutulmuş bir
yerde değil, İstanbul’un tarihi semtlerinden
birinde, kentin göbeğinde!
Ve bu caminin bu hale geldiğini kamu görevlilerinin
görmesi için bir gazetenin manşetinde fotoğrafının
yayımlanması gerekiyor!
Demek ki o kurumun hiçbir görevlisi bugüne kadar
merak edip de “yahu envanterde böyle bir cami var,
gidip bir bakalım ne durumda” dememiş, aklına bile
gelmemiş.
Hadi onları bir kenara bırakalım.
Bunca yıldır o caminin önünden kim bilir kimler
geçti? Belediye Başkanları, Belediye meclis üyeleri,
emniyet görevlileri, muhtarlar, siyasi partilerin il
ilçe yöneticileri ve daha kim bilir isminin önünde
ne sıfatlar yazılı birçok insan.
Hadi onları da bir kenara bırakalım. O civarda
yaşayanlar, o civarda çalışanlar, öğretmenler,
memurlar, mimarlar, mühendisler, doktorlar!
Belli ki hiç kimse, bir tarihi eserin o halde
olmasını umursamamış.
İşini sevmeyen memurlar, yaşadığı çevrenin durumunu
umursamayan insanlar. Türkiye’nin gerçeği bu işte!
Hürriyet, Yazı: Mehmet
Y. Yılmaz, 26.11.2010
|
DOKUNABİLİRSİNİZ!
Yunanistan'ın Atina kentindeki Tactual Müzesi, dünyada görme özürlü ziyaretçilere açık beş müzeden biri. Tactual Müzesi’nin diğer müzelerden temel farkı ziyaretçilerin sergilenen bütün eserlere dokunabilmesi.
Müzede Yunanistan’daki diğer müzelerde sergilenen önemli eserlerin birer kopyası bulunuyor. Fotoğrafta doğuştan görme özürlü bir ziyaretçi, 'Milo Afroditi'nin bir kopyasına dokunuyor.
Habertürk, 24.11.2010
|

|
5 BİN TÜRK ESERİ DEPODA BEKLİYOR

İsviçre'de 5 bin Türk İslam eserinin
ödenek yetersizliği gerekçe gösterilerek Bern Tarih
Müzesi'nin depolarında bekletildiği bildirildi.
Almanya
doğumlu Türk Arkeolog Dr. Bilgehan Köhler,
İsviçre'nin başkenti Bern'deki Tarih Müzesi'nde
yaptığı araştırmalarda müzenin depolarında
Türk-İslam sanatına ait 5 bin eser bulunduğunu ancak
bu eserlerin ödenek yetersizliği gerekçe
gösterilerek sergilenmediğini ve depolarda
bekletildiğini söyledi.
Bu eserlerin dünyaca ünlü bir Türk-İslam eserleri
koleksiyoneri Henri Moser (1844-1923) tarafından
Türk İslam coğrafyasındaki ülkelerden toplandığını
belirten Köhler, şöyle devam etti:
“Sanayici bir ailenin oğlu olan Henri Moser, 21
yaşında Türkiye'ye ve Türklerin yaşadığı ülkelere
giderek o ülkelerde çalışır. Orta Asya Türk
ülkelerinde çalışırken toplamış olduğu sanat
eşyalarını bir müze haline getirir.
Henri Moser ölmeden önce sahip olduğu 5 bin
eseri, İsviçre halkının Türk-İslam sanat ve
kültürünü tanıması amacıyla Bern Tarih Müzesi'ne
bağışlar. Bu serginin mali bağlamda desteklenmesi
için de
bir vakıf kurar.
Moser, Bern Tarih Müzesi'nde topladığı bu
eserleri ölmeden bir yıl önce 1922 yılında sergiler.
Bu eserler zaman içerisinde dünyanın başka
şehirlerinde de sergilenir.
Moser'in kurduğu bu vakıf ona ait bu eserlerin
Bern müzesindeki mali desteğini sağlayacaktı. Fakat
Henri Moser Vakıfı'nın zaman içinde kapanması ve
mali yetersizlikler nedeniyle müzedeki eserler
sergiden kaldırılarak müzenin deposuna kilitlenmiş.
Yıllardan beri depoda unutulan bu eserlerin yeniden
sergilenmeye başlanması, Avrupa insanının Türk İslam
sanatını tanıması açısından son derece önemli.”
Dr. Bilgehan Köhler, Moser'in Türk İslam
coğrafyasındaki ülkelerden topladığı 5 bin eserden
oluşan sergisinin, Bern Tarih Müzesi'nde ilk olarak
88 yıl önce açıldığını kaydederek, söyle devam etti:
“1922 yılında açılan bu sergi 1969 yılına kadar
açık kalmış. Henri Moser Vakfı'nın kapanmasının
ardından sergi 20 yıl sonra Henri Moser'in yeğeni
Roger Nicholas Balsiger'in gayretleri ile 1989
yılında yeniden açılmış ve 2003 yılında tekrar
kapatılmış. Ödenek yetersizliği gerekçe gösterilerek
7 yıldan beri açılmayan serginin yeniden açılması
halinde İsviçre ve Avrupa'da yaşayan Türklerin bu
sergiye büyük ilgi göstereceğini ümit ediyorum.
Türk İslam eserleri sergisinin yeniden açılması,
Avrupa'ya Türk İslam kültürünü tanıtma ve kültürler
arası etkileşimi hızlandırması açısından da ayrı bir
önem arz ediyor.”
Hürriyet, 24.11.2010
|

 |
TARİHİ MEZARDA YENİ TÜNELLER BULUNDU: 3 GÖZALTI
Muğla'nın Milas İlçesi'nde, jandarmanın bu sabah saatlerinde beş ayrı noktaya gerçekleştirdiği eş zamanlı operasyonda yüzyılın arkeolojik buluntusu olarak nitelendirilen Karya Satrabı Hekatomnos'un mezarına 50 metre uzaklıkta yeni tüneller bulundu. Jandarma olayla ilgili 3 kişiyi gözaltına aldı.
Milas'ın Hisarbaşı Mahallesi'nde ilk olarak soyguncuların bulduğu Karya Satrabı Hekatomnos'a ait olduğu sanılan anıt mezar çevresinde Milas Jandarma Komutanlığı ekipleri bu sabah operasyon yaptı. Operasyonda üç kişi gözaltına alınırken, ana mezara ulaşmak için kullanıldığı anlaşılan tüneller ve kazıda kullanılan gereçlere el konuldu.
Jandarma istihbarat ekipleri Türkiye gündemine oturan kral mezarı soygununda, yeni kazılar yapacağı bilgisine ulaştı.
Karya Krallığı döneminde yöneticiler ve yöneticilerin akrabalarının gömüldüğü bölge sanılan Hisarbaşı Mahallesi'nde bir süre önce soyguncular Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın 'Yüzyılın arkeolojik buluntusu' olarak nitelendirdiği eşsiz güzellikte bir lahit bulundu. Bölgede kamulaştırma çalışmaları devam ederken kazılarla bağlantılı olduğu belirlenen kişiler tutuklanarak cezaevine gönderildi.
Yayın organlarından bölgenin zengin bir tarihi varlık bulundurduğunu öğrenen bazı ev sahipleri, mezarın bulunduğu noktaya ulaşmak için kazı yapmaya başladı. Kazılar hakkında bilgi alan jandarma ekipleri bu sabah saatlerinde beş ayrı noktaya operasyon yaptı. Operasyonda A.E., M.Y. ve E.D. isimli şahıslar gözaltına alındı. Kazılarda kullanıldığı anlaşılan kazma, kürek, merdiven gibi gereçlere de el kondu. Bu arada kazı yapılan evde misafir olarak kaldığını öne süren konuşma ve işitme engelli E.D.'yle jandarma ekipleri arasında diyalog ilginç görüntüler oluşturdu.
Kaçak kazılarla ilgili soruşturma başlatıldı.
Türkiye Gazetesi, Haber: Mutlu Hazer, 23.11.2010
|
1700 YILLIK MUMYANIN ESRARI
Bilim insanları, 1700 yıllık bir mumya üzerinde yaptıkları çalışmada beklenmedik bir gelişmeyle karşılaştı. Cinsiyetini belirlemek için X-ray taramasına sokulan mumyanın, vahşice öldürüldüğü anlaşıldı. Bilim insanları şimdi, mumyanın nasıl öldürüldüğünü anlamaya çalışıyor.
MS 350 yılında yaşadığı düşünülen bir çocuğa ait mumya üzerinde yapılan testler geçtiğimiz hafta sonu başladı. Bilim insanlarının amacı, mumyanın cinsiyetini belirlemeye çalışmaktı.
İngiltere’nin Essex bölgesindeki Saffron Walden Müzesi’nde bulunan çocuk mumyanın geçmişte erkek olduğu düşünülüyordu. Ancak yeni incelemeler bu düşüncenin yanlış olabileceği gibi, mumya hakkına önceden fark edilmemiş bir detayı gözler önüne serdi.
X-ray taramasına sokulan çocuk mumyanın kafatasında meydana gelen çatlaktan öldüğü ve ölmeden önce köprücük kemiğinin kırıldığı anlaşıldı.
Araştırmada yer alan röntgen uzmanı Halina Szutowicz, çocuğun öldürülmüş olduğunu düşündüklerini belirtti. Szutowicz, çocuğun bir kaza sonucu da ölmüş olabileceğini ancak bunun kesin olmadığını söyledi.
Bilim insanları sürdürülen testler tamamlanmadan çocuğun neden öldüğü hakkında kesin bir şey söylemeyeceklerini söyledi. Diğer yandan, East Anglia Üniversitesi’nden Dr. Christina Riggs, en son 17 yıl önce incelenen ve o zaman erkek olduğuna karar verilen mumyanın cinsiyetinin aslında kız olduğunu belirtti.
Riggs, çocuğun mumyalanmasında kullanılan sargıların, antik Mısır’ın başkenti Thebes’te o dönem kız çocukları için tercih edildiğine dikkat çekti. Ayrıca, mumyanın dişleri, bilekleri ve leğen kemiklerinin incelenerek yaş ve cinsiyetinin kesin olarak belirlenmesi bekleniyor.
Hürriyet, 23.11.2010
|
 |
|
İSVEÇ'TE 'ŞEKER' İLGİSİ
İsveç’te küçük çapta bir koleksiyoner, elinde
bulunan tabloyu 200-300 TL’ye satmayı beklerken,
“Şeker Ahmet Paşa” olarak bilinen Ahmet Ali Paşa’ya
ait olduğu anlaşılan tablo açık artırmada 242 bin
dolara (357 bin TL) satıldı.
Landskrona kentinde düzenlenen açık artırmada
tabloya yoğun bir ilgi oldu. En az 56 kişi telefonla
müzayedeye katılarak tabloyu satın alabilmek için
yarıştı.
Milliyet, 23.11.2010
|
TARİHİ ESER ÇETESİ SATA SATA BİTİREMEDİ
Özgen
Acar’ın çok önemli bir özelliği vardır; Türkiye’nin
tarihsel ve kültürel mirasının korunması ve
kaçırılan eserlerin geri getirilmesi konusunda
yıllarca süren araştırma ve çalışmalar yapması,
‘Karun Hazinesi’ ile ‘Elmalı Definesi’nin yurda
getirilmesinde Dışişleri’ni yönlendirmesi...
Acar yıllardır bu konuları Cumhuriyet’te yazdı.
Tarihi eserler konusunda dünyada tanınan bir
uzman-gazeteci...
Pazar günü ‘Sabah’ta Abdurrahman Şimşek’in, tarihi
eser soygunları ile ilgili önemli bir haberi vardı.
İstanbul Mali Şube Müdürlüğü’nün, 15 ay süren
operasyonuyla Cumhuriyet tarihinin en büyük tarihi
eser kaçakçılığı çetesi ele yine ortaya çıkarılmış.
35 kişi, Emniyet’in muhbirleri sayesinde
yakalanmış... ‘Tarihi eser çetesi’nin liderleri
arasında Aziz Telliağaoğlu, Karkamış definesini
kaçıran Fuat Üzülmez ve Fuat Aydıner de bulunuyor.
Çetenin kaçırmaya çalıştığı eserlerin sayısının
1700’ü bulduğu ve bunların dış piyasa değerinin 500
milyon lira olduğu belirtiliyor.
Çoğu Mardinli olan bu isimler Münih üzerinden
çalışıyorlar.
Bu konu çok geniştir; herkes birbirini tanır.
Türkiye son yıllarda ‘uyanık’ davranmaya
başlamıştır. Yoksa giden gitmiştir.
Karun Hazinesi ile ilgili araştırmanın 17 yıl,
Elmalı Definesi’nin ise 4 yıl sürdüğünü bildiren
Özgen Acar’a, bu tarihi değerlerin nasıl talan
edildiğini sormaya kalkmadan şunu söyledi:
“Sabah Gazetesi’nin haberindeki adların hiçbiri
benim için yeni değil... Gazeteye yansıyan
fotoğraflarda görülen nesneler de çok sıradan.
Türkiye’de bu işin yapanlar ‘kremanın da kreması’
kişiler. Adı verilenler arasında metal dedektörle
define arayanlardan tutun da yerel patronlara; malı
yurtiçinde taşıyanlardan, gümrüklerde rüşvet verip
malı yurtdışına çıkaran ‘jokeylere’ kadar çeşitli
kişiler var.
Haberde sikkeleri kozmetik kremler içinde
havaalanından çıkaranların da bulunduğu
bildiriliyor. Bu basit bir yöntem... Bir tonluk
heykel ‘oyuncak kalıbı’ ya da Perge’den dört tonluk
‘çelenkli lahit’ de İstanbul Atatürk Havalimanı’ndan
kaçırıldığına göre bu yöntem bu örneklerin yanında
çocuk işi kalıyor.
‘Yüzyılın definesi’ diye bilinen ‘Elmalı
Definesi’nin kaçırılışının mimarları da bu kişiler
arasında yer alıyor. Bu defineden bir gümüş sikke
600 bin dolara satılarak dünya rekoru kırmıştı.
Ancak aynı kişiler daha sonra ‘Kargamış Definesi’ni
yurtdışına da kaçırmışlardı. Hatta bu ikincisinden
aynı nitelikli bir sikke Chicago’da 1.5 milyon
dolara satılmış, ayrıca bir Yunan Bankası, Atina
Nümizmatik Müzesi için iki adet satın alarak,
kendilerinde bulunmayan bu ‘zafer sikkesi’ ile
tarihlerinin zenginliğinin sergilenmesini
sağlamıştı.
Bu insanların bu tür büyük olaylarda değil de bu
kadar basit eserlerle yakalandıklarını anlamak çok
güç! Herhalde ‘hakkı verilmeyen’ bir muhbir
‘intikam’ aldı!”
Hürriyet, Yazı: Yalçın Bayer, 23.11.2010
|
KUTSAL TOPRAKLARDA ROMA KALINTILARI
Kudüs’te 2 bin
yıllık Roma hamamına ait kalıntılar bulundu.
MS 70 yılında Kudüs’ü yıkan Romalılar
bölgede bir Roma şehri kurmuşlardı. Fakat şehre ait elde pek de kanıt bulunmuyordu.
Roma şehrine ait ender kanıtlar arasına giren
Roma hamamı kalıntıları bu sebeple ayrı bir önem
taşıyor.
Trt/Haber, 23.11.2010
|
|
GÖZ KAMAŞTIRDI!

1902’de İtalyan mimar
Raimondo D’Aranco tarafından yapılan ve iki yıl önce
uluslararası ihaleyle restorasyon çalışmasına
başlanan Mısır’ın İstanbul Başkonsolosluğu’nun
bulunduğu yalı, yenilenen yüzüyle göz kamaştırıyor.
Bebek’te
Mısır’ın
İstanbul Başkonsolosluğu’nun bulunduğu tarihi
yalıda denize doğru kayma olduğu ve onarım ihtiyacı
gerekçesiyle iki yıl önce başlatılan restorasyon
çalışmalarında sona gelindi.
Türkiye’nin en önemli tarihi yapılarını onaran
mimar Süreyya Saruhan’ın restorasyon çalışmasını
yürüttüğü yalı, bir asır önceki ilk haline
dönüştürüldü.
Mısır’ın İstanbul Başkonsolosluğu’nun bulunduğu
yalı, deniz cephesinden üç, cadde cephesinden iki
katlı kagir bir bina. Tarihi kayıtlara göre, aynı
yerde yapılmış üçüncü yapı olan bu yalıda önce,
Sultan III. Ahmed’in Kadıaskerlerinden Dürrizade
Arif Efendi yaşıyordu ve Lale Devri’nin ünlü
yapılarındandı. Bina daha sonra Sultan II. Mahmud’un
sadrazamlarından Rauf Paşa’nın yalısı olarak
kullanıldı.
Yalı son olarak 1902’de İtalyan mimar Raimondo
D’Aranco tarafından Hıdiv Abbas Hilmi Paşa’nın
annesi, Hıdiv Tevfik Paşa’nın eşi Emine Hanım
için yeniden inşa ettirildi. Valide Paşa’nın
ölümünden sonra Mısır Hükümeti’ne kalan yalı, Mısır
Konsolosluğu büroları ve çalışanların evi olarak
kullanılıyordu.
Yıllar içinde eskiyen ve denize kaydığı için tehlike
arz eden ahşap binanın restorasyonu için 2007’de
açılan uluslararası ihaleyi Saruhan Mimarlık
kazandı. Mimar Saruhan, çalışmaların son durumu
hakkında Milliyet’in sorularını yanıtladı.
Restorasyon çalışmalarının tüm hızıyla devam
ettiğini ve yılbaşında yalının teslim edileceğini
anlatan Saruhan, şu bilgileri verdi:
“1899’da yapımına başlanmış, 110 yaşında bir binayı
restore ediyoruz. Restorasyonu için 38 firmanın
katıldığı uluslararası bir ihale yapıldı. Proje
ihalesini kazandık, aynı zamanda projeyi baştan
aşağı biz hazırladık ve danışmanlığını yaptık.
Mısır’ın temsilciliğini yürüttük. Binanın tüm
hasarlarını çok iyi tespit ettik. Ondan sonra Koruma
Kurulu onayları alındı. Binanın ruhsatı 2008’de
alındı ve ihale açıldı, aynı yıl inşaata başlandı.”
Binanın yıkılma tehlikesi olmadığını ancak tedbir
alınması gerçeğiyle hareket edildiğini anlatan
Saruhan, binanın temelinden itibaren yenilendiğini,
çürüyen ahşap yapının yerine yenilenen binada tüm
orijinal süslemelerin de ortaya çıkarıldığını
anlattı.
Saruhan, “Binanın denize kayması durduruldu,
düzeltildi, 1901’deki haline geri döndürüldü. İç
dizayn çalışmalarının ardından yılbaşında binayı
teslim edeceğiz. Teknolojik olarak ise altyapısında
aydınlatma ve ısıtma olarak yenilendi ve en son
teknolojiyle donatıldı. Maliyeti ve kullanılan
teknikler teslimatta açıklanacak” diye konuştu.
Milliyet, Haber: Şükran Pakkan, 23.11.2010
|
UZUNCABURÇ ANTİK KENTİ İLGİ BEKLİYOR
Mersin’in
Silifke İlçesi'ne bağlı Uzuncaburç beldesinde
günümüze kadar ayakta kalan zengin yapıları ile
dikkat çeken ‘Uzuncaburç Antik Kenti’nin, tanıtım
eksikliği nedeniyle yeterli ilgiyi görmediği
bildirildi.
Bölgenin en önemli tapınağı niteliği taşıyan ve
kurulduğu dönemlerde Silifke ile Erdemli ilçeleri
arasındaki çok sayıda yerleşim yerinin merkezi
olarak bilinen Uzuncaburç, kendine has
özellikleriyle dikkati çekiyor.
Silifke Müzesi yetkililerinden alınan bilgiye
göre, geçen yıl bin 629′u yabancı 5 bin 799, bu
yılın 10 ayında ise bin 927′si yabancı 6 bin 119
kişinin ziyaret ettiği antik kentle aynı adı taşıyan
beldede oturan halk, yöreye gelen turistlere
yaptıkları hediyelik eşyaları satarak aile bütçesine
katkı sağlıyor. Köylüler, bölgenin önemli bir turizm
merkezi haline geleceğini günü bekliyor.
Uzuncaburç Dayanışma Kalkındırma Turizm ve Kültür
Derneği Başkan Yardımcısı Mehmet Ünver, AA
muhabirine yaptığı açıklamada, yörenin kültürel ve
tarihi açıdan oldukça zengin olduğunu ancak,
yeterince tanıtılmadığını savunarak, ‘Uzuncaburç,
görkemli yapısının yanı sıra tarihiyle de
keşfedilmeyi bekleyen hazine gibi. Bunun ortaya
çıkarılıp Türk turizmine kazandırılması gerekiyor’
dedi.
Bölgede yapılacak arkeolojik kazı çalışmasının
antik kentin gerek ulusal gerekse uluslararası
alanda daha iyi tanımasında etkili olacağını
belirten Ünver, Uzuncaburç’un bir Kızkalesi,
Cennet-Cehennem veya Kanlıdivane antik kentine göre
iç kesimlerde kaldığı için yeterince bilinmediğini,
ancak yine de Türkiye’nin yanı sıra çeşitli
ülkelerden ziyaretçilerin geldiğini kaydetti.
Uzuncaburç’un Türkiye’deki birçok antik kentten
daha görkemli yapıya sahip olduğunu öne süren Ünver,
‘Uzuncaburç’un hem turizmde hak ettiği yere gelmesi,
hem de turizmden hak ettiği payı alması için gerekli
çalışmaların hızlı bir şekilde yapılması gerekiyor.
Kazı çalışması, müze, turistik tesis gibi uzun
vadede yapılacak çalışmalarla bölge turizmin göz
bebeği haline gelebilir’ diye konuştu.
Uzuncaburç’ta uzun yıllar rehberlik yapan Hamza
Şimşek de, antik kente yerli ve yabancı turistlerin
yanı sıra arkeolojik alanda çalışma yapan bilim
çevrelerinin de ilgi gösterdiğini söyledi.
Uzuncaburç’a ilk defa gelenlerin hayranlıklarını
dile getirdiklerini ifade eden Şimşek, ‘Silifke ilçe
merkezinden gelip de ilk defa gördüklerini
söyleyenler de oluyor. Yabancılar ise burayı ya
internet aracılığıyla ya da eş dost tarafından
paylaşılan yazı ve fotoğraflar sayesinde
tanıdıklarını söylüyorlar. Oysa, bu değerli tarih
hazinesinin kapsamlı bir şekilde tanıtılması
gerekir’ dedi.
- UZUNCABURÇ-
Mersin’in en önemli ve en iyi korunmuş tarihi
kalıntılarının bulunduğu Uzuncaburç Antik Kenti,
Silifke İlçesinin 30 kilometre kuzeyindeki
Uzuncaburç beldesinde yer alıyor. Hellenistik çağda
merkezi Uzuncaburç’un 4 kilometre doğusundaki Olba
(Ura) Krallığı’nın ibadet yeri olan Uzuncaburç
yerleşim yerinin, Roma döneminde, MS 72 yılında
İmparator Vespasianus zamanında Olba’dan ayrılarak
Diocaesarea adıyla özerk, kendi adına para basabilen
yeni bir site durumuna getirildiği belirtiliyor.
Diocaesarea’daki Zeus Tapınağı, burç ve piramit
çatılı anıt mezar Hellenistik, sütunlu cadde,
tiyatro, tören kapısı, Çeşme, şans tapınağı ve zafer
kapısının Roma döneminden kalma yapılar olduğu,
5′inci yüzyılda Hıristiyanlığın yörede gelişmesi ile
Zeus Olbios Tapınağı’nın kiliseye dönüştürülüp,
ayrıca, yeni kiliseler de yapıldığı ifade ediliyor.
Bizans döneminin ardından 1071′de Türklerin
Anadolu’ya girmesiyle Türk çağının başladığı kente
şehrin sembolü olan yüksek burçtan dolayı
‘Uzuncaburç’ adını verdiği kaydediliyor.
haberler.com, 22.11.2010
|
ŞEMDİNLİ'DE TARİH YOK OLUYOR
Hakkari’nin Şemdinli İlçesi’nde bulunan Nehri
Köyü’ndeki tarihi Kelat ve Kayme sarayları
ilgisizlikten dolayı yok olmakla karşı karşıya.
Yetkililer, restorasyon için proje hazırlandığını
belirtseler de, şimdiye kadar herhangi bir adım
atılmamış.
Bölgenin yakın tarihinde çok önemli bir yere sahip
olan ve Saadei Nehri olarak bilinen Nakşibendi Seyit
ailesinin yerleşim yeri olan Nehri Köyü’nde bulunan
tarihi Kelat ve Kayme sarayları sık sık gündeme
gelmesine rağmen, ilgisizlikten her gün biraz daha
yok oluyor. Tarihte Şeyh Ubeydullah İsyanı (1880)
olarak bilinen ve isyanının öncüsü olan Şeyh
Ubeydullah’ın oğulları Şeyh M. Sıdık ile Seyit
Abdullah tarafından 1890 -1910 tarihleri arasında
yaptırılan ve çok ince ustalıklarıyla dikkat çeken,
dış cepheleri kesme taşlardan örülmüş her iki saray
da günümüzde büyük ölçüde yıkılmış durumda.
Şeyh Mehmet Sıddık tarafından yaptırılan tarihi
Kelat Sarayı, dikdörtgen planlı ve üç katlı olarak
inşa edilmiş, yakın zamana kadar ayakta kalabilen
kemerli ve oldukça gösterişli girişi ile de dikkat
çekiyor.
Kayme Sarayı ise Şeyh M. Sıdık’ın kardeşi Seyit
Abdullah tarafından yine kesme taşlardan iki katlı
olarak inşa edilmiş. Kelat Sarayı’nın kuzey
cephesinde bulunan girişinin iki tarafında bulunan
kitabelerde sülüs yazı ile bulunan 1909-1911
tarihleri sarayın bu tarihlerde inşa edilmiş
olabileceğini gösteriyor. Kelat Sarayı’nın yakın
zamana kadar ayakta kalan gösterişli girişinden
geriye bugün sadece yıkıntılar kalmış. Köylülerden
edindiğimiz bilgilere göre Kelat Sarayı’nın
cephesini kaplayan kesme taşlar, 1990’lı yıllarda
askerler tarafından sökülerek götürülmüş. Tarihi
saraydan geriye ise batı cephesini kaplayan birkaç
kemerli pencere ve kuzey cephesinde bulunan giriş
kısmı ayakta kalmış durumda.
Hakkari İl Özel İdaresi yetkililerinden Salman Kaya,
söz konusu tarihi yapıların restorasyonu için Kültür
Bakanlığı’nın bir proje hazırlayarak, ihaleye
sunulması için kendilerine gönderdiğini belirtti.
Projeye göre restorasyonun 240 gün süreceğini dile
getiren Kaya, “Biz de 16 uzman kişiye davetiye
göndererek, yapılacak ihaleye katılmalarını istedik.
Fakat sadece bir kişi olumlu cevap verdi. İhalenin
gerçekleşebilmesi için ise en az 3 kişinin katılması
gerekiyor. Bunun için projeyi hayata geçiremedik.
Bayram tatilinin ardından ihalenin şarlarının
oluşması için yeniden uzman kişilere davetiye
göndereceğiz” dedi. İhalenin yapılması halinde
projeyi Diyarbakır Rölöve ve Anıtlar Müdürlüğü’ne
göndereceklerini dile getiren Kaya, Anıtlar
Müdürlüğü’nün projeyi yaşama geçireceğini söyledi.
İHD Hakkari Yönetim Kurulu Üyesi Emin Sarı ise uzun
yıllardan beridir Nehri’deki tarihi mirasın
korunması konusunda projelerden bahsedildiğini,
ancak somut hiçbir gelişmenin yaşanmadığının altını
çizerek, projelerin göz boyamadan başka bir şey
olmadığını söyledi. Sarı, “Eğer İl Kültür Müdürlüğü
ciddi ise restorasyon çalışmalarından önce yapıları
koruma altına almalıdır. Bu önemli kültür mirası
gözden çıkarılmış durumdadır. Başbakan Kosova’da
Osmanlı’dan kalma tarihi yapıların restorasyonu
konusunda çalışma başlatacaklarından bahsediyordu.
Bu açıklamalar bile devletin ve AKP’nin bu konuda
milliyetçi bir yaklaşım içinde olduklarını
gösteriyor. Kürt tarihine mal olmuş tarihi miras bu
ülkenin ortak mirasıdır onları görmüyor, ama
Kosova’daki Osmanlı mirasına sahip çıkıyorlar” dedi.
Şemdinli Belediye Başkanı Sedat Töre ise hükümetin
tarihi miras üzerindeki vesayetinden dolayı
kendilerinin de hiçbir şey yapamadıklarını
belirterek, “Kültür Bakanlığı’nın bu konudaki
duyarsızlığı ve yine sistemin bölgedeki tarihi
zenginliğin ortaya çıkarılması konusundaki
tereddütleri nedeniyle maalesef bu tarihi
zenginliğimiz gözümüzün önünde yok olup gitmektedir.
Türkiye’de tabiat ve kültür varlıklarının korunması
merkezi idarenin tekeline alınmış olup bu tür
yerlerde iyi niyetli herhangi bir girişim dahi cezai
müeyyidelere bağlanmıştır. Bu nedenle yerel
yönetimler ve diğer sivil inisiyatiflerin bu
konudaki çalışmaları da engellenmektedir” dedi.
Eski bir yerleşim yeri olan
Şemdinli’de Sümerler, Urartular ve Asurların uzun
süre yaşadıkları anlaşılıyor. Bölge, daha sonra Med,
Babil, Pers, Makedonya ve Seleukosların eline
geçti. Hz. Ömer döneminde Müslüman birliğine katılan
Şemdinli, Yavuz Sultan Selim’in 1514 Çaldıran
Seferi’nden sonra Osmanlı egemenliğine girdi. Nehri
Köyü’ne 4 kilometre mesafede Şemdinli Deresi
üzerinde kurulan Taş Köprü (Pira Bigirde) yüksek
dağların arasında derin bir vadide yer alıyor. Pira
Bigirde’nin 19. yüzyıl sonlarında inşa edildiği
tahmin ediliyor. Kelat Sarayı’nı yaptıran Seyyit
Mehmet Sıddık tarafından yaptırıldığı belirtilen
köprünün at ve yaya geçişleri için yapıldığı
biliniyor. Bir diğer tarihi mekan ise Şemdinli İlçesi Yayla Mahallesi’nde bulunan Nasturilerin
temel kilisesi Dera Reş ve Betkar Köyü'nde bulunan Betkar
Kilisesi.
Evrensel, Haber: Sami Yılmaz, 22.11.2010
|
'ORMANCI' TÜRKÜSÜNÜN DEĞİRMENİ RESTORE EDİLDİ

Muğla’nın Gevenes Köyü'nde (Çaybükü) bulunan 150
yıllık tarihi su değirmeni restore edildi. 1946
yılında ‘Ormancı' türküsünün yakıldığı Gevenes
Köyü'nde bulunan ve türküde adı geçen tarihi
değirmen, İstanbul Üniversitesi Güzel Sanatlar
Fakültesi mezunu Hasan Şimşek tarafından 10
yıllığına Muğla İl Özel İdare'den kiralandıktan
sonra restore edilerek, ziyaretçilerin ve
turistlerin hizmetine açıldı. Restoran olarak da
hizmet verecek tarihi değirmende ayrıca Muğla'ya
özgü folklorik bebekler, biblolar ve oyuncaklar
üretilecek.
Hasan Şimşek, Belen değirmeninin çevre düzenlenmesi
ve restorasyonunu yaparken birçok zorluğa göğüs
gerdiklerini belirtti. Köy halkının çok destek
verdiğini anlatan Şimşek, şöyle dedi:
“Tasarımları bize ait olan folklorik bebek, biblo ve
oyuncakları köyümüzde bulunan ev hanımları ve
kızlarımıza öğretmeyi düşünüyoruz. Böylece onların
ev ekonomisine katkı sağlamalarını amaçlıyoruz.
Amacımız tarihi değerlerimizin tanıtımını yaparken o
yörenin tarihi değerlerini korumak. Belen değirmeni
şu ana kadar halkamız tarafından yeterince
bilinmemekteydi. Bu tarihi değirmenin tanıtımının
yapılması hepimizin görevi olmalıdır. Ben tüm
Muğlalılardan bu konuda yardım ve destek
bekliyorum.”
Şimşek, Gevenes Köyü'ndeki olay sonrası ‘Ormancı'
türküsünü yazan ve Tahir Erdinç’in heykelini de
değirmenin önüne koyacaklarını söyledi.
TÜRKÜNÜN ÖYKÜSÜ
Gevenes Köyü'nde 1922 yılında dünyaya gelen Mustafa
Şahbudak, ağa çocuğudur. Köy Muhtarı Tevfik
Cezayirli, Mustafa’nın en yakın arkadaşıdır. Bu
ikili her akşam köy kahvesinde “dama” oynar ve oyun
kahvehanedekiler tarafından ilgi ile izlenir. 1946
yılının Temmuz ayında, Mustafa Şahbudak ve Muhtar
Tevfik Cezayirli, yine dama tahtasının başına
oturur. Oyunun yarısında “Sarı Memet” lakaplı Orman
Memuru Mehmet İn, çıkagelir. Mehmet, sarhoştur.
Bir gün önce, komşu Çiftlik Köyü’nde yangın
çıkmıştır. Orman memuru, yangın evrakının
götürülmesi için muhtardan bekçiyi ister. Muhtar ise
bekçinin başka bir işi olduğunu söyler. İkili
arasında tartışma başlar. Ormancı, dama masasını
devirir. Mustafa Şahbudak ise buna sinirlenerek
ormancıyı tartaklar. Halk araya girerek ormancıyı
kahvehanenin arkasına götürür. Ancak ormancının
burada da küfürlerine devam etmesi üzerine Mustafa
Şahbudak, ormancının üzerine yürür. Bu arada
kamasını çeken ormancı Şahbudak'ı kolundan yaralar.
Bunun üzerine silahını çeken Şahbudak ateş eder.
Ormancı kaçmaya başlar, Şahbudak bir kez daha ateş
eder. Ancak bu sırada araya giren muhtar Tevfik
vurulur. Zor koşullarda Tevfik'i hastaneye
götürürler, ancak muhtar kan kaybından ölür. Tevfik
mezara, Mustafa hapishaneye girmiştir. Orman memuru
Mehmet İn, bu olaydan sonra tayin ister ve başka bir
köye atanır. Dört yıl hapiste yatan Mustafa da
çıktıktan sonra köyde kalamaz ve Muğla'ya yerleşir.
Radikal, Haber: Cavit Yıldırım, 22.11.2010
|
 |
TAŞHAN'DAN BAŞINA TAŞ DÜŞTÜ
Sivas'ta kaldırımda yürürken restorasyona alınan tarihi Taşhan’ın çatı kısmından başına taş düşen 52 yaşındaki Recep Ceylan yaralandı. Kanlar içinde yere yığılan Ceylan ambulansla hastaneye kaldırılırken, vatandaşlar restorasyon çalışmalarının devam ettiği Taşhan’ın etrafında güvenlik şeridinin olmamasına tepki gösterdi.
İşçi emeklisi Recep Ceylan fatura ödemek için gittiği bankanın öğlen tatiline girdiğini görünce, vakit geçirmek için Atatürk Caddesi’nde yürümeye başladı. Ceylan’ın kaldırımda yürüdüğü sırada başına kısa bir süre önce Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nce restorasyona alınan tarihi Taşhan’ın çatı kısmından taş düştü. Ne olduğunu anlamayan Ceylan kanlar içinde yere yığıldı. Etrafta bulunanların çağırdığı ambulansla Sivas Devlet Hastanesi’ne kaldırılan Recep Ceylan tedavi altına alındı. Ceylan’ın sağlık durumunun iyi olduğu ancak bir süre gözetim altında tutulacağı belirtildi.
Olayın şokunu yaşayan Recep Ceylan, “Herkes gibi ben de kaldırımda yürüyordum. Bir anda ne olduğunu anlamadım. Acı içinde kendimi yerde buldum” dedi. Olay sonrası Taşhan’daki çalışmaların durduğu, ancak etrafta herhangi bir güvenlik önlemi alınmadığı görüldü. Etrafta bulunan vatandaşlar., çalışmalar esnasında Taşhan’ın çevresinde güvenlik önlemi alınmamasına tepki gösterdi.
Sivas’ta Atatürk Caddesi üzerinde bulunan ve 19’uncu yüzyılın ortalarında tüccarlar tarafından yapıldığı bilinen Taşhan’ın, restore edilerek kent turizmine kazandırma çalışmalarına kısa süre önce başlanmıştı.
Radikal, Haber: Hilal Özdemir, 22.11.2010
|
8 YIL ONARDILAR, KAİDEYİ UNUTTULAR

Yıllardır altındaki
'gizli hazine'yle gündeme gelen İstanbul Sultanahmet
semtindeki tarihi Çemberlitaş Anıtı, 8 yıl süren
onarım çalışması tamamlandıktan 11 ay sonra yeniden
restorasyona alındı. Yeni Şafak, yakınından geçen
tramvayın neden olduğu titreşim nedeniyle
Çemberlitaş'ın yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya
olduğunu 3 yıl önce duyurmuştu. Anıtlar ve Müzeler
Müdürlüğü Restorasyon ve Konservasyon Merkez
Laboratuarı Müdür Yardımcısı Güven Gökçe'nin 2002
yılında ve Prof.Dr. Müfit Yorulmaz'ın 2003 yılında
İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne sundukları 2
raporda, mermer kaidenin 5 yılda 35 santim batıya
kaydığı belirtilmişti.
Gökçe raporda,
sütunun yanındaki tramvay yolunda araç geçerken
oluşan titreşimlerin taşlara zararlı olduğuna işaret
etti. Bunun üzerine Büyükşehir Belediyesi, raylara
titreşimi önleyici kauçuk yerleştirdi. 2002'de
başlayan restorasyon ise, ağırlığı tonlarla ifade
edilen mermer başlığa bir çözüm getirilmeden
yaklaşık 11 ay önce tamamlandı. Prof.Dr.
Yorulmaz'ın kayan sütun başlığını düzeltmek için
'vinçlerle yere indirilmeli ve tabanda güçlendirme
çalışması yapıldıktan sonra yerine doğru olarak
yerleştirilmeli' şeklindeki önerisi restorasyonda
uygulanmadı. 2002'de başlanan restorasyonda, sütunun
çatlakları onarıldı, soğan kısmındaki derzler
tamamlandı. Kırılmış, çökmüş ve yamalanmış bölümler
söküldü, yeni granitlerle bordür ve kaplamalar
yapıldı. Ancak, tarihi sütun restorasyondan 11 ay
sonra geçtiğimiz günlerde yeniden bakıma alındı.
Yapının, çevre düzenlemesi ile soğan kısmı yeniden
onarılacak.
MS 330 yıllarında
İmparator I. Konstantin onuruna, İstanbul'un 7
tepesinden biri olan Çemberlitaş semtine yaptırılan
tarihi sütun, semavi dinler adına yapılan ilk eser
olarak biliniyor. Çemberlitaş, 1143-1180'li yıllar
arasında yaşanan bir kasırga nedeniyle ağır hasar
aldı. Dönemin imparatoru Manuel Comnenos tarafından
tekrar yenilenen kule, ilk yapıldığı zamanki şekline
göre biraz değiştirildi. Comnenos, sütunun gövde
kısmına "Doğanın tahrip ettiği bu yapıyı aziz Manuel
yeniletti" şeklinde yazdırdı. Eser 1700'lü yıllarda
Osmanlı döneminde bugünkü şeklini aldı.
Yeni Şafak, Haber: Abdullah Yıldırım, 22.11.2010
|
RESTORASYON SKANDALI ARAŞTIRILACAK
Ankara’nın tarihi mirası
Hamamönü’nde AKP’li Altındağ Belediyesi Meclis Üyesi
Ali Gökşin’in restore etmek adına aldığı 200 yıllık
evi yıkıp yeniden yaptığını ortaya çıkaran haberimiz
geç de olsa yetkilileri harekete geçirdi. Kültür ve
Turizm Bakanlığı Ankara Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu 3 yıl içerisinde
değeri 5 kat artan evi inceleyecek.
Altındağ Belediyesi’nin şair Mehmet Akif Ersoy’un
yaşadığı Hamamönü Mahallesi’nde başlattığı “Sokak
sağlıklılaştırma ve restorasyon projesi” kapsamında
mahallede bulunan tarihi Ankara evleri restore
edilmişti. Restore edilecek evlerin büyük
çoğunluğunu AKP’li Belediye Meclis üyelerinin satın
alması basına “AKP Mahallesi” benzetmesiyle
yansımıştı.
Mahallenin eski sakinlerinin gazetemize ulaşmasıyla
restorasyonda büyük bir skandal ortaya çıkmıştı.
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu
Müdürlüğü’nün onayladığı proje kapsamında, dönemin
Altındağ Belediyesi İmar Komisyonu Başkanı Ali
Gökşin’e ait olan Dutlu Sokak 21 numaralı evin
restore edilmediği, 200 yıllık evin 2007 yılının
Mayıs ayında birkaç gün içinde yıkılarak yeniden
yapıldığı mahalleli tarafından belgelenmişti. Evin
tarihi değeri olduğu belirtilen ağaç işlemeli
tavanının da tamamen ortadan kaybolduğu iddia
edilmişti.
Hamamönü’nün eski sakinlerinden Abdulhalik Balaban,
konuyla ilgili Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı
Veysel Tiryaki hakkında “görevi kötüye kullanma”
iddiasıyla Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç
duyurusunda bulunmuş, ancak İçişleri Bakanlığı bir
inşaat mühendisinin raporuna dayanarak soruşturma
isteğini reddetmişti. 1959 yılında belediyeden satın
aldığı dükkanı da “restorasyon” gerekçesiyle yıkılan
Balaban’ın çabaları sonuç verdi. Kültür Bakanlığı’na
bağlı Ankara Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma
Bölge Kurulu Müdürlüğü Gökşin’e ait evi inceleyerek
restorasyonun projeye uygun yapılıp yapılmadığını
inceleyecek.
Kültür Bakanlığı’nın 2005 yılında çıkardığı
“Taşınmaz Kültür Varlıklarının Onarımına Yardım
Sağlanmasına Dair Yönetmeliğe” göre Koruma Kurulları
tarafından tescilli olan binaların restorasyonunda
50 bin TL’yi geçmeyen projelerin masraflarının
tamamı, 50 bin TL’nin üzerindeki projelerin
masraflarının yüzde 70’i Bakanlık tarafından
karşılanıyor. Birçok AKP’li Altındağ Belediye Meclis
üyesi Hamamönü ve Akbaş mahallelerindeki tarihi
evleri düşük fiyatlara satın alıp restorasyon
projesinden yararlanmışlardı.
Hacettepe Üniversitesi’ne ait öğrenci yurdunun
bulunduğu Dutlu Sokak’taki evlerin restorasyon
sonrasındaki fiyatları 100 bin TL’lerle ifade
ediliyor. Evlerin büyük çoğunluğu şu an restorant,
kafe ya da bar olarak kullanılıyor.
Gökşin, evi 2006 yılında Mehmetçik Vakfı olarak da
bilinen Türk Silahlı Kuvvetleri Güçlendirme
Vakfı’ndan 68 bin TL’ye satın almıştı. Altındağ
Belediye Başkanı Veysel Tiryaki’nin projeyi tanıtmak
için Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’la birlikte
gezdiği evin şu anki değerinin 350 bin TL civarında
olduğu tahmin ediliyor.
Konuyla ilgili görüştüğümüz Altındağ Belediye Meclis
Üyesi Ali Gökşin ise, iddiaları yalanlamıştı.
Kendisinin iş adamı olduğunu ve projenin teknik
ayrıntılarıyla ilgilenmediğini belirten Gökşin,
binanın projeye uygun olarak restore edildiğini
iddia etmişti.
Evrensel, Haber: Cem Gurbetoğlu, 22.11.2010
|
"RESİMLERİM BENİM SIRLARIM, MEKTUPLARIM"

Bir sanatçının otoportresinin, sanatının
ötesinde, özel yaşamıyla, hayatı nasıl algıladığıyla
ilgili nelere işaret ettiğini Tate Modern’da
görebilirsiniz. ‘Gauguin: Maker of Myth’ (Mit
Yaratan Gauguin) adlı sergide ’Kimlik ve Sanatçının
Kendi Mitolojisi’ adlı ilk bölüme bakmak gerek.
Hayatın öğretileni taklit etmekten çok, bir yeniden
inşa olduğunu söyleyen sanatçının kendisini nasıl
da farklı sosyal rollerle tekrar tekrar yarattığı,
onlarca örneğiyle gösterilmiş.
Tate Modern’da 16 Ocak’a kadar sürecek serginin bana
kalırsa en etkileyici eserlerinden biri evinin kendi
yaptığı kapısı. Üstündeki ‘Gizemli ol ki mutlu
olasın’ mesajıyla bu kapı hem misafirleri ağırlıyor
hem de Katolik kilisesine selam ediyor. Misafirlerin
girer girmez kendilerini yatak odasında buldukları
evin üstünde bir de ‘Zevkin Evi’ (Maison du jouir)
yazısını yerleştirmiş sanatçı. Bu söz, tazecik
kızlar için seks turizmi yaptığını ileri sürüp onu
modernizmin kaka çocuğu ilan edenleri, ilkel
naifliğin serbest kıldığı yaratıcılığını övenler
karşısında biraz daha haklı çıkarıyor... ‘’Yeni bir
şeyler yapmak için kaynağa ulaşmalı, insanoğlunun
çocukluğuna erişmeli’’ diyen Gauguin, resmettiği ya
da meşk ettiği kadınların ya da kızların çıplak da
olsalar, ’iffetli’ olduklarını söylemiş, dönemin
Fransız burjuvazisine ait değerleri ise ’onlar
kendilerine baksınlar’ diye abes ilan etmiş bir
isim.
Tate Modern 50 yıl aradan sonra ilk defa Gaugin’i
böyle detaylı bir biçimde sanatseverin karşısına
çıkarıyor. Kendi portrelerinde sanatçı, kurban,
burjuva, ya da bir aziz olarak karşımıza çıkan
Gauguin’in kendini yeniden yaratmanın timsali
olduğunu görüp “Mit hiçbir şeyi saklamaz, gösteriş
yapmaz, itiraf edeceği bir şey yoktur. Mit, her daim
bir dil hırsızlığıdır” diyen Roland Barthes’ı
anarak, serginin küratörlerini tebrik etmek gerek.
Sanatçının resimlerinde gördüğünüz bir objenin, bir
figürün, bir köpeğin, bir ağacın ya da bir kuşun
sizin için gerçek hayatta ne ifade ettiğinin önemi
yok. Önemli olan eşyanın, kadının, erkeğin, cennet
bahçesinin, Gauguin’in eserlerinde nasıl karşınıza
çıktığı. ’Mit Yaratan Gauguin’ bu yüzden benden
kesinlikle geçer not aldı.
Resimlerim benim mektuplarım
Gauguin belli bir coğrafyanın hikayesini, o toprağın
renkleriyle bütünleşmiş efsaneleri bambaşka yerlerde
yeniden anlattı hep. Dönemin empresyonist
sanatçılarını takip etti, sembolist yazarları okudu,
sonra Monet’yi, Pissaro’yu manzaralarıyla birlikte
dışarıda bırakıp kendisini stüdyosuna kapattı ve
zihninde kalan görüntüleri hayal gücüne teslim etti.
Yalnız güney Pasifik’i değil, Bretanya’yı da çok
sevdi. Bretanya’da yerli kostümleriyle dans eden
kızları, Fransız köylüsünü, o insanların tabiatla
kurduğu ilişkiyi o bölgenin cevheri olarak gördü.
Tate Modern’deki sergiyse hiçbir kronolojik kaygı
duymadan ziyaretçilerinin ressamın bu yönünü
keşfetmelerini sağlıyor.
Sergi on bir bölüme ayrılmış: ‘Kimlik ve Sanatçının
kendi Mitolojisi’, ‘Tanıdık Olanı Yabancılaştırma’,
‘Yaşam ve Zamanlar 1848-1891’, ‘Gauguin’in
Çizimleri’, ‘Tabiat ve Kırsal Anlatım’, ‘Kutsal
Temalar’, ‘Ebedi Kadınlar’, ‘Yaşam ve Zamanlar
1889-1903’, ‘Gauguin’in Başlıkları’, ‘Hikaye
Anlatan’ ve ‘Dünyevi Cennet’. Her şey başta da söz
ettiğim gibi bizzatihi Gauguin’le başlıyor; Dörtbir
yanınızda, farklı sosyal rollere bürünmüş Gauguin
portreleriyle. Burjuva bankacı ve aile babasından
bir anda ’barbar’ düşkünlüğüyle nam salan bohem
kimliğine bürünmesiyle çağdaşlarının şaşkınlık
kaynağı olan Gauguin 1888 yılının Eylül ayında
arkadaşı Vincent Van Gogh’a yazdığı mektupta
kendisini nasıl Sefiller’in ’toplumdan kovulan’
kahramanı Jean Valjean olarak bir otoportresiyle
yeniden yarattığından şöyle bahsetmiş: “Yüzündeki
kanlı canlı renk ve göz çevresindeki alevli tonlar
biz ressamların ruhunu yakan lavlara gönderme
yapıyor. Burnun ve gözlerin çizimi, İran halısı
gibi, soyut, sembolik sanatı simgeliyor. Sarı
çiçekli arka plan, genç bir kızın odasının duvarı
gibi, sanatsal saflığımıza işaret ediyor.
Toplumun baskısı altında ezilen ve hukukun dışına
itilen bu Jean Valjean, sahip olduğu aşk ve
kudretle, bugünkü empresyonistin vaziyetinin temsili
değil midir sence de?”
‘Bilindik olana yabancılaştıran Gaugin’ ikinci
bölümde karşılıyor ziyaretçiyi. Bu bölümde ağırlıkla
görülen natürmort, alışılageldiği biçimde size
beklediğiniz perspektifi sunmuyor. Gauguin henüz tam
zamanlı ressam olmadan önce Montparnasse’da karısı
Mette ve çocuklarıyla yaşadıkları ev, odasında
uyuyan kızının rüyaları, sanki her bir çalışma
eşyada saklı sıkıntıyı anlatıyor, tanıdık olanın
içkin huzursuzluğundan bahsediyor. Bir başka bölümde
sanatçının Güney Fransa’nın resimselliğine
hayranlığını ve Karayipler’de geçirdiği dönemin
sanatsal gelişimine katkısını, Avrupa’nın
gelenekselliğini nasıl geride bıraktığını
gözlemliyorsunuz. Sonra, dini temaları, farklı
topraklarda anlatılmış hikayeleri, bembeyaz bir
kanvas misali bakir, lekesiz gördüğü topraklarda
kendi renkleriyle nasıl yeniden kurduğuna tanık
oluyorsunuz. Kiliseye karşı takındığı nefret dolu
tavrı her fırsatta dile getiren Gauguin’in eserleri,
öte yandan eski ahit ve farklı kültürlerin inanç
sistemlerinin istilasına uğramış adeta. Çok sevdiği
’kadın’ temasına gelince, onu ideal olandan,
geleneksel olandan bütünüyle uzaklaşarak romantik
bir yaklaşımla ölümsüz olarak tasvir etmiş. ’Ebedi
Kadınlar’ bölümündeki Ondine adlı resim çekti benim
dikkatimi hemen. Ölümlü bir adama aşık olup
ölümsüzlüğünü feda eden su perisi Ondine yaşlandıkça
kocası ondan uzaklaşır. Gauguin’in burada resmettiği
kadın aslında engellenemez bir değişimin içinde olsa
da, Ondine dalgaların içinde donup kalmıştı sanki...
Karanlığın kalbi
Batı’nın cinsel pratiklerinin bayağılığı onu
bilinmeyeni arzulamaya, güney Pasifik’in parlak
tenli, güçlü kaslara sahip köylülerine hayranlık
duymaya ve onları resmetmeye itmişti. Gauguin’in bu
tavrı postkolonyalist teorisyenler tarafından,
sanatçının Tahitili adem ve havvalarını aslında
ataerkil ve ırkçı bir söylemle ’ötekileştirdiği’, bu
’ilkel bilgelik’ hayallerinin o kadar da masum
olmadığı (zaten kendisini Jean Valjean olarak
resmettiği otoportresi daha sonra Joseph Conrad’ın
Kurtz’u olarak yeniden yorumlandı) oldukça
tartışılmış tabii.
Gaugin’in sapkınlıkları, kimine göre ırkçılığı,
emperyalizmi desteklemesi ve çoğaltma çağında
hepimizin karşısına defalarca çıkan ünlü eserleri
insana tek bir şey düşündürtüyor: O karısını ve
çocuklarını arkasında bırakıp, cinsel tercihlerinin,
ilkel olana hayranlığının peşinden giden bir dahi
olduğu için yüz yıl sonra hala hakkında bizleri
konuşturabiliyor ve yarattığı efsanelerle tekrar
tekrar gündeme gelmesini biliyor. Tebrikler Gaugin!
Radikal Hayat, Haber: Burcu Fikretoğlu,
22.11.2010
|
HEKTOR HEYKELİNE ASKERİ BÖLGE ENGELİ
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın 3 yıl önce "hayalim" diyerek kamuoyuna açıkladığı Çanakkale'ye dikilecek 50 metrelik Hektor heykeli, askeri bölge ve sit alanı engeline takıldı. Heykele yer bulmakta zorluk çıkarılmasına isyan eden Günay, "Türkiye'de işler öyle sizin kendi kafanızda planladığınız gibi yürümüyor" dedi. Çanakkale Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü, düzenlediği raporda, heykelin dikilmesi planlanan bölgede Metal Grup Komutanlığı ile Orhaniye tabyalarının bulunduğu hatırlatıldı ve heykel için Kesiktepe ile Kumkale civarındaki bazı yerlerin uygun olabileceği yönünde görüş belirtildi. Ancak Çanakkale Boğazı'nın girişine dikilecek Hektor heykelinin Türkiye'nin tanıtımına ve turizme büyük katkı sağlayacağına dair düşüncelerini sık sık dile getiren Bakan Günay'ın, rapordaki yeni yer önerilerine sıcak bakmadığı belirtildi. Daha önce heykel için yer bakmalarını istediği valilik ve yerel yönetimlerle Genelkurmay'a üstü kapalı sitemde bulunan Günay, "Bugüne kadar yer konusunda bana 'şurası uygundur' diye bir şey söylenmedi. Hektor heykelini dikmekten vazgeçmedim ama Türkiye'de işler öyle sizin kendi kafanızda planladığınız gibi yürümüyor" dedi.
Çalışmaların bakanlığın ilgili birimleri tarafından sürdürüldüğü bilgisini veren Günay, gecikmenin nedeni olarak bürokratik engelleri gösterdi. Günay'ın Latin Amerika seyahatinde, Brezilya'daki 40 metrelik Kurtarıcı İsa heykelinden etkilenerek gündeme getirdiği Hektor heykeline MHP'nin asker kökenli milletvekili Kamil Erdal Sipahi, Şehitler Abidesi'ni gölgede bırakacağı gerekçesiyle karşı çıkmıştı.
Sabah, Haber: Zafer Şahin, 22.11.2010
|
 |
BİRİ YAPAR, BİRİ YIKAR

Yurtdışından Van’ı gezmeye gelen bir Ermeni
turist haber veriyor: “Van’da İn Köyü'nün oradaki
kiliseyi yıkıyorlar. Tekneyle geçerken gördük.
Yanlarına gittik ve konuştuk da, yıkıyorlar.” Önce
anlamaya çalışıyoruz. Gelen bilgi, teknecilerin
kazıyı yapanlar için “Bizim çocuklar” dediği.
Van’daki arkadaşlarımız köye gidiyor. Kurulan
çadırlar kaldırılmış ama duvar yıkık belli. İçeride
bir altın arama çalışması yapılmış. Çalışma
sırasında toprağı da kapıdan çıkaramayan
defineciler, kilisenin duvarında koca bir delik
açmışlar ki toprağı tahliye etsiler.
Öte yandan aynı hafta Sevan Nışanyan’ın Şirince’deki
Hodri Meydan Kulesi’nin açılışı haberi geldi. Onu da
yıkmak niyetindeler, Sevan’ın diğer evlerini yıkmak
istedikleri gibi. Hemen ardından da Erzurum’daki
Öşvank’ın yıkılmak üzere olduğu haberi çıktı ortaya.
Yıllardır harabe halinde olan Anadolu’nun dört bir
yanındaki kiliseler gibi Öşvank’ın da sütunu çalınıp
yerine bir ağaç parçası konulduğundan yıkılma
tehlikesi var.
Birbirine bağlı ve aslında Türkiye gerçeğini
yansıtmak için çok iyi örnekler olan bu üç durumu da
ayrı ayrı analiz etmek gerek.
Öncelikle bizim çocuklar denen kişiler Van’ın
köylüleri. Deveboynu manastırının bulunduğu yer,
Ahtamar iskelesinden yaklaşık 40 - 50 kilometre. İn
Köyü’nün ilerisinde. Yolun yarısından sonrası
düzenlenmemiş olduğu için oldukça zor bir yerde.
Deniz yoluyla, süratli bir tekneniz varsa, Ahtamar
iskelesinden 40 dakika sürüyor, normal tekneyle ise
saatler.
Yurtdışındaki Ermenilerin çoğu Van’daki
manastırların yerlerini bilir. Bilmeyenler de
Agos’un Eylül’de yayınladığı Van’daki 90 küsur
manastırın yerini gösteren haritaya bakıp bulabilir.
Ahtamar adasındaki ayin öncesinde ve sonrasında
Van’a gelen giden Ermenilerin sayısının artmasıyla
birlikte bu kiliselere inanç ziyaretinde
bulunanların sayısında da gözle görülür bir artış
oldu. İşte bu artışla birlikte “Ermeniler
hazinelerini almaya geldiler” söylentileri de
yaygınlaşma ve dedektör satışları patlamaya başladı.
Bunun bir sonucu olarak da Deveboynundaki manastırın
duvarı yıkıldı. Tıpkı daha önce Altınsaç’taki Surp
Tovmas Manastırı gibi.
Anlatamadık, yıllardır anlatamadık. Hrant da dedi
üstelik, “bu ülkenin zenginliği toprağın üstünde,
altında değil” diye. Bu sözü bir daha yinelemekte
fayda var ve realist bir cümle daha eklemekte de.
Varolan altınlar da zaten gitmiştir sevgili
defineciler, o yüzden vazgeçin aramaktan.
Bir yandan Türk devlet zihniyetinin yıkım kültürü
politikası devam ederken öte yandan Ermeniler
yapmaya devam ediyor. Her ne kadar kaçak yapıldığı
söylense de ben Nişanyan evlerini Cumhuriyet
rejimine ve devletin faşist kültür politikasına
karşı bir duruş olarak değerlendiriyorum. Bir yandan
devletin ve halkının eliyle bu ülkede yaşayanların
kimlikleri için çok önem taşıyan tarihi yapıların
yıkımı devam ederken, yeni bir kilise veya manastır
yapımına izin verilmezken, hatta var olanların,
Heybeliada’daki Ruhban Okulu’nun açılması bile bu
kadar büyük sorun haline getirilirken Nışanyan
evleri, kaya mezarı, Hodri Meydan kulesi bu ülkede
halen üretmek isteyenlerin geleceğe umutla bakmasını
sağlıyor.
Öşk Gürcü olsa ne olur...
Erzurum’daki Öşvank’ın sütununu çalanların, sütun
yerine koyduğu kütüğün çürümesi sonucunda kilisenin
yıkılma tehlikesine girdiği haberi de ilginçti.
Sütunun çalınması ve yerine kütük konulması değil de
kütük vesilesiyle yıkılabilecek olması ve Gürcistan
hükümetinin restorasyon sözü verip çalışma
başlatmaması konu edilmişti haber kanallarında.
Şimdi önce ismine bakın kilisenin: Öşvank. Agos’ta
bunu yüzlerce kez yazdık. Adı “vank” (Ermenice
manastır) olan bir yer, nasıl Gürcü yapısı olarak
sunulabilir? Siz yorulmayın ben söyleyeyim: Türk
devletinin kültür politikasının “kurnazlığıdır” bu.
Devlet, Ermenilerin tarih boyunca uzun süre Gürcü
krallığı himayesinde kalmasını fırsat bilir ve zaten
sorunlu olduğum bu hükümeti nasıl saf dışı bırakırım
diye düşünür: “Gel Gürcü komşu. Bu kilise uzun süre
senin himayendeki Ermeni halkına aitmiş. Ama biz
onlarla uğraşamayız. Sen bunu restore et, kilise de
Gürcü kilisesi olarak kayda geçsin. Hem sen de
istersen restore etme, zaten kendi ülkendeki Ermeni
kiliselerini yıkmak istiyorsun. Buradaki de atıl
kalsın, kendi kendine yıkılsın.” Bak bak bak...
Gürcistan son beş yıl içerisinde defalarca
uluslararası medyada ülkedeki Ermeni kiliselerinin
ve mezarlıklarının yıkımıyla ilgili uyarıldı.
Tiflis’teki Ermeni mezarlığının üstünde şu anda
muazzam yükseklikte bir Gürcü kilisesi yükseliyor.
Mezarlık dört duvar kalmış durumda. Sanırsınız ki,
Ermenilerin edebiyat başkenti sayılabilecek
Tiflis’te bu halkın nüfusu o kadar azmış ki,
mezarları o kadar yer kaplayabilmiş.
Ayrıca neden kilisenin restorasyonu için Gürcü
hükümetinden destek isteniyor? Bu yapılar, bu
ülkenin değeri, tarihidir. Bu teklif Türkiye’nin
kendi değerlerine sahip çıkamadığının göstergesi
değil mi? Sonra da gelip ev aldılar, köy aldılar,
mal aldılar, ülke elden gidiyor mu diyecekler acaba?
Not: Gürcistan bir yana Türkiye topraklarında
yaşayan Ermenilerin sadece mezarları bile talan
edilmeden saklansaydı, ne kadar büyük bir alan
kaplayacağını düşündüm bu son paragrafı yazarken...
Radikal İki, Haber: Aris Nalcı, 21.11.2010
|
İSTANBUL'UN SİLUETİNİ YARATAN RUM MİMARLARIN İZİNDE

Zoğrafyon Lisesi Mezunlar Derneği, kurulduğu 1944
yılından beri İstanbul’daki Rum toplumunun faal olan
en eski derneği... 2006’da Yunanistan’a göç eden
eski Rumları İstanbul’da buluşturan dernek, bu kez
yeni bir projeyle karşımızda: “Batılılaşan
İstanbul’un Rum Mimarları sergisi.” İstanbul 2010
Ajansı’nın desteğiyle düzenlenen sergi, eski
İstanbullu Rumların şehirde bıraktığı izleri
bugünün İstanbullularına tanıtacak. Açılışı yarın
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Osman Hamdi
Salonu’nda yapılacak sergi, 3 Aralık’a kadar
ziyarete açık. Ayrıca, “İstanbul’un Rum Mimarları”
adlı Yunanca, Türkçe ve İngilizce hazırlanan bir
kitap da yolda...
12 Yunanlı ve Türk öğretim görevlisi, geçtiğimiz
yüzyılda İstanbul’un mimarisinin
Batılılaştırılmasına ve bugünkü İstanbul siluetinin
oluşmasına katkıda bulunan ünlü Rum mimarların
eserlerini yeniden araştırınca, ortaya “İstanbul’un
Rum Mimarları“ adlı sergi çıktı. Proje kapsamında
Rum mimarların günümüze kadar gelen yapıtlarının son
fotoğrafları çekildi, Yunanistan’a gidilerek
İstanbul’dan göç eden eski Rum mimarlar hakkında
bilgiler toplandı. İstanbul’da ayakta kalmış
binlerce eski bina mercek altına alındı. Rum
mimarların eserleri alışveriş merkezlerinden
apartmanlara, kiliselerden cemaat binalarına ve
eşsiz güzellikte tasarlanmış mezarlıklara kadar
büyük bir çeşitlilik gösteriyor. Çalışmada Eminönü,
Karaköy, Beyoğlu, Cihangir, Pangaltı, Kadıköy ve
Adalar semtlerinde ve çevresindeki iş hanları,
kiliseler, okullar ve apartmanlar incelendi.
Zoğrafyon Lisesi Mezunlar Derneği eski başkanı ve
proje sorumlusu Laki Vingas, amaçlarının hem
İstanbul’da yaşayan insanların kendi şehirlerini
daha yakından tanımaları, hem de mimar adayı genç
öğrencilere ışık tutmak olduğunu vurguluyor:
“İnsanlara her gün kullandıkları binaların başka
toplumların mimarları tarafından yapıldığını
anlatmak istiyoruz. Bu proje, bu konuya değinen ilk
eser oldu.
Araştırmalarımızdan elde ettiğimiz bilimsel
verilerle bir de kitap hazırlıyoruz. Avrupa’da ‘Art
Nouveau’ akımı başladığı zaman, bu akımın Türkiye’ye
gelmesi için bir standart ve eğitim alt yapısı
gerekiyordu. İstanbul’un Rum mimarları yurt
dışındaki eğitimlerinden dolayı bu akımı Türkiye’de
başlattılar.” Projenin fikir babası Laki Vingas,
ancak hayata geçirilmesinde önemli rol oynayan iki
isim daha var. Bunlardan biri 1951 yılında
İstanbul’da doğan, 1975’te İTÜ Mimarlığı bitiren
Savas Silenis... Mezun olduktan sonra Yunanistan’a
giden Silenis, üç kuşak mimar olan bir aileden
geliyor. Büyük dedesi ve dedesi İstanbul’da bugün
hala ayakta kalan nadide yapılara imza atmış. Torun
Silenis, şimdi bu tarihi yapıların izini sürüyor.
Aynı zamanda projeye de danışmanlık yapıyor.
Dedelerinin yaptığı mimari şaheser olarak
nitelenebilecek yapıların ‘levhalarının bile’ dükkan
sahipleri tarafından üzerlerinin kapatıldığına tanık
olmak bir mimar olarak içini acıtıyor. Bahçeşehir
Üniversitesi’nde mimarlık dersleri veren Hasan
Kuruyazıcı da projeye katkı yapan isimlerin başında.
15 yıldır Rum mimarlar üzerine çalışan Kuruyazıcı,
Osmanlı modernleşmesinin en yoğun olduğu bir dönem
olduğu için 19’uncu yüzyılı ele aldıklarını dile
getiriyor. Araştırmalar sonucunda 450 Rum mimarın
adı tespit edilmiş, ancak belirlenen eserlerin
sayısı çok daha az... İstanbul’un en ünlü Rum
mimarları arasında ‘saray mimarı’ unvanını taşıyan
ve Taksim’deki Aya Triada Kilisesi’ni yapan Vasilaki
İoannidis ve oğlu ‘padişahın başmimarı’ Yanko
İoannidis ve Heybeliada Ruhban Okulu’nun mimarı
Perikles Fotiadis, Özel Fener Rum Lisesi’nin mimarı
Kostantinos Dimadis ve şimdiki Pera Müzesi’nin
(Bristol Oteli) mimarı
A. Manoussos geliyor.
Savas Çilenis - Mimar
Ben doktoramı Atina Teknik Üniversitesi’nde
“İstanbul Mimarları” hakkında yaptım. Son
20 yıldır İstanbul’a gidip geliyorum. Patrikhane’nin
teknik kurulundayım. Türkiye’deki kiliselerin
tadilatı hakkında danışmanlık yapıyorum. Büyük dedem
Kumkapı’da şu anda ayakta olmayan bir kilise yapmış.
Dedem Dimitrios Çilenis, 1903 Sanayi Nefise
Mektebi’nde (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi)
mimarlık okumuş, mezarı hala burada... Dedemin şu
anda hala bildiğimiz, ayakta duran 3 binası var.
Bunlardan biri Nuruosmaniye Camii’nin karşısındaki
Harika Han. Ötekisi de Osmanbey’de Atatürk
Müzesi’nin karşısında yer alan Ark Apartmanı. Bir de
Taksim’deki Taner Apartmanı’nı yapmış. Apartmanın
giriş kapısının üzerinde de dedemin bir levhası
vardı. Fakat oradaki eczanenin kötü dekorasyonu,
dedemin ismini kapatmış. Görünce içim burkuldu. Ama
yandan bakarsanız, hala adının ilk harfini
çıkartabilirsiniz. Bir de Tophane’deki Nadapoulos
Han’ı var. Girişteki “1905 Nadapoulos” ismi hala
gözüküyor. Atina’da ölen ünlü mimar Fotiadis, burada
Zoğrafyon Lisesi’ni, Ruhban Okulu’nu ve Kumkapı’daki
Aya Kiriaki Kilisesi’ni yapmış. En son yaptığı
binalardan biri de Bauhaus (Almanya’daki modern
mimari akımı) stilindeki Ekselsiyon Apartmanı. Bu
bina Gümüşsuyu’nda ve hala ayakta duruyor. Rum
mimarları sadece Rum cemaatlerine bina yapmıyor,
Müslümanlar için de bina yapıyor. Mesela Kambalakis
Karaköy’de “New Ottoman” stilde cami tasarlıyor.
Aristotales Çokonas - Zoğrafyon Lisesi Mezunlar
Derneği Başkanı
1893’te kurulan Zoğrafyon Lisesi’nin kimya
öğretmeniyim. Fener semtini anlatan bir kitap
yazdım. Daha çok yazar ve çevirmen kimliğimle
“Batılılaşan İstanbul’un Rum Mimarları” kitabının
hazırlanmasına yardımcı oldum. İstanbul’un zamanla
bozulan çehresini İstanbullulara hatırlatmak
istiyoruz. İstanbul’a yüksek binalar yapma akımı,
eski binaların yok olmasına sebep oldu. Bizim
sergideki amaçlarımızdan biri, özellikle Beyoğlu
gibi merkezi bir yerdeki eski binaları ön plana
çıkarmak... İstanbul’un 20 milyonluk nüfusu içinde
Rumlar 3 bin kişilik çok küçük bir azınlık olarak
kaldı. Ama 1912’de resmi sayımlara göre 910 bin
nüfuslu İstanbul’da 310 bin Rum vardı. Türkiye’den
gidişin nedenlerinden biri baskılardır. 1940’larda
da çok baskı vardı. Ama o zaman Yunanistan’ın durumu
Türkiye’den daha kötü olduğu için pek giden
olmuyordu. Fakat 1960-70’lerde Yunanistan’ın
ekonomik durumu Türkiye’den iyi olunca, daha çok
gidildi. Şu anda İstanbul’dan ayrılan Rumlar tekrar
dönmek istiyor. Bir sürü arkadaşım “Dönersek ne iş
yapabiliriz” diye soruyor. Yunanistan’da
akademisyenlerin sayısı nüfusa göre çok fazla ve
kariyer olanakları yok. Bu yüzden Türkiye’ye gelip
üniversitelerde çalışmaya başladılar. Şu anda
500-600 kadar Yunan vatandaşı Türkiye’de yaşıyor.
Bunlar aynı zamanda şirketlerin yönetim kurulunda
üst düzey pozisyonlarda çalışıyorlar. İstanbul’u
bizden bile daha çok seviyorlar.
Hasan Kuruyazıcı - Mimar
Cemaate ait ibadet yapılarını cemaat iyi koruyor.
Ama bunun dışında kalan apartmanların bazılarında
işlev değişikliği yapılarak işyerlerine çevriliyor.
Tabii ki iç mimari de zarar görüyor. Ayrıca,
bazıları da binaları düzeltmek isterken bozuyor.
Binayı yenilerken üzerinde mimarın ismi yazılı olan
levhayı yok ediyorlar. Yakın zamana kadar büyük
saraylar hep “Baylanlar’ın yapıtı” diye
söyleniyordu. Ama öyle olmadığı ortaya çıktı. Mesela
Yıldız Camii’nin “Nikolaki Celepis Kalfa” adlı bir
Rum mimarın eseri olduğu ortaya çıktı. Hatta bizim
sergide Nikolaki Kalfa’nın saray üniformasıyla
fotoğrafı da var. Ayrıca, şimdi yıkılıp yeniden
yapılan Sütlüce mezbahasının iki mimarından biri
Markos Langas adında bir mimar. Elhamra Sineması’nın
iki mimarından biri Rum Kiriaki’dir. Şişhane’de
Bankalar Caddesi’nin başındaki en görkemli
apartmanlardan biri olan Frej Apartmanı’nın iki
mimarından biri de Kiriaki’dir. Zoğrafyon Lisesi,
Heybeliada’daki Ruhban Okulu yine önemli bir Rum
mimar olan Perikles Fotiadis’in eseri... Sait Halim
Paşa Yalısı Petrak Kalfa’nındır. İstiklal
Caddesi’ndeki Çiçek Pasajı Kiliantis’in. Nur
Apartmanı ve Fener Lisesi de Dimadis’in... Bunun
dışında Tepebaşı’nda yıkılan ve sonra Ferhan
Şensoy’un sirk halinden tiyatroya dönüştürdüğü eski
Komedi Tiyatrosu da Kambalakis’in eserleri
arasında... Ayrıca, Burgazada’daki Aya Yorgi
Kilisesi de Kambalakis’in...
Marina Drymaliton - Proje Koordinatörü
Ben 3 yıldır İstanbul’da yaşıyorum. Atina’da Siyaset
Bilimleri okudum. Sonra da Türk-Yunan siyaseti
üzerine master yaptım. Ankara’da staj yaptım. Dedem
mübadele günlerinde Türkiye’den Yunanistan’a göç
edenler arasındaydı. Ama kendisiyle hiç tanışmadım.
Kendi kendime buraya gelmeye karar verdim.
İstanbul’da yaşamak istiyordum. 2007’de “Kültürler
Buluşması” sırasında Laki Bey ile tanışmıştık. Sonra
da burada yaşamaya karar verdim. Buraya Türkçe
öğrenmek ve üniversitede okumak için çok sayıda
Yunanlı geliyor. Şu anda benim tanıdığım 200 Yunanlı
var.
Vatan Pazar, Haber: Tuğrul Tunalıgil, Fotoğraf:
Barış Acarlı, 21.11.2010
******
PROF.DR. COLONAS: EKONOMİK GÜÇLE RUM MİMARLAR YUNAN
MİMARİSİNİ İSTEDİKLERİ GİBİ UYGULAYABİLDİLER

Selanik Volos
Üniversitesi Öğretim Üyesi
Prof.Dr. Vasilis
Colonas, İstanbullu Rumların 19. yüzyılın
ikinci yarısında sosyoekonomik alanda büyük ilerleme
kat ettiklerini belirterek, ''Elde ettikleri
ekonomik güçle birlikte Rum mimarlar Yunan
mimarisini istedikleri gibi uygulayabildiler''dedi.
İstanbul Araştırmaları Enstitüsü
tarafından Pera Müzesi'nde
gerçekleştirilen İstanbul Konferanslarının
ikincisinde, Prof.Dr. Colonas,
''Tanzimat Sonrası İstanbul'da Rum
Mimarları'' konulu konferans verdi. Fener
Rum Patriği Bartholomeos ile çok
sayıda akademisyen ve öğrencinin katıldığı
konferansta Prof.Dr. Colonas, Rum mimarisinin
Tanzimat'tan sonraki büyük gelişim gösterdiğini, bu
dönemde Osmanlı Devleti tarafından yapılan
reformların Rumlar başta olmak üzere gayrimüslimlere
pek çok sosyal, siyasal ve ekonomik haklar
kazandırdığını söyledi.
Gayrimüslimlerin mülkiyet edinmenin yanı sıra kendi
binalarını da inşa etmeye başladıklarını ifade eden
Colonas, Rumların kendi mimari anlayışlarını, 19.
yüzyılın ikinci yarısında uygulayabildiklerini,
bunun nedeninin söz konusu dönemde sosyoekonomik
alanda büyük ilerlemeler kat etmeleri olduğunu
belirterek, şöyle devam etti:
''O dönem Anadolu'dan başta İstanbul olmak üzere
kıyı şehirlerine göç edenlerin büyük çoğunluğu
gayrimüslimlerdir. Ticaret yapmak için hem
Anadolu'dan hem de Yunanistan'dan göç eden Rumlarla
birlikte 1910 yılında İstanbul'daki toplam nüfus 330
bindi. Rumlar böyle bir ekonomik güce sahip olunca
Osmanlı politikalarında da etkili olmaya başladılar.
Ekonomik güçle birlikte Rum mimarlar Yunan
mimarisini istedikleri gibi uygulayabildiler.''
Osmanlı yönetiminin İstanbul'un yeniden
yapılandırılmasında Rumlara, yerleşim yeri olarak
Pera ve Galata civarını gösterdiğini kaydeden
Prof.Dr.Colonas, ''Pera ve Galata, Rumlar için mecburi
bir konut bölgesi olmasının yanı sıra aynı zamanda
bir statü göstergesiydi. Çünkü ekonomik güçleri
vardı ve şehrin ticaret merkezinde istedikleri tarzı
uygulayarak devasa binalar yapabiliyorlardı. Fakat
Pera ve Galata, en radikal değişimi 1950'lerden
sonra yaşadı'' diye konuştu.
Yapı, Fotoğraf: Serkan Kara / AA, 25.11.2010
|
 |
ABD TARİHİ ESERLERİ İADE EDECEK
Peru Devlet Başkanı Alan Garcia, Amerikan Yale Üniversitesi ile İnka tapınağı Machu Picchu'dan kaçırılan binlerce arkeolojik eserin iadesine ilişkin anlaşma imzalandığını duyurdu.
Garcia, televizyondan yaptığı kısa açıklamada, yaklaşık bir asırdır Yale Üniversitesi'nin elinde bulunan eserlerin iadesi için yıllardır görüşmeler yapıldığını belirtti. Devlet Başkanı, eserleri, Machu Picchu'daki keşfin yüzüncü yılı olan 2011'de geri alacak olmalarının büyük anlam taşıdığını ifade etti.
Anlaşma uyarınca Yale Üniversitesi, 1912 ile 1916 arasında Amerikalı kaşif Hiram Bingham tarafından Peru'dan götürüldüğü belirtilen, seramikler, çömlekler, süslemeler ve kemiklerden oluşan binlerce parçayı iade edecek.
Habertürk, 21.11.2010
|
"YA DEVLET BAŞA, YA KUZGUN LEŞE"

İzmir'in Selçuk İlçesi Şirince
Köyü'nde kaçak
yapılar inşa eden yazar Sevan Nişanyan'la ilgili İl
Özel İdare Encümeni'nden çıkan yıkım kararının
ardından başlayan tartışma sürüyor. Son olarak köyde
inşa ettiği tüm yapılarla ilgili alınan yıkım
kararını protesto etmek için "Hodri Meydan" adında
bir kule yaptırarak açılışını gerçekleştiren ve
girişine de, "Zalimin aczini görmek ve göstermek
için inşa edildi" yazdıran Nişanyan'a, İl Özel İdare
Encümeni Üyesi Emre Özer'den çok sert bir yanıt
geldi.
Nişanyan'ın yıkım kararı alınan 16 yapısından
mahkemede davası sonuçlanarak yıkımı kesinleşmiş ve
arasında işlettiği pansiyonun da bulunduğu 4 yapının
yıkımı için Selçuk Kaymakamlığı'na 120 bin lira
ödenek gönderdiklerini belirten Özer, "Anadolu'da,
'Ya devlet başa, ya kuzgun leşe' diye bir laf
vardır. Devletin gücünü göstereceğiz, kuzgunu leşe
kondurmayacağız" diye konuştu. Özer, bu aşamada
Selçuk Kaymakamlığı'nın Nişanyan'ın yaptığı kaçak
yapıları yıkması gerektiğini söyledi.
Nişanyan'ın köyde yaptığı ve "yıkamazlar" diyerek,
meydan okuduğu kaçak yapılarla ilgili İl
Encümeni'nden beklenen yanıt geldi. Daha önce de
Nişanyan'ın kaçak yapılarıyla ilgili açıklamada
bulunan Emre Özer, İl Özel İdaresi İmar Daire
Başkanlığı elemanları tarafından "Hodri Meydan"
kulesi ile ilgili tutanak tutulduğunu, önümüzdeki
hafta içinde bu yapının da İl Encümeni gündemine
geleceğini belirtti. Özer, kimsenin devlete meydan
okuma ve kuralları hiçe sayma lüksü bulunmadığını
ifade etti. Halkın Nişanyan'ı iyi tanıdığını
belirten ve geçtiğimiz yıllarda olaylı şekilde
boşandığı eski eşinin başına dışkı fırlatması
olayını hatırlatan Özer, "Yiğit namıyla anılır.
Nişanyan'ın karısına neler yaptığını herkes biliyor.
Yaptıkları ile üslubu da paralel. İnsanları yasalara
karşı gelmeye teşvik etmesinin sonucunun ne
olacağını hep birlikte göreceğiz. Vali'ye, İl
Encümeni'ne meydan okumanın, külhanbeyi ağzıyla
konuşmanın sonucuna katlanacak. Külhanbeyinin ne
anlama geldiğini, merak edenler araştırsın" diye
konuştu.
Nişanyan'ın 4 yapısının yıkımı için gönderilen 120
bin liranın Selçuk Kaymakamlığı tarafından
kullanılacağını belirten Özer, yıkımı beklediklerini
söyledi. Yıkım için harcanacak paranın yüzde 20
fazlasıyla Nişanyan'dan tahsil edileceğini belirten
Özer, "Selçuk'ta devletin kanun uygulayıcısı
kaymakamlıktır. Bu aşamadan sonra Selçuk
Kaymakamlığı'nın kanunları uygulamasını bekliyoruz"
şeklinde konuştu. Özer ayrıca, Nişanyan'ın "Hodri
Meydan" kulesi girişine astığı, "Zalimin aczini
görmek ve göstermek için inşa edildi" yazan yazıtla
ilgili ise, "Psikiyatri uzmanlık alanım değil"
şeklinde yanıt verdi.
Nişanyan'ın Şirince'de yaptırdığı ve yıkım kararı
alınan 16 kaçak yapıdan 4'ünün yıkımı mahkeme
kararıyla kesinleşti. Yıkım kararının tebliğinden
itibaren Nişanyan'ın 60 gün içinde İdare
Mahkemesi'ne itiraz davası açması gerektiği
bilgisini veren İl Özel İdaresi İmar ve Yapı İşleri
Daire Başkanlığı yetkilileri, yazarın 1 yapı için
dava açtığını ve kaybettiğini, diğer 3 yapı için ise
mahkemeye müracaat etmediğini söyledi. Kalan 12 yapı
ile ilgili Nişanyan'a tebligat yapıldığını belirten
yetkililer, 60 günlük yasal süreyi beklediklerini
ifade etti.
"Ya
devlet başa, ya kuzgun leşe" ne demek?
Türk Dil Kurumu Atasözleri ve Deyimler Sözlüğüne
göre, "Ya devlet başa, ya kuzgun leşe" atasözü, "Sonunda
büyük bir başarıya ulaşmak için yok olma tehlikesi
bile göze alınır" şeklinde tanımlanıyor.
Yeni Asır, Haber: İlker Çoban, 21.11.2010
******
NİŞANYAN EVLERİNİ KAYMAKAMLIK YIKACAK
Yazar
Sevan Nişanyan’ın imara aykırı olarak
yaptığı iddiasıyla yıkımına karar verilen
Selçuk Şirince’deki 16 evi İzmir İl Genel
Meclisi’nde, İmar ve Yapı İşleri Daire
Başkanlığı’nın bütçesinin görüşülürken gündeme
geldi. CHP’li Seyfettin Şen,
Nişanyan evlerinin ne zaman ve nasıl yıkılacağını
sordu. İmar ve Yapı İşleri Daire Başkanı
Nurettin Yıldız, Nişanyan’ın evlerinin
yıkım kararının Selçuk Kaymakamlığı’na
bildirildiğini dile getirdi, “Şirince’deki kaçak
yapılarla ilgili yıkım keşifleri hazırlanarak
kaymakamlığa gönderildi. Bundan sonraki iş,
kaymakamlığa kalıyor. Kaçak yapılarla ilgili alınan
yıkım kararlarını kaymakamlıklar uyguluyor. Şu an
ihale sürecindeyiz. Biz ihalenin yapılması için
Selçuk Kaymakamlığı’na 120 bin TL ödenek gönderdik”
diye konuştu.
Hürriyet Ege, Haber: Turan Gültekin, 24.11.2010
|
SÜLEYMANİYE'NİN 148 YIL ÖNCEKİ TAMİRİ

Kanuni Sultan Süleyman'ın hükümdarlık yılları bir
taraftan dünyaya yön verildiği, bir taraftan da
asırlar sonrasına hitap edecek eserlerin inşa
edildiği dönemdi. Kanuni, Mimar Sinan'a kendi adına
bir cami yapması emrini verdiğinde büyük mimar büyük
bir şehir planlamacısı olarak Haliç'e hakim
tepelerden birini külliyenin yeri olarak seçti.
1550 Haziran'ında caminin de içinde bulunduğu
Süleymaniye Külliyesi'nin inşasına başlanıldı.
Kanuni'nin de katıldığı caminin temel atma töreninde
Şeyhülislam Ebussuud Efendi ilk temel taşını, mihrap
duvarının yükseleceği kesime yerleştirdi. Külliyenin
inşaatı yıllarca devam etti. Cuma ve bayram günleri
dışında hiç durulmadan çalışıldı. Kış dönemlerinde
bile az işçiyle de olsa inşaata ara verilmemişti.
Süleymaniye Külliyesi medreseler, şifahane, han,
hamam, imaret, darülkurra, sıbyan mektebi gibi
birçok binadan oluşan büyük bir külliyeydi. Kubbenin
kapanması, yarım kubbelerin tamamlanması, imaret
kemerlerinin kavuşması gibi inşaatın belli kısımları
bittikçe veya caminin çevresindeki yapılar
tamamlandıkça bahşişler verilmiş, bal şerbetleri
dağıtılmış ve kurbanlar kesilmişti.
Süleymaniye Camii'nin yapılmasında birçok büyük
sanatkarın imzası vardı. Caminin hatlarında Hattat Ahmed
Karahisari, Hattat Hasan Çelebi, kalem
işlerinde Kara Memi, cam işlerinde Hacı Mehmed, ağaç
işlerinde Üstat Ahmed gibi dönemin büyük
sanatkarları görev yapmıştı.
Süleymaniye Külliyesi 7 yıl gibi kısa sayılacak bir
sürede Osmanlı İmparatorluğu'nun bir yıllık
gelirinin yaklaşık onda biri olan 59.760.180 akçe
harcanarak bitirildi. 16 Ağustos 1557'de caminin
27.40 metre çapındaki ana kubbesi kapatıldı, 15 Ekim
1557 Cuma günü inşaatın başlamasından 7 yıl 4 ay
sonra Süleymaniye Camii ibadete açılmıştı.
Caminin açılışı sırasında Mimar Sinan anahtarı
padişaha verdikten sonra dua etmiş ve el
kavuşturmuştu. Kanuni odabaşına "Camiyi açmaya kim
layıktır" diye sorunca, "Padişahım ağa bendeniz bir
pir-i azizdir, bu konuda layık olan o emektar
kulunuzdur" cevabını aldı. Padişah bu cevap üzerine
Mimar Sinan'a dönerek "Bu bina eylediğin Beytullah'ı
yine senin açman evladır" dedi ve dua ettikten sonra
anahtarı mimarbaşına verdi. Mimar Sinan da "Ya
fettah" diyerek camiyi açtı.
Süleymaniye açıldıktan sonra çeşitli dönemlerde
tamir edildi. Sultan Abdülmecid döneminde esaslı
tamirlerden biri yapılmaya başlanmıştı. Sultan
Abdülmecid döneminde başlayan ve birkaç yıl süren
tamirin bitirilmesi ise Sultan Abdülaziz'e nasip
oldu. Süleymaniye Camii 1862 Şubat'ında devlet
adamlarının ve halkın da hazır bulunduğu Sultan
Abdülaziz'in cuma selamlığıyla açılmıştı.
Padişahların cuma namazı için camiye gidişi ve
camiden dönüşü Osmanlılarda cuma selamlığı adı
verilen bir törenle olurdu. Hükümdar-halk
bütünleşmesini sağlayan cuma selamlığı, sadece
merasim ve dini yönüyle değil hukuki, sosyal ve
kültürel açılardan da büyük önem taşımaktaydı. Halk,
cuma selamlığında istek ve şikayetlerini sözlü veya
yazılı olarak bizzat hükümdara ulaştırabilirdi.
19. yüzyılda Batılılaşma hareketini camilerimize de
yansıtmıştık. Edirne'ye gittiğiniz zaman Üç Şerefeli
Camii ve bazı camilerin duvarlarının Avrupa üslubuna
göre boyandığını görürsünüz. Süleymaniye Camii'nin
1862'de biten tamiratı sırasında da kubbedeki klasik
kalem işleri, yani süsleme kapatılarak yerine Barok
ve Rönesans üslubunda tezyinat yapılmıştı. Bu durum
Cumhuriyet döneminde tespit edilmiş ve tezyinatın
tamamı olmasa da bir kısmı düzeltilmişti.
Süleymaniye'nin son tamiratı sırasında ise klasik
kalem işleri ihya edilmedi ve 19. yüzyılda yapılan
Avrupa tarzındaki tezyinat bırakıldı.
Vakıflar Genel Müdürlüğü, Beşir Ayvazoğlu'nun bu
konudaki uyarısı üzerine "Yapılan araştırmalar
sonucunda özgün kalem işi konusunda hiç buluntuya
ulaşılamadığı ve belgelere dayalı restitüsyon
projesi de hazırlanamadığı için, restorasyon
ilkeleri ve kuralları açısından ana kubbede mevcut
barok bezemeyi kaldırarak restitüsyona dayalı klasik
bezeme programı önerilmemiştir" şeklinde bir
açıklama yaptı.
Yaptığı esaslı tamiratla Süleymaniye'yi yıkılmaktan
kurtaran Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün bu konuyu
geçiştirmemesi gerekir. Kubbenin tezyinatını aslına
uygun bir şekle getirmek için Semih İrteş ve İnci
Birol gibi bu konuda uzman sanatkarlardan niçin
faydalanılmaz? Süleymaniye gibi tarihimizin en büyük
eserlerinden birinin kubbesinin Avrupa tarzı
tezyinatla durması ayıptır. Bir Avrupalı "En büyük
camilerinizden birinin kubbesinin süslemelerinin
restitüsyonunu kendi üslubunuza göre yapamıyor
musunuz" diye sorsa ne cevap veririz?
Bugün, Yazı: Erhan Afyoncu, 21.11.2010
|
ALİ AĞA KONAĞI YIKILMAK ÜZERE
Diyarbakır'ın Silvan İlçesi'ndeki tarihi Ali Ağa Konağı, ilgisizlikten yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.
Silvan İlçesi Kale Mahallesi'nde bulunan tarihi Ali Ağa Konağı'nın koruma altına alınmasını isteyen mahalle sakinleri, yetkililerden yardım beklediklerini ifade ettiler. Vatandaşlar, Sur Üstü Sokak'ta bulunan binlerce yıllık tarihe sahip evlerin de koruma altına alınmasını istediler. Mahalle sakinleri, "Bölgemizde bulunan nadir tarihi yapılardan biri Ali Ağa Konağı'dır. Tarihi Ali Ağa Konağı'nın duvarlarının bir kısmı ayakta kalmışsa bile üst örtüsü tamamen yıkılmıştır. Tarihi yapı koruma altına alınmadığı için her geçen gün gözlerimizin önünde yok oluyor. Yetkililerden bu tarihi yapının koruma altına alınıp, tadilatını yapmasını bekliyoruz" dedi.
Konağın 1890 yıllarında yapıldığını söyleyen Ali Ağa'nın torunu Galip Özkan, "120 yılık bir tarihi binadır. Ali Ağa Konağı 1890 yılında yapılmış. Günümüzde tarihe verilen değer ortada. Kültür Bakanlığı tarafından tescillenen bu tarihi konak maalesef ilgisizlikten bu hale geldi. Kültür Bakanlığı tarafından tescilli olduğu için hiçbir bakım ve onarım yapamıyoruz. Ne yıkabiliyoruz ne de onarım yapabiliyoruz. En büyük endişemiz tarihi binadan geriye kalan tek duvarın birilerinin üstüne yıkılmasıdır. Yetkililer bu konuda duyarlılık gösterip, bu duvar kimsenin başına yıkılmadan tedbir almalıdır. Tarihi konak büyük bir tehlike arz etmektedir" diye konuştu.
Diyarbakır Haber, 21.11.2010
|
 |
KALEYE 2011 MAKYAJI

Yaklaşık 2 bin metre yükseklikteki bir tepe üzerinde
inşa edilmiş olan tarihi Erzurum Kalesi’nin
etrafında Büyükşehir Belediyesi’nce çevre
düzenlemesi yapıldı. Kalenin Cumhuriyet Caddesi’ne
bakan tarafından yapılan düzenlemeyle yaklaşık 100
metrelik bir yürüyüş alanı oluşturuldu.
Beşinci yüzyılda Roma İmparatoru Theodosius
tarafından yaptırılan, tarih boyunca Asurlular,
Sasaniler, Persler, Araplar, Romalılar ve
Bizanslılar arasında sık sık el değiştiren Erzurum
Kalesi, 11’inci yüzyılda Türklerin eline geçti. Son
zamanlara kadar Türkler tarafından kışla olarak
kullanılan kaledeki, Mescit ve saat kulesi Türk
mimarlığının ilk örnekleri olmaları bakımından önem
taşıyor.
Kentteki tarihi eserler arasında önemli bir
yere sahip olan ve etrafındaki dükkanlar yıkıldıktan
sonra bir süre otopark olarak kullanılan Erzurum
Kalesi’nin etrafında çevre düzenlemesi yapıldı.
Büyükşehir Belediyesi’nce Erzurum Kalesi ile Ebu
İshak Kazeruni türbesi arasındaki alan parke
taşlarla döşenip kısa boylu ağaçlar dikilerek
yürüyüş alanı haline getirildi. Hafta sonunu fırsat
bilerek tarihi kaleyi gezmek isteyen vatandaşlar,
belediyenin yaptığı çalışmayla tarihi mirasa
yakışmayan çirkin bir görüntünün ortadan kalktığını
söyledi.
Erzurum Gazetesi, 20.11.2010
******
KALE, ERZURUM TARİHİNİ BEKLİYOR
Erzurum Kalesi’nin, bütün müştemilatıyla birlikte
özelliğini 1828 yılında kaybettiği bildirildi.
Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü
Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Ümit Kılıç, Erzurum
Kalesi ile ilgili olarak yürüttüğü belge tespiti
çalışmalarına ilişkin açıklamalarda bulundu. Tarihi
belgelere göre, Erzurum Kalesi’nin iç ve dış kale
olmak üzere iki kısımda göze çarptığını söyleyen
Kılıç, “Erzurum Kalesi, başta depremler olmak üzere
bakımsızlık ve fiziki nedenlerden dolayı tahrip
olmuştur” dedi.
Başbakanlık arşivlerinin, Erzurum Kalesi ile
ilgili olarak günümüze kadar ulaştırdığı bilgilere
göre, tarihi eserin, orijinalitesini ve özelliğini
1828 yılında kaybettiğini dile getiren Kılıç, aynı
tarihi belgelerde, bu tarihten sonra Erzurum
Kalesi’nin etrafında yeniden bir kale inşa edilmesi
için karar alındığı, hatta bu hususta arazi
incelemesi bile yapıldığının ifade edildiğini
kaydetti. Yrd. Doç.Dr. Ümit Kılıç, “Erzurum Kalesi,
iç ve dış olmak üzere iki kısımdan oluşuyordu. İç
Kale, şimdiki gibi en yüksek kısmı teşkil etmekte ve
bunun çevresini de, camiden dolayı Esat Paşa
Mahallesi kaplıyordu. Bu kısım o döneme ait
literatürlerde ‘Kale-i Dahil’ ya da Ehmedek diye
adlandırılıyordu” dedi.
Erzurum Kalesi’nin dış kısmında bulunan ‘dış
kale’nin bütün şehri içine aldığına dikkati çeken
Kılıç, ‘Kale-i Hariç’ adı verilen bu bölümün de,
başta depremler olmak üzere, bakımsızlık ve çeşitli
fiziki müdahaleler nedeniyle yok olduğunu dile
getirdi. Bu durum hakkında, Başbakanlık arşivlerinde
de bir takım bilgiler bulunduğunu anlatan Ümit
Kılıç, 1800’lü yılların başına rastlayan bu dönemin,
tarihi belgelere göre, Erzurum Kalesi’nin orijinal
özelliklerini kaybettiği zaman dilimi olarak
geçtiğini belirtti. 1828 yılında Erzurum Kalesi’nin
yanında, yeni bir kale inşa edilmesi için karar
alındığı ve hatta arazi incelemesinde bile
bulunulduğunu vurgulayan Yrd. Doç.Dr. Kılıç,
“Gerçekten de Rusyalının sıcak denizlere inebilmek
için mutlaka sahip olması gereken şehir Erzurum’du.
Bir yıl sonra da Ruslar Erzurum’u ele geçirdiler.
Edirne Antlaşması’na kadar, kendileri iç kaleyi
tamir ve daha tahkimli hale getireceklerdir.
Sözleşme nedeniyle Erzurum’u terk ederlerken, iki
önemli işi gerçekleştirdiler. O da, Ermenileri
beraberlerinde götürmeleri ve bu arada yeni
onardıkları kaleyi tahrip etmeleridir. Kale’de
sadece işi bitmiş toplar bırakılmıştır” diye
konuştu.
Erzurum’un ‘Dış Kale’ diye adlandırılan
surlarının içerisinde, şimdi ortadan kalkmış dini
amaçlı çok sayıda binanın bulunduğuna dikkati çeken
Yrd. Doç.Dr. Ümit Kılıç, bu yapıların, 18 ve 19.
yüzyıllarda sosyal hareketliliği sağlayan işlevleri
olduğunu söyledi.
Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih
Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Ümit Kılıç, dış
surların içerisinde kalan söz konusu yapıları ise
şöyle sıraladı: “Kabe Şeyh ve Hamza Dizdar
Mescitleri, Kırk Kilise Mahallesi’nde İlyas Ağa
Camii, Hacı Zeynel Camii, Yukarı Mumcu’da Hacı
Mehmed Camii, Lala Mustafa Paşa içinde El-Hac Ömer
Ağa Medresesi, Gürcükapı yakınında İhlasiye ve
Muhammediye adıyla bilinen Mehmed Efendi Medresesi,
Camii Kebir yanında Demir Dede Medresesi, yine aynı
yerde Temür Dede Medresesi, Bakırcı Hacı Mustafa
Ağa’nın inşa ettirdiği medrese de dikkat
çekmektedir”
Arşiv kayıtlarına göre, şimdi ismi bile
hatırlanmayan Harrekani ve III. Murad Camii’nin de
Kale içerisinde olduğuna dikkati çeken Ümit Kılıç,
“Burada adı geçen Harrekani, İran’da bir şehirdir.
Kars’a göç etmiş evliyalardan birisidir. Bu
evliyanın müritlerinden birinin de, Erzurum Kalesi
içinde türbe sahibi olduğu anlaşılıyor. Bu zatın
ismi ise, Şeyh Ebu’l Hasan el Harrekani’dir”
şeklinde konuştu.
Kale ve diğer tarihi eserlerle ilgili olarak
belge tespit çalışmalarının sistemli bir şekilde
sürdürüleceğini bildiren Kılıç, bu konuda Vakıflar
Genel Müdürlüğü arşivinde zengin arşiv belgelerinin
bulunduğunu sözlerine ekledi.
Erzurum Gazetesi, 21.11.2010
|
YAKUTİYE RESTORASYONZEDE OLDU
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun
Yakutiye Belediyesi hizmet binasının dış cephesinde
yürütülen restorasyonu durdurması, belirsizlikleri
de beraberinde getirdi.
1924 yılında Hükümet Konağı karşısına adliye
binası olarak yaptırılan, 1960'lı yılların sonunda
dış cephesi sıvanan taş binanın eski görünümüne
kavuşması için başlatılan restorasyon ve dış cephe
kaplama çalışması, Kültür ve Tabiat Varlıklarını
Koruma Kurulu’nca restütisyon projesinin gerçeğe
yakın olmadığı gerekçesiyle durduruldu.
Yakutiye Belediyesi ile Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma Kurulu arasında yaşanan proje
çizim gerginliği devam ediyor. Geçtiğimiz ay sonunda
toplanan Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma
Kurulu, Yakutiye Belediyesi’nin restorasyon
çalışmalarını, restitüsyona uygun
plan çizilmediği için durdurma kararı aldı. Kurul
kararı üzerine Yakutiye Belediye Başkanı Ali
Korkut’ta restorasyon çalışmalarını ve kaçak kat
kısmındaki bazalt taş cephe kaplama çalışmalarını
durdurdu. 11- 12 Aralık’ta yeniden toplanacak kurul
üyeleri, belediyenin yeni restitüsyon projesine göre
restorasyon çalışmalarının devamına ya da duran
halinin devamına karar verecek.
Erzurum Gazetesi, 20.11.2010
|
İSTANBUL'UN ERMENİ MİMARLARI
Uluslararası Hrant Dink Vakfı, HAYCAR Mimar ve
Mühendisler Dayanışma Derneği ve İstanbul Modern
Sanat Müzesi, 19. ve 20. yüzyıllarda İstanbul’un
şekillenmesinde rolü olan Ermeni mimarların
katkısını ortaya koymak amacıyla, Batılılaşan
İstanbul’un Ermeni Mimarları konulu bir sergi
gerçekleştirecek. Küratörlüğünü mimar Hasan
Kuruyazıcı’nın yaptığı, İstanbul 2010 Avrupa Kültür
Başkenti Ajansı, ENKA Vakfı, Chrest Vakfı, Galata
Fotoğrafhanesi Fotoğraf Akademisi ve APA Uniprint’in
desteğiyle İstanbul Modern Sanat Müzesi’nde açılacak
sergi 1-26 Aralık 2010 tarihleri arasında
gezilebilecek. Sergide, 19. ve 20. yüzyılın başında,
İstanbul’un mimari çehresinin Batılı anlamda
değişmesinde Ermeni mimarların oynadığı rol
vurgulanacak ve günümüzde çoğu artık hatırlanmayan
yaklaşık 40 Ermeni mimar, 100’ü aşkın bina
tanıtılacak.
Ziyaretçiler, iki kısa filmin gösterileceği sergiyi
gezerken, ses sistemi sayesinde binalar ve mekanlar
hakkında bilgi edinme fırsatını da bulacak. Sergiyle
eşzamanlı olarak, dönemin mimarisi ve mimarları
hakkındaki makaleleri ve sergide yer alan binaların
fotoğraflarını içeren Türkçe-İngilizce ve
Ermenice-İngilizce bir de kitap yayımlanacak.
Hasan Kuruyazıcı’nın, Kurtuluş, Pangaltı, Taksim,
Cihangir, Tarlabaşı, Tünel, Galata, Eminönü ve
Mahmutpaşa’da sokak sokak gezerek yaptığı
taramalarla oluşan çalışma Kasım ayında açılacak
sergi ve kitapla, somut bir anlam kazanacak. Benzer
bir çalışmayı Rum mimarlarla ilgili olarak da
yürüten Hasan Kuruyazıcı: “İstanbul’da 19. yüzyıldan
kalma bir bina stoğu var.‘Bu kadar binayı kim
yaptı?’ sorusu kafamı meşgul etmeye başlayınca,
araştırmaya karar verdim.” diyor.
Sergi kapsamında, “İstanbul’un Ermeni Mimarları”
konulu bir panelin yanı sıra, yine bu mimarlara ait
binaların bir rehber eşliğinde gezileceği rehberli
turlar da düzenlenecek.
Evresnel, 19.11.2010
|
TARİHİ MEZARLIK
KEŞFEDİLMEYİ BEKLİYOR

Tarihi bundan 1300 yıl öncesine kadar dayanan Avdan
Beldesi, bu kadar eski tarihe sahip olması hasebiyle
çok sayıda tarihi eser bulunuyor.
Beldenin en
önemli yerlerinden bir tanesi de ne mezarlığında
bulunan ve birçoğunun ne zamana ait olduğu dahi
bilinmeyen tarihi mezar taşları. Avdan Mezarlığı’nda
bulunan bu tarihi mezar taşlarından birçoğunun zaman
içerisinde tahrip olduğu, ilgi çekici olan birçok
mezar taşının da bilinçsiz insanlar tarafından
çalındığı bildiriliyor. Tarihi mezarlıkta bulunan
mezar taşlarını incelemek için zaman zaman çeşitli
üniversitelerden bilim adamları gelip araştırma
yapsalar da henüz ortaya koyulmuş somut bir veri
bulunmuyor. Avdan Belde Belediye Başkanı Hüseyin
Doğanay, tarihi mezarlığın Avdan Beldesi’nin Avdan
Tekkesi ile birlikte en önemli yerlerinden bir
tanesi olduğunu ifade ederek, bu tarihi mekanın
içerisinde koskoca bir tarihi barındırdığını
belirtiyor. Avdan Mezarlığı’ndaki mezar taşları
üzerinde ciddi bir çalışma yapılması halinde ilçeyle
ilgili birçok bilinmeyenin ortaya çıkabileceğine
dikkat çeken Hüseyin Doğanay, “Avdan Mezarlığı’nda
bulunan tarihi mezarlıklar ilçemiz için saklı kalmış
bir değer niteliğindedir. Çünkü bu mezarlığın ne
zamana ait olduğu bilinmemektedir. Tarihi mezarlıkta
bulunan mezar taşlarıyla ilgili bazen araştırmalar
yapılıyor. Ama burada araştırma yapanların pek çoğu
yıpranmış olduğu için mezar taşlarının çoğunu
okuyamıyor. Mezar taşlarında Osmanlıca ile yazılmış
mezar taşlarının yanı sıra üzerinde çeşitli
işaretlerin olduğu mezar taşları da var. Biz bu
mezar taşlarının henüz İslamiyet’le tanışmamış olan
bölge halkına ait olabileceğini tahmin ediyoruz. Ama
ortada somut olan hiçbir şey yok. İlçemizde ve
özellikle bu tarihi mezarlıkta yapılacak olan bütün
çalışmaların destekçisi olacağımızı buradan duyurmak
istiyoruz. Burada gizli kalmış bir tarih var”
ifadelerini kullandı.
Merhaba Gazetesi, 04.11.2010
|
14 - 20 Kasım 2010
|
ÇALINAN HEYKELİ JANDARMA BULDU
New York’a geçen ilkbaharda tatile giden bir İtalyan jandarma görevlisinin dikkati sayesinde, Haziran 1988’de İtalya’da bir müzeden çalınan Roma dönemine ait bir heykel İtalya’ya iade edildi.
Kültürel varlıkların korunmasından sorumlu birimde görev yapan başçavuş Michele Speranza, Manhattan’da bir galerinin vitrininde Roma dönemine ait heykeli görüp cep telefonuyla fotoğrafını çekti. Galerinin sahibine bu heykelin nereden geldiğini soran Speranza, verilen tereddütlü cevaplar sonunda kuşkulandı. İtalya’ya döndükten sonra, Speranza’nın şüphelerinde haklı olduğu ortaya çıktı. New York Gümrük Müdürlüğü'nün İtalyan Jandarması tarafından uyarılmasının ardından gümrük müdürlüğü heykele el koydu.
Roma ile Napoli arasındaki kıyı şeridinde bulunan Terracina Arkeoloji Müzesi'nden çalınan heykel, soruşturmaların ardından dün Roma’da İtalyan yetkililere resmen teslim edildi. 1980’de Roma Ulusal Müzesi’nden çalınan ve ABD’de bulunan bronzdan bir küçük heykel de teslim edildi.
Habertürk, 20.11.2010
|

|
'HABABAM SINIFI' KÜLTÜR
MERKEZİ OLUYOR
354 dönüm arazi üzerinde Validebağ Tesisleri içinde
bulunan ve 1916 yılından bu yana eğitim amaçlı
kullanılan Adile Sultan Kasrı, 1975 yılında 'Hababam
Sınıfı'na ev sahipliği yaparak herkesin merak ettiği
bir mekan haline dönüştü.
Hababam Sınıfı Müzesi olarak da kullanılan Adile
Sultan Kasrı, yıprandığı için 2005 yılında
restorasyona alındı. 157 yıllık tarihi bina, 24
Kasım Öğretmenler Günü'nde yenilenmiş yüzüyle
öğretmenevi ve kültür merkezi olarak kullanılmak
üzere yeniden hizmete açılacak. Kasrın açılışına 'Hababam
Sınıfı'nda rol alan oyuncuların da katılması
bekleniyor.
Validebağ Öğretmenevi Müdürü Meral Veziroğlu,
öğretmenevi ve kültür merkezi olarak hizmet verecek
tarihi yapının, restorasyon çalışması nedeniyle bir
süre kapalı tutulduğunu söyledi.
Onarımı biten tarihi yapının 24 Kasım Öğretmenler
Günü'nde İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu ve Milli
Eğitim Müdürü Muammer Yıldız'ın vereceği
resepsiyonla halka tanıtılacağını anlatan Veziroğlu,
'Uzun zamandır onarım nedeniyle öğretmenlerin özlem
ve merakla beklediği tarihi bina, öğretmenevi ve
kültür merkezi olarak konuklarını ağırlayacak' dedi.
2. Mahmut'un kızı Adile Sultan adına 1853 yılında
yaptırılan kasrın 1916 yılından bu yana eğitim
amaçlı kullanıldığını söyleyen Veziroğlu, şöyle
konuştu:
'1916 yılında Maarif Vekaleti'ne tahsis edilen
tarihi bina, o yıllarda yetim kız ve erkek
çocukların okulu olmuş. Bina, 1926'da da
eğitimcilere hizmet etmek üzere Milli Eğitim
Bakanlığı'na tahsis edilerek 'Validebağ
Prevantoryumu' adıyla uzun yıllar öğretmen ve
öğrencilerin verem öncesi tedavileri için
kullanılmış. 1975 yılında Türk sinemasının
efsanelerinden Hababam Sınıfı'nın çekimlerinde
kullanılarak Türk sinemasına önemli bir hizmette
bulunan bina, o günden sonra güzelliğiyle herkesin
aklında yer etti. Tarihi bina, 2005 yılından
itibaren kapsamlı bir onarıma alındı.'
24 Kasım itibariyle tarihi binanın eşsiz
güzelliğiyle halkın hizmetine sunulacağını bildiren
Veziroğlu, 'Eğitim camiasının gönlünde yer etmiş
özel bir yer olan, Üsküdar ile Kadıköy ilçelerinin
birleştiği Altunizade ile Koşuyolu arasında geniş
bir bahçe içinde yer alan Adile Sultan Kasrı'nın
bulunduğu Validebağ bahçesi uzun yürüyüşler yapmak,
temiz hava solumak isteyenleri misafir etmeyi
bekliyor. Burada anıt ağaçlar arasında İstanbul'un
karmaşasından uzak, aile, arkadaş ve dostlarınızla
çayınızı yudumlarken bir taraftan da kuşların sesini
dinleyebilirsiniz' diye konuştu
Yeni Şafak, 20.11.2010
|
 |
TARİHİ YENİDEN YAZDIRAN KAZI
Yenikapı çalışmalarına kazma vurulduğunda, İstanbul’un bilinmeyen tarihi de gün ışığına çıkarılmış oldu. İlk kazılarda Theodosius zamanında (MS 4.yy)’da yapılan bir liman bulundu. Liman alanında ise toplam 35 gemi saptandı. Ancak en önemli buluş, 4 insan iskeletinin saptanmasıyla ortaya çıktı. Yapılan incelemelerde iskeletlerin MÖ 6.500’lü yıllara ait olduğu saptandı. Bir başka ifadeyle günümüzden tam 8 bin 500 yıl öncesine gidildi. İşte bu buluş İstanbul’un tarihinin yeniden yazılmasına neden oldu. Çünkü tarih kitaplarında İstanbul’un 2 bin 700 yıl önce Atina’dan gelen Megaralılar tarafından kurulduğu yazılıyordu. Bu buluntular ise İstanbul’un tarihinin 8 bin 500 yıl öncesine yani Neolitik döneme (Cilalı Taş) ait olduğunu gösterdi. Yerin 9 metre altındaki Theodosius zamanında (MS 4.yy) yaptırılan liman ve 35 gemi kalıntısı incelendiğinde çok ilginç başka bilgilere de ulaşıldı. Yapılan incelemelerde ise bu limanın ticari amaçlı kullanıldığı ve Mısır ile ticaret yapıldığı saptandı. Özellikle gemiler tarih ile ilgili bir çok ipucu verdi. Tekneler içinde ve kazı alanında bulunan yiyecekler Bizans imparatorluğunun deniz ticareti ve tarıma dayalı bir ekonomisi olduğunu ispatladı. Kazı alanında bulunan insan iskeletleri, deniz ürünlerini bol bol tükettiklerini gösterirken en çok incir, üzüm, vişne, kiraz ve kavun tükettikleri saptandı.
Vatan, 20.11.2010
|
ÜÇ İSTANBUL
İstanbul. İki kıtanın
orta yerinde, kocaman inci bir gerdanlık gibi
süzülen imparatorluklar kenti. Eşsiz güzelliklerin
trafiğe takıldığı Megakent. Şimdiki haliyle bile
sorunlar yumağı olan bu kent, 10 yıl sonra ne
olacak. Yağmurunda insanlar ölüp, akmayan trafiğinde
ömürler mi geçecek? Yoksa kocaman bir dalga mı
yutacak surlarını? Yeni çekim merkezleri nereleri
olacak, daha fazla büyüyecek mi? İşte bütün bu merak
ettiklerimizi üç mimara sorduk. Mimarlık Tarihçisi
Pof. Dr. Doğan Kuban, Mimar Hakan Kıran ve Mimar
Murat Tabanlıoğlu'yla İstanbul'u masaya yatırarak,
akıldaki bu sorulara yanıt bulmaya çalıştık. Üç
mimar, bakış açılarıyla yıllar sonraki üç İstanbul'u
ortaya koydu. Yapılaşmadan, trafik çözümüne,
turizmden büyümesine kadar işte üç mimarın, ilginç
tespitleriyle üç İstanbul'dan bazı başlıklar...
YAPILASMA 10 YIL
SONRA DA AYNI OLACAK
Çarpık
kentleşme düzelmeyecek. Çünkü toplum birdenbire
karakter değiştirmez. Hızlı büyüyen kentlerin
planlanma şansı yoktur. Üçüncü boğaz köprüsü, kanal
gibi projeler fantezi
İstanbul Prost'dan sonra planlı gelişme olduğu
söylenemez. Belediyede yerli yabancı plancılar oldu.
En ünlüsü Piccinato idi. Bir iki, yarım yamalak,
noktasal uygulama olsa bile, kent planı ne doğru
dürüst yapıldı, ne de yapılanlar uygulandı. Kentte
göz önünde olan Boğaziçi öngörünüm koruma alanı bile
kontrol edilemeyen uygulamalar yüzünden kalbura
döndü. İstanbul'da tek korunabilen özellik
Suriçi'nin Haliç siluetidir. O da Prost'dan kalma. O
yüzden, İstanbul'un yapılaşması uzmanların değil
politikacıların, arsa yağmacılarının, kente göçen
halkın zorladığı yasal olmayan yerleşmelerin oy
kaygısı ile yasalaşmasının ve belediye meclislerinin
ranta dönük kararlarının uygulanmasından oluşan
spontane bir şekillenmeyle oluyor. O yüzden İstanbul
10 yıl sonra da bugünkünden farklı olmayacak. Çünkü
10 yıl içinde toplum birdenbire karakter
değiştirmeyecek.
AVRUPA'YLA
KIYASLANMAZ
Avrupa'nın nüfusu artmıyor. Paris'in merkezi 19.
yüzyıldan kalma. İstanbul Avrupa ile değil,
Bangladeş, Pakistan, Çin'le karşılaştırılabilir.
Kontrolsüz olmak zorunda. Dünyanın her yerinde,
özellikle gelişmemiş ülkelerde, hızlı büyüyen
kentlerin planlanma şansı yoktur. Nüfusu bile
sayılamayan, yerleşme sınırları kontrol edilmeyen
bir yerde yapılamaz. İstanbul Roma çağından bu yana
1500 yıl 400-800 bin arasında olan bir kent fakat
1950'den sonra nüfusu on beş kat, alanı yirmi kat
arttı. Bu toplumun kültürü böyle bir değişmeyi
kontrol edecek nitelikte değildir.
3'ÜNCÜ KÖPRÜ FANTEZİ
Kenti boğacak şey ulaşımdır. Sadece ulaşım derdi
halkın yaşamını her gün daha fazla sıkıntıya
sokacağı için, yine sadece oy kaygısıyla, ulaşımda
biraz düzelme umudu olabilir. Boğaz Köprüsü ve kanal
gibi fantaziler metroyu 20-100 km uzatmaktan çok
daha önemsizdir.
DEPREM BÜYÜK FELAKET
Türkiye'nin dengesini bozacak en büyük felaket
depremdir. İdarecilere hala depremden sonrasını
örgütlemenin depreme karşı tedbirler almadan daha
önemli olduğun anlatamadık. Kaldı ki güçlendirilecek
hastane, okul gibi kamu yapılarının 10 yılda
%10-15'ini gerçekleştiren bir toplumun,
uygulanamayacak şeylerle vakit geçirmesi sadece halk
için değil, kendi politikaları için de tehlikelidir.
Ayrıca, doğal dere yataklarında ciddi mühendislik
çalışmaları yapılmazsa su baskını da can kaybı da
her zaman olur. 350 bin hektarlık bir kentte yeni
çekim merkezleri, tuzu kuru bir yatırımcının,
kişisel becerileriyle yaratılabilir. Kaosun yönünü
yine kaos saptar.
MARKA SÖZÜ UTANÇ
VERİCİ
Marka sözü İstanbul gibi üç imparatorluk
başkenti için utanç verici bir sıfattır. İstanbul'u
otomobil, ayakkabı, gömlek gibi bir mal olarak
düşünen cahiller böyle değerlendirebilirler. Bu
Konstantinopolis ya da İstanbul gibi dünya
kültürünün simgesi olmuş bir kente bir sığır
sürüsünün damgası gibi damga vurmaya yeltenmektir.
ARTIK HER YER SİSLİ
HER YER NİSANTASI
Her semtte
hızla yükselen AVM'ler nedeniyle her yer Şişli ve
Nişantaşı'na dönüşecek. Yerin üstü ve altını ikiye
ayırıp çalışılmalı
İstanbul bugün, Türkiye'nin gelişme çağındaki
Paris'i,
Londra'sı, New York'u. Planlamanın da buna göre
olması gerekiyor. Bugün ilk atılımlarla gördüğümüz
karşılaşmalar var. Dün aklımıza gelmeyen bölgelerde,
bugün yabancılar ev almaya başladı. Ofis hatta 5
yıldızlı oteller yapılmaya başlandı. Bu da
gösteriyor ki, projeksiyon olmasa, yatırımcı o
yatırımı yapmaz. İstanbul'la ilgili en önemli husus,
kenti parçalara ayırmak. Önümüzdeki 10 yılda, yerin
üstü ve altını ikiye ayırıp, çalışmaya başlanması
gerekir. Çünkü, bütün dünya medeniyetlerinin
-neredeyse tamamına yakınının- izlerini taşıyan,
nostaljisi, tarihsel geçmişi olan, bir yeraltından
bahsediyoruz. Bu yerin altı mutlaka ve mutlaka
keşfedilmeli.
TRAFİK HER YERDE VAR
New York ya da Paris nereye bakarsanız bakın,
dünyanın hiçbir metropolünde araç ulaşımı çözülmüş
değil. Trafik sıkışıklığı her yerde var. New York'ta
yürüyerek 10 dakikada gidebileceğiniz yolu bazen
yarım saatte gidebilirsiniz. Ancak buralarda
İstanbul'dan farklı yeraltı ve yerin üstünden toplu
taşıma olarak alternatifiniz var. Özellikle tarihi
yarımada ile ilgili başlatılan veya araştırılan
koruma ve kullanmaya yönelik projelerin tamamlanması
halinde, en önemli zenginliğimiz olan ve neredeyse
dünyadaki gelişmiş tüm medeniyetlerin de kültür
miraslarını barındıran yeraltı ve yerüstü tarihi
mirasımızı da tüm dünyaya açmış olacağız. En önemli
konu, tarihi zonu iyi kullanmak. Arkeolojik zonu da,
bir an önce ortaya çıkarmak ve artık insanların
gelmesi için daha İstanbul'u satmaya başlamamız
lazım.
KENTİ PAZARLAMALIYIZ
Yanlış anlaşılmasın, pazarlamak için çok
malzememiz var. Düne kadar gecekonduda oturulan
bölgelerde, bugün rezidans ismiyle çok yüksek katlı
binalar yapılıyor. Oradaki insanları, o binanın
içinde oturmaya doğru ittiğiniz zaman bu bir
gelişimdir. İyi yönü vardır. Ama bunun bir etap
sonrasında, o yaşam doğasına uymazsa, orada
sosyolojik bir problem çıkabilir. Ben bunu ara çözüm
olarak görüyorum. 10 yıl sonrasında, bu insanların
'Yüksek yapıda mutlu olamadım, alçak yapı istiyorum'
diyeceklerini düşünüyorum. Bıkmaktan değil
uyumsuzluktan. Eskisi gibi tek bir çekim merkezi
olmayacağına inanıyorum. Olmamalı da. Bugün
Tekirdağ-Çorlu birleşiyor. Her yere genişliyoruz.
Artık her bölgenin Şişlileri, Nişantaşıları olmaya
başladı. Doğru olan da buydu. Tek merkezli, herkesin
merkeze aktığı doğru değil. Önemli olan bu sistemi,
planlı yapmak.
MARKA KONSEPTİ OLMALI
İstanbul'un bir marka konseptinin olması lazım.
Bu konsept içinde, çağdaşlığın, tarihin yeri belli
olması lazım. Ve İstanbul'da yaşayan, şehre gelen
insanların o konsepte mutlaka uyum göstermesi
gerekir. Eğer bu gelişim, insanların konseptine göre
şekillenirse bu sosyal açıdan yanlış olacağı gibi,
mimariyi de şehri de olumsuz etkileyecektir.
İSTANBUL ARTIK DAHA
FAZLA GENİSLEMEMELİ
İstanbul'un
artık genişlememesi gerekiyor. Özellikle Haliç'ten,
Sarayburnu'ndan Dolmabahçe'ye kadar olan bölümün bir
master planla düzenlemesi gerekli
İstanbul artık genişlememeli. Olmayan eklerle zaten
bozulmuş olan kent dokusunun düzeltilmesine
odaklanılması gerekir. Kentler, bir noktadan sonra,
iyileştirme, fonksiyon alanlarının yer
değiştirmesiyle zaten 'içine doğru' genişler. Var
olan yapılanmanın yeniden değerlendirilmesiyle, artı
değerler elde edecek, atıl alanları geri
kazanacağız. Var olan, kültürün, mirasın ve kentin
doğal akışının bir parçası olan sahil şeridinin,
özellikle Haliç'ten, Sarayburnu'ndan Dolmabahçe'ye
kadar olan bölümümün bir master planla düzenlemesi
gerekli. Hamburg Hafencity'nin kıyı yerleşimi, sahil
şeridi düzenlemesi olarak pozitif bir örnek olduğunu
düşünüyorum.
ALTERNATİF
YARATILMALI
15 milyar nüfusa sahip bir kentin toplu ulaşımda
çok farklı bir düzeyde olması gerekirdi. Geleceğe
yönelik yatırımlar, raylı ulaşım, Boğaz'ın ve
kıyıların maksimum değerlendirildiği, deniz ulaşım
ve transfer merkezleri ile farklı sistemlerin
birbirine bağlanması yönünde olmalıdır. İstanbul'un
kara ulaşım sorunu sadece iki kıyı bağlamakla
çözülemez, alternatif yollar oluşturmanın yanı sıra
karayolu ulaşımının dışında imkanlar yaratmak
gereklidir. Bir önerimiz var. Güneyde Haliç'ten
başlayarak Büyükdere'nin kuzeyinde Karadeniz'e
bağlanması öngörülen Kağıthane Deresi, altyapı
olarak bir çözüm adımı olmasının ötesinde dere
yatağında olumsuz olarak gelişen yüksek yapılanmanın
da önünü alarak, bölgeyi yeniden projelendirilmenin
başlangıcı olacaktır. Kağıthane ile Büyükdere
arasında kalan bölge, yeşil alan olarak gelişerek,
topografyanın doğal eğimine uyumla teraslanarak, her
biri bulunduğu araziye uygun çeşitli karma yapılarla
yeniden düzenlenmelidir. Planlı bir uygulama ile bu
bölge kente yeni ve çağdaş bir merkez olarak
kazanılacaktır.
SANAT KENTLE
BULUŞMALI
İstanbul kendi varoluş biçimiyle daha birçok
kültür yapısına ve kültürel yapılanmaya açık. Son
yıllarda artan özel ve vakıf galerileri, kültür
merkezleri ile İstanbul'un kültür sanat alanında
dünya çapında bir yer hedeflediğini görüyoruz. Bizim
yenileme projesini hazırlayıp onayını aldığımız,
yeniden kültür-sanat hayatına katılacağı günü
beklediğimiz AKM gibi güncellenerek
kazanabileceğimiz yapıların yanı sıra sanata, modaya
ev sahipliği edecek yeni kültür yapısı İstanbul'un
gündeminde yer almalı. Bu yapıların her biri mimari
ve estetik öğeler olarak kent yaşamıyla kaynaşmalı.
Ama asıl önemlisi, binaların sanatın kentle
buluşmasını sağlayan ortamlar olarak işletilmeleri.
Tek tek projelerle değil genel bir planlama ile
kentsel bir iyileşme öngörülmeli. İyi projeler tabii
ki iyi örnekler oluşturacağından niyet olarak
anlamlıdır. Bir kent, liman, kamusal alanlar, ulaşım
arterleri gibi unsurların öncelikli olduğu genel bir
planlama ile değerlendirilmeli. Herkesin uymasının
sağlandığı kurallarla 10 yılda daha yaşanır bir kent
haline gelir. Bunun için işbirliği gerekli.'
Akşam, Haber: Nebahat
Koç, 20.11.2010
|
TARİH BARONLARINA
MUHBİRLE DARBE
Daha önce Elmalı ve Karkamış defineleri gibi paha
biçilmez tarihi eserleri yurtdışına kaçıran
Cumhuriyet tarihinin en büyük tarihi eser
kaçakçılığı çetesi Emniyet'in 15 ay süren operasyonu
sonucunda çökertildi. Büyük bir gizlilik içinde
yürütülen operasyon sonucunda yakalanan eski eser
kaçakçılığı konusunda uzmanlaşmış 35 kişi hakkında
cürüm işlemek amacıyla örgüt kurmak suçundan işlem
yapıldı. Yakalananlar arasında Interpol tarafından
kırmızı bültenle aranan Edip Telliağaoğlu'nun yeğeni
Aziz Telliağaoğlu
ile
Fuat Üzülmez ve
Fuat Aydıner gibi
ünlü tarihi eser kaçakçıları bulunuyor. Beynelmilel
faaliyet gösteren çetenin içine yerleştirilen
muhbirlerin verdiği bilgiler ve teknik takip
sonucunda yakayı ele veren uluslararası suç
organizasyonunun elemanları arasında çalıntı
eserleri yurtdışında pazarlayan Musevi ve
Bulgaristan uyruklu kişiler de bulunuyor. SABAH Özel
İstihbarat Bölümü'nün ulaştığı polis fezlekesine
göre çete elemanları diş macunu ve kozmetik krem
gibi malzemelerin içine sikke kamufle ederek
havalimanından yurtdışına kaçırma gibi ilginç
yöntemlerin de aralarında bulunduğu sayısız yöntemle
ABD ve Almanya başta olmak dünyanın çeşitli
ülkelerine tarihi eser kaçırdı. İstanbul Mali
Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri, iki yıl
içinde sürdürülen muhtelif operasyonlarda çökertilen
çetenin kaçırmaya çalıştığı eserlerin de aralarında
bulunduğu piyasa değeri 500 milyon TL olan 1700
tarihi eser ele geçirdi.
Mali polis, kaçırdıkları sikke, değerli çömlek ve
heykel gibi yüzlerce eseri, bir dış ticaret şirketi
gibi başta ABD ve Almanya olmak üzere dünyanın
çeşitli ülkelerine ihraç eden çeteyi yakalamak için
aksiyon filmi senaryolarına ilham verecek bir
operasyon planı yaptı. Yaklaşık iki yıl önce çetenin
içine muhbir yerleştiren polis, önce grubun
organizasyon şemasını çözdü. Mali polisin
tespitlerine göre eserlerin, bulundukları aşamadan
itibaren Kapalıçarşı'ya ulaştırılması, yurtdışına
çıkarılması, yurtdışında pazarlanması ve satılması
safhalarında çetenin -her biri kendi alanında
uzmanlaşmış- isimleri ayrı ayrı devreye giriyordu.
Emniyet'e çalışan tarihi eser uzmanı muhbirler, ilk
istihbaratları İstanbul Emniyet Müdürlüğü Mali
Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü'ne Mart 2009'da
bildirmeye başladı. Gelen ilk bilgilere göre
Türkiye'den Dubai'ye kaçırılan ve Birleşik Arap
Emirlikleri görevlileri tarafından yakalandıktan
sonra Türkiye'ye iade edilen tarihi eserleri
yurtdışına çıkaran Manisalı Hüseyin Yılmaz, yurt
içinden topladığı eserleri İstanbul Kapalıçarşı'daki
deposunda ve evinde saklayıp konteynırların gizli
bölmelerinde kargoyla yurtdışına kaçırıyordu. Daha
sonra gelen bir başka istihbaratta da Aziz, Ediz ve
Alpay Telliağaoğlu'nun, Hüseyin Yılmaz ve Bilal
Keleş ile işbirliği içinde Türkiye'nin dört bir
yanından tarihi eser toplayıp yurtdışına kaçırdığı
bildirildi. Emniyet'in muhbirleri ayrıca Aziz
Telliağaoğlu'nun Almanya'da yaşayan 'Büyük Fuat'
lakaplı Fuat Üzülmez ile birlikte hareket ettiğini
ve çetenin, eserleri yurtdışına kaçırırken Atatürk
Havalimanı kargo bölümünde çalışan Alpaslan
Kılıç'tan yardım aldığını da haber verdiler.
Muhbirlerin verdiği bir başka istihbaratta da İzmir
Menemen'de ikamet eden Kürt Apo lakaplı Abdullah
adlı kişinin define avcılığı yaptığı ve bulduğu
eserleri İstanbul'daki Atilla Anakök'e sattığı
belirtildi. Muhbirin aktardığı bilgilere göre Anakök
ise Abdullah'tan aldığı sikkeleri diş macunu tüpü
ile kozmetik kremlerin içinde saklayarak İstanbul
Atatürk Havalimanı'ndan yurtdışına kaçırıyor ve
ABD'deki alıcı olan Erick adlı kişiye ulaştırıyordu.
Çetenin son dönemde kaçırdığı değerli eserler
arasında Yunan ve Roma dönemine ait paha biçilemez
sikkeler, Helenistik döneme ait pişmiş topraktan
Afrodit heykelleri, tabak, vazo, heykel başı, cam
büst, mermer heykel gibi eserler bulunuyor. Polisin
tespitlerine göre çete üyeleri tarihi eserlerin
imitasyonlarını da üretip pazarladı. Çetenin tarihi
eser envanterindeki orijinal yapıtların görselleri
ise dijital ortamda saklandı. Polisin yaptığı
operasyonlarda çetenin kaçırmayı planladığı
eserlerin fotoğraflarının bulunduğu laptoplar ve
harici hard diskler ele geçirildi. Fotoğraflardaki
eserlerle yabancı ülkelerde internette pazarlanan
tarihi eserlerin eşleştiği saptandı. Yunan ve Roma
dönemlerine ait bronz sikkeler, kulplu koku şişesi,
madeni para gibi eserlerin sahteleri de üretilip
yurtdışında internet sitelerinde pazarlanarak
satıldı. Bu sayede sattıkları eserlerle zengin olan
çete üyelerinin villalarda oturdukları saptandı.
Polis, bu villaların önünde aylarca teknik takip
yaptıktan sonra bir dizi operasyon gerçekleştirdi.
Hüsnü Telliağaoğlu
Elmalı Hazinesi'ni kaçıran Telliağaoğlu
ailesinin ileri gelenlerinden biri.
Aziz Telliağaoğlu
Örgütün lideri olduğu ileri sürülüyor. Tarihi
eserlerin kaçırılması ve satılmasını organize
ediyor. İstanbul Kapalıçarşı'da toplanan eserleri
yurtdışına gönderiyor ve satıyor.
Fuat Üzülmez
Avrupa sorumlusu ve yöneticisi olduğu
belirtiliyor. Kırmızı bültenle aranıyor, Almanya
Münih'te ikamet ediyor. Türkiye'den gelen tarihi
eserleri müzayede evlerine satıyor.
Fuat Aydıner
Üç numaralı adam. Eserlerin
incelenmesi-ekspertizi satınalınması-nakliyesi-yurtiçinde
satılması ve örgütün yöneticisiyle yurtdışında
bağlantıları sağlıyor.
Sabah, Haber:
Abdurrahman Şimşek, 20.11.2010
******
İŞBÖLÜMÜYLE
ÇALIŞIYORLARDI
SABAH'ın ulaştığı belgelere göre 2863 sayılı Kültür
ve Tabiat Varlıklarını Koruma
Kanunu'na aykırı davrandıkları için haklarında kamu
davası açılan şüpheliler şunlar: Fuat Üzülmez
(Almanya'da yaşıyor, firari.) Aziz Telliağaoğlu,
Fuat Aydıner, Bilal Keşel, Mustafa Karlankıç, Murat
Yetke, Ediz Telliağaoğlu, Marsel Moiz Behmoaram,
Alpay Telliağaoğlu, Hüseyin Yılmaz, Kamer İşsever,
Sami Güneri Gülener, Ömer Kurhan, İhsan Acar, Arif
Doğangüneş, Nihat Keleş, Mehmet Nevfel Mendi, Atilla
Anakök, Levent Bayır, Hüseyin Taç, Ayhan Külekçi,
Ali Çabuk, Bülent Yılmaz, Zahir Keleş, Harun Yadigar
Savman, Ercan Yıldız, Ethem Topçu, İbrahim Emre
Aydıner, Piort Dmitrievich Vornicov, Sezair Oktay,
Zeynel Çimen, Murat Kılıç, Mehmet Muhsin Karsu,
Mehmet Faruk Erdemir ve Yücel Akkaya.
Sabah, 20.11.2010
******
TARİHİ ESER A.Ş.
NASIL ÇÖKERTİLDİ?
Çete elemanlarını teknik takibe alan polis,
telefonda şifreli konuşmalarla eser kaçırma işlerini
planlayan çeteyi sekiz ayrı yemleme operasyonu ile
çökertti. Böylece çete üyeleri 15 ay süren operasyon
sonucunda polisin titizlikle ördüğü ağın içine
düştüler. Mali Suçlarla Mücadele Şube Müdürü
tarafından yönetilen operasyonlarda biri emniyet
amiri, ikisi başkomiser ve biri komiser olmak üzere
20 kişilik özel ekip görev aldı. Bu ekipte, çeteyi
dinleyip görüşme kayıtlarını sıcağı sıcağına
çözümleyen altı kişilik teknik takip timi de vardı.
Çete elemanları telefonda kod isimlerle andıkları
eserleri nasıl kaçıracaklarını şifreli yöntemlerle
anlatıyorlardı. Heykele "kuzu", sikkeye "bebe" diyen
çete üyeleri, Beyazıt Çınaraltı'nda buluşmak üzere
sözleşmek için "Yalova Çınarcık'ta buluşalım"
diyorlardı. Çete
elemanlarını teknik takibe alan polis, telefonda
şifreli konuşmalarla eser kaçırma işlerini planlayan
çeteyi sekiz ayrı yemleme operasyonu ile çökertti.
Böylece çete üyeleri 15 ay süren operasyon sonucunda
polisin titizlikle ördüğü ağın içine düştüler. Mali
Suçlarla Mücadele Şube Müdürü tarafından yönetilen
operasyonlarda biri emniyet amiri, ikisi başkomiser
ve biri komiser olmak üzere 20 kişilik özel ekip
görev aldı. Bu ekipte, çeteyi dinleyip görüşme
kayıtlarını sıcağı sıcağına çözümleyen altı kişilik
teknik takip timi de vardı. Çete elemanları
telefonda kod isimlerle andıkları eserleri nasıl
kaçıracaklarını şifreli yöntemlerle anlatıyorlardı.
Heykele "kuzu", sikkeye "bebe" diyen çete üyeleri,
Beyazıt Çınaraltı'nda buluşmak üzere sözleşmek için
"Yalova Çınarcık'ta buluşalım" diyorlardı.
Sabah, 20.11.2010
|
BOĞAZİÇİ'NE İLK KÖPRÜ 2522 YIL ÖNCE YAPILDI
Üzerinde, kalıcı bir köprünün kurulmasına izin vermeyecek derecede derin ve geniş olan İstanbul Boğazı’nda ayrıca Karadeniz’den Marmara istikametine doğru üst akıntı köprü yapımını zorlaştırıyordu. Bu bakımdan Mandroklees, daha sonradan Persler, Helenler ve Romalılar tarafından tecrübe edilen bir teknik kullanarak tarihte ilk defa iki kıtayı birbirine bağlayan bir köprü oluşturdu.
Gemiler bir kıyıdan karşı kıyıya kadar belli aralıklarla dizildi ve birbirlerine demir kıskaçlarla çengellendi. Çatı oluşturulduktan sonra köprünün eni boyunca kalın kalaslar kesildi ve bunlar teknelerin üzerilerine uzunlamasına peş peşe dizildi. Ardından enlemesine tahtalarla bunlar birbirine tutturuldu. Dareios, köprüyü tetkik ettikten sonra hayranlık uyandırıcı bir işi böylesine kısa bir sürede başardığı için Samoslu mimar Mandroklees’e ücretinin 10 katını verdi. Dareios, MÖ 512 yılında 740 metre genişliğindeki köprüden Avrupa’ya geçti. Daha sonra boğaz üzerindeki köprüyü oluşturan gemiler ayrıldı. Böylelikle Pers donanması, filolar halinde Byzantion, Kalkhedon limanları ile İstanbul Boğazı kıyılarında demir attı.
Milliyet, 20.11.2010
|
 |
 |
BU DA MÜZELERİ DOLANDIRAN RAHİP
Amerikan'ın Louisiana eyaletine bağlı Lafayette kentindeki Hilliard University Art Museum'ın eksperleri müzenin resim koleksiyonunda bir Katolik rahip tarafından hibe edilen resmin sahte olduğunu tespit etti.
Ayrıca, rahibin kendi zevki için dünyaca ünlü resimlerin kopyalarını yaptığı ve sonrada galeri ve müzelere hediye ettiği ortaya çıktı.
Müze yetkililerine göre; ünlü Amerikalı empresyonist Charles Courtney Curran'ın resminin sahte kopyası Hilliard Müzesi'ne Arthur Scott isimli bir Cizvit rahip tarafından hediye edilmişti.
Araştırma sırasında, rahibin ülkenin başka galerilerinde ise kendisini 'Mark Landis' ve 'Stiven Gardiner' isimleriyle tanıttığı öğrenildi. Müze müdürü Mark Tullos ; 'ressam'ın eserlerini galerilere hibe ettiği için ve dolayısıyla icraatlarının menfaat kaygısı taşımadığı gerekçesiyle, kendisine her hangi bir yasal yaptırım da uygulanamayacağını vurguladı.
Tullos'ın gerçekleştirdiği araştırmaya göre; Arthur Scott'un 'eserleri' ülkedeki 30'dan fazla müze ve galeri koleksiyonlarını süslemektedir. Şimdi eksperler ekspozisyonlardan bu sahte resimleri toplattırmak için kapsamlı bir çalışma başlatacaklar.
Hilliard Müzesi yetkileri yinede polise başvuracaklarını ve rahibin kendilerine sunduğu çeşitli müzayedelerden resimlerinin sergilendiğine dair , sahte dekontları delil olarak takdim edeceklerini belirtti.
Milliyet, 20.11.2010
|
CUMHURİYET SANAT
EĞİTİMİNE KERPİÇ EVLERDE BAŞLADI
İstanbul'un 2010 Avrupa
Kültür Başkenti dönemini hem ülkemizdeki, hem de
Avrupa’daki insanların belleğinde ufacık bir kültür
ve sanat tadı bırakamadan tamamlamak üzereyiz.
Üstelik milyonlarca
dolar harcanmasına rağmen...
Bu başarıdan dolayı büyük küçük bütün ilgili ve
yetkilileri kutlamak gerekir! Eğer ülkeyi yönetenler
sanatın önemini kavrayamamışlarsa Avrupa Kültür
Başkenti olmak hiçbir şey yazmaz.
Bakın Cumhuriyet’in kurucuları o yoksulluk içinde
kültür ve sanatın gelişmesi için neler yapmışlar.
Tarih 22 Ağustos 1924...
Ankara’da toplanacak olan Muallimler Kongresi
hakkında bilgi sunmak amacıyla Eğitim Bakanı Vasıf
Bey, Mustafa Kemal Paşa’ya ziyarete gelir.
Vasıf Bey bilgi sunduktan sonra Gazi Paşa’yı
kongreye davet eder.
Mustafa Kemal Paşa “Katılırım. Memnunlukla. İlk
kongreye de katılmıştım. Tam da Kütahya Savaşı
sırasında, rahmetli Nâzım Bey’in şehit olduğu,
cephenin yarıldığı gündü” der.
Sonra da şu talimatı verir:
“Sana bir şey hatırlatmak istiyorum. Okullarda müzik
dersi var ama hâlâ müzik öğretmeni yok. Çocuk
şarkıları yok. Bir çare bulsak da halk müziğini,
türküleri, oyun havalarını da toplatsak. Bu işler
için bütçede ödenek ayrılmıştı. Müzik çok önemli bir
sanat, bir ihtiyaç. Bu sanatı okullarımıza sokalım.
Çocuklarımız birlikte eğlenmeyi, oynamayı,
şarkı-türkü söylemeyi öğrensin, hayat coşkusunu
tatsın, büyük eserleri tanısın.”
“Peki efendim.”
* * *
Hiç zaman yitirilmedi ve 1 Eylül’de Musiki Muallim
Mektebi kuruldu.
İleride Ankara Devlet Konservatuvarı’na dönüşecek
olan okula Cebeci’de Şakir Ağa Hanı’nı oluşturan
ikisi kerpiç üç eski bina ayrıldı.
Müdürlüğe Cumhurbaşkanlığı Orkestrası Şefi Osman
Zeki Üngör getirildi, öğretmenler seçildi.
Öğretimin on iki erkek öğrenci ile 1 Kasım’da
başlamasına karar verildi.
On iki öğrenciyi az bulan bir milletvekiline Vasıf
Çınar güldü, “Altısını İstanbul’daki öksüz yurdundan
getirttik. Yoksa altı öğrenciyle açılacaktı. Aileler
müzik öğretmenliğini ciddiye almadılar, çocuklarını
vermediler” dedi.
Okulun açılma haberi duyulunca söylentiler de
başladı.
Yakında okula kız öğrencilerin de alınacağı,
erkeklerle birlikte eğitim görecekleri, birlikte
çalgı çalacakları gerici çevrelerde ağızdan ağza
dolaşıyordu.
Bu çevreler kadınların çarşaftan çıkmış olmalarına
da, Gazi Paşa’nın yüzü açık eşini yurt gezilerine,
ziyafetlere götürmesine de büyük öfke
duyuyorlardı.(*)
* * *
Bütün yokluklara rağmen sanatın bir millet için
vazgeçilmez olduğunu vurgulayan Mustafa Kemal’in
kararlılığı ile 1 Eylül 1924’te kerpiç binalarda
kurulan Musiki Muallim Mektebi 1 Kasım 1936’da
Devlet Konservatuvarı’na dönüştürüldü.
Konservatuvarda binlerce tiyatro, opera, bale,
senfoni orkestrası, sahne, müzik ve beste
sanatçıları yetişti.
Bu değerli sanatçılar Türkiye’nin aydınlık, çağdaş
yüzünü tüm dünyaya tanıttılar.
Ankara Konservatuvarı’nın yetiştirdiği çok değerli
sanatçılardan ilk aklımıza gelenler şunlar:
Azra-Aydın Gün, Cüneyt-Ayten Gökçer, Yıldız-Müşfik
Kenter, Fazıl Say, Gürer Aykal, Gülsin Onay, Hüseyin
Sermet, Meriç Sümen, Yıldırım Önal, Can Gürzap,
Cihan Ünal, Zuhal Olcay, Mehmet Ali Erbil.
Yıllardan beri Cumhuriyet döneminde yetişen
sanatçılarla gurur duyduk, bundan sonra da
duyacağız.
(*) Cumhuriyet Türk
Mucizesi İkinci Kitap/TURGUT ÖZAKMAN
Hürriyet, Yazı: Tufan
Türenç, 20.11.2010
|
RESSAM OSMAN HAMDİ RUMDU
Boğaziçi Üniversitesi Tarih bölümü öğretim üyesi Prof.Dr. Edhem Eldem, Osman Hamdi Bey’in babası İbrahim Edhem Paşa’nın Sakız Adası’nda doğan bir Rum olduğunu ileri sürdü.
Tarih Vakfı tarafından yayımlanan “Toplumsal Tarih” dergisinde bir makale yayımlayan Prof.Dr. Eldem, büyük dedesi İbrahim Edhem Paşa’nın Sakız Adası’nda bir Rum aileden dünyaya geldiğini, 1821’de köle olarak Hüsrev Paşa tarafından satın alındığını ve Paris’e gönderilerek iyi bir tahsilden geçirildiğini anlattı. Ednem Paşa’yı ilginç kılan özelliği ise, Sakızlı Rum olarak dünyaya gelmişken, sadrazamlığa kadar yükselmiş köle kökenli bir Müslüman bürokrat olmasıydı.
Müslüman geleneklerine uygun olarak yetiştirilen İbrahim Edhem, kardeşi Kuzguncuk’ta bir kilisede papaz olarak görev yaptığı halde Rum aslını saklamak için bir hayli çaba sarfetti ve hatta kendisini Çerkes gibi gösterdi. Edhem Eldem, Osman Hamdi’nin ise Rum geçmişinden hiç sakınmadığını, hatta bunu sık sık vurguladığını yazdı. Diğer oğlu Halil Bey ise babasının Rumluğunu unutturup ona Müslüman bir geçmiş inşa etmeye soyundu. Eldem, bunun sebebini şöyle açıkladı:
“Giderek dozu artan bir Türkçülük akımıyla özdeşleşen bir ülkede ihtida (başka dinden Müslümanlığa geçme) etmiş veya ettirilmiş bir Sakızlı Rum’un oğlu olmak herhalde pek cazip bir durum değildi.”
Milliyet, Haber: Şükran Pakkan, 19.11.2010
|
 |

|
BERLUSCONI HEYKELE PENİS TAKTIRDI
İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi, bu kez Mars heykelinin penisiyle gündemde.
Resmi ikametgahı Chigi Sarayı’nda bulunan Mars heykelini inceleyen Berlusconi, heykelin penis kısmının boş olduğunu görünce, hemen bir penis hazırlanıp heykele yapıştırılmasını emretti ve bu isteği de gerçekleştirildi. MÖ 175 yılından kalma heykeldeki penisin, hangi aşamada düştüğü bilinmiyor. Bu arada Berlusconi, Mars’ın yanındaki Venüs heykelinin de, eksik olan elini tamamlattı. La Repubblica Gazetesi, penis ve el naklinin İtalyan vergi mükelleflerine 70 bin Euro’ya mal olduğunu yazdı. Ancak Başbakan’ın mimarı Mario Catalano, “Bu kararı ben verdim. Tek bir lirete bile mal olmadı. Devlet görevlileri projede çalıştı. Restorasyonun iki felsefesi vardır. Birincisi temizleyip bırakmaktır. İkincisi ise hasar vermeden orijinaline göre onarmaktır” dedi. Eksik organların, manyetik sistemle iliştirildiği, gerektiğinde çıkarılabileceği belirtildi. Yenilenmiş Venüs ve Mars heykeli, Palazzo Chigi’nin girişinde bir yere kondu.
Hürriyet, 19.11.2010
|
ÇEMBERLİTAŞ YENİ YÜZÜYLE IŞILDAYACAK

MS 330 yıllarında İmparator I. Konstantin onuruna, İstanbul'un yedi tepesinden biri
olan ve şu anki adıyla Çemberlitaş olarak
adlandırılan semtteki tepeye dikilen Çemberlitaş
sütunu, sekiz yıldır sürdürülen restorasyon
çalışması kapsamında yenilenen yüzüyle göz
kamaştırıyor.
Anıtlar Kurulu'nca onaylı restorasyon projeleri
Tarihi Çevreyi Koruma Müdürlüğü tarafından yapılan,
restorasyon uygulamaları ise Yapı İşleri
Müdürlüğü'nce gerçekleştirilen Çemberlitaş
Sütunu'nun restorasyonu sekiz yıllık çalışmanın
sonucunda sona erdi.
17 Ağustos 1999 depreminin ardından Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma Kurulu'nun Çemberlitaş
Sütunu'nda depremle ilgili hasar tespit çalışması
yapmasından sonra sütunla ilgili sağlamlaştırma
yapılmasına karar verildi. Bunun üzerine 2002
yılında Kültür Bakanlığına bağlı Restorasyon ve
Konservasyon Müdürlüğü gözetiminde Çemberlitaş'ta
temizlik çalışması yapıldı.
Sütunla ilgili restorasyon projeleri öncesi Jeo
Radar Sistemi kullanılarak üç boyutlu çatlak
haritaları çıkarılan Çemberlitaş'ta sütunun
üzerindeki çatlaklar ve 1972 yıllarında yapılmış
dolgularla ilgili teknik rapor hazırlandı. Temizlik
sonrası sütunla ilgili toplanan verilerle, İstanbul
Büyükşehir Belediyesi Tarihi Çevreyi Koruma
Müdürlüğü restorasyon projesi yapıldı. Restorasyon
projeleri Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma
Kurulu'nca 8 Haziran 2005'te kararla onaylanarak
çalışmalara başlandı.
Ayrıca, Çemberlitaş'a tramvay titreşimlerinin zarar
verebileceği endişelerine karşı, İstanbul Ulaşım A.Ş
tarafından zemin titreşim ölçümleri yapılarak ray
altına özel titreşim azaltıcı bağlantı elemanları
döşendi. Çemberlitaş Sütunu çevre düzenlemesi
çalışması kapsamında ise sütunun küfeki kısmındaki
derzleri tamamlandı.
Eksik küfeki bölümlerine yeni taşlarla tamamlama
yapıldıktan sonra sütunun etrafına 40x40 ebadında
döşeme ve basamak yapıldı. Sütun etrafında bulunan
kırılmış, çökmüş ve yama yapılmış bölümler sökülerek
yeni granitlerle detayına göre bordür ve kaplama
çalışmaları devam ediyor.
Çemberlitaş Sütunu aydınlatma çalışması kapsamında
ise sütununun dört çapraz köşesine, 4 metre
yüksekliğinde aydınlatma direği, üzerine 2'şer adet
projektör konularak aydınlatma yapılacak.
Projektörlerin bir adedi beyaz ışıkla sütunu, diğeri
sarı ışıkla küfeki taşı kısmını aydınlatacak.
Kablo montaj işlemine başlanılan ve Kasım ayı sonuna
kadar tamamlanması planlanan çalışmaya restorasyon
ile birlikte toplam 1 milyon 856 bin 65 TL harcama
yapıldı.
Habertürk, 18.11.2010
|
İSTANBUL'DA İLK KEZ RUM MİMARLAR SERGİSİ AÇILIYOR
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı
ile Zoğrafyon Lisesi Mezunlar Derneği, tarihte ilk
kez Rum mimarların eserlerini bir sergide ve kitapta
bir araya getiriyor.
Sergi
İstanbul’dan sonra Atina ve Selanik başta
olmak
üzere muhtelif şehirlerde de açılacak. Kitap ise üç
dilde hazırlanıyor.
Osmanlı mimarisinde vazgeçilmez yeri olan Ermeni
mimarlar, başta Balyan Ailesi olmak üzere muhtelif
kitaplara konu olmuştu ama Rumlar arasında mimar
olabileceği fikri bile hayli romantik kaçıyordu
doğrusu. Oysa,
İstanbul mimarisinin Batılaşmasında en az Ermeni
mimarlar kadar Rum mimarların da yabana atılamayacak
katkısı vardı. Üstelik, her gün önünden geçtiğimiz
ve mimarisine hayran kaldığımız binaların bir kısmı
Rum mimarlara aitti.
İşte bu nedenle, Cumhuriyet tarihinde ilk kez
İstanbul mimarisinde önemli tesiri bulunan Rum
mimarların eserlerinin bir sergide bir araya
getirilmesi, bunun da aynı zamanda kitap olarak
yayımlanması son derece önemli.
Zoğrafyon Lisesi Mezunlar Derneği ile
İstanbul 2010 Kültür Başkenti Ajansı’nın
işbirliğiyle hazırlanan sergi, mimari eserlerin
muhtelif fotoğraflarından ve yapılış sürecini
kapsayan arşiv malzemelerinden oluşuyor. Kitapta ise
12 Yunan ve Türk araştırmacının konuya ilişkin
makaleleri yer alıyor. Kitabın bir başka önemli
özelliği ise Türkçe-İngilizce ve Yunanca-İngilizce
olarak iki ayrı nüsha halinde hazırlanmış olması.
Kitap, bu konuya değinen ilk eser olması bakımından
da ayrı bir önem taşıyor.
“19. ve 20. Yüzyılda
İstanbul’un Rum Mimarları” sergisi, 22 Kasım’da
mimarların büyük çoğunluğunun mezun olduğu Sanayi-i
Nefise yani Güzel Sanatlar Fakültesi’nde açılacak.
Kendisi de Rum asıllı olan Osman Hamdi Bey
Salonu’nda yer
alacak
sergi, daha sonra Yunan Konsolosluğu’na taşınacak.
Arkasından da Atina ve Selanik’e doğru yola çıkacak.
Tespit edilen 450 civarında mimar ve kalfa
arasından 90 mimar ve 150 bina sergide yer alacak.
Bunlardan bazıları:
Pera Müzesi (Bristol Oteli) -
Mimar Manoussos
Fener Rum Erkek Lisesi -
Mimar Konstantin Dimadis
Aya Triada Kilisesi -
Mimar Vasilaki İoannidis
Zoğrafyon Lisesi -
Mimar Periklis Fotiyadis
Hürriyet, Haber: Sefa Kaplan, 18.11.2010
|
TARİH YENİDEN YAZILIYOR
İspanyol ve İzlandalı bilim adamlarının yaptığı bir
araştırma, Amerika kıtasından Avrupa kıtasına ayak
basan ilk kişinin bir kadın olduğunu ortaya çıkardı.
Araştırmaya göre, Vikingler, bin
yıl önce
Amerika kıtasında doğan bir kadını
İzlanda’ya getirdi. Bu tez, Vikinglerin Cristof
Colomb’dan yüzyıllar önce Amerika kıtasına
ulaştığını ortaya koyuyor.
İspanya Bilimsel Araştırmalar Enstitüsü (CSIC),
4 İzlandalı aileye mensup 80 civarında kişiye
genetik incelemeler yapıldığını ve bu kişilerde
bulunan bir DNA türünün sadece ya Doğu
Asya’da dünyaya gelenler ya da Amerikalı
yerlilerde var olduğunu açıkladı.
CSIC araştırmacılarından Carles Lalueze-Fox,
makalesinde, "İlk başta DNA’nın İzlanda’ya yerleşmiş
Asyalı ailelerden geldiğini düşündük. Ama soy
ağaçlarının incelenmesi sonucu 4 ailenin atalarının
1710 ile 1740 arasında yaşamış olduğunu ve
İzlanda’nın güneyindeki bir bölgeden geldiklerini
keşfettik" ifadesini kullandı.
Laueza-Fox, C1e adı verilen genetik dizilimin
İzlanda’ya bir kadın tarafından sokulduğunu
gösterdiğini belirttiği makalesinde, "En gerçekçi
hipotez, bu genlerin 1000 yıllarında Vikingler
tarafından Amerika kıtasından getirilen bir yerli
kadına ait olduğudur" dedi.
Milliyet, 18.11.2010
|
3 YAŞINDA HAZİNE BULDU
Essex Kenti’nde yaşayan 3 yaşındaki James Hyatt, geçen mayıs ayında tarlada beraber gezintiye çıktığı dedesinden oynamak için metal dedektörü istedi. Birkaç dakika sonra 3 yaşındaki James’ın oynadığı dedektörden bip sesleri gelmeye başladı. Babası ve dedesi büyük şaşkınlık yaşarken James, 20 santimetre kadar kazdığı çamurlu topraktan 16. yüzyıldan kalma altın kolye ucu buldu.
Kolye ucunu uzmanlara götüren aile, minik oğullarının 2.5 milyon sterlin değerinde (5.8 milyon TL) hazine bulduklarını öğrenince büyük sevinç yaşadı. Şimdi 4 yaşında olan James’in dedesi 15 yıldır hobi olarak altın aradığını ama bugüne kadar hiç bulamadığını söyledi. Altının satışından gelecek para, tarla sahibiyle aile arasında paylaştırılacak. Kolye ucunun, kraliyet ailesinden bir kişiye ait olduğu sanılıyor.
Hürriyet, 18.11.2010
|
 |

|
'ÜÇ GÜZEL' PAMUK ELLER CEBE
Louvre Müzesi, sanat eleştirmenleri tarafından 'Ulusal Miras' olarak adlandırılan, Alman ressam 'Yaşlı' Lucas Cranach'ın 16. yüzyılda yaptığı 'Drei Grazien' (Üç Güzel) adlı tabloyu, müzeye kazandırabilmek için sanatseverlerden yardım talep eden bir kampanya başlattı.
The Guardian'ın haberine göre, 1530 yılı civarında yapıldığı tahmin edilen 'Drei Grazien' tablosu, şu anda bir özel koleksiyonda bulunuyor. Fransa'nın başkenti Paris'te bulunan, dünyanın en çok ziyaret edilen müzesi Louvre, 4 milyon Euro'luk eser için 3 milyon Euro toplamış durumda. Şimdi ise sadece 1 milyon Euro'ya ihtiyaç var. Louvre Müzesi'nin yöneticisi Henri Loyrette, üç kadının nü olarak resmedildiği, bir A4 kağıdından biraz büyük 24x37 santimetre boyutlarındaki tablonun müzenin hazinelerinden biri haline gelebileceğini söyledi.
Öte yandan Louvre'un başlattığı kampanya medya tarafından eleştiriliyor. Müzenin büyük bir fona sahip olduğunu belirten gazeteciler kampanyayı 'kabul edilemez' olarak niteliyor.
Habertürk, 18.11.2010
|
OSMANLI MİMARLIK TARİHİNİN İLK KİTABI

Sultan Abdülaziz, Balkan topraklarında fetih için
at koşturan ataları sayılmazsa Avrupa'yı ziyaret
eden ilk Osmanlı padişahı. 1873'te Viyana
Uluslararası Sergisi'nde Türk sanatkar ve
zanaatkarlarının eserleri ile Osmanlı ülkesinde
açılan fabrikaların mamullerinin dünyaya tanıtılması
için yapılan çalışmalar da onun emri ile
gerçekleştirildi.
Osmanlı Devleti, daha önce de birkaç uluslararası
sergiye katılmıştı. Ülkenin farklı yerlerinde
geleneksel olarak gerçekleşen panayırlar ve Ramazan
aylarında cami avlularında açılan sergiler sebebiyle
sanatkarlar ürünlerinin sergilenmesine zaten
alışıktı. Sergiye katılmak için yapılan hazırlıklar
iki yıl sürdü. Tanıtım için götürülen ürünlerin yanı
sıra Viyana'da Topkapı Sarayı önündeki Sultan Ahmet
Çeşmesi'nin gerçek malzemelerle bir maketi yapıldı.
İki de kaynak eser hazırlandı: "Elbise-i Osmaniye"
ve "Usul-i Mi'mari-i Osmani". İlk kitap için dönemin
askeri ve mülki erkanının, her kesimden halkın
giydiği kıyafetler tek tek fotoğraflandı. Projeyi
sergide Osmanlı heyetinin başkomiseri olarak görev
yapan Osman Hamdi Bey yürüttü. Fotoğrafları Pascal
Sébah çekti.
İkinci kitapta, yani "Usul-i Mi'mari-i Osmani"de
ise Osmanlı klasik mimarisinin elemanları sistematik
olarak anlatıldı. Geometrik kurallar metne döküldü.
Birçok mimari eserden genel ve detay çizimler
yapıldı. Bir bakıma Osmanlı mimarisinin özeti
çıkarılarak Avrupa ülkelerinin mimarisine alternatif
oluşturabilecek niteliklere sahip olduğu ilan
edilmeye çalışıldı. Sergiye eşya gönderilmesi için
kurulan özel komisyonun başkanı ve Nafia Nazırı
İbrahim Ethem Paşa'nın idaresinde hazırlanan
kitaptaki resimler, Montani Efendi, Bogos Efendi ve
Mösyö Mayer tarafından çizildi. Türkçe, Fransızca ve
Almanca olarak kaleme alınan metinlerin
Fransızcasını Mösyö De Lone yazdı. Resimlerin
klişesi ve basım Mösyö Sébah tarafından
gerçekleştirildi.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarafından
gerçekleştirilen Uluslararası Viyana Sergisi'nde
Osmanlı Devleti'nin tanıtımı çok başarılı geçti.
Sergiye katılanlara 420 adet çeşitli dallarda ödül
verildi. Ülke ekonomisinin gelişmesi ve tanınmasına
katkısı ekonomik alanda araştırma yapanların
uzmanlık alanına girse de Viyana Sergisi'nden
günümüze iki önemli hatıra kaldı: 1873 yılında
Türkiye'deki halk giysilerini belgeleyen "Elbise-i
Osmaniye" ile "Usul-i Mi'mari-i Osmani" kitapları.
Elbise-i Osmaniye, Sabancı Üniversitesi tarafından
basılarak günümüz okurunun istifadesine sunulmuştu.
Devasa boyuttaki "Usul-i Mi'mari-i Osmani /
L'Architecture Ottomane" ise TTT Vakfı Yayınları
tarafından tıpkıbasım olarak hazırlanmıştı. Ancak
mimarlar ve mimari tarihiyle uğraşanlar kadar
tezhipten çiniye, ince marangozluktan mermer
oymacılığına klasik sanatlara gönül ve emek verenler
için de önemli bir kaynak niteliğinde olan bu büyük
boyutlu kitaba herkesin ulaşması mümkün değildi.
Çamlıca Basım Yayın, "Usul-i Mi'mari-i Osmani"yi
yeniden yayımlayarak Osmanlı mimari tarihini görsel
olarak anlatan bu değerli eseri kütüphane
raflarından indirip hizmete sunmuş oldu.
Yine büyük boyda fakat daha makul ölçülerde
basılan kitapta çizimler ve
Osmanlıca-Fransızca-Almanca metnin yanı sıra
Osmanlıca metnin transkripsiyonu ile sadeleştirilmiş
hali bir arada yer alıyor. Kitaba ayrıca Osmanlıca
metnin transkripsiyonunu daha iyi anlayabilmek
isteyenler için bir sözlük kısmıyla sergi ve kitapla
alakalı resmi yazışmalar eklenmiş.
13 kısımdan meydana gelen kitapta öncelikle
Osmanlı mimari tarihi ve Osmanlı mimarisinde geçerli
olan usuller anlatıldıktan sonra Süleymaniye Camii,
Selimiye Camii, Yeni Cami, Kanuni Türbesi, Şehzade
Türbesi, Üçüncü Ahmet Çeşmesi, Azapkapı Çeşmesi gibi
zirve eserler tanıtılıyor. Alanında ilk olan ve
mimari tarihimiz açısından büyük önem taşıyan kitap
Osmanlı mimari eserlerinde yer alan süsleme
unsurlarının çizimleriyle devam ediyor.
Zaman, Haber: Kenan Ilıca, 18.11.2010
|
GENELEV HAZİNESİ
Bentderesi Genelevi’nden yaz boyu
süren yıkımlar sırasında Selçuklu döneminden kalma
eserlerin yanı sıra, Bentderesi’nden Dışkapı’ya
uzanan bir su kanalı bulundu.
Genelevdeki yıkım bayram sonrasında yeniden
başlayacak. Önümüzdeki hafta Büyükşehir Belediyesi,
kamulaştırdığı dört evin daha yıkımını yapacak.
Yıkılacak evlerin bir tanesi dış kısımda yer
alırken, üç tanesi genelevin iç kısmında bulunuyor.
Dört evin daha yıkılmasıyla birlikte Ulus’taki
Bentderesi Genelevi’nde kalan ev sayısı 17’ye
inecek. Genelevin yıl sonuna kadar tamamen
kaldırılması hedefleniyor.
Ankara Hürriyet’e yıkımlarla ilgili bilgi veren
Büyükşehir Belediyesi’nden üst düzey bir yetkili,
Ulus Tarihi Kent Projesi kapsamında yapılan
kazılarda Bentderesi’nde yıkılan evlerin altında
tarihi eserlere rastlandığını belirtti. Bentderesi
Genelevi’nin altında Roma döneminden kalma su kanalı
ve Selçuklu döneminden kalma çömlek ve cam tespit
ettiklerini söyleyen belediye yetkilisi şu bilgileri
verdi:
“İcra takibini bitirdik. Bayramdan sonraki hafta
dört ev daha yıkılacak. Kendi mülkiyetimize geçen
evleri kamulaştırmayla yıkmış olacağız. Geriye 17
tane bina kalmış olacak. Onların ne zaman yıkılacağı
da mahkeme sürecine bağlı. Bu yılın sonuna
yetiştiririz diye düşünüyorum. Zaten yıkımların
ardından genelevde bir çözülme de başladı.
Oradaki işletmeciler belediyeyi diğer kurumlara
şikayet etme yoluna gidiyorlar. Mesela Valiliğe
giderek, belediyenin genelevi yıktığını söylüyorlar.
Halbuki belediye kendine ait olan binaları yıkıyor.
Öte yandan Ulus Tarihi Kent Projesi kapsamında
genelevde yıktığımız binaların olduğu bölgede
kazılarımız sürüyor. Genelevin altında Roma
döneminden kalma bir su kanalı tespit ettik. Bu
kanal Dışkapı’daki Roma Hamamı’na kadar uzanıyor.
Ortaya çıkarttığımız Roma Antik Tiyatrosu’nun hemen
çevresindeki Bentderesi’nde, Selçuklu döneminden
kalma cam ve çömlekler de çıktı.
Genelev tamamen kalktıktan sonra, yapılacak
kazıların ardından, Ulus Tarihi Kent Projesi’nin de
tamamlanmasıyla çıkacak tarihi güzellik herkesi
büyüleyecek.”
Hürriyet Ankara, 18.11.2010
|
TROIA'YA EN BÜYÜK İLGİ ALMANLARDAN
Tüm dünyanın yakından
tanıdığı, Çanakkale'nin merkeze bağlı Tevfikiye Köyü
sınırları içinde yer alan Troia Antik Kenti'ne en
fazla ilgiyi Alman turistler gösteriyor. Antik
dönemin ünlü ozanı Homeros'un, milattan önce 730
yılında yazdığı, 10 yıllık Troia Savaşı'nın son 51
gününün anlatıldığı, 15 bin 693 dize, 24 farklı
bölümden oluşan İlyada Destanı'nda yer verdiği
Troia'ya olan ilgi her geçen yıl artıyor.
Troia Antik Kenti Kazı Başkan Yardımcısı Doç.Dr.
Rüstem Aslan yaptığı açıklamada, antik dönem
araştırmalarında Orta Avrupa'da, özellikle
Almanya'da 18. yüzyıldan itibaren Homeros konusunda
önemli çalışmalar gerçekleştirildiğini söyledi. Bu
yüzden, Alman kamuoyunun ve buradaki insanların Troia konusundaki ön bilgisinin diğer insanlara
oranla daha fazla olduğuna işaret eden Aslan, ören
yerindeki ilk kazıları gerçekleştiren isimler
arasında yer alan Heinrich Schliemann ve mimar
Wilhelm Dörpfeld'in Alman olmasının da bu ilgiyi
biraz daha artırdığını vurguladı.
Aslan, araştırma tarihinin içine macera ve Troia
hazinelerinin girmesinin, Troia'yı aktüel bir konu
haline getirdiğini bildirdi. Tüm bunların
toplamının, Alman kamuoyunda Troia algılamasını daha
çok ortaya çıkardığını anlatan Aslan, şöyle konuştu:
"Bunun sonucunu ziyaretçi sayısında görüyoruz.
İlginin artmasının diğer bir önemli nedeni de eski
kazı başkanı rahmetli Prof.Dr. Manfred Osman
Korfmann'ın, 2001-2002 yıllarında Almanya'da
düzenlediği büyük Troia sergisidir. O dönem, 1.5
yıllık süreçte bu sergiyi 1 milyon kişi ziyaret
etti. Bu tip sergilerin ören yerine getirisi, uzun
vadeli kültür turizmini canlı ve ayakta tutmasıdır.
O sayı kesinlikle kısa sürede aşağıya inmez."
Rüstem Aslan, son yıllarda ABD'li turistlerin de
Troia'ya olan ilgisinin artığını söyledi. Bunun
nedeninin ise çok büyük bir bütçeyle çekilen ''Troy''
filmi olduğunu vurgulayan Aslan, filmin antik kente
gelen ABD'li turist sayısını olumlu etkilediğini
ifade etti.
Aslan, Troia'ya ilgi gösteren başka bir topluluğun
Japonlar olduğunu belirterek, ''Japonların genel bir
Türkiye ve Anadolu kültürü ilgisi var. Japonların
Anadolu tarihine duydukları ilgi, Troia'ya oldukça
fazla sayıda turist gelmesine neden oluyor'' diye
konuştu.
Bu yıl tahminlerine göre, yıl sonuna kadar Troia
Antik Kenti'ni gezen turist sayısının 400 bin
kişinin üzerinde olacağını ifade eden Aslan, bu
rakamın yüzde 70'inin yabancı turist, bunların büyük
bir oranını ise Almanlar, daha sonra da ABD ve Japon
turistlerin oluşturacağını düşündüklerini kaydetti.
Habertürk, 18.11.2010
|
"DEV KENT BULDUK, KAZACAK PARA YOK"
Manisa'nın Salihli
İlçesi'ne bağlı Tekelioğlu Köyü'nde, ABD'nin Boston
Üniversitesi'nden gelen 18 kişilik ekibin, 6 yıldır
yaptığı yüzey araştırmasında Truva'nın çağdaşı ve
dört kat daha büyüğü olduğu ileri sürülen surlarla
çevrili bir yerleşim yeri tespit edildi.
Christopher H. Roosevelt ve Christina Luke
başkanlığındaki ekip, uydu fotoğraflarından yer
tespitiyle yola çıkarak, dağ, tepe gezip detayları
araştırarak çok önemli tarihi bulgulara ulaştı.
Ödenek yokluğu nedeniyle henüz kazılara başlayamayan
ekipten Christopher H. Roosevelt, 6 yıldır
yaptıkları çalışmalar hakkında bilgi verdi.
Roosevelt, Salihi'ye 20 kilometre uzaklıktaki,
Marmara Gölü'nün çevresinde tarlaları gezip,
inceleyerek ne olduğunu öğrenmeye çalıştıklarını
belirterek, “İlkçağlardan günümüze kadar
medeniyetleri araştırıyoruz. ‘Eski çağlarda arazi
nasıl kullanılıyordu? Gölün büyüklüğü ne kadardı?
Anadolu ile bağlantısı nasıl sağlanıyordu? Hangi
şehirlerle ticaret vardı?’ gibi sorulara cevap
bulmaya çalışıyoruz. Bugüne kadar elde ettiğimiz en
önemli bilgi, bu bölgenin ilkçağlarda Paleolitik
Dönem'de de kullanıldığını belgelemek oldu. Yeni
bilgi, burada MÖ 2 bin yılına ait yerleşim ağının
olduğu şeklinde” dedi.

Hitit Dönemi'ne ait bulgulardan yola çıkarak,
buranın Lidya Krallığı'ndan önce gelen ilk uygarlık
olduğunu tahmin ettiklerini kaydeden Christopher H.
Roosevelt, şunları söyledi:
“Hititler'in arşivine göre, bu uygarlık Seha
Nehri Ülkesi olarak biliniyor. Bu bilgileri çivi
yazılı tabletler olan Hitit belgelerinden
öğreniyoruz. Seha Nehri Ülkesi'nin başkentinin
Marmara Gölü kenarında olduğunu tahmin ediyoruz.
Kalesi 86 dönüm alanı kapsıyor. Bu kadar büyük bir
kale Batı Anadolu'da bilinmiyor. Kalenin etrafında
Marmara Gölü'nün batısında ayrıca alçak yerleşim
olarak tanımlayabileceğimiz 75 hektarlık bir alan
bulunuyor. Buranın, çağdaşı Truva'nın kalesinin dört
katı olduğunu söylersek, önemini vurgulamış oluruz
sanırım. Üstelik sadece bu kale değil. Yakınlarda üç
tane daha sur duvarlı yerleşim yeri tespit ettik.
Onlardan biri Truva'nın iki katı büyüklüğünde.”
Çalışmalar sırasında, Lidya Dönemi'ne ait,
kralların ve önemli kişilerin gömüldüğü tümülüsleri
de incelediklerini belirten Roosevelt, “Tümülüsler
arasında Paleolitik Dönem'e ait yerleşimler tespit
ettik. Yapıldıkları yıllardan itibaren pek çok
soygun ve talana maruz kalan ve zarar gören
tümülüsleri de çalışmalarımızda belgeliyoruz” diye
konuştu.
Boston Üniversitesi'nin desteğiyle Türkiye'ye
gelen arkeoloji ekibinde, iki Türk öğrenci ve Kültür
ve Turizm Bakanlığı'nı temsilen
Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nden gelen
Sena Mutlu da bulunuyor. Öğrencilerden N. Pınar
Özgüner, Boston Üniversitesi Arkeoloji Bölümü'nde
doktora öğrencisi ve 7 senedir bu bölgede çalışıyor.
Diğer Türk öğrenci Elvan Cobb ise aslen Turgutlulu.
Ortadoğu Üniversitesi Şehir Planlama Bölümü'nden
mezun olunca
ABD vatandaşı Peter ile tanışıp evlenen Elvan
Cobb, Pennsylvania'da Tarihi Koruma Bölümü'nde
master yapıyor.
Hürriyet, 18.11.2010
|
AYASOFYA MÜZESİ ŞIKIR ŞIKIR
Ayasofya Müzesi'ni aydınlatan
kandillikler ile Osmanlı döneminde yapılan Selatin
camilerindeki en büyük hat levhaları olan 7.5 metre
çapındaki hat levhaları, yaklaşık bir yıl süren
restorasyon çalışmaları sonunda eski ihtişamına
kavuştu.
İstanbul 2010 Avrupa Kültür
Başkenti Ajansı'nın desteğiyle, kandillikler ve hat
levhalarında yürütülen restorasyon çalışmalarında
sona yaklaşıldı.
Yaklaşık bir yıl önce başlanan restorasyon
çalışmaları kapsamında ilk olarak Ayasofya Müzesi'ni
aydınlatan top kandillik ile çevresindeki küçük
kandillikler yenilendi. Müzenin ortasında yer alan
ve en dikkat çeken unsurlarından olan top kandillik,
aslına sadık kalınarak restore edildi.
Çevresinde
yer alan küçük kandillikler ise pirinçten aslına
uygun yeniden yapıldı. 70 adet kandillik,
Ayasofya'nın içini ışıl ışıl aydınlatmaya başladı.
Öte yandan müzenin ana mekanında yer alan ve hat
yazılarını Kazasker Mustafa İzzet Efendi'nin
yazdığı, 7.5 metre çapındaki hat levhaları da
restore edilmeye başlandı.
Zaman içinde yüzeylerinde is ve kir oluşan
taşıyıcılarında ve
altın varaklarında bir takım bozulmalar meydana
gelen hat levhaların yüzeyleri temizlendi. Hatların
altın varak yüzeylerinin restorasyonu yapılarak
taşıyıcılara takviye edildi.
Yapımında ıhlamur ağacının kullanıldığı ve
üzerinde “Hz. Allah”, “Hz. Muhammed”, “Hz. Ebubekir”,
“Hz. Osman”, “Hz. Ali”, “Hz. Hasan” ve “Hz.
Hüseyin”in isimlerinin yazlı olduğu dünyanın bilinen
en büyük hüsn-i hat levhaları da, hattatların usta
ellerinde eski ihtişamına kavuşturuldu.

Çalışmalar kapsamında 7 hat levhasının
restorasyonu tamamlandı. Sona bırakılan “Hz. Allah”
yazılı hat levhasındaki restorasyon çalışmaları,
büyük bir titizlikle devam ediyor.
Ayasofya Müzesi Başkanı Dr. Haluk Dursun,
Ayasofya Müzesi'nin bu yıl
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı'nın
katkılarıyla, son yıllardaki en büyük restorasyonu
geçirdiğini söyledi.
Ana kubbedeki mozaik restorasyonu bittikten sonra
büyük iskelenin söküldüğünü hatırlatan Dursun, şu
anda daha küçük çaptaki iskelelerle hat levhalarının
restorasyonunun yapıldığını, maksurelerin ve merkezi
aydınlatmayı sağlayan kandilliklerin restorasyonunun
tamamlandığını anlattı.
Dursun, Ayasofya Müzesi'nde ön plana çıkan iki
tür sanat eseri ve tezyinatının bulunduğunu,
bunlardan birinin Bizans Dönemi mozaikleri,
ikincisinin ise Osmanlı Dönemi hatları olduğunu
ifade etti.
Bu hatlar arasında devasal boyutta 7.5 metre
çapında Kazasker Mustafa İzzet Efendi'nin Sultan
Abdülmecid dönemindeki restorasyonda asılan hatların
yer aldığını belirten Dursun, bu 8 adet hattın en
son 1949 yılında asıldığını o günden bu güne büyük
bir restorasyon çalışması görmediğini söyledi.
Ayasofya müze olduktan sonra buradaki hatların
aşağı indirildiğini, hatsız bir müze konseptinin
düşünüldüğünü dile getiren Dursun, daha sonra bundan
vazgeçilerek hatların yeniden yukarı çıkarıldığını
belirtti.
Dursun, bu büyük çaptaki restorasyonda, hat
levhaların ağaçlarından, arkasındaki gergiden
başlamak üzere yazının yazıldığı yelken bezi denilen
maddenin bakımına ve yazının üzerindeki
altın varaklara kadar genel çaplı konservasyon
çalışmasının yapıldığını anlattı.
Bu hat levhalarının Osmanlı Dönemi'nde Selatin
camilerdeki en büyük hatlar olduğunu vurgulayan
Dursun, “Bu hatların yazılmasıyla aynı derecede
zorluk taşıyan bir diğer özelliği yukarı çıkarılması
ve buraya asılmasıydı. Askıda durması için hafif
olması lazımdı. Onun için ıhlamur ağacından
yapılmış. Yine gerildiği zaman kopmaması ve
deformasyon olmaması lazımdı, kenevir maddesi burada
çok etkili olmuş. Yazının da tozdan, dış şartlardan,
rutubetten gerilmemesi ve o formatın korunması
lazımdı. Bunun için
altın varak kullanılmış” diye konuştu.
Hat levhalarının, Ayasofya Müzesi'ni gezenler
için son derece ilgi çeken bir müze objesi olarak
durduğunu belirten Dursun, bu Osmanlı ve İslam
döneminin kültürel objelerinin daha uzun yıllar
kalması için bu restorasyon çalışmalarını
yürüttüklerini ifade etti.
Dursun, ilk başta restorasyon çalışmalarını hat
levhalarını aşağı indirerek yapmayı düşündüklerini
ancak gezi mekanının kapatılması ve orada bir
şantiye görüntüsü olmasındansa, her bir hat için
ayrı ayrı iskele kurarak restorasyonu yerinde
yürütmeyi uygun bulduklarını söyledi.
Ayasofya Müzesi'nde 8 hat dışında, Osmanlı
padişahlarının yazdığı hatların da yer aldığını
söyleyen Dursun, 2. Mustafa, 3. Ahmed ve 2.
Mahmud'un hat levhalarının da restore edildiğini,
onların karşısında da Yesarizade ve Veliyuddin
Efendi'nin hatlarının bulunduğunu, Ayasofya'nın bu
açıdan da bir hat müzesi sayılabileceğini anlattı.
Ayasofya'nın aydınlatmasında son dönemde kandil,
ilk dönemde ise yağ kandillerinin kullanıldığını
belirten Dursun, Sultan 3. Ahmed döneminden sonra
Ayasofya'nın ortasına büyük bir top kandilinin
yerleştirildiğini ifade etti.
Evliya Çelebi'nin anlattığı efsanelere göre, bu
top kandilin altına “Hızırlık makamı' dendiğini
anlatan Dursun, “Hz. Hızır'ın burada bulunduğuna
inanılırmış, onun için insanlar oraya hep dua etmeye
gelmişler. Bu nedenle ortadaki büyük kandillik
Ayasofya'nın bir sembolü, o top kandilin altında
bulunmak da hep önem taşımış. O top kandili ana
maddesi aynı kalmak ve eriyen bölümlerini tamamlamak
suretiyle, restorasyonunu tamamladık. Diğer
kandillerin bir kısmı da devre dışı kalmıştı.
Maddeleri, özelliğini yitirmişti. Top kandille
beraber, Ayasofya'nın ana mekanında 70 adet
yenilenmiş kandillik var” diye konuştu.
Dursun, Ayasofya'nın derslik denilen bölümleri
olan maksurelerde, ahşap üzerine bir çalışma
yapıldığını ve tamamlandığını söyledi.
Haluk Dursun, “Ayasofya'nın restorasyonları hiç
bitmeyecek, bitmemesi de lazım. Ayasofya'nın her
zaman bakım altında olması gerekir ve bu bakımın
doğru yapılması şart. Acele etmeden, özenilerek
çalışma yapılmalı” dedi.
Ayasofya'da yapılan en önemli restorasyonun 2009
yılında tamamlanan ana kubbe restorasyonu olduğunu
ifade eden Dursun, bu yıl da ana kubbeyi tamamlayan
ve Osmanlı çehresini Ayasofya'ya kazandıran hat
levhaları ile ışıltıyı sağlayan kandilliklerin
restorasyonunun tamamlanacağını söyledi.
Dursun, bundan sonraki süreçte, yarım kubbelerin
restorasyon çalışmasına ihtiyaç olduğunu belirtti.
Dış cepheyle ilgili daha önce bazı çalışmaların
yapıldığını ve devam ettirilmesi gerektiğini
söyleyen Dursun, “Batı cephesinde bazı mermer
alanlar var, onların projelendirilmesi bekleniyor ve
horasan harcının tekrar değerlendirilip gerekirse
sıva üzeri boya olup olmayacağı tartışılacak” dedi.
Hürriyet, 17.11.2010
|
TÜRKİYE'DE İLK KEZ TAPINAK CEPHESİ AYAĞA KALDIRILDI

Laodikya’da ilk kazı
çalışmalarının 2004 yılında başladığını kaydeden
Kazı Heyeti Başkanı Prof.Dr. Celal Şimşek, 2009
yılının başından itibaren Suriye Caddesi’nin kuzey
tarafından 54 sütunun çevirdiği avluda 13 sütunu
ayağa kaldırdıklarını ifade etti. Laodikya’nın 5
kilometrelik alanı kaplayan metropol bir kent
olduğunu belirten Şimşek, Türkiye’nin en geniş
ekibiyle kazı ve restorasyon çalışmalarının
sürdüğünü söyledi. Şimşek “Burayı tamamen ortaya
çıkarmak için 600 yıllık kazı yapılması gerekiyor.
Biz 8 yıllık çalışmanın ardından Laodikya’yı gezilip
görülebilecek yerler listesine kabul ettirdik.
Çalışmalarımız devam ediyor” diye konuştu.
Türkiye’de bir tapınağın gerçek cephesinin ilk kez
ayağa kaldırıldığını belirten Prof. Şimşek, “Tapınak
cephesi, merdiven, merdiven korkulukları ve
gerisinde bulunan sütunlar başlarıyla ayağa
kaldırıldı. Gerçekte burada antik döneme ait çok az
malzeme kalmış. Çünkü 7. yüzyıl’da Laodikyalılar
bugünkü Kaleiçi’ne taşındığı için buraları kireç ve
taş ocağı olarak kullanmışlar. Yüzde 10’luk bölümünü
ayağa kaldırdık. Burasını yaşayan bir arkeoloji
parkı yapma düşüncemiz var. Pamukkale Üniversitesi
olarak burada 12 ay üzerinden çalışma yapıyoruz”
dedi.
Hıristiyanlığın serbest olmasının ardından tapınağın
dinsel arşiv olarak kullanıldığını söyleyen Prof.Dr. Celal Şimşek, çalışmalar hakkında şu bilgileri
verdi: “Tapınağın başlıkları ve üst yapılarını
yerine koyduk. Tapınak alanının üzeri çelik ve
kırılmaz cam ile kapatıldı. Ziyaretçiler 6 metre
yüksekte ve 500 kilogram yük taşıyabilen camların
üzerinde dolaşacak. Altta ise tapınaktan çıkan
malzemeleri sergiliyoruz. Bu da Türkiye’de bir ilk.
Bu tapınak, MS 4. yüzyılda Hıristiyanlığın
yaygınlaşmasıyla birlikte arşiv olarak kullanılmış.
Bu alanda bol miktarda kurşundan yapılmış posta
mühürleri, pişmiş topraktan yapılmış kutsal koku
şişeleri bulduk. Camla korumamızın bir sebebi de,
duvarlarda kalabildiği kadar MS 4. yüzyıla ait
çizilmiş geyik sıraları var. Balık ağları, yelkenli
gemiler yer almakta. Kalabilen malzemelerden
tapınağı yeniden ayağa kaldırdık. Geniş alanın
üzerini kapattık. Tapınakta son rötuşları
yapıyoruz.”
Habertürk, Haber: Hacı Selamoğlu, 17.11.2010
|
110 YIL SONRA İLK NAMAZ
Van Kalesi'nin
zirvesinde bulunan ve restore edilerek 110 yıl
aradan sonra ibadete açılan Süleyman Han Camisi'nde
110 yıl aradan sonra ilk bayram namazı kılındı.
Urartu Krallığı'na başkentlik yapan Van Kalesi'nin
zirvesinde inşa edilen ve yapım tarihi kesin olarak
bilinmeyen Süleyman Han Camisi, Kültür ve Turizm
Bakanlığı'nın yaptığı restorasyon çalışmasının
ardından 110 yıl aradan sonra ilk bayram namazına ev
sahipliği yaptı. Sabah erken saatlerde 100 metre
yükseklikteki Van Kalesi'ne ve tarihi camiye ulaşan
Vali Münir Karaloğlu ile AKP Van Milletvekili
İkram Dinçer, Vali Yardımcısı Atay Uslu, kurum
müdürleri ve çok sayıda vatandaş, burada bayram
namazı kıldı.
Namazın ardından
vatandaşlarla bayramlaşan Vali Karaloğlu,
İstanbul'da Kanuni Sultan Süleyman'ın yaptırdığı
Süleymaniye Camisi'nde yapılan onarım çalışmasından
sonra bugün ilk bayram namazının kılındığını
anlattı. Karaloğlu, "Biz de Van'daki ilk fetih
camisi olan ve Kanuni Sultan Süleyman Han adına
yaptırılan Süleyman Han Camisi'nde bayram namazı
kıldık. Burada namaz kılmanın milletimiz için farklı
bir duygu olduğunu düşünüyorum. Tadilattan sonra bu
cami Van'ın önemli sembolü haline geldi" dedi.
Yeni Şafak, 17.11.2010
|
YEREBATAN TRAFİĞE KAPANIYOR
Koruma Kurulu tarafından
1990'lı yıllardan bu yana belediyeye gönderilen
uyarılarda, otobüs ve araç trafiğinin oluşturduğu
baskı nedeniyle Sarnıcın çökme tehlikesiyle karşı
karşıya olduğu belirtilerek,
önlem alınması istendi. İstanbul Büyükşehir
Belediyesi Ulaşım Koordinasyon Müdürlüğü tarafından
hazırlanan rapora göre,
kısmen araç trafiğine
kapatılarak yayalaştırılan Sultanahmet Meydanı ve
çevresine
bağlantıyı sağlayan
caddelerden biri olan
Yerebatan Caddesi'nin turist otobüsleri de dahil
araç trafiğine kapatılması
gündemde. İBB Ulaşım Koordinasyon
Merkezi'nin toplantısında,
Yerebatan Caddesi'nin trafiğe kapatılması
halinde İstanbul'un turizm potansiyelinin
etkilenmemesi için otobüslere
yeni güzergah bulunması
gerekliliği kararlaştırıldı. Bayram sonrası
yürürlüğe girmesi planlanan çözüme göre, İstanbul İl
Özel İdaresi'nin eski
binasının da yer aldığı cadde tamamen
araç girişine
yasaklanırken, yaya girişine açık hale getirilecek.
Vatan Caddesi'nde yapılan yeni
binaya taşınan İstanbul İl Özel
İdaresi'nin eski binası, Büyükşehir Belediyesi
tarafından yıkılarak yeşil alan ve park olarak
kullanılacak.
Sabah, Haber: Zeynel Yaman, 17.11.2010
|
DİYARBAKIR'IN MİRASI 481 YIL SONRA TOPKAPI'DA
Diyarbakır'ın 1529 tarihindeki valisi Hüsrev Paşa için hattat Abdullah bin Mehmed Pebzari tarafından yazılan Kuran-ı Kerim 481. yılında Topkapı Sarayı Müzesi'ne armağan edildi. Dışişleri Bakanlığı'nın anne tarafı Diyarbakırlı olan eski diplomatı Erkan Akaltun, yıllardır kasada sakladığı Kuran-ı Kerim'i kendi elleriyle Topkapı Müzesi yöneticilerine verdi. Akaltun, "Kutsal kitap bu topraklara ait. Kasada duracak bir şey değildi. Şimdi çok rahatladım. Müze'ye emanet ettim" dedi. Erkan Akaltun, SABAH'a, Topkapı Sarayı'na vermesinin gerekçesini, "Hüsrev Paşa, Sarayda ikinci vezirliğe kadar yükseliyor. Sarayda yüksek bir görevde. Bu nedenle buraya verilmesi doğruydu" diye açıkladı. Hüsrev Paşa'nın Diyarbakır'ın yanı sıra Mısır valiliği de yaptığını anlatan Akaltun, "Sokullu Mehmet Paşa'nın akrabasıdır. Sokullu'yu Saraya aldıran kişi" dedi. Eski diplomat, müzeye emanet ederken, tek bir koşul öne sürüyor. Kuran-ı Kerim'in en arka sayfasında, "Kimin elinde ise Hüsrev Paşa için öğle ikindi de Kuran okunması'na ilişkin vasiyeti müze yetkililerine ileten Erkan Akaltun, "Bir de buna ek olarak Kuran-ı Kerim'i bugüne kadar saklayan babaannem, annem için de kuran okunmasını istedim" dedi.
Sabah, Haber: Hülya Karabağlı, 16.11.2010
|
 |
|
2 BİN 400 YILLIK ZEUS
HEYKELİ
Kapadokya bölgesinin
binlerce yıllık tarihi içerisinde, bu güne kadar çok
fazla gündeme gelmeyen Gülşehir İlçesi'nin
Gökçetoprak Köyündeki Hellenistik döneme ait Zeus
kabartma heykeli tanıtım bekliyor.
Gökçetoprak Köyü muhtarı
Zühtü Çelik, zengin doğal, kültürel ve tarihsel
değerlere sahip Kapadokya bölgesinde Hellenistik
dönemin en köklü eseri olarak da bilinen tarihi Zeus
heykelinin, Mitolojiye göre o dönemde yaşayan
insanların baş tanrı Zeus’a en değerli varlıklarını
sundukları bir merkez olarak da biliniyor.
Çelik, o dönemde baş
tanrı olarak bilinen Zeus’un oturur durumda tasvir
edildiği Zeus kabartma heykelinin aradan geçen 2 bin
400 yıllık sürece karşın çok iyi korunmuş ender
tarihi yapılardan biri olarak yapısı dikkat
çektiğini dile getirdi.
Çelik, “Köklü bu denli
değerlere karşın her yıl çok az turist Zeus Kabartma
Heykeli’ni ziyaret ediyor. Bu konuda etkili bir
tanıtımın yapılmasının gerektiğine inanıyorum. Bu
konuda katkı bekliyoruz” dedi.
Nevşehir Kent Haber,
17.11.2010
|
BUNLAR TARİH DEĞİL Mİ?
Hasankeyf ve
Allianoi’nin sular altında kalmasını istemeyenleri
hainlik, bölücülükle suçlayan Başbakan Erdoğan,
Süleymaniye açılışında bir numaralı ‘tarihsever’
kesildi!
“Biz tarihimize, ecdadımızdan devraldığımız bu
mirasa layık olma gayreti içindeyiz.” (Başbakan
Erdoğan)
“Tarihi eserleri geleceğe intikal ettirme gayreti
içindeyiz.” (Başbakan Erdoğan)
“Bunlar ülkemizin mührüdür. Bu mühürleri
kaybetmeyeceğiz. Bu mühürleri geleceğe taşıyacağız.”
(Başbakan Erdoğan)
‘’Hainler, Türkiye’nin gelişmesini istemiyor.’’
(Başbakan Erdoğan, Allianoi’nin kuma gömülmesine
karşı çıkanlara)
‘’Bölücülerin oyununa geliyorlar.’’ (Başbakan
Erdoğan, Hasankeyf’in sular altında kalmasını
istemeyenlere)
Başbakan Erdoğan
Süleymaniye Camii’nin açılışının ardından yaptığı
konuşmada tarihi eserlerin gelecek kuşaklara
aktarılmasının ne kadar önemli olduğunu söyledi
ancak yakın zamanda Allianoi ve Hasankeyf’in baraj
suları altında kalmaması için mücadele edenlere
söyledikleri dün söyledikleriyle taban tabana zıt.
Restorasyonu tamamlanan Süleymaniye Camii’nin
açılışını yapan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan
tarafından yapıldı. Bayram namazının ardından halka
hitap eden Erdoğan, Hasankeyf ve Allianoi’ye sahip
çıkanlara ‘hain’ dediği günleri unutarak, tarihi
mirasa sahip çıkmanın önemine dikkat çekti.
3 yıldır restorasyonu
süren tarihi Süleymaniye Camii’nin açılışı yapıldı.
Açılış öncesi bayram namazı kılmak için Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan, Devlet Bakanı ve Başbakan
Yardımcısı Bülent Arınç, Devlet Bakanı Hayati
Yazıcı, Kamu Düzeni ve Güvenliği Teşkilatı Müsteşarı
Muammer Güler, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu,
Büyükşehir Belediye Başkan Vekili Ahmet Selamet,
Diyanet İşleri Başkanı Prof.Dr. Mehmet Görmez, Fatih
Belediye Başkanı Mustafa Demir, İstanbul Emniyet
Müdürü Hüseyin Çapkın camiye geldi. Vatandaşlarla
birlikte kılınan bayram namazının ardından Başbakan
Erdoğan, kendisi için hazırlanan kürsüde bir konuşma
yaptı.
“Biz tarihimize,
ecdadımızdan devraldığımız bu mirasa layık olma
gayreti içindeyiz” diyen Başbakan Erdoğan restore
edilen ve restorasyonu devam eden Şehzadebaşı Camii,
Yavuz Selim Camii, Mihrimah Sultan Camii, Fatih
Camii, Üsküdar Mihrimah Sultan Camii ve Valide
Sultan Camii’nin çalışmalarına değindi.
Tarihi eserleri geleceğe intikal ettirme gayreti
içinde olduklarını savunan Başbakan Erdoğan, tarihi
mirasın önemini anlatırken, tarihin en eski yerleşim
yerlerinden Hasankeyf’e baraj yapılmasını
istemeyenlere yönelik ‘’bölücülerin oyununa
geliyorlar’’ sözleri ve tarihin ilk tıp
merkezlerinden olan Allianoi’nin kuma gömülmesine
karşı çıkanlara yönelik ‘’hainler, Türkiye’nin
gelişmesini istemiyor’’ sözleri ile tezat cümleler
kurması dikkat çekti. Erdoğan, “İnşallah geleceğe bu
eserleri bizler ve bizden sonra gelenler de aynı
şekilde intikal ettirmenin gayreti içinde
olacaklardır. Bunlar ülkemizin mührüdür. Bu
mühürleri kaybetmeyeceğiz. Bu mühürleri geleceğe
taşıyacağız” diye konuştu.
Evrensel, 17.11.2010
|
SÜLEYMANİYE 3 YIL SONRA BAYRAM NAMAZI İLE İBADETE
AÇILDI
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bayram namazı için
Üsküdar'daki konutundan Süleymaniye Camisi'ne geldi.
Sabah ve bayram namazını burada kılan Erdoğan'a,
Devlet Bakan ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç,
Devlet Bakanı Hayati Yazıcı, İstanbul Valisi Hüseyin
Avni Mutlu, Büyükşehir Belediye Başkan Vekili Ahmet
Selamet, Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın ve Fatih
Belediye Başkanı Mustafa Demir eşlik etti. Diyanet
İşleri Başkanı Mehmet Görmez, bayram vaazını verdi
ve namazı da kıldırdı.
Bu arada, bayram namazı nedeniyle Süleymaniye
Camisi'nde yoğunluk yaşandı. Yoğunluktan dolayı
camiye giremeyen çok sayıda kişi, namazını caminin
avlusunda ve dışında kıldı. Öte yandan, Süleymaniye
Camisi'nin içinde ve dışında çok sıkı güvenlik
önlemleri alındı. Caminin şerefelerine ve
karşısındaki yapıların üzerine keskin nişancılar
konuşlandırıldı.
Başbakan bayram namazından sonra yaptığı
konuşmasında herkese iyi bayramlar dilerken, caminin
restorasyon çalışmalarını anlattı. Erdoğan, “Gelecek
Ramazan bayramında bir sorun olmazsa Süleymaniye tüm
çevresiyle ilk günkü gibi olacak” dedi.
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç,
açılışta yaptığı konuşmada, herkesin bayramını
kutlayarak, sağlık ve afiyetle daha nice bayramlar
geçirmelerini temenni etti.
Arınç, “Dünyanın çok yakından tanıdığı ve takdir
ettiği Süleymaniye Cami'mizin restorasyonunu
tamamladık ve Yahya Kemal'in güzel şiirinde olduğu
gibi Süleymaniye'de bir bayram sabahında, bir bayram
namazında buluştuk'' dedi. Bakan Arınç,
“restorasyonu gerçekleştiren bütün arkadaşları
başarılarından dolayı kutluyorum'' diye konuştu.
Şair Yahya Kemal Beyatlı'nın ''Süleymaniye'de Bayram
Sabahı'' şiirinde muhteşem bir eser olarak
nitelendirdiği, Kanuni Sultan Süleyman adına
1551-1558 yılları arasında, Mimar Sinan tarafından
inşa edilen Süleymaniye Camisi, restorasyon
çalışmalarının tamamlanmasıyla üç yıl aradan sonra
bugün ibadete açıldı.
Vakıflar Genel Müdürlüğü'nce 21 milyon lira harcanan
restorasyon çalışmalarında, mimar, kalemkar, hattat,
sanat tarihçi, restoratör, konservatör ve işçilerden
oluşan 200 kişi görev yaptı.
Türk-İslam kültürünün zirve eserlerinden, adeta
İstanbul'a atılan ''Müslüman imzası'' niteliğindeki
cami restorasyonunda, çimentodan arındırma tekniği
uygulandı. 8 şiddetindeki depreme dayanıklı olduğu
ortaya çıkan caminin kubbesinde, akustik için
yerleştirilen 256 adet küp bulundu, pandantiflerde
orijinal kalem işleri tespit edildi. 150 yıl önce
ana kubbeye yazılan ayette, eksik olduğu belirlenen
bir harf, kurul kararıyla hattatlar tarafından
yazıldı.
Radikal, 16.11.2010
******
NAZIM HİKMET VE GURUR
KAVRAMI
Dün Yahya Kemal Beyatlı’nın
Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiiri üzerine yazdım,
Süleymaniye Camii’nin ibadete açılış ila ve
haberinde de onun şiiri başlık olmuştu.
Şimdi
Nazım Hikmet’in bakış açısını irdeleyeceğim.
Nazım Hikmet, “Simavne Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin
Destanı”nın (*) düzeltmelerini bitirdikten sonra,
bakın neyi eksik bıraktığını düşünüyor:
“Simavne Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Destanı risalemin
dördüncü formasının makine tashihlerini sabahleyin
matbaada yaptıktan sonra eve gelmiş, bu destanı
yazmak için kullandığım notları, bir hapisanede
geceleri doldurulmuş hatıra defterimi gözden
geçiriyordum.
Ve ben hapisane gecelerinde doldurulmuş bir hatıra
defterinde ‘Destan’ımın sonuna koymasını unuttuğum
noktayı arayıp dururken Süleymaniye’yi gördüm.
Açılan öğle güneşinin altında Sinan’ın
Süleymaniye’si bulutlara yaslanmış bir dağ gibiydi.
Evimin penceresiyle Süleymaniye’nin arası en aşağı
bir saattir. Fakat ben onu elimi uzatsam
dokunacakmışım gibi yakın görüyordum. Bu, belki,
Süleymaniye’yi en küçük girinti ve çıkıntısına kadar
ezbere, gözüm kapalı bile görebilmeye alıştığım
içindir.”
“Rüzgar, deniz, endamlı ince kemerleri üstünde nasıl
durabildiğine şaşılan bir taş köprü, ‘Çarşambayı sel
aldı’ türküsü, bir yağlığın kenarındaki ‘oya’, bütün
bunlar nasıl, ne kadar bir cami değilse, bütün
bunların cami olmakla ne kadar alakaları yoksa,
bence Süleymaniye de öyle ve o kadar cami değildir;
minarelerinde beş vakit ezan okunmasına ve
hasırlarına alın ve diz sürülmesine rağmen
Süleymaniye’nin camilikle o kadar alakası yoktur.
Süleymaniye, benim için, Türk HALK dehasının; şeriat
ve softa karanlığından kurtulmuş; hesaba, maddeye,
hesapla maddenin ahengine dayanan en muazzam
verimlerinden biridir. Sinan’ın evi, maddenin ve
aydınlığın mabedidir. Ben ne zaman Sinan’ın
Süleymaniye’sini hatırlasam Türk emekçisinin
yaratıcılığına olan inancım artar. Kendimi feraha
çıkmış hissederim.”
Yahya Kemal Beyatlı, tarihi ve dünü Süleymaniye’de
simgeleştiriyordu.
Nazım Hikmet, dünün büyük abidesinden yarını
görüyordu.
Onun için Süleymaniye, bir bileşimdir, yalnızca bir
cami olarak kısıtlı bir algılama yerine, onu cami ve
aynı zamanda Türk halk dehası olarak nitelendiriyor.
Bu yorumu, şairin yaklaşımını, geniş açı bir yorum
biçiminde değerlendirmeliyiz.
Şair, Ahmed’e ne diyor?
“Sen Bedreddin hareketinden biraz da milli bir gurur
duyuyorsun.”
Daha sonraki satırlarda alıntılar yaparak, “milli
şuur duygusuna yabancı olmadığını” belirtiyor.
Yahya Kemal Beyatlı, tarihi perspektiften, ağırlıklı
olarak dini ama kahramanlık serüvenimizi de
Süleymaniye’nin içinde tasvir ediyor.
Oysa Nazım Hikmet, cami hüviyetini de ortaya
koyarken, fanatik bir anlayışı eleştirerek onun
milli yanını da anlatıyor.
Edebiyat, değişik düşüncelerden yola çıkarak, bizim
algılama, duyumsama gücümüzü artırır, çeşitlendirir,
zenginleştirir.
Ben Süleymaniye’nin ne olduğunu ancak Yahya Kemal
Beyatlı’nın Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiiri ile
birlikte Nazım Hikmet’in “Simavne Kadısı Oğlu Şeyh
Bedreddin Destanı’na Zeyl-Milli Gurur” yazısını
okuduktan sonra daha derinlemesine anlıyorum.
Hürriyet, Yazı: Doğan Hızlan, 17.12.2010
******
BÖYLE Mİ AÇILMALIYDI
Mimar Sinan’ın Süleymaniye Camii üç yıldır
süren restorasyonun ardından, ‘Süleymaniye’de Bayram
Sabahı’ şiirine denk düşürülerek Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan tarafından açıldı.
Biz de,
bayramın ilk günü ikindi üzeri, kalkıp içinde
dolaşmanın bile başlı başına bir ruh terbiyesine
denk düştüğü Süleymaniye’ye gittik.
Ancak, türbelere giden taş döşeli yolda başlıyordu
ilk hayal kırıklığı. Üzerinde Süleymaniye’nin yapım
aşamalarını gösteren dev panolar aralanmış ve
caminin ana kapısına giden bir koridor açılmıştı.
Onun dışında her yer yine kapalıydı. Biz
girdiğimizde ise caminin içinde elektrik süpürgeleri
çalışıyor ve yerleri süpürüyordu. Çünkü toz toprak
yeterince temizlenememişti ve tavandan da arada bir
şeyler dökülüyordu. Elbette, kubbeler, kubbelerdeki
süslemeler hakikaten nefis olmuştu. Yani insanın
başını kaldırınca gördüğü manzara muhteşemdi. Ancak,
zemin hiç de öyle değildi. Özellikle, Marmara ve
Boğaz’a bakan pencerelerin pervazları, inanılmaz
ölçüde kirliydi. Belli ki Başbakan ve yanındakiler
oradan geçmeyeceği için hiç kimse dokunmamıştı
oralara. Cam kırıkları bile olduğu gibi
bırakılmıştı.

Pencerelerden caminin avlusu da görülüyordu elbet.
Avlu da felaket bir görüntü içindeydi. Belki sadece
oradan görülen bölüm öyledir diye dışarı çıkıp
caminin çevresini bir boydan bir boya dolaştık.
Manzara şuydu: İskele demirleri üst üste yığılmış,
kalaslar yüzyıllara direnmiş çınarları yaralayacak
şekilde birbirinin üstüne bindirilmişti. Mercan’a
inen taraftaki büyük giriş kapısının üzerindeki
kubbede ise hala iskeleler duruyordu. Son cemaat
yerinin bahçeye bakan giriş kapısının üzerinde de
yine iskele vardı. Bütün bu pislik görülmesin diye
de büyük brandalar gerilmişti. Anlaşılan, birisi
veya birileri, Süleymaniye bayram namazına yetişsin
diye acele etmiş ve ortaya da böyle bir manzara
çıkmıştı. İşin bu bölümü ise Başbakan ve
yanındakilerden ustaca gizlenmişti elbette. Ne
diyelim, bir ay daha beklense de bütün bunlara
meydan verilmese daha iyi olmaz mıydı acaba?
Hürriyet, Haber: Sefa Kaplan, 18.11.2010
|
2 BİN 600 YILLIK BUDİST MANASTIRI ORTAYA ÇIKTI
Başkent Kabil'in güneyindeki Mes Aynak'da maden kazıları sırasında 2 bin 600 yıllık Budist manastırı keşfedildi. Çin şirketi tarafından ortaya çıkarılan harabelerin milattan önce 7'nci yüzyıldan kalma oldukları tahmin ediliyor. Asya ile Ortadoğu arasında İpek Yolu'nun önemli bir geçiş bölgesi olan Mes Aynak'ta bulunan manastırda koridorlar, duvar resimleri ile süslenmiş odalar, çömlekler, taş heykeller, bazıları 3 metre yüksekliğinde Buda heykelleri bulunuyor. 150 kadar heykel bulunduğu ve daha fazlasının olduğu düşünülüyor.
Sabah, 16.11.2010
|

|
'ÇİNİNİN PICASSO'SU HAYATINI KAYBETTİ

Dünyaca ünlü çini ustası
Sıtkı Olçar dün akşam vefat etti. Uzun zamandır
pankreas kanseriyle mücadele eden Olçar,
Amerikan Hastanesi’nde tedavi görüyordu. 1948
doğumlu sanatçının
cenaze töreni bugün
Kütahya’da düzenlenecek. Olçar’ın naaşı ikindi
namazının ardından defnedilecek.
En son geçtiğimiz eylül ayında Kütahya’da bir sergi,
sempozyum ve panellerden oluşan organizasyon ile
Kütahya çiniciliğine yaptığı katkıları ele alınan
Olçar, 1973’te Osmanlı Çini adını verdiği atölyesini
kurdu.
1980 yılından itibaren özellikle İznik çinileri
üzerinde çalışırken bir yandan da kaybolup gitmekte
olduğu sanılan Kütahya çiniciliğine yeni bir boyut
ve dinamizm kattı.
Çiniye yeni bir biçim ve öz getiren Sıtkı Olçar,
Çanakkale seramiklerini de yeni bir yorumla ele
aldı. İlki 1980 yılında olmak üzere, yurtiçi ve
Dubai,
Kuveyt,
İspanya ve
İtalya’nın da aralarında bulunduğu ülkelerde çok
sayıda kişisel sergi açtı.
1986 yılında
Yunanistan’ın Volos kentinde düzenlenen V.
Balkan Ülkeleri
El Sanatları Sergisi’nde
Türkiye’yi temsil eden Sıtkı Olçar’ın yapıtları
pek çok özel koleksiyonda ve müzede yer alıyor.
Uluslararası alanda kabul gören yapıtlarını ‘Sıtkı’
olarak imzalayan sanatçının 2009’da Sofça Köyü’ndeki
25 yıllık çini dükkanı
işletme ruhsatı olmadığı gerekçesiyle
mühürlenmiş ve o buna rağmen çalışmalarını
sürdürmüştü.
Kendine has bir tavır ve üslupla çalıştığı çini
sanatını, dünyanın pek çok yerinde düzenlediği
sergilerle temsil etmesi nedeniyle 2008 yılında
UNESCO tarafından Yaşayan İnsan Hazinesi Ödülü’ne
değer bulunan Sıtkı Olçar, 2007’de
Der Spiegel dergisince ‘çininin Picasso’su
olarak tanıtılmıştı.
Olçar sanatını şöyle anlatmıştı bir röportajında:
“İlk yıllarda çinicilikle ilgili fazla bilgi sahibi
değildim. Eski ve yeni ustalardan edindiğim
deneyimler bana yol gösterdi. Sanatımın ilk
yıllarında Kütahya ve İznik çinilerinin mavi-beyaz
renklerini kullanarak imitasyon ürünler yaptım.
Eskiden bu renkleri kullanan usta sayısı fazla
olmadığından bu garip karşılandı. Alışılmışın dışına
çıkarak pek çok şeyi denedim. Çinicilikte kendi
yolumu çizerek ekolümü belirleyen form ve eserler
yapmaya çalışıyorum bu da yurtiçi ve yurtdışındaki
sanatseverlerin dikkatini çekiyor.”
Milliyet, Haber: Yasemin Bay, 16.11.2010
******
KÜSKÜN GİDEN ÖZEL BİR ÇİNİ USTASI
Kütahya’dan
gazeteci dostumuz Ali Kehribar arayarak; “Büyük usta
öldü” dedi; “Böyle bir çini ustasını Kütahya değil,
Türkiye değil dünya kaybetti...”
Dünyanın en
büyük çini ustalarından Sıtkı (Olçar) Usta’nın
öldüğünü haber verirken, boğazı düğümleniyordu
Kehribar’ın... 10 gün kadar önce konuşmuştuk...
Rahmi Koç, pankreas kanseri olduğunu öğrendiğinde
hemen Amerikan Hastanesi’ne kaldırtmıştı. Koç’un
saygı duyduğu bir sanatçıydı. Onun gibi dünyanın her
yerinde dostu vardı.
Ne yazık ki, Kütahyalı yerel yöneticiler Sıtkı
Usta’yı ne ‘anlayabildi’, ne de ‘tanıyabildi.’
Çünkü çok özel bir adamdı.

Kütahya’yı dünyaya tanıtmasına Kütahyalılardan destek göremediğini
açıkça ifade ediyordu.
Son yıllarını gazeteci dostu Ali Kehribar’la
geçirdi. Onunla çok şeyi paylaştı. Kehribar’ı
dinlerken, olanlara insanın aklı almıyor:
“Son yılları hep acı içinde geçti. Ilıca’da evini
yıktılar. Onardığı ve ihya ettiği Hıdırlık
Mescidi’nin ‘çinilerini çaldı’ diye mahkemelerde
süründürdüler. Yıllardır emek verdiği ve dünya sanat
çevrelerini heyecanlandırdığı fırınını ve atölyesini
kapatmak için uğraştılar. Çeşitli çevreler, tam 11
kez Savcılığa ve mahkemelere gidip cezalandırmaya
çalıştılar. Alın teri ve göz nuru ile meydana
getirdiği, dünya sanat çevrelerinin yakından bildiği
ve pek çok ünlü kişinin konuk edildiği Porsuk Baraj
gölünün kenarındaki “ahşap camlı köşkünü” bir gece
ateşe verip yaktılar. Kütahya-Eskişehir yolu
kenarında ve Sofça Barajı yanındaki tesisleri ve
çini satış yerini hiç kimsenin girememesi için yolu
yükselttiler. Arabasına bir yıl öncesine kadar
defalarca ceza yazdılar. Uğradığı saldırılar o kadar
çok ki anlatmakla bitmez...”
Bu kadar engelleme ve saldırıya karşın, onu anlayan
ve destekleyen Türkiye’deki dostları vardı.
Nitekim, kanser olduğunu öğrenen dostları, geçen
23-25 Eylül tarihleri arasında Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma ve Tanıtma Vakfı (KÜSAV) adına
‘Çini Ustası Sıtkı Olçar ve Kütahya Çiniciliğine
Katkıları’ başlıklı bir sempozyum düzenlediler.
Kütahya Hilton’u açan Kosif Holding’in ana
sponsorluğundaki sempozyumda kimler yoktu ki;
Semahat Arsel, Ömer Koç, Çiğdem Simavi, Hilal Kosif,
Eskişehir’li Zeytinoğlu ailesi, Prof.Dr. Oktay
Aslanapa, Filiz-Fikret Otyam, Hıncal Uluç, Prof.Dr.
Ara Altun, Nazan Ölçer, Hülya Bilgi, Belgin
Demirasar Arlı, Celal Ece, Prof. Gönül Öney, Hatice
Kumbaracı, Mahmut Evkuran, Prof.Dr. Kenan Mortan,
Prof.Dr. Sitare Turan Bakır, Ömür Tufan, Japon
seramik sanatçısı Yoshiyuki Matsuove, Dr. Kadir
Şenses, AKP Kütahya Milletvekili Dr. Soner Aksoy,
Kütahya Valisi Şükrü Kocatepe, Belediye Başkanı
Mustafa İça.... Melda Davran’ın hazırlayıp, M.Oğuz
Aydın’ın yönettiği belgesel sanat, akademi, siyaset,
iş dünyası ve medya mensuplarına bir veda idi sanki.
UNESCO “Yaşayan İnsan Hazinesi” ödüllü sıra dışı
seramik sanatçısı Sıtkı Usta 37 yıldır 18 saat mesai
verdi ve Türk çini sanatına soluk getirdi. 1948
Kütahya doğumluydu; 1973 yılında ‘Osmanlı Çini’
adını verdiği kendi atölyesinde çinicilik ve seramik
alanında Kütahya’ya damgasını vurdu; marka yaptı.
Kütahya çiniciliğine yeni bir boyut getirmesine
karşın Kütahya’da hiç sergi açmadı... Şimdi
Kütahyalılara düşen görev, Hıncal Uluç’un dediği
gibi bir heykelini yapmaları..
Hürriyet, Yazı:
Yalçın Bayer, 17.12.2010
|
EN ESKİ BAKIR ÇAĞI YERLEŞİMİ
Sırbistan’da dünyanın
bilinen en eski Bakır Çağı yerleşimi keşfedildi.
Başkent Belgrad’ın 200 km güneyindeki Prokuplje
yakınlarındaki Plocnik’te bulunan 7 bin 500 yıllık
yerleşim biriminde balta, çekiç, çengel gibi
bakırdan aletler bulundu. Arkeologlar keşfi
“sansasyonel” olarak nitelendirirken, yerleşim
biriminde yapılacak araştırmaların insanoğlunun
nerede
ve ne
zaman metali kullanmaya başladığına ilişkin
bilgileri değiştirebileceğini söyledi.
Hürriyet, 16.11.2010
|
 |
MICHELANGELO'DA HAMAM ESİNTİSİ
Dünyaca ünlü İtalyan ressam Michelangelo’nun Vatikan’daki Sistine Şapeli’ni süsleyen Kıyamet Günü freskinde Türk hamamlarında ve genelevlerde gördüğü erkek fahişelerden esinlendiği öne sürülüyor.
Pisa Üniversitesi’nden İtalyan sanat tarihçisi Elena Lazzarini, yeni basılan kitabı ‘Çıplaklık, Sanat ve Adaba Uygunluk: 16. Yüzyıl Sanatındaki Estetik Değişimler’de (Nudity, Art and Decorum: Aesthetic Changes in the Art of the 16th Century) devasa freskin eşcinsel tasvirlerle dolu olduğunu, bunlar arasında bir erkeğin testislerinden çekilerek lanetlenmeye götürülüşünün ve erkek figürler arasında öpüşme ve sarılma tasvirlerinin bulunduğunu yazdı. Lazzarini, Michelangelo’nun 16. yüzyıl İtalyası’nda gay genelevlerine ve Türk hamamlarına yaptığı sık ziyaretlerle erkek anatomisi hakkında bilgi edindiğini öne sürüyor.
Lazzarini, çok sayıda tarihçi tarafından eşcinsel olduğu düşünülen Michelangelo’nun Roma’nın dar sokaklarındaki kuytulara gizlenmiş işlek hamamlara ve genelevlere ziyaretlerinin belgelere dayandığını da söylüyor.
Araştırmacı, Michelangelo’nun ziyaret ettiği hamamlarda çok sayıda oda olduğunu, buralarda insanların sıcak ve soğuk banyolar yaptıklarını bunun yanındaki gizli odalardaysa hem erkek hem de kadın fahişelerle birlikte olunduğunu anlatıyor.
Michelangelo, bu freski ilk görücüye çıkardığında Katolik Kilisesi ayağa kalkmış sanatçı ahlaksızlık ve müstehcenlikle suçlanmıştı. 1537-1541 yılları arasında yapılan fresklerde Hazreti İsa’nın yeniden yeryüzüne gelişi ve kıyamet tasvir ediliyor. Michelangelo’nun Vatikan içindeki şapelin mihrap duvarını süsleyen ‘Kıyamet Günü’nü tamamlaması dört yılını almıştı.
Radikal Hayat, 16.11.2010
|
EFES, UNESCO LİSTESİ İÇİN GÜN SAYIYOR
Kent için ‘Alan Yönetim Planı’nın ihalesinin yapıldığını söyleyen İzmir İl Kültür ve Turizm Müdürü Abdülaziz Ediz, “Plan sunulduktan sonra bir engel kalmayacak” dedi.
UNESCO Dünya Mirası geçici listesinde yer alan antik kentin asıl listeye alınması için Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın başlattığı çalışmalarda son noktaya gelindi. UNESCO’ya gönderilen adaylık dosyasında yer alan ve kültürel değerlerin korunması açısından yetersiz bulunan ‘Alan Yönetim Planı’nın, UNESCO’nun istediği ölçütlerde yeniden hazırlanması için gerekli ihale Selçuk Belediyesi tarafından yapıldı. Efes Antik Kenti Alan Yönetim Planı’nın, Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Selçuk Belediyesi tarafından ortaklaşa hazırlanacağını söyleyen Ediz şunları kaydetti: “Belediye ihaleyi yaptı. Hedefimize ulaşmak için çok küçük bir adımımız kaldı. Dosyayı çok kısa sürede göndermiş olacağız. Ancak kesin tarihi vermek yanlış olur. Kabul edilmesi durumunda Efes, Türkiye’den Dünya Kültür Mirasları Listesi’ne giren 10. yer olacak. Her yıl 2 milyon turistin ziyaret ettiği Efes’in asıl listeye girmesinin ardından arkeolojik kazılara ve tanıtımına dünya fonu tarafından aktarılacak kaynak artacak.”
Dünya Mirası Geçici Listesi’nde olan Türkiye’deki eserler:
Efes Antik Kenti, Karain Mağarası, Sumela Manastırı, Alahan Manastırı, Aziz Nikolaos Kilisesi, Harran ve Şanlıurfa, Ahlat Mezarlığı ve Osmanlı Hisarı, Kalesi ve Surları Diyarbakır, Selçuklu Kervansarayları, Konya-Selçuklu Medeniyeti, Alanya, Mardin Kültürel Peyzaj, Bursa ve Cumalıkızık Erken Osmanlı kentsel ve kırsal yerleşim, Selimiye Camii, St.Paul Kilisesi, İshak Paşa Sarayı, Kekova Güllük Dağı-Termessos Milli Parkı, Arkeolojik Site Afrodisias, Antik Kentler Likya Medeniyeti, Arkeolojik Site Sagalassos, Çatalhöyük, Arkeolojik Site Perge.
Milliyet, Haber: Turan Gültekin, 15.11.2010
|
 |
MİMAR SİNAN'IN AŞKININ ESERİ Mİ?

Mihrimah Sultan, Kanuni
Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan’ın tek kızı ve 16.
yüzyılda yönetimde büyük rol oynamış bir sultandı.
1539’da 17 yaşındayken Diyarbakır Valisi daha sonra
sadrazam olan Rüstem Paşa’yla evlendi.
Mihriman Sultan, zamanını, adına yaptırılan iki
büyük caminin yapımıyla geçirdi. Bunlar
Üsküdar’daki, etek giymiş bir hanım
görünümündeki Mihrimah Sultan Camii ve gün ışığının
her köşede adeta dans ettiği kadınsı edalı
Edirnekapı Camii’leriydi. (Mihrimah Sultan’ın
statüsü iki minareli cami yaptırmaya yetmesine
rağmen, bu caminin yalnızlığını simgelemesi
anlamında tek minareli yapıldığı söylenmiştir.)
Mimar Sinan, Mihrimah için, en uygun yerlere en
uygun camiyi, padişahın izni ve emriyle, dünya
üzerinde eşi benzeri görülmemiş bir sihirli
simetriyle yaptı.
Üsküdar’daki cami ve külliye,
İstanbul’un “yedinci tepesi”nin en yüksek
noktasında inşa edildi.
Edirnekapı’daki ise, Sinan’ın, Mihrimah Sultan’a
olan aşkını tasvir ettiği cami olarak rivayet
edilir. Caminin kubbesi, dışarıdan bakıldığında, tüm
ihtişamıyla tek başına yükselmektedir. Minaresi
sadece bir tanedir. Mimar Sinan’ın camiyi gözden
uzakta, ilgiyi çekmeyecek bir yerde inşa ettirmesi,
Mihrimah Sultan’a duyduğu gizli aşkın bir ifadesi,
bir yansıması olarak yorumlanmasına sebep olmuştur.
Edirnekapı’daki cami, 1999 depreminde hasar görmüş
ve onarıma alınmıştı.
Mihrimah Sultan Camii ile Edirnekapı’daki Mihrimah
Sultan Camii’ni aynı anda görebileceğiniz bir yer
tespit edin. Günbatımında (elbette, yılın sadece bir
gününde) göreceğiniz muhteşem manzara şudur:
Edirnekapı Camii’nin tek minaresinin arkasından
güneş batarken, Üsküdar’daki caminin minareleri
arasından ay doğmaktadır. Mihr ü mah,
Farsça güneş ve ay anlamına gelmektedir.
Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan,
Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce restorasyon
çalışmaları tamamlanan Edirnekapı Mihrimah Sultan
Camii’ni dün öğle namazını kılarak hizmete açtı.
Erdoğan, “Üzüldüğümüz şudur: Kanuni Sultan
Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan anısına Mimar Sinan
tarafından 1562-1565 yılları arasında 3 yılda
yapılmış. Ama, şimdi biz 11 yılda restorasyonunu
yapıyoruz fark bu. Ne yazık ki ileri gitmiyoruz,
geri gidiyoruz. İleri gitmek için şimdi biz Anadolu
yakasında şöyle bir
Süleymaniye Camii’ni kısa zamanda bitirmeyi
hedefliyoruz” dedi.
Cami önünde toplanan vatandaşlara hitap eden
Erdoğan, bayramda da (bugün) uzun yıllar
restorasyonda olan Süleymaniye Camii’nin açılışını,
Süleymaniye’de bir bayram sabahı edasıyla
gerçekleştireceklerini söyledi. Erdoğan, “Fatih’in,
Valide Sultan’ın, karşı taraftaki Mihrimah
Sultan’ın,
Sultanahmet’in külliyesi içindeki bazı
kısımların restorasyonu devam ediyor” dedi
Erdoğan, açılışı yapılan Yavuz Selim Camii’nin de bu
bölgede önemli özelliği olan ve sütunları olmayan
dört duvar üzerine kubbenin inşa edildiği nadide
eserlerden biri olduğunu ve belki de İstanbulluların
çoğunun bu camiyi bilmediğini söyledi.
Haliç’e hakim, İstanbul’un beşinci tepesi
üzerinde bulunan Yavuz Sultan Selim Camii ve
Külliyesi, Kanuni Sultan Süleyman tarafından babası
Yavuz Sultan Selim hatırasına, 1516-1522 yılları
arasında yaptırıldı. Külliye; cami, imaret, sıbyan
mektebi, darüşşifa, hamam ve bir türbeden oluşuyor.
Sultan Selim Külliyesi’nin kim tarafından yapıldığı
kesin olarak bilinmiyor ancak çeşitli kaynaklarda
Mimar Ali ve Mimar Sinan’ın adı geçiyor.
Caminin birer şerefeli iki minaresi bulunuyor.
İçeride mihrabın solunda mermer 8 sütun üzerinde
hünkar mahfili, sağda müezzin mahfili, kıble kapısı
üzerinde başka bir müezzin mahfili bulunuyor.
Restore edilen cami ve külliye, 31 Ocak 2010’da
yeniden açılmıştı.
Milliyet, 15.11.2010
|
ZİNDAN OLDU!
Yedikule Zindanları
Müzesi'nde ziyaretçilere 'Deli Dumrul' gibi bilet
kesen şirket, İstanbul kültür tarihinin en eşsiz
yapılarından birini harabeye çevirdi. 2004'te Maliye
tarafından 30 yıllığına kiraya verilen ve geceleri
alemcilerin mekanı haline gelen, gündüzleri ise
'çocuk istismarı' vakalarıyla anılan zindanlar,
görenlerin içini sızlatıyor.
Büyük bir alana
yayılan Yedikule hisarlarının içinde sit alanı
olmasına rağmen iki kaçak yapı bulunuyor. Hiçbir
güvenlik görevlisi ve turistlere yardımcı olacak
uzman personel bulunmayan zindanların içi pislikten
geçilmiyor. Yedikule surlarının etrafını saran
çıplak elektrik kabloları da düşündürüyor. Mekanın
kapısında 'otopark'çı görüntüsüyle bekleyen
üniformasız görevliler, burada dizi sinema filmi ya
da tarihi belgesel çekmek isteyen prodüksiyon
firmalarından saat başı 300 TL tahsis ediyor,
üstelik fatura vermeden.
Maliye Bakanlığı
Yedikule Zindanları Müzesi'ni, 2004 yılında içi
yeniden düzenlenerek sanatsal etkinlikler
gerçekleştirilmesi şartıyla STİ Uluslararası İç ve
Dış Ticaret Limited Şirketi'ne kiraya verilmesi için
Kültür Bakanlığı'ndan görüş istedi. Bakanlık da
bunun üzerine taşınmazla ilgili daha önce alınmış
kurul kararları da göz önünde bulundurularak,
yapılacak her türlü uygulama öncesi ilgili koruma
kurulundan izin alınması koşuluyla Yedikule
Zindanları'nın kültürel, turistik ve sanatsal
etkinliklerde kullanılmak amacıyla kiralanmasında
sakınca bulunmadığını 11.02.2004'te Maliye'ye
bildirdi. Ancak İstanbul Bir Numaralı Kültür ve
Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu, tarihi
Yedikule Zindanları'nın ilerde yapılacak bilimsel
çalışmalara imkan sağlamak için uzun süreli olarak
kiralama ve irtifak hakkı tesisinin uygun olmadığı
yönünde 21.04.2004'te bir karar alarak Maliye'yi
yazıyla uyardı.
Taşınmaza ilişkin
koruma kurulunun yazısını dikkate alan Maliye, STİ
ile yaptığı Yedikule Zindanları'nın 30 yıllık
kullanım ve işletme hakkını içeren kira
sözleşmesinin iptali için gerekli yasal işlemin
başlatılmasına karar verdi. Kararın ardından şirket
ile bakanlık davalık oldu. Ayrıca kira sözleşmesinin
iptali için Şehr-i İstanbul Derneği tarafından
Maliye Bakanlığı aleyhine dava açıldı, İstanbul 1.
İdare Mahkemesi'nde görülen dava dernek lehine
sonuçlandı. Söz konusu karar Danıştay 13.
Dairesi'nce de onandı.
İşletme tahsisinin
bakanlığına verilmesini istediği tarihi yapıyla
ilgili Yeni Şafak'a konuşan Kültür ve Turizm Bakanı
Ertuğrul Günay "Oradaki acı manzara benim de içimi
sızlatıyor. İnşallah haberinizden sonra şirketle ve
mili emlak arasında süren iptal davaları hız kazanır
ve böyle bir mekan bize verilir. Gerekli plan ve
çalışmaları yaparız. Orayı İstanbul'un 'Kültür
Vahası' haline getiririz" dedi. Bakan Günay şöyle
konuştu: "Mesela Anadolu Ateşi İstanbul'da yer
arayıp duruyor. Mekanın bize tahsisi durumunda müzik
ve folklor gruplarının kullanabileceği, sergi ve
kültürel etkinliklerin yapılabileceği güzel bir
sanat ve kültür merkezi ile yiyecek-içecek merkezi
yapılabilir. Fakat şirketle Milli Emlak arasında
dava sürüyor. Mümkün olduğunca hızlı gitmesi için
takip ediyoruz ama konu bizim dışımızda. Maalesef
orada biz taraf değiliz. Bakımı ve çevre düzeni için
bile çok müdahale edemiyoruz. Tıkanmış durumdayız.
Yeni Şafak'a bu yaraya parmak bastığı için önemli
teşekkür ediyorum."
Yedikule Zindanları'nın girişinde bakanlığının tabelası
olduğunu muhabirimizden öğrenen Kültür ve Turizm
Bakanı Günay devreye girdi. Yetkililerle temasa
geçen bakanlık yetkilileri tabelayı kaldırttı.
Surlarda yer alan kulelerin ve zindanların her türlü
iyi ya da kötü kullanıma uygun olduğunu ifade eden
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, "Ben içini
de dışını da iyi biliyorum. Yerlere çakıl sermişler,
kötü bir sahne yapmışlar, üstelik bakımsız ve tam
bir otopark görüntüsü var. Mülk sahibi olmadığımız
için bir şey diyemiyoruz" dedi. Yedikule Zindanları'ındaki Altın Kapı'nın Osmanlı'nın
törensel mekanı olduğunu belirten Günay,
"Düzenlenebilse belki de muhteşem bir görüntü ortaya
çıkacak. Aslında sorunun temeli başta şu. Tüm bu
kültürel varlıkların tahsisi veya kiralanma hakkının
biz de olması lazım. Bizim uygun gördüğümüz kişilere
verilmesi gerekiyor" diye konuştu.
Yeni Şafak, Haber: Abdullah Yıldırım, 15.11.2010
|

 |
SULTAN ABDÜLMECİD'İN GERÇEKLEŞEN RÜYASI
Dünyadaki en önemli projelerden biri olan Gebze–Haydarpaşa, Sirkeci–Halkalı Banliyö Hattının İyileştirilmesi ve Demiryolu Boğaz Tüp Geçişi İnşaatı (MARMARAY) Projesi, İstanbul için asırlık bir rüyayı gerçeğe çevirecek.
Proje kapsamında, Ocak ayında insanlar ilk kez İstanbul Boğazı'nın altından yürüyerek karşı yakaya ulaşabilecek. Marmaray Projesi Müdür Vekili İnşaat Yüksek Mühendisi Hüseyin Belkaya, Boğaz'dan tüp geçitle geçme sevdasının 1860 yılında Sultan Abdülmecit'in mühendis Preault'a, konuyla ilgili proje hazırlatmasıyla başladığını söyledi. Belkaya'nın verdiği bilgiye göre, mühendis Preault Sarayburnu ile Üsküdar arasında, ayaklar üzerinde bir batık tünel tasarladı. Ancak o günün teknolojisi ile bu tünel gerçekleştirilemedi. 1902 yılında ise mühendisler Strom, Lindman ve Hilliker, yeni bir Boğaz geçiş projesi tasarladılar. Su altından bir viyadük tünel şeklinde tasarlanan güzergahı yine Sarayburnu-Üsküdar olarak belirlenen bu proje de başarıya ulaşamadı. Şimdi bu hayalin gerçekleşmek üzere olduğunu söyleyen Belkaya, "150 yıllık bir gecikmemiz olsa da atalarımızın ayak izlerini takip ediyoruz. Güzergahımızı yine Sarayburnu ile Üsküdar arası olarak belirledik. İlk yola çıktıktan bugüne kadar boğazdan çok sular aktı, rejim değişti ama güzergah değişmedi" dedi.
Sirkeci'den, boğazın altındaki batırma tünel ile buluşmak üzere yola çıkan Tünel Delme Makinasının (TDM) 700 metre daha tünel deleceğini anlatan Belkaya, "Ocak ayında bağlantı tamamlandığında İstanbul Boğazı'nın altından insanlar ilk kez yürüyerek karşı yakaya ulaşacak. Diğer bir şekilde Yenikapı'dan tünellere girip Sirkeci'ye ulaşmak, denizin altından Üsküdar'a varmak ve tünellerden devam ederek Ayrılıkçeşme'de yüzeye çıkmak mümkün olacaktır" diye konuştu.
Habertürk, 14.11.2010
|
KÜTAHYA'DA 4300 YILLIK SARAY BULUNDU
Kütahya
Seyitömer Höyüğü’ndeki kurtarma kazısında 4300 yıl
öncesine ait olduğu tahmin edilen saray kalıntıları
ve içerisinde bol miktarda seramik, porselen, metal
eserler bulundu. Kazı Başkanlığını yürüten
Dumlupınar Üniversitesi’nden Prof.Dr. Nejat Bilgen,
höyükteki 5 kültür katmanının sonuncusu olan Erken
Tunç Çağı dönemine ait bölümün 8 metrelik bir
kalınlığa sahip olduğunu aktararak, gelecek yıl bu
katmanı kazmaya devam edeceklerini anlattı. Bu yıl
yaptıkları kazıda 4300 yıl öncesine ait bir sarayın
kalıntılarını gün ışığına çıkarttıklarını vurgulayan
Prof.Dr. Bilgen, sözlerine şöyle devam etti,”Bu yıl
Erken Tunç Çağı dışındaki katmanları sıyırmaya
başladık. Orta Tunç Çağı’nın mimarisi
çok büyük
ölçüde tamamlandı. MÖ 2000’li yılların başına ait
çok hoş bir kent ortaya çıktı. Burasının Erken Tunç
Çağı’nda seramik üretim merkezi olduğunu, kalıpla
seramik üretimi yapıldığını saptadık. Höyüğün son
katmanının topografyasını anlamaya çalışırken önemli
bir bulguyla karşılaştık. Öncelikle bir mimari
bulgu. İçinden çıkan buluntular ve mimari
özelliklerin detayına bakıldığında burasının bir
saray olduğunu kesinlikle düşündüren ip uçları
çıktı. Höyüğün en yüksek orta kısmında olması hemen
yanında geçen sene ortaya çıkardığımız megaron
denilen tapınak bulunması ve mimari biçimiyle burada
ancak bir yöneticinin oturduğunu tespit ettik.”
Vatan, 14.11.2010
|
|
|
SIRAEVLER SANAT CADDESİ OLUYOR
Akaretler'i W Otel ve ofis katlarıyla bambaşka bir çehreye kavuşturan Serdar Bilgili, Sıraevler olarak adlandırılan caddeyi 'sanat' konseptiyle yeniden düzenleme kararı aldı. Lüksün merkezi olma iddiasıyla iki yıl önce faaliyete geçen Akaretler Sıraevler'den 11 mağazasıyla ayrılan Beymen'den sonra, kiralama ve yönetim şirketi Avm mfi Partners ile anlaşan ve caddeyi 'herkesin rahatlıkla alışveriş yapabileceği ve gastronomi mekanlarının ağırlıklı olarak faaliyet göstereceği bir AVM' gibi yönetme kararı alan Bilgili bu projeden de 'lüks algısı zarar görür' kaygısıyla vazgeçti. Avm mfi Partners ile yolları ayıran Bilgili, caddeyi mimari ve sanat ile ilgili firmalara kiralamaya başladı bile.
Akaretler Sıraevler, 1875'te Mimar Serkis Palyan tarafından yapıldı. Önce saray ağalarının lojmanı olarak kullanılan evler sonraları kiraya verildi. Hem Mustafa Kemal Atatürk hem de annesi Zübeyde Hanım bir dönem Akaretler'de yaşadı. Sıraevler, Net Holding tarafından Vakıflar Genel Müdürlüğü'nden 15 Ekim 1987 tarihinde 49 yıllığına yap-işlet-devret modeli ile kiralandı. Daha sonra Net Holding'in altında kurulan Konaklama Tesisleri Yatırım ve İşletme A.Ş tarafından restore edilen Akaretler Sıraevler, 2003 yılında Garanti Bankası'na devredildi. 2006'da hisselerinin Akaretler Otel İşletmeciliği ve Turizm A.Ş tarafından satın alınmasının ardından Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün en büyük restorasyon projesi olarak hayata geçirildi. Serdar Bilgili'nin sahibi olduğu Bilgili Holding, tesislere yaklaşık 75 milyon dolarlık yatırım yaptı.
Boş mağazalara sanat galerilerinden ve tasarım firmalarından ciddi anlamda talep aldıklarını belirten holding yetkilileri, yeni oluşturulan konseptin caddenin yapısına da çok uygun olduğunu söylediler. Caddede ilk mağaza kiralayan Seyhan Özdemir ile Sefer Çağlar'ın kurduğu Autoban Mimarlık ve Tasarım Ofisi oldu.
Sabah, Haber: Pınar Çelik, 14.11.2010
|
SERAYA NİYET TARİHİ ESERE KISMET

Zonguldak'ın Çaycuma
İlçesi'ne bağlı Kadıoğlu Köyü'nde oturan 68 yaşındaki Nizamettin Oral'ın
yaklaşık 3 yıl önce evinin bahçesinde sera kurarken
bulduğu tarihi mozaiğin ardından başlatılan kazı
çalışmalarında vurulan her kazma, arkeologları
büyüleyen Roma dönemine ait tarihi bir yerleşim
yerini ortaya çıkarıyor.
Köyde çiftçilik yapan 68 yaşındaki Nizamettin
Oral, 2008’in Ocak ayında evinin bahçesinde sera
kurarken tarihi bir mozaik buldu. Aynı yılın yaz
ayında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın izniyle
mozaiğin bulunduğu alanda kazı çalışması başlatıldı.
Ereğli Müze Müdürlüğü’nce yapılan çalışmalarda, üzüm
salkımları arasında oturan kadını elindeki hançerle
öldürmek isteyen bir erkek figürünü tasvir eden
mozaiğin yer aldığı oda genişletildi. Geçen yıl
sürdürülen çalışmalarda ise zemini çeşitli desen ve
figürlerle işlemeli yeni bir oda daha bulundu.
MS 3'üncü yüzyıla ait villa tarzı yerleşim
yerini genişletmek amacıyla bu yaz 35 bin liralık
ödenekle yapılan çalışmalarda ise villanın harçla
kaplı 3’üncü odası ve 2'nci bir villaya ait olduğu
tahmin edilen tabanı mozaikle kaplı salonun bir
bölümü ile iki villanın arasında 30 metrelik bir su
yolu bulundu. Ödeneğin bitmesi nedeniyle 1 ay ara
verilen kazı çalışmaları, bakanlığın tahsis ettiği
20 bin liralık ek ödenekle 20 gün önce yeniden
başladı. Arkeolog Ünver Göçen başkanlığında 12
işçiyle yapılan çalışmalar dün tamamlandı.
20 günlük kazıda ikinci villaya ait salonun tamamı
ortaya çıkarıldı. O dönem yaşayan yerel bir
yöneticiye ait olduğu tahmin edilen tabanı tamamen
mozaikle kaplı salon, başta arkeolog Ünver Göçen ve
işçiler olmak üzere görenleri hayran bıraktı.
Salonun orta bölümünde sakallı erkek maskları,
çevresinde ise sarmallarla işlenmiş yer yer tanrı
Eros, aslan ve domuz figürleri yer alıyor. Onların
çevresinde 1’er metrekare aralıklarla çeşitli hayvan
mücadeleleri ve av sahneleri, en dışta yer alan 1
metre genişliğinde 5 metre uzunluğundaki sahnede ise
tanrı Erosların balık avlama sahnesi bulunuyor.
Sandaldan ağ atarken, balıkları çekerken görülen
erosların yanında yine çeşitli balık ve kaz
figürleri yer alıyor.
Arkeolog Ünver Göçen, villanın kabul salonu olduğunu
düşündükleri odadaki mozaik işçiliğinin en üst
seviyede olduğunu söyledi. Çok ince tarzda işlenmiş
mozaikler olduğunu belirten Göçen, “Çok usta bir
işçilik var burada. Şimdi bu salondaki mozaiklerin
üzerini özel bir bezle kapatacağız. Bezin üzerine 10
santim ince kum, onun üzerine de 30 santim toprak
sererek koruma altına alacağız” dedi. Göçen, gelecek
yıl kazının devam edeceğini söyledi.
Atalarından kalan evinin bildiği kadarıyla yaklaşık
200 yıllık bir tarihi olduğunu belirten Nizamettin
Oral, mutlu ve gururlu olduğunu söyledi. Oral, “Sera
kurarken demir çubuklar aşağıya inmedi. Kazmaya
başladık, değişik taşlar derken mozaik. Bu kadar
değerli olduğunu düşünmemiştim. Sonradan hastası
olduk. Sabaha kadar uyumuyorum. Akşamdan yatma
saatine kadar 2- 3 saat uyuyorum. Sonra devamlı
balkonda, evin etrafında burayı gözetlemekle
mükellefim. İsterse devletim bana hiç para vermesin.
Bu kamu görevi gibi bir şey benim için. Bahçe zarar
görmüş, ev köy gitmiş hiç umurumda değil. Ülkem
kazansın. Benim kazanmam önemli değil. Toplum
kazansın bu bana yeter. Bu sene çok az ekim yaptık
bahçeye. Seneye hiç yapamayacağız. Bahçe hiç aklıma
gelmiyor. Yeter ki bu tarih ortaya çıksın.
Zonguldak’ta 700 bin nüfus var. 700 bin kazma kürek
ver. Bir tanesi böyle eser bulsun kellemi koparırım.
Bu da Allah’ın bir nimeti” diye konuştu.
Radikal, 14.11.2010
|
İTALYA'DA MÜZELER GREVDE
Dünya Mirası Listesi'nde en fazla alana sahip
bulunan ülke konumundaki İtalya'yı ziyarete gelen
turistler görmek istedikleri sanat eseri, tiyatro
gösterileri ve kültürel aktiviteleri çalışanların
grevi yüzünden ziyaret edemiyor. Hükümetin kemer
sıkma politikaları çerçevesinde kültür
harcamalarında yüzde 80 kesintiye gitmesini protesto
eden yüzlerce müze ya kapısını açmıyor ya da kısmi
boykot uyguluyor. Berlusconi hükümeti, önümüzdeki üç
yıl içinde kültür bütçesinde 280 milyon euro
kesintiye gitmek istiyor.
Roma Belediyesi Meclis
Üyesi Umberto Croppi, "Biz burada yüzlerce milyon
eurodan bahsediyoruz. Örneğin Caravaggio'nun sergisi
olmazsa, Roma en az 30 milyon euro kaybeder" diye
konuştu. Hükümetin böyle bir kesinti yapmasından
dolayı bu alanların büyük ölçüde zarar görmesinden
kokuluyor. Geçen hafta İtalya'daki Pompei sit
alanında bulunan 2 bin yıllık Gladyatörler Evi'nin
çökmesi bu tartışmaları alevlendirmişti.
Sabah, 14.11.2010
|
|
SARAY SAATLERİ GÜN YÜZÜNE ÇIKTI

Milli Saraylar
saat
koleksiyonunda bulunan ve gezi güzergahlarında
sergilenemediği için depolarda tutulan 19. yüzyıla
ait Osmanlı, İngiliz ve Fransız saatleri, Dolmabahçe
Sarayı'nın Harem Bahçesi'ndeki eski İç Hazine
binasının onarılmasıyla oluşturulan Saat Müzesi ile
gün ışığına çıktı.
Müzeyle ilgili bilgi veren TBMM Milli Saraylar
Daire Başkanı Yasin
Yıldız,
müzenin geçtiğimiz hafta TBMM Başkanı Mehmet Ali
Şahin’in katıldığı bir törenle ziyarete açıldığını
hatırlattı.
Yıldız, daha önce de 2004 yılında açılmış olan ve
yaklaşık 60 saatin sergilendiği bir saat müzesinin
olduğunu belirterek, "Gerek binanın restorasyon
ihtiyacı gerekse saatlerin bakım ihtiyaçları ciddi
bir zaruret haline geldiğinden bu müze 2008 yılı
başında dönemin idaresi tarafından kapatılmıştı.
Yapılan hazırlıklar yaklaşık 2
yıl kadar
sürdü. Depolarımızda bulunan ve ziyaretçilerin gezi
güzergahlarında göremediği başka saatlerimiz de
vardı. Bu saatleri de eklemek suretiyle
arkadaşlarımız müzenin kapsamını genişlettiler. Hem
saatlerin bakımı, tamiri
ve bu
müzeye hazır hale getirilmesi, hem de müze düzeninin
kurulması ve bina restorasyonunu, daire başkanlığı
olarak tamamıyla öz kaynaklarımızla yaptık. Bu müze,
Türkiye’de ilk ve tek olma özelliği taşıyor. Bu
nedenle bizim için çok önemli" dedi.
Saat koleksiyonlarının önemli bir bölümünü bir bütün
halinde tek bir mekanda ziyaretçilerle buluşturmak
istediklerini ve böylece müze fikrinin ortaya
çıktığını aktaran Yıldız, "Müzede 75 saat
sergileniyor. Saatleri saat ustalarımız Recep Gürgen
ve Şule Gürbüz tamir etti. Burada Osmanlı, Fransız
ve İngiliz saatleri yer alıyor. Bu saatler ağırlıklı
olarak 19. yüzyıl saatleri. Çünkü Milli Sarayların
yönettiği müzeler hep 19. yüzyıl müzeleri. Bunlar
hediye, satın alma gibi çeşitli yollardan bizim
saraya kazandırılmış eserler. Bizim envanterimizde
toplam 170’in üzerinde saat var. Diğerleri gezi
güzergahında sergileniyor" diye konuştu.
TBMM Milli Saraylar Daire Başkanı Yıldız, Türk
saatlerini çok önemsediklerini vurgulayarak,
konuşmasını şöyle sürdürdü:
"Türk saatleri müzenin önemli bir bölümünü
oluşturuyor. Aralarında Eflaki Dede saatleri,
Mevlevi dervişlerinin ürettiği saatler var. Bütün
saatler arkalarında bir hikaye barındırıyor.
Ziyaretçilerimiz geldiğinde bu hikayeleri burada
görebilecekler. Avrupa saatlerinin çok ilginç
özellikleri var. Osmanlı marşları çalanlar da var,
batı ezgilerini çalanlar da... Bunun yanında çeşitli
mekanik gösteriler yapabilen saatlerimiz de var."
Türk tarihinde 19. yüzyılın ayrı bir yer tuttuğunu
ifade eden Yıldız, "Klasik dönemden çıkıp
batılılaşma çabalarının hız kazandığı bir dönem. Bu
saatler bir yönüyle de onu temsil ediyor. Bizim
batılılaşma çabalarımızın imgelerinden bazılarını
oluşturuyor. Bu imgelerin hepsinin bir arada
bulunması da ziyaretçiye bir fikir vermesi açısından
anlam taşıyor. Bu nedenle ziyaretçilerimizin bu
müzeyi gelip görmesini çok arzu ediyoruz" dedi.
Yasin Yıldız, bütün saatlerin çalışır vaziyette
olduğunu dile getirerek, "Bu saatlerin fonksiyonunu
anlatabilmemiz için hepsini çalışır durumda tutmamız
gerekiyordu. Sadece müzedeki değil, sarayın diğer
noktalarında ziyaretçilerin gördüğü saatlerin hepsi
çalışır durumda" şeklinde konuştu.
Yıldız, müzede görülebilecek İngiliz saat ustası
George Prior’ın müzikli otomatları, Fransız altın
kaplama konsol saatleri, otomat ve yarı otomat
müzikli saatler, Es Seyyid Süleyman Leziz’in
astronomik saati ve Osman Nuri’nin desimal saatinin
dünya
mekanik saat koleksiyonları arasında önemli yere
sahip olduğunu vurguladı.
Müzeyle birlikte buradaki saatlerin yer aldığı
katalog hazırlandığını aktaran Yıldız, kurumsal
takvimlerini yıl içerisinde yapılan etkinliklerden
bir tanesini konu alarak hazırladıklarını, Saat
Müzesi’ne verdikleri önem nedeniyle de bu yılki
takvim temasını saatler olarak belirlediklerini
söyledi.
Yıldız, girişteki bahçesine yapılmış çiçek saati ve
cephe saati ile ziyarete hazır hale getirilen
müzenin pazartesi ve perşembe günleri hariç
09.00-16.00 saatleri arasında Dolmabahçe Sarayı
bileti ile ayrıca bir ücret ödemeden
gezilebileceğini sözlerine ekledi.
Saat ustası Şule Gürbüz de saat tamiri
çalışmalarının 1997 yılından beri devam ettiğini
söyledi.
Gürbüz, mekanik saatlerin periyodik bakımları
olduğunu ve sık sık tamir edilmeye ihtiyaç duyduğunu
belirterek, "Mekanik saat tamirinde ’yaptık oldu’
diye bir kenara çekilemiyorsunuz" dedi.
Saray saatlerinin standart saatler olmadığını
belirten Gürbüz, "Buraya alınmaları, geçmiş dönemde
hediye edilmeleri, hep bir farklılığı ihtiva
etmelerinden dolayı. Normalde çok fazla yerde
örneğini göremeyeceğimiz saatler var burada. Bir de
standart üretimden, seri üretimden hariç, yapan
ustanın bizzat uğraştığı, adını verdiği, dönemini
aksettirdiği saatler oldukları için hemen hepsinin
konstrüksiyonu birbirinden farklı. Saraydaki mekanik
saatlerin hemen hemen hiç biri çok da birbirinin
devamı değil. Birini görmek diğerlerini önünüze
sermiyor" diye konuştu.
Radikal, 14.11.2010
|
ANTİK GERMENICIA KENTİ İLE İLGİLİ BİLİNÇLENDİRME VE
TANITIM ÇALIŞMALARI BAŞLIYOR
Kahramanmaraş’ta 2007
yılında kaçak kazı sonucu ortaya çıkarılan antik
Germenicia kentinin tanıtımı için hazırlanan ‘Kayıp
Kent Germenicia Gün Yüzüne Çıkıyor Projesi’ ile
vatandaşlar bilinçlendirilecek.
Kahramanmaraş Valiliği tarafından düzenlenen
‘Hizmette Yarışıyoruz–2′ isimli proje yarışmasında
20 bin TL hibe almaya hak kazanan ‘Kayıp Kent
Germenicia Gün Yüzüne Çıkıyor Projesi’ ile ilgili
çalışmalar başlıyor. Roma dönemine ait antik
Germenicia kentinin tanıtımının amaçlandığı ve İl
Kültür Turizm Müdürlüğü ile Kahramanmaraş Müzesi
tarafından yürütülen proje kapsamında ilk olarak bir
ofis oluşturuldu. Proje hakkında bilgi veren
Kahramanmaraş Müzesi Müdürü Ayşe Ersoy, şehirdeki
insanların dikkatini Germenicia kenti mozaiklerine
çekmek istediklerini söyledi.
İlerleyen günlerde, kazı alanında imamlar,
muhtarlar ve bölge halkına yönelik olarak
bilinçlendirme toplantılarının düzenleneceğini ifade
eden Ersoy, öğrencilerin de belediyeden sağlanan
otobüslerle kazı alanına getirileceğini belirtti.
Burada öğrencilerin, hem mozaikler, hem de kazıların
nasıl yapıldığı hakkında bilgi sahibi olacağını
anlatan Ersoy, eski eserlere sahip çıkılmasını
amaçladıklarını vurguladı.
Öte yandan antik Germenicia Kenti’nde 3 Aralık’ta
kazı çalışmaların tekrar başlayacağını açıklayan
Ersoy, burada 5 arkeolog ve 17 işçinin çalışacağını
sözlerine ekledi.
Timetürk, 12.11.2001
|
 |
ANKARA ANTİK TİYATROSUNA İLİŞKİN GERÇEKLER
Bentderesi’ndeki antik tiyatroda kazı çalışmaları cuma günü Ankara ekimizde bazı yanlış bilgilerle yayımlandı. Başlıkta yer alan “Ankara’nın, 3 bin 300 yıl önce 5 bin kişilik tiyatrosu varmış. Ulus’ta Antik Tiyatro bulundu” sözleri haberin içinde de yinelenmişti. Bu yanlışlıkları düzeltirken, bazı doğru ek bilgileri de okurlarımıza aktarıp, yapılan yanlışlıktan dolayı özür dileriz.
Anakent Belediye Başkanı Melih Gökçek’in tiyatro bağlantılı açıklamasında “Ankara’nın tarihinin 3 bin 300 yıl öncesine dayandığı” sözleri haberde tiyatronun tarihi ile karıştırılarak, sanki tiyatronun 3 bin 300 yıllık geçmişi olduğu yazılmış. Oysa 3 bin 300 yıl önce dünyanın hiçbir yerinde antik tiyatro yoktu. Bırakın Anadolu’yu İtalya’da bile Roma İmparatorluğu için yaklaşık bir, bin yılın geçmesi gerekiyordu. Romalılar, MÖ 189’da Galatları yenerek Ankara’ya gelmişlerdi. Bentderesi’ndeki Roma Tiyatrosu ancak MS 1. yüzyılın sonu - 2. yüzyılın başına tarihlenebiliyor. Antik yazarlardan hiçbiri Ankara’da bir tiyatronun varlığına değinmezken, 1872’de G.Perrot, E. Guillaume, J.Delbet adlı Fransız araştırmacılar gördükleri bazı taşlara dayanarak kentte bir antik tiyatronun olabileceğini yazmışlardı. Ancak 1982’de Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne yapılan bir ihbar sonucunda Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi (DTCF) doçentlerinden Coşkun Özgünel bu noktada ilk kazmayı vurarak tiyatronun varlığını saptadı. Sonrasında Doç.Dr. Orhan Bingöl 1986 yılına kadar DTCF adına kazı çalışmalarını sürdürdü. Bentderesi’nin doğu yamacına yaslanan tiyatronun, kentteki hava akımı dikkate alınarak izleyicilerin yaz aylarında rahat etmelerini sağlayacak bir noktada yapıldığı anlaşılıyor. Anadolu-Roma tiyatro mimarisi özelliklerini taşıyan Ankara tiyatrosunun taşları zamanla gerek kale surlarında ve gerek yöredeki yapılarda devşirme taş olarak kullanılmış. Daha sonraki yüzyıllarda “su oyunları” sergilemek amacıyla tiyatronun değişikliğe uğradığına ilişkin veriler de ortaya çıkarıldı. Üzerindeki çöplük ve ruhsatsız binaların ortadan kaldırılmasından sonra Ankara’nın antik tiyatrosundaki kazı çalışmaları Anadolu Medeniyetleri Müzesi ve belediyenin işbirliği ile sürdürülüyor. Tiyatroda bulunan çeşitli heykeller arasında yer alan görkemli bir Satir başı da müzede sergileniyor.
Cumhuriyet Ankara, 12.11.2010
|
A.Ü. BÖLGE TARİHİNİ AYDINLATIYOR
Atatürk Üniversitesi, kültür ve sanat tarihi
hayatına yeni kazanımlar sunmaya devam ediyor.
Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Temel
Eğitim Bölümü Başkanı, Sanat Tarihçisi Doç.Dr. Ali
Murat Aktemur, Ardahan çevresindeki insan biçimli
mezar taşlarıyla ilgili olarak kapsamlı bir
araştırma çalışması yürütüyor. Önümüzdeki günlerde
kitap haline getirilecek olan araştırmada, Türk
inanç ve geleneklerinin bir uzantısı olarak mezar
taşları ele alınıyor.
Sanat Tarihçisi Doç.Dr. Ali Murat Aktemur,
Ardahan’daki insan biçimle mezar taşlarıyla ilgili
olarak kapsamlı bir esere imzasını atmaya
hazırlanıyor. Doç.Dr. Aktemur, yürüttüğü çalışmayla
ilgili olarak bilgiler verdi.
Ardahan ve çevresinde eski Türk inanç ve
geleneklerinin bir uzantısı olarak, mezar taşlarında
insan figürünün kullanıldığını anlatan Aktemur, bu
geleneğin 1910’lu yıllara kadar sürdüğünü kaydetti.
Aktemur, Türklerin, ölen atalarının anısına taş
heykeller diktiklerini belirterek, bu heykellerin
kurgan üzerine ve eteğine ya da çoğunlukla kült
merkezlerine koyulduğunu dile getirdi. Aktemur,
“Heykelin ve kült merkezinin çevresi bir sıra taş
ile çevrilerek kare ya da dikdörtgene yakın küçük
bir alan elde edilmekteydi. Ata heykelinin bulunduğu
kült merkezinde; ölünün anısına şölenler verilmekte,
yemekler ikram edilmekteydi. Böylesine ilginç dinsel
bir gelenek sonucunda ‘Türk toplumunda taş heykel
kültü’ ortaya çıkmıştır.” diye konuştu.
Ata kültürünün temsilcisi olan taştan yapılmış
insan heykellerinin, Türk toplulukları tarafından
kutsal olarak kabul edildiğini belirten Aktemur, bu
kutsallık nedeniyle heykellere saygı duyulduğuna
işaret ederek, “Bu kutsallık yalnızca heykellerin
yapıldığı dönemle sınırlı kalmamış, tam tersine
İslamiyet’in Türk toplulukları tarafından
benimsenmesinden sonra da, varlığını sürdürmüştür.
Hatta günümüzde bile taştan yapılan insan heykelleri
kutsal olarak kabul edilmekte ve bunlar ‘taş nine’,
‘taş baba’, ‘keser taş’ ve ‘saymalı taş’ gibi
isimlerle adlandırılmaktadır.” şeklinde konuştu.
İnsan biçimli taş heykel geleneği ile ilgili
önemli bilgilerden bir kısmının, Genceli olan
Nizami’den öğrenildiğini kaydeden Aktemur,
Nizami’nin 13. yüzyılda yazdığı eserinde; “Taş
heykeller Kıpçak bozkırlarına tılsım olarak
dikilmişti. Bu tılsımların hemen hepsi şimdiye kadar
orada durmaktadır. Bütün Kıpçak halkı bu tılsımlara
yaklaşınca onlara tapar ve okluğuna bir ok bırakır.
Bir çoban oraya gelirse, bir koyun keser”
ifadelerine yer verdiğini bildirdi.
Şamanist inanç doğrultusunda büyük bir saygı
duyulan insan biçimli taş heykel geleneğinin, İslami
devirde çoğunluğu Hanefi mezhebine mensup olan
Ardahan ve çevresinde soyutlandığını aktaran Aktemur,
bu geleneğin, insan heykeli formlu mezar taşı
şeklinde devam ettirildiğini belirtti. Bu durumun,
Şaman inancına değil, tam tersine eski geleneklere
bağlılığın bir ifadesi olarak kabul edilebileceğini
söyleyen Doç.Dr. Aktemur, “Bu tarz mezar taşları
yapma geleneğini, Hanefi mezhebindeki Müslüman
Karapapaklarca yaygın şekilde kullanılmıştır. Söz
konusu bu topluluk, bu mezar tayı geleneğini 1877
ile 1878 Osmanlı Rus Harbi’nden sonra Ağrı Tutak,
Kayseri, Sivas ve Tokat çevrelerine muhacir olarak
gittiklerinde, buralara da götürmüşlerdir.” şeklinde
konuştu.
Söz konusu mezar taylarının, özellikle
üzerlerindeki çeşitli sembolik anlamlar içeren
motifleriyle dikkat çektiklerini anlatan Doç.Dr.
Ali Murat Aktemur, bunlar arasında Cami, Ibrik, Ay
Yıldız, Tüfek ve Fişeklik, hançer, kılıç, tabanca ve
benzeri motiflerin yaygın olduğunu ifade etti.
Mezar taşlarındaki her bir motifin ayrı bir
anlam barındırdığını vurgulayan Aktemur, “Mezar
taşlarındaki cami motifi, İslam dinini sembolize
etmektedir. İbrik motifi ise, mezarda yatan kişinin
abdestli ve namazlı, dini bütün bir Müslüman
olduğunu anlatmaktadır. İslam’ın sembolü hilal ya da
bayrağımızın ay yıldız motifi de, mezar taşlarında
sıkça kullanılmıştır. Ay yıldız bezemesi, mezarın
bir asker veya bir şehide ait olabileceğine işaret
ettiği gibi, Türklük sembolü olarak da işlenmiştir.
Tabanca motifi, defnedilen kişinin yiğit oluşunu,
iyi silah kullandığını sembolize eder. Kama, bıçak
ve hançer motifleri, mezar taşlarında hayatın kısa
kesildiği, şehitliği ettiği gibi, kurban, intikam ve
ölüm sembolü olarak da kullanılmıştır. Bu motifler
ayrıca hakimiyeti, hükümdarlığı, yiğitlik, adalet,
cesaret gibi kavramları sembolize etmek içindir.”
şeklinde konuştu.
Yaptığı bu araştırmanın yazım aşamasının
sonuna geldiğini ve önümüzdeki günlerde “Ardahan
Çevresindeki İnsan Heykeli Formlu Mezar Taşları” adı
altında bilimsel içerikli bir kitap haline
getireceğini kaydeden Aktemur, eserin, kültür ve
sanat tarihiyle ilgilenen bilim adamları ve
okuyucuların hizmetine sunulacağını sözlerine
ekledi.
Erzurum Gazetesi, Haber: Samet Özünal,
11.11.2010
|
7 - 13 Kasım 2010
|
ARKEOLOJİ MÜZESİ KAZANDIRILMALI
Edremit Körfezi'nden çıkan arkeolojik eserler, bölgemizde müze olmaması nedeniyle özünden kopartılıp uzak depolarda kutu içinde saklanıyor. Tarih ve kültür simgesi olan eserlere sahip çıkılmaması, kaybolan, çalınan eserlerin artış göstermesi müze isteğini gündeme getirdi. Uzun zamandır arkeolojik müze izni bekleyen Güre Belediyesi bürokratik işlemler nedeniyle canından bezdirildi.
Edremit Körfezi'nden çıkan tarihi eserler Bursa ve Balıkesir müzelerinin depolarında gün güzü görmüyor! Tarihi eserlerin çıkartıldığı bölge arkeoloji müzesinin olmaması, turizm alanında en büyük kayıp olarak değerlendirildi. Çıkartılmayan tarihi eserler bölgede kaçak kazı faaliyetlerinin doruk noktalara çıkmasına neden oldu. Define avcıları kültür mirasımız olan tarihi eserleri tek tek toplanıp yurt dışına kaçırılıyor.
5 medeniyete ev sahipliği yapmış bölgemizde, bir arkeoloji müzesinin bulunmaması, gün yüzüne çıkmayı bekleyen eserlerin toprak altında kalmasına neden oluyor. Bölgemizde bir yere kazı izinleri Kültür Bakanlığı tarafından verilmezken, gerekçe olarak “Koruyamıyoruz” , “toprak altında daha güvenli” mazereti öne sürülüyor. Ören Adramytteion kazılarının 2010 yılında yapılmama nedeni olarak “koruma amaçlı imar planı” olmadığı gösterildi.
Körfezin Sesi, 12.11.2010
|
 |
|
TRUVA ANTİK KENTİNDE
OLUMSUZLUKLAR BİTMİYOR
Tevfikiye Köyü
sınırlarında yer alan Truva Ören Yeri, mevcut
uygulamalar nedeniyle bulunduğu bölgeyi
kalkındıramıyor.
Profesyonel bir rehber olan Tevfikiyeli Mustafa
Aşkın konuya ilişkin açıklamalarda bulundu.”80’lerde
sit alanında satış yapılmayacağı gerekçesiyle yer
gösterilmeden sit alanının dışına çıkarıldık. Bize
daha sonra Shopping Center gibi bir yer verildi. 5
yıl kira verdik ama hiçbir fayda göremedik. Gelen
turistler ören yerine durmadan giriyor, ören
yerinden durmadan çıkıyor. Tevfikiye esnafı olarak
gelen turist kafilelerinden hiç faydalanamıyoruz”
dedi.
İnşa edilen Shopping
Center harabeye döndü. Yakın zamanda Shopping Center
harabelerini de gezebiliriz diyerek tepkisini dile
getirdi. Devlete rağmen ayakta durmaya çalışıyoruz
diyen Mustafa Aşkın 10.Truvalılar olarak bu durumdan
rahatsız olduklarını dile getirdi.
Burası Çanakkale,
12.11.2010
|
113 YILLIK KULE
YENİLENDİ
Çanakkale'de 1897
yılında dönemin İtalyan konsolosu Vitalis tarafından
yaptırılan tarihi saat kulesi restore edilerek
ışıklandırıldı.
Çanakkale Belediyesi yetkilileri İl Özel İdaresi'nin
mülkiyetinde olan tarihi saat kulesinin mülkiyetinin
tekrar Çanakkale Belediyesi'ne devredilmesinin
ardından 3 ay önce restorasyonuna başlandığını
belirterek, "100 yılı aşkın süredir ayakta olan
yapının restorasyon çalışmaları yaklaşık 3 ay sürdü.
Çalışmalarda ilk etapta saat kulesinin iç kısmında
saat mekanizması ve çalar kampası yeniden işleyişe
geçirilerek, iç temizlik, bakım ve kadran
aydınlatması yapıldı. Ardından da uzun yılların
verdiği tahribat nedeniyle yapı üzerinde tuz ve
kirlenmelerin olduğu giriş kapısı, pencere ve diğer
demir aksamlar ise dış kısmı onarıldı. Işıklandırma
çalışması ile restorasyon tamamlandı. Şuan saat
kulesi etrafında çevre düzenleme çalışmaları
sürdürülüyor" dedi.
Habertürk, 12.11.2010
|
|
 |
PERU'DA ÇOCUK VE KÖPEK MUMYALARI BULUNDU
Güney Amerika ülkesi Peru'nun başkenti Lima'nın güneyinde, 15. yüzyıldan kalma bir çocuk ve yanına gömülmüş 6 köpek mumyası bulundu.
Mumyaların Lima'nın 25 kilometre güneyindeki Pachacamac arkeolojik alanında yer alan İnka piramitlerinden birinin içinde bulunduğu belirtildi.
Hayvan mumyalarını inceleyen veterinerler, köpeklerin Peru'da yaygın olan iki köpek türünden olmadığını kaydetti. Köpeklerin cinsini belirlemek için araştırmaların sürdüğünü bildiren arkeolog Jesus Holguin, "Mumyalanmış köpekler iyi durumda, tüyler ve çene kemiği olduğu gibi korunmuş" diye konuştu. Veteriner Enrique Angulo ise "Bulunan köpeklerin güçlü çene kemiği, bunların evcil av köpekleri olduğunu gösteriyor" dedi.
Uzmanlar, köpeklerin de muhtemelen çocuk gibi kurban edildiğini düşünüyor. Köpekler üzerinde yapılan araştırmanın bunu netleştireceği kaydediliyor.
Pachacamac bölgesinde 1400-1530 yılları arasında İnka kültürü hakimdi.
Türkiye Gazetesi, Fotoğraf: Trt/Haber,12.11.2010
|
DEFİNE HAYALİYLE GÖLÜ BOŞALTTILAR
Denizli'de Sandıras Dağı'nın zirvesindeki Kartal Gölü, 1992'den bu yana 1'inci derecede doğal ve arkeolojik sit alanı. Ancak gölde altın heykel olduğuna inanan define avcılarının gizli çalışmaları yüzünden şimdilerde yok olmak üzere. Yıllardır gölün çevresini kazan hazine avcıları, 6 yıl önce bu kez kanal açarak göl içindeki 900 metreküp suyu boşaltıp, dibini kazmaya başladı. Bunun üzerine kanal açılan yere beton duvar yapıldı. Ancak hazine avcıları 2 yıl önce betonu da kırarak suyu boşaltmaya çalıştı. Son olarak geçtiğimiz günlerde betonu bir kez daha kıran hazine avcıları, suyu yine boşaltıp gölün dibini delik deşik etti.
Define avcılarına isyan eden AKP'li Beyağaç Belediye Başkanı Mustafa Akçay şunları söyledi: "Göl, ilçe merkezine 22 kilometre mesafede ama yol dağ yolu olduğu için ulaşım güçlüğü var. Bunu çok iyi bilen defineciler de olumsuzluklardan faydalanıyor ve yıllardır gölü ve çevresini kazıyor. Suyu boşaltıldığında göldeki balıklar ve canlılar da yok oluyor. Geçen hafta gittiğimizde beton duvarın kırılarak gölün boşaltılıp dibinin kazıldığını gördük. Yani define avcılarını beton duvar bile durduramadı. Bu talanın sorumlularını bulup adalete teslim edeceğiz. Definecilere sesleniyorum. Kartal Gölü'nde ve zemininde altından yapılmış çift başlı kartal heykeli filan yok. Artık gölümüzü rahat bırakın." Define avcılarının iştahını kabartan efsaneye göre bölgede çok eski zamanlarda hüküm süren bir medeniyet, kutsal saydığı göle, sembolü olan çift başlı kartalı gömdü. Başka bir efsaneye göre ise bu medeniyetin insanları kutsal saydığı göle saygılarını sunmak için değerli eşyalarını atıyordu.
Sabah, Haber: Hasan Durna, 12.11.2010
|
 |

|
'PİRİ REİS' VATİKAN YOLCUSU
Bahçeşehir Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Merkezi ve Kültür ve Turizm Bakanlığı işbirliği ile düzenlenen 'Piri Reis’ten Katip Çelebi’ye Osmanlı’nın Dünyaya Bakışı Harita Sergisi', 30 Kasım-8 Aralık’ta Palazzo Della Cancelleria Sarayı’nda sergilenmek üzere Vatikan’a gidiyor.
Türkiye’nin Vatikan Büyükelçiliği’nin ev sahipliğinde gerçekleştirilecek sergide, Osmanlı öncesinden 17. yüzyılın sonuna kadar üretilmiş ya da kullanılmış 70x100 ebadında 53 harita reprodüksiyonu, özel tasarlanmış stantlarda sergilenecek.
Radikal, 12.11.2010
|
TUTANKAMON'UN EŞYASI
MISIR'A İADE EDİLECEK
ABD’DEKİ New York
Metropolitan Müzesi, önceki gün Mısır arkeoloji
kurumuyla ortak bir açıklama yaparak ünlü firavun
Tutankamon’un 1922’de keşfedildikten sonra müzede
sergilenen 19 adet eşyasını Mısır’a iade edeceğini
açıkladı. Müzeden yapılan açıklamada, İngilizler
tarafından yapılan kazıdan alınan parçaların
Mısır’dan kaçak olarak çıkarıldığı belirtilerek
“Parçaların hepsi Mısır hükümetine aittir” denildi.
Mısır açıklamayı memnuniyetle karşıladı. 3 bin
yıldan fazla bir süre önce 18 yaşındayken ölen
firavunun aralarında bronz köpek figürüyle,
sfenks’in olduğu eşyası gelecek sene Mısır’a
gönderilerek, 2012 yılında sergilenecek.
Hürriyet, 12.11.2010
|
EV TEMİZLİĞİNDE
BULUNAN VAZO 70 MİLYON DOLARA SATILDI
Middlesex’te yaşayan
kardeşler buldukları vazonun değerli olabileceğini
düşünerek bir
müzayede evine
götürmeye karar verdiler. Vazonun 18. yüzyıl
Qianlong hanedanına ait oldukça nadir bulunan bir
eser olduğu ortaya çıktı ve vazoya 1.3 ila 2 milyon
dolar arasında
değer biçildi. Açık arttırmaya
Çinli alıcıların
büyük ilgi göstermesi ile vazoya verilen teklif 30
dakika içinde 70 milyon dolara çıktı.
Milliyet, 12.11.2010
|
|
|
61 MİLYONLUK TABLO
ABD’li pop-art
sanatçısı Roy Lichtenstein’ın bir tablosu New
York’ta yapılan açık artırmada 42.6 milyon dolara
(61 milyon TL) satılarak rekor kırdı.
Lichtenstein’ın bugüne
kadar satılan en pahalı eseri olan 1964 tarihli “Ohhh...
Alright...” isimli tabloyu kimin satın aldığı ise
açıklanmadı.
Milliyet, 11.11.2010
|
KİKLAD TEKNELERİ TAMAMLANIYOR
Ankara Üniversitesi Sualtı Arkeoloji Araştırma ve Uygulama Merkezi (ANKÜSAM) kurucusu ve Liman tepe Kazı Başkanı Prof.Dr. Hayat Erkanal’ın danışmanlığında yürütülen Kiklad teknelerinin yapımı devam ediyor. Biri 14 metre ve 2’si 19 metre olmak üzere 3 adet yapılacak olan Kiklad teknelerinin 14 metrelik olanı geçtiğimiz ay düzenlenen törenle denize indirilmişti. Geriye kalan 2 adet 19 metrelik teknelerin yapımı da bu ay sonuna kadar tamamlanacak. Ege adalarında MÖ 2400-2300 tarihlerine ait tekne tasvirlerinden yola çıkılarak yapılan Kiklad tekneleri Ege’nin bilinen en eski tekneleri ve yapımında sadece ip ve ağaç kullanılıyor. Prof.Dr. Hayat Erkanal’ın danışmanlığında, arkeolog Osman Erkurt ve 5 kişilik ekibinin büyük özveri ve gayretiyle yapılan tekneler ay sonunda tamamlanacak.
ANKÜSAM kurucusu ve Liman tepe Kazı Başkanı Prof.Dr. Hayat Erkanal, teknelerin bilinen en eski tekne yapım teknolojisi ile yapıldığını belirterek “Kiklad adlı teknelerin yapım çalışmaları son aşamaya geldi. 14 metre olan tekneyi geçtiğimiz ay denize indirdik ve denemelerini yaptık. 19 metre olan 2 tekneyi de aynı anda yapıyoruz ve bu ay sonunda tamamlayacağız” dedi. Kiklad tekneleri ile 2010 yılının Nisan veya Mayıs ayında seyahate başlayacaklarını dile getiren Prof.Dr. Hayat Erkanal, “Bu tekneler o zamanlar Ege’nin iki kıyısını birleştiriyormuş. Biz de bu teknelerle Yunan adalarına seyahat yapacağız. İlk olarak Midilli, Sakız ve Sisam adalarına seyahat edeceğiz. Denizin en uygun olduğu dönem Nisan ve Mayıs ayları olduğu için yolculuğumuzu bu dönem gerçekleştireceğiz. Bu tekneler sadece kürekle hareket ettiği için seyahatimizi belli noktalarda duraklayarak yapacağız. Konaklama noktalarında hem çalışmamızı tanıtmak hem de halkla bütünleştirmek amacıyla çeşitli programlar düzenleyeceğiz. Yolculuğun sonunda projenin başlangıcından sonuna değin yapılan çalışmaları kitap haline getireceğiz” dedi.
Deneysel arkeoloji çalışmaları kapsamında Uluburun II, Kybele ve Kiklad teknelerini o dönemin koşulları ile inşa ederek bu yönde yürüttükleri çalışmalara devam edeceklerini dile getiren Prof.Dr. Hayat Erkanal, “Uluburun ve Kybele ile yaptığımız seyahatlerde genellikle sahil takip edilerek yolculuk yapıldı. Mısır’ın Ege dünyasıyla direk denizden bağlantı kurduğu yolunda bilgiler var. Bundan sonraki çalışmamızda bu bilgiler ışığında bunun mümkün olup olamayacağını deneyeceğiz. Bunun için Uluburun II teknesini yeniden inşa edeceğiz. Urla’dan yelken açarak Batı Anadolu sahillerini takip ederek Girit’e geleceğiz ve oradan da Nil nehrine gideceğiz. Böylece uluslar arası alanda pek çok tartışmaya neden olan bir bilimsel konuya açıklık getirmiş olacağız. Bu çalışmaya birkaç Alman profesör gözlemci olarak dahil olacaklar ve o dönemki koşullarla açık denizde ne denli seyahat edilip edilemediğini kontrol etmiş olacağız” dedi.
Ege'nin Sesi, 11.11.2010
|
 |

|
JANDARMAYA TARİHİ ESER
SATMAYA KALKTI
Kocaeli'nde jandarma
ekipleri tarafından düzenlenen operasyonda, tarihi
eser satmak isteyen bir kişi gözaltına alındı.
Aldığı bir ihbarı
değerlendiren jandarma ekipleri, elinde tarihi eser
bulunan bir kişi ile irtibata geçti. Müşteri
kılığındaki jandarma, şahıs ile Kocaeli Üniversitesi
Tıp Fakültesi Hastanesi civarındaki dolmuş
duraklarında buluştu. S.S., elinde bulunan 1 adet
kadın heykeli, 11 adet sikke ve 1 adet 3 santim
boyundaki kral başını jandarmaya satmak isterken
suçüstü yakalandı. Ele geçirilen tarihi eserler
müzeye gönderilirken, S.S. gözaltına alındı. Olayla
ilgili soruşturma devam ediyor.
Kocaeli Kent Haber,
11.11.2010
|
MALATYA VE RESTORASYON
Yıllarca sürüncemede
kalan, yılan hikayesine dönen, artık
restorasyonundan umut kesilen Taşhoran Kilisesi’nin
önceki gün rölöve ve yeniden tasarım projesinin ilk
adımı atıldı. Taşhoran’ın ana kapısının açılması,
Çavuşoğlu Mahallesi’nde, Malatya’da ve Malatya
dışında yaşayan Malatya sevdalılarında büyük sevinç
yarattı.
Ben de aynı gün, birden fazla sevinç yaşadım.
Taşhoran’ın içerisinde Yüksek Mimar Nüvit Bayar ve
Mimar Elif Hanımı ölçüm ve çizimleriyle baş başa
bırakarak KUDEB üyeleriyle yola koyulduk. Malatya
Valiliğine bağlı bir birim olan Kültürel Değerleri
Koruma ve Uygulama Bürosu (KUDEB) üyeleri ve Sivas
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu
üyeleriyle Taşhoran’ı doya doya gezdikten sonra
Battalgazi ilçemize gittik. Bahçelerin arasında bir
yerde Battalgazi’nin türbesinin temelini ziyaret
ettik.
Ziyaretimiz, tescil ve restorasyon işlemleri
raporunun hazırlanması için tabi. Battalgazi’de
güzel bir yemek yedikten sonra, sadece köpüklü ayran
için bile gidilir Eskimalatya’ya, Yaygın beldesine
yollandık. İnönü Üniversitesi’nin arkalarında bir
yerde Sevseret Han’ın temelini bulduk. Çok geniş bir
alanı kapsıyor Sevseret Han’ın temeli. Temel taşları
oldukça sağlam duruyor. İç duvarlarından çok az
kalıntı kalmış. Fotoğraflarını çekip kente döndük.

Bu kez Malatya’nın batısına yöneldik. Çilesiz’de bir
sokağa hayran kaldık. Bu arada Malatya valiliğinden
Levent Bey de geldi. Tarihi eserlerin korunmasına
oldukça duyarlı yaklaşan bir insan. Sokaktaki
kerpiçten yapılmış, iki katlı, şahnişinli bir
konağın tescili için bilirkişi heyeti inceleme
yapacaktı. Konak, çok iyi korunmuş; çünkü yazları
içinde yaşıyormuş sahipleri. Konağın mimarisi de
içindeki eşyaları da insanları yetmiş yıl öncelere
götürmeye yetiyor. Bahçesiyle, bahçesindeki
tandırıyla, ahşap merdivenleri, buğday ambarıyla,
ahşap dolapları, makatlarıyla, şahnişiniyle
cennetten bir köşeydi konak. Öğretmen Ali Pepeler’in
dedesinden kalma konaktı burası. Biz buradayken
diğer ekip de Erenli beldesindeki Bahri
Camii’ndeydi. Üç yüz elli yıllık Bahri Cami de
restore edilecek. Üç yüz elli yıllık geçmişimizi
kurtaracağız, ne kadar güzel!
Bugün de halkın görmesine, dıştan da olsa
fotoğrafını çekmelerine dahi izin verilmeyen Karakaş
konağının yeniden iyileştirilmesi için inceleme
işlemi vardı. Çatıdan akan sular, Karakaş konağını
mahvetmiş. Duvarlarının sıvaları ve duvarlarındaki
ahşaplar onarım görecek. Bakalım onarım bittikten
sonra yasaklı Karakaş konağını görebilecek miyiz?
Dıştan fotoğrafını çekmemizin yasak oluşunu
düşünüyorum da bir kaba koyamıyorum. Burada bizim
bilmediğimiz bir gizem var; ama nasılsa çıkar açığa.
Bugün bir başka güzel girişim daha yaşandı. KUDEB
üyeleriyle Yüksek Mimar Nüvit Bayar, Çamurlu’nun
Venk Köyü'ndeki Venk kilisesindeydi. Venk
kilisesinin durumu içler acısı. Define avcılarınca
her yanı kazılmış, duvarlarının pek çok yeri
sökülmüş, kitabesi çalınmış Venk kilisesinin.
Köylülerden Beyaz ablanın, beş cağla ördüğü çorabı
alıp kilisenin kapısına oturması, mimar ve
arkeologların işleri bitinceye kadar oradan
ayrılmaması, merakla çalışmaları izlemesi KUDEB
üyelerinden Arkeolog Canan Akel’in çok hoşuna gitti.
Nüvit Bayar, ön projenin hazırlanması için ölçümler
yaptı, çizimler hazırladı. Bu rööleve ve yeniden
tasarımlama raporları Sivas Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma Kurulu’ndan onay aldıktan sonra
akademisyenlerden oluşan bir üst kurula sunulacak.
Üst kurulun onayından geçerse, yenileme ihalesi
açılacak. Yeter ki başlansın, yeter ki ilk adım
atılsın, gerisi gelir.
Bu hızlı girişim ve gelişmelerde yeni valimiz Sayın
Ulvi Saran’ın kültürel değerlere duyarlı
yaklaşımlarının yadsınamaz bir etkisi var. Tarihi
eserleri koruma ve iyileştirme işlerinde
görevlendirdiği kişiler de iyi seçilmiş. Tıpkı
valimiz gibi kültürel değerleri korumak için canla
başla çalışıyorlar. Ben bu ekiple iki gün dolaştım.
Bunca yoğun çalıştıklarına tanık oldum. Çok mutlu
oldum, geleceğe daha umutlu bakar oldum. Sayın
Valimiz Ulvi Saran’a ve kültürel değerlerimize sahip
çıkmak üzere gecesini gündüzüne katan KUDEB
üyelerine, Malatya Müzesi görevlilerine teşekkür
ediyorum. İyi ki varsınız, iyi ki kültürel
değerlerimize sahip çıkıyorsunuz. İyi ki
geçmişimizi, yok olup gitmekten kurtarıyorsunuz da
bizi köksüz ağaç olmaktan kurtarıyorsunuz, demekten
kendimi alamıyorum.
Malatya Haber, Haber ve Fotoğraflar: Sultan Kılıç,
11.11.2010
|
MISIR'DAKİ KAZILARDA
'BÜYÜK SFENKS'İN SURLARINA ULAŞILDI

Mısır’da yapılan
arkeolojik çalışmalarda Gize’nin dev sfenksini
çevreleyen binlerce yıllık duvarlar ortaya çıktı.
Mısır’ın Gize kentindeki Kefren piramidinin (MÖ
yaklaşık 2500) geçidi yanında bulunan “Büyük Sfenks”
73 metre uzunluğunda ve 20 metre yüksekliğinde dev
bir yapı.
Geçtiğimiz günlerde,
eski bir Mısır kralının, sfenksin binlerce yıl
sonrasında da ihtişamını koruması adına büyük çaba
harcadığını ortaya koyan surlar ortaya çıkarıldı.
Mısır-Eski Eserler Yüksek Konseyi Genel Sekreteri Dr
Zahi Hawass ve ekibi, sfenks heykelinin çölden esen
rüzgarla taşınan kumlardan korumak için balçık ve
kiremitten yapılan sur kalıntılarına ulaştı.
Mısır’ın Gize kentindeki Kefren piramidinin (MÖ
yaklaşık 2500) geçidi yanında bulunan “Büyük Sfenks”
73 metre uzunluğunda ve 20 metre yüksekliğinde dev
bir yapı. Taşocağından kalan bir kaya tepesinden
yontulan sfenksin üzeri sık sık temizlenip açığa
çıkarılmışsa da, genelde hemen hemen tümüyle kumlar
altında kalmış olduğu biliniyor.
Surların ilk bölümü, sfenksin doğu kanadına doğru
(kuzey-güney yönünde) 86 metre kadar uzanıyor.
Yüksekliği ise 75 cm. İkinci bölüm ise 46 metre
uzunluğunda ve 90 cm yüksekliğinde. Bu bölüm,
Kefren’in bulunduğu vadinin dış çeperi boyunca
doğu-batı yönünde inşa edilmiş. Surlar güneydoğuda
birleşiyor. Bugüne dek araştırmacılar sfenksin
sadece kuzey kanadında bir duvar inşa edilmiş
olduğuna inanıyorlardı. Bu yeni keşif bu teoriyi
çürütmüş bulunuyor.
Tarihi belgelere göre IV.
Thutmosis, gece rüyasında gördüğü bir kehanet
üzerine sfenksi koruma altına almaya karar vermiş.
Dr. Zahi Hawass, “Binlerce yıllık Mısır belgelerine
göre surların yapılmasının ardındaki neden
Thutmosis’in Geyik Vadisi’nde (Sfenks’e yakın bir
bölge) çıktığı uzun bir av gezisinden sonra gördüğü
rüyaya dayanıyor. Kralın rüyasında, sfenks ona
kumlardan kurtulmak istediğini, gövdesinin yakıcı
kumlar yüzünden artık iyice yıprandığını anlatmış.
Bu dileğini gerçekleştirse onu Mısır’ın kralı IV.
Thutmosis yapacağını da eklemiş” diye açıklıyor.
Son keşifle bulunan duvar küçük bir bulgu gibi
görünse de çok daha büyük bir şeyin, örneğin Kefren
piramit kompleksinin devamı olması da büyük bir
olasılık olarak görülüyor. Bu alan içerisinde Kefren
Mezarlıklar tarikatının faaliyetlerini denetlemekle
sorumlu rahip ve resmi görevlilerin kaldığı
biliniyor. Bu tarikat Mısır’ın Eski Krallık
döneminin sonuna dek oldukça etkili olan bir
topluluktu (yaklaşık MÖ 2142 - 2134). IV.
Thutmosis’in surlarının üzerindeki kazı devam
ediyor.
Turizm Gazetesi,
10.11.2010
|
ATATÜRK'E KAPILARINI
AÇAN EVLER
Mustafa Kemal Atatürk'ün
aramızdan ayrılışının 72. yılı. Yaşamı boyunca
geziler, görüşmeler, ziyaretler ve devlet ile ilgili
önemli kararları almak için gittiği illerde kaldığı
evler, günümüzde müze olarak insanların ziyaretine
sunuluyor. Türkiye'nin hemen hemen her yerinde
bulunan Atatürk Evleri'nde bir yolculuğa çıkalım.
Selanik'teki Atatürk Evi

Atatürk bilindiği gibi
1881 yılında Selanik'te doğdu. Onun, doğduğu,
çocukluk ve gençlik günlerinin bir kısmını geçirdiği
ev bugün (Atatürk Evi) adıyla müze olarak tanzim
edildi ve ziyarete açıldı.
Selanik'te Atatürk Evi,
arşiv kayıtlarına göre, Selanik'in Koca Kasım Paşa
Mahallesi, Islahhane caddesi üzerinde bir avlu
içerisinde yer alıyor. Ev, bodrumu ile birlikte üç
katlı.
Bugün müze olarak
ziyarete açık bulunan Selanik'teki Atatürk Evi,
Selanik Başkonsolosluğu'nun da bulunduğu etrafı
duvar parmaklıklarla çevrili bir bahçenin ana
caddeye bakan köşesi üzerinde yer alıyor. Ev üzeri
tuğla çatılı, çıkmalı, eski Türk evleri tipinde ve
zemini ile birlikte üç katlı. Eve caddeye açılan
çift kanatlı kapısından giriliyor.
İstanbul Şişli'deki
Atatürk Evi (İnkılap Müzesi)

Atatürk Suriye
Cephesi'nden ayrılarak 13 Kasım 1918'de İstanbul'a
gelmiş ve Pera Palas Oteli'nde bir daireye
yerleşmiş. Birkaç gün sonra bu otelden ayrılan
Atatürk önce yakın dostunun Beyoğlu'ndaki evinde
misafir kalmış, sonra da Şişli'de Madam Kasabyan'ın
üç katlı evini kiralamış.
Atatürk, Şişli'ye
taşınınca annesi ve kız kardeşini de yanına almış,
evin üçüncü katını onlara ayırmıştı. Kendisi orta
katta oturuyor, bu katın arka bahçeye bakan odasını
da yatak odası olarak kullanıyordu. Büyük salonu,
toplantı odası olarak ayırmıştı. Alt katta ise
yaveri bulunuyordu.
Şişli'de Halaskargazi
Caddesi üzerinde 1908 yıllarında yaptırılan ve
Atatürk Evi olarak tanınan Evi, İstanbul Belediyesi
tarafından onarıldı ve 1943 yılında da (İnkılap
Müzesi) olarak ziyarete açıldı.
İstanbul Dolmabahçe
Sarayı

Tarihsel süreç içinde
çeşitli padişahlar tarafından yaptırılan köşk ve
kasırlarla donatılan Dolmabahçe, zamanla "Beşiktaş
Sahil Sarayı" adıyla anılan bir saray görünümü
kazandı.
Daha sonra Beşiktaş Sahil Sarayı, Sultan Abdülmecid
Dönemi'nde (1839-1861) ahşap ve kullanışsız olduğu
gerekçesiyle 1843 yılından başlayarak yıktırılmış ve
aynı yerde günümüze dek gelen Dolmabahçe Sarayı'nın
temelleri atılmış.
Yapımı, çevre duvarlarıyla birlikte 1856 yılında
bitirilen Dolmabahçe Sarayı 110.000 m2'yi aşan bir
alan üstüne kurulmuş ve ana yapısı dışında 16 ayrı
bölümden oluşuyor. Bunlar saray ahırlarından
değirmenlere, eczanelerden mutfaklara, kuşluklara,
camhane, dökümhane, tatlıhane gibi işliklere uzanan
bir dizi içinde, çeşitli amaçlara ayrılmış yapılar.
Bu yapılar arasında Sultan II. Abdülhamid Dönemi'nde
(1876-1909) Saat Kulesi ve Veliahd Dairesi, arka
bahçesindeki Hareket Köşk'leri eklenmiş.
Dönemin önde gelen
Osmanlı mimarları Karabet ve Nikogos Balyan
tarafından yapılan sarayın ana yapısı üç bölümden
oluşuyor: Mabeyn-i Hümayûn (Selamlık), Muayede
Salonu (Tören Salonu) ve Harem-i Hümayûn. Mabeyn-i
Hümayûn, devletin yönetim işleri, Harem-i Hümayûn,
Padişah ve ailesinin özel yaşamı, bu iki bölümün
arasında yer alan Muayede Salonu ise Padişah'ın
devlet ileri gelenleriyle bayramlaşmaları ve önemli
devlet törenleri için ayrılmış.
Günümüzde Dolmabahçe Sarayı'nın bütün birimleri
restore edilmiş ve ziyarete açılmış bulunuyor.
İstanbul Florya Köşkü

Atatürk'ün buraya olan
ilgisiyle önem kazanan Florya giderek yazlık bir
dinlenme merkezine dönüşmüş. Atatürk, 1936 yılının
Haziran ve Temmuz aylarında uzunca bir süre burada
yaşamış, siyasal ve bilimsel toplantılar için köşkü
özellikle kullanmış. Aralarında İngiliz Kralı VIII.
Edward ve Madam Simpson'un da bulunduğu kimi önemli
konukları burada ağırlamış.
Florya Atatürk Deniz Köşkü, sahilden 70 metre
ileride kazıklar üzerinde konumlanıyor. Köşk bir
iskele yolu ile kıyıya bağlanıyor. Projeler, Y.
Mimar Seyfi Arkan tarafından hazırlanmış.
Bugün Milli Saraylar
İdaresi'nin elinde Cumhurbaşkanlığı köşkü olarak
kullanılan Florya Deniz Köşkü'nün geniş bir salonu,
kütüphanesi, dinlenme ve yatak odaları, banyosu var.
Adana Atatürk Evi

Müze binası, Seyhan
Caddesi üzerinde 19.yy'da yapılmış geleneksel Adana
evlerinden. İki katlı, çıkmalı, kırma çatılı, kagir
bir yapı. Bu özellikleri nedeniyle yapı Bakanlıkça
"Korunması Gerekli Taşınmaz Kültür Varlığı" olarak
tescil edilmiş ve koruma altına alınmış.
15 Mart 1923'te Atatürk
eşi ile birlikte Adana'ya geldiğinde,
Ramazanoğulları'ndan Suphi Paşa'ya ait olan bu
binada ağırlanmışlar. Bina, Atatürk Bilim ve Kültür
Müzesi Koruma ve Yaşatma Derneği'nce zamanın Kolordu
Komutanı Bedrettin Demirel'in önderliği ve halkın
yardımıyla kamulaştırılıp, restorasyonu yapılmış ve
1981 yılında Müze Müdürlüğü'ne bağlı bir müze olarak
hizmete açılmış.
Binanın alt katında
çalışma odası, kütüphane, üst katında ise sofa,
yatak odası, çalışma odası, basın odası, mücahitler
odası, oturma odası, hatay odası, silah odası, yaver
odası ve Kuvayi Milliye Odası yer alıyor.
Atatürk'ün Adana'ya
gelişi her yılın 15 Mart'ta resmî törenle bu binada
kutlanıyor.
Afyon Atatürk Karargahı

27 Ağustos 1922'de Afyon
Karahisar'ın düşman işgalinden kurtuluşu ile
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Garp Cephesi Komutanı
İsmet İnönü, Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak Paşa
ve Garp Cephesi Hareket Şube Müdürü Tevfik
Bıyıklıoğlu'nun bu tarihi binada kalmışlar ve burayı
karargah olarak kullanmışlar.
1930'lu yıllara kadar
"Afyon Belediye Binası" olarak hizmete devam etmiş.
Daha sonra yeni Belediye binasının tamamlanması ile
bina "Emniyet Müdürlüğü'ne" tahsis edilmiş.
Bina, 1915-1920
Cumhuriyet öncesi Saitoğlu Mehmet Sait Efendi
tarafından iki katlı olarak yaptırılmış. Bina genel
hatları ile neo-klasik özellik taşıyor. Plan
itibariyle de tipik Anadolu evleri tarzında olduğu
görülebilir.
Atatürk'ün kaldığı bu
ev, iki katlı, cumbalı, küçük bir köy konağı. Alt
katında hole açılan 4 odası, üst katında 1 salon 4
oda ve bir selamlığı var. Atatürk, bu kattaki
cumbalı odada çalışmış ve dinlenmiş. Ev bugün Ahmet
Koç'a ait ve "korunması gereken evler" arasında yer
alıyor.
Ankara Alagöz Atatürk
Karargahı

Sakarya Savaşı'nda Batı
Cephesi Komutanlığı Alagöz Köyü'nü "Cephe Karargahı"
olarak seçmiş, köy halkından Türkoğlu Ali Ağa'ya ait
büyük konağa yerleşmişti. Atatürk, 23 Ağustos
1921'den 13 Eylül 1921 tarihine kadar 22 gün, 22
gece aralıksız devam eden Sakarya Meydan Savaşı'nı
bu binadan idare etmiş, bütün planlarını bu binada
hazırlamış, tarihi kararlarını burada vermiş.
1967 yılında Eski
Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü'ne devredilmesi
ile onarımı yapılmış, 10 Kasım 1968'de ziyarete
açılmış.
Ankara Atatürk'ün Mekanı
Müze Köşk

Atatürk'ün Ankara'ya
geldiği 27 Aralık 1919 tarihinden 1921 yılına kadar
önce Ziraat Okulu'nda, TBMM Başkanlığı'na
seçilmesinden sonra da İstasyon'daki taş binada
ikamet eden Atatürk, 1921 yılının Haziran ayında
Çankaya'daki bağevine yerleşti. Bugün Müze Köşkü'nün
girişinde, Atatürk'ün 56 yıllık ömründe en uzun süre
ile ikametgah ettiği yer olma özelliğini de taşıyan
bina ile ilgili şu satırları görülebilir:
"Eski bir bağ evidir.
Ankaralı Bulgurluzade Mehmet ve Rıfat Beyler
tarafından satın alınmış olup, 1921 yılı başlarında
Ankara Müftüsü Hoca Rıfat Börekçi'nin önderliğinde
Ankara halkı adına Atatürk'e armağan edilmiştir.
Atatürk tarafından ordu namına devir ve ferağ
edilmesi üzerine 'Ordu Köşkü' adını alan bina, ilk
haliyle alt kat holünde mermer bir havuzu bulunan
iki katlı bir yapıdır. 1921 yılı Haziran ayı
başlarında Atatürk Ankara Garı'nda ikamet etmekte
olduğu konuttan bu Köşk'e küçük bir onarımdan sonra
taşınmışlardır.
1924 yılında Mimar
Mehmet Vedat Bey tarafından Köşk'e ilaveler
yapılarak bugünkü şekline getirilmiştir.
Bu ilaveler ön taraftaki
camekanlı giriş arkada ise uzunlamasına bir ofis ve
mutfak, yan tarafında bulunan kuledir. 1932 Haziran
ayına kadar Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk
Cumhurbaşkanlığı Köşkü olarak kullanılmış olan ve
Cumhuriyet tarihinde çok önemli bir yer tutan bu
yapı yeni köşke taşınıldığında tüm mefruşatı ile
korunarak o günkü hali ile muhafaza edilmiştir."
Alanya Atatürk Evi

18 Şubat 1935 yılında
Alanya'ya gelen, Atatürk'ün Alanya'yı ziyareti
sırasında bir süre kalıp dinlendiği ev, sahibi
Tevfik Azakoğlu tarafından Kültür Bakanlığı'na hibe
edilmiş ve 1987 yılında da restore edilip döşenerek
"Atatürk Evi ve Müzesi" olarak ziyarete açılmış.
Atatürk Evi ve Müzesi,
Alanya'daki tarihi sivil mimarlık örneklerinden
biri. Giriş katında İdare bölümü, kütüphane ve
mutfak yer alıyor. Evin üst katı oturma, çalışma,
yatak odaları olarak eski bir Alanya evini
yaşatıyor.
Antalya Atatürk Evi

Atatürk, Antalya'da 12
Mart 1930 sabahına kadar tam bir hafta kalmıştı. Bu
süre içinde Antalya'da geziler yaptı.
Antalyalıların Atatürk'e
hediye ettikleri Atatürk Köşkü, iki katlı, üzeri
kiremit çatı, taş bir yapı. Girişinde uzun bir hol,
holün sağında bir salon, bir oda, banyo ve mutfak,
solonda da iki oda ve üst kata çıkan merdiveni var.
Üst katta ise, holden ayrı olarak birisi balkonlu
olmak üzere yedi odası var. Atatürk merdivenin
karşısındaki odada yatmış.
Atatürk'ün ölümünden
sonra, Antalya Atatürk Köşkü, Özel İdare'ye geçmiş,
1939'da Akşam Kız Sanat Okulu ve Kız Enstitüsü
Binası olarak kullanılmış. 1952 yılında Tarım
Bakanlığı'na devredilen köşk, son yıllara kadar
Teknik Ziraat Müdürlüğü'nün büroları olarak
kullanılmış. 1980 yılından sonra Kültür Bakanlığı'na
devredilen köşk onarılarak Atatürk Müzesi olarak
ziyarete açıldı.
Balıkesir Kuvayi Milliye
Binası

Bina 15 Mayıs 1919
yıllarında İzmir'in işgalinden sonra, 16 Mayıs
1919'da Balıkesirlilerin toplanarak silahlı mücadele
kararının alındığı ve Kuvayi Milliye ateşinin
parladığı bu bina, 6 Şubat 1923 tarihinde
Balıkesir'e ilk gelişlerinde Atatürk'e ev sahipliği
yapmış.
1987 yılında Müze
Müdürlüğü'nün kurulmasından sonra, restorasyon
çalışmalarına hız verilmiş ve eser toplama
çalışmaları bitirildikten sonra müze 6 Eylül 1996
tarihinde hizmete açılmış.
Bursa Atatürk Evi

Çekirge Caddesi üzerinde
bulunan binanın 19.yüzyılın sonlarında yapıldığı
tahmin ediliyor. Köşk bodrum ve çatı katının dışında
iki katlı. Atatürk'ün Bursa'yı ikinci ziyaretinde
(20-24 Ocak 1923) Bursa Belediyesi bu binayı Miralay
Mehmet Bey'den satın alarak kendisine hediye etmiş.
Bundan sonra Atatürk Bursa'yı ziyaretlerinde bu evde
kalmış. 1938 yılından sonra Bursa Belediyesi
tarafından T.C. Emekli Sandığı'na satılmış, 1968
tarihinde Emekli Sandığı köşkün kullanımını Anıtlar
ve Müzeler Genel Müdürlüğü'ne devretmiş. 29 Ekim
1973 tarihinde Cumhuriyet'in 50.yılında müzeye
dönüştürülerek ziyarete açılmış.
Geniş bir bahçe
içerisinde bulunan Bursa Atatürk Köşkü, çatı katı
ile birlikte 3 katlı. İlk kattaki salon ve odalar
bugün Atatürk resimleri ve Atatürk'ün kullandığı
eşyalarla sergilenmiş. İkinci katta, Atatürk'ün
yatak odası, çalışma salonu, banyosu var. Buradaki
eşyalardan çoğu Atatürk'ün zamanına ait. Üçüncü kat,
misafirhane olarak kullanılıyor.
Çanakkale Eceabat
Çamyayla Atatürk Karargahı

Çanakkale Savaşlarını
başlangıç yıllarında, Atatürk 18 Nisan 1915'te
Çamyayla (Bigali) Köyüne gelerek, bir köy evini
Karargah yapmıştı. Atatürk bu günlerde Çamyayla'daki
karargahında oturuyor, taarruz planlarını bu
karargahta hazırlıyor, buradan cephenin en ön
saflarına gidiyordu.
Atatürk'ün Çamyayla
Karargahı iki katlı ve bağdadî olarak yaptırılmış.
Dış kapısından küçük bir avluya giriliyor. Alt katta
biri büyük, biri küçük iki odası var. Buradaki tahta
bir merdivenle üst kattaki salona çıkılır. Salona
açılan üç kapıdan ortadaki en büyük oda, Atatürk'ün
çalışma odası sağdaki ise yatak odası. Diğer oda
yaverine ayrılmış. Odaların tavan ve döşemeleri
tahta.
Denizli Atatürk ve
Etnografya Müzesi

1931 yılında Atatürk'ün
bir gece konuk olduğu köşk, daha sonra
kamulaştırılmış, 1950 yılından itibaren Verem
Dispanseri olarak kullanılmış. 1977 yılında köşk,
Atatürk ve Etnografya Müzesi yapılmak üzere Kültür
Bakanlığına devredilmiş. 1983 yılına kadar onarımı
süren Köşk, 1984 yılında Müze olarak ziyarete
açılmış.
Yapı iki katlı olarak
inşa edilmiş olup, her iki katta da orta sofaya
açılan odalardan oluşuyor. Üst katın boydan boya
uzanan sofası giriş cephesinde bu cepheyi
hareketlendiren çıkma bir balkonla açılır.
Diyarbakır Atatürk Köşkü

Atatürk, Çanakkale
Savaşı'ndan sonra 1916 yılı şubat ayı sonlarında 16.
Kolordu Komutanı olarak Doğu cephesinde
görevlendirilmiş, 14 Mart 1916 günü Kolordu
Karargahı olan Diyarbakır'a gelmiş. Diyarbakır
surlarının dışındaki Semanoğlu Köşkü Atatürk'e
verilmiş. Atatürk 27 Mart 1917 tarihine kadar bu
köşkte kalmış.
Diyarbakır Atatürk Köşkü, Diyarbakır evleri tipinde
geniş eyvanlı, siyah-beyaz kesme taşlardan yapılmış
örneklerinden biri. Girişin sağındaki küçük kapı
mutfağa, solundaki kapı da çay ocağına açılıyor. Üst
katta çalışma ve yatak odaları mevcut.
Erzurum Atatürk Evi

Atatürk'ün Samsun'a
çıkmasından sonra kongre için gelmiş olduğu
Erzurum'daki bu konağa 9 Temmuz 1919 tarihinde
Hüseyin Rauf Bey ve arkadaşları ile yerleşmeleri ve
burada 52 gün Erzurum Kongresi çalışmalarını
sürdürmek için kalmaları ile konak, tarihsel bir
önem kazanmış.
İçel Mersin Atatürk Evi

Mersin'de Atatürk'ün 20
Ocak 1925'te eşi Latife Hanım'la birlikte bir süre
kaldığı konak, Atatürk'ün ölümünden sonra okul
olarak kullanılmaya başlanmış. Bugün Mersin'de
Atatürk Caddesi üzerinde bulunan konak, iki katlı
olarak 1897 yılında Mersin ileri gelenlerinden
Tahinci ailesi tarafından yaptırılmış. Cumhuriyet
döneminde hazineye geçmiş ve devletin malı olmuş.
Konağın cephe yönündeki üst katta bulunan balkonlu
oda ve öteki odalar Atatürk'e ayrılmış. Atatürk'ün
yatak ve çalışma odaları burada düzenlenmiş.
İçel Silifke Atatürk Evi

27 Ocak 1925 günü
Atatürk'ün Silifke'ye ilk gelişlerinde misafir
edildikleri ev, şehrin Saray Mahallesi'nde bulunan
iki katlı kagir bir yapı ve 329 m²'lik bir yerleşme
alanına sahip.
Yapı, tarihi ve mimari değerinden dolayı 1982
yılında, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Eski Eserler ve
Müzeler Genel Müdürlüğü'nce kamulaştırılmış. 1983
yılında başlayan onarım çalışmaları 1984 yılında
tamamlanmış, 1985-1986 yıllarında Eski Eserler ve
Müzeler Genel Müdürlüğü tarafından teşhir ve tanzim
çalışmaları gerçekleştirilerek, alt kat, ilçe halk
kütüphanesi ve idare bölümü, üst kat ise, Atatürk
Evi (müze-ev) olarak halka açılmış.
İzmir Atatürk Evi

17 Şubat 1923'te İzmir
İktisat Kongresi toplandığında Atatürk şahsi
çalışmalarını burada yürütmüş. Kongre bitiminde
karargah bu binadan taşınmış ve hazine binayı Naim
Bey'e otel olarak kullanmak üzere kiralamış. 1926'da
İzmir'e gelen Atatürk İsmet İnönü ile birlikte bu
otelde kalmışlar.
Bina, Osmanlı ve levanten mimarisi karışımından
meydana gelen neoklasik tarzda bir yapı. Bodrum,
zemin, 1. kat ve çatı katından oluşuyor. Dikdörtgen
planlı arka cephesi revaklı, avlulu, 852 m²lik bir
alanı kaplayan kagir bir yapı. Ön cephede 1. katta
cumbası var.
Kayseri Atatürk Müzesi

1919 yılında Kayseri'ye
gelen Atatürk, Kayseri'nin en gösterişli konağı olan
İmamzade Raşiti Ağa'nın evinde misafir edilmiş.
19. yüzyıl sonunda Kayseri merkezde Raşit Ağa
tarafından ev olarak yaptırılmış. Bina kesme
taşlardan inşa edilmiş ve iki katlı bir yapı.
Kocaeli İzmit Müzesi ve
Atatürk Evi

1922'de Atatürk'ün
İzmit'e Fransız yazar arkadaşı Claude Farrere
görüşmesi için geldiği zaman İzmitliler tarafından
"halkın saray adını verdiği" meşhur Av Köşkü'nde
misafir edilmiş.
İzmit Av Köşkü, 1874 yılında Sultan Abdülaziz için
yaptırılmış, iki katlı küçük bir saray. Müze olarak
köşk, 1966 yılında ziyarete açıldı.
Konya Akşehir Batı
Cephesi Karargah Evi

Kurtuluş Savaşı
yıllarında, Batı Cephesi Karargahı, 18 Kasım 1921
tarihinde Akşehir'e taşınmış. 24 Ağustos 1922 gününe
kadar, 9 ay 6 gün süre ile bu bina karargah olarak
kullanılmış. Atatürk, silah arkadaşları ile birlikte
Büyük Taarruz hazırlıklarını burada yapmış, taarruz
tarihini burada kararlaştırmış.
Bina, 1904-1905
yıllarında, Belediye Başkanı Bostan Bey zamanında
Belediye Binası olarak inşa edilmiş. İki katlı olan
bina, taş temelli, tuğla ve bağdadi malzemeli.
Konya Atatürk Evi

1912 yılında inşa edilen
iki katlı tarihi bina, kesme, moloz taş ve tuğladan
yapılmış. 1923 yılında hazine adına tescil edilen
ev, Vali Konağı olarak kullanılmış ve Atatürk'ün
Konya'ya gelişlerinde de kendisine tahsis edilmiş.
Sivas Kongre Binası Atatürk ve Etnografya Müzesi

Mustafa Kemal Atatürk ve
arkadaşlarına üç buçuk ay süre ile resmi karargah
olarak tahsis edilen binada Sivas Kongresi kararları
alınmış.
19. yüzyılın Geç Osmanlı
Dönemi sivil mimarlık örneklerinden biri olan yapı,
üç katlı ve iç avlulu. Dış cephelerinde taş, iç
mekanlarda ise ahşap ana malzeme olarak kullanılmış.
Samsun Gazi Evi

19 Mayıs 1919 sabahı
Samsun'a geldiğinde şehrin en gözde binası olan
Mıntıka Palas'ta misafir edilmişti.
Burası iki katlı taş bir
bina idi. 1902'de Abacıoğlu adında zengin birisi
tarafından otel olarak yaptırılmıştı. Atatürk, bir
hafta süre ile bu binada kalmış.
Samsun Havza Atatürk Evi

Atatürk, 25 Mayıs
1919-12 Haziran 1919 tarihleri arasında Mesudiye
Oteli olarak bilinen bu binada çalışmalarını
sürdürmüş.
Trabzon Atatürk Köşkü

Köşk 1913 yılında
yaptırılmış, Cumhuriyetin ilanından sonra da Özel
İdare'nin mülkiyetine geçmiş. Bodrumu ile birlikte 4
katlı.
1924 yılında eşi Latife
Hanım ile Trabzon'a gelen Atatürk bu köşkte kalmış.
Atatürk'ün Trabzon'u ziyaretinden sonra özel idareye
ait bulunan köşk, Trabzon Belediyesi'nce satın
alınarak Atatürk'e hediye edilmiş.
Yalova Atatürk Köşkleri

Atatürk'ün "yürüyen
köşk" olarak bilinen köşkü, Cumhuriyet Dönemi
mimarlığının erken örneklerinden biri olarak 1929
yılında yapılmış. Yalova'ya 1936 yılındaki gelişinde
Millet Çiftliği'ndeki bu köşkün pencerelerine zarar
vereceği için yanındaki çınarın dalının kesileceğini
öğrenir. Ağacın bir dalının bile kesilmesini
istemeyen Atatürk köşkün ağaçtan uzaklaştırılmasını
ister. Görev, İstanbul Belediyesi Fen İşleri
Yollar-Köprüler Şubesi'ne verilir. Sorumlu baş
mühendis binanın temellerini açtırır. Temellerin
altına zor ve çok yavaşta olsa raylar döşenir. Bina
rayların üzerinde doğuya doğru 4 metre kaydırılır.
Yalova Atatürk Köşkleri,
Atatürk Evi, Yaverler Köşkü ile Genel Sekreterlik
Binası ve mutfağından oluşuyor. Atatürk Evi'nin
hemen yakınındaki iki binadan ahşap olanı, Sultan II.
Abdülhamid Dönemi'nde (1876-1909) bir dinlenme köşkü
olarak yapılmış ve Cumhuriyet Dönemi'nde Yaverler
Köşkü olarak kullanılmış.
Arkitera, Kaynak: Kültür
ve Turizm Bakanlığı, Atatürk Bilgi Bankası (Forsnet),
Derleyen: Derya Yazman, 10.11.2010
|
HOLLANDA HEYKEL
HIRSIZLARINDAN İLLALLAH DEDİ
Hollanda'nın doğusundaki
Nijmegen kentinde bazı bronz heykellerin çalınması
üzerine kent caddelerindeki 10 heykelin kaldırılması
kararlaştırıldı.
Kent yetkilileri,
heykelleri korumak için GPS çipi yerleştirilmesinin
ya da yerlerine daha ucuz materyallerden yapılan
kopyaların konulmasının planlandığını belirtti.
Kaldırılacak heykeller
arasında, Hollanda'da 1500'lü yıllarda yazılan
kitaplardan birinin karakteri olan "Nijmegenli
Mariken" (Mariken van Nieumeghen) heykeli de
bulunuyor.
Hollandalı yetkililer,
bronz heykellerin yüksek metal değeri nedeniyle
eritilerek satılmak üzere çalındığının tahmin
edildiğini bildiriyor.
Radikal, 10.11.2010
|
|
TARİHİ ASURİ KİLİSELERİ
YOK OLMAK ÜZERE
Mezopotamya'nın kadim
halklarından Asuri - Nesturi halkından kalan tarihi
kiliseler yok olma ile yüz yüze. Çoğunlukla Hakkari
yöresinde yaşayan Asuri - Nesturilerin 1915-1924
yılları arasındaki göçlerinden sonra arkalarından
bıraktıkları tarihi kiliseler ilgisizlikten yavaş
yavaş yıkılıyor.
Hakkari'nin merkez,
Şemdinli ve Çukurca ilçelerinin birçok köyünde
bulunan onlarca kilise, geçen zaman içinde
bakımsızlık ve define kazıcıları yüzünden yıkıldı.
Ayakta kalan az sayıda kilise de yok olma tehlikesi
altında bulunuyor. Hakkarili Nesturilerin hala
ayakta kalan iki önemli kilisesinden Hakkari'nin
Koçanis (Konak) Köyü'nde bulunan Koçanis Kilisesi İl
Kültür Müdürlüğü tarafından restore edilerek
kurtarılırken, Şemdinli İlçesinde bulunan
Nesturilerin temel kilisesi Dera Reş için ise henüz
hiçbir çalışma başlatılmış değil.Nesturilerin bu iki
önemli kilisesinin yanında bölgede birçok başka
kilise de unutulmuş durumda. Şemdinli'nin Betkar
Köyü'nde bulunan ve aynı adla anılan küçük köy
kilisesi de bu yapılardan biri.
Betkar kilisesi ile ilgili bilgi veren İHD Hakkari
Yönetim Kurulu üyesi Emin Sarı, "Kürt coğrafyasının
birçok yerinde bulunan bu ve benzeri Tarihi miras
yüzyıllık asimilasyon politikalarının bir sonucu
olarak yok ediliyor ya da yok olmasına göz
yumuluyor. Yöre insanı da bu politikalardan
etkilenerek bu tarihi mirasa sahip çıkmak, korumak
yerine kayıtsız kalıyor hatta zaman zaman çeşitli
gerekçelerle bu yıkıma alet oluyor. Bu kiliseler
Mezopotamya'nın önemli ve özgün halklarından olan
Nesturilerden kalan son izler. Eğer bu izlere sahip
çıkmazsak bizler de bir yönüyle bu asimilasyon
politikalarına alet olmuş oluruz" dedi.
Birgün, 10.11.2010
|
ANITLAR KURULU'NDAN ŞOK
KARAR

Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma Kurulu, Yakutiye Belediyesi'nin
dış cephe restorasyon ve kaplama çalışmalarını,
restitüsyon projesini gerçeğe yakın olmadığı
gerekçesiyle durdurdu.Yakutiye Belediyesi ile Kültür
ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu arasında
yaşanan proje çizim gerginliği devam ediyor.
Yakutiye Belediye Başkanı Ali Korkut'un yaz
aylarının ortalarında, belediye binasının dış cephe
sıva kaplamasını söktürüp, tarihi taş dokuyu ortaya
çıkartmasının ardından başlatılan cephe giydirme
çalışmaları durduruldu. Geçen ay sonunda toplanan
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu,
Yakutiye Belediyesi'nin restorasyon çalışmalarını,
restitüsyona (eserin orijinali) uygun plan
çizilmediği için durdurma kararı aldı. Kurul kararı
üzerine Yakutiye Belediye Başkanı Ali Korkut'ta
restorasyon çalışmalarını ve kaçak kat kısmındaki
bazalt taş cephe kaplama çalışmalarını durdurdu.
11-12 Aralık günlerinde yeniden toplanacak olan
kurul üyeleri, belediyenin yeni restitüsyon
projesine göre restorasyon çalışmalarının devamına
ya da duran halinin devamına karar verecek.
Yakutiye Belediyesi, Kültür Tabiat Varlıklarını
Koruma Kurulu'nun restorasyon çalışmalarını
durdurması üzerine yeni bir restitüsyon projesi
hazırlama yoluna gitti. Belediye yetkilileri, 1927
yılına ait bir fotoğrafta o dönem Müstahkem Mevki
Kumandanlığı binası olarak kullanılan belediye
binasının dış cephesinin sıvalı olduğunun gerekçe
gösterilerek kendilerinde de sıva istendiğini öne
sürdü. Kış mevsiminin gelmesi nedeniyle belediye
binasının üst katında başlatılan bazalt taş
giydirmesinin söküleceğine dikkat çeken aynı
yetkililer, "Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma
Kurulu'nun aldığı kararı anlamakta güçlük çekiyoruz.
Taş dokuyu ortaya çıkarttık. Şimdi de taş dokunun
sıva ile kapatılması isteniyor." şeklinde tepki
gösterdi. Aynı yetkililer, Yakutiye Parkı'nın peyzaj
çalışmalarında da yaşanan gecikmenin de aynı kurulun
hazırlanan projeleri beğenmeyip, kendilerine
yenisini çizdirerek zaman kaybı yaşatmalarına
bağladı. Belediye Başkanı Ali Korkut ise restorasyon
çalışmalarının yasa ve mevzuata uygun
gerçekleştirdiklerini belirterek, "Restitüsyon ve
restorasyon projelerimizi gönderdik. Ancak
restitüsyon projemiz iki kez kabul edilmedi." diye
konuştu.
Erzurum Gazetesi, Haber:
Orhan Yıldırım, 10.11.2010
|
413 YILLIK CAMİ
ÇALIŞMALARI SONA ERİYOR
İzmir'in en eski
camilerinden Hisar Camisi'nin restorasyon
çalışmalarında sona yaklaşıldı. Çalışmaların Kurban
Bayramı'na kadar bitirilmesi hedefleniyor. İzmir
Vakıflar Bölge Müdürlüğü Kenan İba, yaptığı
açıklamada, İzmir'in ''kalbinin attığı'' Kemeraltı
Çarşısı'ndaki caminin yapımının 1597-1598 yıllarına
dayandığını, geçen zamanda bir kaç kere restore
edilen camide 2009 yılı Haziran ayında restorasyon
çalışmalarına başladıklarını belirtti.
Aydınoğulları'ndan Özdemir oğlu Yakup Bey tarafından
inşa edilen caminin kentin en önemli camilerinden
olduğunu kaydeden İba, restorasyon çalışmalarında
caminin içi ve dışındaki imalatların tümünün ele
alındığını vurguladı.
İba, dış cephedeki sıvaları söktüklerini, kubbenin
yenilendiğini, cami bitişiğindeki dükkanların
yıkılarak, yapının çevresinin açıldığını anlatarak,
şunları kaydetti: ''Döşemeler üst üste yapılmıştı. 1
metre kırdığımız yerler oldu. Şimdi orijinal kotunda
taş döşemeyle yeniden yapılıyor. Orijinal işlemeler
ve renkler ortaya çıkarılıp restore edildi.
Duvardaki ve korkuluktaki boyalar söküldü, yaldız
işlemeler yeniden yapıldı, avizeler yenilendi.
Camiyi nemden korumak amacıyla 3 tarafına drenaj
sistemi yapıldı. Bu bölgede yeraltı suyu var, o da
camiye nem veriyordu. Sistem ile su, belli seviye
geldiğinde tahliye ediliyor. İşlemlerde caminin
orijinal dokusuna sahip çıkıldı. Zaten İzmir Kültür
ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu onaylı
projelerle restorasyonu yapıyoruz'' diye konuştu.
Caminin dış tarafının kazımı sırasında, karo
mozaiklerin altında orijinal döşemeye ulaştıklarını
ifade eden İba, ayrıca kubbedeki orijinal
işlemelerin ortaya çıkarıldığını söyledi.
Tarihi Kemeraltı Çarşısındaki Kızlarağası Hanı'nın
hemen yanında, ondan daha da eski bir döneme ait
tarihi bir yapıdır. Cami, adını Romalılar döneminde
yapılan ve Moğol Hükümdarı Timur işgaliyle yıkılan
hisardan almaktadır. Hisarın yıkıntıları üzerine
kurulan cami, 1592 yılında Özdemiroğullarından Yakup
Bey tarafından yapılmıştır.
Günümüze gelinceye kadar bir çok kez onarım
çalışmasından geçen caminin en son onarımı, 10 Nisan
2003 İzmir depremi sonrası yıkılan minaresine
yapıldı. Cami Kemeraltı'ndaki Şadırvanaltı ve
Kestane Pazarı camilerinin de ağabeyi sayılabilecek
büyüklüktedir. Orta kesiminde muhteşem hacimli
kubbesini 8 fil ayağı taşımaktadır. Mihrap, minber,
vaiz kürsüsü bugün dahi halen gösterişli
oymacılığını korumaktadır. Cami ve han, bulundukları
Hisarönü Meydanı'na eski bir ticaret merkezi
görüntüsü vermektedir.
Yeni Asır, 10.11.2010
|
AYNALIKAVAK 26 YIL SONRA
NİHAYET MUSİKİ MÜZESİ OLDU
1996'dan beri kapalı olan Aynalıkavak
Kasrı, geçtiğimiz cumartesi sessiz sedasız açıldı.
Aslında açılışa Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı
Mehmet Ali Şahin de katılmıştı; ancak kasrın ve
beraberinde Musiki Müzesi'nin açılışının basında
sessizlikle karşılanması da kasrın kaderini
hatırlattı.
Topkapı, Dolmabahçe ve Beylerbeyi ile
birlikte İstanbul'un dört büyük sarayından biri olan
Aynalıkavak'ın, bir zamanlar padişah bestelerinin
yankılandığı duvarları bakımsızlıktan harap
haldeydi. 1984 yılında Türk müziği merkezi yapılması
kararlaştırılan saray, ancak 26 yıl sonra bu duruma
gelebildi. Dört yıl önce restorasyonuna başlanan
Aynalıkavak Kasrı, şimdi alt katındaki Türk
Çalgıları Sergisi ile birlikte Musiki Müzesi olarak
ziyaretçilerini ağırlayacak.
Aynalıkavak Kasrı, Osmanlı
dönemindeki en ihtişamlı günlerini de en mutena
günlerini de 3. Selim zamanında yaşamış. Türk
musikisine 14 makam kazandıran padişah, pek çok
bestesini burada yapmış. Ancak Aynalıkavak, Kırım'ı
Rusya'ya bırakan 1792 tarihli Ziştovi anlaşmasına ev
sahipliği yapınca padişahın gözünden düşer. Zaman
içinde çeşitli konferans ve toplantılarda
misafirlerini ağırlasa da bir daha eski günlerini
göremez. Bir zamanlar, Şeyh Galib'in şiirleri ve 3.
Selim'in besteleri eşliğinde aheste akan Haliç'e ses
veren saray, şimdilerde müze haliyle ziyaretçilerini
bekliyor.
'Tersane sarayı' olmasından mıdır
bilinmez, diğerlerine göre oldukça sade olan
Aynalıkavak'ın giriş katı, aslına uygun restore
edilmiş. Okmeydanı kapısının üzerinde 2. Mahmut,
Tersane kapısının üzerinde de 3. Selim'in
tuğralarını taşıyan kasır, beste odasında ise altın
işlemeli Yesari hattıyla Şeyh Galib'in dizelerini
barındırıyor. Müzedeki parçaların önemli bir kısmını
Sultan Abdülaziz'in torunu Gevheri Osmanoğlu'nun
bağışladığı sazlar, nota ve kitaplar oluşturuyor.
Türk musikisinin çok değerli bestekarlarının
kayıtlarının bulunduğu taş plaklar da müzenin
parçaları arasında. Neyzen Tevfik'in değişik türdeki
(mansur, kız) neyleri de müzenin değerli
parçalarından.
Cumartesi akşamı yapılan açılışta,
müzenin ve kasrın ruhuna uygun olarak bir konser
düzenlenmişti. Ruhi Ayangil yönetimindeki Ayangil
Topluluğu, aralarında Osmanoğulları'nın da bulunduğu
misafirlere Türk musikisinin seçkin eserlerinden
örnekler sundu. Milli Saraylar Daire Başkanı Yasin
Yıldız'ın yanı sıra, 'fasılların hamisi'
gazeteci-yazar Fehmi Koru ile Hasan Bülent Kahraman
da konuklar arasındaydı.
Zaman, Haber: Ali Koca, 10.11.2010
|
SÜLEYMANİYE CAMİİ
BAYRAMDA İBADETE AÇILACAK

"Artarak gönlümün
aydınlığı her saniyede/Bir mehabetli sabah oldu
Süleymaniye'de/Kendi gök kubbemiz altında bu bayram
saati/Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi/Yer
yer aksettiriyor mavileşen manzaradan/Kalkıyor tozlu
zaman perdesi her an aradan..."
Şair Yahya Kemal Beyatlı'nın "Süleymaniye'de Bayram
Sabahı" şiirinde muhteşem bir eser olarak
nitelendirdiği, Kanuni Sultan Süleyman adına
1551-1558 yılları arasında Mimar Sinan tarafından
inşa edilen Süleymaniye Camii, restorasyon
çalışmalarının tamamlanmasıyla birlikte 3 yıl aradan
sonra Kurban Bayramı'nda ibadete açılacak.
Vakıflar Genel Müdürlüğünce 21 milyon TL harcama
yapılarak hayata geçirilen restorasyon projesi, Gür
Yapı İnşaat tarafından yürütülüyor. Mimar, kalemkar,
hattat, sanat tarihçi, restoratör, konservatör ve
işçilerden oluşan 200 kişilik ekip, Süleymaniye
Camisi'nin restorasyonunu tamamlamak için
gece-gündüz hummalı bir şekilde çalışıyor.
Türk-İslam kültürünün zirve eserlerinden, adeta
İstanbul'a atılan "Müslüman imzası" niteliğindeki
cami restorasyonunda, çimentodan arındırma tekniği
uygulandı. 8 şiddetindeki depreme dayanıklı olduğu
ortaya çıkan caminin kubbesinde, akustik için
yerleştirilen 256 adet küp bulundu, pandantiflerde
orijinal kalem işleri tespit edildi. 150 yıl önce
ana kubbeye yazılan ayette, eksik olduğu belirlenen
bir harf, kurul kararıyla hattatlar tarafından
yazıldı.
Restorasyon çalışmalarına ilişkin açıklama yapan
İstanbul Vakıflar 1. Bölge Müdürü İbrahim Özekinci,
Ebusuud Efendi tarafından temeli atılan Süleymaniye
Camisi'nin açılışını Mimar Sinan'ın yaptığını,
batılıların "Muhteşem" dediği Kanuni Sultan
Süleyman'ın dünya mimarisine bir armağanı olan bu
yapıda, bilim ve tekniğe verilen önemin görüldüğünü
belirtti.

Osmanlı'nın dünya medeniyetine sunduğu bu ihtişamlı
yapının günümüzde de "Dünya Kültürel Mirası" olarak
bütün haşmetiyle varlığını sürdürdüğünü belirten
Özekinci, Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün bu
restorasyon çalışmalarında büyük bir atak yaptığını,
eski eserleri kurtarma, koruma ve gelecek nesillere
aktarma projesi kapsamındaki en önemli eserlerden
birinin Süleymaniye Camisi'nin olduğunu dile
getirdi.
Süleymaniye Camisi'nin daha önce 1847-1849 ile
1959-1960'lı yıllarda restore edildiğini, 2-3 yıl
süren proje çalışmalarının ardından 2007 yılında
caminin restorasyonuna başlandığını anlatan Özekinci,
"Restorasyon kapsamında Süleymaniye Camisi baştan
sona elden geçirildi. Çalışmaya caminin
kubbelerinden başlandı, kurşunlar tamamen
değiştirildi. Simülasyon tekniğiyle, İstanbul Teknik
Üniversitesi'nden ekip tarafından caminin depreme
dayanıklı olup olmadığı araştırıldı. Caminin 8
şiddetindeki depreme dayanıklı olduğu ortaya çıktı.
Caminin kubbelerinde küçük çatlaklar vardı,
buralarda sağlamlaştırmalar yapıldı. Dış cephe
temizliği gerçekleştirildi, koruyucular sürüldü"
diye konuştu.
Süleymaniye Camisi'nde yapılan en önemli işlerden
birinin çimentodan arındırma tekniği olduğunu ifade
eden Özekinci, şunları söyledi:
"Üzülerek gördük ki 1960'lı yıllarda yapılan
restorasyon çalışmasında, caminin horasan harçları
yerine çimentoyla sıvandığını gördük. O dönem için
belki iyi bir buluş olabilir ama analiz, tahlil ve
raporlardan şunu görüyoruz; çimento üzerinde
sıvanmış olduğu taş yapı ile doğru çalışmıyor.
Bundan dolayı nemlenme, tuzlanma gibi mahsurları
ortaya çıktı. Bu çimentodan arındırma işlemini
gerçekleştirerek, horasan harcının bileşenini bulduk
ve yapıyı sıvadık, üzerine kalem işlerini yaptık.
Cami artık nefes alır haline geldi."
Camideki en önemli çalışmanın çimentodan arındırma
çalışması olduğunu anlatan Özekinci, "Süleymaniye
Camisi'nde yenileme çalışması yapmadık. Mimar, sanat
tarihçi, konservatör, restoratörlerden oluşan bilim
kurulumuzla çok ciddi bir çalışma yaptık. Burada
önemli olan caminin aslına uygun restorasyonunu
yapabilmekti. Yenileme değil, koruma yaptık ve
bilimsel olarak çalıştık. Bu tür eserlerde önemli
olan belge niteliğini kaybetmemektir. Daha sonraki
nesiller de bunu okuyabilmelidir, geçirdiği
evrimleri görebilmelidir. Aslına sadık kalarak,
koruma amaçlı restorasyon gerçekleştirdik" diye
konuştu.
Özekinci, restorasyon çalışmaları sırasında
enteresan bulgularla karşılaştıklarını anlattı.
Caminin kubbesinde 15 santimetre ağız genişliğine
sahip, 45 santimetre uzunluğunda simetrik halde
dizilmiş 256 adet küp bulduklarını anlatan Özekinci,
"Süleymaniye Camisi'nin akustiği gerçekten mükemmel.
Simetrik halde dizilen bu küplerin içindeki hava
boşlukları sayesinde akustiği sağlamış Mimar Sinan"
dedi.
Aslan göğsü denilen pandantiflerde 5 kat raspa
çalışmaları sonucunda, orijinal kalem işlerini
bulduklarını, bunun bilim ve sanat dünyasını çok
heyecanlandırdığını belirten Özekinci, tahrir
defterlerinde fil ayaklarına orijinal olarak çini
yaptırıldığı yönünde kayıtların bulunduğunu, ancak
çinilerin nerede olduğunun bilinmediğini, ince raspa
çalışmaları sırasında orijinal çinileri bulduklarını
ifade etti.
Özekinci, Süleymaniye Camisi'nde Abdülfettah Efendi
döneminden kalma mükemmel hat levhaların
bulunduğunu, bununla ilgili çalışmaların Prof.Dr.
Hüsrev Subaşı tarafından yürütüldüğünü ifade etti.
Restorasyon çalışmalarının bitmek üzere olduğunu
anlatan Özekinci, caminin Kurban Bayramı'nda bayram
namazına hazır olacak şekilde açılacağını söyledi.
Restorasyon çalışmalarının ardından çevre
düzenlemesi ve peyzaj çalışmalarının yapılacağını
belirten Özekinci, buna ilişkin projelerin kurula
sunulduğunu, onaylanmasının ardından bu çalışmalara
da başlanacağını ifade etti.
Projenin hat danışmanlığını yürüten Prof.Dr. Hüsrev
Subaşı da Süleymaniye Camisi'nin ana kubbesindeki
yazıların 1860'lı yıllarda Sultan Abdülmecid
zamanında görevlendirilen hattat Abdülfettah Efendi
tarafından yazıldığını söyledi.
70 metre yüksekliğindeki bir camide 8 metre
çapındaki bir kubbe yazısıyla ilk kez karşılaştığını
anlatan Subaşı, kubbedeki yazının tuval üzerine
değil, çinko üzerine yazılmış olduğunu gördüklerini
ifade etti.
Yaptıkları çalışmada, birbirine monte edilen
çinkolardaki çivilerin zamanla paslandığını ve hat
yazılarının yüzde 65'inin ortadan kalktığını
gördüklerini belirten Subaşı, daha önce alınan kalıp
ve eski fotoğraflar üzerinden hareket ederek,
yazının aslına uygun biçimde ihya edilmesini
sağladıklarını anlattı.
Subaşı, yazının bir yerinde nakkaş veya hattat
hatası gördüklerinde, bunların düzeltilmesi
noktasında 5-6 hattatın müzakere ederek karar
verdiğini belirtti.
5.5 metre çapındaki pandantiflerin de usulüne uygun
biçimde ihya edildiğini ifade eden Subaşı, şunları
kaydetti:
"Kıbleye yakın ön pandantifte 'Başarıyı bana veren
Allah'tır' anlamında bir ayet var. Avluya yakın arka
pandantifte de "De ki ey Peygamber, her şeyi yaratan
Allah'tır' anlamında bir ayet var. İnsan camide
böyle bir şey yazacak olsa, herhalde 'Her şeyi
yaratan Allah'tır' ifadesini ön tarafa koyar,
diğerini ise arka tarafa koyar bir nevi eserin
imzası gibi. Bu durum bana mantıksız geldi ve bir
arşiv araştırması yaptık. Yaptığımız araştırmada
1970 yılına ait bir fotoğraf bulduk ve 'Her şeyi
yaratan Allah'tır' önde, 'Başarıyı bana veren
Allah'tır' yazısı arkada. Bunların neye istinaden
değiştirildiği yönünde hiç bir bilgi yok."
Ana kubbenin yazısının uygulamasında bir sıkışma
gördüklerini, bunun hat kurallarına göre olmaması
gerektiğini tespit ettiklerini belirten Subaşı,
"Yazı mükemmel yazılmıştı ancak 8 metre çapındaki
bir yazı büyük bir alanı işgal ediyor. Dörde veya
ikiye bölerek tozlamış olmalılar. Kalemkar ekibi,
parça parça yazıyı tozlarken bir yerde sıkıştırmak
zorundaydılar ve biz bunu fark ettik. Kendi
hattatlar kurulumuzda bunun müzakeresini yaptık ve
düzelttik" diye konuştu.
150 yıl önce ana kubbeye yazılan ayetin bir harfinin
unutulduğunu gördüklerini anlatan Subaşı,
Abdülfettah Efendi'nin en az 30 yazısını
incelediklerini ve camideki yazıyı yazdığı
zamanlardaki kompozisyonlarında yer alan "h" harfini
elle aldıklarını ve bu harfi olması gereken yerine
koyduklarını belirtti.
Subaşı, 3-4 gün içinde iskelelerin tamamen sökülmüş
olacağını ve caminin bayram namazına hazır hale
getirileceğini sözlerine ekledi.
Türkiye Gazetesi, 10.11.2010
|

 |
KİLİSE ONARILACAK
Bir suikaste kurban giden Agos Gazetesi Genel Yayın Müdürü Hrant Dink'in bir hayali gerçek oluyor. Malatya'da doğduğu evin yer aldığı mahalledeki Taşhoron Ermeni Kilisesi'nin onarımının yapılması için çalışmalar başlatıldı.
Malatya Merkez Çavuşoğlu Mahallesi'nde bulunan tarihi Taşhoron Kilisesi'nin, Malatya Valiliği Kültürel Değerleri Değerlendirme ve Koruma Birliği'nin (KUDEB) girişimleri sonucu onarımının yapılacağı bildirildi. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür ve Tabiat Varlıkları'nın Koruma Kurulu'ndan karar çıktığı ve tarihi Taşhoron Kilisesi'nin onarılacağı ifade edildi. Taşhoron Kilisesi'nin onarılması için proje çalışmasının koordinatörü olan Yüksek Mimar ve Restoratör Nüvit Bayar, ilk önce rölöve ve restitüsyon çalışması yapacaklarını söyledi.
Çavuşoğlu Mahallesi Muhtarı Mustafa Şahin ise, "Burasının restore edilmesi için hemşehrimiz Turgut Özal'ın sağlığında Ankara'ya gidip, mecliste rahmetliye dilekçe vermiştim. O zaman şartlar iyi değildi. Bugün şartlar o günlere göre düzeldi ve Taşhoron Kilisesi'nin onarılması kararı çıktı. Çizim çalışmaları başlatıldı. 4-5 ay sonra da restore çalışmasına başlanılacak. Bunda emeği olan sayın valimiz Doç.Dr. Ulvi Saran'a teşekkür ederiz" dedi.
Çavuşoğlu Mahallesi'nde doğan Agos Gazetesi Genel Yayın Müdürü Hrant Dink'in sağlığında, Taşhoron Kilisesi'nin onarılması için çalışma yaptığını ancak o zaman maddi imkan bulamadığını söyleyen Muhtar Şahin, "Burasının restore edilmesi için geçmişte Hrant Dink ile bir görüşmemiz de oldu" ifadelerini kullandı.
Yıllardır kapısı taşla örülüp kapatılan ve içine girilemeyen tarihi Taşhoron Kilisesi'nin onarılması için kapısının açılması ve içerisinde çalışmaların başlatılması mahalle halkını da memnun etti.
Malatya Haber, 09.11.2010
|
ANDY WARHOL'UN TABLOSUNA
SERVET
Sotheby's'in çağdaş ve
savaş sonrası sanat eserleri müzayedesi öncesinde,
tuval üzerine siyah-beyaz renkteki tablonun 25
milyona alıcı bulması bekleniyordu.
Müzayedede satılan 54 eserin toplam hasılatının
222,4 milyon doları bulduğu belirtildi.
1987 yılında hayatını kaybeden Warhol aynı zamanda
film yapımcısıydı. Warhol Pop Art akımının önemli
temsilcilerinden sayılıyor.
Radikal, 10.11.2010
|
|
NAZİLERİ KORKUTAN
HEYKELLER
Alman diktatör Adolf Hitler’in
yasakladığı heykeller, yıllar sonra sanatseverlerle
buluştu.
Nazi döneminde ‘dejenere’ bulunan ve yasaklanan 15
bin parça sanat eserinden olan 11 heykel Berlin’deki
Neues Müzesi’nde sergileniyor. 20’nci yüzyılın erken
dönemlerine ait eserler, kent merkezindeki bir
inşaat alanında bulundu ve metro inşaatı için
yapılan kazı sırasında toprak altından çıkarıldı.
Bronz ve toprak heykeller, Hitler rejimi tarafından
‘anti-ulusalcı’ ve ‘cinsel içerikli’ bulunmuştu.
Hürriyet, 10.11.2010
|
ANTALYA'NIN
GLADYATÖRLERİ
Antalya Serik’te turistlere
Romalıların görkemli gladyatör dövüşlerinin
sahneleneceği bir kompleks kuruldu.
Arenanın dev meşaleli giriş yolunun iki tarafında,
içinde demirci, testici gibi küçük dükkanların yer
aldığı Roma pazarı bulunuyor. 24 dönüm alana kurulan
800 kişilik Aspendos Gladyatör Arena’daki gösteriler
için, 150 turizm acentesiyle anlaşıldı. İşletici
firma, Mayıs’ta ilk gösteri için aralarında inşaat
işçisi, çiftçi ve ambulans şoförünün bulunduğu,
Serikli 12 gence dövüş oyunları ve gladyatör ritüeli
eğitimi veriyor. Otellerin VIP müşterileri, soylular
gibi giyinerek, dövüşleri locadan izleyecek. Proje
danışmanı Mehmet Bıcıoğlu, 1 milyon TL yatırım
yaptıklarını belirterek, iki atın çektiği,
tekerlerli 8 savaş arabasıyla gösteriler de
yapacaklarını söyledi.
Hürriyet, Haber: Göksel
Yapar, 10.11.2010
|
MÜBİN ORHON REKORU DA
MURAT ÜLKER'DEN GELDİ
Antik A.Ş. tarafından geçtiğimiz
pazar günü gerçekleştirilen ‘263. Çağdaş ve Klasik
Sanat Eserleri Müzayedesi’nde 1 milyon 75 bin TL ile
en yüksek fiyata satılan eser olan Mübin Orhon
tablosunu Murat Ülker’in satın aldığı ortaya çıktı.
Ülker daha önce de Burhan Doğançay’ın ‘Mavi
Senfoni’sini 2 milyon 200 bin liraya satın alarak
Türkiye’de bir çağdaş esere verilen en yüksek fiyatı
ödemişti. Türk sanatının başyapıtları arasında yer
alan ressam Mübin Orhon’un 1962 tarihli 352x112
santim boyutlarındaki en büyük ebatlı yağlıboya
soyut çalışması bu satış fiyatıyla kendi rekorunu
kırmış oldu. Yurt dışından koleksiyonerlerin de
katıldığı müzayedede Fahrünnisa Zeid’in 185x230
santim ebadındaki 1950-53 tarihli eseri 850 bin
TL’ye alıcı bulmuştu.
Hürriyet, 10.11.2010
|

|
NEVŞEHİR MÜZESİ, TARİHİ ESER ZENGİNİ
Nevşehir Arkeoloji ve Etnografya Müzesinde, Neolitik dönemden Erken Cumhuriyet dönemini kadar çeşitli uygarlıklara ait 22 bine yakın tarihi eserin bulunduğu bildirildi.
Nevşehir Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü yetkililerinden alınan bilgilere göre, Kapadokya bölgesinde 1960'lı yıllarda Nevşehir'in Avanos İlçesi'ne bağlı Topaklı beldesindeki höyükte İtalyan bilim adamlarınca ilk olarak başlatılan ve günümüze kadar çeşitli merkezlerde gerçekleştirilen kazılardan elde edilen tarihi değerlerin yanı sıra, vatandaşlardan satın alınan Arkeolojik ve Etnoğrafik eserlerin sergilendiği Nevşehir Arkeoloji ve Etnografya Müzesi, İç Anadolu bölgesinin en önemli müzelerinden biri olarak değerlendiriliyor.
Yetkililer, Neolitik dönemden başlayarak Tunç Çağı, Demir Çağı, Mezopotamya, Urartu, Asur Ticaret Kolonileri Dönemi, Grek, Hellenistik, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinden kalma yaşanılan dönemin kültürel ve sosyal yaşamın izlerini taşıyan Arkeolojik, Etnoğrafik ve Bronz, Gümüş ve Altın Sikkelerden oluşan 22 bine yakın eserin Nevşehir Arkeoloji ve Etnografya Müzesi'nde yer aldığını belirttiler.
Nevşehir Arkeoloji ve Etnografya Müzesi'nde yer darlığı başta olmak üzere, eserlerin benzer nitelikte olması gibi nedenlere dayalı olarak ancak bin 500 civarındaki eserin sergilenebiliyor.
Nevşehir Kent Haber, 08.11.2010
|
YILDIRIM CAMİİ'NİN
1855'DE YIKILAN MİNARESİ YENİDEN İNŞA EDİLİYOR

Bursa'da
Yıldırım Camii'nin
1855 depreminde ve 1949 yılındaki doğal afetlerde
yıkılan iki minaresi orijinaline uygun olarak
yeniden ayağa kalkıyor.
Bursa Büyükşehir
Belediyesi'nin 7 merkez ilçede sürdürdüğü 253
tarihi ve kültürel mirası ayağa kaldırma projesi
arasında yer alan Yıldırım Camii'nin orijinal
minarelerinin yeniden yapılması için çalışmalar
başladı. Yıldırım
Külliyesi bahçesindeki caminin önünde
düzenlenen ilk harç koyma törenine Devlet Bakanı
Faruk Çelik,
Büyükşehir Belediye Başkanı
Recep Altepe,
İl Müftüsü
Mahmut Gündüz,
Vakıflar Bölge Müdürü
Mürsel Sarı,
Büyükşehir Belediyesi bürokratları ve vatandaşlar
katıldı.
Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı
Recep Altepe
törende yaptığı konuşmada, Osmanlı'ya 130 yıl
başkentlik yapması ve ilk 6 padişaha ev sahipliği
ile 'tarih başkenti' olan Bursa'nın bu özelliğini ön
plana çıkarmak amacıyla bu dönem 253 tarihî ve
kültürel miras projesinin restorasyonunun startını
verdiklerini söyledi. Özellikle Kültür ve Turizm
Bakanlığı kontrolünde olan sultan külliyelerini
Büyükşehir Belediyesi'nin himayesine almak için
yoğun çaba harcadıklarını hatırlatan Başkan Altepe,
"Devlet Bakanımız Faruk Çelik'in de destekleriyle
sonunda sultan külliyeleri, bakım, onarım ve
güvenlik gibi tüm hizmetleriyle bizim himayemize
geçti. Onayı alır almaz ilk çalışmamızı burada
başlatıyoruz. 1855 depreminde yıkılan ve bir daha
yapılamayan minare ile 1949 yılında yıkılan diğer
minareyi kısa zamanda orijinaline uygun olarak
yeniden ayağa kaldırmak için çalışmalarımızı
başlatıyoruz." dedi.
Törene katılan Devlet Bakanı
Faruk Çelik
ise önceki gün Başbakan Erdoğan ile birlikte
Kosova'da bir cami açılışını gerçekleştirdiklerini
belirterek şunları söyledi:
"Priştine'deki Fatih Sultan Mehmet Camii'nin
açılışını yaptık. Yine Prizren'deki ecdat
yadigarımız Sinan Paşa Camii'nin restorasyonundaki
çalışmaları inceledik. Balkanlarda, Ortadoğu'da ve
Afrika'da ecdadımızın tüm eserlerini ayağa kaldırmak
için yoğun bir çaba içindeyiz. Bu çalışmaları
sürdürürken, ecdadımıza başkentlik eden Bursa'mızı
da ihmal etmiyoruz. Başta Büyükşehir Belediye
Başkanımızın gayretli çalışması ile tüm ecdat
yadigarı eserler bir bir ayağa kalkıyor."
Törende söz alan İl Müftüsü Mahmut Gündüz de tarihi
eserleri ayağa kaldıran başta Başkan Altepe olmak
üzere emeği geçen herkese teşekkür etti.
Konuşmaların ardından restore edilecek minareye ilk
harç protokol üyeleri tarafından kondu. Yıldırım
Külliyesi, şehrin en doğusuna bir anlamda İpek
Yolu'nu gözetler şekilde hakim bir tepe üzerine
Sultan Yıldırım Beyazıd tarafından miladi 1390-1395
yıllarında inşa ettirildi. Ters 'T' planlı (Tabhaneli-Zaviyeli)
camiler arasında yer alıyor. Kuzey-güney
doğrultusunda art arda iki büyük kubbe, doğu-batı
yönünde küçük kubbeli yan eyvanlar ve bu eyvanların
iki tarafında da aynalı tonoz örtülü birer oda
bulunuyor. Minarelerin yeniden inşa çalışmalarının 6
ay içinde bitirilmesi bekleniyor.
Zaman, Haber: Fatih
Karakılıç, 08.11.2010
|
TARİH YENİDEN
CANLANIYOR
Kahramanmaraş'ta
restorasyon çalışmaları tamamlanan Mahmut Arif-i
Paşa Konağı, Etnografik Maraş Kültür Evi ve
Etnografya Müzesi olarak düzenleniyor. Belediye
Başkanvekili Cevdet Kabakçı, Maraşlı bir ailenin
nasıl yaşadığının bu konakta sergileneceğini
belirterek, "Kentimiz tarihi ve kültürüyle ülkemizde
bulunması gereken noktaya gelecek" dedi.
Kahramanmaraş Belediyesi
geçmişte kentte görev yapan valilerin konakladığı
Mahmut Arif-i Paşa konağı üzerindeki restorasyon
çalışmalarını tamamladı. Hüsnü Öksüz Diyaliz Merkezi
yanında bulunan konak, çalışmaların ardından ilk
günkü görüntüsüne kavuşurken, bundan sonraki süreçte
Maraşlı ev halkının nasıl yaşadığı burada
sergilenecek.
Etnografik Maraş Kültür
Evi olarak hizmet verecek konak için belediye
vatandaşlara çağrı yaparak kentin tarihini ve
kültürünü yansıtan objelerin konağa bağışlanmasını
istedi.
Kahramanmaraş Kent
Konseyi Başkanı Zeynep Arıkan ile birlikte konağı
inceleyen Belediye Başkanvekili Cevdet Kabakçı, bu
yöndeki çalışmaların tüm hızıyla devam ettiğini dile
getirdi.
Kahramanmaraş'ın tarihi
ve kültürel zenginliklerini ortaya çıkarmak ve
kültüre kazanmak istediklerini ifade eden Kabakçı,
"Bunun için ilk önce kentin vali konağı olarak
kullanılan Mahmut Arif-i Paşa Konağı belediyemiz
tarafından satın alındı ve restorasyon çalışmaları
bitirildi. Şimdi buranın bir Kahramanmaraş evi
Etnografya müzesi şeklinde düzenlenmesi çalışmaları
devam ediyor. Bu dönem içerisinde Dedeler Konağı da
belediyemiz tarafından satın alındı. Konağın bir
bölümü bitirildi, burada şair ve yazarlar evi olarak
bir kültür şehri olan Kahramanmaraş'ımızda hayata
geçirilecek. İkinci ve üçüncü bölümün restorasyon
çalışmaları da pek yakın bir sürede başlayacak" diye
konuştu.
Kahramanmaraş'a gelen
turistlerin bu konağı gezdiğinde, ev halkının nasıl
yaşadığını görme fırsatı bulacağına değinen Kabakçı,
kentin tarihi ve kültürüyle Türkiye'de bulunması
gereken noktaya taşınacağını kaydetti. Kabakçı
sözlerini şöyle sürdürdü:
"Halkımız evlerinde
bulunan tarihi eşyalarını belediyemize bir şekilde
hibe ederlerse burada üzerine kendi isimleri
yazılacak, dışardan gelen insanlar bu Kahramanmaraş
evimizde yaşanılan hayatı görecekler. Yani bir
Kahramanmaraşlı nasıl yaşar, hangi eşyalara sahip.
Zaten restorasyon çalışmaları bu kapsamda yapıldı.
Kendi dönemiyle ilgili eksik olan yapı tekrar tamir
edildi. Bununla ilgili eşyalar da inşallah halk ilgi
göstererek bize bıraktıkları takdirde isimlerini
yazacağız ve gelenler Kahramanmaraş'ı tanımış
olacak."
Kabakçı, yıllardır Ulu
Camii önünde atıl durumda bulunan Katip Han
Konağı'nın da belediye tarafından satın alındığını
ve burasının da restore edilerek turizme
kazandırılacağını sözlerine ekledi.
Kahramanmaraş Kent
Haber, 08.11.2010
|
4 BİN YILLIK KENT GÜN
IŞIĞINA ÇIKIYOR

Bayburt’un Aydıntepe
İlçesi'nde, yaklaşık 4 bin yıl önce kurulduğu ve
kale olarak kullanıldığı düşünülen tarihi kent,
yapılan kazı çalışmalarıyla gün ışığına
çıkartılıyor.
Aydıntepe Belediye Başkanı Orhan Eraslan,
ilçelerinin sınırları içindeki tarihi yeraltı
şehrinin ortaya çıkartılıp, turizme kazandırılması
amacıyla 12 yıl önce başlatılan çalışmaların
sürdürüldüğünü belirterek, söz konusu kenti yeraltı
şehrinden çok yeraltı kalesi olarak
adlandırdıklarını ifade etti.
Eraslan, kazı
çalışmalarında elde edilen verilerin, söz konusu
yerleşim yerinin sürekli yaşanan bir kentten öte
savunma amaçlı ve tehlikeli zamanlarda kullanılan
bir kale olduğunu gösterdiğini bildirdi.
1998’de bir inşaat
kazısında bulunan yer altı kalesi yaklaşık olarak 50
metre civarlarındaydı. İlk belirlemelerde eski Roma
yeni Bizans dönemine ait olabileceği söylendi, ancak
Atatürk Üniversitesi’ndeki sanat tarihçileri ile
yapılan temizleme çalışmalarında elde edilen yeni
bulgular ve bazı duvar figürleri, buranın
Roma-Bizans döneminden daha önceki dönemlere ait
olduğunu ortaya koydu.
Duvar figürleri daha
ilkel inanışların olduğu dönemleri simgeliyor.
Bunlar da bu yerleşim yerinin en az 3 bin yıllık
olduğunu işaret ediyor. Yer altı kalesi odalar
şeklinde, sokaklar ve geniş galerilerden inşa
edilmiş. Yerleşim merkezinde 13 oda, 4 büyük galeri,
1 mutfak ve su ihtiyacının karşıladığı bir havuz
bulunuyor.
Eraslan, söz konusu
yerleşim bölgesindeki kazılarda 3500-4000 yıllık
mezarlar çıktığına da dikkati çekerek, "Bu mezarlar
anıt mezarlar şeklinde değil. Ölen kişilerin
cesetleri yakılıp, toprak kaplar içerisine konmuş ve
üzerelerinde de bir takım ziynet eşyası var. Gün
ışığına çıkartılan eşyaların tamamı şu anda Erzurum
Müze Müdürlüğünde bulunuyor" şeklinde konuştu.
Tarihi yerleşim bölgesindeki yaklaşık bin
metrekarelik bir alan, tamamen temizlenerek gün
ışığına çıkartıldı. Bundan sonraki çalışmalarda,
yeraltı kalesindeki odalarda cansız mankenlerle
figürler ve bölgeye ait eşyaların sergilendiği
alanlar oluşturulacak.
Tarihi alana zarar
vermeyecek ve otantik yapıyı bozmayacak bir
aydınlatma çalışması da yapılıyor. Çalışmaların bu
kış bitirilmesi hedefleniyor. Kazı çalışmaları
sürdürülen alanda, yer altı kalesi dışında başka
eserlerin de varlığını tespit ettiklerini söyleyen
Eraslan, "Bu eserler üzerinde de çalışmalarımız
sürüyor. Ama öncelikle temizlenen alanı hizmete
açmak için titiz çalışma yürütüyoruz. Tespit
ettiğimiz diğer alanlara şimdilik dokunmayacağız"
diye konuştu.
Eraslan, bulunan tarihi
yeraltı kalesini istedikleri şekilde turizme
kazandırmak için 1 milyon liraya ihtiyaçları
olduğunu sözlerine ekledi.
Trt/Haber, 08.11.2010
|
ANTALYA'DAKİ HIDIRLIK
KULESİ'NDE ARKEOLOJİK KAZI BAŞLATILDI
Antalya Büyükşehir
Belediyesi, kentin önemli tarihi değerlerinden
Hıdırlık Kulesi’nde arkeolojik kazı başlattı.
Antalya Büyükşehir Belediyesinden yapılan yazılı açıklamada, Hıdırlık Kulesi’ni tarihi, kültürel bir turistik çekim merkezi haline getirecek proje kapsamında arkeolojik kazı başlatıldığı belirtildi. Kazıdan elde edilen verilerin, MS 2. yüzyılda yapıldığı sanılan tarihi kulenin restorasyon ve çevresinin yeniden düzenlenmesi projesine temel oluşturacağı ifade edilen açıklamada, şöyle denildi:
‘Antalya Koruma Bölge
Müdürlüğünün kararıyla, Antalya Müzesi gözetiminde
Büyükşehir Belediyesi İmar Daire Başkanlığı’nda
görevli arkeologlar tarafından yürütülen kazılarda,
dolgu topraktan arındırılan Hıdırlık Kulesi’nin,
mimari karakteristik özellikleri ortaya çıkarıldı.
Kazılarda, tarihi yapının üç basamaklı bir podyum
üzerine yerleştirildiği görüldü. Kulenin çevresinde
gerçekleştirilen kazıda, eski sur bağlantıları ile
olan ilişkisini ortaya koyan sur kalıntıları
bulundu. Ayrıca tarihi bir su kanalı gün yüzüne
çıkarıldı.’
Projenin üç ayağı
olduğunu belirten Büyükşehir Belediyesi Genel
Sekreteri Prof.Dr. Mehmet Aktekin de şu bilgileri
verdi:
‘Uzun soluklu bir proje.
Kazı çalışmalarının ardından ikinci ayakta çıkan
arkeolojik bulgulara göre bir restorasyon projesi
hazırlanacak. Restorasyonla yapıyı onarıp,
sağlamlaştıracağız. Projenin son ayağında Hıdırlık
Kulesi’nin çevresi yeniden düzenlenecek. Burayı
yerli ve yabancı ziyaretçilerin görmeden gitmek
istemeyecekleri bir çekim merkezi haline getirmek
istiyoruz.’
haberler.com, 08.11.2010
|
1709 YIL ÖNCE
'ENFLASYONLA' MÜCADELE ETMİŞLER

Muğla'nın Yatağan
İlçesi'ndeki Stratonikeia antik kentinde ortaya
çıkan bulgular, Romalıların yaklaşık 1709 yıl önce
"ürün fiyatlarını sabitleme ve sübvanse" etme
yöntemleri ile enflasyonla mücadele ettiğini
gösteriyor.
Pamukkale Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi
Arkeoloji Bölümü
Öğretim Üyesi ve Stratonikeia Antik Kenti Kazı
Başkanı Doç.Dr. Bilal Söğüt, antik kentteki 2010
yılı kazı çalışmalarının 15 Haziran'da başladığını
belirterek, ilk olarak Kuzey Şehir Kapısı'nın yer
aldığı bölgeye odaklandıklarını bildirdi.
Bu süreç içinde Kuzey Şehir Kapısı'ndan kent
merkezine doğru devam eden anıtsal caddeyi
açtıklarını kaydeden Sögüt, bu sırada 3 bin yıllık
tarihsel sürecinin her dönemine ait eserlere
ulaştıklarını belirtti.
Kazı çalışmalarının yapıldığı alanın, 2 bin 500 yıl
önce bölgenin yerli halkı olan Kayralıların
toplandığı yer olduğunu anlatan Söğüt, "Hekatomnos
ailesi ve özellikle Pers Satrabı Maussolos'un çok
önem verdiği kentlerden birisi burasıdır. Burası
aynı zamanda antik dönemin en önemli birliklerinden
birisi olan Atika Deniz Birliği'ne para veren
bölgedeki birkaç kentten birisidir. Bu kültür
zenginliğini başka bir antik kentte bulmak imkansız.
Ayrıca burası tam anlamıyla yaşayan bir tarih köyü.
Antik dönem ile Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemi
eserlerinin birlikte dimdik ayakta durduğu tek antik
kent Stratonikeia'dır" diye konuştu.
Stratonikeia Antik Kenti'ndeki bulgulara göre
Romalıların asırlar önce enflasyonla mücadele
ettikleri bilgisini veren Kazı Başkanı Doç.Dr. Bilal
Söğüt, sözlerine şöyle devam etti:
"MS 301 yılında burada satılan tüm ürünlerin
adlarını meclis binasının duvarlarına Latince
yazmışlar. Ortaya çıkan tarihi bulgulara göre
satılan ürünlerin fiyatı enflasyonla mücadele
kapsamında sabitlenmiş ve herkes belirlenen
fiyatlara göre ürünlerini satıyormuş.

Bunun dışında 5 liralık bir ürünü 3 liraya vermek
istiyorlarsa, bunun 2 lirasını bir zengin
karşılıyormuş. Satıcı 5 liraya satıyor, tüketici 3
liraya alıyor, aradaki farkı bir zengin karşıladığı
için sorun yaşanmıyormuş. Yani dönemin zenginleri
fiyatları sübvanse ediyorlarmış.
Günümüzden yaklaşık bin 709 yıl önce Romalılar,
fiyatları sabitleyerek enflasyonun önüne geçmişler.
Ayrıca o döneme ait ekonomik hayatla ilgili önemli
bilgilere ulaştık. Bir mermer ustasının çalışması
karşılığı kaç para alacağı bile belirlenmiş."
Romalıların enflasyonla mücadele yöntemlerinin bugün
de geçerliliğini koruduğunu vurgulayan Söğüt,
"Fiyatlar artmadığı sürece Romalıların 1709 yıl önce
enflasyonla mücadele amacıyla başvurduğu yöntemler
günümüze uyarlanabilir. Özellikle domates ve et
fiyatları konusunda sübvanse yönetimine
başvurulabilir. Önemli olan fiyatların tüketiciye
yansıması. Sübvanse işlemini devlet veya zenginler
yapabilir" dedi.
Stratonikeia antik
kenti
Karia bölgesinin en önemli kentlerinden biri olan
Stratonikeia, Hellenistik, Roma, Bizans, Anadolu
Beylikleri, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde
adından söz ettiren önemli bir antik kenttir.
Söz konusu dönemlerin her birine ait onlarca tarihi
yapıyı hala antik kent içinde görmek mümkün. Kenti
ziyaret edenler, Hellenistik ve Roma dönemi ile
Osmanlı dönemine ait yollardan yürüyüş yapabilir.
Antik kentin gözde mekanlarından biri de Beylikler
dönemine ait Türk hamam ile 18'inci yüzyıla ait Ağa
Konakları ve Yaşayan Osmanlı Köy Meydanı turistlerin
ilgi odağı olmayı sürdürüyor.
Yatağan Kaymakamlığı'nın, Stratonikeia antik
kentinin dünyaya tanıtılması için 2009 yılında
başlattığı çalışmalar ise devam ediyor. Kentin
adının verildiği Stratonike ile Antiokhos'un aşkını
anlatan bir tablo yaptırılarak, kentin tanıtımı için
Bodrum-Yatağan karayolundan Stratonikeia antik
kentine ayrılan yol kavşağına yerleştirilmiş.
Ayrıca ilk kez bu sene düzenlenen "Karsanat
Stratonikeia Barok Festivali" kapsamında Karya Barok
Topluluğu, 3 bin yıllık Stratonikeia antik kentinde
çıplak sesle konser vermiş ve konsere vatandaşlar
yoğun ilgi göstermişti. Bu konser ile Stratonikeia
Tiyatrosu'nun 1650 yıllık sessizliği de son
bulmuştu.
Bölgede kasım ayının sonuna kadar sürecek kazı
çalışmalarını yaklaşık 35 kişilik bir ekip
yürütüyor. Bu yıl ki kazılarda gün ışığına çıkarılan
sütunlar yapılan bir çalışma ile ayağa kaldırılarak,
orijinal şekillerine zarar vermeden bulundukları
noktalara yerleştirildi.
Cnn Türk, 08.11.2010
|
'KURDELELER'E 1 MİLYON TL
Yaşayan en pahalı Türk ressamı Burhan Doğançay'ın 2 tablosu dün 1 milyon TL fiyatla alıcı buldu. Amerikalı ve İngiltere'nin koleksiyoner yatırımcıların da yarıştığı Dans Eden Kurdeleler isimli eser 700 bin liraya bir Türk koleksiyoner tarafından alındı. Doğançay'ın Kahverengi Kurdeleler- Blossom" isimli tablo ise 310 bin TL'den alıcı buldu. Kısacası Kurdeleler için 1 milyon 10 bin TL'lik bir değere satıldı. Müzayedeye yabancı koleksiyonerlerin ilgisi damga vururken toplam 15 milyon liralık satış yapıldı. Dün Swiss Otel'de düzenlenen Çağdaş Sanat Eserleri Müzayedesi'nde görücüye çıkan 180 eserin arasında İngilizler Julian Opie'nin "Ann Dancing in Grey Dress" eseri için kapıştı. Ama alıcı Türk oldu. Bu eser 120 bin TL'den alıcı buldu. Fahrennisa Zeid'in soyut kompozisyonu da 850 bin TL'den satıldı. ABD'lilerin ilgi gösterdiği Neşe Erdok'un "Çiçekçi Kadın" eseri 100 bin TL'den alıcı buldu.
180 eserin arasında Mübin Orhon'un soyut kompozisyonu 250 bin TL'den açık artırmaya çıktı ve 1 milyon 75 bin TL'ye satıldı. 10 yıl önce Orhon'un eserleri 10-20 bin dolar arasında zor alıcı buluyordu.
Sabah, Haber: Burcu Aldinç, 08.11.2010
|
 |
TARİHİ HAMAMDA ERGENEKON
KRİZİ

Ergenekon
soruşturmasını yürüten Özel Yetkili Cumhuriyet
Savcılığı, İstanbul'un en önemli mimari eserlerinden
biri olan Sultanahmet'teki tarihi
Hürrem Sultan Hamamı'nın
ihalesine el koydu. Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz'ün
yürüttüğü soruşturmaya konu olan ihale; Saray
Halıları'nın sahibi Necati Kurmel ile Ergenekon
davası sanıklarından Drej Ali olarak bilinen
Ali Yasak'ın kuzeni
Ethem Yasak'a
verildi. Ancak ihaleye fesat karıştırıldığı yönünde
bulguların saptanması üzerine savcılık da rüşvet ve
ihaleye fesat karıştırmaktan soruşturma açtı. İşte
olayın gelişimi:
Vakıflar Genel Müdürlüğü, eskiden pek çok ünlünün
kaldığı bir cezaevi olan, bugün ise lüks bir otel
olarak hizmet veren Sultanahmet'teki Four Seasons
Oteli'nin karşısındaki Haseki Hamamı'nın,
yap-işlet-devret modeli ile kiraya verilmesi için
çalışma başlattı. Fakat Ergenekon Savcısı Zekeriya
Öz'a gelen bir ihbar mektubuna göre; Ergenekon
davasının tutuksuz sanıklarından Ali Yasak'a ait
olan Derviş Çay Bahçesi'nin yanındaki hamamı
devralmak isteyen "Necati Kurmel-Ethem Yasak
konsorsiyumu" ihaleyi alabilmek için detaylı bir
plan yapmıştı. Buna göre Necati Kurmel ve Ali Yasak
adına çalışan grup, işi şansa bırakmamak için aynı
merkezden yönetilen üç ayrı şirketle ihaleye
girecekti. Ayrıca da iyi teklif sunanlar başta olmak
üzere diğer katılımcılar tehditle yıldırılarak,
ihale girmeleri önlenecekti.
İddiaya göre anlaşmalı firmalardan biri yüzde 450
kira artış bedelli teklif verdi, diğer firma ise ilk
aşamada yüzde 500, ikinci aşamada yüzde 600 artış
verdi. Necati Kurmel, Ataman Fedai ve Atila
Menevşe'ye ait Pınar Madencilik ile Ali Yasak'ın
amcasının oğlu Ethem Yasak ortaklığı ise ilk aşamada
yüzde 455, ikinci aşamada yüzde 652 teklif verdi.
Böylece Eminönü İlçesi sınırlarındaki 67 pafta, 59
ada, 1 parselde kayıtlı bulunan tarihi hamam ve
etrafındaki bir dönümlük yer için yapılan ihale,
Pınar Madencilik ile Ethem Yasak'a 15 seneliğine
yüzde 652'lik kira artışı şartıyla verilmiş oldu.
Buna göre Kanuni Sultan Süleyman'ın eşi Hürrem
Sultan tarafından 1556'da Mimar Sinan'a 1610
metrekarelik arazide yaptırılan hamama yalnızca 8
bin TL aylık kira ödenecekti. 15 yıl sonunda 55 bin
liraya ulaşacak bu tutar da Kapalıçarşı'daki birkaç
metrekarelik dükkanların kirası kadardı. Ancak
Vakıflar Genel Müdürlüğü, ihaleye fesat
karıştırıldığı yönünde ellerine geçen bulgular
üzerine ihaleyi onaylamadı. Pınar Madencilik ve
Yasak da Vakıflar Genel Müdürlüğü'nü mahkemeye
verdi. İstanbul 4. İdare Mahkemesi'nde açılan
davadan Pınar Madencilik lehine karar çıktı.
Mahkeme, hamamın Pınar Madencilik ve Turizm A.Ş.'ye
verilmesini kararlaştırdı. Vakıflar Genel Müdürlüğü
yürütmeyi durdurma için Danıştay 13. Dairesi'ne
itiraz etti. 13. Daire, 11 Aralık 2009 tarihinde,
yürütmeyi durdurmaya ret kararı verdi. Ancak
Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz'e gönderilen ihbar
mektubu olayı gidişatını değiştirdi. İstanbul
Cumhuriyet Başsavcı Vekili Turan Çolakkadı, ihbar
üzerine İstanbul Emniyet Müdürlüğü Organize Suçlarla
Mücadele Şube Müdürlüğü'ne talimat verdi. Savcılık,
Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürü Nazmi Ardıç
imzasıyla gönderilen 8 Ekim 2010 tarihli cevabi
yazıya binaen rüşvet vermek ve ihaleye fesat
karıştırmak suçlarından 19 Ekim'de soruşturma
başlattı. Başsavcı Çolakkadı, ihaleyi veren İstanbul
Vakıflar Bölge Müdürlüğü yetkilileri hakkında
soruşturma açılması için dosyayı ayrıca Memur
Suçları Bürosu'na gönderdi. Hamam için çevre
esnafının yorumu ise buranın küçük Kapalıçarşı
haline getirilip dükkanlardan binlerce lira kira
alınabileceği yönünde.
Sabah, Haber:
Abdurrahman Şimşek, 08.11.2010
******
VAKIFLAR'I TERLETEN
İHALE
Vakıflar İstanbul
Bölge Müdürlüğü'nün düzenlediği tarihi
Hürrem Sultan Hamamı'nın
ihalesinde idari şartnamede 8 bin TL olan aylık
kira, Vakıflar Genel Müdürlüğü ile ihaleyi alan
konsorsiyum davalık olunca yeni sözleşme ile 2010'da
75 bin 200 TL'ye yükseldi. SABAH'ın önceki gün
manşetten yayınladığı ihaleyle ilgili süreç,
Vakıflar Genel Müdürlüğü Vakıflar Meclisi'nin 17
Ocak 2007'de Kanuni Sultan Süleyman'ın eşi Hürrem
Sultan'ın Mimar Sinan'a yaptırdığı hamamın "restore
et-işlet-devret" modeli ile onarılıp kiralanmasına
karar vermesiyle başladı. İdari şartnamede kira
bedeli 2 yıl için aylık 8 bin, 15 yıl sonrası için
55 bin TL olarak görünüyordu. Bu meblağlar, Vakıflar
Genel Müdürlüğü'nce yetersiz bulundu ve Genel
Müdürlük, İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğü'nün
verdiği ihaleyi onaylamadı.
Bunun üzerine konsorsiyum, Vakıflar Genel
Müdürlüğü'ne dava açtı. İstanbul 4. İdare Mahkemesi
de 27 Aralık 2007'de ihalenin Pınar Madencilik ve
Ethem Yasak konsorsiyumuna verilmesi kararının
onaylanmasını talep etti. Vakıflar İstanbul Bölge
Müdürlüğü'nden edinilen bilgilere göre hamam için
Nisan 2008-Aralık 2009 dönemi arasında her ay başına
60 bin 160 TL'lik ödeme alındı. 2010 yılı için
konsorsiyumun ödeyeceği aylık kira 75 bin 200 TL
olarak belirlendi.
SABAH'ın sorularını yanıtlayan, ihaleyi alan
konsorsiyumun üyesi Ethem Yasak, yılbaşında açılması
planlanan hamamın restorasyonunun sürdüğünü ve
kirayı her ay düzenli olarak ödediklerini söyledi.
Yasak, Hürrem Sultan Hamamı'nın tarihi dokusu
korunarak hamam olarak turistlere hizmet vereceğini
ve yapı içinde kesinlikle dükkan işletilmeyeceğini
söyledi.
Sabah, 10.11.2010
|

 |
KAÇAK KAZIYA SUÇÜSTÜ
Balıkesir İl Jandarma Komutanlığı ekiplerinin Bigadiç ve Kepsut ilçelerinde düzenlediği operasyonlarda tarihi eser kaçakçılığı yaptıkları iddiasıyla 2 kişi yakalandı. Şahısların ev ve müştemilatlarında yapılan aramalarda çok sayıda eski eser ele geçirildi. Adli makamlara teslim edilen şüpheliler sevk edildikleri adli makamlarca serbest bırakıldılar.
Balıkesir merkez ve ilçelerinde hayvan ve tel hırsızları ile uyuşturucu madde tacirlerine karşı başarılı operasyonlar gerçekleştiren İl Jandarma Komutanlığı ekipleri Balıkesir'in tarihi değerlerini korumaya yönelik çalışmalarıyla da takdir topluyor. Kepsut ve Bigadiç ilçelerinde alınan istihbaratlar üzerine ayrı ayrı operasyon düzenleyen jandarma timleri bir şüpheliyi detektör ile izinsiz kazı yaparken suçüstü yakaladı. Kepsut İlçesi'ne bağlı Eşeler Köyü'nde ikamet eden C.Ç. (25) isimli şahsın eski eser kaçakçılığı yaptığı bilgisine ulaşan ekipler şahsın evinde yaptıkları aramada tarihi eser niteliği taşıyan 2 adet beşli toplu tabanca, 1 adet altılı toplu tabanca, 1 adet üç namlulu tabanca, 2 adet kılıç, 1 adet baston görünümlü saldırı aleti ve 3 adet hançer olmak üzere toplam 10 parça eski eser ele geçirdi. Tarihi eserler Balıkesir Kuvayi Milliye Müzesi müdürlüğüne teslim edildi.
Bigadiç İlçesi'ne bağlı Hamidiye Köyü'ndeki bir başka operasyonda ise kaçak kazı ihbarını değerlendiren jandarma timleri, A.A. (37) isimli şahsı aynı köydeki Kale Mevkiinde kazı yaptığı esnada arama detektörü ile birlikte suçüstü yakaladı. Şüpheli şahsın evi ve müştemilatında yapılan aramada 100 adet Roma dönemine ait gümüş sikke, 1 adet toprak vazo ve 1 adet eski eserleri gösteren katalog ele geçirildi. Yakalanan eski eserler incelenmek üzere Balıkesir Kuvayi Milliye Müzesi Müdürlüğü'ne gönderilirken, adli makamlara teslim edilen her iki şüphelinin de savcılıktaki ifadelerinin ardından serbest bırakıldıkları bildirildi.
Balıkesir Kent Haber, 08.11.2010
|
YOL ÇALIŞMASINDAN TARİH ÇIKTI
Çanakkale'nin Bayramiç İlçesi ile Ezine İlçesi arasındaki kara yolu genişletme çalışmaları esnasında 13. yüzyıl geç Bizans dönemine ait tarihi eserler bulundu.
İHA muhabirinin edindiği bilgiye göre Bayramiç -Ezine kara yolu yol genişletme çalışmaları esnasında Yahşıeli Köyü Palamutluk mevkiinde yol genişletme kazıları esnasında sütun parçaları ortaya çıkması sonucu olaya jandarma el koydu. Jandarmanın talebi üzerine bölgeye giden Çanakkale Müze Müdürlüğü'ne ait görevliler bölgede incelemede bulundu. Konuyla ilgili açıklamalarda bulunan Çanakkale Müze Müdür Vekili Ömer Özden, yol genişletme kazısı yapıldığı esnada çıkan parçaların incelemeye alındığını belirterek, "Yahşıeli Köyü Palamutluk mevkiinde yol genişletme çalışması esnasında 4 adet granit, 1 adet de mermer sütun ortaya çıkmış durumda. Bölgede yaptığımız inceleme neticesinde 1 adet 3 metre 7 santim uzunluğunda 45 santimetre çapında sütun parçası ve 4 adet 1,5 m uzunluğunda 37 cm çapında sütun parçası bulundu. Ayrıca 1 adet küçük mermer ante de (duvar başlığı) bulunan eserler arasında yer alıyor. Yol genişletme çalışmasının yapıldığı çevrede ise tuğla ve çatı kiremidi parçalarına rastlandı. Bu somut belgelerin incelenmesi sonucu geç dönem Bizans (MS 11. ile 13. yüzyıl) kırsal nitelikli bir köy yerleşkesi ile karşılaşıldığımız izlenimi oluşmuş durumda. Konu Koruma Kurulu'nda incelenip değerlendirilecek. Bölgede yapılan kazı çalışmaları bu sebeple durduruldu" dedi.
Çanakkale Kent Haber, 08.11.2010
|

 |
KÖŞKLER, LEVANTENLERİN
YAŞAM TARZINI AÇIKLIYOR

Forbes Ailesi'nin yaşadığı köşk Buca'da bulunuyor.
19. yüzyılın tamamına ve
20. yüzyılın 1922'ye kadar süren bölümüne
"Levantenler Çağı" dememiz, Levanten toplumunun
renkli yaşamı ve kent ekonomisindeki aktif rolüne
dayanır. Bugün İzmir'in Bornova ve Buca başta olmak
üzere Karşıyaka, Gaziemir ve Güzelyalı gibi
semtlerinde Levanten mimari mirasının izlerini
görmek mümkündür. Levantenlerin evleri, bu toplumun
yaşam tarzını anlamamıza yardım eder.
Çok sayıda ünlü Levanten ailesi içinden eski ve
köklü birkaçını sayacak olursak, söze Whittal Ailesi
ile başlamak uygun olur. Whittal Ailesi İzmir'in en
önemli Levanten ailelerinden biriydi. İstanbul Moda
ve İzmir Bornova'daki Whittal köşkleri, yıllarca
ailenin ikametgahı oldular. Bornova'daki Whittal
Köşkü, günümüzde Ege Üniversitesi'nin rektörlük
ofisi olarak kullanılmaktadır. Rektörlüğün biraz
ardındaki kilise de St. Mary's Magdaleine Kilisesi
adını taşımaktadır ve yine Whittal'ler tarafından
yaptırılmıştır.
Peterson Ailesi, Levantenler çağının bir diğer ünlü
ailesiydi. Petersonlar'ın Bornova'da bulunan ve
günümüzde hala Peterson Köşkü adıyla anılan
ikametgahları, İzmir Levantenlerinin inşa ettikleri
en mükemmel yapılardan biriydi. De Jongh Ailesi de
ünlü İzmirli Levanten ailelerindendi. Ailenin
Buca'daki köşkü meşhurdur. Hollanda asıllı Van
Lennep'ler de özellikle 19. yüzyılda İzmir'de önde
gelen Levanten ailelerdendiler. Van Lenneplerin
ikametgahı, Seydiköy'deki (Gaziemir) Van Lennep
Köşkü idi. Forbes Ailesi'nin köşkü ise, Buca'dadır.
Restorasyon geçiren muhteşem evin sahibi olan aile,
meyankökü ticareti ile uğraşıyordu. Aile, 1920'lerde
Atina'ya göç etti. Köşkte ise 1940'larda
Whittallerden Albert ve Agnes Whittal yaşadı.
Levanten erkeklerinin çoğu kez Rum ve Ermeni
kızlarıyla evlendikleri oluyordu. Bununla birlikte
bu tür evlilikler, Protestan Levantenlerde görülen
bir durumdu. Zira Katolik, Rum-Ortodoks ve
Ermeni-Gregoryen dinadamları, bu evliliklere
şiddetle karşı çıkmaktaydılar. Rauf Beyru Hoca, "Chi
vuol far la sua rovina prende la moglie Levantina"
şeklinde bir ifadeden söz eder. Bu İtalyanca ifade,
19. yüzyılda İzmir'de yaşayan insanlar arasında
yerleşmiş ve neredeyse bir atasözü haline gelmişti.
Anlamı, "Mahvolmak istiyorsan, bir Levanten hanım
ile evleneceksin" gibi birşeydi.
Beyru'nun İngiltere ve Fransa'daki araştırmaları,
İzmir'deki Levanten ailelerinde evlenme çağında ya
da bu çağı aşmış bekar hanımların sayısının oldukça
fazla olduğunu ortaya koyuyor. Özellikle 19.
yüzyılda Avrupa asıllı erkekler, evlenmek için
genellikle Rum kızlarını ya da ailesi fazlaca büyük
ve geniş olmayan kızları tercih etmeye başladılar.
Bunun nedeni, evlenilecek bir Levanten hanımın en az
bir kız kardeşinin de kendileriyle birlikte
yaşayacak olmasıydı. Ayrıca damat bey, ailede dul
kalan hanımlara da bakmak zorunda kalacaktı. Bu gibi
unsurların bir sonucu olarak zamanla Levanten
toplumunda "evde kalmalar" arttı.
Konsolosların durumu ise, bir diğer ilgi
çekici nokta. Konsolos, İzmir'de ait olduğu ülke
toplumunun adeta "başkanı" gibiydi. İzmir'de bulunan
ve batı Avrupa ülkelerinden birini temsil eden bir
konsolos, taşıdığı yetkiler ve sahip olduğu
saygınlık ile adeta küçük bir kraldı.
Kapitülasyonlar gereği uygulanan, Osmanlı
ülkesindeki Frenkler arasında çıkacak
anlaşmazlıkların ilgili konsolosun yargıçlığında
çözülmesi yöntemi, 19. yüzyıla gelindiğinde diğer
bazı geniş yetkilerin de eklenmesiyle, konsolosları
bir nevi "koloni başkanı" durumuna sokmuştu. Bir
konsolosun İzmir valisini ziyareti ve valinin iade-i
ziyareti, gösterişin abartılı boyutlara çıkarak
anlamsızlaştığı birer merasime dönüşürdü.
1850 yılında İzmir'de yirmi farklı ulustan tüccarlar
faaliyet göstermekte ve bu yirmi ulusun onyedisinin
şehirde konsolosluğu bulunmaktaydı. Geleneksel
olarak Fransız konsolosu, saygınlık açısından diğer
konsoloslara göre daha üst bir konumda bulunuyordu.
Zira 16. yüzyıla uzanan kapitülasyonlar tarihinde,
İzmir'de diplomatik misyonu bulunmayan ülkelerin
tüccarları, Fransız konsolosunun himayesi altında
olurlardı. Bahsettiğimiz üzere İzmir'de yaşamlarını
sürdüren Levanten aileleri, genellikle oldukça geniş
yapıda ailelerdi. Değişik etnik kökenlerden gelen
birçok aile, evlilikler yoluyla birbirine bağlanmış
ve hatta karışmıştı. Rauf Beyru Hoca'nın, "19.
Yüzyılda İzmir'de Yaşam" adlı kapsamlı çalışmasında
aktardığı bir bilgi, İzmirli Levanten ailelerin ne
denli geniş ve kaynaşmış olduklarına güzel bir
örnektir. Buna göre İzmirli Levanten Van Lennep
ailesinin bireylerinden Richard Van Lennep,
Hollanda'nın İzmir konsolosu iken, aynı aileden
Charles Van Lennep, yine İzmir'de İsveç ve Norveç
konsolosuydu.
Malta'dan 19. yüzyılda İzmir'e geldiği belirtilen
Micaleff Ailesi, ağırlıklı olarak zeytinyağı
sektöründe çalışıyor. Şirketin başındaki Noel
Micaleff'in büyük dedesi Carmeno Micaleff'in,
İngiliz donanmasının gida gereksinimlerini
karşılayan bir işadamı olduğu ifade ediliyor.
Türkiye'nin ilk riviera tipi zeytinyağını da
Micaleff Ailesi'nin ürettiği biliniyor.
Fransa'nın Nice kentinden 1742 yılında İzmir'e gelip
yerleşen Giraud Ailesi'nin tekstil sektöründe
yatırımları bulunuyor. Herve Giraud, İzmir Pamuk
Mensucat, İzmir Basma Sanayii gibi dev sanayi
tesislerinde üretim ve ihracatı sürdürüyor.
Yeni Asır, Haber: Engin
Tatlıbal, 07.11.2010
|

 |
POMPEİ'DEKİ 2000 YILLIK 'GLADYATÖRLER EVİ' ÇÖKTÜ
İtalya'daki Pompei sit alanında bulunan 2000 yıllık "Gladyatörler Evi"nin çöktüğü bildirildi.
Yetkililerin verdiği bilgiye göre, dünyaca ünlü sit alanındaki ana caddede bulunan yüzlerce metrekarelik taş ev, sit alanının ziyaretçilere kapalı olduğu bir sırada, sabaha karşı çöktü. Bekçilerin sit alanını açınca binanın çöktüğünü gördükleri belirtildi.
Latince ismi "Schola Armaturarum Juventus Pompeiani" olan binanın, aşırı yağışlar yüzünden çökmüş olabileceği belirtiliyor.
Askeri temalı fresklerle süslü binada, gladyatörlerin biraraya geldiği ve talim yaptığı, ayrıca binayı arenaya çıkmadan önce kulüp olarak kullandıklar ı tahmin ediliyor.
Turistler, MS 79 yılında Vezüv yanardağının patlaması sonucu küller altında kalan Pompei şehrini gezerken, binayı dışarıdan görebiliyorlar ancak binanın içine girmelerine izin verilmiyordu.
Sanat tarihçileri yıllardır dünyanın en önemli arkeolojik sit alanlarından biri olan Pompei'deki arkeolojik eserlerin yıkılmakta olduğu uyarısında bulunuyorlar.
Türkiye Gazetesi, 07.11.2010
|
HER KARIŞ TOPRAĞINDAN
TARİH FIŞKIRIYOR
Yozgat’ta bugüne kadar
yapılan kazılarda, Kalkolitik, İlk Tunç Çağı, Frig
ve Roma gibi birbirinden farklı medeniyetlere ait
binlerce tarihi eser gün ışığına çıkarıldı.
Anadolu’nun en eski
yerleşim alanlarından olan Yozgat’ta kazı ve yüzey
araştırmalarını, Avusturya, ABD, İngiltere ve
İtalya’dan gelen arkeologlar tarafından yürütülüyor.
Kayıp şehir Pteria’nın kalıntılarının bulunduğu Kerkenes Dağı’ndaki kazı çalışmaları 2001’den bu yana İngiliz Dr. Geoffrey Summers başkanlığındaki kazı ekibi sürdürüyor. Kalkolitik, İlk Tunç Çağı, Proto-Hitit, Hitit imparatorluk çağı, Frig, Roma ve Bizans dönemlerine ait tabakaların tespit edildiği kazılarda, mimari ve heykeltraş örnekleri, yazıtlar, ok uçları, bronz ve bakır eserler, pişmiş toprak kaplar, alın süs parçaları fibulalar, koşum süsleri ortaya çıkarıldı.
Pteria Antik Kenti
kalıntılarında bu yıl birleştirme ve onarım
çalışmaları ile Saray Bölgesi’ndeki bazı surların
onarımı yapıldı.
Sorgun’da Büyük Taşlık
Köyü sınırlarındaki “Kuşaklı Höyük” olarak bilinen
alanda 2008’den itibaren İtalya Floransa
Üniversitesi koordinatörlüğünde devam eden
arkeolojik yüzey araştırması ve jeofizik
araştırmaları ise sona erdi.
Floransa
Üniversitesi’nden Prof.Dr. Stefania Mazzoni
başkanlığında yapılan çalışmalarda. bölgenin Hitit
Uygarlığı’nın etki alanında yer aldığı, Hitit
imparatorluğu dönemindeki Zippalanda şehrinin de bu
bölgede olduğu tahmin ediliyor.
Yozgat’ın Büyük Nefes
Köyü sınırlarında yer alan ve 2009’da kazı
çalışmalarına son verilen Galatların başkenti Tavium
antik kentinde gün yüzüne çıkarılan eserler ise
Yozgat Müzesi’nde sergileniyor.
Avusturya Klagenfurt
Üniversitesinden Prof.Dr. Karl Strobel’in kendi
isteğiyle son verdiği kazılara, Avusturya Graz
Üniversitesinden Prof.Dr. Peter Scherrer talip oldu.
Prof.Dr. Scherrer Tavium’da 2011 yılında kazı yapmak
için Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan izin talebinde
bulundu.
Bugüne kadar bölgede
yapılan kazı çalışmalarında seramik parçalar, sütun
kaide ve tamburlar, mezar stelleri, Bizans dönemine
ait yazılı mezar ve birçok mimari kalıntılar ile 5
ayrı medeniyetin izlerini taşıyan haç, bronz iğne,
pişmiş toprak eserler çıkarılmıştı.
Milliyet, 07.11.2010
|
FAHRELNİSA ZEİD'İN YAĞLIBOYA ESERİNE 525 BİN TL
13. Beyaz Müzayede'de Fahrelnisa Zeid'in tuval üzerine yağlı boya eseri 525 bin TL'ye satıldı.
Beyaz Müzayede'nin The Sofa Oteli'nde düzenlediği 2010-2011 sezonunun ilk müzayedesinin birinci bölümünde 236 eser satışa sunuldu.
Müzayedede, ressam Fahrelnisa Zeid'in tuval üzerine yağlı boya 145x200 santimetre ebadındaki imzalı eseri 525 bin TL'ye alıcı buldu. Eser, müzayedeye telefonla katılan bir koleksiyoner tarafından satın alındı.
Müzayedede, Orhan Peker'in "Yol İşçileri" adlı eseri 180 bin TL'ye, Adnan Çoker'in "Büyük Yarım Küre" isimli eseri 150 bin TL'ye, Burhan Doğançay'ın "Subwaywall" adlı eseri 130 bin TL'ye ve Ömer Uluç'un "Denizaltı ve Yaratık" isimli eseri 120 bin TL'ye satıldı.
Eserlerin tamamına yakınının alıcı bulduğu 13. Beyaz Müzayede'nin ikinci bölümü, 10 Kasım Çarşamba günü gerçekleştirilecek.
Türkiye Gazetesi, 07.11.2010
|
 |
HAVARİNİN DEĞİL,
SAHABENİN

KKTC’nin kuzeyinde,
Türkiye’ye en yakın noktada bulunan ve Hz. İsa’nın
bir havarisi tarafından kurulduğuna inanılan
manastırı sahiplenmek için kampanya başlatan Rumlara
kötü haber: Apostolos Andreas Manastırı içindeki
mezarın bir sahabeye ait olduğu, 2001 yılından beri
süren çalışmaların sonuçlanmasıyla önceki gün
belgelendi.
Rrum Başpiskopos
Hrisostomos’un, “Türkler onaracağına yıkılsın daha
iyi” dediği KKTC’nin Karpaz Burnu’nda bulunan
Apostolos Andreas Manastırı konusundaki Rum
ısrarının altından Rumların stratejik öneme sahip
yarımadayı Metropolit (dini bölge) ilan edip görüşme
masasında ‘kültürel miras’ gerekçesiyle istemek
olduğu çıktı. KKTC ise halk arasında bilinen,
manastır içindeki İslam şehidi Sahabe Urve bin
Said’in yatırını gündeme getirdi. Sahabenin
varlığını tarihi belgelerle ispatlayan Kıbrıslı Türk
bilimadamları “Arkeolojik kazı yapalım” önerisiyle
gelince, KKTC Vakıflar İdaresi komisyon kurdu.
Manastıra önce türbe, ardından da cami yapılmasını
isteyenler de var.
Rum kilisesi, Karpaz
yarımadasının en uç noktasındaki Apostolos Andreas
Manastırı (Hz. İsa’nın havarilerinden Andrew’ın
Manastırı) için uzun süredir büyük bir mücadele
sürdürüyor. Rum Başpiskopos, Dipkarpaz Köyü'ndeki
mevcut kilise yönetimiyle işbirliğinde restorasyon
çalışmalarına sert tepki vererek, “Türkler tamir
edeceğine yıkılsın daha iyi” açıklaması yaptı. Hatta
kiliseyi tamir bahanesiyle sahiplenmek için Başbakan
Tayyip Erdoğan’a
mektup yazdı. Rum kilisesinin faaliyetlerini
yakından takip eden KKTC ise halk arasında
yüzyıllardır bilinen manastır içindeki İslam şehidi
Sahabe Urve bin Said’in yatırını gündeme getirdi.
Sahabe mezarlığının
varlığını kanıtlayan Zeki Akcan, manastır restore
edilmeden önce Rumların kutsal olduğuna inandığı
ayazma ile arkasındaki Havari Andreas’ın ikonunun
bulunduğu duvar altında arkeolojik çalışma yapılması
gerektiğini söyledi. KKTC Vakıflar İdaresi de
konuyla ilgili çalışmaları takip etmek üzere özel
bir komisyon kurdu.
Girne Amerikan Üniversitesi öğretim görevlisi
Akcan’ın paneline katılan Magosa merkezli Genç
Mücahitler Derneği ise bölge halkının yatırla ilgili
birçok talebinin bulunduğunu belirtti. Dernek,
sahabenin mezarının bulunduğu manastıra önce türbe
yapılmasını, ardından da cami dahi inşa
edilebileceğini savundu.
Girne Amerikan
Üniversitesi araştırma görevlilerinden Zeki Akcan,
2001 yılından bu yana sürdürdüğü çalışmalarının
sonuçlarını önceki gün açıkladı ve sahabe mezarının
varlığını, İslam dünyası bilim adamlarından
Herevi’nin Şam ve Beyazıt kütüphanelerindeki
orijinal belgeleriyle tanıttı. Akcan şunları
söyledi:“Herevi’nin Kitab-u Ziyaret gezi notlarını,
hem Şam hem de Beyazıt kütüphanesinde bulduk. Burada
Apostolos Andreas Manastırı’nın şu anda içinde kalan
kısmında dönemin İslam Halifesi Muaviye’nin deniz
seferleri zamanında
Kıbrıs’a gelen
Sahabe Urve bin Said’in mezarının bulunduğu açıkça
yazılıyor. Hatta Herevi, 1171’de geldiği adada, o
dönemde bir şapel olan ve daha sonra genişletilen
bugünkü manastırın olduğu yerde, sahabenin
kitabesini de kayda geçirmiş. İhlas Suresi ve
besmele yazılı taş üzerindeki kitabede, ‘Burası
Hicri 29 yılının Ramazan ayında vefat eden Urve bin
Said’in mezarıdır’ yazılıymış. Orijinal Herevi’nin
kitabı, Süleymaniye Kütüphanesi, Beşirağa bölümü,
110 sayılı demirbaşta bulunuyor. Türk tarihçi
Prof.Dr. Osman Turan ile Fransız yazarların
Kıbrıs’la ilgili
eserlerinden de bu bilgilere yer veriyor.”
Urve bin
Said’in mucizesi
Halk arasındaki inanca
göre, Rumların bugün manastırın yanındaki ayazmadaki
çeşmeden içerek hacı olduğu su kaynağı, Sahabe Urve
bin Said’in bir mucizesi. Asasını yere vuran sahabe,
su kaynağının çıkmasını sağlayarak bölge halkını
susuzluktan kurtarmış. Rumlara göre Havari
Andreas’ın mucizesi ise körleri iyileştirerek
görmelerini sağlaması.
Katolik dünyası ile
AB’yi yanına almayı amaçlayan Başpiskopos
Hrisostomos, KKTC’nin Dipkarpaz Köyünde yaşayan Rum
papazların yönetimindeki manastır için Papa 16’ncı
Benedikt’e “Türkler kiliselerimizi bize vermiyor,
kültürel mirasımız yıkılıyor” diye şikayet etmişti.
Karpaz bölgesini Metrolopit (dini bölge) ilan eden
Hrisostomos, son olarak KKTC’nin restorasyon
çalışmalarını engelleme girişiminde bulundu.
Manastır, Karpaz
Yarımadası’nın kuzey ucunda bulunuyor.
Kıbrıs Rum
yönetimi, Annan Planı’nın müzakereleri sırasında,
Türkiye’ye doğru uzanan stratejik öneme sahip bu
yarımadayı istemiş ve taleplerini bir harita ile
BM’ye sunmuştu. Rumlar şimdi, dini kullanarak
Karpaz’a sahip olmak istiyor. Yarımada, petrol
zengini Doğu Akdeniz’e de hakimiyet kuracak bir
konumda.
Hürriyet, 07.11.2010
|
KANALİZASYONDAN
İMPARATOR ÇIKTI

Denizli'deki Laodikya
antik kentinde yapılan kazı çalışmalarında Roma'nın
asker imparatorlarından 3'üncü Gordianus'a ait
olduğu belirlenen mermer heykel başı bulundu.
Başın, gövdesi 5 yıl
önce antik kentteki Tapınak-A'da yapılan
kanalizasyon kazı çalışmalarında bulunmuştu.
Güzelliği ile görenleri etkileyen mermer heykel
büyük heyecan yarattı, Kazı Başkanı Prof.Dr. Celal
Şimşek, “Heykelin müthiş bir portre olma özelliği
var. 4. yüzyıl başında Hıristiyanlığa geçilmesi
nedeniyle heykelin parçalanarak kanalizasyona
atıldığını sanıyoruz” dedi.

Eskihisar Mahallesi'ndeki Laodikya Antik Kenti'nde
Pamukkale Üniversitesi'nce yapılan kazı
çalışmalarında bulunan mermer heykel başı, gün
ışığına çıkartıldı. MS 238 ile 244 yılları arasında
yaşayan Roma imparatoru 3. Gordianus'a ait heykel
başının, antik kentteki kanalizasyon kazılarında 5
yıl önce bulunan başsız mermer gövdeye ait olduğu
anlaşıldı. Baş ve gövdenin birleştirilmesi ardından
heykelin sergilenmek üzere Denizli Müze Müdürlüğü'ne
teslim edileceği bildirildi. Laodikya Kazı Heyeti
Başkanı Prof.Dr. Celal Şimşek, bulunan imparator
başının kendilerini heyecanlandırdığını belirterek,
şöyle dedi:
“Çünkü müthiş bir portre olma özelliği var.
Laodikya'nın ürettiği kaliteli eserlerden. Mermer
eserler yönünden 2010 yılında Laodikya bize zengin
buluntular verdi. Bu buluntular arasında Hellenistik
döneme ait yunus figürlü aşk tanrısı Eros'un başı ve
gövdesini ile kutsal seremonilerde kullanılan sunak
masasının aslan başlı iki bacağı da var. Laodikya
Batı Anadolu'nun Efes'ten sonra en büyük metropol
kenti. Tapınaktaki çalışmalarımız bitme aşamasına
geldi. Hedefimiz, burada arkeoloji parkı oluşturmak.
Buranın dünyaya tanıtılmasına da büyük önem
veriyoruz.”
İmparator heykelinin 4'üncü Yüzyıl'da parçalandığını
tahmin ettikleri anlatan Prof.Dr. Şimşek, “O
dönemde, çok tanrılı dinlerden Hıristiyanlığa
geçildi. Bu dönemde heykeller, insanlar tarafından
parçalanarak kanalizasyona atılmıştı. Bunun da
onlardan biri olduğunu düşünüyoruz” dedi.
Laodikya antik kentinde daha önce de Roma Cumhuriyet
Dönemi’ni sona erdiren ilk imparator Augustus’un
bugüne kadar bilinen en sağlam ve ayrıntılı
heykelinin başı bulunmuştu.
Hürriyet, Haber: Ramazan
Çetin, 07.11.2010
|
"İZİN Mİ ALACAKTIM?"

İşadamı ve yazar Sevan
Nişanyan, Selçuk'un Şirince Köyü'nde inşa ettiği 16
yapı hakkında İl Özel İdaresi Encümeni tarafından
yıkım kararı verilmesinin ardından yaptırdığı "Hodri
Meydan Kulesi"ni dün törenle açtı. Kulenin girişine
de üzerinde "Zalimin aczini görmek ve göstermek için
inşa edildi" yazdıran Nişanyan, meydan okumayı
sürdürdü. Kulenin yapımı için de izin almadığını
vurgulayan Nişanyan, "Avuç kadar köyün imar planını
yapmaktan aciz kaldılar. Çıkardıkları imar planı
kelimenin tam anlamıyla bir kepazelikti, 'Yeter'
dedim. Bu insanların iznini de ruhsatını da
istemiyorum. Bu adamların yasağına da kulak
asmıyorum" diye konuştu.
Söz konusu yapıyı yıkmaya kimsenin cesaret
edemeyeceğini öne süren Nişanyan, "Eğer yarın
yıkmaya kalkarlarsa, cinayete karşı ne yaparlarsa
onu yapmayı planlıyorum. Bu yaptıkları cinayet olur.
Türkiye'de maalesef cani ruhlu insanlar var.
Bürokrası içinde de var. Dolayısı ile ne
yapacaklarını kestiremeyiz tabii. Fakat pek fazla
ihtimal vermiyorum. Böyle bir cesaretleri olacağını
zannetmiyorum. Yıkmaları halinde tükürük denizinde
boğulurlar. Bütün dünya, bütün Türkiye böyle birşey
yaptıkları takdirde onları lanetler" diye konuştu.
Şirince halkı ile hiçbir sorunu bulunmadığını,
halkın kendisini içten desteklediğini düşündüğünü
belirten Nişanyan, "Burada bir terörizm vardır.
Terör yalnızca Türkiye'de, Doğu'da yok. Türkiye'de
terörün büyüğü Batı'da var. Bu köyde 27 yıldan bu
yana bir imar bürokrasisi terörü mevcuttur. Bu
teröristlere karşı dik durmayı başardığım için
herkesten sadece tebrik ve teşekkür aldım. Umuyorum
ki, zamanla bu köyün ahalisi de aynı cesareti, aynı
dik duruşu sergileyebilecektir. O zaman görülecektir
ki bu imar oligarşisinin, bu bürokratik oligarşinin
bir üfürüklük canı vardır. Güçleri blöften
ibarettir, başka bir şey değil" diye konuştu.
Nişanyan konuşmasını şöyle sürdürdü: "Sayın
valimizi de kandırmışlar. Sayın Vali makul bir
insan. Burada yapılanların İzmir ve Şirince için
kazanç olduğunun bilincinde. Kalıcı bir eser ortaya
konduğunun farkında. Bürokratik oligarşi yıkılır,
bunlar yıkılmaz, yıkamayacaklardır. Rezil oldukları
ile kalacaklardır. Şirince halkından 4-5 kişi daha
belli disiplin, güzellik içinde bunu yaparlarsa bu
sistemin ömrü 48 saat içinde sona erer. Bu cesareti
gösterebilmemiz gerekiyor." Konuşmasının ardından
açılış kurdelasını kesen Nişanyan, sayıları 30-40
civarındaki davetlilere lokma ve tavuklu pilav ikram
etti.
İl Özel İdaresi Genel Sekreteri İrfan İçöz,
Nişanyan'ın dün Yeni Asır'da yayınlanan
açıklamalarına ve yaptırdığı kulenin yazıtında
kullandığı ifadelere tepki gösterdi. İçöz, "Bizim ne
zalimliğimiz, ne zulmümüz olabilir. Nereler
yıkılması gerekiyorsa, oralar yıkılacak. Hukuk ne
diyorsa, o yapılacak. Diyecek başka bir şeyimiz yok"
dedi. Konuyla ilgili soruları cevapsız bırakan Vali
Cahit Kıraç da, "O konuda konuşacak bir şey yok.
Devlet icraatlarını yapar" diye konuştu.
Yeni Asır, Haber: Ertan
Gürcaner, 06.11.2010
|
TARİHE 'TEMİZ'
BAKMIYORUZ

Osmanlı ve Rus orduları arasında 1877-1878 tarihleri
arasında yaşanan ve tarihe ‘93 Harbi’ olarak geçen
savaşın anısına yaptırılan Aziziye Anıtı’ndaki
rölyeften, adeta kir akıyor. Aziziye Parkı’nda bir
süredir devam taş heykel sempozyumunda taşlardan
çıkan ve yağan yağmurla çamura dönüşen toz bulutu,
Erzurum’un Rus işgaline uğradığı sırasında Aziziye,
Mecidiye ve Kiremitlik tabyalarında yaşanan
mücadelelerin anlatıldığı Aziziye Anıtı’ndaki
rölyefleri, kirden görünmez hale getirdi. Son
yıllarda Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın kılıcının
çalınmasıyla sık sık gündeme gelen anıtta, savaşı
anlatan rölyeflerin kirle kaplı olması vatandaşların
tepkisini çekiyor.
Anıtın Türklerin destansı mücadelesini
anlattığını belirten vatandaşlar, “Yokluklar
içerisinde Osmanlı askeri ve şehir halkının Ruslara
karşı verdiği mücadeleyi anlatan anıttaki rölyefler,
adeta kirden görünmez hale geldi. Yetkililerin bir
an önce rölyeflerde temizlik yapmasını bekliyoruz”
dediler.
Kafkasya'da Rus ordusunun 75 bin askeri,
Rusya'nın Kafkasya valisi Grandük Mihail
Nikolayeviç'in komutasındaydı. Osmanlı ordusu ise
Ahmed Muhtar Paşa'nın komutasındaki 20 bin askerden
oluşuyordu. Kafkasya cephesinde Ahmed Muhtar Paşa
komutasındaki Osmanlı birlikleri, General Loris-Melikov
komutasındaki Ruslara karşı uzun süre direndi. 27
Nisan 1877'de Doğubeyazıt, 17 Mayıs'ta ise Ardahan
Ruslarca işgal edildi. 15 Ekim'deki Alacadağ
Muharebesi'nde Ruslar takviye ile Osmanlı savunma
hattını arkadan çevirdi ve Osmanlı’nın 5-6 bin ölü
ya da yaralı ile 8 bin 500 savaş esiri kaybı oldu.
Kafkas cephesindeki Osmanlı kuvvetleri çözülmeye
başladı. Kasım 1877'de Kars'ı ele geçiren Rus
Orduları Erzurum'a yöneldi. Ahmed Muhtar Paşa Kars -
Erzurum arasında kurduğu savunma hattında kış
koşullarını iyi değerlendirerek üstün bir savunma
savaşı verdi. Nene Hatun ve diğer Erzurumluların
Aziziye Tabyası'nda büyük bir cesaretle yaptıkları
savunma 93 Harbi'nin unutulmayan anlarını oluşturdu.
Erzurum Rusların eline geçti. Savaşın bitmesinden
sonra Rus ordusu Erzurum'dan geri çekildi.
Erzurum Gazetesi, Haber:
İkram Tekmanlı, 06.11.2010
|
 |
URFA'DA TARİHİ EVLERİN RESTORASYONU BAŞLIYOR
Şanlıurfa’da Kültür Eğitim Sanat ve Araştırma Vakfı (ŞURKAV) tarafından hazırlanan Geleneksel Tarihi Urfa Evi Restorasyonu ve Mahalli Yemek Kültürünün Tanıtılması ve Yaşatılması Projesi kabul edilerek restorasyon çalışmalarına başlanıldı.
Şanlıurfa Valisi ŞURKAV Başkanı Nuri Okutan'ın talimatı ile hazırlanan proje ile kaybolmakta olan, harabe yıkık ve görüntü kirliliği oluşturan geleneksel Urfa evlerinin hem kültür adına yaşatılması, hem turizm sektörüne kazandırılması, hem de gelecek kuşaklara kültür mirası olarak bırakılması hedefleniyor. Restorasyonu yapılacak Urfa evinin kentin turizm potansiyeli açısından tarihi ve kültürel mirasın seçkin bir örneği olan Dergah-Balıklıgöl mevkiinde yıkık ve harabe bir şekilde bulunması, kente gelen yerli ve yabancı ziyaretçiler tarafından tepkiyle karşılanıyordu. Görsel kirliliği engellenmesi Şanlıurfa'nın turizmi açısından büyük önem arz eden bu proje ile Vakfın mülkiyetinde bulunan geleneksel tarihi Urfa evinin restore edilerek tarihi değerlere sahip çıkılması ve turizme ivme kazandırılması amaçlanıyor. Tarihi Urfa Evi Temmuz 2011 tarihinde hizmete açılacak olup, Restorasyon sonrası Urfa Evinde yerli ve yabancı ziyaretçilere yöreye özgü mahalli yemek kültürü tanıtılarak, geçmişten günümüze kadar uzanan damak tadını kaybetmeden tarihi otantik bir ortamda yeme, içme ve dinlenmeleri sağlanması planlanıyor.
Turizm Gazetesi, 06.11.2010
|
CUMALIKIZIK'TAN SONRA MİSİ DE TURİZME KAZANDIRILACAK
Bursa’daki tarihi Misi Köyü'nü (Gümüştepe Mahallesi) ziyaret eden Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, Misi'nin turizmden hak ettiğini payı alabilmesi için gerekli yatırımların sırasıyla gerçekleştirileceğini belirtti.
Cumalıkızık gibi Misi Köyü'nün de kent içinde yaşayan bir tarih olduğunu ifade eden Başkan Altepe, Nilüfer İlçesi'nde kalan bu bölgenin eski yaşantıyı en güzel şekilde temsil ettiğini söyledi. Başkan Altepe, “Biz de şimdi başta Misi’nin ortasından geçen derenin ıslahıyla çalışmalara başlayacağız. Köydeki binaların cephe düzenlemeleri, restorasyon çalışmalarıyla bölgenin kültürel mirasını ortaya çıkaracağız. Misi’nin önemli bir turizm noktası haline gelmesi için çeşmelerinden, mezarlıklarına kadar tüm değerleri gözler önüne serilerek korunacak” dedi.
Misi’nin yeni adıyla Gümüştepe olduğunu hatırlatan Başkan Altepe, bu bölgeyi herkes eski ismi Misi olarak bildiğini, bu ismin korunmasıyla ilgili çalışmaların da sürdüğüne işaret etti.
Turizm Gazetesi, 06.11.2010
|
 |
"TARİHİ OKULLARDAN
ZENGİNE OTEL VE İŞ MERKEZİ YAPILIYOR"

Okuluma Dokunma İnisiyatifi, İstanbul
Valiliği önünde, eğitim yapılan okul binalarının
özel sektöre devredilmesiyle ilgili bir basın
açıklaması yaptı ve topladıkları imzaları valiliğe
verdi.
Bugün (5 Kasım) Sultanahmet Meydanı'ndan "Okullar
halkındır, satılamaz"; "AKP Elini okulumdan çek";
"Sermayeye değil, eğitime bütçe" sloganlarıyla
valilik önüne yürüyen eylemciler, "Maçka, Çağlayan,
Ziyapaşa İlköğretim okulları, Taksim Ticaret Meslek,
Etiler Turizm Otelcilik, Etiler, Levent Kız
Meslek Liseleri satılamaz, satılmayacak" dedi.
Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim-Sen) 3
No'lu Şube Yöneticisi
Oğuz Bozkuş
eylemde "Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti
Tüpraş'ı, Telekom'u özelleştirdiği gibi, okulları da
özelleştiriyor; kendine yakın sermayeye peşkeş
çekmeye çalışıyor" diye konuştu.
"Bilmedikleri bir şey var ki halkımız buna izin
vermeyecek" diye ekleyen Bozkuş, "İl Milli Eğitim
Müdürü'nün görevinin okulları satmak değil, yüzlerce
sorunu çözmek olduğunu hatırlatıyoruz" dedi.
Okuluma Dokunma İnisiyatifi sözcüsü
Nebat Bükrek
"Eğitim sadece varlıklı ailelerin sahip olduğu bir
duruma geldi. Özel okullara yatırımda sınır
tanımayan hükümet, devlet okullarının doğalgazını
kesiyor, okulları satıyor" dedi ve ekledi: "100'den
fazla okulun satış planı var. Yerlerine oteller, iş
merkezleri yapmak istiyorlar. Artık inkar da
etmiyor, "takas yapıyoruz" diyorlar."
"Emekçi çocuklarına bu okullar değil, dere içlerinde
kanalizasyon kokulu okullar uygun görülüyor.
Çevresindeki üç okulda üç bin 200 öğrenci ve 200
öğretmenin bulunduğu Baltalimanı Arıtma Tesisi "yedi
yıldır hala kurutuluyor". Gaziosmanpaşa'da 80
kişilik sınıflarda eğitim sürüyor. Biz,
çocuklarımıza sahip çıkıyoruz."
Bir okula öğrenci alınmayınca, o okulun üç yıl
içinde kapandığını belirten Bukrek "Tadilat öne
sürerek de okulları kapatıyorlar; Beşiktaş
İlköğretim Okulu iki yıldır tadilatta. İki yılda
yeni bina yapılır; bu nasıl tadilat?" diye konuştu.
Bukrek, Taksim Ticaret Meslek Lisesi'ne bu yıl
öğrenci alınmamasıyla ilgili "400 öğrenci açıkta
kaldı. Ne oldu o çocuklara? Sokağa itildiler;
Beyoğlu sokaklarında midye satıp, kahvelerde
çalışıyorlar" dedi.
Geçen Pazartesi günü Maçka Akif Tunçel Endüstri
Meslek Lisesi için eylem yaptıklarını belirten
Bukrek "Bu tarihi yapı 1955 yılında İtalyan
Konsolosluğu tarafından okul olarak kullanılması
şartıyla devredildi. Fakat binayı Vehbi Koç Vakfı'na
devrettiler; ses çıkarınca karar geri çekildi. Şimdi
de "Kültür Bakanlığı'na devredildi. Biliyoruz ki
onlarda kalmayacak" diye ekledi.
Bukrek, "Valilik bize beş gündür randevu vermiyor;
Vali ve yardımcı yerinde yok deniyor. Yine de
okulların satılmasına karşı imzaların bulunduğu bu
dosyayı iletip, okullar önündeki nöbetimize geri
döneceğiz" dedi ve eylemciler arasından beş temsilci
Valilik'e gitti.
bianet.org, Haber: Emir
Çelik, 05.11.2010
|

 |
TARİHİ KULE TURİZMİN HİZMETİNDE
Trabzon'da, 14. yüzyılda yapıldığı tahmin edilen ve bir dönem cephanelik olarak kullanılan tarihi kule, restore edilerek turizm işletmesi haline dönüştürüldü.
Trabzon'un Kavaklı mevkiinde bulunan, Fatih Kulesi veya İrene Kulesi olarak bilinen, Rus işgali sırasında mühimmat deposu olarak kullanıldığı için halk arasında cephanelik olarak adlandırılan tarihi kulenin restorasyonuna bir grup iş adamı tarafından Turizm Bakanlığı'ndan alınan izinle 2000'li yılların başında başlandı.
Restorasyon işini bir süre sonra Trabzonlu bir başka iş adamları grubu üstlendi. Tarihi kule, son bir yıl içinde hızlı çalışmayla restorasyonu tamamlanarak turizm işletmesi haline dönüştürüldü. İşletme sahiplerinden iş adamı Ahmet Sarı, restorasyonun yanı sıra kulenin etrafındaki 30 dönümlük alanda çevre düzenlemesi yaptıklarını, eğlence merkezi, çay bahçeleri, restoran ve dinlenme alanları oluşturduklarını belirtti.
Restorasyon çalışmaları sırasında tarihi dokunun korunması için büyük özen gösterdiklerini vurgulayan Sarı, ''Yok olmak üzere olan tarihi tekrar gün ışığına çıkardık. Perişan bir halde olan İrene Kulesi, yaptığımız çalışmalarla tekrar eski görkemli halini aldı. Vatandaşlara tarihi doku içerisinde rahat ve huzurlu hizmet vermek amacıyla tarihi kulenin etrafında yeşil alanlar oluşturduk'' dedi.
Restorasyon için yüklü miktarda harcama yaptıklarını belirten Sarı, şöyle devam etti:
''Restorasyonda taşı, malzemeyi özel seçiyorsunuz, çevre düzenlemesi yapıyorsunuz. Elimizden gelen tüm imkanları zorladık, hem Trabzon'a hem tarihe ışık tutmak acısından gerçekten ciddi masraflar yaptık. Restorasyona harcadığımız para ile bir fabrika kurabilirdik ama burası da farksız olacak. Çünkü 50 kişiye istihdam sağlayacağız. Daha sonra çalışan personel sayısı artabilir.''
Sarı, tarihi binanın iç ve dış mekanlarından aynı anda bin 500 kişinin ağırlanabileceğini de kaydetti.
Yapı, Fotoğraflar: Zafer Sel/AA, 05.11.2010
|
ENEZ'E MÜZE İSTEĞİ
Edirne'nin
Enez İlçesi'nde 1970 yılından bu yana devam eden
arkeolojik kazılarda bulunan eserlerin
ilçede kurulacak
müzede sergilenmeleri istendi.
İlçede 1978 yılında bu yana kazı çalışmalarını
yürüten ekibin başkanlığını yapan İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü
Öğretim Üyesi Prof.Dr. Sait Başaran, çok önemli
tarihi eseri gün yüzüne çıkarttıklarını ifade etti.
Başaran, bu yıl kanalizasyon çalışması sırasında
tesadüfen bulunan bir lahdin incelenmesi ve
etrafında başlatılan kazılarda, Türkiye ve dünya
için ünik sayılacak 2580 yıl öncesine ait siyah
üzerine kırmızı boya ile yapılmış amfora
bulduklarını ifade ederek, şunları söyledi:
''Bu tür amforadan Türkiye'de İstanbul Arkeoloji
Müzesi'nde sadece 1 adet bulunuyor. Bunun dışında
bugüne kadar yüzlerde tarihi eseri gün yüzüne
çıkartıp, restorasyonunu yapıp, çizim ve fotoğraf
kayıtlarını yaptık. Bu işlemlerden sonra eserleri
Edirne'deki müzeye sergilenmek üzere gönderdik.
Ancak, bu eserlerin Enez'de kurulacak bir müzede
sergilenmesi daha doğru olacaktır. Bu ilçeye gelen
turist sayısını arttıracağı gibi Enez'in adının yurt
içinde ve yurt dışında duyulmasına olanak
sağlayacaktır''.
Tarihi eserlerin imkan olması halinde bulundukları
yerde sergilenmelerinin doğru olacağına dikkati
çeken Başaran, ''Edirne'nin Enez İlçesi'nde 1970
yılından bu yana devam eden arkeolojik kazılarda
bulunan tarihi eserler ilçede kurulacak müzede
sergilenmelidir. Bulduğumuz bir birinden değerli
eserler Edirne'de sergileniyor'' dedi

Başaran, Enez'deki kazıların 1970 yılından bu yana
devam ettiğini belirterek, ''Enez, Balkanları, Ege
ve Anadolu'ya bağlayan deniz, nehir ve kara yolların
kesiştiği bir yerde kurulan önemli bir kültür ve
ticaret kenti. Enez antik çağlarda ‘Ainos’ olarak
adlandırılmış. Ainos Ege'yi Karadeniz'e bağlayan tek
yoldu.
Meriç Nehri ile 100 kilometrelik bir yolculukla bu
bağlantı sağlanıyordu. Günümüzde Ege'den Karadeniz'e
ulaşmak için boğazları geçerek yaklaşık 450
kilometre yol kat etmek gerekiyor. Ticari ulaşım
Enez'den yapılıyordu. Antik çağdan 17. yüzyıla kadar
bu yol kullanılmıştır. Ainos bu nedenle çok zengin
bir kent olmuştu. Kazılardan çıkan bulgulardan bunu
anlıyoruz. Ancak, sürekli yeni yerleşim kurulduğu
için çok tahrip olmuş'' dedi.
Prof.Dr. Başaran, Enez'deki kazıları 4 ayrı bölgede
yürüttüklerini belirterek, şu bilgileri verdi:
''Enez'de 1978 yılından beri kazı çalışmalarına
katılıyorum. Bu yıl, Kaleiçi, Enez girişindeki
nekropol, Kral Kızı Bazilikası ve zemini mozaiklerle
kaplı Roma dönemi villasında kazı yapıyoruz.
Kalkolitik çağa kadar geri gidiyoruz.Kaleiçi'nde,
kale kapısının girişinde yaptığımız çalışmalarda da,
Osmanlı dönemine ait üst tabakalarında yapı
kalıntıları ortaya çıkıyor. Hoca Çeşme'de ise
Neolitik Çağ bulgularına ulaşıyoruz. Bu çağ
insanoğlunun ilk yerleşik düzene geçtiği zamandır.
Bulunan nekropolde Ainos'un ilk kurulduğu yıllara
ait mezarlar ortaya çıkıyor. Pişmiş topraktan
lahitler, amforalar, hydria adı verilen ve içine
yakılan ölünün kül ile kalan kemiklerinin konulduğu
kaplar bulunuyor. Bunların içlerine konulmuş çeşitli
objelerde çıkıyor. Kral Kızı Bazilikası'nda
yürütülen çalışmalarda ise hiç beklemediğimiz bir
olayla karşılaştık. Burada duvar resimleri bulduk.
Burası bir kiliseden büyük bir yer".
Kazılarda ortaya çıkartılan eserlerin Enez'deki
İstanbul Üniversitesi Eğitim Tesisleri'nde
öğrenciler tarafından temizlenip, onarıldığını
kaydeden Prof.Dr. Başaran, ''Çok sayıda pişmiş kap,
kemikler ve çeşitli eşyalar ortaya çıkartılıyor.
Bunlar arasında su kapları, ölü yakma geleneğinde
kullanılan kremasyon kapları da yer alıyor. Çok
sayıda pişmiş topraktan yapılmış oryantalizan
eşyalar buluyoruz. Edirne Müzesi'nde sergilenen
siyah figür tekniğiyle yapılan ve üzerinde savaş
sahnesi ile şarap tanrısı figürünün yer aldığı
anfora gibi çok önemli ve değerli bulgulara da
ulaşılıyor'' dedi.
Enez kazılarına yabancı arkeologların ilgisinin son
yıllarda arttığına dikkati çeken Başaran, ''Bu yılki
kazılara Alman, Avustralya ve Moğolistan'dan katılım
var. Bu Enez'in tarihi zenginliğinin dünyaya
duyurulmasında önemli bir gelişme'' diye konuştu.
Yapı, Fotoğraflar:
Derya Sarılarlı/AA, 05.11.2010
|
BİN 200 YILLIK MESCİT ONARILACAK
Darende Kaymakamlığı, 8. yüzyıl tarihi eserlerinden Ozan Mescidi'nin onarılması çalışmalarına hız verecek. Kaymakam Mehmet Aktaş, yaptığı açıklamada, köy gezileri sırasında görme fırsatı bulduğu Ozan Köyü'ndeki 8. yüzyıldan kaldığı belirlenen Ozan Mescidi'nin kurtarılması için çalışmaları hızlandıracaklarını söyledi. Tarihi yapının içler acısı halinin kendisini çok üzdüğünü ve define avcılarının yıllarca verdiği hasarın onarılarak eserin kurtarılması amacıyla İstanbul Teknik Üniversitesinden gelen uzman heyetin, restorasyon projesi çalışmalarını devam ettirdiğini anlatan Aktaş, yapının kenarlarındaki taşıyıcı kolonların alt kısımlarındaki çökmelerin, tavandan kopan taşlar ve etrafındaki oyukların eseri tehdit ettiğini belirtti. Ozan Mescidi'nin daha önce kilise olduğunu ve mescide çevrildiğini anlatan Mehmet Aktaş, ''Böylesine bir eserin kurtarılması, tarihe vefa anlamında çok önemli'' dedi. Tarihi kaynaklara göre, İslamiyet'in Anadolu'daki yayılışı sırasında Battal Gazi tarafından kiliseden mescide çevrilen eserin yapılış tarihi tam olarak bilinmiyor. Eni beş metre olan kare planlı yapı, yedi metre yüksekliğinde. Üzeri düz olmasına rağmen içi kavisli bir kubbe ile kapalı. Eserin süslemelerini de dikkat çekiyor.
Malatya Aktüel, 05.11.2010
|
 |